Robin Hood

Robin Hood
Howard Pyle
Eski zamanların güzel İngiltere’sinde, Kral İkinci Henry’nin hüküm sürdüğü yıllarda, Nottingham kasabası yakınlarındaki Sherwood Ormanı’nın yemyeşil korularında, Robin Hood adında ünlü bir kanun kaçağı yaşardı. İşte böyle başlıyor Robin Hood’un hikâyesi… Bir ormancıyı öldürdüğü için kanun kaçağına dönüşen ve yanına topladığı adamlarıyla “neşe içinde” bir hayat süren Robin Hood’un başından bela hiç eksik olmuyor. Ama o ve adamları korku nedir bilmediklerinden her tehlike onlar için bir maceraya dönüşüyor. Zenginden alıp yoksula dağıtan, kadınlara asla zarar vermeyen bu çete, bir gün Kral Richard’ı bile yaşadıkları ormanda ağırlıyor ki yiğitliğin ve cesaretin bu derece itibar görmesi pek de akla sığar şey değil. Maceraperest ruhlarını hiçbir zaman yitirmeyen bu neşeli adamların serüvenlerini okurken Pyle, yaşadığımız dünyayı unutmamızı sağlayıp eşsiz bir “ziyafete” davet ediyor bizi.

Howard Pyle
Robin Hood

Howard Pyle, 5 Mart 1853 tarihinde Amerika’da doğmuştur. Çocukluk yıllarında Philadelphia’da küçük bir sanat okulunda okuyan Pyle, döneminde Amerika’daki en çok tanınmış çizer ve yazarlardan biriydi. 1876 yılında illüstratörlük kariyeri başlayan Howard Pyle’ın öyküleri ve resimleri, döneminin en ünlü dergilerinde yayımlanmıştır. Yazarın ilk romanı Gümüş El, 13. yüzyıl Almanyası’nda geçmektedir ve oldukça ünlü romanlarından biri hâline gelmiştir. Öykü ve romanlarının illüstrasyonları kendisine ait olan Howard Pyle’ın Kral Arthur ve şövalyelerinin efsanelerinden etkilenerek yazdığı eserler de mevcuttur. Bunun yanında bazı eserleri de korsan hikâyeleri ile ilgilidir. Ancak yazarın en meşhur ve hâlâ sevilerek okunan eseri, Robin Hood kahramanının maceralarının derlendiği Robin Hood adlı eseridir.

Özden Karataş, 4 Şubat 1998’de Ankara’da doğdu. 2016 yılında başladığı Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Dil öğrenmeye ve edebiyata karşı özel bir ilgisi olan Karataş, çeşitli yerlerde öğretmenlik ve çevirmenlik yaptı.

Ön Söz
Kitabın Yazarından Okuyucuya
Hayatın ciddi şeyleri arasında sürekli debelenip durmaktan hayal dünyasında kendini bir an için neşe ve eğlencenin kollarına bırakmaktan çekinen sizler, hayatın kimseye zararı olmayan masum kahkahalardan ibaret olmadığına inanan kişiler; bu sayfalar sizlere göre değil. Derhâl yaprakları kapayın ve bu sayfadan ötesine geçmeyin. Çünkü sizleri açık bir şekilde uyarıyorum ki tarihin gerçek figürlerini kendilerine takılan isimlerle kalıplar dışında tanıyamayacağınız kadar neşeli ve renkli hikâyeler arasında rol alırken görmek hayretler içerisine düşmenize sebep olabilir. Mesela II. Henry adıyla bilinen, çabuk öfkelenen ama buna rağmen içinde hiç de kötü niyet barındırmayan, iri yapılı, asabi adam. Bir de herkesin önünde saygıyla eğildiği, Kraliçe Eleanor adıyla bilinen güzel ve zarif hanımefendi. Burada gösterişli papaz cübbeleriyle süslenmiş şişman bir adam da var; herkes onu Hereford Başpiskoposu olarak bilir. Asık suratlı ve aksi bakışlarıyla Nottingham Şerif’i de burada. Ve hepsinden önemlisi burada; yeşil ormanlarda küçük sporlarla uğraşan, neşeli şenliklerde Şerif’in yanında yerini alan, Plantagenet Hanedanı’nın medarıiftiharı Aslan Yürekli Richard adında uzun boylu, iri cüsseli, muzip bir adam var. Bunların yanında pek çok şövalye, rahip, soylular, kasaba sakinleri, çiftçiler, toprak ağaları, dilenciler, yaverler, seyyar satıcılar ve daha neler neler… Üstelik hepsi de hayatların en neşelisini, en keyiflisini yaşıyor; hepsinin ağzında eski birkaç balat dizesi, (unutulmuş balat bölümlerinden kesilip kırpılıp toplanarak bir araya getirilen) bu neşeli insanları oradan oraya gezdirir, gezdikçe şarkılar söyletir.
Burada yüzlerce sıkıcı, kasvetli yürüyüş yolu bulacaksınız; hepsi de bir sürü çiçekle süslenmiş ve kimse onları bu süslü giysileri içinde tanıyamayacak. Ve burası, soğuk sislerin ruhumuza baskı yapmadığı, yağmurun yağmadığı ancak sırtımızdan nisan yağmurlarının zarif ördeklerin boynundan süzülürcesine süzüldüğü; ağaçların sonsuza dek çiçek açtığı, kuşların her zaman şarkı söylediği; herkesin yollarda seyahat ederken doyurucu bir av bulduğu, hiçbir aklı sarhoş etmeyen birayla şarabın bir deredeki su misali akmasıyla iyi bilinen bir ülkedir.
Bu ülke bir masal diyarı değil. Nedir peki burası? Burası düş ülkesidir ve öylesine baş döndürücü bir yerdir ki eğer ondan yorulursanız yalnızca çevirin! Bu kitabın yapraklarını birbirine çarparak çevirin ve yorgunluğunuz gitsin. Siz de böylece hiçbir zarar görmeden günlük hayata yeniden uyum sağlamaya hazır olabilirsiniz.
Ve şimdi, gerçek dünya ile hiç kimsenin diyarı arasındaki perdeyi kaldırıyorum. Benimle gelir misin sevgili okuyucu? Teşekkür ederim, uzat bana elini.

Robin Hood Nasıl Kanun Kaçağı Oldu?
Eski zamanların güzel İngilteresi’nde, Kral İkinci Henry’nin hüküm sürdüğü yıllarda, Nottingham kasabası yakınlarındaki Sherwood Ormanı’nın yemyeşil korularında, Robin Hood adında ünlü bir kanun kaçağı yaşardı. Daha önce ne onun kadar ustalıkla, hızlı ve uzun oklar atabilen kurnaz bir okçu yaşadı ne de onunla birlikte yeşil ağaçların gölgesinde dolaşan yüz kırk neşeli adamı kadar sadık dostlar görüldü. Robin Hood ve adamları, Sherwood Ormanı’nın derinliklerinde neşe içinde yaşıyorlardı. Ne bir şeyden kaygılanıyor ne de herhangi bir şeye istek duyuyorlardı. Tüm zamanlarını eğlenceli okçuluk ya da sopa yarışlarıyla geçiriyor, Kral’ın geyikleriyle besleniyor, ekim ayı birasıyla susuzluk dindiriyorlardı.
Yalnızca Robin değil, tüm çete üyeleri birer kanun kaçağıydı ve diğer insanlardan uzakta yaşarlardı; yine de civardaki köylerin halkı onları severdi çünkü ihtiyacı olduğunda neşeli Robin’den yardım isteyip eli boş dönen kimse olmazdı.
Ve şimdi Robin Hood’un nasıl yasalara aykırı düştüğünü anlatacağım.
Robin henüz on sekiz yaşında, güçlü kuvvetli ve cesur bir gençken, Nottingham Şerifi bir atış müsabakası ilan ederek Nottinghamshire’da en iyi atışı yapacak olan kişiye bir fıçı bira ödül vereceğini ilan etti. “Şimdi.” dedi Robin. “Ben de oraya gideceğim çünkü sevgilimin güzel gözleri için yayımı çekmeyi ve iyi bir ekim birası içmeyi çok isterim.” Böylece kalktı, porsuk ağacından yapılmış kuvvetli yayını ve birkaç okunu yanına alarak Locksley kasabasından çıkıp Sherwood Ormanı üzerinden Nottingham’a doğru yola koyuldu.
Çalılıkların yeşillendiği ve çiçeklerin çayırları süslediği; güzel papatyaların, sarı guguk kuşlarının, güzel çuha çiçeklerinin fundalıkları kapladığı; elma tomurcuklarının çiçek açtığı, sevimli kuşların ötüştüğü, gün doğumuyla ardıç kuşlarıyla horozun uyandığı; genç delikanlılarla güzel kızların birbirlerine tatlı cilvelerle baktıkları; meşgul ev hanımlarının çamaşırlarını parlak yeşil çimenlerin üzerinde kuruttukları, neşeli mayıs ayının şafak vaktiydi. Yürüdüğü yollar boyunca etrafını saran yemyeşil ağaçlar oldukça güzeldi ve küçük kuşların tüm gücüyle şarkılar söylemek için narince kondukları hışırdayan yapraklar parlak yeşildi. Robin, Marian’ı ve onun parlak gözlerini düşünerek yürürken neşe içinde ıslık çalıyordu, çünkü böyle neşeli bahar zamanlarında bir gencin düşünceleri genellikle hoş bir şekilde sevdiği kızı düşünmeye yönelir.
Böylelikle hızlı adımlar ve neşeli bir ıslıkla yürürken Robin, aniden büyük bir meşe ağacının altında oturan ormancılara rastladı. Toplam on beş kişiydiler ve kocaman bir etli böreğin etrafında oturmuş ziyafet çekip içki içerek eğleniyorlardı. Her biri kendi midesini düşünüyor, ellerini iştahla böreğin içine sokuyor ve yediklerini yakında duran bir fıçıdan köpürerek çıkan büyük bira boynuzlarıyla ıslatıyorlardı. Adamların hepsi asker yeşili giysiler içindeydi ve o güzel ağacın yayılan dalları altındaki çayırda oturarak keyifli bir ziyafet çekiyorlardı.
Sonra içlerinden biri, ağzı yemekle tıka basa dolu bir şekilde Robin’e seslendi: “Hey, üç kuruşluk yayın ve beş para etmez oklarınla nereye gidiyorsun küçük delikanlı?”
Bunları duyan Robin sinirlendi çünkü hiçbir genç, en güzel çağlarıyla alay edilmesinden hoşlanmazdı.
“Öncelikle.” dedi. “Yayım ve oklarım gayet iyi ve ışıl ışıldır; üstelik şu an Nottinghamshire Şerifi’miz tarafından ilan edilen Nottingham kasabasındaki atış müsabakasına gidiyorum. Orada diğer cesur yiğitlerle birlikte atış yarışına gireceğim, ödül olarak da iyi bir ekim birası sunuluyor.”
Sonra elinde bira borusu tutanlardan biri: “Bakın şu delikanlıya hele! Oğlum daha dudaklarındaki ananın sütü kurumamış, iki başlı bir yayın tek telini bile çekemezken Nottingham’da güçlü kuvvetli adamlarla boy ölçüşmeye kalkıyorsun.” dedi.
“İçinizden en iyisine yirmi mark[1 - 13 şilin ve 4 peniye eş değer bir İngiliz ve İskoç para birimi. (ç.n.)] veririm.” dedi cesur Robin. “Meryem Ana’mızın kutsal yardımıyla altmış kulaçlık bir hedefi bile tam ortasından vururum.”
Bunun üzerine herkes yüksek sesle güldü ve biri şöyle dedi: “Ne de güzel övünüyorsun, seni güzel palavracı bebek! Ve aslında sen de iyi biliyorsun ki bahsini gerçekleştireceğin bir hedef yok.”
Bir diğeri: “Bir dahaki sefere sütüyle birlikte bira da içer.” diye bağırdı.
Bunun üzerine Robin, hırsından deliye döndü. “Dinleyin.” dedi. “Şuradaki koruluğun sonunda, altmış kulaçtan bile daha uzakta bir geyik sürüsü görüyorum. Meryem Ana’nın izniyle aralarındaki en sağlam geyiği öldürürsem yirmi markını alırım.”
“Tamamdır!” diye bağırdı ilk konuşan adam. “Ve işte yirmi mark. Bahse girerim ki Meryem Ana’nın yardımı olsun ya da olmasın sürüdeki hiçbir hayvanı öldüremeyeceksin.”
Sonra Robin porsuk yayını eline aldı ve ucunu, ayağının tam dibine yerleştirerek ustalıkla gerdi. Geniş oklarından birini taktı ve yayı kaldırarak gri kaz tüylü oku kulağına doğru çekti. Hemen ardından yay kirişi çınladı ve ok, kuzey rüzgârında süzülen bir atmaca misali koruluktan aşağıya doğru fırladı. Sürünün en asil geyiği yerinden sıçradı, kalbinin ortasına saplanmış ok yüzünden akan kanıyla yemyeşil yolu kızıla boyayarak can verdi.
“Ya!” diye bağırdı Robin. “Bu atışı nasıl buldun, dostum? Bahse giren ben olsaydım üç yüz paunt ortaya koymuştum.”
Bunun üzerine bütün ormancılar öfkeyle doldular; ilk konuşan ve dolayısıyla bahsi kaybeden kişi hepsinden daha öfkeliydi.
“Hayır.” diye bağırdı. “Üç yüz paunt falan yok ve hemen git buradan; yoksa cennetin tüm melekleri üzerine yemin ederim ki yürüyemeyecek hâle gelene kadar sopalarım seni.”
“Yoksa bilmiyor musun?” dedi bir başka adam. “Az önce Kral’ın geyiklerinden birini öldürdün. Şimdi yüce efendimiz ve hükümdarımız olan Kral Harry’nin yasalarına göre kulaklarının tıraş edilmesi gerekir.”
“Yakalayın şunu!” diye bağırdı bir üçüncü adam.
“Hayır.” dedi dördüncü adam. “Bırakın gitsin, yaşı çok küçük.”
Robin Hood tek kelime etmedi ama asık bir suratla ormancılara baktı; sonra topuklarına vura vura orman geçidi üzerinde onlardan uzaklaştı. Ama yüreği hırslı bir öfkeyle doluydu çünkü gençti, kanı hızlı akıyordu ve kaynamaya meyilliydi.
Bahse girip ilk konuşan kişi Robin Hood’u kendi hâline bıraksaydı onun için iyi olurdu; ama öfkesi, hem genç ondan daha iyi atış yaptığı için hem de içtiği sert biranın etkisi yüzünden tazeydi. Birdenbire, hiçbir uyarıda bulunmadan ayağa fırladı ve yayını kavrayıp bir ok taktı. “Evet.” diye bağırdı. “Ben seni hızlandırmasını bilirim.” Ok, havada ıslık çalarak Robin’in peşinden fırladı.
Ormancının başının bira etkisiyle dönüyor olması Robin Hood için iyi olmuştu yoksa bir adım daha atamazdı. Ormancının attığı ok Robin’in başının beş santim yakınından süzülerek geçti. Bunun üzerine Robin geri dönüp hızla kendi yayını çekti ve ormancıya karşılık bir ok gönderdi.
“Okçu olmadığımı söylemiştin.” diye bağırdı yüksek sesle. “Şimdi bir daha düşün!”
Ok dümdüz uçtu; okçu bir ağıtla öne düştü ve yüzüstü yere yattı. Robin’in sadağından çıkan oklar etrafından hızla düşüyordu. Sonunda Robin’in gri okunun ucu ormancının kalbinin kanıyla ıslanmıştı. Diğer adamlar daha akıllarını başlarına toplayamadan Robin Hood yeşil ormanın derinliklerine doğru gitti. Bazıları onun peşinden gitmeye kalkıştı ama buna pek cesaretleri yoktu çünkü arkadaşlarının ölümü yüzünden hepsinin gözü korkmuştu. Bu yüzden kısa süre içinde geri geldiler ve ölü adamı kaldırıp Nottingham kasabasına götürdüler.
O sırada Robin Hood yeşil ormana doğru iyice ilerlemişti. Onun için etrafındaki her şeyin neşesi ve parlaklığı sönmüştü çünkü bir adam öldürdüğü gerçeği ruhunun derinliklerine saplanmıştı, yüreği hiç rahat değildi.
“Eyvah!” diye bağırdı. “Öyle bir okçuyla yolum kesişti ki bunun sorumluluğu başımı yakacak! Keşke bana tek bir söz söylememiş olsaydı ya da yollarından hiç geçmemiş olsaydım. Keşke bu olay yaşanmadan önce sağ işaret parmağım kesilmiş olsaydı! Acele içinde bir karar verdim ama şimdi çok pişmanım!” Sonra sıkıntısı hâlâ içinde olmasına rağmen, “Olmuşla ölmüşe çare yok; kırık bir yumurta birleştirilemez.” sözünü hatırladı.
Ve böylece, bir daha asla güzel Locksley kasabasının genç delikanlıları ve güzel kızlarıyla birlikte mutlu günler görememek üzere, uzun yıllar boyunca yuvası olacak olan yeşil ormanda yaşamaya başladı. Çünkü yalnızca bir adam öldürdüğü için değil aynı zamanda Kral’ın geyiklerini kaçak bir şekilde avladığı için de kanun kaçağı ilan edilmişti ve Kral, Robin’i sarayına getirecek olan kişiye ödül olarak iki yüz paunt vereceğini duyurmuştu.
Nottingham Şerifi bu haydut Robin Hood’u adalete teslim edeceğine dair yemin etti. Bunu yapmak için iki geçerli nedeni vardı: Birincisi, iki yüz paundu çok istiyordu; ikincisi de Robin Hood’un öldürdüğü ormancı, Şerif’in akrabası idi.
Ama Robin Hood bir yıl boyunca Sherwood Ormanı’nda saklandı ve bu süre içinde, etrafında kendisi gibi türlü nedenlerle halktan dışlanmış birçok kişi toplandı. Bazıları kışın, açlıktan başka yiyecek bulamayınca geyik vurmuş ve bu sırada ormancılar tarafından görülmüş ama kaçarak kulaklarını kurtarmış kişilerdi. Bazıları, çiftlikleri Kral’ın Sherwood Ormanı’ndaki topraklarına eklensin diye miraslarından mahrum bırakılmış kişilerdi; bazıları da büyük bir iş adamı, zengin bir başrahip ya da güçlü bir toprak ağası tarafından yağmalanmıştı. Hepsi de şu veya bu sebeplerle Sherwood Ormanı’na, adaletsizliğe uğramaktan ve zulümden kaçmak için gelmişti.
Böylece bütün yıl boyunca, beş yüz ya da daha fazla cesur yürekli adam Robin Hood’un etrafında toplandı; onu liderleri ve başları olarak seçtiler. Daha sonra kendileri nasıl yağmalanmışlarsa; iş adamı, başrahip, şövalye ya da toprak ağası olsun, kendilerini ezen herkesi yağmalayacaklarına; haksız vergiler, toprak kiraları ya da adaletsiz para cezalarıyla fakir halktan koparılan her şeyi her birinden tek tek alacaklarına yemin ettiler. Ancak yoksul halka ihtiyaç ve sıkıntılarında yardım eli uzatacaklar, haksız yere ellerinden alınanları onlara geri vereceklerdi. Bunun yanı sıra hiçbir çocuğa zarar vermeyeceklerine; genç kız, eş ya da dul olsun hiçbir kadına bir yanlış yapmayacaklarına yemin ettiler. Böylece bir süre sonra insanlar kendilerine zarar verilmediğini hatta yokluk zamanında birçok fakir aileye para ya da yiyecek yardımı geldiğini görmeye başladıklarında Robin’den ve neşeli adamlarından övgüyle söz etmeye başladılar. Onun ve Sherwood Ormanı’nda yaptıklarının hikâyesi ağızdan ağıza dolaştı. Çünkü halk artık onu kendilerinden biri olarak görüyordu.
Bütün kuşların yapraklar arasında neşeyle ötüştüğü, keyif veren bir sabah, Robin Hood ve bütün neşeli adamları kalkmıştı. Her biri kayalıktan kayalığa neşe içinde sıçrayan buz gibi kahverengi derede yüzünü ve ellerini yıkıyordu. Sonra Robin, adamlarına dönüp dedi ki: “On dört gündür pek eğlenemedik, bu yüzden şimdi macera aramak için ormandan dışarı çıkacağım. Ama siz benim neşeli çetem, burada, yeşil ağaçlar arasında kalmaya devam edin; yalnızca size yapacağım çağrımı iyi dinleyin. Gerektiğinde borazanımı üç kez çalacağım; çabucak gelin çünkü yardımınıza ihtiyacım var demektir.”
Böyle söyledikten sonra Sherwood’un sınırına gelene kadar yeşil yapraklı orman yollarında ilerledi. Uzun bir süre hem ana orman yollarında hem de ara patikalarda, küçük vadicikler ve çalılık eteklerinde dolaştı. Ağaçların gölgelediği bir patikada güzel ve alımlı bir genç kızla karşılaştı, her ikisi de birbirlerini nazik sözlerle selamlayarak yollarına devam ettiler. Daha sonra bir atın üzerinde güzel bir hanımefendi gördü, şapkasını çıkardı, hanımefendi de genç delikanlıyı sakin bir şekilde selamladı. Saman yüklü bir eşeğe binmiş şişman bir keşiş gördü; sonra mızrağı, kalkanı ve güneş ışığında parıldayan zırhıyla cesur bir şövalye; sonra kıpkırmızı kıyafetler içinde bir uşak ve şimdi de ciddi adımlarla ilerleyen, güzel Nottingham kasabasından şişman bir kasaba sakini. Tüm bunlarla karşılaştı ama kendisi için bir macera bulamadı. Sonunda ormanın kenarındaki bir yola saptı; bu yol, üzerinde bir ağaç kütüğünden yapılmış dar bir köprünün bulunduğu geniş, çakıllı bir dereye doğru iniyordu. Köprüye yaklaştığı sırada derenin diğer tarafından uzun boylu bir yabancının geldiğini gördü. Bunun üzerine Robin adımlarını hızlandırdı, yabancı da hızlandırdı; her ikisi de karşıya önce geçmeyi düşünüyordu.
“Geri çekil bakalım.” dedi Robin. “Bırak, üstün olan önce geçsin.”
“Hayır.” diye cevap verdi yabancı. “O zaman sen geri çekil, çünkü daha üstün olan benim.”
“Bunu birazdan göreceğiz.” dedi Robin. “Olduğun yerde kal bu arada, yoksa Aziz Elfrida’nın kaşları üzerine yemin ederim ki sana, Nottingham okunun kaburgalarının arasında nasıl oynadığını gösteririm.”
“Şimdi.” dedi yabancı. “Eğer elinde tuttuğun yayın teline dokunmaya cüret edersen, derini bir dilenci mantosu gibi rengârenk olana dek işlerim.”
“Bir eşek kadar inatçısın.” dedi Robin. “Bu yüzden, keşişlerin Michaelmas’ta kızarmış kaz yemeği için dua etmesinden de önce bu oku senin kibirli kalbine saplayabilirim.”
“Ve sen de bir korkak gibi davranıyorsun.” diye cevap verdi yabancı. “Çünkü elimde sana karşılık verebileceğim basit bir karaçalı sopadan başka bir şey yokken sen beni kalbimden vurmak için güzel bir porsuk yayıyla orada duruyorsun.”
“Şimdi.” dedi Robin. “Hayatım boyunca hiç kimse tarafından korkak olarak adlandırılmadığıma tüm kalbimle inanıyorum. Sağlam yayımı ve kuvvetli oklarımı buraya koyacağım. Eğer o tarafa geçmeme izin verecek kadar cesaretliysen, erkekliğini sınamak için gidip ben de bir sopa alacağım.”
“Demek öyle. Peki, geçişini bekliyorum hem de büyük bir keyifle.” dedi yabancı. Bunun üzerine sopasına yaslandı ve Robin’i beklemeye başladı.
Sonra Robin Hood hızlı adımlarla gitti ve iki metre uzunluğunda, düz, sağlam bir meşe sopası kesip yumuşak dallarını kırarak geri döndü. Bu sırada yabancı sopasına yaslanmış, etrafına bakıp ıslık çalarak onu bekliyordu. Robin sopasını düzeltirken yabancıyı dikkatle izledi, göz ucuyla tepeden tırnağa süzdü ve daha önce hiç bu kadar uzun ya da iri yarı bir adam görmediğini düşündü. Robin uzun boyluydu ama yabancı, bir kafa ve bir boyun mesafesi kadar daha uzundu. Neredeyse iki metreyi geçiyordu. Robin’in omuzları genişti ama yabancınınki, bir avuç içinin iki katı kadar daha genişti. Oysa Robin’in beli neredeyse bir karıştı.
“Her neyse.” dedi Robin, kendi kendine. “Postunu neşe içinde sopalayacağım sevgili dostum.” Daha sonra yüksek sesle: “İşte benim güzel sopam, güçlü ve sert. Şimdi gelmemi bekle, cesaretin varsa ve korkmuyorsan benimle ortada buluş. Sonra ikimizden biri darbelerle dereye yuvarlanıncaya kadar çarpışacağız.” dedi.
Yabancı, sopasını başının üzerinde ve parmaklarının arasında hızla çevirerek: “Vay canına, gerçekten beni cesaretinle etkiledin!” diye haykırdı.
Arthur’un Yuvarlak Masa Şövalyeleri bile hiçbir zaman bu ikisi kadar sert bir dövüşte karşılaşmamışlardı. Robin hızla yabancının durduğu köprüye çıktı; önce bir çalım attı, sonra da yabancının kafasına öyle bir darbe indirdi ki eğer darbe hedefine ulaşsaydı yabancıyı hızla suya yuvarlayacaktı. Ama yabancı, Robin’in darbesini ustalıkla geri çevirdi ve karşılığında, Robin’in de yabancının yaptığı gibi geri çevirdiği, sert bir darbe indirdi. Bu şekilde neredeyse bir saat boyunca her biri kendi yerinde öylece kaldı, hiçbiri bir parmak aralığı bile geri gitmemişti ve bu süre içinde ikisi de pek çok darbe yemişti. İkisinin de her yanı ağrıyıp şişmişti ama ne “Yeter.” demeyi düşünüyorlar ne de köprüden düşecek gibi duruyorlardı. Ara sıra dinlenmek için durdular, ikisi de hayatları boyunca böyle bir sopa kullananı daha önce hiç görmediğini düşündü.
Sonunda Robin yabancının kaburgalarına öyle bir darbe indirdi ki yabancının ceketinden, güneşin altındaki bir saman çöpü gibi toz dumanı çıktı. O kadar kurnazca bir vuruştu ki yabancının köprüden düşmesine ramak kalmıştı ama o hemen kendini toparladı ve ustaca bir hamleyle Robin’in kafasından kan akmasına neden olan bir darbe indirdi. Robin öfkeden deliye dönmüştü, tüm gücüyle yabancıya tekrar vurdu. Ama yabancı darbeyi yine savuşturdu ve Robin’e bir kez daha vurdu; bu kez öyle bir vurdu ki Robin, topuklarının üzerinde suya düştü, tıpkı bir lobutun sağlam bir top darbesiyle düşmesi gibiydi.
“Peki şimdi neredesin bakalım, yürekli delikanlı?” diye bağırdı yabancı, kahkahalarıyla ormanı inleterek.
“Ah, selin ortasında kaldım ve akıntıyla birlikte aşağıya doğru yüzüyorum.” diye bağırdı Robin. Kendisi de bu acınası durumuna gülmekten kendini alamamıştı. Sonra ayağa kalkarak kıyıya doğru yürüdü. Küçük balıklar onun sıçramasından korkarak bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.
Kıyıya ulaştığında, “Elini uzat.” diye bağırdı. “Cesur ve sağlam bir yüreğin olduğunu kabul ediyorum. Üstelik sopa kullanma konusunda da gayet iyisin. Zaten bu yüzden, başımın içinde kavurucu bir haziran günündeki bir arı kovanı gibi vızıltılar dönüyor.”
Sonra borazanını dudaklarına götürdü ve orman patikalarında yankılanana kadar öttürdü. “Gerçekten yok artık.” dedi tekrar. “Sen oldukça uzun boylu bir delikanlısın ve çok da cesur birisin. Çünkü burası ile Canterbury kasabası arasında bana senin yaptığını yapabilecek bir başka adam daha yok.”
“Sen de öyle.” dedi yabancı, gülerek. “Cesur yürekli ve yiğit bir ağa gibi sopa kullanıyorsun.”
Sonra etraftaki çalılıklar birilerinin gelmesiyle hışırdamaya başladı ve aniden, başlarında neşeli Will Stutely bulunan birkaç cesur yiğitten oluşan çete, asker yeşili giysileri içinde gizlendikleri yerden fırladılar.
“Yürekli efendimiz.” diye bağırdı Will. “Bu nasıl olur? Resmen tepeden tırnağa sırılsıklam olmuşsunuz hem de iliklerinize kadar.”
Neşeli Robin: “Hadi canım.” diye cevap verdi. “Şuradaki iri cüsseli adam beni boynumdan kavrayıp suya fırlattı ve bir güzel de dövdü.”
Will Stutely: “O zaman kendisi de suya düşüp sağlam bir dayak yemeyi hak etti!” diye bağırdı. “Hadi beyler, yakalayın şunu!”
Daha sonra Will ve diğer adamlar yabancının üzerine atladılar, her ne kadar hızla atılsalar da yabancı tetikteydi ve kuvvetli sopasını sağa sola savuruyordu. Sayı olarak yenik olmasına rağmen içlerinden birkaçını yaralamayı başarmıştı üstelik.
“Hayır hayır, geri çekilin!” diye bağırdı Robin, ağrıyan yerleri tekrar ağrıyana dek gülerek. “O iyi ve güvenilir bir adam, ona bir zarar verilmeyecek. Şimdi dinle bakalım cesur genç, benimle kalıp çetemin bir üyesi olmak ister misin? Her yıl üç takım asker yeşili kıyafet alacaksın ve kırk mark da ücretin olacak; bulduğumuz ganimetleri de paylaşacağız. Lezzetli geyik eti yiyip en sert birayı içeceksin ve benim sadık bir sağkolum olacaksın çünkü hayatım boyunca hiç böyle bir sopa ustası görmedim. Konuş bakalım! Benim yürekli ve neşeli çeteme katılacak mısın?”
“Bunu bilmiyorum.” dedi yabancı, suratını asarak. Çünkü bu kadar hırpalanmasına sinirlenmişti. “Porsuk yayını ve elma saplı okunu meşe sopasından daha iyi kullanamıyorsan buralarda sana asker denmesi uygun olmaz ama bu adamlar arasında benden daha iyi ok atabilen biri varsa o zaman sana katılmayı düşünebilirim.”
“Tüm inancımla!” dedi Robin. “Sen çok arsız ve pis bir herifmişsin; yine de sana daha önce hiç kimseye tahammül etmediğim kadar tahammül edeceğim. Cesur Stutely, dört parmak genişliğinde beyaz bir ağaç kabuğu kes ve şurada yetmiş metre uzaktaki meşe ağacının üzerine koy. Yabancı, sen de şimdi gri bir kaz tüyü ok ile o kabuğu vur, sonra kendine okçu diyebilirsin.”
“Hadi bakalım, vuracağım.” diye cevap verdi, yabancı. “Bana sağlam bir yay ve geniş bir ok verin, eğer hedefe isabet ettiremezsem beni soyup yay kirişleriyle dövün.”
Robin’in yaylarının yanındaki en sağlam yayı ve düz, gri bir kaz tüylü oku seçti. Ok güzelce tüylenmişti ve pürüzsüzdü. Yabancı, hedefe doğru adım atıyordu; yeşilliğin üzerinde oturan ya da yatan çete dikkatle onun atışını izliyordu; yabancı, oku yanağına doğru çekti ve sapı ustalıkla serbest bıraktı, o kadar düzgün bir şekilde fırlatmıştı ki hedefi tam ortasından vurdu. “A-ha!” diye bağırdı. “Yapabilirsen düzelt bakalım bu atışı.” O kadar iyi bir atıştı ki çete üyeleri bile alkışladılar.
“Gerçekten de keskin bir atıştı.” dedi Robin. “Düzeltemem ama belki bozabilirim.”
Sonra kendi sağlam yayını eline aldı, özenli bir şekilde bir ok yerleştirerek büyük bir ustalıkla fırlattı. Ok dümdüz fırladı ve o kadar iyi süzüldü ki yabancının okunun tam üzerine isabet etti ve onu paramparça yaptı. Bunun üzerine bütün adamlar ayağa fırlayıp liderlerinin bu kadar iyi ok atmasını sevinç nidalarıyla desteklediler.
“Aziz Withold’un kuvvetli porsuk yayı adına.” diye bağırdı yabancı şaşkınlık içinde. “Bu gerçekten de çok iyi bir atıştı. Hayatım boyunca böylesini görmedim! Bundan sonra sonsuza dek senin adamın olacağım. Cesur Adam Bell[2 - Adam Bell, Clym of the Clough ve William of Cloudesley kuzey bölgesinin üç meşhur okçusu idi ve isimleri pek çok eski zaman efsanelerinde geçerdi. (ç.n.)] de keskin bir nişancıydı ama hiç böyle bir atış yapmamıştı!”
“Öyleyse bugün iyi bir adam daha kazandım.” dedi neşeli Robin. “Senin adın nedir dostum?”
“Geldiğim yerde bana John Küçük derler.” diye cevap verdi yabancı.
Sonra şakayı seven Will Stutely konuştu. “Ah, hayır sevgili küçük yabancı.” dedi. “Adını beğenmedim ve başka şekilde olmasını çok isterim. Sen gerçekten de çok küçüksün. Kemiklerin, kasların küçücük; bu yüzden senin adını Küçük John koyalım, böylece ben de senin vaftiz baban olayım.”
Bu şaka üzerine Robin Hood ve tüm çete yüksek sesle güldüler, ta ki yabancı sinirlenmeye başlayana kadar.
Will Stutely’ye: “Benimle alay etmeye devam edersen.” dedi. “Kemiklerini kırar, bedelini kısa sürede ödetirim.”
“Hayır, sevgili dostum.” dedi Robin Hood. “Yatıştır şu öfkeni çünkü bu isim gerçekten sana çok yakıştı. Bundan böyle sana Küçük John denecek ve adın Küçük John olarak kalacak. Hadi gelin, benim neşeli çetem. Bu küçük, güzel bebek için bir vaftiz ziyafeti hazırlayalım.”
Böylelikle dereyi arkalarına alarak bir kez daha ormana girdiler, ormanın derinliklerinde yaşadıkları yere ulaşana kadar yürüdüler. Yaşadıkları yerde ağaç kabukları ve dallarından kulübeler inşa etmişler, geyik derileriyle kaplı yumuşak çalılardan sedirler yapmışlardı. Burada dalları etrafa genişçe yayılan büyük bir meşe ağacı bulunuyordu, altında ise Robin Hood’un ziyafet ve şenliklerde etrafındaki cesur adamlarıyla birlikte oturmaya alışkın olduğu yeşil yosunlardan bir koltuk vardı. Çetenin geri kalanı da buradaydı, bazıları dişi ve şişman geyik avlamıştı. Hep birlikte büyük ateşler yaktılar ve bir süre sonra dişi geyikleri kızartıp ağzına kadar dolu olan bir bira fıçısını deldiler. Şenlik ziyafeti hazır olunca herkes oturdu ama Robin, Küçük John’u sağ yanına oturttu. Çünkü o, bundan böyle çetenin ikinci adamı olacaktı.
Ziyafet bitince Will Stutely konuştu: “Evet, güzel bebeğimizi vaftiz etme zamanı geldi, öyle değil mi neşeli beyler?” Ve “Evet! Evet!” diye bağırdı herkes, orman neşeli sesleriyle yankılanana kadar güldüler.
Will Stutely: “O zaman yedi vaftiz babasına ihtiyacımız var.” dedi ve tüm gruba bakarak içlerinden en sağlam yedi adamı seçti.
“Şimdi, Aziz Dunstan adına.” diye bağırdı Küçük John, ayağa fırlayarak. “Bana el kaldırmaya kalkışan olursa hepinizi pişman ederim.”
Ama hiçbiri tek kelime bile etmeden birden üzerine atılıp onu bacaklarıyla kollarından yakaladılar ve kuvvetli bir şekilde çırpınmasına rağmen sıkıca tuttular. Grubun diğer üyeleri de oyunu izlemek için etraflarına toplanırken John’u ileri taşıdılar. Daha sonra kel bir kafası olduğu için rahip rolünü oynamak üzere seçtikleri biri öne çıktı. Elinde, ağzına kadar dolu büyük bir çanak bira vardı. “Şimdi, bu bebeği kim getirdi?” diye sordu ayık bir şekilde.
“Ben getirdim.” diye yanıtladı Will Stutely.
“Peki ona ne isim koyuyorsun?”
“Ona Küçük John adını veriyorum.”
“Evet, Küçük John.” dedi muzip rahip. “Sen bugüne dek yaşamadın, yalnızca bu dünyadan geçip gittin ama bundan sonra gerçekten yaşayacaksın. Yaşamadığın zamanlarda sana John Küçük deniyordu ama şimdi gerçekten yaşadığına göre sana Küçük John denecek, böylelikle seni kutsuyorum.” Ve bu son sözlerin ardından bir çanak dolusu birayı Küçük John’un kafasından aşağı boşalttı.
Sonra herkes kahkahalarla haykırdı çünkü güzelim kahverengi biranın Küçük John’un sakalından, burnundan ve çenesinden akarak süzüldüğünü, gözlerinin de bunun etkisiyle kırpıştığını gördüler. John önce kızmayı düşündü ancak diğerleri çok keyifli olduğu için yapamayacağını anladı; bu yüzden o da diğerleriyle birlikte kendi hâline güldü. Sonra Robin bu sevimli, tatlı bebeği aldı, tepeden tırnağa asker yeşili kıyafetlerle giydirdi ve ona kuvvetli, sağlam bir yay verdi. Böylece Küçük John, neşeli çetenin bir üyesi olmuştu.
Ve Robin Hood kanun kaçağı hâline geldi; neşeli bir arkadaş grubu onun etrafında toplandı ve sağkolu Küçük John’u kazandı; böylece ön söz bitti. Ve şimdi de Nottingham Şerifi’nin tam üç kez Robin Hood’u yakalamaya çalıştığından ve nasıl her seferinde başarısız olduğundan söz edeceğim.

