David Copperfield

David Copperfield
Charles Dickens
Doğmadan evvel babasını kaybeden David, hayatın zorluklarıyla çok erken yaşta karşılaşır. Üvey babasının yanında yaşadığı kötü günlere dayanan körpecik yüreği annesinin ölümüyle yeni bir hayata demir atar. Hayatı yeniden kurmak zordur; ama okulda eğitim adı altında binbir zulümle ıslah edilmekten veya kendisi gibi çocukların emeklerinin sömürü çarklarında -karın tokluğunu aratırcasına- öğütüldüğüne şahit olmaktan zor mudur? Peki ya, nahif bedenlerinin taşıdığı yoksulluğu örten ceketlerini bile satmak zorunda kalan insanların yaşamından?.. İşte David, bunları yaşayan bir çocukluğun verdiği olgunlukla büyüyecektir. Yaşadıklarının sadece kendine mahsus olmadığını bilerek, ekonomik zorlukların insanları nasıl değiştirdiğini -acı tecrübelerle-görerek büyüyecektir…

Charles Dickens
David Copperfield

I
Suffolk Kontluğu’nda Blunderstone’da babamın ölümünden birkaç ay sonra doğdum. Onun beni tanımadığını düşündükçe bugün bile garip bir teessür duyuyorum.
Ilık evimizin kapısını kilitlediğimiz zaman sanki gece karanlığı içinde terk edilmiş gibi görünen mezarlığı hatırladıkça bu teessürlerim bir kat daha artıyor.
Bir cuma günü sabahı gayet erken doğduğum için benim hayatta pek az talihim olacağını komşu kadınlar söylemişler. Anlatmaya başladığım bu hikâye tahminlerinin doğru çıktığını ispat edecektir.
Anneme derin bir dehşet veren babamın halası, yani büyük halam Miss Trotwood yahut annemin dediği gibi Miss Betsey kendinden daha genç, gayet güzel bir adamla evlenmişti. Bu izdivaç saadet getirmedi. Çünkü zevcin karısını dövdüğünden şüphe edildi. Bir gün kadın ona para vermediği için kocasının onu muhakkak surette pencereden atmaya kalkıştığı söylendi. Bu mizaç uygunsuzluğu yüzünden Miss Betsey bu sevimli ve latif kocadan ayrılmaya karar verdi. Miss Betsey az zaman sonra zevcin öldüğünü haber aldı lakin onun bu haberden ne derece müteessir olduğunu anlayamadı. Çünkü boşanır boşanmaz sahilden oldukça uzakta küçük bir köşke çekildi, orada tek bir hizmetçi ile âlemden uzak bir ömür geçirmeye başladı.
Miss Betsey pederimi çok sevdiği hâlde, hiç görmeden “bal mumu bebek” ismini verdiği ancak yirmi yaşındaki annemle onun evlenmesini affetmedi.
Yeğenle hala, artık birbirlerini hiç görmediler. Pederim evlendikten bir sene sonra yani benim dünyaya geldiğim o zikre şayan cuma gününden altı ay evvel öldü.
Bir gün annem ruhen, cismen büyük bir keder içinde, yetim doğacak olan çocuğunun talihsizliğini düşünürken bir kadının süratli ve gayrimuntazam adımlarla bahçeyi geçtiğini ve evin kapısını çalacak yerde, yüzünü cama dayayarak içeriye bakmak için kapalı pencereye doğru geldiğini gördü. O suretle yüzünü cama dayadığı zaman burnu o kadar yassı, o kadar beyaz olmuştu ki annem bundan fena hâlde korktu. Benim kanaatimce bu garip hadisenin sebebi cuma günü doğmuş olmamdır.
Annem yerinden fırladı; bir köşeye sığındı. Bu sırada garip ziyaretçi, bazı Felemenk saatlerinde saat çalarken meydana çıkan bir zenci başının etrafa bakması gibi gözlerini ağır ağır çevirerek odanın içine bakıyordu. Annemi gördü. Kaşlarını çattı ve haşin bir hareket yaptı. Annem anladı ve hemen kapıyı açtı.
Ziyaretçi “Aldanmıyorsam Mrs. David Copperfield?” dedi.
Annem korkak bir sesle “Evet!” diye cevap verdi.
Ziyaretçi ilave etti:
“Zannedersem Miss Trotwood’dan bahsolunduğunu işittiniz!”
Validem bu hazza nail olduğunu söyledi, lakin sesinin ahengi bu hazzın pek fazla olmadığını anlatıyordu. Miss Betsey “Karşınızda kendisini görüyorsunuz!” dedi.
İçeri girdi. Başka hiçbir söz söylemedi, ağlamaya başlayan anneme bakarak oturdu. Miss Betsey şiddetle dedi ki:
“Oh! Hayır, ağlama yok! Takyenizi çıkarınız ki yüzünüzü daha iyi göreyim. Lakin Allah’ım! Siz bir çocukmuşsunuz!”
Vakıa annem pek genç görünüyordu. Ağlayarak cevap verdi ve daha bu yaşta dul kalmak ve anne olmak için çocukluk etmiş olmaktan korktuğunu söyledi; başını önüne eğmişti; bir el saçlarını okşuyor zannetti. Lakin cesaretsizlikle başını kaldırdığı zaman halanın kaşlarını çatarak ateş karşısında oturmakta olduğunu gördü. Birdenbire Miss Betsey dedi ki:
“Çocuğunuzu ne vakit göreceğinizi ümit ediyorsunuz?”
Annem titreyerek inledi:
“Nem var bilmiyorum! Bana öyle geliyor ki öleceğim!”
“Bütün bunlar çocukluk! Çayınızı içiniz. İçiniz açılır! Kızınızın adı nedir?”
Annem safiyane kekeledi:
“Bilmem ki kız mı olacak?”
“Ne kadar gençsiniz! Ben ondan bahsetmiyorum. Hizmetçinizin adı nedir diye soruyorum!”
“Peggotty.”
“Peggotty mi? Böyle bir isim nasıl oluyor da bir Hristiyan’a yakıştırılabiliyor?”
Annem mırıldandı:
“Bu, onun aile ismi. Zevcim onu bu isimle çağırmayı tercih ederdi. Çünkü onun asıl ismi benim ismimin aynıdır.”
Miss Betsey mutfak kapısını açarak bağırdı:
“Peggotty buraya gel! Hanımına çay getir! Çabuk ol!..”
Peggotty bu yabancı sese koştu. Hala onu mütaazzım[1 - Müteazzım: Taazzum eden, büyüklük taslayan, mütekebbir. (e.n.)] ve hâkim bakışı altında ezdi. Kapıyı kapadı. Tekrar ateşin karşısındaki yerine geçti.
“Çocuğun kız olması ihtimalinden bahsediyordunuz. Ben kız olacağına eminim. Kız doğduğu andan itibaren…”
Annem sözünü kesmeye cesaret ederek “Yahut oğlan.” dedi.
“Tekrar ederim ki bu, bir kız olacaktır. Ben onun dostu ve vaftiz annesi olacağım. Siz onu Betsey Trotwood diye çağıracaksınız. İyi bir terbiye görecek ve ilk önüne gelene itimat etmeyecek. Bunu ben kendime iş edineceğim.”
Bu son karar kuvvetli bir baş hareketiyle ikmal edildi.
“Yeğenim servetini kaydıhayat şartıyla irat getirmek üzere bankaya koymuştu, size ne bıraktı?”
Annem yavaşça cevap verdi:
“Zevcim bana karşı alicenaplık gösterdi. İradın bir kısmını, yani yüz lirasını bana bıraktı.”
“Daha fena bir şey yapabilirdi.”
Bu esnada Peggotty tepsi ile içeri girdi. Annemin baygınlıklar geçirdiğini görünce hemen onu odasına götürdü; bir doktor çağırdı. Doktor; eve gelir gelmez şapkasını koluna asmış, kulaklarına gül rengi pamuklar tıkamış, azametle ocağın başına kurulmuş yabancı bir kadın görünce pek ziyade hayret etti.
Annemi muayene ettikten sonra aşağı indi ve kulakları pamuk tıkalı kadınla uzun zaman uğraşacağını tahmin ederek onun teveccühünü kazanacak surette nezaket göstermeye başladı. Halama şefkatle baktı ve selamladıktan sonra çekingen bir surette elini kulağına götürerek “Şüphesiz mevzii bir taharrüş değil mi?” dedi.
Miss Betsey kulağına pamuğunu tekrar tıkayarak “Ne budalaca söz!” cevabını fırlattı.
İyi kalpli adam ısrar etmedi. Lakin annemin odasından çağırılıp da biraz sonra oradan tekrar çıktığı zaman, yeniden çağırılmayı beklerken hava cereyanı içinde, merdiven basamağında oturmayı tercih etti.
En küçük bir kin beslemeye muktedir olmayan bu uyuşuk adam iki saat sonra tekrar halamın yanına geldi ve gayet tatlı bir sesle “Sizi tebrik etmekle bahtiyarım madam! Her şey iyi bitti. Genç anne mümkün olduğu derecede iyidir. Kendisini ziyaret ederseniz memnun olur.” dedi.
“O kadın mı?”
Doktorun ismi Chilip idi. Halamın yüzüne hem nazikane hem şaşkın şaşkın baktı. Halam bağırdı:
“Küçük kızın sıhhati nasıl?”
“Madam çocuk oğlandır. Siz biliyorsunuz zannetmiştim.”
Miss Betsey bir saniye donmuş gibi kalakaldı. Sonra şapkasını bağından tuttu, bir el darbesiyle başına geçirdi. Bir daha gelmemek üzere ortadan kayboldu.

