Madam Bovary

Madam Bovary
Gustave Flaubert
Kendi zamanının ötesinde kurduğu hayalleri ile içinde bulunduğu yaşamın tam ortasında sıkışmış olan Emma, ihtiraslı bir kadındır. Sakin, huzurlu bir hayat arzu eden eşi Charles, onun için bir hayal kırıklığıdır. Sürekli romantik aşk hikâyeleri okuyan Emma, bunların tesirinde heyecanlı ve duygusal derinliği olan ilişkiler hayal etmektedir. Evlilikten bekledikleri gerçekleşmedikçe zamanla hayatından hoşnutsuzluk duymaya başlar. Bu öyle bir hâle gelir ki, hayatının sevmediği bütün sıradanlıklarını Charles ile özdeşleştirir ve ondan nefret eder. Devrin kadınları için evlendikten sonra özgürlüklerini ifade edecek bir seçenek bulmak zordur ve Emma da bunun için elindeki tek yola; ihanete başvurur. Emma, hem aşktan beklentisini alamamış hem de aşkı için borçlanmış biri olarak çıkmaza girer. Bu borç onu hüzünlü sonuna hazırlar. Charles’ın yanında aldığı arsenik ile çırpına çırpına hayatına son verir. “… Erkek hiç olmazsa hürdür. Sevda peşinde memleketleri gezer, engelleri aşar, en uzak yerlerin tadını alır. Bir kadın ise sonsuz bir yasak hayatı yaşar…”

Gustave Flaubert
Madam Bovary

1. Bölüm

1
Biz dersteyken müdür içeri girdi. Arkasında şehir kıyafetli bir öğrenci ile sırtında koca bir sıra taşıyan sınıf hademesi vardı. Uyuklayanlar hemen uyandılar. Hepimiz güya dersimizi bırakarak ayağa kalktık.
Müdür, yerimize oturmamızı işaret ettikten sonra gözetmene dönerek yavaşça:
“Mösyö Roger…” dedi. “İşte size tavsiye ettiğim yeni öğrenci. Şimdilik beşinci sınıfa[1 - Onlarda sınıf sırası bizdekinin tersinedir.] gidecek. Fakat çalışır ve uslu durursa yaşına uygun daha büyük sınıflara da geçer.”
Kapı arkasında göze çarpmayacak bir köşede kalan bu yeni öğrenci aşağı yukarı on beş yaşlarında ve hepimizden de uzun boylu bir taşra çocuğuydu. Bir köy papazı gibi saçları alnının üstünde dikine kesilmişti. Ağırbaşlı ve çok sıkılgan görünüyordu.
Omuzları geniş olmamakla beraber koltuklarını sıkacak gibi görünen siyah düğmeli yeşil ceketinin kollarından, her zaman çıplak durmaya alışık olduğu anlaşılan kızarmış bilekleri görünüyordu. As kısı pek gergindi ve sarımtırak kısa pantolonundan, mavi çoraplı bacakları meydana çıkıyordu. Ayaklarında kötü boyanmış, çivili ve sağlam ayakkabılar vardı.
Dersler ezbere okunmaya başlandı. O, kilisede vaaz dinler gibi, cankulağı ile ayak ayak üstüne oturmaya cesaret edemeyerek hatta dirseklerini sıraya dayamadan bunları dinledi. Öyle dalmıştı ki saat ikide zil çaldığı vakit öğretmen, bizim gibi onun da kalkıp sıraya dizilmesini söylemeye mecbur kaldı.
Biz dersliğe girdiğimizde ellerimiz serbest kalsın diye kapıdan içeri ayağımızı atar atmaz kasketlerimizi sıranın altına doğru fırlatırdık. Bu, bir âdet olmuştu. Kasketler ortalığı toza boğarak duvarın dibine kadar giderdi. Usulü böyleydi.