Robin Hood ve Tenekeci
Robin Hood’un bulunmasına nasıl iki yüz paunt konduğu ve Nottingham Şerifi’nin hem iki yüz paundu istediği hem de öldürülen ormancı kendi akrabası olduğu için Robin’i yakalayacağına dair nasıl yemin ettiğinden daha önce söz edilmişti. Şerif, henüz Robin’in Sherwood’da nasıl büyük bir güce ve şöhrete sahip olduğunu bilmiyordu ama yasaları çiğneyen herhangi bir adama yapabileceği gibi onun için de bir tutuklama emri çıkarabileceğini düşündü; böylelikle bu emrini yerine getirebilecek herhangi birine seksen altın ödül vermeyi teklif etti. Ancak Nottingham kasabasındaki insanlar Robin Hood’u tanıyor ve yaptıklarını Şerif’ten daha iyi biliyorlardı; birçoğu bu cesur kanun kaçağı hakkında tutuklama emri çıkarma fikrine gülüyordu çünkü böyle bir hizmetin karşılığında alacakları tek şeyin kesik kafalar olacağını çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden kimse meseleyi üstlenmek için öne çıkmadı. Böylece iki hafta geçti ve bu süre içinde Şerif’in emrini yerine getirmek isteyen hiç kimse olmadı. Sonra Şerif: “Robin Hood için verdiğim emri yerine getirecek olan kişiye büyük bir ödül teklif ettim ama buna rağmen kimse bu görevi üstlenmek istemiyor, hayret ediyorum.” dedi.
O sırada yanında bulunan adamlarından biri şöyle dedi: “Efendim, Robin Hood’un ne kadar güçlü olduğunu ve Kral’ın ya da Şerif’in emirlerinin umurunda bile olmadığını bilmiyorsunuz. Gerçekten kafalarının kesilip kemiklerinin kırılmasından korktuğu için kimse bu hizmeti yerine getirmek istemiyor.”
Şerif: “Demek ki bütün Nottingham erkekleri korkakmış.” dedi. “Eğer Nottinghamshire’ın bir yanında hükümdarımız Kral Harry’nin emrine karşı gelmeye cüret eden adamı göreyim, Aziz Edmund’un tapınağı adına yemin ederim ki onu kırk arşın yüksekliğinde asacağım! Ve eğer Nottingham’da hiç kimsenin ödül kazanmaya cesareti yoksa ödül haberini başka bir yere göndereceğim. Çünkü bu topraklarda bir yerlerde mutlaka cesur adamlar olmalı.”
Sonra çok güvendiği bir haberciyi yanına çağırdı ve ona atını eyerleyip Lincoln kasabasına gitmek için hazırlanmasını, orada Şerif’in emrini yerine getirip ödül kazanacak birilerini bulup bulamayacağını kontrol etmesini söyledi. Böylece o sabah haberci kendisine verilen görevi gerçekleştirmek üzere kasabaya doğru yola çıktı.
Güneşin üzerinde parıldadığı Nottingham’dan Lincoln’e uzanan tozlu yol, tepeler ve vadiler boyunca bembeyaz uzanıyordu. Yol oldukça tozluydu ve bu yüzden elçinin boğazı da tozla dolmuştu; yolculuğunun yarısından biraz fazlasını tamamladığında önüne Mavi Domuz Hanı’nın tabelası çıkınca yüreği sevinçle doldu. Han gözüne iyi görünüyordu; etrafındaki meşe ağaçlarının gölgesi serin ve rahatlatıcı gibiydi, bu yüzden bir süre dinlenmek için atından indi ve susuz boğazını ferahlatmak için bir bardak bira söyledi.
Kapının önündeki yeşillik alanı gölgeleyen meşe ağacının altına oturmuş neşeli bir grup adam gördü. Bir tenekeci, iki yalın ayak rahip ve hepsi de asker yeşili giysiler içindeki Kral’ın ormancılarından oluşan altı kişilik bir grup vardı; hepsi iştahla biralarını yudumluyor ve eski güzel zamanların neşeli türkülerini söylüyorlardı. Şarkılar arasında yapılan küçük şakalara ormancılar yüksek sesle gülüyorlardı ve siyah koç yünü gibi kıvrık sakalları olan güçlü adamlar oldukları için rahipler onlardan da yüksek sesle gülüyorlardı; ancak hepsinden daha yüksek sesle gülen tenekeciydi ve diğerlerinin hepsinden daha büyük hevesle şarkı söylüyordu. Çantası ve çekici meşe ağacının bir dalında asılıydı; hemen yanında ise en az bileği kadar kalın ve ucunda düğüm bulunan sopası duruyordu.
Ormancılardan biri, yorgun gözüken haberciye: “Gel!” diye bağırdı. “Bu ziyafette bize katıl. Hey, hancı! Herkese birer kâse daha bira!”
Haberci, oradakilerle birlikte oturmaktan memnun oldu çünkü yürümekten yorgun düşmüştü ve bira da gayet güzeldi.
“Böyle hızla hangi haberi taşırsın?” diye sordu biri. “Ve nereye gidiyorsun?”
Haberci zaten oldukça geveze biriydi ve dedikoduyu da çok severdi. Üstelik bira kâsesi de kanını yeterince kaynatmış; böylece hancı kapı eşiğine yaslanmış, hancının karısı da ellerini önlüğünün altına koymuş merakla dinlerken haberci, hanın rahat bir köşesine kurularak dedikodularını dökmeye başladı. Her şeyi ta en başından itibaren anlattı. Robin Hood’un ormancıyı nasıl öldürdüğünü ve kanundan kaçmak için yeşil ormana nasıl saklandığını; orada nasıl yasalara aykırı bir şekilde yaşadığını ve Tanrı biliyor ya Majesteleri’nin geyiklerini nasıl avladığını; zengin başrahipten, şövalyelerden ve toprak ağalarından nasıl haraç aldığını; ondan korktuğu için kimsenin büyük Watling Caddesi’nden veya Fosse Yolu’ndan geçmeye bile cesaret edemediğini; Şerif’in de bu kanun kaçağı için Kral’ın emrini uygulamayı düşündüğünü ancak yasalara uyan bir adam olmakla hiç ilgisi bulunmayan biri olduğu için onun ne Kral’ın ne de Şerif’in emrini pek umursamayacağını söyledi. Sonra da Nottingham kasabasında bu Şerif’in bu emrini gerçekleştirmeye cesaret edecek kimsenin bulunamadığını çünkü kafalarının kesilip kemiklerinin kırılmasından korktuklarını; kendisinin de böylece elçi olarak Lincoln kasabasına doğru, Lincoln’deki adamların nasıl bir cesarete sahip olduklarını ölçmek için yola koyulduğunu bir bir anlattı.
Neşeli tenekeci, “Ben de güzel Banbury kasabasından geliyorum.” diye söze girdi. “Nottingham ya da Sherwood civarından hiç kimse benim gibi sopa tutamaz. Beyler, o çılgın serseri Elyli Simon ile Hertford kasabasındaki meşhur festivalde karşılaşıp onu oradaki ringde Leslieli Sör Robert ve eşinin önünde yenmedim mi? Adını daha önce hiç duymadığım bu Robin Hood çok neşeli ve çevik bir herif olabilir ama o güçlüyse ben ondan da güçlü değil miyim? O kurnazsa, ben daha kurnaz değil miyim? Şimdi Kutsal Meryem’in parlak gözleri adına, kendi annemin öz evladı olan benim şanlı adım hatırına, ben, Wat o’ the Crabstaff, bu kuvvetli haydutla karşılaşacağım ve eğer bu herif, şanlı hükümdarımız Kral Harry’nin ve Nottinghamshire’ın iyi Şerif’inin emrini umursamazsa, onun kellesini öyle bir ezeceğim, vuracağım ve hırpalayacağım ki bir daha asla parmaklarını bile hareket ettiremeyecek! Herkes duydu, değil mi beyler?”
Haberci: “İşte benim aradığım ödül avcısı yiğit sensin.” diye bağırdı. “Ve benimle birlikte Nottingham kasabasına geliyorsun.”
“Hayır.” dedi tenekeci, başını yavaşça iki yana sallayarak. “Kendi isteğimle olmadığı sürece kimseyle bir yere gitmem.”
“Hayır, hayır.” dedi haberci. “Nottinghamshire’da kimse seni kendi isteğin dışında bir şey yapmaya zorlayamaz, sen cesur bir adamsın.”
“Evet, bu doğru, cesurumdur.” dedi tenekeci.
“Evet, hadi bakalım.” dedi haberci. “Sen cesur bir delikanlısın ama vefalı Şerif’imiz, Robin Hood’a emri uygulatacak kişiye seksen altın teklif etti; gerçi pek de bir şey etmiyor ama.”
“Peki, o zaman seninle geliyorum delikanlı. Bekle de çantamı, çekicimi ve sopamı alayım. Şu Robin Hood’la bir karşılaşalım bakalım, Kral’ın emrine aldırış ediyor mu etmiyor mu?” Böylece haberci, hancıya hesaplarını ödedikten sonra tenekeciyi de yanına alarak tekrar Nottingham’a doğru yola koyuldu.
Bundan kısa bir süre sonra güzel bir sabah Robin Hood, Nottingham kasabasına doğru yola çıktı. Orada ne olup bittiğini öğrenmek için papatyalarla dolu çimenlerin uzandığı yolun kenarında neşeyle etrafı seyrediyor, düşünceler içinde yürüyordu. Borazanı belinde, yayı ve okları sırtındaydı; elinde ise yürürken parmakları arasında döndürdüğü sağlam bir meşe sopa bulunuyordu.
Ağaçların gölgelediği bir yoldan geçtiği sırada neşeli bir şarkı söyleyerek kendisine doğru gelen bir tenekeci gördü. Sırtında çantası ve çekici, elinde de bir metre uzunluğunda sağlam bir yengeçten sopası vardı ve bir şarkı mırıldanıyordu:
Hasat zamanında, boynuzlanacak tazı
Geyiğin öldürülmesine kulak verir
Ve mısır koçanlı küçük çocuklar
Hayvanları tarlalarda otlatırlar.
“Merhaba dostum!” diye bağırdı Robin.
Biraz çilek toplamaya gidiyorum.
“Heey!” diye bağırdı tekrar Robin.
Ağaçların ve çalılıkların orada bir sürü var.
“Heey! Sağır mısın be adam? Dostum dedim!”
“Sen kim oluyorsun da böylesi güzel bir şarkıyı kesiyorsun?” dedi tenekeci, şarkı söylemeyi bırakarak. “Sana da merhaba, her ne kadar iyi misin değil misin bilmesem de. Ancak şunu belirteyim yiğit delikanlı, eğer iyi bir dostsan bu ikimiz için de iyi olur; fakat iyi bir dost olmazsan bu senin için pek iyi olmaz.”
“Peki, söyle bakalım nereden geliyorsun, benim haşin dostum?” diye sordu Robin.
“Banbury’den geliyorum.” diye yanıtladı tenekeci.
“Eyvah!” dedi Robin. “Bu neşeli sabahta orası ile ilgili üzücü haberler olduğunu duydum.”
“Ha! Gerçekten öyle mi?” diye bağırdı tenekeci merakla. “Lütfen çabuk söyle, çünkü gördüğün gibi ben ticaretle geçinen bir tenekeciyim ve mesleğim gereği, bir rahibin paraya olan açgözlülüğü gibi olan biten şeyleri öğrenmeye karşı fazlasıyla açgözlüyüm.”
“Peki, o zaman.” dedi Robin. “Haberi söyleyeceğim ama metanetli davran çünkü haberler üzücü. İşte söylüyorum, duyduğuma göre iki tenekeci bira içtikleri için hapse girmiş!”
“Lanet gelsin böyle habere, seni aşağılık köpek.” dedi tenekeci. “İyi insanlar hakkında kötü haberler veriyorsun. Ama bu gerçekten de üzücü bir haber, iki cesur yürekli adamın hapiste olması.”
“Hayır.” dedi Robin. “Sen asıl konuyu kaçırdın ve yanlış mesele için ağlamaktan başka bir şey yapmıyorsun. Haberin üzücü yanı hapse yalnızca iki kişinin girmiş olması, diğerleri kasabada serbestçe dolaşıyor.”
“Aziz Dunstan’ın kalaylı tepsisi adına!” diye bağırdı tenekeci. “Bu kötü şakan için senin derini yüzmek istiyorum. Ama tenekeci adamlar bira içtikleri için hapse atılırlarsa senin de kendi payını alacağından şüphen yoktur herhâlde.”
Robin yüksek sesle güldü ve bağırdı: “İşte şimdi anladın, tenekeci, iyi anladın! Senin sinirlerin de tıpkı bira gibi ekşidiği zaman köpürüyor! Ama haklısın dostum çünkü ben de birayı çok severim. Bu yüzden hemen şimdi benimle Mavi Domuz Hanı’na gel ve eğer cüssen gibi içiyorsan, ki görünüşünün aldatıcı olacağını düşünüyorum, Nottinghamshire’ın en iyi ev yapımı birasıyla boğazımız ıslansın biraz.”
“Harbiden.” dedi tenekeci. “Bu iğrenç şakalarına rağmen sen çok iyi bir arkadaşmışsın. Seni sevdim güzel dostum ve şimdi seninle Mavi Domuz’a gelmezsem bana yabani diyebilirsin.”
“Mesele nedir anlat dostum, merak ediyorum.” dedi Robin, birlikte ilerlerken. “Çünkü tenekecilerin hepsinin bir kaz yumurtası kadar haberlerle dolu olduğunu biliyorum.”
“Seni kardeşim gibi sevdim yiğit dostum.” dedi tenekeci. “Yoksa sana bu bilgileri vermezdim çünkü ben oldukça kurnaz bir adamımdır ve elimde, bütün aklımı vermem gereken ciddi bir görev var. Buralara insanların Robin Hood dedikleri cesur bir kanun kaçağını bulmaya geldim. Kesemde parşömen kâğıt üzerine yazılmış bir arama emri var, üstelik yasal olduğunu belli eden büyük, kırmızı bir mühürle. Şu Robin Hood’la bir karşılaşsaydım, bunu onun nazik bedenine servis ederdim ve eğer umursamazsa onu, her kaburgasını Amin diye bağırtana kadar döverdim. Sen buralarda yaşıyorsun, belki de Robin Hood’u tanıyorsundur dostum.”
“Evet, dostum, onu biraz tanırım.” dedi Robin. “Hatta onu bu sabah gördüm. Ama tenekeci dostum, insanlar onun kurnaz bir hırsız olduğunu söylüyor. Arama emrine dikkat etsen iyi olur, yoksa onu her an kesenden çalabilir.”
“Hele bir denesin!” diye bağırdı tenekeci. “Kurnaz olabilir ama ben ondan daha kurnazım. Keşke şimdi burada karşımda olsaydı da erkek erkeğe bir kapışsaydık!” Ve böyle söyleyerek güçlü sopasını tekrar döndürmeye başladı. “Anlatsana delikanlı, nasıl bir adamdır bu Robin Hood?”
“Bana çok benzer.” dedi Robin gülerek. “Boyu bosu ve yaşı da hemen hemen aynı. Üstelik benim gibi mavi gözleri de var.”
“Hayır.” dedi tenekeci. “Sen oldukça taze bir delikanlısın. Onun olgun ve sakallı bir adam olduğunu sanmıştım. Nottinghamlılar ondan çok korkarmış.”
“Gerçekten de senin kadar yaşlı ve güçlü kuvvetli değil.” dedi Robin. “Ama insanlar onun sopa kullanma konusunda usta olduğunu söylerler.”
“Olabilir.” dedi tenekeci, sertçe. “Ama ben ondan daha ustayımdır çünkü Hertford kasabasındaki müsabakada Ely-li Simon’ı bile yenmiştim. Mademki onu tanıyorsun, benim neşeli dostum, beni ona götürür müsün? Şerif, o haydudu bulmam için bana seksen altın vadetti; eğer onu bulmama yardım edersen on tanesini sana veririm.”
“Tamam, seni ona götüreceğim.” dedi Robin. “Ancak gerçekten dürüst biri olup olmadığını anlamam için bana emir belgesini göster dostum.”
“Bunu öz kardeşime bile yapmam.” diye yanıtladı tenekeci. “Ben emri o herife tebliğ edene kadar kimse bendeki belgeyi görmeyecek.”
“Peki, öyle olsun.” dedi Robin. “Belgeyi bana göstermeyip de kime göstereceksin bilemiyorum doğrusu. Neyse, işte Mavi Domuz Hanı’nın önündeyiz. Hadi, içeri girelim de lezzetli ekim birasından tadalım.”
Tüm Nottinghamshire’da Mavi Domuz’dan daha keyifli bir han bulunamazdı. Hiçbirinin etrafı buradakiler kadar güzel ağaçlar ya da böylesi sarmaşıklar ve tatlı çalılıklarla kaplı değildi; hiçbirinin böylesine lezzetli ve bol köpüklü bir birası yoktu ve hiçbirinde, çetin kışın kuzey rüzgârı tüm haşmetiyle uğuldayıp kar çitlerin etrafında biriktiğinde, Mavi Domuz’un ocağındaki kadar harlı bir ateş bulunamazdı. Böyle zamanlarda, yanan ocağın etrafında oturmuş neşeli şakalar yapan, kızarmış yengeçler[3 - Küçük, ekşi elmalar. (ç.n.)] ocağın üzerinde köpüren biraların içlerinde fokurdarken, toprak ağalarından ya da taşralılardan oluşan iyi bir dost meclisi bulunabilirdi. Bu han, Robin Hood ve çetesi tarafından da iyi bilinirdi; o ve Küçük John, Will Stutely ya da Doncasterlı genç David gibi neşeli arkadaşları ile birlikte bütün orman karla kaplı olduğu zamanlarda sık sık bu handa toplanırlardı. Hancıya gelince, çenesini tutmasını ve dilinin ucundaki sözleri dudakları arasından geçmeden yutmasını iyi biliyordu; çünkü hangi ata oynayacağını ve yağlı kapının hangisi olduğunun çok iyi farkındaydı. Robin ve çetesi en iyi müşterileriydi, hesaplarını daha kapının arkasındaki tahtaya tebeşirle yazılmadan ödüyorlardı. Robin Hood ve tenekeci oraya gelip yüksek sesle iki büyük kâseyle bira istediklerinde, hancının bu kanun kaçağını gayet iyi tanıdığını kimse bakışlarından ya da konuşmalarından anlayamazdı.
Robin, tenekeciye: “Sen burada bekle.” dedi. “Ben de gidip hancının doğru yerden bira getirip getirmediğine bakayım. Çünkü bildiğim kadarıyla, Tamworthlu Withold’un yeni mayaladığı sağlam bir ekim birası var.”
Böyle söyleyerek içeri girdi ve han sahibine, güzel İngiliz birasının içine bir ölçü sert Felemenk içkisi eklemesini fısıldadı; hancı, Robin’in dediğini yaptı ve içkiyi onlara getirdi.
“Aman Tanrı’m.” dedi tenekeci, biradan büyük bir yudum aldıktan sonra. “Şu Tamworthlu Withold ki iyi bir Sakson ismidir bu arada, bilmeni isterim, şimdiye dek Wat o’ the Crabstaff’ın boğazından geçen en sağlam birayı yapmış gerçekten.”
“İç dostum, iç!” diye bağırdı Robin. Bu arada kendisi yalnızca dudaklarını ıslatacak yudumlar alıyordu. “Hey, hancı! Dostuma aynısından bir kap daha getir. Hadi, şimdi benim için bir şarkı mırıldan bakalım, benim neşeli arkadaşım.”
“Tabii ki sevgili dostum, hemen sana bir şarkı söyleyeyim.” dedi tenekeci. “Çünkü daha önce hiç böyle bir bira tatmamıştım. Aman Tanrı’m, daha şimdiden başımı döndürdü bu meret! Hey, hancı hanım, iyi bir şarkı duymak istiyorsan gel sen de dinle; sen de gel güzel kız, çünkü bir çift ışıltılı güzel göz bana bakarken çok daha iyi şarkı söylerim.”
Sonra Kral Arthur’un zamanından kalma eski bir türkü olan Sör Gawaine’in Evliliği’ni söylemeye başladı. Eski zamanların ağır İngilizcesiyle yazılmış bu türküyü bir ara kendiniz de okuyabilirsiniz; o türküyü söyledikçe herkes soylu şövalyenin ve Kral’ına yaptığı fedakârlığın yüreklere dokunan bu asil öyküsünü dinledi. Ancak tenekeci şarkının son dizesine bile gelemeden, biraya karışan sert içkilerin etkisiyle gevelemeye ve başı dönmeye başladı. Önce dili sürçtü, sonra gitgide sesi kalınlaştı; sonra da başı bir o yana bir bu yana sallandı ve en sonunda, sanki bir daha hiç uyanmayacakmış gibi derin bir şekilde sızdı.
Robin Hood neşeli bir kahkaha patlattı ve hünerli parmaklarıyla tenekecinin kesesindeki arama emrini hızla aldı. “Çok kurnazmışsın tenekeci.” dedi. “Ama henüz kurnaz hırsız Robin Hood kadar kurnaz değilsin.”
Sonra hancıyı yanına çağırdı ve şöyle dedi: “İşte, iyi dostum, bugün bize verdiğin ziyafet için on şilin. Sevgili konuğuna iyi bak, uyandığında on şilin de ondan alabilirsin; eğer parası yoksa da karşılığında çantasını, çekicini ve hatta paltosunu bile alabilirsin. Yeşil ormana gelip bana zarar vermek isteyenleri ben de böyle cezalandırırım. Üstelik elinden geldiği sürece iki kez hesap almayacak bir hancı da tanımadım ben.”
Bunun üzerine hancı sinsice gülümsedi, sanki kendi kendine muzip bir şekilde “Tereciye tere satıyorsun.” der gibi bir gülümsemeydi bu.
Tenekeci, akşam güneşi ufuktan çöküp gölgeler ormanlık alanın tepesinde uzayıncaya kadar uyumuştu. Sonunda uyandı. Önce yukarı sonra aşağı baktı; sonra doğuya ve sonra da batıya baktı; rüzgârın savurduğu arpa samanları gibi dağılıp karışmış aklını toparlamaya çalışıyordu. Önce neşeli dostunu hatırladı ama o gitmişti. Sonra elindeki sağlam yengeç sopasını düşündü. Sonra da arama emrini ve Robin Hood’a bunu tebliğ ettirirse kazanacağı seksen altını hatırladı. Elini kesesine attı ama ne arama emri ne de tek kuruşu vardı. Bunun üzerine öfkeyle ayağa fırladı.
“Heey, hancı!” diye bağırdı. “Az önce yanımda olan o düzenbaz nereye gitti?”
“Ne düzenbazından bahsediyorsunuz efendim?” diye sordu hancı. Kızgın suya yağ döken biri gibi tenekecinin sinirlerini yatıştırmak için kendisine “Efendim.” diye hitap ediyordu. “Yemin ederim ki Sherwood Ormanı’na bu kadar yakın bir yerde hiç kimse o adama düzenbaz demeye cesaret edemez. Zatıalinizin yanında kuvvetli bir adam vardı evet ama sizin onu zaten tanıdığınızı sanıyordum çünkü buralarda yanından geçip de onu tanımayacak pek az kişi vardır.”
“Sizin bu kokuşmuş hanınıza daha önce hiç gelmemiş ben, buradaki bütün domuzları nereden tanıyayım? Kimdi o zaman söyle, madem bu kadar iyi tanıyorsun?”
“Buralarda insanların Robin Hood dedikleri yiğit bir delikanlıdır kendisi.”
“Tanrı aşkına!” Tenekeci, telaşlı ve kızgın bir boğa gibi boğuk bir sesle bağırdı. “Beni hanınıza girerken görmüştünüz. Ben kendi hâlinde, dürüst bir zanaatkârım ve yanımdaki adamın kim olduğunu kendiniz de bildiğiniz hâlde bana onun kim olduğunu söylemediniz. Şimdi senin de düzenbaz kafanı kırmasını iyi bilirim!” Sopasını kavradı ve hancıya şu an durduğu yerde vuracakmış gibi öfke içinde baktı.
“Hayır, dur.” diye bağırdı hancı, korktuğu için dirseğini yüzüne doğru kaldırarak. “Onu tanımadığını nereden bilebilirdim ki?”
Tenekeci: “Sabırlı bir adam olduğum ve kel kafanı bağışladığım için bana gerçekten minnettar olmalısın.” dedi. “Bir daha asla müşterilerini aldatmayacaksın. Ama o düzenbaz Robin Hood’a gelince, şimdi onu aramaya gidiyorum ve eğer onun düzenbaz kafasını patlatmazsam sopamı küçük odun parçalarına ayırsınlar ve bundan sonra bana kadın desinler.” Böyle diyerek kalktı ve yola çıkmak için kendini toparladı.
“Hayır.” dedi hancı, önünde durup sürüsünü güden bir çoban gibi kollarını uzatarak. Çünkü parasını gerçekten istiyor ve bu onu cesaretlendiriyordu. “Bana paramı ödeyene kadar hiçbir yere gidemezsin.”
“O sana ödemeyi yapmadı mı?”
“Bir kuruş bile vermedi ve bugün tam on şilin değerinde bira içtiniz. Hayır, bana ödeme yapmadan gidemezsin, yoksa adaletli Şerif’imizin bundan haberi olur.”
“Ama sana ödeyecek hiçbir şeyim yok ki dostum.” dedi tenekeci.
“Dostun falan değilim ben senin.” dedi hancı. “On şilin kaybetmek söz konusu ise eğer dost most olamam! Ya bana borcun olan parayı kuruşu kuruşuna öde ya da ceketini, çantanı, çekicini falan bırak; yine de bunların on şilin etmediğini ve bu yüzden zararda olacağımı da biliyorum. Dur, kıpırdarsan eğer içeride vahşi bir köpeğim var ve onu senin üzerine salarım. Maken, kapıyı aç ve bu adam bir adım daha kıpırdarsa Brian’ı serbest bırak.”
“Hayır.” dedi tenekeci, ülkeyi dolaştığında köpeklerin ne kadar vahşi olduğunu öğrenmişti. “Ne istiyorsan al ve bırak gideyim, lanet köpeğin de yerinde kalsın. Ama var ya hancı! Eğer o aşağılık herifi yakalarsam, yemin ederim yaptığı her şeyin bedelini unutamayacağı bir şekilde ödeyecek!”
Böyle söyleyip öfkeyle kendi kendine konuşarak ormana doğru uzaklaştı; hancı, değerli eşi ve Maken arkasından baktılar. İyice uzaklaştığında da kahkahalarla gülüştüler.
“Robin’le herifi soyup soğana çevirdik.” dedi hancı.
O sıralarda Robin Hood ormanın içinden geçerek Fosse Yolu’na doğru gidiyordu; çünkü ay dolunaydı ve belli ki gece aydınlık olacaktı. Elinde sağlam meşe sopasını taşıyordu ve belinde de her zamanki gibi borazanı asılıydı. Robin böylelikle bir yandan keyifli bir şekilde ıslık çalarak orman yolunda yürürken; tenekeci de kendi kendine söylenip kızgın bir boğa gibi başını sallayarak başka bir yoldan geliyordu ve böylece, keskin bir dönemeçte aniden yüz yüze geldiler. İkisi de bir süre hareketsiz bir şekilde birbirlerine baktı, daha sonra Robin konuştu:
“Merhaba benim sevgili bülbülüm.” dedi neşeyle gülerek. “Söyle bakalım beğendin mi biranı? Benim için bir şarkı daha söyler misin?”
Tenekeci önce bir şey söylemedi, yalnızca Robin’e hiddetle baktı. “Şimdi.” dedi en sonunda. “Seninle sonunda karşı karşıya geldiğime çok sevindim ve eğer bugün kemiklerini derinin içinde paramparça etmezsem ayağını boynumun üzerine zaferle koymana izin veriyorum.”
“Memnuniyetle!” diye bağırdı neşeli Robin. “Kır bakalım kemiklerimi, hadi, yapabilirsin.” Böyle söyleyerek sopasını kavradı ve kendini savunmaya alarak bekledi. Tenekeci hırsla ellerine tükürdü ve sopasını kavrayarak Robin’e doğru yaklaştı. İki ya da üç darbe indirdi ama çok geçmeden dengi bir rakiple karşılaştığını anladı çünkü Robin tenekecinin tüm darbelerini savuşturup karşılık verdi ve tenekeciden önce davranarak tam kaburgalarının üzerine bir darbe indirdi. Bunun üzerine Robin yüksek sesle güldü, tenekeci her zamankinden daha çok öfkelendi ve tüm gücüyle tekrar vurdu. Robin yine iki darbeyi savuşturdu ama üçüncüsünde sopası tenekecinin art arda gelen güçlü darbeleri sonucunda kırıldı. Sopa elinden düşerken Robin: “Yazıklar olsun sana, alçak sopa!” diye bağırdı. “En çok ihtiyacım olduğu anda beni böyle yüzüstü bırakacak kadar hain bir sopasın sen.”
“Şimdi teslim ol bakalım.” dedi tenekeci. “Bundan böyle benim esirimsin. “Eğer teslim olmazsan seni döve döve muhallebiye çeviririm.”
Robin Hood, buna cevap vermek yerine borazanını dudaklarına götürerek tam üç kez yüksek ve net bir sesle üfledi.
“Pekâlâ.” dedi tenekeci. “İstediğin kadar borazan üfleyebilirsin ama benimle Nottingham kasabasına geleceksin çünkü Şerif seni orada görmeyi bekliyor. Şimdi teslim oluyor musun yoksa illa o güzel kafanı kırayım mı?”
“Ekşi bira içmem gereken bir durumda kalırsam içerim elbet.” dedi Robin. “Ama hayatım boyunca hiçbir adama teslim olmadım, hem de vücudumda tek bir yara izi bile olmadan. Kendimi bir düşünüyorum da sanırım şimdi de olmayacağım. Hey, benim neşeli çetem! Gelin gelin, acele edin!”
Sonra birdenbire ormanın içinden Küçük John ve asker yeşili giysiler içindeki altı cesur adam fırlayıverdi.
“Ne oldu efendimiz?” diye bağırdı Küçük John. “Borazanını bu kadar yüksek sesle çalmana sebep olan şey de nedir?”
“Orada duran tenekeci.” dedi Robin. “Beni Nottingham’a götürüp darağacında sallandırmak istiyor.”
Küçük John: “O zaman kendisi asılsın bakalım.” diye bağırdı ve diğerleriyle birlikte onu yakalamak için tenekecinin üzerine atıldılar.
“Hayır, ona dokunmayın.” dedi Robin. “O kuvvetli bir adamdır. Mesleği tenekecilik ve bu işe gerçekten yeteneği var; üstelik çok da güzel türkü söylüyor. Söyle bakalım dostum, neşeli adamlarım arasına katılmaya ne dersin? Kırk marklık bir maaşın ve yılda üç asker yeşili takım alma hakkın olacak. Neyin varsa bizimle paylaşacaksın ve yeşil ormanda bizimle birlikte neşeli bir hayat süreceksin. Bizim dünyevi kaygılarımız olmaz, Sherwood Ormanı’nın derinliklerindeki tatlı gölgeliklerde şanssızlık bizi bulmaz. Burada esmer geyikleri avlar, geyik eti, yulaflı tatlı kekler, lor peyniri ve balla besleniriz. Benimle gelecek misin?”
“Evet, tabii ki sizlere katılacağım.” dedi tenekeci. “Çünkü neşeli hayatı severim ve doğrusunu söylemek gerekirse her ne kadar kaburgalarıma vurup beni dolandırmış olsan da seni de sevdim iyi kalpli efendi. Senin benden hem daha cesur hem de daha kurnaz bir adam olduğunu kabulleniyorum. Bu yüzden de sana memnuniyetle itaat edeceğim ve senin en sadık hizmetkârlarından olacağım.”
Böylelikle herkes adımlarını, bundan böyle tenekecinin de onlarla yaşayacağı ormanın derinliklerine doğru çevirdi. Tenekeci çete için zaman zaman güzel türküler söylerdi, tabii meşhur Allan a Dale çeteye katılana kadar. Onun güzel sesi karşısında herkesin sesi bir karga kadar karttı ama o konuya daha sonra geleceğiz.