II
Geçmişi, yani ilk senelerimi düşündüğüm zaman gözümün önüne dumanlar içinde iki kişinin hayali geliyor; biri zarif endamı, güzel saçlarıyla annem, diğeri iri vücuduyla Peggotty… Onun kolları o kadar kırmızı idi ki şüphesiz elma zannıyla kuşlar o kolları gagalamışlardır.
Ben yalpa vurarak birinden ötekine gittiğimi görür gibi oluyorum; onlar benim boyumla beraber olmak için tahtaların üzerine diz çöküyor ve beni yürütmeye çalışıyorlar; aynı zamanda evimiz de gözümün önüne geliyor. İşte zemin katında güvercinsiz bir güvercinliği, köpeksiz bir köpek kulübesini havi[2 - Havi: İçinde bulunduran, kapsayan. (e.n.)] avluya bakan Peggotty’nin mutfağı… Bu avluda tavuklar ve bana tehditkârane bakan kazlar dolaşıyorlar. Pencereden bakarken beni bırakmayan bir horoz tiz sesiyle beni titretiyor. Gece rüyamda etrafımı yırtıcı hayvanlarla sarılmış görüyorum.
Sokak kapısından mutfağa giden uzun koridorda karanlık bir kiler var. Gece olunca yakılan isli bir lamba orasını aydınlatamıyor. Oradan mum, biber, kornişon, kahve ve sabun kokularını andıran bir koku geliyor.
Zemin katında iki de salon var. Biri küçük; bir ziyaret olmadığı zaman, Peggotty işini bitirince orada otururuz. Öteki büyük; daha resmî, lakin küçük kadar rahat değil… Burada pazar günleri ibadetten sonra birleşiriz.
Kilisede sıramız var. Burası bir pencere kenarı, Peggotty evimizin tutuşmadığından, hırsızlarla sarılmadığından emin olmak için daima pencereden eve bakar, buna mukabil bizim hizmetçi kadın kendisini taklit ettiğimi istemez. Kürsüde vaaz veren papaza bakmadığım zaman bana gözlerini açar. Ben de bu kürsü gibi bir kale tahayyül ederim. Böyle bir kaleye hücum etmenin eğlenceli olacağını düşünürüm. Ben kaleye merdivenden çıkarım. Bir arkadaşım da orada muhafızdır. Başıma kadife yastıkları atarak onu müdafaa eder.
Papazın sesi tatlı tatlı mırıldanır, gözlerim kapanır. Derken büyük bir gürültü ile bir sadme[3 - Sadme: Vurma. (e.n.)] beni kendime getirir: Yere düşerim. Peggotty fena hâlde kızar, beni kiliseden dışarı kovar.
Bir akşam, dadımla ben ateşin karşısında oturuyorduk. Ben yüksek sesle timsah hikâyeleri okumuştum. Ben mi fena okudum, Peggotty mi dalgındı? Netice şu oldu ki o, bu hikâyelerde bilmem hangi sebzeden bahsedildiği kanaatinde idi. Benim uykum gelmişti. Lakin uyku ile mücadele ediyordum. Çünkü komşuya gitmiş olan annemi beklemek müsaadesini almıştım. Ne olursa olsun uyumaya gitmek istemiyor, dikiş diken hizmetçime bakmaya çalışıyordum. Gözüm onun ipliğe sürdüğü buruşuk bal mumu parçasına dikilmişti. Küçük bir ev şeklindeki iskemlenin üstünde santimetre duruyor; dikiş kutusunun kapağında St. Paul Kilisesi’nin pembe kubbesi görülüyordu. Hizmetçimi de pek güzel buluyordum. Ansızın sordum:
“Peggotty hiç evlenmediniz mi?”
O, dikişini bırakarak cevap verdi:
“Kuzum, Mösyö David, niçin evlenmeden bahsediyorsunuz?”
“Siz pek güzel bir kadınsınız. Öyle değil mi?”
“Hayır canım, ben güzel değilim. Lakin evlenmek neden aklınıza geldi?”
“Bilmem. Aynı zamanda iki kişi ile evlenilebilir mi?”
“Oh, hayır çocuğum.”
“Siz bir kişi ile evlendikten sonra o ölünce başka biriyle evlenilebilir mi?”
“Evet, lakin sizi kimse cebretmez.[4 - Cebretmek: Zorlamak. (e.n.)] Bu, arzuya bakar.”
“Siz ne düşünürsünüz?”
Oldukça sert cevap verdi:
“Şunu düşünürüm ki, ben evlenmedim ve ihtimal ki evlenmeyeceğim!”
“Bana darılmadınız ya Peggotty?”
Suallerim onu hayrete düşürmüş olmakla beraber cevap olarak beni kolları arasında kuvvetle sıktı. Şişman olduğu için biraz sert bir hareket elbisesinin düğmelerini koparırdı. Beni kucakladığı sırada birçok kopçaların çatırdadığını işittim. Bunlar odanın ortasına fırladılar.
O zaman Peggotty “Gene bana timsahlara dair bir şeyler okuyunuz.” dedi.
Okumaya devam ettim. Amerika timsahlarına gelmiştim ki annem yanında bir erkekle beraber mütebessim ve güzel avdet etti.[5 - Avdet etmek: Dönmek, geri gelmek. (e.n.)] Bu erkek bir pazar evvel kiliseden çıkarken bize refakat etmişti. Annem beni kucakladı, öptü, erkek de saçlarımı okşadı. Lakin ben bir sevkitabii[6 - Sevkitabii: İçgüdü. (e.n.)] ile onu itiyordum; bu hareketim annemin bana tatlı tatlı sitem etmesine sebep oldu. Sonra erkeğe elini uzattı ve kendisini eve getirdiğinden dolayı teşekkür etti. Erkek, annemin elini öptükten sonra elini bana da uzatarak dedi ki:
“Haydi bakalım dostum!”
Sol elimi uzattım. Bu, onu güldürdü. Ve eğlendi:
“Bu fena el David!” dedi ve elimi nezaketle sıkarak gitti. Giderken bana bir bakışı vardı ki hoşuma gitmedi:
“David, siz iyi bir çocuksunuz, biz dost olacağız.”
Peggotty dedi ki:
“Madam! Ümit ederim ki iyi eğlendiniz?”
Annem neşe ile cevap verdi:
“Evet, çok hoş bir gece geçirdim.” dedi ve şarkı söylemeye başladı.
Konuşma biraz gevşedi, ben de nihayet uyudum.
Biraz sonra uyandım: Annemle Peggotty’yi ağlar gördüm. Peggotty diyordu ki:
“Evet, tekrar söylerim ve yemin ederim ki bu adam Mösyö Copperfield’ın hiç hoşuna gitmedi.”
Annem bağırıyordu:
“Beni çıldırtacaksınız! Siz bu kadar kalpsiz misiniz ki bana böyle şeyler söylüyorsunuz! Biliyorsunuz ki evin haricinde yüzüne bakacak kimsem yok. Çok haksızsınız! Daha hiçbir şeye karar vermedik. Aramızda adi bir nezaketten başka bir şey yok. Bana hayran olduğunu söylüyorsunuz. Buna karşı ne yapabilirim. Onu benden uzaklaştırmak için yüzümü mü değiştireyim, başımı tıraş mı edeyim, kendimi mi yakayım, simamı harap mı edeyim? Bunu yaparsam eminim ki hoşunuza gidecek!”
Peggotty bir protesto hareketi yaptı. Annem devam etti:
“Sevgili çocuğum, küçük David’imi sevmediğini de mi iddia edeceksiniz!”
Peggotty cevap verdi:
“Aklımdan böyle bir şey geçirmedim. Fakat ne pahasına olursa olsun bu olamaz.”
“Siz tahammül edilmez bir hâle geldiniz! Sevgili oğlum, ben senin için fena bir anne miyim? Evet de çocuğum! Peggotty memnun olur! Seni yalnız o sever, ben hiç sevmem değil mi?”
Hepimiz birden ağlıyorduk. Fakat benim ağlayışım hepsinden gürültülü idi.
Hepimiz pek samimi idik. Lakin anneme edilen muamele benim kalbime o kadar dokunmuştu ki Peggotty’ye “Anneme karşı çok kabalık ettin!” diyecek kadar ileri gittim. Bu sözüm bizim iyi kalpli hizmetçimize o derece tesir etti ki az kaldı bütün düğmeleri kopacaktı. Çünkü annemle ve benimle barışmaya geldiği zaman boğazından her istikamette ufak patlayışlarla birçok gazlar çıkıyordu!
Ben pek güçlükle uyuyabildim ve uzun müddet, yatağımın başında oturup üzerime eğilmiş olan annemin yüzünü gördüm.
Annemle gelen erkeği kilisede tekrar gördüm. Bizimle beraber eve geldi, hatta bahçeye girdi. Bir gül koparıp vermesini annemden rica etti. Annem tebessüm ederek bir gül kopardı, ona verdi.
Anneme bakarak “Ben bundan hiç ayrılmayacağım!” dedi.
Ben bir gülün yirmi dört saat geçmeden solacağını düşünmekten kendimi alamadım.
Yavaş yavaş bu adamı görmeye alıştım. Lakin onun yanında, tarif edemediğim bir rahatsızlık hissederdim her zaman.
Çiçek hadisesinden takriben iki ay sonra Peggotty bana hiç beklenilmeyen bir teklifte bulundu. Bu teklif benim fikirlerimi başkalaştırdı.
Bir akşam davet edici bir tavırla bana dedi ki:
“Mister David! Benimle beraber on beş gün kadar Yarmouth’a, biraderimin yanına gitmek hoşunuza gider mi?”
İhtiyatkâr sordum:
“Biraderiniz hoş bir adam mıdır?”
Kollarını kaldırarak haykırdı:
“Öyle hoş bir adamdır ki! Bundan başka denizi, vapurları, balıkçıları göreceksiniz, yeğenim Ham’i de tanırsınız, o sizinle oyun oynar.”
Bu kadar eğlence gözümü kamaştırdı. Yalnız annemin beni göndermeyeceğini söyledim.
Peggotty garip bir bakışla bana bakarak cevap verdi:
“Eminim ki o da ister. Zaten annen gelir gelmez ben müsaade isterim.”
Cevap verdim:
“Biz yokken o ne yapacak. Yalnız yaşayamaz ki…”
Peggotty’nin çorabında aradığı deliği bulmak galiba çok güçtü ki başını hiç kaldırmadı.
“Hey Peggotty! Annem yapayalnız kalamaz.”
Nihayet gözlerini kaldırarak dedi ki:
“Bu doğru! Lakin Madam Grayper birçok kimseleri davet etmiş, annen de on beş gün orada kalacak.”
“Oh, o hâlde gitmeye hazırım.”
Peggotty beni de beraber götürmek için annemden müsaade istediği zaman o, zannettiğim kadar hayret etmedi. Hatta Peggotty’nin istediğine memnuniyetle müsaade etti. Seyahatimiz için her şey hazırlandı.
Hareketimizden evvelki gece uyumadım. Çünkü bir yanardağ indifası[7 - İndifa: Püskürme. (e.n.)] veyahut bir zelzele olur da hareketimizi geciktirir diye korkuyordum.
Bizi götürecek araba evimizin parmaklığı önünde durduğu zaman annem şefkatle beni öptü. Anneme ve o zamana kadar hiç terk etmediğim evime o kadar merbuttum,[8 - Merbut: Bağlı. (e.n.)] onları o kadar seviyordum ki heyecanımdan ağlamaya başladım.
Araba hareket ettiği zaman annem de ağladı ve beni bir kere daha öpmek için arabacıya “Dur!” diye haykırdı.
Araba biraz yürüdükten sonra evimize gelen erkeği gördüm. Anneme yaklaştı. Hâlinden annemin müteessir olmasına darıldığını hissettim. Onun neden bu kadar alakadar olduğunu kendi kendime sordum. Peggotty’nin benim baktığım tarafa baktığını ve canının pek sıkıldığını gördüğüm zaman büyük bir hayret içinde kaldım.
Kendi kendime Eğer Peggotty beni kaybedecek olursa acaba onun yola ektiği düğmeler sayesinde evi bulabilir miyim? diyordum.