Fakat bu manevraya dikkat mi etmemişti, yoksa herkesin yaptığını yapmaya cesaret mi edemedi, sabah duası bittiği hâlde “yeni gelen”in kasketi hâlâ dizlerinin üstünde duruyordu. Bu kasket hiçbir şeye benzemeyen yahut her şeye benzeyen, acayip bir şeydi: İkinci imparatorluk devrinde mızraklı süvarilerin giydiği Leh başlığı, tüylü, külah şeklinde, yuvarlak şapka, su samurundan yapılmış kasket ve pamuk takke… Yani bunların hepsinden oluşmuş zavallı bir şey, sessiz çirkinliği, bir aptal yüzü gibi, derin bir ifade taşır. Yumurta biçiminde ve balenlerle şişirilmiş olan bu kasket önce üç sarmal tel ile çepeçevre sarıldıktan sonra sıra başka şeylere geliyordu: Kırmızı şeritlerle ayrılmış baklava biçimi kadifeden ve tavşan tüyünden parçalar, sonra tepesinde mukavva bir poligon taşıyan torba gibi bir şey ki üzerinde karışık işlemeler ve ucunda püskül gibi sarkan ince sırma tellere bağlı ufak bir istavroz… Bu kasket yeniydi; önündeki siperi parlıyordu.
Öğretmen, çocuğa:
“Ayağa kalkın!” dedi.
Çocuk kalkınca kasketi yere düştü. Bütün sınıf gülmeye başladı. Eğilip kasketini aldı. Fakat yanındaki çocuk dirsekle onu gene düşürdü. Çocuk tekrar eğilerek kasketini eline aldı.
Sınıfta bir gülüşmedir gidiyordu. Zavallı çocuk fena hâlde bozuldu. Ne yapmalıydı? Kasketini elinde mi tutmalı, yere mi bırakmalı yoksa başına mı geçirmeliydi? Yerine oturduğunda kasketini gene dizlerinin üstüne koydu.
Öğretmen tekrar etti:
“Ayağa kalkın ve bana adınızı söyleyin!”
Yeni gelen, çabuk ve anlaşılmaz bir surette bir isim söyledi.
“Anlamadım, bir daha söyleyin!”
Sınıfın yuhalamaya benzeyen gürültüleri arasında aynı çabuk ve anlaşılmaz heceler bir daha söylendi.
Öğretmen bağırdı:
“Ne diyorsunuz, anlamıyorum. Daha yüksek, daha açık!”
O zaman yeni gelen büyük kararını verdi. Ağzını alabildiğine açarak birini çağırır gibi, bol bir nefesle şu kelimeyi haykırdı!
“Charles Bovary!”
Sınıfta büyük bir gürültü koptu. Islık gibi keskin seslerle gürültü gittikçe büyüyordu. Ulumalar, havlamalar, tepinmeler arasında “Charles Bovary, Charles Bovary” ismi tekrarlandı. Sonra gürültü değişik tonlara ayrılarak yuvarlandı ve gitgide zoraki durulmakla beraber arada bir sıralardan birinde gene patlak vererek hızını alamamış kestane fişeği gibi şurada burada, kısılmak istenen kahkahalar hâlinde boşalmaktan geri kalmadı.
Bununla beraber dolu gibi yağan cezalar, ezber ve yazı cezaları yavaş yavaş gürültünün önünü aldı. Öğretmen, çocuğun ismini Charles Bovary diye kendisine yazdırarak ve hecelettirerek tekrarlattı. Sonra zavallı çocuğa kürsünün dibindeki tembeller sırasına gidip oturması için emir verdi. Çocuk gitmek için kımıldandı fakat birden durdu. Bir şey arıyordu.
Öğretmen sordu:
“Ne arıyorsunuz?”
Yeni gelen etrafına kaygıyla bakınarak ürkek bir sesle kekeledi:
“Kasketimi…”
“Bütün sınıfa beş yüz satır yazı cezası!”
Öğretmen bunu öfkeli bir sesle yeni bir gürültü kasırgasını önlemek için, tehdit makamında söylemişti. Üzüldüğü ve canı sıkıldığı belliydi. Takkesinin içine bıraktığı mendilini alıp alnını silerek:
“Gürültü etmeyiniz!” dedi. “Size gelince; yeni gelen, siz de gülünç olmak fiilinin Latincesini bana yirmi kere çekimleyip vereceksiniz.”
Sonra, daha yumuşak bir sesle ilave etti:
“Oo! Merak etmeyiniz! Kasketinizi bulursunuz… Çalındı sanmayın… Kimse almaz!”
Artık sınıf durgunlaşmıştı. Başlar kartonlar üzerine eğildi. Yeni gelen, iki saat hiç kıpırdamadan başkalarına örnek olacak bir uslulukla durdu. Gerçi ara sıra çiğnenmiş bir kâğıt gelip suratına yapışmıyor değildi. Fakat o, eliyle yüzünü silerek gene gözleri yerde kımıldamadan duruyordu.