Nottingham’da Atış Müsabakası
Şerif, Robin’i yakalama operasyonunun başarısızlıkla sonuçlanmasından dolayı çok öfkelenmişti. Kötü haber her zamanki gibi çabuk yayılmış ve her şey onun kulağına kadar gelmişti. İnsanlar ona gülüyor ve böylesi cesur bir haydut için yakalanma emri verme düşüncesiyle alay ediyorlardı. Bir erkek, alay edilmek kadar hiçbir şeyden nefret etmez. Bunları düşünerek şöyle söyledi: “Yüce Kral’ımız, sevgili hükümdarımız bu olayı ve yasalarının bu asi haydut çetesi tarafından nasıl çiğnendiğini, umursanmadığını öğrenecek. Hain tenekeciye gelince, onu bir yakalarsam Nottinghamshire’daki en yüksek darağacında sallandıracağım.”
Sonra bütün hizmetkârlarına ve çalışanlarına, Kral’la görüşmek üzere Londra’ya yola çıkmak için hazırlık yapmalarını emretti.
Bunun üzerine Şerif’in konağında bir telaş başladı ve çalışanlar konakta bir o işe bir bu işe koştururken Nottingham’ın demirci ateşleri gecenin ilerleyen saatlerinde parıldayan yıldızlar gibi kıpkırmızı parlıyordu. Çünkü kentin tüm demircileri Şerif’in muhafız birliği için zırh yapmak ya da zırhları onarmakla meşguldü. Hazırlıklar iki gün sürdü, üçüncü gün yolculuk için gereken her şey hazırdı. Böylece sabah güneşinin parlak ışığı altında Nottingham kasabasından Fosse Yolu’na ve oradan da Watling Caddesi’ne doğru yola koyuldular; en sonunda büyük Londra şehrinin çatı ve kulelerinin ucunu görene kadar iki gün boyunca yolculuk ettiler. Uzun bir yol geldikleri için içlerinden pek çok insan durdu ve yol boyunca parlak zırhları, gösterişli tüyleri ve çeşitli aksesuarlarıyla kapladıkları manzaraya baktı.
Londra’da Kral Henry ve güzel Kraliçe Eleanor; ipekli, saten, kadife ve altın kumaşlar giymiş neşeli hanımlar, cesur şövalyeler ve yiğit saray erkânıyla birlikte tahtlarında oturuyorlardı. Şerif, saraya geldi ve Kral’ın huzuruna çıkarıldı.
“Çok yaşa yüce Kral’ımız, çok yaşa.” dedi bir yandan, yere diz çökerken.
“Söyle bakalım ne istiyorsun?” dedi Kral. “Taleplerin neyle ilgili, duyalım bakalım.”
“Ah yüce gönüllü efendim ve hükümdarım.” dedi Şerif. “Nottingham’daki Sherwood Ormanı’nda, adı Robin Hood olan cesur bir haydut yaşıyor.”
“Evet, doğru.” dedi Kral. “Yaptıkları bizim soylu kulaklarımıza kadar ulaştı. Küstah ve asi bir serseriymiş ama yine de neşeli bir ruhu olduğunu itiraf etmek isterim.”
Şerif: “Ama dinleyin yüce hükümdarım.” dedi. “Ona güçlü bir ulakla sizin Kraliyet mührünüzün üzerinde bulunduğu bir yakalama emri gönderdim. Ancak o, haberciyi dövdü ve belgeyi çaldı. Ormanda sizin geyiklerinizi avlıyor ve ana yollarda bile sizin tebaanızı yağmalıyor.”
“Nasıl yani?” dedi Kral, öfkeli bir şekilde. “Benim ne yapmamı istiyorsun? Sanki bir sürü silahşor ve muhafızdan söz ediyorsun. Göğsünde zırhı bile olmayan bir avuç düzenbazı kendi yönetimindeki kasabada alt edemiyor musun? Ben ne yapayım? Sen benim Şerif’im değil misin? Nottinghamshire’da da benim kanunlarım yürürlükte değil mi? O zaman yasalara karşı gelenlere ya da sana zarar verenlere kendi bildiğini uygulasana. Git çabuk, git ve iyice düşün; kendince bir plan yap ama beni daha fazla böyle şeylerle rahatsız etme. Ama meseleyle doğru düzgün ilgilenseniz iyi olur Şerif Efendi çünkü krallığımdaki herkesin yasalarıma uygun davranmasını istiyorum ve eğer yasalarımı uygulayamıyorsanız benim Şerif’im olamazsınız. Bu yüzden kendinize iyi bakın derim. Yoksa Nottinghamshire’daki diğer tüm haydutlar gibi sizin de başınıza kötü şeyler gelebilir. Unutmayın, tufan geldiğinde samanla birlikte tahılı da süpürür.”
Sonra Şerif üzgün ve kırık bir kalple arkasını dönüp gitti. Hayal kırıklığına uğramıştı. Yanında bu kadar çok adamı olduğu hâlde yasaları uygulatamadığı için Kral’ın kızgın olmasına ve sadık hizmetkâr gösterisi yaptığına pişman oldu. Adamlarıyla birlikte yavaş yavaş Nottingham’a dönerken Şerif oldukça derin düşünceler içerisindeydi. Kimseyle tek kelime konuşmadı, adamlarından hiçbiri de onunla konuşmadı. Bütün yol boyunca Robin Hood’u ele geçirmek için bir plan tasarlamakla meşguldü.
“A-ha!” diye bağırdı, aniden elini bacağına vurarak: “Buldum işte! Hadi, dörtnala gidin beyler, Nottingham kasabasına olabildiğince çabuk dönelim. Şu sözlerimi de unutmayın: İki haftaya kalmadan o şeytan haydut Robin Hood, güvenli bir şekilde Nottingham Hapishanesi’ni boylayacak.”
Peki neydi Şerif’in bulduğu plan?
Tıpkı bir tefecinin, bir torba dolusu gümüş bilyeyi tek tek eline alıp sahte olup olmadığını anlamak için bir bir yoklaması gibi Şerif de yavaş ve kasvetli bir ruh hâli içinde Nottingham’a doğru yol alırken, her bir planını yokladı ama hepsinde bir kusur buldu. Sonunda neşeli Robin’in cüretli ruhunu ve Şerif’in de iyi bildiği üzere onun sık sık Nottingham kasabasına geldiğini düşündü.
“Şimdi.” diye düşündü Şerif. “Robin’i bir şekilde Nottingham kasabasına, yetki alanıma doğru çekersem onu öyle bir yakalarım ki yemin ederim bir daha asla kaçamaz.” Sonra birdenbire, büyük bir atış müsabakası ilan edip ucuna büyük bir ödül koyarsa Robin Hood’un serseri ruhunun onu barut kokusuna doğru iteceği fikri aklına geldi. Bu düşünce onun “A-ha!” diye bağırmasına, heyecanla avucunu bacağına vurmasına neden olmuştu.
Böylece Nottingham’a döner dönmez ülkenin kuzey ve güneyi, doğusuyla batısı dâhil olmak üzere her yana haberciler göndererek bu büyük atış müsabakasını kasabalara, kenar mahallelere, köylere duyurdu. Yay çekip ok kullanabilen herkesin müsabakaya katılabileceğini, ödül olarak da saf, dövülmüş altından bir ok sunulduğu haberini yaydı.
Robin Hood bu haberi ilk duyduğunda Lincoln kasabasındaydı ve Sherwood Ormanı’na aceleyle geri dönüp tüm neşeli adamlarını etrafına topladı, onlara şöyle seslendi:
“Şimdi dinleyin, benim neşeli dostlarım. Bugün Lincoln kasabasından getirdiğim haberlere kulak verin. Dostumuz Nottingham Şerifi bir atış müsabakası ilan etti ve bunu tüm kasabaya duyurmaları için haberciler gönderdi, ödül ise parlak bir altın ok olacak. Hem ödülün güzelliği hem de Şerif’in iyi dostumuz olması nedeniyle müsabakayı içimizden birinin kazanmasını çok isterim. Bu yüzden oklarımızı ve yaylarımızı kapıp atış yapmaya gidelim çünkü çok eğleneceğimizden eminim. Ne dersiniz, çocuklar?”
Bunun üzerine Doncasterlı genç David söz aldı ve şöyle dedi: “Öncelikle beni iyi dinleyin efendimiz. Mavi Domuz Hanı’ndan dostumuz Eadom’ın yanından geliyorum ve orada da aynı müsabaka ile ilgili haberleri duydum. Ama efendim, ondan öğrendiğim kadarıyla ki o da Şerif’in adamlarından Yaralı Ralph’ten öğrenmiş, bu düzenbaz Şerif atış müsabakasında size tuzak kurmuş ve tek amacı sizin oraya gitmeniz. Bu yüzden siz gitmeyin efendimiz çünkü sizi kandırmaya çalıştığından eminim, bizleri acı ve keder içinde bırakmamak için yeşil ormanda kalın.”
“Şimdi.” dedi Robin. “Sen zeki bir delikanlısın. Akıllı ve kurnaz bir ormancıya yakışır şekilde kulaklarını açık, ağzını kapalı tutmasını biliyorsun. Ama Nottingham Şerifi’nin, cesur Robin Hood ve yüz kırk neşeli arkadaşının, İngiltere’de bulunan en iyi okçulardan korktuğunu söylemesine izin mi vereceğiz? Hayır, sevgili David, bana anlattıkların yalnızca ödülü daha çok arzulamama neden oldu. Ne diyor dedikoducu Swanthold? ‘Aceleci adam ağzını yakar, gözlerini kapalı tutan aptal ise çukuru boylar.’ değil mi? Böyle der hep, bu nedenle kurnazlığa kurnazlıkla karşılık vermeliyiz. Şimdi kiminiz rahip, kiminiz köylü, kiminiz tenekeci ya da dilenci gibi giyinin ama her biriniz yanına, gerektiğinde kullanmak üzere iyi bir yay ya da kılıç alsın. Ben ise altın ok için atış yapıyor olacağım ve eğer ödülü kazanırsam, tüm çetenin neşesi için onu güzel yeşil ağaçlarımızın dallarına hatıra olarak asacağız. Planı beğendiniz mi benim neşeli dostlarım?”
Sonra tüm grup “Evet, evet, güzel!” diye içtenlikle bağırdı. Atış müsabakasının yapılacağı gün Nottingham kasabasında eğlenceli bir manzara vardı. Kasaba duvarının altındaki yeşil çayırlık boyunca şövalye ve leydiler, soylu beyler ve hanımlar, zengin kasabalılar ve eşleri için üst üste dizilmiş koltuklar sıralanıyordu. Soylu ve zengin kişiler dışında kimse orada oturamazdı. Menzilin sonunda, hedefin yakınında ise Nottingham Şerifi ve eşi için kurdeleler, şallar ve çiçek çelenkleriyle süslenerek yükseltilmiş bir koltuk vardı. Atış alanı iki yüz adım genişliğindeydi. Bir ucunda atış hedefi, diğer ucunda ise direklerinde rengârenk bayrak ve flamaların dalgalandığı çizgili bir çadır duruyordu. Bu çadırda, susuzluklarını gidermek isteyen okçuların bedava bira içebileceği bira fıçıları vardı.
Zengin ve soylu insanların oturduğu sıraların karşısında, fakir kesimin hedefin önüne yığılmasını engellemek için bir korkuluk bulunuyordu. Henüz erken olmasına rağmen sıralar, küçük arabalarla ya da dizginlerindeki gümüş çanların neşeli tıngırtısıyla şakırdayan atlarla gelen kaliteli insanlarla dolmaya başlamıştı bile. Bunlarla birlikte, kendilerini menzilden uzak tutan korkuluğun yanındaki yeşil çimenlerin üzerinde oturan ya da yatan yoksul kesim de geliyordu. Büyük çadırda okçular ikişer üçer toplanmaya başlamışlardı. Bazıları yüksek sesle her birinin zamanında yaptığı isabetli atışlardan övünerek bahsediyordu. Bazıları yaylarını iyice kontrol ediyor, yıpranıp yıpranmadığını görmek için parmakları arasında yayı çekiyor ya da okları inceliyor, bir gözünü kapatıp eğri olmadığını, düz ve doğru olduğunu görmek için oku inceliyordu, yay ve ok böylesi bir zamanda böylesi bir ödül için kusursuz olmalıydı. O gün Nottingham kasabasında toplanan kalabalık kadar kalabalık bir topluluk daha önce hiç olmamıştı çünkü neşeli İngiltere’nin en iyi okçuları bu atış müsabakasında idi. Şerif’in başokçusu Kırmızı Şapkalı Gill, Lincoln kasabasından Diccon Cruikshank ve Tamworthlu Dellli Adam; altmış yaşında olmasına rağmen hâlâ dinç ve kuvvetliydi. Zamanında Woodstock’taki meşhur müsabakada atış yapmış ve oradaki ünlü okçu Clym o’ the Clough’u yenmişti. Şanları eski zamanların güzel türkülerinde geçen daha birçok meşhur uzun yaylı adam oradaydı.
Bir süre sonra bütün sıralar konuklarla doldu. Şövalyeler, hanımefendiler, kasaba sakinleri ve en sonunda Şerif, süt beyazı atının üzerinde görkemli bir şekilde ilerliyordu. Karısı ise kahverengi kısrağının üzerindeydi. Şerif’in başında mor kadifeden bir şapka vardı ve cübbesi de mor kadifedendi. Her yanı pahalı kürklerle süslenmişti. Ceketi ve çorapları deniz yeşili ipekten, ayakkabıları siyah kadifedendi. Sivri uçlarından altın zincirlerle diz hizasında bağlanmıştı. Boynunda altın bir kolye asılıydı. Yakasında da kırmızı altınla işlenmiş büyük bir çan çiçeği broşu vardı. Karısı ise her yanı kuğu tüyleriyle süslenmiş mavi kadifeden bir elbise giymişti. Bu şekilde yan yana at binerken öyle ihtişamlı bir manzaraya sahne oldular ki elit kesimin arkasında duran halk onlara coşkuyla tezahüratta bulundu. Böylece Şerif ve karısı, zırhlı ve mızraklı adamların etrafta durup bekledikleri yerlerine geçtiler.
Şerif ve karısı oturduktan sonra Şerif, elçisine gümüş boruyu çalmasını söyledi; o da bunun üzerine Nottingham’ın gri duvarlarından neşeyle yankılanan boruyu üç kez çaldı. Okçular yerlerini aldılar, bu sırada bütün halk gür bir sesle bağırıyor, herkes en sevdiği okçuya tezahürat yapıyordu. Bazıları “Kırmızı Şapkalı!” diye bağırdı; “Cruikshank!” diye bağırdı diğerleri; “Hadi William o’ Leslie!” diye bağırdı bazıları da. Kadınlarsa ipek eşarplarını sallayarak cesur okçuları ellerinden gelenin en iyisini yapmaya teşvik ediyorlardı.
Sonra elçi öne çıktı ve yüksek sesle oyunun kurallarını şu şekilde ilan etti:
“Her adam, şuradaki hedeften yüz elli yarda[4 - 91,4 santimetrelik İngiliz uzunluk ölçüsü birimi. (ç.n.)] uzaklıktan atış yapacak. Herkes önce bir ok atacak ve en güzel ok atan on kişi tekrar atış yapmak üzere seçilecek. Bu on kişi arasından en güzel ok atan üç kişi yeniden atış yapmak üzere seçilecek. Bu üç kişiden her biri tekrar üç ok atacak ve en isabetli atışı yapan ödülü kazanacak.”
O sırada Şerif, öne doğru eğilip Robin Hood’un okçuların arasında olup olmadığını anlamak için dikkatle baktı ama Robin ve çetesinin giydiği asker yeşili kıyafetlere bürünmüş kimseyi göremedi. “Neyse.” dedi Şerif, kendi kendine. “Belki de hâlâ orada olabilir ve ben onu diğer adamların kalabalığı arasında kaçırıyorumdur. Ama en iyi on okçu seçildiğinde mutlaka göreceğim çünkü Robin Hood ya o en iyi on kişinin arasında olacak ya da ben onu hiç tanımamışım demektir.”
Okçuların her biri sırayla atışını yaptı. Kasaba halkı daha önce o günkü kadar usta bir okçuluk görmemişti. Altı ok hedefteki çemberin tam içindeydi, dört ok siyah bölgenin içindeydi; yalnızca iki ok dış çemberden vurdu ve son ok fırlayıp hedefi tam ortadan vurduğunda ise halk yüksek sesle haykırdı. Çünkü bu oldukça iyi ve asil bir atıştı.
Daha önce atış yapanlardan geriye yalnızca on kişi kalmıştı ve bu on kişiden altısı ülke çapında meşhurdu, orada bulunan halkın çoğu onları çok iyi tanıyordu. Bu altı meşhur adam; Kırmızı Şapkalı Gilbert, Dellli Adam, Diccon Cruikshank, William o’ Leslie, Hubert o’ Cloud ve Swithin o’ Hertford’dı. Diğer ikisi ise neşeli Yorkshire’dan delikanlılardı, bir diğeri Londra’dan geldiğini söyleyen uzun boylu, mavi giysili bir yabancıydı ve sonuncusu ise bir gözünün üzerinde yama olan, kırmızı giysili, paçavra kıyafetli bir yabancıydı.
“Şimdi.” dedi Şerif, yanında duran silahlı adamlarından birine. “Bu on kişi arasında Robin Hood’u görüyor musun?”
“Hayır, görmüyorum, efendim.” diye cevap verdi adam. “Altısını zaten çok iyi tanıyorum. O Yorkshirelı yiğitlerden ise biri çok uzun, diğeri de o cesur düzenbaza göre çok kısa. Robin’in sakalı sarıdır. Kırmızı yırtık pırtık giysili dilencinin sakalı ise kahverengi, üstelik bir gözü de kör. Mavili yabancıya gelince, Robin’in omuzları onunkinden en az on santim daha geniş.”
“Öyleyse.” dedi Şerif, öfkeyle bacağına vurarak: “Bu düzenbaz, bir haydut olduğu kadar bir korkakmış da. İyi kalpli ve dürüst insanlar arasında yüz göstermeye cesaret edemiyor.”
Kısa bir süre dinlendikten sonra bu on kuvvetli okçu tekrar ok atmak üzere alana çıktılar. Her biri iki ok attı ve onlar oklarını atarken tek bir ses bile yükselmedi, tüm kalabalık neredeyse ağzını bile açmadan dikkatle izledi. Ama sonuncu okçu okunu attığında kalabalığın içinden büyük bir çığlık daha yükseldi ve birçok kişi böylesi harika bir atışa karşı duydukları heyecanla şapkalarını havaya fırlattı.
Şerif’in yanında oturan ve seksen yıldır ok atan Dellli Sör Amyas: “Ben hayatım boyunca böyle bir okçuluk görmedim, üstelik altmış yıldır en iyi okçuları tanıyorum.” dedi.
Ve şimdi de daha önce atış yapanlardan geriye sadece üç adam kalmıştı. Biri Kırmızı Şapkalı Gill, biri kırmızı yırtık pırtık giysiler içindeki yabancı ve diğeri de Tamworth kasabasından Dellli Adam’dı. O sırada bütün insanlar yüksek sesle bağırıyordu; bazıları “Kırmızı Şapkalı Gilbert için, hadi Gilbert!” ve bazıları “Tamworthlu yiğit Adam için!” diye bağırdı. Ama kalabalıktan tek bir kişi bile kırmızı giysili yabancı için tezahüratta bulunmadı.
“Hadi Gilbert, bileğine kuvvet.” diye bağırdı Şerif. “Eğer en iyi atış seninki olursa, ödülün yanında sana bir de yüz gümüş peni vereceğim.”
“Gerçekten de elimden gelenin en iyisini yapacağım.” dedi Gilbert, kendinden emin bir tavırla. “Bir adam elinden gelenin en iyisini yapmaktan başka bir şey yapamaz ama bugün daha da iyisini yapmak için uğraşacağım.” Böyle söyleyerek sadağından geniş tüylü, güzel, kusursuz bir ok çıkardı ve ustalıkla yayın ipine taktı, sonra yayını dikkatle çekerek okunu fırlattı. Ok, dümdüz ilerledi ve hedefin tam ortasının yalnızca bir parmak kenarındaki bir mesafeye saplandı. “İşte Gilbert, işte Gilbert!” diye bağırdı tüm kalabalık ve “Tanrı aşkına!” diye bağırdı Şerif, ellerini birbirine vurarak: “Bu gerçekten iyi bir atıştı.”
Sonra eski püskü kıyafetli yabancı, işaretli yere geçti ve atış yapmak için dirseğini kaldırdığında kolunun altında beliren sarı yamasını ve tek gözüyle nişan almaya çalıştığını gören herkes dalga geçerek güldü. Porsuk ağacından yapılmış güzel yayını hızlıca çekti ve okunu ani bir hareketle fırlattı; okunu çekmesi ve fırlatması arasındaki zaman o kadar kısaydı ki kimse nefes bile alamadı; yine de oku diğerine göre hedefe daha yakın bir noktaya saplandı.
“Cennetteki tüm melekler ve yüce Tanrı aşkına!” diye bağırdı Şerif. “Bu nasıl bir atıştı böyle!”
Sonra Dellli Adam da dikkatli ve temkinli bir atış yaptı ve onun oku da yabancınınkinin hemen yanına saplandı. Kısa bir aradan sonra üçü de tekrar atış yaptı ve bir kez daha her ok çemberin içine saplandı. Ama bu sefer Dellli Adam’ınki merkezden en uzakta olandı ve paçavra kılıklı yabancının atışı en iyisiydi. Bir süre daha dinlendikten sonra hepsi üçüncü atışlarını yaptı. Bu sefer Gilbert nişan alırken çok dikkatli davranmış, mesafeyi keskin bir şekilde ölçmüş ve büyük bir özenle atışını yapmıştı. Ok dümdüz uçtu ve esintide dalgalanan bayraklar sesler yüzünden sarsılıncaya, karga ve papağanlar eski gri kulelerin çatılarına saklanıncaya kadar herkes çığlık çığlığa bağırdı. Çünkü ok tam hedefin ortasındaki noktanın dibine saplanmıştı.
“Bravo Gilbert!” diye bağırdı Şerif sevinçle. “Ödülün senin olmasını ve hak eden kişinin kazandığını görmek için sabırsızlanıyorum. Şimdi, seni paçavra herif, bundan daha iyi bir atış yap da görelim bakalım.”
Yabancı adam sessizlik içinde yerini aldığı sırada kimseden çıt çıkmıyordu, hatta o kadar derin bir sessizlik vardı ki kimse neredeyse nefes bile almıyordu, yalnızca merakla yabancının atışını bekliyorlardı. Bu arada yabancı da kıpırdamadan duruyordu; elindeki yayı beşe kadar sayana dek bekletti; sonra sağlam porsuk ağacından yapılmış okunu çekti, bir süre çekili tuttuktan sonra ipi bıraktı. Ok dümdüz uçtu ve o kadar isabetliydi ki Gilbert’in sapından bu okun etkisiyle gri bir kaz tüyü koptu ve yabancının oku parlak güneş ışınları altında Kırmızı Şapkalı’nın okunun hemen yanına, yani hedefin tam ortasına saplandı. Bir süre kimse tek kelime edemedi, kimse bağırmadı bile ama herkes büyük bir şaşkınlıkla birbirinin yüzüne baktı.
“Yok artık.” dedi Dellli ihtiyar Adam, uzun bir iç geçirip başını iki yana sallayarak: “Neredeyse kırk yıldan fazladır ok atıyorum ki her zaman da kötü değildi ama bugünden sonra bu işi bırakıyorum çünkü hiç kimse bu yabancıyla boy ölçüşemez.” Sonra sapını sadağına tıkırtıyla soktu ve başka hiçbir şey söylemeden yayının ipini çözdü.
Sonra Şerif ipek giysilerle, kadifeler içinde kürsüsünden indi ve yırtık pırtık kıyafetli yabancının güçlü yayına yaslanarak durduğu yere geldi; kasabanın iyi yürekli halkı da bu kadar harika atış yapan adamı daha yakından görmek için etrafında toplanmışlardı. “İşte, sevgili dostum.” dedi Şerif. “Al bakalım ödülünü, onu kusursuz bir şekilde hak ederek kazandın, saygı duyuyorum. Adın nedir senin, nereden geliyorsun?”
“İnsanlar bana Teviotdaleli Jock derler, dolayısıyla oradan geliyorum.” dedi yabancı.
“O hâlde, Kutsal Meryem Ana adına, Jock, sen bu gözlerin şimdiye dek gördüğü en usta okçusun ve eğer benim hizmetimde çalışmayı kabul edersen sana sırtındakinden daha iyi bir palto giydiririm; en iyi yemeklerden yiyip içersin ve her Noel’de seksen mark maaş alırsın. Sanırım bugün burada boy göstermeye bile cesaret edemeyen o korkak Robin Hood’dan da iyi yay çekiyorsun. Söyle bakalım sevgili dostum, hizmetimde çalışmak ister misin?”
“Hayır, hizmetinizde çalışmayacağım.” dedi yabancı, sert bir tavırla. “Ben yalnızca kendi kendimin efendisiyim ve bu tüm neşeli İngiltere’de hiç kimse benim efendim olamaz.”
Şerif:
“O zaman defol git, lanet olsun sana!” diye bağırdı öfkeden titreyen sesiyle. “İnancım ve şerefim adına, bu küstahlığın yüzünden seni dövdürmeyi bile düşünmedim değil!”
Sonra topuklarına basa basa oradan uzaklaştı.
Aynı gün Sherwood’un derinliklerindeki asaletli yeşil ağacın altında toplanan kalabalık oldukça karmaşıktı. İçlerinde bir düzine kadar yalın ayak rahip, tenekeciye benzeyenler, iri yarı dilenciler, köylüler vardı. Bir de yosun tutmuş bir sedirin üzerine oturmuş, yırtık pırtık kırmızı kıyafetler giymiş, bir gözünde yama olan biri vardı. Elinde ise büyük atış müsabakasının ödülü olan altın oku tutuyordu. Yüksek konuşma sesleri ve kahkahalar arasında gözündeki bandı, üzerindeki kırmızı paçavraları çekip çıkardı ve güzel asker yeşili kıyafetler içinde kendini göstererek şöyle dedi:
“Bu paçavralardan kolayca kurtulduk ama ceviz lekesini sarı saç ve sakaldan nasıl çıkarırız bilmem.”
Bu sözler üzerine herkes daha da yüksek sesle gülmeye başladı çünkü Şerif’in bizzat kendi ellerinden ödül kazanan kişi Robin Hood’un ta kendisiydi.
Sonra herkes ormanda keyif içinde ziyafete oturdu ve aralarında Şerif’e yaptıkları neşeli şakayı, grubun her üyesinin kılık değiştirirken başına gelen maceraları konuştular. Ziyafet sona erdiğinde Robin Hood, Küçük John’u kenara çekip şöyle dedi:
“Aslında gerçekten çok öfkeliyim. Çünkü Şerif bugün: ‘Bugün burada boy göstermeye cesaret edemeyen o korkak, düzenbaz Robin Hood’dan daha iyi atış yapıyorsun.’ dedi. Altın oku elinden kimin aldığını ve benim onun düşündüğü gibi bir korkak olmadığımı bilmesini çok istiyorum.”
Bu sözler üzerine Küçük John: “Sevgili efendimiz, beni ve Will Stutely’yi de yanına al da o şişman Şerif’e hiç beklemediği bir ulak aracılığıyla bütün bu gerçekleri haber edelim.” dedi.
O gün Şerif, Nottingham kasabasındaki evinin büyük salonunda et yemeği ziyafeti çekiyordu. Salon boyunca uzanan büyük masalarda silahşorlar, evin hizmetkârları ve iyi yürekli köylüler[5 - Maaşsız köleler. (ç.n.)] dâhil olmak üzere toplamda seksenden fazla kişi oturuyordu. Orada bir yandan etlerini yiyip biralarını yudumlarken bir yandan da o günkü atış müsabakası hakkında konuşuyorlardı. Şerif masanın başında, bir örtünün altındaki yüksek bir koltuğa kurulmuş, yanında da karısı oturuyordu.
“Hakikaten.” diye söze girdi. “Robin Hood denen o haydudun bugün oyunda olacağını düşünmüştüm. Onun bu kadar korkak olduğunu hiç düşünmezdim. Peki benim saygın teklifime bu kadar cüretkâr bir cevap veren o arsız haydut kim olabilir ki? Onu dövdürmediğime şaşıyorum doğrusu ama o adamda sanki sefillikten ziyade başka bir şeyler vardı.”
Konuşmasını henüz bitirdiği sırada, masadaki tabakların arasına bir şey düşerek takırdadı ve yanında oturanlar bunun ne olduğuna anlam veremeyerek ayağa kalktı. Bir süre sonra silahşorlardan biri cesaretini toplayıp masaya düşen şeyi aldı ve Şerif’e getirdi. O an herkes bunun üzerinde gri kaz tüyü bulunan körelmiş bir ok olduğunu ve tüylü tarafına yakın bir yere bağlanmış, hemen hemen kaz tüyü ile aynı kalınlıkta ince bir parşömen kâğıt bulunduğunu gördü. Şerif parşömeni açtı ve şöyle bir baktı, okurken alnındaki damarlar sinirinden şişti ve yanakları öfkeden kızardı, çünkü kâğıtta yazan şey şuydu:
Tanrı bugünkü lütfundan razı olsun,
Güzel Sherwood’daki herkese duyur,
Bugün neşeli Robin Hood’a ödülü
Bizzat kendi ellerinle sundun.
“Nereden geldi bu ok?” diye bağırdı Şerif, öfkeli ve yüksek bir sesle.
“Pencereden girdi efendim.” dedi, oku masadan alıp ona teslim eden kişi.