III
Arabanın atı, başını önüne eğmiş ağır ağır gidiyordu. Kim bilir belki de arabada yığılı olan hediyelere muntazır[9 - Muntazır: Bekleyen, gözleyen. (e.n.)] olanları bekletmekten müstehziyane bir zevk duyuyordu. Atın sahibi tedavisi kabil olmayan bir öksürüğe tutulmuş olduğunu söylediği hâlde onun, bunu düşünerek eğlendiğine insanın yemin edeceği geliyordu. Zaten arabacı da beygiri gibi uyukluyordu. Beygir kendiliğinden yürüyordu. Yarmouth’a da yalnız başına varacaktı.
Şehre vardık. Bahriyelilerle dolu sokakları; katran, balık ve çam tahtası kokuyordu. Ben bu kalabalığı görünce daha şimdiden büyük bir zevk duyuyordum. Benim düşüncelerimi güler yüzle dinleyen Peggotty bana “Yarmouth dünyanın en güzel şehridir.” dedi.
Hizmetçimin yeğeni Ham bizi bir kahvehanede bekliyordu. Eski bir dost gibi karşıladı. Elimi sıktı. Evine götürmek için beni omzunun üstüne oturttu.
Bu, iri ve kuvvetli bir yiğitti. Yelken bezinden bir ceket giymişti. Pantolonu o kadar katı idi ki yalnız başına dimdik durabilirdi. Başında eski kalelerin üzerini örten katran renginde bir çatı vardı.
Şehirden çıkıp da sahilin kumluğu önümüzde yayıldığı zaman bana dedi ki:
“Mister David, işte evimiz!”
Etrafıma göz gezdirdim, bir gemi karinesi gördüm. Tersine çevrilmiş, üstüne bir baca takılmıştı. Bacadan deniz kokan havaya sakin sakin duman çıkıyordu. Tereddütle dedim ki:
“Bu değil ya?”
“Evet burası… Mister David.”
Biraz daha bakınca geminin hurdasında bir kapı ile minimini iki pencere gördüm. Lakin bu geminin içine girdiğim zaman hayretimin hududu yoktu. Şüphesiz gemi karaya çekilip ev hâline konulmadan önce uzun seneler denizde dolaşmıştı.
Uzaktan, bir kadının reverans yaptığını gördüm. Bizi, yerlere kadar eğilerek karşıladı. Yanında gayet güzel, küçük bir kız duruyordu. Ondan yanaklarını öpmek müsaadesini istediğim zaman koşup saklandı.
Peggotty beni bize tahsis edilen odaya götürdü. Oda vapurun arka tarafında idi. Vaktiyle dümen mihverinin geçtiği delikten hasıl olan küçücük penceresiyle bu oda benim çok hoşuma gitti. İstiridye kabuklarından bir çerçeve ile çevrilmiş aynası, minimini yatağı vardı. Duvarları beyazlıktan parlıyordu.
Bu garip meskende nefis bir balık kokusu hüküm sürüyordu. Bu, o kadar sinici bir koku idi ki burnuma götürdüğüm mendilime bir ıstakoz sarılmış zannediyordum. Peggotty’ye bundan bahsettim, bana kardeşinin ıstakoz ve yengeç avladığını haber verdi. Biraz sonra bizim meskene dayanmış bir küçük bina keşfettim, burada birçok kabuklu hayvan vardı. Bu ıstakozlar yanlarına gelenleri kıskaçlamak için fırsat bekliyorlardı.
Büyük bir iştaha ile pisi balığı ve tereyağıyla pişmiş patatesten ibaret olan yemeğimizi yedik, buna benim için bir de kotlet ilave edilmişti. Yemeğimizi bitirdiğimiz sırada sağlam yapılı, beşuş[10 - Beşuş: Güler yüzlü, güleç, gülümser. (e.n.)] simalı bir adamın içeri girdiğini gördük; bu, Peggotty’nin erkek kardeşi ve evin efendisi idi.
Kız kardeşini kucakladıktan sonra bana dedi ki:
“Sizi gördüğümden dolayı çok memnunum mösyö! Siz burada kaba saba adamların evindesiniz. Lakin onların kalpleri iyidir.”
Sonra kız kardeşinin yüzüne bakarak ilave etti:
“Bizim mütevazı misafirperverliğimizle kanaat ederseniz Ham, küçük Emily ve ben çok müftehir oluruz.”
Teşekkür etmek için bana vakit bırakmadı. Sıcak su dolu büyük bir kapla dışarı çıktı, yıkandı, geldi.
Yüzü o kadar kızarmıştı ki o dakikada aklıma ıstakozlar, yengeçler geldi. Bunlar da kaynar suya atılmadan evvel simsiyah, sonra kıpkırmızı olurlar.
Her taraf kapalı, sisten, soğuktan mahfuz olan bu oda gece bana çok tatlı geldi. İki kardeş konuşurken Ham iskambil falına bakıyor ve elinin dokunduğu yerde parmaklarının izi kalıyor, Emily dikiş dikiyordu.
Aklıma bir sual geldi, dayanamadım, sordum. Çekingen bir tavırla dedim ki:
“Mösyö Peggotty! Siz Nuh’un gemisine benzer bir yerde oturduğunuz için mi oğlunuza Ham ismini verdiniz?”
“Ona bu ismi koyan ben değilim mösyö! Bu ismi ona pederim ve denizde boğulan erkek kardeşim Joe verdiler.”
Biraz şaşkın bir hâlde tekrar dedim ki:
“O hâlde küçük Emily sizin kızınızdır.”
“Hayır, onun babası kayınbiraderim Tom’dur; denizde boğuldu.”
Daha ziyade sormanın güç olduğuna karar verdim. Fakat bazı şeyler daha öğrenmek istiyordum. Yine Mösyö Peggotty’ye çocuğu olup olmadığını sordum. Hafifçe gülümseyerek cevap verdi:
“Hayır, Mister David. Ben bekârım.”
“Bekâr mı?! O hâlde bu iş işleyen hanım kim?”
“O, Madam Gummidge’dir.”
Dadım bu anda benim susmamın daha iyi olacağına hükmetti ve bana o kadar manidar bir bakışla baktı ki odama gidinceye kadar ağzımı açmadım. Dadım odaya kadar bana refakat etti. Anlattı ki erkek kardeşi, Ham’la Emily’yi evlatlığa kabul etmiş. Madam Gum-midge de Mösyö Peggotty’nin sefaletten ölen bir arkadaşının zevcesi imiş. Ev sahibinin alicenaplığı beni pek mütehassis etti. Denizin, rüzgârın gürültüsü içinde uyudum. Gemiyi dalgaların alıp götürmesinden korktum, fakat gemide Mösyö Peggotty’nin bulunması bana emniyet verdi.
İstiridye kabuklarıyla çerçeveli aynayı güneş parlatır parlatmaz kalktım, küçük Emily ile beraber deniz kenarında çakıl taşı toplamak için dışarı çıktım. Küçük Emily’ye “Siz hakiki bir küçük denizcisiniz.” dedim.
Şiddetle cevap verdi:
“Hayır! Ben denizden korkarım.”
Bitmez tükenmez dalgalara cesurane bakarak tafrafuruşça[11 - Tafrafuruş: Yüksekten atan, böbürlenen. (e.n.)] cevap verdim:
“Ben korkmam!”
Emily mukabele etti:
“O çok fenadır. Bir gün onun ev kadar büyük bir gemiyi parçaladığını gördüm ki…”
“Belki içinde pederiniz bulunuyordu…”
“O pederimin bulunduğu gemi değildi. Zaten ben pek küçüktüm. Babamı hatırlayamıyorum.”
Bir taraftan hayvanat kabukları arıyor, bir taraftan onun benden talihsiz olduğunu düşünüyordum; çünkü o, hem annesini hem babasını kaybetmişti.
Biraz zaman sonra dedim ki:
“Amcanız Mösyö Peggotty bana iyi bir adam gibi görünüyor.”
O, haykırdı:
“Evet iyidir! Onun için isterim ki bir leydi olayım ve ona elmas düğmeli, havai mavi renkli bir elbise, nankin[12 - Nankin: Deve tüyü rengi Çin bezi. (e.n.)] bir pantolon, kırmızı kadife bir yelek, üç köşeli bir şapka, bir altın saat, bir gümüş pipo ve altınla dolu bir kese vereyim.”
Her ne kadar nimetşinas yeğeninin kendisi için temenni ettiği elbise içinde Mösyö Peggotty’nin rahatsız olacağına kani idiysem de derhâl onun bütün bu hazinelere layık olduğunu söyledim.
Çakıl taşı ve hayvan kabuğu toplamakta devam ettik. Bir saat sonra eve geldiğimiz zaman Madam Gummidge’in ağladığını görerek şaşırdık. Mösyö Peggotty sükût içinde derin bir şefkatle ona bakıyordu. Kadın küçük odasına çekildiği sırada başını sallayarak “Eskisini düşünüyor!” dedi.
Kimi murat ettiğini anlamadım. Ta ki gece yatacağımız zaman Peggotty bana Madam Gummidge ne vakit kocasını düşünerek ağlarsa biraderinin müteessir olduğunu anlattı.
On beş gün, arzumun hilafına, pek çabuk geçti. Ham bize gemileri gezdirdi. Hatta bizi denizde dolaştırdı. Küçük Emily yanımdan ayrılmıyordu. Avdet zamanın geldiğini görünce hakikaten keder ettim.

IV
Gaybubetim[13 - Gaybubet: Yokluk. (e.n.)] esnasında evimi pek az düşünmüştüm. Lakin eve dönmek üzere yola çıkar çıkmaz, orasının, beni himaye eden, bana dost olan annemi bulacağım bir yuva olduğunu hissettim.
Sevincime Peggotty’yi de iştirak ettirmeye çalışıyor, lakin onun beni can sıkıntısıyla dinlediğini görerek hayrette kalıyordum.
Nihayet beni Yarmouth şehrine götüren posta arabasını çeken beygirin ağır adımlarıyla evimize vasıl olduk. Tanımadığımız bir hizmetçi kapıyı açtı. Peggotty’ye endişe ile “Annem daha gelmedi mi?” dedim.
Tereddütle cevap verdi:
“Evet, Mister David geldi. Lakin… Size bir şey söyleyeceğim”
Beni mutfağa sürükledi. Kapısını kapadı. Beni büyük bir korku almıştı.
“Niçin annem bizi karşılamadı. Acaba hasta mı?”
Sevgili Peggotty beni kolları arasına aldı. Gözleri yaşla doldu. Ona haykırdım:
“Ölmedi ya?”
“Hayır.” dedi ve nefes nefese oturdu, endişe içinde onun yüzüne bakıyordum.
“Sevgili yavrum! Size daha evvel söylemeliydim. Lakin cesaret edemedim. Sizin yeni bir babanız var.”
Rengim uçtu, titreyerek kekeledim:
“Yeni bir baba mı?.. Ben onu görmek istemem!”
“Ya annenizi?”
Büyük salona gitmeye razı oldum. Orada annemi gördüm. Evvelce kendinden bahsettiğim erkekle yan yana ateşin karşısında oturmuşlardı. Annem yerinden fırladı. Bu esnada arkadaşı ona dedi ki:
“Ne oluyorsunuz Clara’cığım, biraz kendinize hâkim olunuz.”
Sonra Mösyö Murdstone (Sonradan öğrendiğime göre ismi Murdstone imiş.) bana dönerek elimi sıktı, sıhhatimi sordu. Ben annemin muhabbetle boynuna sarıldım. O da beni şefkatle bağrına bastı ve hemen içeri girdiğim zaman meşgul olduğu işini eline aldı; çünkü biliyordum ki o erkek her ikimizi tetkik ediyordu.
Buradan kurtulur kurtulmaz merdivene koştum; odama çıktım; odada her şey değişmişti. Ben daha ötede yatacaktım. Mahzun mahzun avluya indim. Avluda o zamana kadar boş duran köpek yuvasında vahşi bakışlı, “onun” saçları gibi siyah tüylü bir köpek vardı. Eğer kalın bir zincirle bağlı olmasaydı bana saldırırdı.
Yatağımın nakledilmiş olduğu odaya döndüm. Mahzun mahzun içeri girdim, arkamdan köpek havlayıp duruyordu. Yatağımın üzerine oturdum, uyuyuncaya kadar düşüncelerime daldım. Beni annemle Peggotty uyandırdılar.
Annem “David.” dedi. “Nen var aziz çocuğum?”
Gözyaşlarımı göstermemek için başımı çevirdim.
Annem Peggotty’ye bakarak haykırdı:
“Fena kız! Bu senin kabahatindir. Siz oğlumu benim ve sevdiklerimin aleyhine çevirdiniz; çıldıracağım!”
“Söylediğiniz sözlere pişman olursunuz inşallah Madam Copperfield!”
Birdenbire Mösyö Murdstone’un sesi duyuldu:
“Ne oluyor? Clara, bana metin olacağınıza söz vermiştiniz.”
“Teessüf ederim Edward, itidalle hareket etmek istiyordum. Fakat o kadar azap içindeyim ki!..”
Annemi kendine çekti. Bir şeyler mırıldandı. Annem başını onun omzuna dayadı ve ben anladım ki bundan sonra bu adam annemin uysal tabiatını istediği tarafa çekip götürecek.
“Clara, aşağı ininiz.” dedi. “Ben de David’le gelirim.”
Sonra Peggotty’ye dönerek ilave etti:
“Matmazel! Merdivenden çıkarken işittim; zevceme bir isim veriyordunuz ki o, artık onun ismi değildir. Lütfen onun benim ismimi taşıdığını unutmayınız!”
Peggotty bana müteessir bir nazarla baktı; bir reverans yaptı; çıktı.
Mösyö Murdstone karşıma oturdu. Beni manyetize edecekmiş gibi gözlerini dikti. Kalbim çatlayacakmış gibi çarpıyordu. Dudaklarını kısarak dedi ki:
“David, bir beygir veya bir köpek itaat etmek istemezse ne yaparım bilir misiniz?”
“Bilmem mösyö.”
“Ben onu döverim! Bu dayak onun kanına bile girse onu itaat ettiririm; nedir o yüzünüzde gördüğüm lekeler?”
“Çamur.”
O da benim kadar biliyordu ki yüzümdeki lekeler gözyaşı izleri idi. Yüzünde kendine has bir tebessüm belirdi.
“Küçük bir çocuk olduğunuz hâlde zekânız yerinde. Yüzünüzü yıkayınız mösyö. Ve arkamdan geliniz.”
Salona girdiğimiz zaman anneme dedi ki:
“Sevgili Clara, ümit ederim ki az zamanda artık azap çekmeyeceksiniz çünkü küçük yaramazı uslandıracağız.”
Kendi evimde olduğumu bana gösterecek cesaret verici bir söz, müşfikane bir kelime söylemiş olsaydı daha şimdiden hâkimiyetini takınan bu yeni geleni belki sever ve ona hürmet ederdim.
Yemek neşeli olmadı. Annem sanki kocasını gücendirmemek istiyormuş gibi bana gizli gizli bakıyordu. Ben onların bu akşam eve gelip beraber oturacak olan Mösyö Murdstone’un hemşiresinden[14 - Hemşire: Kız kardeş. (e.n.)] bahsettiklerini işittim.
O akşam evin önünde bir arabanın durduğu işitildi. Mösyö Murdstone kız kardeşini karşılamaya gittiği sırada annem karanlıktan istifade etti. Beni eskisi gibi kollarının arasına aldı, yeni babamı sevmemi söyledi, elimi kuvvetle sıktı ve kocasının yanına gitti.
Miss Murdstone annemi resmî bir tavırla selamladı. Parmağıyla beni göstererek “Bu oğlunuz mu görümcem? Ben umumiyetle erkek çocukları sevmem. Nasılsınız, oğlancık?” dedi.
Bu hatır kırıcı sözler haşin ve madenî bir sesle söylendi. Ben de sert cevap verdim.
Miss Murdstone beni tepeden tırnağa kadar süzdü. Soğuk bir tavırla şu hükmü verdi:
“Fena tavırlar!”
Odasını görmek istedi ve ertesi günden itibaren anneme yardım etmek bahanesiyle her şeyi karıştırmaya, eski tertibe ehemmiyet vermeyerek her şeyin yerini değiştirmeye başladı. Gidiyor, geliyor, iniyor, çıkıyor; şüphesiz hizmetçiler evde bir adam gizlemişlerdi de onun yerini keşfetmeye çalışıyordu. Kırlangıçlarla, o zarif kuşlarla hiç münasebeti olmadığı hâlde onlar kadar erken kalkıyor ve Peggotty’nin iddiasınca tek gözüyle uyuyordu. Fakat ben kendi nefsimde tecrübeye kalkıştım ve bunun mümkün olmadığına karar verdim.
Eve geldiğinin ertesi günü annem sabah yemeğine inerken Miss Murdstone ona dedi ki:
“Muazzez Clara! Sizi her sıkıntıdan kurtarmak isterim. Siz bu güzellik ve bu gençlikle (Bu sözlerden annemin yüzü kızardı.) ev idare edemezsiniz. Eğer anahtarlarınızı bana verirseniz ben her işle uğraşırım.”
Bu günden itibaren anahtarlar Miss Murdstone’da kaldı. Akşamları onları yastığının altına koyuyor; annem de hususi işlerinden başka bir şeyle meşgul olmuyordu.
Bir akşam Miss Murdstone bir tertibat projesi anlatıyor ve Mösyö Murdstone onu tasdik ediyordu. Annem göze çarpan bir cebrinefis[15 - Cebrinefis: Nefis zorlaması. (e.n.)] ile sözü kesti, dedi ki:
“Bana da danışılabilirdi zannederim, çok gücüme gidiyor ki benim evimde…”
Mösyö Murdstone atıldı:
“Benim evimde mi?..”
Annem dehşet içinde kekeledi:
“Evimizde demek istiyordum. Evimizde ev işlerine dair bir kelime söyleyememek gücüme gidiyor. Ben evlenmeden evvel pekâlâ evimin işini görüyordum.”
Miss Murdstone dedi ki:
“Bu bahsi keselim Edward. Ben yarın gidiyorum.”
“Susunuz Jane! Beni daha iyi tanıyorsunuz zannediyordum.”
Annem ağlayarak tekrar söze karıştı:
“Ben kimsenin gitmesini istemiyorum. Yalnız istiyorum ki arada sırada hiç olmazsa şekil itibarıyla benim de reyim[16 - Rey: Görüş. (e.n.)] sorulsun. Şüphesiz bana yardım edenlere karşı pek minnettarım. Lakin bu kadarcık bir şey istemek haksızlık değildir.”
“Edward, artık elverir, ben yarın gidiyorum!”
Mösyö Murdstone haykırdı:
“Jane! Nasıl cesaret ediyorsunuz? Clara! Beni çok hayrette bırakıyorsunuz, ben sizi seciyeli yapmak, metanet, azim sahibi etmek istiyordum. Hemşirem lütufkârlıkta bulundu. Bana olan muhabbeti sebebiyle sizin yanınızda kâhya kadın vazifesini görmeyi kabul etti. Şimdi siz de ona nankörlükle mukabele ediyorsunuz!”
“Oh, hayır, Edward! Ben nankör değilim; kimse beni nankörlükle ittiham edemez.”
“Hemşiremin fedakârlığını takdir etmediğinizi gördükçe size karşı içime soğukluk geliyor.”
Annem yalvardı:
“Bana böyle söylemeyiniz! Kusurlarıma rağmen ben samimi ve minnettarım!”
Annemi çok hiddetli görerek sert sert “Clara, sükûnet bulunuz!” dedi.
Mösyö Murdstone alicenabane bir tavırla sözünü şöyle bitirdi:
“Jane Murdstone, bu türlü münakaşalar aramızda nadiren olur; bunda ne sizin ne de benim kabahatim var. Bu akşam böyle garip bir şey oldu, bunu ikimiz de unutmaya çalışalım. Bir de bir çocuğun böyle şeyleri görmesi münasip değildir. David! Haydi siz gidin, yatın!”
Ertesi sabah annemin Miss Murdstone’dan af dilediğini işittim. Tamamıyla barıştılar. O zamandan beri annem görümcesine danışmadan hiçbir şey hakkında fikir beyan etmez oldu.