Akşam derslikte, sırasından kolluklarını çıkardı. Küçük eşyasını düzeltti. Kâğıdını önemle çizdi. Her kelimeyi sözlükte arayarak ve çok emek harcayarak candan çalıştığını görüyorduk. Şüphesiz, gösterdiği bu irade kuvveti sayesinde daha aşağı sınıfa alınmaktan kurtuldu. Yoksa giderdi. Çünkü dilbilgisi kurallarını şöyle böyle biliyordu ama ifadesinde pek o kadar kıvraklık yoktu. Ailesi ekonomik sebeplerle koleje mümkün olduğu kadar geç gönderdiği için, onu Latinceye, köyünün papazı başlatmıştı.
Babası, Mösyö Charles Denis Bartholomé Bovary, eskiden başcerrah asistanıyken 1812’ye doğru askere alma işlerinde lekelenerek o tarihte hizmetinden çekilmeye mecbur olmuştu. Gösterişli olduğu için o sırada bir tesadüfle karşısına çıkan ve çalımına âşık olan bir kızın, bir tüccar kızının altmış bin franklık çeyizini ele geçirdi. Bu yakışıklı ve palavracı delikanlı, iki taraftan bıyıklarına karışan favorileri, parlak renkli elbiseleri, yüzük dolu parmakları ve inadına şakırdattığı mahmuzlarıyla bir babayiğit tavrı gösteriyor ve üstelik buna bir tüccar komisyoncusu gevezeliğini ilave ediyordu. Evlendikten sonra iki üç yıl karısının parasıyla adamakıllı yaşadı. İyi yiyor, geç kalkıyor; büyük porselen pipolar kullanıyor, geceleri kahvelere devam ediyor ve ancak tiyatrodan sonra eve geliyordu. Kaynatası öldü ve ardında pek az şey bıraktı. Bundan üzüntü duyan Charles, fabrika işine girdi. Orada biraz para kaybetti. Sonra bir kenara çekildi. İşi çiftçiliğe döktü. Fakat bezden, basmadan anlamadığı kadar toprak işinden de çakmadığı için çok geçmedi, dama dedi. Hayvanları çifte süreceğine kendi biniyor, şişelerle elma şarabını satacağına kendi içiyor, kümesin en besili tavuklarını kendi yiyor, av çizmelerini domuzlarının yağıyla yumuşatıyordu. Baktı ki olmayacak, bu işi de yüzüstü bıraktı.
O zaman yıllığı iki yüz franga yarı çiftlik, yarı çiftçi evi olmak üzere Pikardi ve Ko sınırında bir köy evinde küskün, umutsuz, Tanrı’ya atıp tutarak, herkesi kıskanarak dediğine göre, insanlardan kaçarak başını dinlemek için kırk beşinden sonra dünyadan elini eteğini çekti ve orada kapandı kaldı.