Will Stutely Arkadaşları Tarafından Kurtarılıyor
Şerif, yasalarla ya da kurnaz planlarla Robin Hood’un üstesinden gelemeyeceğini anlayınca kafası iyice karman çorman oldu ve kendi kendine şöyle dedi: “Ne kadar aptalım! Kral’ımıza Robin Hood’dan hiç bahsetmemiş olsaydım, kendimi böyle çıkmazın içine sokmazdım ama şimdi ya onu esir alacağım ya da Yüce Majesteleri’nin gazabına katlanacağım. Yasa ve kurnazlıkla yakalama yollarını denedim ve her ikisinde de başarısız oldum; bu yüzden bundan sonra bilek kuvveti ile ne yapabileceğimi deneyeceğim.”
Kendi kendine böyle konuşurken, emrindeki muhafızları yanına topladı ve onlara aklından geçenleri anlattı. “Şimdi her biriniz yanınıza dörder adam alın, hepsi de silahlı olsun.” dedi. “Sonra ormana gidip farklı noktalarda şu Robin Hood denen herifi beklemeye başlayın. Eğer herhangi biriniz onu bulur ancak kendisinden daha kalabalık bir çete ile karşı karşıya kalırsa bir boru çalsın ve sesi duyan her grup hızla oraya gelsin, onları çağıran gruba katılsın. Sanırım bu yeşil kostümlü hokkabazı ancak böyle yakalayacağız. Ayrıca Robin Hood’u yakalayan kişiye, ölü ya da diri her şekilde bana getirdiği sürece yüz paunt gümüş para verilecek ve onun grubundan herhangi birini yakalayan kişiye de yine ölü ya da diri bana getirirse kırk paunt verilecek. Yani diyeceğim o ki gözünüzü dört açın, cesur ve kurnaz olun.”
Böylece Robin Hood’u yakalamak için beşerli üç bölük hâlinde Sherwood Ormanı’nda dağıldılar. Her muhafız, cesur kanun kaçağını ya da en azından çetesinden birini bulmayı çok istiyordu. Yedi gün yedi gece boyunca ormanın her patikasında pusu kurdular ama asker yeşili giysiler içinde tek bir adam bile göremediler çünkü tüm bunların haberi Robin Hood’a Mavi Domuz Hanı’ndan güvenilir Eadom tarafından getirilmişti.
Haberi ilk duyduğunda Robin şöyle söyledi: “Eğer Şerif, güce güç politikası uygulamaya cüret ederse, vay onun hâline ve daha birçok iyi adamının başına geleceklere. Çünkü o zaman çok kan akacak ve herkes için büyük bir bela olacak demektir. Ama ben kandan ve kavgadan uzak durmak isterim. Kuvvetli silahşorları öldürüp kadınlara ve eşlere acı çektirmek istemem. Yalnızca bir kez adam öldürdüm ve bir daha asla istemem, bunu düşünmek bile ruhumu acıtıyor. Bu yüzden şimdilik Sherwood Ormanı’nda sessizce bekleyeceğiz. Bu herkes için daha iyi olacaktır ama eğer kendimizi ya da çetemizden herhangi birini savunmak durumunda kalırsak o zaman herkes okunu ve yayını büyük bir kudretle çeksin.”
Bu konuşma üzerine grubun çoğu onaylar bir tavırla başlarını salladı ancak içten içe: “Şimdi Şerif bizim korkak olduğumuzu düşünecek, kasaba halkı bu adamlarla karşılaşmaktan korktuğumuzu düşünüp civarda bizimle alay edecek.” diye düşündüler. Yine de yüksek sesle bir şey söylemeyip sözlerini yuttular ve Robin onlara ne dediyse öyle yaptılar.
Böylece yedi gün yedi gece boyunca Sherwood Ormanı’nın derinliklerinde saklandılar ve bu süre boyunca yüzlerini hiç göstermediler. Ama sekizinci günün sabahında Robin Hood sonunda grubu topladı ve şöyle dedi: “Şimdi kim gidip Şerif’in adamları ne âlemde bakmak ister? Çünkü eminim ki Sherwood gölgelerinde sonsuza dek bekleyecek değiller.”
Bunun üzerine büyük bir haykırış yükseldi ve adamların hepsi yayını havada sallayarak gitmek istediğini belirten sözlerle bağırdı. O an Robin Hood’un yüreği, etrafındaki yiğit, cesur adamlarına bakarak gururla doldu ve şöyle dedi: “Hepinizin çok cesur ve dürüst adamlar olduğunuzu biliyorum, benim neşeli yiğitlerim. Siz çok kuvvetli ve sağlam bir grupsunuz. Ancak hepinizi gönderemem; bu yüzden aranızdan yalnızca birini seçeceğim ve bu kişi yürekli Will Stutely olacak. Çünkü o, Sherwood Ormanı’ndaki yaşlı bir tilki kadar kurnazdır.”
O anda Will Stutely heyecanla havaya sıçradı ve keyifli bir kahkaha patlattı. Çetenin arasından o seçildiği için büyük bir sevinçle ellerini çırptı. “Ah, çok teşekkür ederim efendimiz.” dedi. “Eğer size o haydutlardan haber getirmezsem, bana bundan sonra kurnaz Will Stutely demesinler.”
Sonra bir keşiş cübbesi giydi ve cübbenin altına, elini rahatça uzatabileceği bir yere sağlam bir kılıç astı. Böyle giyindikten sonra ormandaki arayışına koyuldu, ta ki ormanın sınırına, oradan da ana yolun kenarına ulaşıncaya kadar. Orada, Şerif’in adamlarından oluşan iki grup gördü ama yine de ne sağa ne de sola döndü. Yalnızca örtüsünü yüzüne iyice kapadı, ellerini de dua eder gibi göğsünün önünde kavuşturdu. Oradan Mavi Domuz Hanı’nın önüne geldi. “İyi dostumuz Eadom bana olan biteni anlatır.” diye düşündü.
Mavi Domuz Hanı’nda Şerif’in adamlarından oluşan bir grubun hararetle içki içtiğini gördü; kimseyle konuşmadan uzaktaki bir masaya oturdu, elinde asası vardı ve sanki derin bir duanın ortasındaymış gibi başı öne eğikti. Eadom onu tanımıyordu ama yorgun ve zavallı bir keşiş olduğunu düşündü. Bu yüzden, kıyafetinden hoşlanmadığı hâlde, ona bir şey söylemeden ya da rahatsız etmeden oturmasına izin verdi. “Topal bir köpeği eşikten kovalamak hainliktir.” diye düşündü kendi kendine. Stutely böylece otururken, büyük bir ev kedisi gelip dizine sürtünmeye başladı; sürtünürken de cübbesini bir avuç içi kadar yukarı kaldırdı. Stutely cübbesini hemen aşağıya itti ama Şerif’in adamlarından bir muhafız olanları gördü, hatta keşişin cübbesinin altındaki asker yeşili kıyafeti de gördü. O anda hiçbir şey söylemedi ama içinden şunları düşündü: “Demek sen gizemli bir keşiş değilsin; ayrıca bildiğim kadarıyla, hiçbir iyi kalpli köylü keşiş kıyafetiyle falan dolaşmaz, üstelik bir hırsız da durduk yere bunu yapmaz. Bence bu kesinlikle Robin Hood’un adamlarından biri.” Bir süre sonra yüksek sesle:
“Ey aziz peder, susamış ruhunu huzura kavuşturmak için sağlam bir mart birası almayacak mısın?” dedi.
Stutely, yalnızca sessiz bir şekilde başını sallamakla yetindi çünkü kendi kendine: “Burada sesimi tanıyan birileri olabilir.” diye düşündü.
Sonra muhafız tekrar sordu:
“Bu sıcak yaz gününde nereye gidiyorsun bakalım, aziz peder?”
“Canterbury kasabasına, hacı olmaya gidiyorum.” diye cevap verdi Will Stutely. Kimse tanımasın diye sesini kalınlaştırarak konuşuyordu.
Sonra muhafız üçüncü kez:
“Şimdi, madem öyle, söyleyin bana aziz peder. Canterbury’ye giden hacılar cübbelerinin altına güzel asker yeşilleri mi giyerler? A-ha! Yemin ederim ki sen sağlam bir hırsızsın hatta belki de Robin Hood’un çetesindekilerden birisin! Şimdi Meryem Ana’nın üzerine yemin ederim, elini ya da ayağını kıpırdatırsan kılıcımla bütün vücudunu delik deşik ederim!”
Daha sonra parlak kılıcını çekip Will Stutely’nin üzerine atladı. Onu gafil avlayacağını düşünmüştü ama Stutely, kılıcını gizlice cübbesinin altında sıkıca tuttuğu için muhafız daha üzerine gelmeden önce kılıcını çekti. Güçlü muhafız o an Stutely’nin üzerine sağlam bir darbe indirdi ama bütün dövüş boyunca başka bir darbe indirememişti çünkü Stutely üzerine gelen her darbeyi ustalıkla savuşturarak muhafızı tüm gücüyle geri püskürtüyordu. Sonra oradan uzaklaşmak istedi ama yapamadı çünkü muhafız, yaralar ve akan kandan sersemlemiş bir hâlde yerde yatarken onu dizlerinden yakalamıştı. Diğer muhafızlar da üzerine atıldı ve Stutely, Şerif’in adamlarından birine daha vurdu ama çelik başlık Stutely’nin darbesini engellemişti ve kılıç derine girmiş olsa da etki etmemişti. Bu arada sersemlemiş muhafız, Stutely’yi yere doğru çekiyordu, diğer adamlar da fırsattan istifade tekrar Stutely’nin üzerine atıldılar; içlerinden biri Stutely’nin kafasına öyle bir darbe indirdi ki kafasından yüzüne doğru kanlar aktı ve görmesini engelledi. Bu darbeden sonra Stutely, sendeleyerek yere düştü ve hepsi o anda üzerine atıldı, buna rağmen o kadar cesurca mücadele etti ki onu zorlukla tutabildiler. Elini ayağını kıpırdatamasın diye her yerinden sağlam halatlarla bağladılar; böylece onu alt etmişlerdi.
Robin Hood yeşil ağacın altında durmuş Will Stutely’yi ve onun ne yapıyor olabileceğini düşünüyordu ki aniden çetesinden iki yiğidin orman yolundan koşarak geldiğini ve aralarında da Mavi Domuz Hanı’nın güzel Maken’inin koştuğunu gördü. O anda Robin’in yüreği ağzına geldi çünkü onların kötü bir haber getirdiklerini anlamıştı.
“Will Stutely kaçırıldı!” diye bağırdılar Robin’in bulunduğu yere geldiklerinde.
Robin, genç kıza: “Ve bu acılı haberi sen getiriyorsun öyle mi?” diye sordu.
“Evet, maalesef çünkü her şeyi bizzat gördüm.” diye bağırdı genç kadın telaşla. Tazıdan kaçan tavşan gibi soluk soluğaydı: “Üstelik korkarım ki çok kötü yaralanmış çünkü biri kafasına fena hâlde vurmuş. Her yerini bağlayıp Nottingham kasabasına götürdüler ve Mavi Domuz’dan ayrılmadan hemen önce yarın asılacağını duydum.”
“Yarın asla böyle bir şey olmayacak!” diye bağırdı Robin hırsla. “Eğer onu asarlarsa, bu pek çok kişinin toprağı boylamasına ve yine pek çok kişinin ‘Vah başıma!’ diye haykırmasına yol açacak!”
Sonra borusunu dudaklarına götürüp yüksek sesle üç kez çaldı ve hemen ardından cesur adamları yeşil ağaçların arasından koşarak geldiler; ta ki yaklaşık yüz kırk cesur kılıç etrafında toplanana dek.
“Şimdi hepiniz kulak verin!” diye bağırdı Robin. “Sevgili yoldaşımız Will Stutely, o alçak Şerif’in adamları tarafından kaçırıldı, bu yüzden onu kurtarmak için yay ve oklarımızı elimize almak bize düşer. Onun bizim için canını tehlikeye attığı gibi bizim de onun için canımızı tehlikeye atmamız gerek. Öyle değil mi, benim neşeli çetem?”
O an herkes büyük bir coşkuyla “Evet!” diye bağırdı.
Böylece ertesi gün hepsi Sherwood Ormanı’ndan yola çıktılar ama çok kurnaz ve dikkatli olmaları gerektiği için farklı yollara dağıldılar; bu yüzden grup, ikişer ve üçer kişilik gruplara ayrıldı ve hepsi Nottingham kasabasının yakınında bulunan kayalıklı bir vadide tekrar buluşacaktı. Hepsi buluşma yerinde toplandıktan sonra Robin onlara şunları söyledi:
“Bir haber alıncaya kadar şimdi burada pusuya yatacağız çünkü dostumuz Will Stutely’yi Şerif’in pençesinden kurtarmak istiyorsak kurnaz ve dikkatli davranmalıyız.”
Böylece güneş gökyüzünde yükselene kadar uzun bir süre boyunca saklandılar. Gün sıcaktı ve bu yüzden tozlu yolda, Nottingham kasabasının gri şehir duvarlarının yanından geçen ana yol boyunca ağır ağır yürüyen yaşlı bir hacı dışında kimse görünmüyordu. Robin görüş alanında başka bir yolcunun olmadığını görünce, yaşına göre kurnaz bir adam olan Doncasterlı genç David’i yanına çağırdı ve ona şöyle dedi: “David, git de şu hacıyla konuş bakalım. Çünkü belli ki Nottingham kasabasından dönüyor, belki sana Stutely’den haberler verebilir.”
Böylece David ilerledi, hacıya yaklaştığında onu selamladı ve şöyle dedi: “İyi sabahlar, aziz keşiş, Will Stutely’nin ne zaman asılacağını biliyor musunuz acaba? Bu kadar azılı bir haydudun darağacında sallandığını görmek için çok uzaklardan geldim, dolayısıyla bu gösteriyi kaçırmak istemem.”
Yaşlı hacı: “Hadi oradan genç adam!” diye bağırdı. “Kendi canını korumaktan başka hiçbir şey yapmayan delikanlı bir adam asılacakken böyle konuşuyorsun!” Asasını öfkeyle yere vurdu. “Ne yazık ki olacak olan oluyor! Bugün akşama doğru, gün batımında, Nottingham’ın büyük şehir kapısından kırk arşın uzaklıktaki üç yol birleşiminde asılacak. Çünkü Şerif, Nottinghamshire’daki tüm kanun kaçaklarına ibret olmasını istedi. Ama yine söylüyorum, çok yazık! Robin Hood ve çetesi her ne kadar kanun kaçağı da olsa, sadece zenginlerden, soylulardan ve sahtekârlardan çalıyor. Sherwood civarında olup da onun sayesinde yıl boyu arpa unu yiyemeyen ne bir yoksul ne bir dul ne de çok çocuklu bir köylü var. Bu yüzden Stutely gibi yiğit birinin öldürüldüğünü görmek yüreğimi burkuyor. Çünkü ben de hacı olmadan önce, zamanında cesur bir Sakson delikanlısıydım ve zalim bir Normandiyalıya ya da para kesesi kabarık, kibirli bir başrahibe kurnazca dersler veren yiğit eli iyi tanırım. Stutely’nin efendisi, adamının başının nasıl belalarla dolu olduğunu bilseydi, kesin onu düşmanlarının elinden kurtarmak için elinden geleni yapardı.
“Ah, kesinlikle bu doğru.” diye haykırdı genç adam. “Robin ve adamları gelirlerse, onu bu tehlikeden kurtarmaya çalışacaklarından eminim. Şimdi sana iyi yolculuklar, iyi kalpli yaşlı adam. İnan bana, eğer Will Stutely ölürse intikamı sağlam bir şekilde alınacaktır.”
Sonra dönüp hızla uzaklaştı; hacı, arkasından bakarak mırıldandı: “Bu gencin, iyi bir adamın ölümünü görmeye gelen bir ahmak olmadığını düşünüyorum. Belki de Robin Hood o kadar da uzakta değildir, bugün kesinlikle yiğitçe şeyler yaşanacak.”
Kendi kendine böylece mırıldanarak yoluna devam etti.
Doncasterlı David, Robin Hood’a hacının kendisine söylediklerini anlatınca Robin çeteyi etrafına topladı ve onlara şunları söyledi:
“Şimdi hemen Nottingham kasabasına girelim ve oradaki halkın arasına karışalım ama birbirinizden uzaklaşmayın. Mahkûm ve muhafızlar surların dışına çıktığında olabildiğince yakınlarına sokulun. Sebepsiz yere kimseye vurmayın çünkü gereksiz kan dökülmesini istemem ama vuracaksanız da sert vurun ki bir daha vurmanıza gerek kalmasın. Sherwood’da tekrar buluşana kadar bir arada kalın, kimse arkadaşlarından ayrılmasın.”
Kale duvarından bir borazan sesi duyulduğunda güneş batı yönünde alçalmıştı. O anda Nottingham kasabasında bir telaş başladı ve kalabalıklar sokakları doldurdu çünkü herkes meşhur Will Stutely’nin o gün asılacağını biliyordu. Az sonra kale kapıları ardına kadar açıldı ve büyük bir silahşor ordusu gürültü ve patırtı içinde dışarı çıktı. Şerif, hepsi birbirine bağlı zincirlerden oluşan parlak zırhlara bürünmüş silahşorların başında, atının üzerindeydi. Will Stutely ise muhafızların tam ortasındaki bir arabanın içindeydi, boynunda ise asılacağı yular vardı. Yüzü yarasından ve kan kaybından dolayı gün ışığındaki bir ay kadar solgundu. Sarı saçları, alnındaki kanın aktığı bölgede sertleşmişti. Surların arasından çıkınca etrafına bakındı, merhamet ve dostluk ifadesi bulunan bazı bakışlar görmesine rağmen tanıdığı hiç kimseyi görmedi. Bunun üzerine kalbi bir kurşun yarası almış gibi çöktü ama yine de yiğitçe konuştu.
“Bana bir kılıç verin, Şerif.” dedi. “Yaralı da olsam, sizinle ve adamlarınızla kanımın son damlasına kadar savaşayım.”
Şerif başını çevirip Will Stutely’ye acımasızca bakarak: “Hayır, seni arsız herif.” dedi. “Kılıcın falan olmayacak, aşağılık bir hırsıza yakışan bir şekilde öleceksin.”
“O zaman ellerimi çözün de sizinle ve adamlarınızla yumruklarımdan başka hiçbir silahım olmadan çarpışayım. Silah falan istemiyorum ama lütfen bugün korkak ve aşağılıkça asılmama izin vermeyin.”
Bunun üzerine Şerif yüksek sesle güldü. “Bu ne şimdi?” dedi. “Gururlu yüreğin mi çarpmaya başladı? Kendine gel, seni aşağılık haydut! Bugün burada, üç yolun birleştiği yerde asılacaksın ve insanlar senin pis leşini kargaların nasıl gagaladığını görecekler.”
“Seni alçak pislik!” diye bağırdı Will Stutely, Şerif’e bakıp sinirle dişlerini gıcırdatarak. “Seni korkak geyik seni! Eğer efendimiz seninle karşılaşırsa, bugünün bedelini çok ağır ödeyeceksin! O seni ciddiye bile almıyor, hatta bütün cesur çetemiz de öyle. Sen ve o beş para etmez şanın, cesur yiğitlerin dudaklarında alay konusu bunu biliyor musun? Senin gibi biri, zavallı ve aşağılık bir korkak, cesur Robin Hood’a asla ama asla boyun eğdiremez.”
“Ha!” diye bağırdı Şerif, öfkeyle. “Demek öyle ha? Demek o efendin benimle alay ediyor? Şimdi de ben seninle alay edeceğim. Hem de öyle bir alay edeceğim ki seni sallandırdıktan sonra bütün organlarını ayrı ayrı parçalayacağım.”
Sonra atını mahmuzlayıp ilerledi ve Stutely’ye başka hiçbir şey söylemedi.
Sonunda büyük şehir kapısına geldiler ve Stutely, bu kapının ötesindeki güzel ülkeyi, yemyeşil tepelerle vadileri, uzaktaki Sherwood’un eteklerindeki alaca karanlık ufuk çizgisini gördü. Sonra nadasa bırakılmış tarlaların üzerine uzanan güneş ışığının civardaki kulübelerle çiftlik evlerinin üzerine kızıl ışıklar yaydığını, tatlı kuşların akşam ezgileri okuduğunu, koyunların yamaçlarda melediğini, kırlangıçların ışıl ışıl havada uçtuğunu görünce kalbine öyle büyük bir duygusallık ve hüzün çöktü ki tuzlu gözyaşlarıyla gördüğü her şey bulanıklaştı. Halk gözlerindeki yaşların korkaklığından olduğunu düşünmesin diye başını öne eğdi. Kapıdan bu şekilde geçerek şehrin duvarlarının dışına çıkana kadar başını eğik tuttu. Ancak tekrar başını kaldırıp etrafına bakındığında kalbinin heyecanla yerinden fırlayacağını hissetti, sevinçten yerinde duramadı çünkü Sherwood’daki neşeli yoldaşlarından birinin yüzünü görmüştü. Bunun üzerine hızla etrafına bakındı, her tarafta tanıdık yüzler gördü; yoldaşları onu çevreleyen muhafızlara yakın duruyorlardı. Yanakları sevinçten ve heyecandan al al oldu çünkü efendisinin yüzünü de görmüştü ve o an anladı ki Robin Hood, tüm çetesiyle oradaydı. Yine de çeteyle arasında bir düzine silahlı adam vardı.
“Geri çekilsenize be!” diye bağırdı Şerif, güçlü bir sesle. Çünkü kalabalık her yandan hücum ediyordu. “Ne yapıyorsunuz çapulcular, ne diye böyle üstümüze geliyorsunuz? Geri çekilin diyorum!”
Sonra bir telaş ve gürültü koptu. Biri, Stutely’nin taşındığı arabaya ulaşmak için silahlı muhafızların arasına girmeye çalıştı. Stutely, tüm bu hareketlenmeyi başlatanın Küçük John olduğunu gördü.
“Çekil şuradan!” diye bağırdı, Küçük John’un dirsekleriyle iteklediği muhafızlardan biri.
“Asıl sen geri çekil!” dedi Küçük John ve adamın kafasına öyle bir vurdu ki muhafız, bir kasabın yere serdiği öküz misali yere serildi. Sonra da Stutely’nin bulunduğu arabaya doğru sıçradı.
“Öleceksen dostlarını da yanında götüreceksin, Will Efendi.” dedi. “İlla ölmen gerekiyorsa o zaman ben de seninle ölürüm çünkü senden daha iyi bir arkadaş bulunmaz.”
Bu sözleri söyledikten sonra tek hamlede Stutely’nin kollarını ve bacaklarını bağlayan halatları kesti, Stutely de hemen arabadan atladı.
Şerif: “Ben hayatım boyunca şunun kadar isyankâr bir serseri daha tanımadım! Muhafızlar, yakalayın şunu, gitmesine izin vermeyin!” diye bağırdı.
Böyle söyleyerek atını, Küçük John’un üzerine sürdü. Üzengileri üzerinde yükselerek var gücüyle John’a vuracaktı ki Küçük John hızla atın karnına doğru eğildi ve hamleyi savuşturdu.
“Olmadı, Şerif hazretleri!” diye bağırdı, darbe geçtikten sonra tekrar sıçrayarak. “En azından şu kıymetli kılıcınızı ödünç almama izin verin.”
Bunun üzerine kılıcı Şerif’in elinden ustalıkla aldı, “Al bakalım Stutely!” diye bağırdı. “İyi kalpli Şerif’imiz kılıcını sana ödünç vermek istedi! Şimdi benimle sırt sırta ver ve yalnızca kendini savun çünkü birazdan destek gelir!”
Şerif, kızgın bir boğa gibi kükreyerek “Lanet olsun size!” diye bağırdı ve atını sırt sırta vermiş ikilinin üzerine doğru bir kez daha mahmuzladı. O kadar öfkelenmişti ki kendisini savunabileceği bir silahı olmadığını bile unutmuştu.
“Geri çekil bakalım Şerif!” diye bağırdı Küçük John. Daha o konuştuğu anda, bir borazan sesi duyuldu ve Şerif’in başının hemen yanından kaz tüylü bir ok ıslık çalarak geçti. O an, bir o yana bir bu yana savrulmalar, küfürler, haykırışlar, iniltiler, çelik şakırtıları, batan güneşin altında parıldayan kılıçlar arasında havada ıslık çalan bir sürü ok yağmaya başladı. Bazıları “İmdat, imdat!” diye, bazıları da “Kurtarın, kurtarın!” diye bağırıyordu.
“Hıyanet bu!” diye bağırdı Şerif, yüksek sesle. “Geri çekilin! Geri çekilin! Yoksa hepimiz öleceğiz!”
Bunun üzerine atını kalabalığın yoğun olduğu bölgeye doğru geri sürdü.
Robin Hood ve çetesi isteseydi Şerif’in adamlarının yarısını öldürebilirlerdi. Ama yalnızca onları sıkıştırıp gitmelerine izin verdiler; kaçmalarını hızlandırmak için de arkalarından bir avuç ok gönderdiler.
“Kalsaydınız!” diye bağırdı Will Stutely, Şerif’in ardından. “Cesur Robin Hood’la yüz yüze gelip onu görmeden giderseniz onu nasıl yakalayacaksınız?”
Şerif, atının sırtından eğilip baktı ancak cevap vermedi. Sadece atını daha hızlı mahmuzlamaya başladı.
Will Stutely, Küçük John’a döndü ve gözlerinden yaşlar akıp yüksek sesle ağlayıncaya kadar yüzüne baktı. Arkadaşının yanaklarını öperek: “Ey Küçük John!” dedi. “Benim gerçek dostum ve dünyadaki bütün insanlardan daha çok sevdiğim kişi! Bugün senin yüzünü göreceğimi ya da cennetin bu yanında seninle karşılaşacağımı hiç düşünmezdim.”
Küçük John cevap veremedi ama o da duygulanıp gözyaşlarına boğulmuştu.
Sonra Robin Hood, Will Stutely’yi ortalarına alarak grubunu bir araya topladı. Hepsi bu şekilde yavaşça Sherwood’a doğru yol aldılar; ortalığı kasıp kavuran bir fırtına bulutunun bulunduğu yerden sessizce uzaklaşması gibi uzaklaştılar. Şerif’in tam on adamını arkalarında yaralı ve yerde yatar vaziyette bıraktılar. Bazıları çok bazıları ise daha az yaralıydı ama hiçbiri kendilerini kimin yıktığını anlayamamıştı.
Nottingham Şerifi böylelikle tam üç kez Robin Hood’u yakalamaya çalıştı ve her seferinde başarısız oldu. Son seferinde hayatını kaybetmeye ne kadar yaklaştığını hissettiği için gözü çok korktu. Kendi kendine şöyle dedi: “Bu adamlar ne Tanrı’dan ne insandan ne Kral’dan ne de Kral’ın askerlerinden korkuyor. Hayatımı kaybetmektense makamımı kaybetmeyi yeğlerim, bu yüzden onlara daha fazla bulaşmayacağım.” Böylece günlerce kalesine kapandı ve ev halkı dışında kimseye yüzünü göstermeye cesaret edemedi. Olanlardan çok utandığı için o günden sonra hep kasvetliydi ve doğru düzgün kimseyle konuşmadı.