V
Mösyö Murdstone’la hemşiresi beni bir pansiyona koymayı teklif etmişlerdi. Oraya gidinceye kadar bana evde ders veriyorlar; derste annem bulunuyor; bu fırsattan istifade ederek ona da her ikimizin başına bela olan mahut metanet dersini öğretiyorlardı.
Dersler daima şu tarzda geçiyordu: Ben küçük salona gelirim, annem bir yazıhanenin yanında beni bekler. Mösyö Murdstone okur; daha doğrusu okur gibi yapar. Kız kardeşi ipliğe inciler dizer. Kitabımı anneme uzatırım. Lakin öğrendiğim kelimelerin aklımdan bilmem nerelere kaçıp gittiğini dehşet içinde hissederim. Ezberimi okumaya başlar, bir kelime atlarım, Mösyö Murdstone başını kaldırır, bir kelime daha atlarım, Miss Murdstone gözlerini bana diker. Dururum. Kızarırım. Tekrar okumaya başlar, bir düzüne kelime daha atlarım. Nihayet büsbütün dururum. Annem o zaman yavaşça “Oh! David!” der.
Mösyö Murdstone sözünü keser:
“Clara! Metin olunuz. Dersini ya biliyor ya bilmiyor.”
Miss Murdstone’un müthiş sesi akseder:
“Dersini bilmiyor!”
Annem zayıf bir sesle “Zannederim.” der.
“O hâlde gitsin; dersini tekrar ezberlesin.”
“İyi olur muazzez Jane. Haydi David! Bir kere daha tecrübe et.”
İtaat ederim. Lakin birinci defa iyi bildiğim bir yerde yeniden yanılırım. Annem teslimiyet ve metanetle kitabı kapar. İkinci dersim olan öteki kitabı alır. Birinci muvaffakiyetsizliğin hatırası beni sersem etmiştir. Ben ağzımı açmam, ümitsizlikle kaderime razı olurum.
Mösyö Murdstone kalkar. Kitabı başıma atar. Kulağımı çeker ve bana korkunç bir mesele vererek cezamı ağırlaştırır. Meselenin ağırlığı daima Miss Murdstone’un hoşuna gider.
“Ben Glocesten’den beheri[17 - Beher: Her bir. (e.n.)] dört peniye olmak üzere beş bin peynir alırım, kaç para vermekliğim lazım.”
Bu peynir yığını karşısında hiç netice almadan yemek vaktine kadar düşünür kalırım. Yemekte bana ceza olarak bir parça kuru ekmek verilir.
Altı ay olmadan bu terbiye usulü beni hırçın, inatçı ve sinsi etti. Eğer beni kurtaran mesut bir hadise olmasaydı tamamıyla aptal olurdum.
Benim odamın yanında hiç girilmeyen bir odada beni teselli eden küçük bir kitap koleksiyonu vardı. Orada Robinson Crusoe’u, Don Kişot’u ve halk romanlarının bütün kahramanlarını tanıdım. Ben de zihnimde kendimi onların yerine koyuyor; Mösyö Murdstone’la kız kardeşine en menfur rolleri veriyordum.
Bir sabah, dersim için salona girdiğim zaman annemin yüzünde keder alameti gördüm. Mösyö Murdstone’a baktım, ince ve elastiki bir değneğin ucuna bir sicim bağlamakla meşguldü. Bana keskin bir bakışla bakarak havada şaklattı, dedi ki:
“Söylediğim gibi Clara, ben çok kırbaçlandım.”
Miss Murdstone atıldı:
“Şüphe mi var!”
Annem çekinerek cevap verdi:
“Şüphesiz muazzez Jane! Lakin bunun David için bir iyilik olacağını zanneder misiniz?”
Mösyö Murdstone mukabele etti:
“Clara, bunun bir fenalık olacağını zanneder misiniz?”
Kız kardeşi ilave etti:
“İşte bütün mesele burada…”
Annem “Muhakkak muazzez Jane…” dedi ve sustu.
Benden bahsedildiğini anladım ve titremeye başladım.
Mösyö Murdstone, kitabını eline almadan kırbacını şaklattı ve bana “David! Bugün her vakitten daha dikkatli olmak lazım!” dedi.
Bana soğukkanlılık vermek için ne iyi bir usul!.. Satırlar, bütün cümleler ayaklarına kızak takılmış gibi hatırımdan kayıp gidiyordu.
Ezberin başlangıcı zayıf, sonrası fena, sonu berbat oldu, annem ağlamaya başladı. Bunu görünce Miss Murdstone muvafık görmeyen bir bakışla anneme baktı.
Annem güçlükle “Bu akşam iyi değilim muazzez Jane!” diyebildi.
“Doğrusu Jane… David’in ona verdiği üzüntüye Clara, metanetle katlanamıyor. Metanette çok terakki ettiği hâlde ondan daha ziyadesini istemek fazla olur. David, beraber yukarı çıkacağız!”
Beni götürüyordu. Annem bize doğru atıldı. Miss Murdstone onu tutarak bağırdı:
“Deli misiniz Clara!”
Odadan çıkmadan evvel annemin hıçkıra hıçkıra ağladığını gördüm.
Mösyö Murdstone resmî bir tavırla merdivenlerden çıktı. Şüphesiz göreceğim cezanın bende uyandırdığı dehşeti görmekle memnun oluyordu. Benim odama girer girmez başımı birdenbire kolunun altına sıkıştırdı.
“Bana vurmayınız rica ederim Mösyö Murdstone!” diye bağırıyordum. “Dersimi iyi öğrendim fakat siz orada iken okuyamıyorum.”
“Ya, öyle mi David! Şimdi görürüz!”
Başım bir mengeneye konulmuş gibi sıkılıyordu. O kadar debeleniyordum ki beni ancak bir müddet sonra dövmeye muvaffak oldu. O kadar insafsızca dövüyordu ki elini bütün kuvvetimle ısırdım. Bugün bile onu ne zaman düşünsem dişlerimin gıcırdadığını duyarım.
Beni öldürmek istiyormuş gibi iki kat şiddetle dövüyordu. İkimiz de büyük bir gürültü yaptığımız hâlde merdivende annemle Peggotty’nin ağladıklarını işittim.
Nihayet gitti, kapıyı kapadı, kilitledi. Ben yalnız kaldım. Tahtaların üzerine yatmış, ateşler içinde yanıyordum, aciz içinde hiddetimden deli gibi olmuştum.
Sonra biraz sükûnet buldum. Güçlükle yerimden kalktım. Vücudumun her tarafı ağrıyordu.
Etrafımda hüküm süren elim sessizlik içinde ettiğim hatayı düşünüyor ve kendimi bir cani kadar kabahatli buluyordum. Nedamet içinde geceyi buldum. Yattım ve ihtilaçlı bir uyku uyudum.
Ben kalkmadan evvel Miss Murdstone odaya girdi. Sabah kahvaltısını getiriyordu. Bahçede yarım saat dolaşabileceğimi bana metin bir sesle söyledi.
Mahpusiyetim beş gün sürdü ve bana beş sene gibi geldi. Eğer anneme rast gelebilseydim beni affetmesi için yalvaracaktım. Lakin hapishane gardiyanımdan, yani Miss Murdstone’dan başka kimseyi görmüyordum. Akşam dua zamanı geliyor, beni annemin yanına bırakmıyor, Mösyö Murdstone da annemin yanında dua ediyor ve elinin patiska bir mendille sarılı olduğu gözüme çarpıyordu.
Beşinci günün akşamı, uyumak üzere olduğum bir zamanda anahtar deliğinden ismimin söylendiğini işittim. Tutuna tutuna kapıya gittim ve fısıldadım:
“Peggotty siz misiniz?”
“Evet aziz David. Lakin bir küçük fare gürültüsünden fazla gürültü yaparsanız kedi sizi işitir.”
Hakikaten Miss Murdstone’un odası benim odamın yanında idi.
“Annem bana dargın mı?”
Kapımın önünde yavaşça ağlayan Peggotty beni temin etti.
“Beni ne yapacaklar?”
Fısıldadı:
“Londra’ya yakın bir pansiyona… Yarın…”
“Gitmeden evvel annemi görecek miyim?”
“Evet, sabahleyin.”
Ve sonra anahtar deliğinin alışmadığı bir vakar ile ilave etti:
“Benim sevgili yavrum! Son zamanlarda size karşı çok şefkat göstermedim ama emin olunuz ki sizi gene eskisi kadar, hatta eskisinden daha ziyade seviyorum. Lakin zannederim ki bu hareketim sizin için ve başka birisi için daha iyi idi. Ben sizi unutmayacağım. Annenize iyi bakacağım. Cahil isem de size mektup yazacağım…”
Sözüne devam edemedi ve daha iyisini bulamadığı için anahtar deliğini öpmeye başladı.
Ağlayarak dedim ki:
“Teşekkür ederim, benim şefkatli Peggotty’ciğim; Mösyö Peggotty’ye, Mistress Gummidge’e, Ham’a ve küçük Emily’ye de mektup yazacağınızı bana vaat ediniz, ben fena değilim. Onlara bütün kalbimle selam söylediğimi yazarsınız.”
Vadetti.
Sabahleyin Miss Murdstone geldi. Pansiyona gideceğimi söyledi. Bu haber onun zannettiği kadar beni mütehayyir etmedi.
Giyinir giyinmez yemek salonuna indim. Orada annemi buldum. Rengi uçmuş, gözleri kızarmıştı. Kollarının arasına atıldım. Beni affetmesini rica ettim.
“Oh! David!” dedi. “Sizi affediyorum. Lakin daha uslu olmalı!”
O, benim yaramaz olduğuma inandırılmıştı. Bu, onu ayrılıktan ziyade müteessir ediyordu.
Yemek yemeye çalıştım. Lakin reçelli ekmeğimi gözyaşlarım ıslatıyor, bazen de çayımın içine dökülüyordu. Annem bana gizli gizli bakıyor ve mahzuniyetle gözlerini önüne eğiyordu. Çünkü Miss Murdstone daima yanında gözcü idi.
Dışarıda bir araba gürültüsü işittim. Miss Murdstone bağırdı:
“Mösyö Copperfield’ın çantasını indiriniz.”
Ne Peggotty’yi ne Mösyö Murdstone’u gördüm. Annem beni kalbinin üzerinde sıktı. Tatlılıkla dedi ki:
“Adiyö, David, senin iyiliğin içindir ki bizden ayrılıyorsun, uslu ol.”
“Clara!”
“Evet, muazzez Jane… Seni affediyorum sevgili yavrum, Allaha emanet ol!”
Miss Murdstone tekrar etti:
“Clara!..”
Annem birkaç hafta evvel Yarmouth’a götürmüş olan arabaya kadar beni götürmek lütfunda bulundu.
Açıkgöz Miss Murdstone bana veda olmak üzere “Ümit ederim ki nadim[18 - Nadim: Pişman. (e.n.)] olursunuz ve fenalığa kapılmazsınız.” dedi.
Tembel beygir, ağır ağır yerinden kımıldadı ve araba beni pansiyona doğru götürmeye başladı.