Karısı önce, onun için, deli divane olmuştu. Kocasını çok seven ve onun için saçını süpürge eden bu kadıncağız, ne çare ki o nispette kocasını kendinden uzaklaştırıyordu. Kendi de vaktiyle şen, şuh ve kocasına tam gönüllüyken yaşlandıkça “sirkeye dönen bozulmuş bir şarap gibi” titiz, yaygaracı ve sinirli olmuştu. Önce şikâyetsiz neler çekti! Kocası köyün bütün şıllıklarının arkasından koştuktan sonra gece gittiği kötü evlerden içki kokarak bitkin bir hâlde gelir, yatağa düşerdi. Nihayet kadınlık gururu isyan etti. Fakat kuduran bütün öfkelerini yutarak son nefesine kadar sessiz bir stoisism içinde saklanmaya muvaffak oldu. O, durup dinlenmeden bütün işlerin arkasına düşer, vekillerini görür, reisin yanına çıkar, senetlerin vadesini aklında tutar, uğraşır mühlet alır; sonra evde dikiş diker, çamaşır yıkar, ütü yapar, işçilere gözcülük eder, onların haftalıklarını verir. Kadın böyle meşgulken erkek ne yapar mı diyeceksiniz? O, somurtkan bir uyuşukluk içindedir. Bu uyuşukluktan ancak tatsız bir sözle karısının kalbini kırmak için ayrılır. Karısının kalbini kırmak ve ocak başında öksürüp yere tükürmek için…
Kadın bir oğlan çocuk doğurdu. Çocuğu dışarıda bir sütnineye verdiler. Çocuk eve geldiği vakit bir prens gibi şımartıldı. Anası onu reçelle besliyor, baba yalın ayak başı kabak onu salıverdikten sonra, işi filozofluğa vurmak için, hayvan yavruları gibi çırılçıplak da koşup oynayabileceğini söylüyordu. Ana sevgisinin yumuşaklığına zıt olarak onun kafasında bir erkek çocuk ideali yaşıyordu. Bu ideale göre oğlunun gürbüz yetişmesi için ona sert bir Isparta terbiyesi vermeye çalışıyordu. Onu soğuk odada yatırır, ona bardakla rom içmeyi ve papaz ayinlerini hiçe saymayı öğretirdi. Fakat yaradılışından sessiz olan küçük, babasının bu gayretlerini boşa çıkarıyordu. Anası onu kendi arkasından sürükler, ona kartonları kesip oyuncaklar yapar, masal okur, hep kendi konuşur, ona dinletir ve bu hâl melankolik bir neşe ve geveze bir şaklabanlık, sonsuz bir monolog şeklini alırdı. Kendisi dünyadan el etek çektiği için bütün dağınık ve kırık emellerini bu küçük başa aşıladı. Oğluna yüksek mevkiler hayal eder, onu kâh yollar, köprüler mühendisi; kâh da yüksek bir adliyeci, bir hâkim olarak düşünürdü. Ona okumayı öğretmenin dışında eski piyanosunda bir iki şarkı bile belletmişti. Bütün bu işlere karşı, edebiyata pek metelik vermeyen Mösyö Bovary, “Boşuna uğraşma, değmez!” derdi. Onu hükûmet mekteplerinde okutacak parayı nereden bulacaklardı? Sonra bir memurluk almak yahut ticaret için icap eden sermayeyi bulmak mümkün müydü? Zaten atılgan bir adam, hayatta her zaman muvaffak olmuyor mu? Madam Bovary o zaman dudaklarını ısırır, çocuk da köyde başıboş dolaşırken çiftçilerin arkasından gider, yerden aldığı toprak topaklarıyla kargaları kaçırırdı. Hendek boyunca sıralanmış dutlardan yer, elindeki yemiş sırığı ile hindi çobanlığı eder, mahsul zamanı çayır otunu çevirip kurutur, ormana dalar, yağmurlu günlerde kilisenin avlusunda kaydırak oynardı. Büyük yortularda kilisenin çanını çalmak ve bütün vücuduyla çanın ipine asılarak sanki oradan iple beraber uçacakmış gibi bir şeyler duymak için zangoca, kilise hizmetçisine yalvarırdı.
Onun için, meşe gibi büyüdü, pazıları şişti ve rengi güzelleşti.
***
On iki yaşına geldiğinde annesi onu okutma müsaadesini aldı. Bu işi köy papazına yüklediler. Fakat dersler o kadar kısa ve öyle devamsızdı ki bir işe yaramıyordu. Papaz onu baştan savma, öyle şıpın işi ayakta bir cenaze ayini ile bir vaftiz merasimi arasında boş kalan zamanda okutuverirdi. Yahut kendi çıkamayacaksa, Anjelüs duasından sonra öğrencisine haber gönderirdi. Odasına çıkar, yerlerine otururlardı. Hava sıcaktır. Küçük sinekler ve pervaneler mumun etrafında dolaşırken çocuk kendinden geçer, uyuklamaya başlar, zavallı papazcık da elleri karnının üstünde, ağzı açık horlamakta gecikmezdi. Bazen de civarda bir hastaya şaraplı ekmek vermekten döndüğünde, bakardı ki Charles kırlarda haytalık ediyor; o zaman onu çağırır, bir çeyrek saat nasihatle kafasını şişirdikten sonra, bir ağaç altında ona bir fiil tasrif ettirmek için fırsat bulurdu. Derken yağmur yağar ya da oradan geçen bir tanıdık bu işe engel olurdu. Bununla beraber köy papazı öğrencisinden her zaman memnundu. Hatta delikanlının hafızasının kuvvetli olduğunu söylediği de olurdu.