Robin Hood Kasap Oluyor
Bütün bunlar olup bittikten, Şerif’in Robin’i tam üç kez tutsak etmeye çalışıp başaramadığı herkes tarafından öğrenildikten sonra Robin Hood şöyle düşündü: “Eğer bir fırsatını bulursam saygıdeğer Şerif’imize bana yaptıklarının bedelini mutlaka ödeteceğim. Belki bir ara onu Sherwood Ormanı’na getirir, ona neşeli bir ziyafet çektiririm.”
Robin Hood ne zaman bir baron ya da silahtar, zengin bir başrahip ya da piskopos yakalasa, onları ormanda toplandıkları yeşil ağacın yanına getirir ve cüzdanlarını boşaltmadan önce onlara güzel bir ziyafet verirdi.
Ancak yine de Robin Hood ve çetesi bir süre Sherwood Ormanı’nda yüzlerini dışarıya göstermeden sessizce yaşadılar. Çünkü Robin, Nottingham civarında görülmelerinin akıllıca olmayacağını biliyordu, yönetimdeki kişiler onlara bir hayli kızgındı. Dışarı hiç çıkmadıkları hâlde kendi ormanlık alanlarında neşeli bir yaşam sürmeye devam ettiler. Günlerini koruluğun ucundaki söğüt dallarına asılı hedeflere atışlar yaparak geçirdiler. Çimenlikli patikalar boyunca neşeli şakalar ve kahkahalar çınlardı çünkü hedefleri ıskalayanlara, Küçük John tarafından verildiğinde talihsiz delikanlıyı devirmemesi mümkün olmayan sağlam bir darbe gelirdi. Atışların yanında güreş ve sopa oyunları da oynadılar. Böylelikle kabiliyetleri ve güçleri her geçen gün artıyordu.
Yaklaşık bir yıl böyle izole bir şekilde yaşadılar. Bu süre içinde Robin Hood, sık sık Şerif’le ödeşmenin yollarını düşünmüştü. Sonunda böyle hapsolmaktan sıkılmaya başladı; bu yüzden bir gün, sağlam sopasını da yanına alarak biraz maceraya atılmak için rahat bir şekilde yola çıktı ve Sherwood Ormanı’nın kenarına gelene kadar gezindi. Sabah güneşinin aydınlattığı yol boyunca başıboş bir şekilde dolaşırken güzel bir atın çektiği; her yanı taze kesilmiş etlerle dolu, yeni ve sağlam bir arabaya binen genç bir kasapla karşılaştı. Kasap, yolunda ilerlerken neşeyle ıslık çalıyordu çünkü pazara gidiyordu. Gün daha yeni başlıyordu, oldukça taze ve güzeldi, bu yüzden yüreği neşe içerisindeydi.
“Günaydın neşeli dostum.” dedi Robin. “Bu güzel sabahta pek neşeli görünüyorsun.”
“Evet, öyleyim.” dedi neşeli kasap. “Hem neden öyle olmayayım ki? Sağlığım sıhhatim yerinde. Üstelik Nottinghamshire’ın en güzel kızı ile birlikteyim. Ve son olarak, önümüzdeki perşembe günü güzel Locksley kasabasında onunla evleniyorum.”
“A-ha!” dedi Robin. “Locksley kasabasından mı geliyorsun? O kilometrelerce ötedeki güzel yeri iyi bilirim; oradaki her çalıyı, çakıllı dereleri ve hatta oradaki bütün parlak küçük balıkları iyi tanırım. Çünkü ben de orada doğup büyüdüm. Peki, şimdi etini almış nereye gidiyorsun, benim güzel dostum?”
Kasap: “Sığır ve koyun etimi satmak için Nottingham kasabasındaki pazara gidiyorum.” diye cevap verdi. “Peki, sen kimsin ki Locksley kasabasından geliyorsun?”
“Ben bir dağ gezginiyim, insanlar bana Robin Hood der.”
“Ah, kutsal Meryem adına!” diye bağırdı kasap. “Adını iyi biliyorum, yaptıklarının hem şarkılarda geçtiğini hem de konuşulduğunu birçok kez duydum. Ama Tanrı aşkına, benden bir şey alma! Ben oldukça dürüst bir adamım, şimdiye kadar ne bir erkeğe ne de bir kadına haksızlık etmişliğim var; size hiçbir zararım olmadığı gibi lütfen sizin de bana zararınız olmasın efendim.”
“Hayır, tabii ki Tanrı korusun.” dedi Robin. “Ben senin gibilerden bir şey almam neşeli dostum! Senden bir metelik bile almam çünkü senin gibi iyi kalpli Saksonları çok severim, özellikle de Locksley kasabasından geliyorsa ve üstelik gelecek perşembe günü güzel bir kızla evlenip ona sahip olacaksa. Ama gel, bana etini, atını ve arabanı kaça satacağını söyle.”
Kasap:
“Et, araba ve kısrağı dört mark karşılığında veririm.” dedi. “Ama bütün etimi satamazsam dört mark olmaz.”
Bunun üzerine Robin Hood, kuşağından bir kese çıkardı ve:
“İşte bu kesede tam altı mark var. Şimdi bir günlüğüne kasap olmak ve Nottingham kasabasındaki pazarda et satmak istiyorum. Benimle bir pazarlık yapıp kıyafetini de altı mark karşılığında bana verir misin?”
“Bütün azizlerin bereketi senin şu dürüst başına yağsın!” diye bağırdı kasap, sevinçle. Hemen arabasından atlayıp Robin’in uzattığı keseyi aldı.
“Ah, yapma.” dedi Robin, yüksek sesle gülerek. “Birçok kişi beni sever ve iyi dualar eder ama çok azı bana dürüst der. Şimdi sevgilinin yanına dön sevgili dostum ve ona benden güzel bir selam söyle.”
Böyle diyerek kasap önlüğünü giydi ve arabaya atlayıp dizginleri eline aldı; ormanın içinden Nottingham kasabasına doğru yola çıktı.
Nottingham’a geldiğinde, pazarın kasaplar için ayrılan bölümüne girdi ve bulabildiği en iyi yere tezgâhını kurdu. Sonra tezgâhını açtı ve etini güzelce üzerine yaydı. Satırını ve çelik bıçağını alıp birbirine vurarak neşeli, yüksek bir sesle şarkı söylemeye başladı:
Gel, en güzel eti benden al;
Üç peni değerindeki eti
Bir peniye satıyorum, gel!
Bir kuzu etim var ki güzel akarsu kenarlarında yetişen
Nergis ve tatlı menekşelerden başka bir şeyle beslenmeyen
Bir dişi koyunun emzirdiği.
Bir sığır etim var ki en bereketli çalılıklardan otlanan;
Koyun etim var yemyeşil vadilerde karnını doyurmuş
Ve bir de dana etim var ki
Annesinin bir nedime alnı gibi
Bembeyaz sütüyle beslenmiş.
Bu yüzden, gelin bayanlar baylar, gelin!
Etinizi benden alın.
Üç peni değerindeki et bir peni,
Böyle fiyat görülmedi!
Böyle bağırırken etrafı kalabalıklaşmaya başladı. Herkes hayret içinde dinlerken Robin neşeyle bağırmaya devam etti. Sonra bu sözlerini bitirdiğinde, çeliği ve satırı daha da yüksek sesle şakırdatarak tekrar bağırdı:
“Şimdi kim satın almak ister? Söyleyin kim alacak? Dört farklı fiyat tarifem var. Üç penilik eti zengin keşiş ya da rahiplere altı peniye satarım çünkü onları sevmem ve paralarını da istemem. Varlıklı belediye meclis üyelerinden üç peni alırım çünkü alıp almamaları benim için pek de önemli değil. Olgun hanımlar için üç penilik etlerimi bir peniye satarım çünkü onları severim. Ama iyi kalpli bir kasaptan hoşlanacak güzel bir genç kızdan etimin karşılığında minik bir öpücükten başka bir şey istemem çünkü en çok onları severim.”
Bu sözleri duyan herkes daha da hayretle bakıp gülüşmeye başladı. Çünkü Nottingham kasabasında böyle bir satış daha önce hiç duyulmamıştı. Satın almaya geldiklerinde, Robin’in etleri gerçekten de söylediği gibi sattığını gördüler. İyi kalpli bir eşe ya da kadına, başka bir yerde üç peniye alabileceği eti bir peniye veriyordu. Dul ya da fakir bir kadın ona geldiğinde ise etini bedavaya veriyordu. Ancak neşeli ve güzel bir genç kız gelip ona bir öpücük verirse eti için bir peni bile almazdı. Gözleri bir yaz günündeki gökyüzü kadar mavi olduğu ve her müşterisine tam ölçü vererek etrafına neşe dağıttığı için tezgâhına birçok kişi geldi. Böylelikle etini o kadar hızlı sattı ki yakınında duran hiçbir kasap hiçbir şey satamadı.
Pazardaki diğer kasaplar aralarında konuşmaya başladılar. Bazıları: “Bu adam mutlaka arabayı, atı ve eti çalan bir hırsız olmalı.” dedi. Ama diğerleri: “Hayır olamaz, mallarını bu kadar rahat ve neşe içinde paylaşan bir hırsızı ne zaman gördünüz? Bu adam babasının topraklarını satmış ve parası olduğu sürece neşe içinde yaşamak isteyen bir mirasyedi olmalı.” dediler. Bu sonuncu fikre katılanlar daha fazla olunca, ötekiler de tek tek bu düşünceyi mantıklı buldular.
Sonra kasaplardan bazıları onunla tanışmak için yanına geldiler. “Gel kardeşim.” dedi hepsinin başı olan biri. “Hepimiz aynı meslekteniz, bizimle yemeğe gelmek ister misin? Şerif bugün tüm Kasap Loncası’nı Lonca Salonu’nda kendisiyle birlikte ziyafet etmeye çağırdı. Orada bol bol yiyecek ve içecek var; mutlaka hoşunuza gidecektir, yoksa yanılıyor muyum?”
Neşeli Robin: “Bir kasap dostumu geri çevirmek olur mu hiç.” dedi. “Tabii ki sizlerle birlikte yemeğe giderim, benim sevgili kardeşlerim. Elimden geldiğince çabuk toparlanırım.”
Bunun üzerine, tüm etlerini sattıktan sonra tezgâhını kapattı ve birlikte büyük Lonca Salonu’na gittiler.
Şerif, birçok kasap içeri girerken, çoktan oradaydı. Robin ve yanındakiler ise o sırada Robin’in anlattığı neşeli bir şakaya gülerek içeri giriyorlardı. Şerif’in yanındakiler kulağına eğilerek fısıldadılar:
“Şuradaki herif, delinin teki. Bugün bir peniye, bizim üç peniye satabileceğimizden daha fazla et sattı. Üstelik hangi neşeli genç kız ona bir öpücük verdiyse hiç para almadan ona et verdi.”
Diğerleri de şöyle dedi:
“Bu adam kesin, topraklarını altın ve gümüş karşılığında satmış, şimdi de hepsini neşeyle harcamak isteyen bir savurgan.”
Bunları duyan Şerif, Robin’i kasap giysisi içinde tanımadan yanına çağırdı ve sağ yanına oturttu. Çünkü zengin ve genç mirasyedileri severdi. Özellikle de o mirasyedinin kesesini, kendi kutsal kesesine indirebileceğini düşündüğü zaman. Bu yüzden Robin’e çok kıymet veriyor, onunla diğerlerinden daha çok gülüyor ve konuşuyordu.
Sonunda yemek servise hazırdı ve Şerif, Robin’e şükran duası etmesini söyledi. Bunun üzerine Robin ayağa kalktı ve şöyle söyledi:
“Tanrı hepimizi kutsasın, bu evde her zaman taze et ve dolu bir çuval olsun. Tüm kasaplar da benim kadar dürüst adamlar olsun, bu hep böyle gitsin.”
Bu sözlere herkes kahkahalarla güldü, en çok da Şerif güldü çünkü kendi kendine: “Bu gerçekten de saf bir mirasyedi. Belki de bu aptalın sağa sola savurduğu paranın bir kısmını kendi keseme boşaltabilirim.” dedi. Sonra Robin’e yüksek sesle:
“Sen ne kadar neşeli bir genç delikanlısın, seni çok sevdim.” dedi ve Robin’in omuzuna vurdu.
O an Robin de yüksek sesle güldü. “Evet.” dedi. “Neşeli delikanlıları sevdiğinizi biliyorum. Çünkü neşeli Robin Hood’u atış müsabakasına davet edip ona atışları için parlak, altın bir ok vermiştiniz değil mi?”
Bunun üzerine Şerif ve tüm kasap loncası ciddileşti. Öyle bir sessizlik oldu ki Robin’den başka kimse gülmedi, yalnızca bazıları birbirlerine sinsice bakışlar attı.
“Hadi, bize biraz içki koyun artık!” diye bağırdı Robin. “Geçici vaktimizi neşeli geçirelim derim. Sonuçta insan topraktan ibarettir; iyi kalpli Swanthold’un da dediği gibi, insanın yalnızca solucanlara yem olana kadar burada yaşayacak bir süresi vardır. O yüzden hayat neşeli geçsin. Hayır, dudağınızı bükmeyin lütfen, Bay Şerif. Kim bilir belki de daha az içki içip göbeğinizdeki yağlardan ve beyninizdeki uyuşukluktan kurtulursanız Robin Hood’u yakalayabilirsiniz. Neşeli ol, dostum.”
Bu sözlerden sonra Şerif yine güldü ama bu şakadan hiç de hoşlanmış gibi değildi. Kasaplar kendi aralarında şöyle dediler: “Daha önce hiç bu kadar çılgın ve yürekli bir delikanlı görmedik. Şerif’i kesin delirtecek.”
“Şimdi, kardeşlerim!” diye bağırdı Robin. “Yalnızca neşeli olun! Hayır, hayır! Sakın kuruşlarınızı saymayın çünkü iki yüz paunda mal olsa bile bu ziyafeti ben ödeyeceğim. Kimse dudağını büküp kesesini kontrol etmesin. Çünkü yemin ederim ki ne bir kasap ne de Şerif bu ziyafet için tek kuruş bile ödemeyecek.”
“Sen gerçekten oldukça neşeli birisin.” dedi Şerif. “Paranı bu kadar rahat harcadığına göre çok sayıda boynuzlu hayvanın ve birçok arazin olmalı.”
“Evet, var.” dedi Robin, yine yüksek sesle gülerek. “Benim ve kardeşlerimin beş yüz ve daha fazla boynuzlu hayvanı var. Hiçbirini satamadık, yoksa kasap olamazdım. Toprağıma gelince, kâhyama arazimin kaç dönüm ettiğini hiç sormadım.”
Bunun üzerine Şerif’in gözleri iyice parladı ve kendi kendine kıkırdadı. “Ah, iyi kalpli genç.” dedi. “Eğer sığırlarını satın alacak birini bulamadığın için satamadıysan bu adam ben olabilirim. Çünkü neşeli gençleri pek severim ve böyle birine hayat yolunda yardım etmek isterim. Şimdi boynuzlu sığırların için ne kadar istiyorsun?”
“Şey.” dedi Robin. “En az beş yüz paunt ederler.”
“Hayır.” diye cevap verdi Şerif yavaşça ve sanki kendi içinde hesap yapıyormuş gibi. “Seni sevdim ve sana yardımcı olmak isterim. Ama beş yüz paunt büyük bir miktar; ayrıca yanımda o kadar yok. Yine de hepsi için sana üç yüz paunt veririm, hem de altın ve gümüş olarak.”
“Seni yaşlı cimri!” dedi Robin. “Bu kadar boynuzlu sığırın yedi yüz paunt hatta daha fazla edeceğini ve bunun bile onlar için çok az olduğunu gayet iyi biliyorsun. Ama yine de kırlaşmış saçların ve bir ayağın mezarda hâlinle taze bir delikanlının saflığı üzerinden ticaret yapmaya kalkıyorsun.”
Bunun üzerine Şerif, Robin’e ters ters baktı. “Yapma.” dedi Robin. “Bana ağzında ekşimiş bira varmış gibi bakma lütfen, dostum. Teklifini kabul edeceğim çünkü benim ve kardeşlerimin gerçekten paraya ihtiyacı var. Neşeli bir yaşam sürüyoruz ve kimse tek kuruşu olmadan neşeli bir yaşam süremez; bu yüzden pazarlığı burada kapatıyorum. Ama yanında üç yüz paundu getirmeyi unutma sakın, bu kadar kurnazca pazarlık yapan birine güvenemem.”
“Parayı getireceğim.” dedi Şerif. “Peki, senin adın ne delikanlı?”
“Bana Locksleyli Robert derler.” dedi cesur Robin.
“Öyleyse, Locksleyli Robert.” dedi Şerif. “Bugün mutlaka senin boynuzlu hayvanlarını görmeye geleceğim. Ama önce kâtibim satış için bir kâğıt hazırlasın çünkü ben hayvanları almadan sen de benim paramı alamazsın.”
Robin Hood yine güldü. Şerif’le sertçe el sıkışarak: “Dediğin gibi olsun.” dedi. “Gerçekten kardeşlerim paran için sana minnettar olacaklar.”
Pazarlık böylece sona erdi ama kasapların çoğu kendi aralarında, Şerif’in zavallı ve savurgan bir genci bu şekilde kandırmasının alçakça bir dolandırıcılık olduğunu söylediler.
Öğleden sonra Şerif atına bindi ve atıyla arabasını iki mark karşılığında bir tüccara sattığı için onu yaya olarak bekleyen Robin Hood’un yanına geldi. Sonra Şerif atının üstünde, Robin de yanında yürüyerek yola koyuldular. Böylelikle Nottingham kasabasından çıkıp tozlu ana yol boyunca ilerlediler. Yol boyunca sanki eski dostlarmış gibi birlikte gülüp şakalaştılar. Ama Şerif sürekli içinden: “Bana Robin Hood konusunda yaptığın şaka sana pahalıya mal olacak benim saf dostum, dört yüz paunt kadar pahalıya, seni aptal.” diyordu. Çünkü yaptığı pazarlıkla en az bu kadar kârda olduğunu düşünüyordu.
Bu şekilde Sherwood Ormanı’nın sınırına gelene kadar yollarına devam ettiler. Şerif bir aşağı bir yukarı, bir sağına bir soluna bakındı, sustu ve gülmeyi kesti. “Tanrı’nın melekleri ve azizleri bizi Robin Hood denen hayduttan korusun.” dedi.
Robin, yüksek sesle güldü. “Merak etme.” dedi. “İçini rahat tutabilirsin çünkü Robin Hood’u iyi tanırım; benim yanımdayken tehlikede olduğunu düşünmene gerek yok.”
Bunun üzerine Şerif, Robin’e kuşkulu gözlerle baktı ve kendi kendine: “Bu cesur kanun kaçağını bu kadar iyi tanıyor olman hiç hoşuma gitmedi; ah, keşke şu Sherwood Ormanı’ndan bir çıksaydım.” dedi.
Yine de ormanın gölgeli bölgelerinin derinliklerine doğru ilerlediler. Onlar derine girdikçe, Şerif daha da sessizleşiyordu. Yolun ani bir viraj aldığı yere geldiler ve önlerine bir geyik sürüsü çıktı, patikadan geçip gitti. Robin Hood, Şerif’e yaklaştı ve parmağıyla işaret ederek: “İşte bunlar benim boynuzlu hayvanlarım, Şerif Bey. Onları nasıl buldunuz? Şişman ve güzeller değil mi?” dedi.
Bunun üzerine Şerif hızla dizginleri çekti. “Bak dostum.” dedi. “Keşke bu ormana hiç girmeseydim çünkü senin yoldaşlığından hoşlanmadım. Lütfen artık sen kendi yoluna git sevgili dostum ve bırak, ben de kendi yoluma gideyim.”
Robin yalnızca güldü ve Şerif’in dizginlerini yakaladı. “Hayır, hayır!” diye bağırdı. “Biraz daha kal lütfen. Çünkü benimle birlikte bu güzel boynuzlu hayvanların sahibi olan kardeşlerimi de görmeni isterim.”
Böyle söyleyerek borazanını ağzına götürdü ve üç kez üfledi; az sonra başlarında Küçük John olan yaklaşık yüz tane gürbüz delikanlı, ağaçların aralarından sıçrayarak patikadan yukarı çıktılar.
“Ne oldu efendimiz?” diye sordu Küçük John.
“Ne?” diye yanıtladı Robin şaşkınlıkla. “Bugün bizimle ziyafet çekmeye gelen bir dost getirdiğimi görmüyor musun? Ne utanç verici! İyi yürekli, saygıdeğer efendimiz olan Nottingham Şerifi’ni tanımadın mı yoksa? Dizginini al bakalım, Küçük John. Çünkü Şerif bugün bizim ziyafetimize gelerek bizi onurlandırdı.”
Neler döndüğünü anlayan herkes gülümsemeden ya da alay ediyor gibi görünmeden mütevazılıkla şapkalarını çıkarırken Küçük John da dizginleri eline aldı ve güçlü atı ormanın derinliklerine doğru sürdü; herkes sırayla ilerliyordu. Robin Hood da elinde tuttuğu şapkasıyla Şerif’in tam yanındaydı.
Bütün bunlar olurken Şerif tek kelime edemedi, yalnızca uykudan yeni uyanmış biri gibi şaşkınlık içinde etrafına bakınıyordu. Ama kendisini Sherwood’un derinliklerine doğru giderken bulduğunda yüreği ağzına geldi çünkü “Canımı bağışlasalar bile üç yüz paundumu elimden alacakları kesin, sonuçta birçok kez canlarına kastettim.” diye düşündü. Ancak herkes oldukça alçak gönüllü ve uysal görünüyordu; ne can ne de para tehlikesi ile ilgili bir şey söz konusu değildi.
Sonunda Sherwood Ormanı’nın, soylu bir meşenin dallarının genişçe açıldığı o kısmına vardılar. Meşenin altında da yosundan yapılmış bir koltuk bulunuyordu. Robin bu koltuğa oturdu, Şerif’i de sağ başına oturttu. “Hadi bakalım, neşeli adamlarım.” dedi. “Elimizdeki etin de şarabın da en iyisini getirin çünkü Şerif hazretleri bugün Nottingham Lonca Salonu’nda bana güzel bir ziyafet verdi, dolayısıyla ben de onu eli boş göndermek istemem.”
Bütün bu süre boyunca Şerif’in parası hiç söz konusu olmamıştı, bu yüzden Şerif cesaretini toplamaya başlamıştı. “Belki de.” dedi kendi kendine. “Robin Hood, yaşananları unutmuştur.”
Çok geçmeden ormanın derinliklerinde parlak ateşler çıtırdamaya başladı. Tatlı tatlı kızaran geyik eti ve yağlı horozların lezzetli kokuları tüm ormana yayılıp etli börekler ateşin yanında iyice ısınırken Robin Hood, Şerif’i gerçek anlamda eğlendirdi. Öncelikle birkaç çift sırıklı öne çıktı; oyunda o kadar kurnazlardı, o kadar çevik darbe ve savuşturmalar yapıyorlardı ki bu türden heyecanlı sporları izlemekten büyük keyif alan Şerif, nerede olduğunu bile unutarak alkışlamaya, yüksek sesle tezahürat yapmaya başladı. “İyi vuruş! İyi vuruştu, seni kara sakallı adam!” diye bağırdı. Alkışladığı adamın, Robin Hood’a emrini uygulatmak için bizzat gönderdiği tenekeci olduğunun farkında bile değildi.
Sonra birkaç adam geldi ve yeşil çimenlerin üzerine sofra bezleri serip âdeta bir kraliyet ziyafeti yığdılar. Diğer adamlar da kaliteli biralarla dolu bira fıçılarını getirip bezlerin üzerine, küpler içinde koydular ve küplerin üzerlerine de içki boynuzları taktılar. Herkes sofranın başına oturdu ve güneş batıncaya, yarım ay tepedeki ağaçların yaprakları arasında soluk bir ışıkla parlayıncaya kadar birlikte neşeyle yemek yiyip bira içtiler.
Vakit ilerleyince Şerif ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“Bugün bana sunduğunuz bu neşeli ziyafet için hepinize çok teşekkür ederim yiğit delikanlılar. Beni çok nazik bir şekilde ağırladınız; şanlı Kral’ımıza ve onun Nottinghamshire’daki cesur vekiline ne kadar saygı duyduğunuzu çok iyi gösterdiniz. Ama artık gölgeler uzuyor ve karanlık çökmeden gitmeliyim yoksa ormanda kaybolurum.”
Robin Hood ve neşeli adamları da ayağa kalktılar. Robin, Şerif’e:
“Eğer gitmeniz gerekiyorsa tabii ki gitmelisiniz saygıdeğer efendim ama bir şeyi unuttunuz.” dedi.
Şerif:
“Hayır, hiçbir şey unutmadım.” dedi. Ama yine de yüreği ağzına gelmişti.
“Yok, bence bir şeyi unuttun.” dedi Robin. “Burada, yeşil orman içerisinde neşeli bir han işletiyoruz, misafirimiz olan da bunun hesabını ödemeli.”
Bunu duyan Şerif kahkaha attı ama oldukça sahteydi. “Evet tabii, neşeli çocuklar.” dedi. “Bugün birlikte hoş vakit geçirdik ve zaten benden istememiş olsaydınız bile geçirdiğim bu güzel eğlence için size birkaç paunt verirdim.”
Robin, ciddi bir tavırla: “Hayır.” dedi. “Sizin saygınlığınıza böyle kabalık etmek bize yakışmaz. Kral’ın vekilinden en az üç yüz paunt alamazsam insan içine çıkmaya utanırım. Haksız mıyım, benim neşeli dostlarım?”
Sonra herkes yüksek sesle:
“Haklısın!” diye bağırdı.
“Üç yüz paunt demek ha!” diye kükredi Şerif. “Siz dilenciler bırakın üç yüz paundu, üç paunt bile edebileceğinizi mi sanıyorsunuz?”
“Hayır.” dedi Robin ciddiyetle. “Bu kadar fevri olmayın efendim. Bugün neşeli Nottingham kasabasında bana verdiğiniz güzel ziyafet için seni severim ama burada seni o kadar sevmeyenler de var. Eğer şu kıyafetlerin altına bakarsanız, size karşı pek de sevgi beslemeyen Will Stutely’yi göreceksiniz. Üstelik burada tanıyamadığınız iki cesur adam daha var. Bir süre önce Nottingham kasabası yakınlarındaki bir kavgada yaralandılar; ne zaman olduğunu siz bilirsiniz. Bir tanesi bir kolundan ağır yaralandı ancak onu yeniden gayet iyi kullanabiliyor. Sevgili Şerif, benden sana tavsiye; daha fazla uzatmadan borcunu öde yoksa senin için gerçekten kötü olabilir.”
O konuştukça Şerif’in beti benzi attı, hiçbir şey söylemeden yere baktı ve alt dudağını kemirdi. Sonra yavaşça dolu kesesini çıkardı ve önündeki bezin üzerine attı.
“Keseyi al bakalım, Küçük John.” dedi Robin Hood. “Bak bakalım, hesap doğru mu değil mi? Şerif’imizden kuşku duymayız tabii ama paranın tamamını ödemediğini görürse bu hoşuna gitmeyebilir.”
Sonra Küçük John parayı saydı, kesede gümüş ve altın olarak üç yüz paunt olduğunu gördü. Şerif için ise parlak paranın her şıngırtısı sanki damarlarından akan bir damla kanmış gibi geldi. Tüm paranın bir yığın gümüş ve altın hâlinde sayıldığına emin olduktan sonra hemen arkasını döndü ve sessizce atına bindi.
Robin:
“Daha önce hiç bu kadar önemli ve saygıdeğer bir konuğumuz olmamıştı!” dedi. “Gün ilerleyince genç adamlarımdan birini ormandan çıkmana yardım etmesi için yollayacağım.”
“Aman Tanrı korusun!” diye bağırdı Şerif, telaşla. “Yardım almadan da kendi yolumu bulabilirim, sağ ol iyi yürekli adam.”
“O zaman sana yolu ben göstereceğim.” dedi Robin ve Şerif’in atını dizginlerinden tutarak ormanın ana yoluna doğru götürdü. Onu bırakmadan önce:
“Şimdi sana iyi yolculuklar, sevgili Şerif; bir dahaki sefere saf bir savurganın malını yağmalamayı düşündüğünde Sherwood Ormanı’ndaki ziyafetini hatırlarsın. Bilge dostumuz Swanthold’un dediği gibi: ‘Dişini saymadan at alınmaz.’ Bir kez daha iyi yolculuklar.”
Sonra elini atın sırtına vurdu ve kendisi ormanın derinliklerine doğru, Şerif ise ormandan dışarı doğru yollarına dağıldılar.
Şerif, Robin Hood’a ilk bulaştığı güne acı acı hayıflandı çünkü şimdi herkes ona gülüyordu. Ülkenin dört bir yanındaki halk, Şerif’in nasıl kendi ayaklarıyla soyulmaya gittiğine ve eve nasıl çarpılmış olarak döndüğüne dair birçok türkü yazıp söyledi. Sonuçta bazen insanlar, doyumsuzluk ve üçkâğıtçılıkta kendilerini aşıyorlar.