VI
Henüz yarım mil kadar gitmiştik ki Peggotty bir çit arkasından birdenbire çıktı; arabaya tırmandı; şaşırdım kaldım. Arabacı arabayı durdurmuştu. Beni korsajının üstünde o kadar sıktı ki az kaldı burnum eziliyordu. Bir kelime söylemeden cebinden birçok pastalar çıkardı ve benim ceplerime yerleştirdi. Elime bir kese sıkıştırdı. Bir kere daha beni kucakladı ve yine bir kelime söylemeksizin arabadan indi. Bu esnada korsajının bütün düğmeleri kopmuştu zannederim. Çünkü arabanın içi düğme dolu idi. Ben de bunlardan birini hatıra olarak uzun müddet sakladım. Arabacı beygirini sürdü. Bu esnada ben ağlamaya başladım. Gözyaşlarım kuruduğu zaman arabacı tamamıyla ıslanmış olan mendilimi beygirinin sırtına serip kurutmayı teklif etti.
O vakit keseyi açtım, içinde üç şilin vardı. Üçü de çok parlaktı. Bunları, benim hoşuma gitsin diye Peggotty’nin parlattığı meydanda idi. Bir de bir kâğıda sarılmış iki yarım kuron vardı. Kâğıdın üzerine annem şunu yazmıştı:
David için… Bütün sevgilerimle…
Gözlerimden yine yaşlar boşandı. Arabacıya mendilimi vermesini rica ettim. Lakin o bana fikrince bundan vazgeçmemin daha iyi olacağını söyledi. Hakkını teslim ettim ve gözlerimi kollarıma sildim.
Biraz sonra ona “Beni Londra’ya mı götürüyorsunuz?” diye sordum.
“Yolun yarısına varmadan beygirim, kızarmış bir domuzdan daha ölü bir hâle gelir! Ben Yarmouth’a kadar gidiyorum, orada sizi posta arabasına koyacağım. Gideceğiniz yere götürecek.”
Arabacının adı, Mösyö Barkis’di. Kendisine verdiğim pastayı fil gibi bir lokmada yuttu. Bana sordu:
“Bunları o kadın mı yaptı?”
“Peggotty. Evet mösyö, evde bütün pastaları o yapar.”
Hayranlık ifade eden bir ıslık çaldı. Düşünceli bir tavır aldı, devam etti:
“Amuret yok mu?”[19 - Amuret, hem bir dana eti yemeği hem de geçici aşk demektir. (ç.n.)]
“Affedersiniz Mösyö Barkis, dana amuretini de gayet iyi yapar.”
“Hayır, ben âşıklarla gezip gezmediğini soruyorum.”
“Oh, hiçbir zaman mösyö!”
Yeniden ıslık çaldı ve uzun bir sükûttan sonra “Demek, bütün yemeği o yapar, bütün elmalı börekleri.” dedi ve bana bakarak ilave etti:
“Öyle ise ona mektup yazdığınız vakit lütfen yazarsınız ki Barkis çok istiyor?”
“Barkis çok istiyor. Fakat siz yarın Blunderstone’a döneceksiniz, ona kendiniz söyleseniz daha kolay olur.”
Başını salladı ve ciddiyetle tekrar etti:
“Barkis çok istiyor. Bu kadar yeter.”
Siparişini yapacağıma söz verdim. Yarmouth’ta posta arabasını beklerken Peggotty’ye birkaç kelime yazdım:
Benim iyi Peggotty’ciğim, salimen geldim. Size ve anneme binlerce buse… Barkis çok istiyor.
Muvasalatım[20 - Muvasalat: Bir yere ulaşma, varma. (e.n.)] otele haber verilmişti. Gayet nazik bir garson tebessümle dedi ki:
“Küçük devim, gelin, sofraya oturun.”
Kulaklarıma kadar kızardım. Patatesli bir kotlet tabağının önüne oturdum.
Garson “İşte yarım pints[21 - Bir İngiliz ölçüsü. (ç.n.)] İngiliz birası.” dedi. “Bu biradan pek çok var. Bakınız bir müşteri, dün bu biradan bir bardak içmek istedi; çok sert geldi, hemen düştü, öldü.”
Bana dehşet gelmişti. Sudan başka bir şey içmeyeceğimi söyledim.
“Eğer ısmarladığınız şeyi bırakırsanız patronun hoşuna gitmez, sizin yerinize bu birayı ben içerim. Çünkü ben buna alışkınım.”
Şişeyi bir hamlede içti. Ve memnuniyetle gördüm ki evvelkinden daha canlı ve neşeli oldu; haykırdı:
“Allah benden razı olsun! İşte kotletler! Ne talih! Bu biranın fena tesirini gidermek için bundan iyi bir şey olmaz!”
Bir anda üç kotletle üç patates yedi, sonra bana bir puding getirdi.
“Meyveli, değil mi?”
Başımla tasdik işareti yaptım.
Sevinçle haykırdı:
“Ya öyle mi? Tam yerinde geldi. Ben yalnız meyveli pudingi severim. Haydi bakalım hangimiz daha çabuk yiyeceğiz?”
Lakin bende bir kahve kaşığı, onda yemek kaşığı vardı. Pek çabuk geri kaldım.
Yemek bitince hangi pansiyona gideceğimi sordu.
“Londra’ya yakın!” diye cevap verdim. Çünkü daha fazlasını ben de bilmiyordum.
Müteessirane dedi ki:
“Ne yazık! Sizin yaşınızda bir erkek çocuğun kaburga kemikleri kırılmıştı. Gideceğiniz o pansiyon olmalı.”
Titreyerek sordum:
“Kaburga kemikleri nasıl kırıldı?”
“Yediği sopalarla!..”
Posta arabasının hareketini ilan eden boru sesi, bu endişe verici mükalemeye[22 - Mükaleme: Karşılıklı konuşma. (e.n.)] nihayet verdi. Arabaya doğruldum. Geçerken patronun arabacıya “George! Dikkat et, bu çocuk yolda çatlamasın!” dediğini duydum.
Otelin kadın hizmetçileri gülerek bana bakıyorlardı. Benim yemeğime o kadar iştiha ile iştirak etmiş olan garson da bana hayran olanların içinde idi.
Posta arabası hareket ettiği sırada kondüktör, benim ağırlığımın arabayı bir tarafa eğdiğini ve ileride benim için bir kamyonla seyahat etmenin muvafık olacağını iddia etti.
Bana isnat edilen iştaha posta arabasının üst katında oturan yolcuları da eğlendirmişti. Onlar, gireceğim pansiyonda iki kişilik mi üç kişilik mi para vereceğimi sordular.
Bin türlü istihzaya hedef olmaktan bıktığım için akşam yemeği yemek üzere araba durduğu zaman tabldota oturmak istemedim ve ocağın yakınında bir köşeye oturdum.
Yolda mütemadiyen sandviç yiyen ve içki içen bir yolcu, benim av yutan boa yılanı olduğumu ve bir oturuşta yediğim yemeği birkaç günde hazmettiğimi söyledi. Bundan sonra büyük bir parça öküz eti haşlaması yuttu.
Gece yolculuğu yaptık. Hava oldukça soğuktu. İki şişman adamın arasına sıkışmış idim. Gece uyurken az kaldı birçok defalar beni boğacaklardı. Hiç gözümü kapamadım. Bir kadın küçücük bacaklarımın altına büyük bir sepet yerleştirdi; bu, beni sıkıştırıyor, incitiyordu. En ufak bir hareketim sepetin içindeki şişeleri birbirine çarptırıyor; o zaman kadın bana adamakıllı bir tekme yapıştırıyor; şüphesiz beni tahammüle alıştırmak istiyordu.
Sabahleyin erkenden Londra’nın bir oteli önünde durduk, kondüktör bağırdı:
“Copperfield isminde bir çocuğu almaya kimse gelecek mi?”
İnce, çukur yanaklı, siyah, eski bir elbise giymiş bir genç kalktı kondüktörle yavaşça birkaç kelime konuştu. Bana “Siz yeni talebe misiniz?” dedi.
“Evet mösyö!”
“Benimle beraber geliniz. Ben Pansiyon Salem’in mubassırlarından[23 - Mubassır: Okullarda öğrencilerin durumu ile ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse. (e.n.)] biriyim.”
Onu korku ile karışık bir hürmetle selamladım ve takip ettim. Yarım saat yürüdükten sonra manzarası kasvetli büyük bir tuğla binanın önüne vardık. Kapının çıngırağı karşımıza bir bacağı odundan şişman bir adam çıkardı. Beni getiren adam ona “İşte yeni talebe!” dediği sırada o da beni müstağniyane tepeden tırnağa kadar süzdü. Büyük ağaçlar dikilmiş bir avlunun nihayetindeki bir eve doğrulduk. Odun ayaklı kapıcı, mubassırı çağırdı. Ona elindeki bir çift çizmeyi uzatarak “Mösyö Mell, kunduracı ‘Bunları tamir kabil değildir.’ diyor ve asıl çizmeden artık hiçbir parça kalmamış olduğunu iddia ediyor.” dedi.
Mösyö Mell çizmeleri sıkılarak aldı. Dikkat ettim, ayağındakiler de çok eski idi.
Uzun bir salona girdik; gayet fena kokuyordu; buraya mektep sıraları dizilmiş; yerlere eski defterler, yırtık, mürekkep lekesi içinde kitaplar serpilmişti.
Ben talebenin teneffüse çıkmış olduğunu zannediyordum. Lakin Mösyö Mell bana izah etti ki talebe, tatil zamanında ve ailelerinin yanında imiş. Müdür Mösyö Creakle de zevcesi ve kızıyla deniz banyolarına gitmiş. Beni de pansiyona cezalandırmak için göndermişler.
Mösyö Mell birkaç dakika beni yalnız bıraktı. Çizmelerini yukarı götürmeye gitti. Ben salonun nihayetine doğru ilerledim ve bir rahlenin üzerinde bir levha gördüm; şu kelimeler yazılı idi:
“Dikkat ediniz! Isırır!”
Azgın bir köpek var zannıyla rahlenin üzerine fırladım.
Mösyö Mell tekrar geldi ve bana orada ne yaptığımı sordu. Levhayı göstererek “Affedersiniz mösyö!” dedim. “Köpek nerede diye arıyorum.”
Ciddiyetle cevap verdi:
“Hayır, Copperfield, bu bir köpek değil, bir çocuktur. Yapacağım şeyden dolayı çok müteessirim. Lakin bu levhayı sizin arkanıza asmak için emir aldım.”
Hakikaten levhayı arkama astı.
Çok müteessir oldum. Arkamda daima biri var, levhayı okuyor zannediyordum. Arkamı bir ağaç veya bir duvara yasladığım zaman odun bacaklı adamın dehşetli sesini duyuyordum; kulübesinden bağırıyordu:
“Hey, Copperfield! Levhayı gösteriniz yoksa sizi jurnal eder, haber veririm.”
Tatilin sonu yakındı. Bu, benim kalbimi büyük bir azap içinde bırakıyordu. Talebeler avdetlerinde etrafıma toplanacaklar, bana güleceklerdi:
“Dikkat ediniz! Isırır!”
Mösyö Mell bana her gün yapılacak uzun vazifeler veriyordu. Oldukça iyi yapıyordum. Çünkü Mösyö Murdstone’la hemşiresi karşımda değildiler.
Hocamla ben çıplak duvarlı, uzun bir salonda yemeğimizi yiyorduk. Burada masalar vardı. Burnuma yanmış iç yağı kokusu geliyordu; günümüzü mütalaa salonunda geçiriyorduk. Mösyö Mell bütün gece büyük bir hesap defteri üzerinde çalışıyordu. Defteri bitirince kılıfından bir flavta çıkarıyor, kuvvetle üflüyor ve korkunç sesler çıkarıyordu. Bu korkunç konser esnasında ben bedbahtlığımı düşünüyor, acı gözyaşları döküyordum.