Ne olursa olsun Charles’ın tahsili bu derecede kalamazdı. Madam üsteledi, sözünden dönmedi. İşlerin gidişinden mahcup görünen, daha doğrusu usanç getiren Mösyö, bir direnç göstermedi. Öyleyken, yine de çocuğun liseye başlaması için bir yıl daha beklediler.
Altı ay geçti ve ertesi yıl Charles, Ruan Kolejine yazdırıldı. Babası onu mektebe ekimin sonlarına doğru, Saint Romain fuarının açılışı zamanında, kendi eliyle götürüp yerleştirdi.
Şimdi hiçbirimiz mümkün değil, onun eski hâlini hatırlayamayız. O zamanlar o, uysal, paydos vakitleri oynayan, ders zamanları çalışan, sınıfta ders dinleyen, yatakhanede iyi uyuyan, yemekhanede adamakıllı karnını doyuran bir oğlandı. Velisi, Gantri Sokağı’nda hurda bakır ve demir toptancılarından biriydi. Dükkânını kapadıktan sonra onu ayda bir pazar günü sokağa çıkartır, gemileri seyretsin diye limana kadar gezmeye gönderir, sonra yemekten evvel akşam yediye doğru gene koleje getirirdi. Çocuk her perşembe akşamı annesine uzun bir mektup yazardı. Kırmızı mürekkeple yazılmış ve üç yerinden mühür mumu ile mühürlenmiş bir mektup. Sonra tarih defterlerini gözden geçirir ya da milattan altı asır evvel yaşamış olan Filozof Anakarsis’i okur ve bir türlü bitmeyen bu kitap, dersliğin sıralarından eksik olmazdı. Gezintilerde, kendi gibi bir köylü olan hademe ile konuşurdu. Çalışkanlığı sayesinde sınıfının hep ortalarında idi. Hatta az daha doğabilimden birincilik alıyordu. Fakat henüz üçüncü sınıfı bitirmişti ki ailesi onu kolejden alarak tıp öğrenimine gönderdi. Bakaloryasını kendi kendine yapacağına inanmışlardı.
Anası ona, tanıdığı bir elbise boyacısının Odörobek sahilindeki evinin dördüncü katında bir oda kiraladı. Pansiyon ücreti için anlaştı, iki sandalye, bir masa gibi ufak tefek eşyasını tedarik etti. Kendi evinden eski bir tahta karyola getirtti. Üstelik yavrucağı üşümesin diye bir dökme soba, yetecek kadar da odun aldı. Hafta sonunda onu yalnız bırakarak ve artık kendi başına kalacağı için çok uslu davranmasını bin kere tembihleyerek ayrılıp gitti.
Duvarda okuyacağı derslerin programını gördüğü vakit çocuk sersemledi. Anatomi, patoloji, fizyoloji, eczacılık, kimya, botanik ve klinik tedavi gibi etimolojisini bilmediği birçok isimden başka sağlık ve tıp bilgisi dersleri… Bütün bunlar, esrarlı karanlıklarla dolu mukaddes mihrap kapıları gibi karşısına dikildi.
Derslerden bir şey anlamadı. Ne kadar dikkat etse kavrayamıyordu. Bununla beraber çalışıyordu. Ciltli defterleri vardı. Bütün derslere giriyor, hiçbir viziteyi kaçırmıyordu. Bulundukları yerde dönen, gözleri bağlı bostan beygirleri gibi ne yaptığını bilmeden küçük günlük işini görürdü.