Küçük John Nottingham Panayırına Gidiyor
Sherwood’daki Şerif ziyafetinden bu yana bahar ve yaz geçip gitmiş, ekim ayı gelmişti. Hava serin ve tazeydi; hasatlar evlere toplanmış, kuşlar yavrulamış, ekinler yolunmuş ve elmalar olgunlaşmıştı. Zamanın her şeyi yumuşatmasına, insanların artık Şerif’in satın alacağını sandığı boynuzlu hayvanlardan bahsetmez olmasına rağmen Şerif, bu konuda hâlâ kızgındı ve Robin Hood’un adının kendi huzurunda anılmasına bile dayanamıyordu.
Ekim ayıyla birlikte Nottingham kasabasında her beş yılda bir kutlanan ve ülkenin dört bir yanından halkın akın akın geldiği büyük panayır zamanı gelmişti. Böyle zamanlarda okçuluk her zaman ana spor olurdu çünkü Nottinghamshirelı yiğitler okçulukta çok iyilerdi. Ancak bu yıl Şerif, Robin Hood ve çetesinin panayıra gelmesinden korktuğu için panayır ilanını yayımlamadan önce uzun bir süre tereddüt etti. İlk başta aklının bir köşesinde panayırı hiç ilan etmemek vardı ama bir yandan da insanların ona daha da çok güleceğini ve aralarında Robin Hood’dan korktuğunu konuşacaklarını düşündü, bu yüzden bu düşünceyi bir kenara bıraktı. Sonra anlamsız bir ödül koymayı, böylece Robin Hood ve okçularının bu ödül için atış yapmayı istemeyeceklerini düşündü. Böyle zamanlarda âdet, elli mark ya da bir fıçı bira ödül vermekti ama bu yıl en iyi okçuya, iki gürbüz dananın ödül verileceğini ilan etti.
Robin Hood ilan edilen ödülü duyunca çok sinirlendi ve şöyle dedi: “Bu Şerif de öyle bir ödül ilan etti ki ahmak çobanlardan başka kimse bu ödül için atış yapmaz! Neşeli Nottingham kasabasında bir müsabakaya daha katılmayı öyle çok isterdim ki ama bu ödülü kazanmamın bana ne bir faydası var ne de keyifli bir tarafı.”
O an Küçük John lafa karıştı:
“Hayır, dinleyin efendimiz.” dedi. “Daha bugün Will Stutely, Doncasterlı genç David ve ben Mavi Domuz Hanı’ndaydık. Orada bu neşeli panayırla ilgili tüm haberleri ve Şerif’in biz Sherwoodlular panayıra gelmeyi umursamayalım diye bu ödülü ilan ettiğini duyduk. Bu yüzden, efendim eğer izin verirseniz, gidip Nottingham kasabasında atış yapacak yiğitlerin arasında bu zavallı şeyi bile kazanmak için atış yapmak isterim.”
“Hayır, Küçük John.” dedi Robin. “Kuvvetli bir adamsın ama Will Stutely kadar kurnaz değilsin ve tüm Nottinghamshire önünde sana bir zarar gelmesini istemem. Yine de eğer gitmeyi çok istiyorsan kılık değiştir ki orada seni tanıyanlar olmasın.”
“Öyle olsun, efendimiz.” dedi Küçük John. “Kılık değiştirmek için bu asker yeşili yerine iyi bir kırmızı giysi giymem yeterli olur. Ceketimin kapüşonunu başıma çekeceğim, böylece kahverengi saçlarımı ve sakalımı gizleyecek. O zaman kimsenin beni tanımayacağına inanıyorum.”
“Bu, benim isteğim dışında.” dedi Robin Hood. “Yine de eğer istiyorsan git ama görünüşüne ve kendine dikkat et, Küçük John. Çünkü sen benim sağkolumsun ve sana zarar gelmesine dayanamam.”
Böylece Küçük John, kırmızı giysilerini giydi ve Nottingham kasabasındaki panayıra doğru yola çıktı.
Nottingham’daki bu panayır günleri çok neşeli geçerdi; şehrin büyük kapısının önündeki yeşillik, sıra sıra dizilmiş tezgâhlarla doluydu. Üzerleri flamalar ve çiçek çelenkleriyle süslenmiş rengârenk çadırlar vardı. Halkın hem asil hem de sıradan kesimi her yandan toplanmıştı. Bazı tezgâhlarda neşeli bir müzik eşliğinde dans ediliyor, bazılarından biralar akıyor, bazılarında da lezzetli kekler ve arpa şekerleri satılıyordu. Tezgâhların dışında da çeşitli spor müsabakaları yapılıyor; bir ozan arp çalarak eski zamanların türkülerini söylüyor ya da pehlivanlar talaştan yapılmış bir ringde birbirleriyle güreşiyorlardı. Ama insanlar en çok iri yarı adamların sırık dövüşü yaptıkları yüksek bir sahnenin etrafında toplanıyordu.
Böylece Küçük John panayıra geldi. Pantolonu ve cübbesi kıpkırmızıydı, başında da kırmızı tüylü bir şapka vardı. Omuzlarına porsuk ağacından yapılmış sağlam bir yay asmıştı ve sırtında da sağlam oklarla dolu bir sadak vardı. Pek çok kişi bu iri yarı, uzun boylu adama bakmak için döndü; çünkü omuzları orada bulunan herkesten en az bir avuç içi kadar daha genişti ve diğer tüm adamlardan bir baş daha uzun duruyordu. Genç kızlar da daha önce hiç bu kadar şehvetli bir genç görmedikleri için onu dikkatle süzüyorlardı.
Her şeyden önce hemen biranın satıldığı tezgâha gitti ve tezgâhın üzerine çıkarak etraftakilere gelip kendisiyle birlikte içmeleri için seslendi. “Hey, neşeli beyler!” diye bağırdı. “Kim bu koca adamla bira içmek ister? Hepiniz gelin! Gelin! Biraz neşelenelim yahu! Çünkü gün keyifli, biranın köpüğü de lezzetli. Buraya gelin hadi, sen, sen ve sen de. Çünkü biriniz bile bir kuruş ödemeyecek. Hayır, geri dönün ey gürbüz dilenci ve ey neşeli tenekeci çünkü herkes benimle neşelensin isterim.”
Böyle bağırmaya devam etti ve kahverengi bira akarken herkes neşeyle etrafına toplandı. Küçük John’un yiğit bir adam olduğunu düşündüler ve her biri onu kendi kardeşi gibi sevdiğine yemin etti. Çünkü insan, beleşe eğlendiği zaman herkesi sever.
Sonra John, sırık oynanan platforma doğru yürüdü, sırık dövüşlerini en az et ve içki kadar severdi. Burada, ülkenin her yanında günlerce türkülere konu olan bir macera yaşandı.
Ringde, çıkan herkesin kafasını kıran bir adam vardı. Bu, adı tüm taşradaki türkülerde söylenen meşhur Lincolnlü Eric’ti. Küçük John ringe ulaştığında, dövüşecek kimse bulamadı. Sadece sırığını sallayarak platformda bir aşağı bir yukarı yürüyen ve gür bir sesle bağıran cesur Eric’i gördü:
“Şimdi kim gelip iyi bir Lincolnshire delikanlısıyla en beğendiği kız için çarpışır? Böyle nasıl, beyler? Yaklaşın! Yaklaşın! Yoksa buralarda genç kızların gözlerinden yeterince ışıltı çıkmıyor mu? Ya da Nottingham delikanlılarının kanı durgun ve soğuk mu akıyor? Lincoln, Nottingham’a karşı! Çünkü bugün Lincoln’de, sırık oyuncusu diyeceğimiz hiç kimse henüz bu ringe ayak basmadı.”
Bunun üzerine herkes, bir diğerini dirseğiyle dürterek: “Yürü be Ned!” ya da “Yürü be Thomas!” diyordu ama hiçbir delikanlı bir kız uğruna kırık bir kafayla ringden inmek istemiyordu.
Bir süre sonra Eric, Küçük John’un diğerlerinin arasından sivrildiğini gördü. Hepsinden bir omuz mesafesi ve kafa boyu üstündü. Yüksek sesle ona seslendi:
“Hey, sen! Uzun bacaklı, kırmızı giysili adam! Omuzların geniş, kafan da kocaman; yoksa burada uğruna sırığı eline alabileceğin kadar güzel bir kız mı yok? Doğrusu, Nottingham erkeklerinin yürekleri ve cesaretleri olmadığı için kas ve etten ibaret olduklarını düşünüyorum! Şimdi, seni koca adam, Nottingham için sırık sallayacak mısın sallamayacak mısın?”
“Ah şimdi burada kendi güzel sırığım olsaydı, şu arsız palavracının kafasını kırmak beni çok memnun ederdi! Sesi kesilse çok iyi olurdu!”
İlk başta sakin konuşup sakin hareket ediyordu ama sonunda öfkesi tepeden aşağı yuvarlanan büyük bir taş gibi ilerledi ve iyice sinirlendi.
Lincolnlü Eric, yüksek sesle güldü. “Benimle erkek erkeğe adil bir karşılaşma yapmaktan korkan birine göre iyi konuştun.” dedi. “Arsız olan sensin ve eğer bu tahtalara ayak basmaya cesaret edersen o arsız dilini, dişlerinin arasından çekip koparırım!”
“Pekâlâ.” dedi Küçük John. “Bu adamın cesaretini denemem için bana sağlam sırığını ödünç verecek bir adam yok mu?” Bunun üzerine yarım deste adam sırıklarını ona uzattı. O da içlerinden en sağlam ve en ağır olanını seçti. Sırığa yukarıdan aşağı bakarak:
“Elimde yalnızca dandik bir odun parçası var, arpa samanı gibi bir şey bu ama sanırım işime yarayacaktır. Hadi bakalım.” dedi.
Bunun üzerine, sırığı standın üzerine fırlattı ve ardından hafifçe sıçrayıp standa çıkarak tekrar eline aldı.
Yerlerini aldılar ve oyunu yöneten kişi “Başlayın!” diye bağırana kadar rakiplerini bakışlarıyla ölçtüler. Talimat üzerine her biri, sırığını sıkıca kavrayarak ileri atıldı. Etraftaki seyirciler, Nottingham kasabasının gördüğü en sağlam sırık dövüşünü izliyorlardı. İlk başta Lincolnlü Eric kolay bir avantaj elde edeceğini düşündü ve “İyi izleyin güzel yürekli insanlar, bu işe yaramaz horozu nasıl hızlı bir şekilde alt ettiğimi görün.” der gibi öne çıktı. Ama kısa süre sonra bunun o kadar da hızlı olmayacağını gördü. Büyük bir ustalıkla vurdu ama Küçük John’dan karşı hamleler geliyordu. Bir, iki, üç kez vurdu ve Küçük John üçünde de darbeleri sol veya sağ eline çevirdi. Sonra çevik bir ters vuruşla Eric’in gardının altına öyle kurnazca vurdu ki Eric neye uğradığını şaşırdı. Eric, aklını başına toplamak için geri çekilirken kalabalığın içinden coşkulu bir çığlık sesi yükseldi ve herkes, Nottinghamlının Lincolnlü Eric’in kafasını kırmasına sevindi; böylece oyunun ilk karşılaşması sona erdi.
Kısa süreli bir moladan sonra oyunun hakemi tekrar “Başlayın!” diye bağırdı ve tekrar bir araya geldiler. Ama Eric bu sefer temkinli oynuyordu çünkü rakibinin kuvvetli olduğunu görmüş ve ayrıca aldığı tatlı darbeyi de unutmamıştı. Bu yüzden bu dövüşte ne Küçük John ne de Lincolnlü adam, rakibinin savunması karşısında bir vuruş yakalayabildi. Bir süre sonra tekrar ayrıldılar, bu da böylece ikinci karşılaşmanın sonu oldu.
Sonra üçüncü kez bir araya geldiler ve Eric, ilk başta, daha önce olduğu gibi dikkatli olmaya çalıştı. Ama darbeleri bu kadar engellendiği için çılgına döndü ve birdenbire o kadar şiddetli, seri darbeler yağdırmaya başladı ki etraftan çatı katındaki dolu sesi gibi takırtı sesleri yükseldi. Ama her şeye rağmen, Küçük John’un savunmasını geçemedi. Sonunda Küçük John bir fırsatını buldu ve bunu akıllıca değerlendirdi. Bir kez daha, hızlı bir darbeyle Eric’in başının yanına vurdu ve Eric daha kendini toparlayamadan, Küçük John sağ elini sol elinin üzerine kaydırarak savurduğu bir darbeyle rakibinin başına öyle bir vurdu ki Eric bir daha asla hareket edemeyecekmiş gibi yere serildi.
O an halk öyle bir bağırmaya başladı ki civardaki insanlar neler olduğunu görmek için koşarak geldiler. Küçük John, stanttan aşağı atladı ve sırığı, kendisine ödünç veren kişiye geri verdi. Böylece Küçük John ile Lincolnlü Eric arasındaki meşhur dövüş de sona ermiş oldu.
Ama artık ok atışı yapacak olanların yerlerini alma zamanı gelmişti; insanlar atış yapılacak yerlere doğru akın etmeye başladılar. Hedeflere yakın bir noktada, iyi bir konumda, Şerif yüksek bir kürsünün üzerinde oturuyordu. Etrafında da üst tabakadan pek çok insan vardı. Okçular yerlerini aldıktan sonra görevli öne çıktı ve oyunun kurallarını, herkesin üç atış yapması gerektiğini, en iyi atışı yapana iki gürbüz sığır ödülü verileceğini ilan etti. Alanda pek çok cesur atıcı toplanmıştı. Aralarında Lincoln ve Nottinghamshire’da okçuluğuyla meşhur kişilerden bazıları da bulunuyordu. Küçük John, uzun boyuyla diğerleri arasından sıyrılıyordu. Bazıları “Kim bu kırmızılar içindeki yabancı?” diye sorarken diğerleri de “Lincolnlü Eric’in kafasını kıran adam bu.” diye cevap verdiler. Halk kendi arasında böyle konuşuyordu, ta ki sonunda dedikodular Şerif’in bile kulağına gidene kadar.
Kurallar ilan edildikten sonra her okçu tek tek öne çıkıp sırayla atış yaptı; her biri iyi atış yapmasına rağmen Küçük John hepsinden daha iyiydi. Çünkü tam üç kez çemberin içinden vurdu ve bir kez de tam merkez noktadan sadece bir arpa boyu uzaklıkta atış yaptı. Halk “Hey, uzun okçu!” diye tezahürat yapmaya başladı. Hatta aralarından bazıları “Hey Reynold Greenleaf!” diye bağırdı çünkü Küçük John o gün kendisini herkese böyle tanıtmıştı.
Şerif, oturduğu yerden inip okçuların durduğu yere geldi; onun geldiğini gören herkes saygıyla şapkasını çıkardı. Küçük John’a dikkatle baktı ama onu tanımıyordu, yine de bir süre sonra; “Nasılsın sevgili dostum, sanki seni bir yerlerden tanıyor gibiyim.” dedi.
“Belki bir yerlerde görüşmüşüzdür.” dedi Küçük John. “Çünkü ben sizi sık sık görüyorum, efendimiz.” Konuşurken Şerif’in gözlerinin içine öyle dikkatli baktı ki Şerif onun kim olduğundan hiç şüphelenmedi.
“Sen oldukça cesur bir delikanlısın dostum.” dedi Şerif. “Bugün Lincoln’e karşı Nottinghamshire’ın namını çok iyi koruduğunu duydum. Adın nedir bakalım sevgili dostum?”
“İnsanlar bana Reynold Greenleaf derler, efendim.” dedi Küçük John ve adının geçtiği eski bir türkü sözü ekledi:
Gerçekten de yeşil bir yapraktı,
Ama Şerif ne tür bir ağaçtan geldiğini bilmiyordu.
“Şimdi, Reynold Greenleaf.” dedi Şerif. “Sen gözlerimin şimdiye kadar gördüğü en iyi okçusun, tabii o düzenbaz Robin Hood’u saymazsak! Hizmetime katılmak ister misin dostum? Yılda üç takım elbise, iyi yemekler ve içebildiğin kadar birayla iyi bir maaş alacaksın. Ayrıca her Aziz Michael Yortusu’nda sana kırk mark ödeyeceğim.”
Küçük John, Şerif’in hizmetine girerse neşeli şaka malzemeleri bulabileceğini düşündüğü için:
“Burada özgür bir adam olarak durduğuma göre hizmetinizde seve seve bulunmak isterim.” dedi.
Şerif:
“Semiz sığırları gerçekten de bileğinin hakkıyla kazandın.” dedi. “Böyle bir çalışan kazanmış olmanın şerefine, ödülüne kaliteli bir mart birası da ekleyeceğim. Çünkü en az Robin Hood’un kendisi kadar iyi ok attığını düşünüyorum.”
“Öyleyse.” dedi Küçük John. “Kendimi sizin hizmetinize sokmuş olmanın sevinciyle, yağlı sığırlar ve kahverengi birayı bütün bu iyi insanlara vereceğim.” Bunun üzerine büyük bir çığlık koptu, hatta pek çok kişi bu ödülün sevinciyle şapkalarını havaya fırlattı.
Sonra herkes el ele verdi; bazıları büyük ateşler yakıp sığır etlerini kızarttı, bazıları da bira doldurdu ve herkes bu şekilde eğlendi. Yiyebildikleri kadar yiyip içtikten, gün batıp da Nottingham kasabasının çatıları üzerinde kızıl ve yuvarlak bir ay doğduktan sonra, el ele verip gaydalarla arpların tınısı eşliğinde, ateşlerin etrafında dans ettiler. Ancak bu eğlence başlamadan çok önce Şerif ve yeni hizmetkârı Reynold Greenleaf, Nottingham Kalesi’ne çoktan gelmişlerdi.