VII
On beş günden beri bu yeknesak hayatı sürüyordum ki odun bacaklı adam bir gün eline bir meydan süpürgesi, bir kova su aldı. Bütün binayı dolaşmaya başladı. Yanında iki kadın hizmetçi; her tarafı siliyor, kesif toz bulutları kaldırarak toz alıyordu, ben her dakika bir kutu enfiye çekmiş gibi mütemadiyen aksırıyordum.
Müdür Mösyö Creakle’in bu akşam geleceğini Mösyö Mell’den haber aldım. Müdür gelir gelmez odun bacaklı adam beni onun yanına götürdü.
Mösyö Creakle’in şekli, hâli, çukura gitmiş küçük gözleri, kırmızı yüzü, başında tek tük kalmış ve şakaklarına yapıştıktan sonra alnının ortasında birleşmiş kır saçlarıyla emniyet verici bir hâlde değildi. Arkasında Mistress ve Miss Creakle oturuyorlardı. Boğuk bir sesle “İşte dişleri törpülenmek icap eden delikanlı! Bunun için bana söyleyecek bir şeyiniz var mı?” diye sordu.
Sakat adam “Henüz bir şey yok.” cevabını verdi.
Bu cevap Mösyö Creakle’in hoşuna gitmedi. Lakin zannederim ki zevcesi ve kızı memnun oldular.
Mösyö Creakle bana “Yakın geliniz mösyö.” dedi. “Ben üvey pederinizi tanımakla müşerrefim. Pek metin bir adamdır. O da beni iyi tanır. Ya siz, siz beni tanır mısınız?”
Canavarcasına kulağımı sıktı, inleyerek cevap verdim:
“Daha tanımıyorum mösyö!”
“Bir gün tanıyacaksınız, değil mi?”
Odun bacaklı adam tekrar etti:
“Bir gün tanıyacaksınız!”
Mösyö Creakle bu defa kulağımı iyice burarak mırıldandı:
“Ben neyim bilir misiniz? Ben bir Tatar’ım.”
Sakat adam tekrarladı:
“Ben bir Tatar’ım!”
Müdür beni götürmesini emretti. Mistress ve Miss Creakle’in gözlerini sildiklerini gördüm. Kekeledim:
“Eğer lütfederseniz mösyö!”
Mösyö Creakle bana yıldırımlar saçan bir bakışla baktı. Lakin kendi kendime hayran olduğum bir cesaretle devam ettim:
“Yaptığıma teessüf ederim mösyö; müsaade ederseniz talebenin avdetinden evvel bu levhayı arkamdan kaldırsınlar.”
Müdür, beni parça parça edecekmiş gibi yerinden fırladı. Onu beklemedim. Hemen çıktım ve titreyerek yatağıma girdim.
Ertesi gün birinci mubassır Mösyö Sharp mektebe geldi. Bu; büyük burunlu, küçük bir adamdı. Saçları itina ile ondüle edilmişti. Mektebe ilk avdet eden Tommy Traddles isminde bir talebe oldu. Ondan öğrendim ki Mösyö Sharp’ın başındaki eskiciden alınma peruka imiş ve her cumartesi günü onu kıvırtırmış.
Traddles benim arkamdaki levha ile çok eğlendi ve her talebe geldikçe onlara gösterdi.
Onlara “Çabuk geliniz! Ne güzel maskaralık!” diyordu.
Talebenin çoğu mahzun avdet ediyorlar ve benimle eğlenmek arzusunda bulunmuyorlardı. Yalnız birkaçı etrafımda vahşiler gibi dans ettiler ve beni okşayarak “Yat! Buraya! Kastor!” diye bağırdılar.
Bu çok can sıkacak bir şeydi; fakat ben daha fenasını bekliyordum.
Biraz sonra talebeler bu felaket levhasına artık dikkat etmediler. Onlar vasıtasıyla müessese hakkında ibret alınacak her türlü malumatı aldım. Mr. Creakle hocaların en zalimi imiş. Herkesi dövermiş. Bununla beraber pansiyonundaki çocukların sonuncusu kadar cahilmiş; yalnız dayak atmak sanatı müstesna. Ömer otu ticaretiyle meşgul iken iflas etmiş ve uydurma bir hoca olmuş.
Tungay yani odun bacaklı adam, Mösyö Creakle’in yanında hizmetçi imiş. Pansiyonda da onu takip etmiş. Zaten hem hocayı hem talebeleri tabii düşmanları imiş gibi telakki edermiş.
Mösyö Sharp ile Mösyö Mell’e gelince gayet az bir ücretle çalışıyorlarmış. Mösyö Sharp, Mösyö Creakle’in sofrasında yemek yiyordu. Sofraya sıcak ve soğuk et gelirse o soğuk eti yemeye mecburdu. Yine öğrendim ki Mösyö Mell iyi bir adammış fakat cebinde altı penisi yokmuş. İhtiyar annesi ondan daha fakirmiş.
Mösyö Creakle’in bir nutkuyla derse başlandı. Mösyö Creakle yavaş söylüyor, Tungay kalın ve kuvvetli bir sesle tekrar ediyordu.
“Genç talebeler, büyük bir hevesle derse çalışmanızı tavsiye ederim. Çünkü benim de sizi cezalandırmaya çok hevesim var. Hiç acımayacağım. Vurduğum yerleri ne kadar ovuştursanız değneklerimin izini gideremeyeceksiniz.”
Hepimiz donmuştuk. Hele ben Mösyö Creakle’in bana yaklaştığını görünce az kaldı bayılıyordum.
Bastonunu kaldırarak mırıldandı:
“Copperfield! Siz ısırmasını biliyorsanız ben de iyi ısırırım! Bu dişi (değnek) nasıl buluyorsunuz? Köpek dişi mi, azı dişi mi? Kökü uzun mu?”
Her sorusunda bana sert bir değnek indiriyor; beni can acısıyla kıvrandırıyordu, sonra öğrendim ki bu imtiyaz yalnız bana mahsus değilmiş. Mösyö Creakle ne zaman dershaneye girerse talebelerin yarısı ağlamaya başlar; ne zaman dershaneden çıksa diğer yarısı arkadaşlarının hâline gözyaşı dökerdi.
Hatırımdadır ki Traddles ne kadar iyi bir çocuksa o kadar da savruktu. Bir gün topuyla Mösyö Creakle’in yemek yediği salonun camını kırdı. Top, celladımızın mukaddes başına gelmişti. Sevimli arkadaşımız bu hakaret üzerine mükemmel bir dayak yedi. Ve bu dayakların arkası kesilmedi. Zira zannederim ki bu üç ay içinde her gün kırbaçlandı. Amcasına yazıp şikâyet edeceğini söyler, fakat hiçbir vakit dediğini yapmazdı. Sıraya başını koyup biraz ağlar, sonra gülmeye, taş tahtası üzerine küçük iskelet resimleri yapmaya başlardı. Çok iyi kalpli bir çocuktu. Bir gün arkadaşını ele vermemek için kendi ceza görmeye razı oldu. İnsafsızca dövdüler ve hapse attılar. Oradan çıktığı zaman gördük: Diksiyonerinin[24 - Diksiyoner: Sözlük. (e.n.)] sahifelerine hesapsız iskelet resimleri yapmıştı.
Bir akşam Mösyö Creakle bizi nöbetleşe döverken odun bacaklı adam içeri girdi ve hırladı:
“Copperfield için ziyaretçiler!”
Evvela beyaz bir yaka taktıktan sonra teneffüshaneye gitmem emredildi. Orada karşıma Mösyö Peggotty ile Ham çıktılar. Bana büyük bir reverans yaptılar. O kadar memnun oldum ki heyecanımdan gülünç hâllerine tebessüm etmek bile aklıma gelmedi.
Mösyö Peggotty de müteheyyiçti. Söze başlaması için Ham’a işaret etti.
Genç denizci gülerek bana dedi ki:
“Ne kadar büyümüşsünüz!”
Sordum:
“Annem nasıl? Sevgili Peggotty’m nasıl? Haberiniz var mı?”
“Hepsi mükemmel.”
“Ya küçük Emily… Mistress Gummidge?..”
Mösyö Peggotty cebinden iki büyük ıstakoz, büyük bir yengeç ve bir torba karides çıkardı.
“Bizim kabuklu hayvanlarımızı çok sevdiğinizi bildiğimiz için size de biraz getirmeyi istedik. Bunları Mistress Gummidge haşladı.”
Bu iyi yürekli adamlara hararetle teşekkür ettim ve yine Emily’yi sordum.
Mösyö Peggotty mahzuziyetten[25 - Mahzuziyet: Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme. (e.n.)] kızaran Ham’a bakarak dedi ki:
“Hakiki bir kadın… ve âlim bir kadın oldu. Görülecek şey! O kadar güzel yazıyor ve yazıları o kadar siyah ki on merhale mesafeden okunabilir.”
Himayekerdesinden[26 - Himayekerde: Himaye edilmiş. (e.n.)] bahsederken o kadar heyecanlanıyordu ki gözlerinden kıvılcımlar saçılıyor zannolunurdu.
Biraz konuştuk. Tatilde evlerine gitmem için benden vaat aldıktan sonra bu iki iyi yürekli adam müsaade isteyerek gittiler.
Kabuklu hayvanları yatakhaneye götürmeye muvaffak oldum. Uyumadan evvel orada Traddles ve daha birkaç arkadaşla birlikte büyük bir gece yemeği yaptık. Traddles daima talihsiz olduğu için bütün gece hasta oldu. Ertesi gün bir beygiri öldürmeye kâfi miktarda ilaçları ona zorla içirdiler. Ondan başka neden hastalandığını söylemediği için adamakıllı dayak yedi.
Her gün tayinimiz olan dayağı değnek ve cetvelle yiyerek; gözyaşlarımızla kirlenen defterler, yırtık kitaplar içinde; karanlık, soğuk mütalaa salonunda vakit geçirerek; soğuk sığır eti, haşlanmış sığır eti veya aynı suretle pişmiş koyun etinden yemeklerle aylar ağır ağır geçti.
Bununla beraber o kadar uzak görünen tatil zamanı yavaş yavaş bize yaklaşıyordu. Tatili aylarla, haftalarla değil günlerle beklemeye başladık. Nihayet bir sabah Yarmouth posta arabasına bindim.
Beygirlerin yürüyüşüyle sallanarak kendimi uykuya verdim. Arada sırada arabacının kırbaç şakırtıları beni uyandırıyordu. Bedbaht Traddles’e Mösyö Creakle’in indirdiği kırbaçların gürültüsünü duyuyorum zannediyordum.

VIII
Arabacı Mösyö Barkis sanki birbirimizi görmeyeli beş dakika olmuş gibi gelip geceyi geçirdiğim otelden beni aldı.
Araba mutat olan ağırlığıyla hareket etti. Ben Mösyö Barkis’i sıhhatli gördüğümü ve siparişini yaptığımı söyledim.
Sert bir sesle dedi ki:
“Siparişim belki yapıldı fakat ben cevap almadım.”
“Mösyö Barkis, bir cevap mı bekliyordunuz?”
“Mademki çok istiyorum dedim, tabii bir cevap bekliyordum.”
“Ona bundan bahsettiniz mi?”
“Hayır, ona hiç söz söylemedim.”
Çekinerek sordum:
“Ona benim söylememi ister misiniz Mösyö Barkis?”
Bana dikkatle bakarak cevap verdi:
“Ona ‘Barkis bir cevap bekliyor.’ dersiniz! İsmi nedir?”
“Peggotty.”
“Vaftiz ismi mi, aile adı mı?”
“Aile adı… Küçük ismi Clara.”
“Mümkün mü?”
Derin derin düşünmeye başladı ve ilave etti:
“Dersiniz ki: Peggotty, Barkis bir cevap bekliyor. Barkis çok istiyor.”
Aynı zamanda bana dirsek vurdu; kaburgamı acıttı. Cebinden bir tebeşir parçası çıkardı; arabanın içine yazdı:
“Clara Peggotty.”
Ben, artık benim olmayan ve orada geçirdiğim mesut günler kaybolmuş bir hayal olan sevgili eski eve gitmekte olduğumu düşünerek garip bir rahatsızlık hissediyordum.
Mösyö Barkis çantamı bahçe kapısının önüne bıraktıktan sonra gitti. Ben kapıyı vurmadan avluya girdim, pek küçük çocuk iken kolunda yattığım zaman yaptığı gibi annemin hafif sesle teganni ettiğini işittim. Onu yalnız zannettim. Gürültü etmeden odasına girdim. Oturmuştu. Kucağında küçük bir çocuk vardı. Sevinçle onun yüzüne bakıyor, uyutmaya çalışıyordu.
Sesimi duyunca bir çığlık kopardı. Bana doğru atıldı, başımı göğsüne çekti. Küçük çocuğun yanına getirdi. Şefkatle “David’im! Sevgili oğlum!” dedi. “Bu senin kardeşin! Sevgili evladım. Sen onu çok seveceksin, kardeşini öp!”
Henüz annemin kollarının arasında iken Peggotty geldi ve beni buselere gark etti.
Mösyö ve Miss Murdstone dışarı çıkmışlar, gece geç vakit geleceklerdi. Onun için ümit edilmeyen bir saadete nail oldum, annemle ve soframıza aldığımız Peggotty ile baş başa yemek yedim.
Beraber bulunduğumuz sırada Peggotty’ye Mösyö Barkis’den bahsetmeyi muvafık buldum. Bir kahkaha kopardı, önlüğüyle yüzünü kapadı.
Annem de gülerek “Ne yapıyorsunuz? Koca deli!” dedi.
Peggotty haykırdı:
“Ne garip adam! Benimle evlenmek istiyor!”
“Sizin için fena bir kısmet değil Peggotty!”
“Ne bileyim ben! Fakat ağırlığınca altın olsa istemem. Zaten ne onu ne başkasını…”
“Bunu kendisine söylemeliydiniz.”
“Bana hiçbir şey söylemedi. Eğer söylemeye kalkışırsa benden güzel bir tokat yer.”
Kahkahalarla gülüyordu. Ateş gibi kızarmıştı. Nihayet sükûnet buldu, yemeğini yemeye başladı.
Annemin pek hoşuna gitmediği hâlde Peggotty ona baktıkça gülümsüyordu. Birdenbire muhabbetli bir sesle dedi ki:
“Muazzez Peggotty! Evlenmeyeceksiniz, değil mi?”
“Ben mi madam! Şüphesiz hayır!”
Annem ilave etti:
“Acele etmeyeceksiniz ya?”
Peggotty haykırdı:
“Hiçbir vakitte!”
Annem onun elini eline alarak şefkatle ısrar etti:
“Benimle beraber kalınız, bu belki uzun sürmeyecek. Siz olmazsanız ben ne yaparım?”
Peggotty bağırdı:
“Sizi terk etmek mi elmasım! Dünyada bana ne verseler terk etmem, sizin o başçığınıza böyle bir fikri kim koydu? Biliyorum ki bundan pek ziyade memnun olacaklar var. Lakin onların hoşuna gitmeyi istemiyorum. Ben hiçbir işe yaramayacak hâle gelinceye kadar sizinle beraber kalacağım. O zaman aziz David’e rica ederim, beni yanına alır, besler.”
“Sizi bir kraliçe gibi kabul ederim Peggotty.”
Müstakbel misafirperverliğime teşekkür etmek için beni kucakladı. Ben pansiyonumdan, arkadaşlarımdan bahsetmeye başladım. Mister Creakle’in zulümlerini hikâye ederken her ikisi de dehşetten titrediler.
Annem kâh bana kâh Peggotty’ye bakıyordu. Annemin yanına sokuldum. Başımı omzuna dayadım. Güzel saçlarının eskiden olduğu gibi beni okşadığını hissettim. Ya Rabbi! Ne kadar mesuttum.
Çaydan sonra, uyanmış olan küçük kardeşimi kollarımın arasına aldım ve onu tekrar uyutmaya muvaffak oldum.
Timsahlar kitabından birkaç sahife daha okudum. Peggotty bu kitabı ben evden ayrıldığım zamandan beri cebinde taşımıştı. Bu sefer çıkardı. Bu tatlı gecenin hatırası aklımdan hiçbir zaman çıkmayacaktır. Saat onu çalınca Mister ve Mistress Murdstone geldiler, bu tatlı gece de nihayet buldu.
Annem hemen yerinden fırladı. Odama çıkmamı söyledi. Çünkü kocasıyla görümcesi çocukların erkenden yatmasını istiyorlardı.
Ertesi sabah Mösyö Murdstone’un karşısına çıkmaya mecbur oldum. Bana, hiç tanımıyormuş gibi baktı. Biraz tereddütten sonra dedim ki:
“Yaptığım şeyden dolayı teessüf ederim. Beni lütfen affetmenizi rica ederim.”
Isırmış olduğum elini uzatarak cevap verdi:
“Nedamet etmiş[27 - Nedamet etmek: Pişman olmak. (e.n.)] olduğunuza memnun oldum.”
Elinin üzerinde ısırdığım yerin yara izi hâlâ belli idi; kindar bakışını görünce gördüğüm yara izinden daha ziyade kızardım ve Miss Murdstone’a dönerek “Sıhhatiniz nasıldır matmazel?” dedim.
İçini çekti. Elini uzatacağı yerde şeker maşasını uzatarak “Ah!” dedi. “Tatil uzun sürecek mi?”
“Bugünden itibaren bir ay matmazel!”
“Oh, işte bir günü geçti.”
Her sabah bir takvimden, geçen günleri siliyordu. On iki yahut on beş günden sonra yüzü gülmeye başladı. O günden itibaren geçen günleri daha ziyade şevk ile siliyordu.
Tatilin bu ilk gününde ben onu büyük bir yeise düşürmüştüm: Küçük kardeşimi kollarımın arasına aldığım zaman öyle bir çığlık kopardı ki, az kaldı elimdekini yere düşürecektim.
“Aman Allah’ım! Görüyor musunuz Clara! Bu oğlan bebeği tutuyor!”
Bir müddet dehşetle donup kaldı. Sonra üzerime atıldı, çocuğu elimden kaptı. Az kaldı bayılacaktı. Kendisine gelmesi için ona biraz brendi içirmek mecburiyeti hasıl oldu. Bana bir daha çocuğa el sürmemi menetti. Annem bu fikirde değildi. Mahzun mahzun görümcesini haklı buldu.
Bir başka defa zavallı küçük, Miss Murdstone’un gene hiddetlenmesine sebep oldu. Annem bir benim gözlerime bir de bebeğin gözlerine bakıyordu. Birdenbire dedi ki:
“Gözleri birbirlerine çok benziyor.”
“Ne dediniz Clara?”
Annem biraz şaşkın, devam etti:
“Muazzez Jane! Bana iki çocuğun gözleri birbirlerine çok benziyor gibi geliyor.”
“Çıldırdınız mı Clara! Kardeşimin çocuğuyla sizin çocuğunuzu mukayese etmeye nasıl cesaret ediyorsunuz? Onların hiçbir yerleri birbirine benzemiyor. Ümit ederim ki daima da böyle olacak. Böyle mukayeseleri işitmemek için odama çekilmeyi tercih ederim.”
Azametle kalktı, kapıyı şiddetle kapayarak çıktı.
Annemi bu işkencelerden kurtarmak için kendimi mümkün olduğu kadar az göstermeyi istiyor, ekseriya Peggotty’nin yanına iltica ediyordum. Lakin Murdstone’lar taciz edici tabiatlarıyla zavallı annemin terbiyesini ikmal için benim huzurumun elzem olduğu kanaatinde bulunuyorlardı.
Bir akşam odadan çıkmaya hazırlandığım bir sırada Mösyö Murdstone bana dedi ki:
“David teessüfle görüyorum; somurtkan bir tabiatınız var.”
Kız kardeşi teyit etti:
“Hakiki bir ayı gibi. Bayan Clara, bunun siz de farkında olmalısınız.”
“Affedersiniz muazzez Jane, lakin David’i iyi anlamış olduğunuzdan emin misiniz?”
Mösyö Murdstone ağır ağır dedi ki:
“Clara, bana öyle geliyor ki ben bu meselede size nispetle daha az zan altındayım. Derim ki, David bizden uzak duruyor.”
Ve bana dönerek devam etti:
“Siz adi insanlarla düşüp kalkıyorsunuz ve daima hizmetçileri arıyorsunuz. Seciyenizi mutfakta ıslah edemezsiniz. Orada tesadüf ettiğiniz insan için bir şey demeyeceğim.”
Sonra anneme bakarak ilave etti:
“Çünkü Clara, sizin de o kadına karşı bir zaafınız var ki, kendi kendime izah edemiyorum.”
Annem, “Evet azizim Edward.” der gibi dudaklarını oynattı. Lakin ben bir şey işitmedim.
Mösyö Murdstone netice olarak dedi ki:
“Şimdi David, itaat etmezseniz başınıza ne gelecek bilirsiniz.”
Bunu lüzumundan fazla biliyordum; hem annem için hem benim için… İtaat ettim ve artık salondan çıkmadım. Bir gün Miss Murdstone’un “Hele tatilin son günü geldi!” diye bağırdığı zamana kadar tatil böyle sıkıntı içinde süründü.
Evden ayrıldığım için mahzun değildim. Çünkü gittikçe sersemleştiğimi görüyor ve bundan ancak arkadaşlarımı, hususiyle aziz Traddles’i düşünmekle kendimi kurtarıyordum. Vakıa onun arkasında Mösyö Creakle’in meşum hayaleti de görünmüyor değildi.
Annemi ve küçük erkek kardeşimi muhabbetle kucakladım. Miss Murdstone, annemin gözyaşlarını tutamadığını görünce onu metanete davet etmek için sert bir sesle “Clara!” kelimesini fırlatmayı unutmadı.
Mösyö Barkis uyuyan beygirinin yavaş adımlarıyla beni bir kere daha yola çıkardı. Başımı eve çevirdim; annem küçük çocuğu kucağında hareketsiz, mütemadiyen bana bakıyordu.
Onu artık yatağımın baş ucunda, çocuğu kucağında, gözlerini de dikmiş bir hâlde rüyadan başka bir yerde göremeyecektim.