Küçük John, Şerif’in Hizmetinde Ne Yaşadı?
Böylece Küçük John, Şerif’in hizmetine girmiş oldu; Şerif onu sağkolu yaptığı ve ona büyük misafirperverlikte bulunduğu için orada sürdürdüğü yaşamı çok rahat buldu. En iyi ziyafet sofralarında Şerif’in yanında oturuyor, ava çıktığında atının yanı başında at biniyordu; böylece biraz avlanmak, biraz şahincilik, iyi yemekler yemek, kaliteli fıçılardan biralar içmek ve sabahın geç saatlerine kadar uyumak derken, ahırda durmadan beslenen bir öküz kadar şişmanladı. Her şey bu şekilde ilerlerken Şerif’in ava çıktığı bir gün, o kusursuz rahatlığını bozan bir şey yaşandı.
O sabah Şerif ve diğer birçok adamı, ava çıkmak üzere, bazı soylularla buluşmak için yola çıkmışlardı. Şerif her yerde iyi okçusu Reynold Greenleaf’i aradı, bulamayınca da canı sıkıldı çünkü Küçük John’un becerilerini soylu dostlarına göstermek istiyordu. Küçük John ise o sırada yatağında uzanmış, güneş gökyüzünün tepesine yükselene kadar hararetle horlamıştı. Sonunda gözlerini açtı ve etrafına bakındı ama kalkmak için hareket bile etmedi. Güneş pencereden içeri pırıl pırıl parlıyordu ve tüm hava, soğuk kış geçtiği ve bahar yeniden geldiği için duvarın etrafındaki hanımellerinin kokusuyla tatlanmıştı. Küçük John, bu güzel sabahta her şeyin ne kadar huzurlu ve keyifli olduğunu düşünerek öylece yatıyordu. Tam o sırada, uzaklardan belli belirsiz, ince fakat net bir borazan sesi duydu. Ses çok uzaktan geliyordu ama durgun bir çeşmeye düşen küçük bir çakıl taşı gibi Küçük John’un düşüncelerinin tüm huzurlu yanını kırdı ve ruhu birdenbire rahatsızlıkla doldu. Ruhu âdeta bir uykudan uyanır gibi oldu ve hafızası ona tüm neşeli yeşil orman hayatı anılarını geri getirdi. Kuşların bu ışıl ışıl sabahta ormanlarında nasıl neşeyle şarkı söylediklerini ve sevdiği dostlarının nasıl ziyafet çekip eğlendiklerini ya da belki de kasvetli konuşmalarla ondan bahsettiklerini düşündü. Çünkü Şerif’in hizmetine ilk girdiğinde, bunu bir şaka malzemesi olacağını düşünerek yapmıştı ama kış boyunca şöminenin sıcaklığı ve yemeklerin bolluğu, altı uzun ay geçene kadar Sherwood’a geri dönmesini günden güne ertelemesine sebep olmuştu. Ama şimdi iyi kalpli reislerini, dünyadaki herkesten daha çok sevdiği Will Stutely’yi ve tüm erkek sporlarında çok iyi eğittiği Doncasterlı genç David’i düşünüyordu. Böylece yüreğinde hepsine karşı büyük ve acı bir özlem oluştu, gözleri yaşlarla doldu. Sonra yüksek sesle şöyle dedi:
“Burada, ahırda beslenen bir öküze döndüm; tüm erkekliğim benden uzaklaşıyor, iyice tembel ve ahmak olmaya başladım. Ama derhâl kendime geleceğim ve bir kez daha sevgili dostlarımın yanına döneceğim, son nefesimi verene dek de onları bir daha asla terk etmeyeceğim.”
Böyle söyleyip yataktan fırladı çünkü artık bu tembellik hâlinden nefret ediyordu.
Aşağı indiğinde kiler kapısının yanında duran kâhyayı gördü; şişman bir adamdı ve kuşağında kocaman bir anahtar bohçası asılı dururdu. Küçük John:
“Hey, kâhya efendi! Şu an oldukça açım çünkü bütün bu keyifli sabah boyunca ağzıma bir lokma girmedi. Bu yüzden, hadi bana yemek verin.” dedi ona.
O an kâhya ona acımasızca baktı ve kuşağındaki anahtarları şıngırdattı. Şerif’in gözüne girdiği ve onun imkânlarından faydalandığı için Küçük John’dan nefret ediyordu.
“Demek açsınız, öyle mi Bay Reynold Greenleaf?” dedi. “Ah, sevgili delikanlı, eğer yeterince uzun yaşarsan, başıboş dolaşıp gereksiz uyuyanın midesinin boş olacağını öğreneceksin. Ne demiş atalarımız, Efendi Greenleaf: ‘İşleyen demir pas tutmaz.’ Öyle değil mi?”
“Seni gidi koca yağ tulumu!” diye bağırdı Küçük John. “Senden aptal bilgeliğini değil, yalnızca ekmek ve et istiyorum. Sen kim oluyorsun da beni yemek yemekten mahrum bırakıyorsun? Aziz Dunstan adına kemiklerini kırılmaktan kurtarmak istiyorsan, kahvaltımın nerede olduğunu söylesen iyi edersin!”
“Kahvaltınız kilerde, Bay Alev Topu.” diye cevap verdi kâhya.
“O zaman buraya getir!” diye bağırdı Küçük John, artık iyice sinirlenmişti.
“Git de kendin getir.” dedi kâhya. “Ben senin uşağın mıyım ki senin getir götürünü yapayım?”
“Diyorum ki git ve şu kahvaltıyı bana getir!”
“Ben de diyorum ki git, kendin getir!”
Küçük John öfkeyle:
“Öyle olsun, getireceğim, hem de hemen!” dedi.
Ve böyle söyleyerek kilere doğru yürüdü. Kapıyı açmaya çalıştı ama kapının kilitli olduğunu gördü; bunun üzerine kâhya güldü ve kuşağındaki anahtarları şıngırdattı. O an Küçük John’un öfkesi iyice taştı ve sıkılı yumruğunu kaldırarak kiler kapısına sağlam bir şekilde vurdu, üç panelli kapıyı kırdı. Öyle büyük bir açıklık yaratmıştı ki kolayca eğilip içinden geçebildi.
Kâhya, yaptığını görünce öfkeden deliye döndü. Küçük John, kilerin içine bakmak için eğildiğinde onu ensesinden yakaladı, anahtarlarıyla kafasına vurdu. Ancak bu darbe kulaklarının çınlaması ile sonuçlandı. Bunun üzerine Küçük John kâhyaya döndü ve ona tekrar öyle bir vurdu ki şişman adam yere düştü, bir daha hiç kıpırdayamayacakmış gibi orada öylece yattı.
“İşte.” dedi Küçük John. “Birine vurmadan önce iyi düşün ve bir daha asla aç bir adamdan güzel bir kahvaltıyı esirgeme.”
Böyle söyleyerek kilere girdi ve açlığını yatıştıracak bir şeyler olup olmadığına bakmak için etrafına bakındı. Büyük bir geyik etli börek ve iki kızarmış piliç gördü. Yanında da bir tabak yaban ördeği yumurtası duruyordu. Üstelik bir şişe şarap da vardı; aç bir adam için oldukça lezzetli bir manzaraydı. Bunları raflardan indirip bir masanın üzerine yerleştirdi ve iştahla tadını çıkarmaya hazırlandı.
Avlunun karşısındaki mutfakta bulunan aşçı, Küçük John’la kâhya arasındaki yüksek sesli konuşmaları ve Küçük John’un kâhyaya vurduğu darbeyi duyunca, avluyu koşarak geçip merdivenlerden yukarı, kâhyanın kilerinin bulunduğu yere çıktı. O sırada kâhya, aklını başına toplayıp ayağa kalkmıştı. Aşçı, kâhyanın kilerine geldiğinde onun, kırık kapıdan bir ziyafet hazırlığı yapan Küçük John’a, aç bir köpeğin kemiği olan bir diğer köpeğe baktığı gibi baktığını gördü. Kâhya, aşçıyı görünce yanına geldi ve bir kolunu onun omuzuna atarak:
“Ah benim sevgili dostum!” dedi. Aşçı uzun boylu, şişman bir adamdı. “O aşağılık, düzenbaz Reynold Greenleaf’in ne yaptığını görüyor musun? Efendimizin mallarını çaldı ve bana öyle bir vurdu ki öldüğümü sandım. İyi kalpli aşçı, seni çok severim, sen eski ve sadık bir hizmetkâr olduğun için her gün efendimizin en iyi şarabından iyi bir kâse vereceğim sana. Ayrıca, sevgili aşçı, sana hediye olarak verebileceğim on şilinim de var. Ama Reynold Greenleaf gibi aşağılık bir sonradan görmenin bu kadar cüretkâr davrandığını görmekten sen de nefret etmiyor musun?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/govard-payl/robin-hood-69428053/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
13 şilin ve 4 peniye eş değer bir İngiliz ve İskoç para birimi. (ç.n.)

2
Adam Bell, Clym of the Clough ve William of Cloudesley kuzey bölgesinin üç meşhur okçusu idi ve isimleri pek çok eski zaman efsanelerinde geçerdi. (ç.n.)

3
Küçük, ekşi elmalar. (ç.n.)

4
91,4 santimetrelik İngiliz uzunluk ölçüsü birimi. (ç.n.)

5
Maaşsız köleler. (ç.n.)
Robin Hood Говард Пайл

Говард Пайл

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Eski zamanların güzel İngiltere’sinde, Kral İkinci Henry’nin hüküm sürdüğü yıllarda, Nottingham kasabası yakınlarındaki Sherwood Ormanı’nın yemyeşil korularında, Robin Hood adında ünlü bir kanun kaçağı yaşardı. İşte böyle başlıyor Robin Hood’un hikâyesi… Bir ormancıyı öldürdüğü için kanun kaçağına dönüşen ve yanına topladığı adamlarıyla “neşe içinde” bir hayat süren Robin Hood’un başından bela hiç eksik olmuyor. Ama o ve adamları korku nedir bilmediklerinden her tehlike onlar için bir maceraya dönüşüyor. Zenginden alıp yoksula dağıtan, kadınlara asla zarar vermeyen bu çete, bir gün Kral Richard’ı bile yaşadıkları ormanda ağırlıyor ki yiğitliğin ve cesaretin bu derece itibar görmesi pek de akla sığar şey değil. Maceraperest ruhlarını hiçbir zaman yitirmeyen bu neşeli adamların serüvenlerini okurken Pyle, yaşadığımız dünyayı unutmamızı sağlayıp eşsiz bir “ziyafete” davet ediyor bizi.

  • Добавить отзыв