IX
Mart ayı geldi. Bu benim doğduğum aydır. Lakin bir sebepten dolayı bu ay benim hatıramda silinmez bir iz bırakmıştır.
Mütalaaya giriyorduk. Teneffüs zamanı bitmişti. Birdenbire Mösyö Sharp yanıma geldi ve dedi ki:
“David Copperfield! Ziyaret salonuna ininiz.”
İskemlemden kalktım. Acele ile kapıya doğruldum.
Ben Peggotty’den yiyecek dolu bir sepet alacağımı zannediyordum, sevincimden kıpkırmızı olmuştum.
Mösyö Sharp “O kadar acele etme David!” dedi. “Daha zamanınız var.”
O anda, bu adamın söz söylerken zapt ettiği heyecanın farkına varmamıştım. Ziyaret salonuna girdim. Orada elinde bir mektupla Mistress Creakle oturuyordu. Beni yanına oturtarak dedi ki:
“David Copperfield! Siz daha çocuksunuz; bizim bu dünyada ne kadar az ehemmiyetimiz olduğunu, buradan ne kadar çabuk çekilip gittiğimizi bilirsiniz.”
Bir şey anlamadan yüzüne bakıyordum; devam etti:
“Siz tatilden sonra buraya geldiğiniz zaman anneniz sıhhatte mi idi?”
Sarsıldım, titremeye başladım; o, devam etti:
“Çünkü annenizin pek hasta olduğunu ve büyük bir tehlikede bulunduğunu şimdi haber aldım.”
Gözümü bir sis kapladı. Sallandım. Çünkü her şeyi anlamıştım. Mistress Creakle mırıldandı:
“Anneniz öldü!”
Bunu bana söylemeye hacet yoktu. Yeis ile bir çığlık kopardım. Birdenbire kendini dünyada yapayalnız hisseden bir öksüzün çığlığı…
Mistress Creakle bana karşı müşfik davrandı; bütün gün beni yanından ayırmadı. Ben artık sessiz kalan evimizi, küçük kardeşimi düşünerek mütemadiyen ağlıyordum. Mistress Creakle’in bana söylediğine göre küçük kardeşim sararıp soluyormuş ve ihtimal ki o da ölecekmiş.
Son gecemi yatakhanede geçirdim. Orada arkadaşlarım bana büyük bir sevgi gösterdiler. Traddles ısrarla yastığını vermek istedi. Hâlbuki benim yastığım vardı, bana kâfi idi ve hareket edeceğim sırada iskeletlerle dolu bir kâğıt verdi. İhtimal ki bununla kederimi azaltmak istiyordu.
Sabahleyin Yarmouth’a vardım. Beni almak için bir araba göndermişlerdi; bindim, fakat bu araba Mösyö Barkis’in arabası değildi.
Evin kapısına gelmezden evvel Peggotty’nin kucağına düştüm; ağlayarak bana dedi ki:
“Ben ne geceler geçirdim! Çok yorgunum! Bununla beraber toprağa girmeden evvel sevgili hanımımı terk etmek istemiyorum.”
Mösyö Murdstone rahat bir koltuğa oturmuş, sessizce ağlıyordu. Salona girdiğim zaman yüzüme bile bakmadı.
Miss Murdstone yazı yazıyordu. Bana parmaklarının ucunu uzattı. Soğuk bir tavır ile pazarlık elbisemi ve gömleklerimi getirip getirmediğimi sormakla iktifa etti. İşte o kadar. Metaneti, cesareti, zarafeti olan bu insanın bana söylediği teselli sözleri ancak bunlar oldu.
Kardeşi benim orada bulunduğumun farkında değil gibi görünüyordu. Bazen eline bir kitap alıyor, okumuyor, saatlerce enine boyuna dolaşıyordu. Evin ağır sükûnu içinde onunla saatin rakkasından başka yürüyen bir şey yoktu.
Peggotty’yi pek az görüyordum. Zavallı annemle küçük çocuğunun son uykularını uyudukları odadan ayrılmıyordu.
Cenaze akşamı Peggotty odama gelip beni buldu. Yatağımın yanında oturdu. Elimi tuttu, bana annemden ve annemin son günlerinden uzun uzadıya bahsetti. Bana dedi ki:
“Annen çoktan beri rahatsızdı; mesut değildi. Haşin bir söz ona dehşetli bir darbe oluyordu. Sizin gittiğiniz akşam anneniz bana ‘Zavallı David’imi bir daha göremeyeceğimi hissediyorum.’ dedi. Bununla beraber vücudunu kemiren fenalığa karşı koymaya çalışıyordu. Ancak ölümünden birkaç gün evvel kocasına söyledi. Bana diyordu ki zevcim bu fikre alışacak ve çabuk unutacak. Ben daima annenizin yanında bulunuyordum. O, bana aşağıdakilerden bahsediyordu; çünkü geçirdiği eziyetli hayata rağmen onları seviyordu. Son gece beni öptü ve mırıldandı: ‘Çocuğum da ölürse benimle beraber bir mezara konulmasını isterim; sevgili David’e deyiniz ki annesi ölüm döşeğinde onu bin kere takdis etti. İyi yürekli Peggotty! Bana yaklaşınız; kolunuzla başımı tutunuz; sizi görmek istiyorum.’ dedi ve uykuya dalan bir çocuk gibi sükûn içinde öldü.”
Kabirde uyuyan anne; benim küçük çocukluğumun annesiydi. Yanında yatan küçücük mahluk, vaktiyle onun kolları arasında sıktığı ben idim.
Ertesi günden itibaren Miss Murdstone hâkimiyeti takındı ve Peggotty’nin bir aya kadar onu terk etmesini emretti.
Şüphesiz aynı suretle benden kurtulsa pek memnun olacaktı. Lakin bana ne gibi bir akıbet hazırladığına dair bir kelime söylemedi. Ben bütün cesaretimi topladım ve pansiyona ne vakit döneceğimi sordum. Bana ihtimal ki pansiyona dönmeyeceğimi söylemekle iktifa etti. Ben Mösyö Murdstone’un benim derslerimi deruhte edeceği korkusuyla titredim. Lakin gördüm ki beni kendisi ve hemşiresiyle birlikte kalmaya mecbur etmek fikri artık yoktu. Bilakis beni görmek bile istemiyordu; benim nerede olduğumu, hatta Peggotty’ye arkadaşlık edip etmediğimi de bilmek vazifesi bile değildi.
Başıma gelen felaketin şaşkınlığından henüz kurtulmamış olduğum hâlde mevkimi bir dereceye kadar soğukkanlılıkla muhakeme ediyordum: Kendimi tamamıyla terk edilmiş hissediyordum. Yalnız iyi yürekli Peggotty müstesna idi. Hatta bir akşam beni on beş gün kadar evine götürmek için Miss Murdstone’dan müsaade istemek cesaretini gösterdi.
Bir kornişon kavanozuna dikkatle bakan Miss Murdstone serbest bir tavırla cevap verdi:
“Zamanını ister burada ister orada kaybetsin, bence ehemmiyeti yok. Evet demekte bir mahzur görmüyorum.”
Yine Mister Barkis harap arabasıyla gelip bizi aldı. Hareketten evvel Peggotty kabristana gitmişti. Henüz gözleri yaşla dolu idi. Birdenbire benimle konuşmaya başladı. Barkis birçok defalar tebessüm etti.
Onun hoşuna gitsin diye “Mösyö Barkis, Peggotty şimdi kendine geldi.” dedim.
Alaycı bir tarzda ona bakarak “Sahi mi?” diye cevap verdi. “Tamamıyla iyileştiniz mi?”
Peggotty gülerek cevap verdi:
“Evet.”
Mister Barkis ona hafiften dirseğiyle vurarak ısrar etti.
“Emin misiniz?”
Dirseğiyle hafifçe dürterek bu suali üç dört defa tekrar etti.
Çok memnun görünüyordu. Arabasını bir lokantanın önünde durdurarak bize et yahnisi ile bira ikram etmek nezaketini gösterdi. Peggotty; ona, her söz söyleyişinde, samimiyetle dirsek vuruşunda gülmekten katılıyordu.
Mister Peggotty ile Ham bizi nezaketle kabul ettiler. Selamlayıp Mister Barkis’den ayrılacağım sırada beni tuttu ve alçak sesle “Her şey yolunda.” dedi.
Hakikatte neden bahsettiğini anlamadığım hâlde anlamış gibi “Ah!” dedim.
“Bilir misiniz ki Barkis çok istiyordu. Lakin yalnız başına Barkis. Hâlbuki şimdi sayenizde o istemekte yalnız değil.”
Bu sözler o kadar esrarengiz bir tarzda söylenmiş idi ki fikirlerini yüzünden anlamaya çalışıyordum. Lakin durmuş bir rakkasın kadranı üzerindeki malumattan başka bir şey öğrenemedim.
Yolda Peggotty bana onun ne söylediğini sordu.
“Bana ‘her şey yolunda’ dedi.”
“Pek mümkün! Söylesene bana aziz David’im. Eğer ben evlenirsem ne dersiniz?”
“Derim ki, beni yine bugünkü kadar severseniz: Peggotty!”
Tebessüm etti ve gelip geçenlerin ve biraderlerinin hayretleri içinde beni hararetle kucakladı.
“Yine derim ki eğer siz Mister Barkis’le evlenecek olursanız çok iyi olacak. Çünkü bir arabanız olur. Gelip beni görürsünüz ve hiç para vermezsiniz.”
“Bu aziz çocuk ne kadar akıllı! Bununla beraber ya müteessir olursanız…”
“Bilakis çok memnun olurum.”
“O hâlde aziz çocuğum daha düşüneceğim. Barkis iyi bir adam.” Ve kahkaha ile gülerek ilave etti: “Ümit ederim ki ben tamamıyla iyi olacağım.”
Mister Peggotty’nin evi değişmemişti. Mistress Gummidge birinci defa olduğu gibi bizi kapıda bekliyordu. Hangarın altındaki fıçılarının içinde yengeçlerini, ıstakozlarını tekrar buldum. Bunlar herkesin parmağını kıstırmaya daima hazır idiler.
Bir müddet sonra mektepten gelen küçük Emily’yi uzaktan gördüm. Yaklaştıkça sıhhatli ve neşeli yüzünü, güzel mavi gözlerini ve her zamandan daha cazibeli olan küçük vücudunu fark ediyordum. Onu kucaklamak istedim. “Ben artık çocuk değilim!” diye bağırarak eve kaçtı.
Sofrada benim yanımda oturacak yerde Mistress Gummidge’in yanına oturdu ve gülmeye başladı. Mistress Gummidge daima muzdaripti. Mösyö Peggotty dedi ki:
“Bu, bir küçük kedidir!”
Ham, Emily’ye memnun bir tavırla bakarak tekrar etti:
“Evet, Mösyö David, bu küçük bir kedidir!”
Mösyö Peggotty heyecanla bağırdı:
“Ah! Karşınızda iki yetim görüyorsunuz!” Emily’nin saç kıvrımlarını okşadı ve Ham’a karşı şedit bir dostluk nümayişi yaptı.
Kemali itminan[28 - İtminan: İnanma, güvenme. (e.n.)] ile dedim ki:
“Mösyö Peggotty, eğer siz benim vasim olsaydınız kendimi hiç de yetim hissetmezdim.”
Genç denizci Mösyö Peggotty’nin dostane nümayişine mukabele ederek haykırdı:
“Bravo, Mösyö David! İyi söyledin.”
Günler eskisi gibi geçiyordu, yalnız yemekten sonra ekseriya Mösyö Barkis bizi ziyarete geliyordu. Beceriksiz bir tavırla geliyor; elinde Peggotty’ye mahsus bir paket getiriyor ve paketi bir şey söylemeksizin kapının yanına bırakıyordu. Bu hediyeler muhtelifti ve ekseriya ümit edilmedik şeylerdi: Bir torba portakal ve bir ölçek elma, siyah kehribar bir çift küpe, bir demet soğan, bir kutu domino, isli domuz pastırması, kafeste bir kanarya…
Mösyö Barkis kur yapıyor, ağzını açmıyor, karşısında çalışan Peggotty’den gözünü ayırmıyor, çok mesut görünüyor, eğer tesadüfen gündüz deniz kenarında Peggotty ile bir gezinti yaparsa yalnız tamamıyla iyi olup olmadığını sormakla iktifa ediyor ve bu sual Barkis gittikten sonra Peggotty’yi kahkahalarla güldürüyordu.
Bir sabah Mösyö Barkis geldi. Yeni elbiseler giymişti: Eldivene lüzum bırakmayacak kadar uzun kollu, arkadan saçlarını kaldıracak kadar yüksek yakalı bir libas,[29 - Libas: Giysi. (e.n.)] en büyük model düğmelerle mücehhez sarı bir yelek, gümüşi pantolon… Sözün kısası, bir şıklık numunesi… Peggotty ile Emily’yi ve beni alıp gezmeye götürmek için geldiğini söyledi.
Teklif, Peggotty’yi hayrete düşürmedi. Bizimle beraber arabaya bindi.
Mister Barkis bir kilisenin önünde durdu. Beygiri parmaklığa bağladıktan sonra Peggotty ile kiliseye girdiler. Bize de arabadan inmemeyi işaretle anlattılar.
Uzun bir zaman sonra tekrar geldiler ve kıra doğru gitmeye başladık.
O zaman Mister Barkis bana döndü ve gözlerini kırpıştırarak dedi ki:
“Arabanın içine hangi ismi yazmıştım?”
“Clara Peggotty.”
“Şimdi onu nasıl yazmak lazım, bilir misiniz?”
Anlamadan bakıyordum; kahkaha ile gülerek haykırdı:
“Clara Barkis Peggotty!”
Kilisede evlenmişlerdi. Benim iyi kalpli dadım, bana karşı sevgisinin azalmadığını göstermek için beni yine buselere gark etti.
Küçük bir lokantada gayet iyi bir öğle yemeği yedikten sonra eski geminin yolunu tuttuk. Mister ve Mistress Barkis bize veda ederek evlerine gittiler. O zaman Peggotty’yi kaybettiğimi anladım ve mahzun oldum. Akşam yemeğinde Mösyö Peggotty ile Ham beni eğlendirmeye çalıştılar. Emily yanıma oturdu. Ve oldukça iyi bir gece geçti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/charlz-dikkens/david-copperfield-69428047/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Müteazzım: Taazzum eden, büyüklük taslayan, mütekebbir. (e.n.)

2
Havi: İçinde bulunduran, kapsayan. (e.n.)

3
Sadme: Vurma. (e.n.)

4
Cebretmek: Zorlamak. (e.n.)

5
Avdet etmek: Dönmek, geri gelmek. (e.n.)

6
Sevkitabii: İçgüdü. (e.n.)

7
İndifa: Püskürme. (e.n.)

8
Merbut: Bağlı. (e.n.)

9
Muntazır: Bekleyen, gözleyen. (e.n.)

10
Beşuş: Güler yüzlü, güleç, gülümser. (e.n.)

11
Tafrafuruş: Yüksekten atan, böbürlenen. (e.n.)

12
Nankin: Deve tüyü rengi Çin bezi. (e.n.)

13
Gaybubet: Yokluk. (e.n.)

14
Hemşire: Kız kardeş. (e.n.)

15
Cebrinefis: Nefis zorlaması. (e.n.)

16
Rey: Görüş. (e.n.)

17
Beher: Her bir. (e.n.)

18
Nadim: Pişman. (e.n.)

19
Amuret, hem bir dana eti yemeği hem de geçici aşk demektir. (ç.n.)

20
Muvasalat: Bir yere ulaşma, varma. (e.n.)

21
Bir İngiliz ölçüsü. (ç.n.)

22
Mükaleme: Karşılıklı konuşma. (e.n.)

23
Mubassır: Okullarda öğrencilerin durumu ile ilgilenen ve düzeni sağlamakla görevli kimse. (e.n.)

24
Diksiyoner: Sözlük. (e.n.)

25
Mahzuziyet: Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme. (e.n.)

26
Himayekerde: Himaye edilmiş. (e.n.)

27
Nedamet etmek: Pişman olmak. (e.n.)

28
İtminan: İnanma, güvenme. (e.n.)

29
Libas: Giysi. (e.n.)
David Copperfield Чарльз Диккенс
David Copperfield

Чарльз Диккенс

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Doğmadan evvel babasını kaybeden David, hayatın zorluklarıyla çok erken yaşta karşılaşır. Üvey babasının yanında yaşadığı kötü günlere dayanan körpecik yüreği annesinin ölümüyle yeni bir hayata demir atar. Hayatı yeniden kurmak zordur; ama okulda eğitim adı altında binbir zulümle ıslah edilmekten veya kendisi gibi çocukların emeklerinin sömürü çarklarında -karın tokluğunu aratırcasına- öğütüldüğüne şahit olmaktan zor mudur? Peki ya, nahif bedenlerinin taşıdığı yoksulluğu örten ceketlerini bile satmak zorunda kalan insanların yaşamından?.. İşte David, bunları yaşayan bir çocukluğun verdiği olgunlukla büyüyecektir. Yaşadıklarının sadece kendine mahsus olmadığını bilerek, ekonomik zorlukların insanları nasıl değiştirdiğini -acı tecrübelerle-görerek büyüyecektir…

  • Добавить отзыв