Masraflarında ekonomi olsun diye annesi ona her hafta, bir ema netçi ile fırında pişmiş bir dana budu gönderirdi. Sabahları hastaneden geldiğinde tabanını duvara vura vura ısıtırken bununla kahvaltısını yapardı. Sonra derslere, amfiteatra, sağlık evlerine gitmek ve türlü sokaklardan geçerek eve dönmek lazım gelirdi. Akşam olunca pansiyoner olduğu evin yağsız yemeğini yer, odasına çıkardı ve sırtındaki ıslak elbiseler, kızmış sobasına karşı tüterek kururken o, gene çalışmaya koyulurdu. Güzel yaz akşamları ılık sokakların tenhalaştırdığı ve hizmetçi kızların kapı eşiklerinde top oynadıkları saatlerde o, penceresini açar, dirseğini dayar, dışarıya bakardı. Ruan’ın bu semtini bayağılaşmış bir Venedik hâline getiren ırmak, orada ayağının altında, sarı, menekşe veya mavi sularını, köprüleri ve mazgalları arasından akıtır giderdi. Kıyılarında işçiler çömelip kollarını, yüzlerini yıkarlar; evlerin çatılarından uzanan sırıklarda kurumaya bırakılmış pamuk çileleri görülürdü. Daha sonra, damlardan öteye, kızıl batı güneşini bağrına basan, temiz bir gök alabildiğine açılırdı. Kim bilir şu aşağıları ne hoştur! Orada kayın ağaçlarının altı ne serindir! Ve burnunun deliklerini açar, bulunduğu yere kadar gelemeyen kır kokularını ciğerlerine çekmek isterdi. Süzüldü, zayıfladı, boyu uzadı ve yüzü, görenlerde ilgi uyandıracak kadar hazin bir ifade aldı.
İhmali yüzünden verdiği kararlar birer birer bozuldu. Bir kere hastane vizitesine gitmedi, ertesi gün dersini kaçırdı ve tembelliğin tadını aldığı için bir daha oralara uğramadı.
Meyhaneye dadandı. Dominoya düşkündü. Pis bir umumi salonun mermer masalarından birinin başında o siyah taşları dizmek, hürriyetinin değerli bir alameti gibi, kendisini kendi gözünde büyütüyordu. Bu, ona hayata atılmak ve yasak olan zevkleri tatmaya başlamak nevinden gelir ve elini kapının tokmağına koyduğu vakit âdeta şehvet uyandıran bir heyecan duyardı. O zaman içinde kalan birçok şey meydana çıktı. Şarkılar öğrendi, gelen kızlara okudu, meşhur bestekâr ve şarkıcı Beranje’ye gönül verdi. Punç içmeyi öğrendi ve nihayet aşka düştü.
Bütün bu hazırlık çalışmaları sayesinde sıhhiye memuru hekim sınavını tamamen kaybetti. Köyünde o akşam ailesi başarısını kutlamak için, sabırsızlıkla kendisini bekliyordu.
Köye kadar yaya olarak gitti. Köyden içeri girmeden durdu. Anasına haber gönderdi ve her şeyi olduğu gibi ona anlattı. Kadıncağız haksızlığı sınavı yapanlarda bularak oğlunu mazur gördü ve işi yoluna koyacağını söyleyerek onu teselli etti.
Mösyö Bovary bu gerçekten ancak beş sene sonra haberdar oldu ve bu eskimiş havadisi kolayca hazmetti. Zaten kendi kanından olan bu çocuğun kabiliyetsizliğini kabul edemezdi.
Charles, ileride vereceği yeni bir sınav için, aralıksız, tekrar çalışmaya koyuldu. Bütün soruların cevaplarını peşin peşin ezberledi ve oldukça iyi bir notla sınavda başarılı oldu. Anası için bu ne mutlu bir gündü! Büyük bir ziyafet verildi.
Fakat şimdi sanatını nerede yapacaktı? Tost fena bir yer değil, orada ihtiyar bir hekimden başka kimse yoktu. Madam Bovary ne zamandan beri onun ölümünü gözlüyordu. Ve adamcağız öteki dünyaya göç için hiç de pılıyı pırtıyı toplamak niyetinde değilken Charles, onun yerine gelmiş bir adam gibi, karşısına dikildi.
Fakat yalnız oğlunu yetiştirip tıp öğrenimi gördürmek, Tost’ta ona yer bulmakla iş bitmezdi. Ona bir de eş bulmak lazımdı. Anası bunu da yapmakta gecikmedi. Bin iki yüz lira geliri olan kırk beş yaşlarında bir kadın, Diyepli bir mübaşirin dul kalan karısını buldu.
Kadın çirkindi gerçi, bir çalı demeti gibi kuru ve bir bahar gibi tomurcukluydu. Bununla beraber Madam Dübük’ün talipleri eksik değildi ve kendisi bunlardan herhangi birini seçebilirdi. İsteğini yerine getirmek için Madam Bovary bunların hepsini tüydürmeye mecburdu ve sonunda da başarıya ulaştı. Hatta içlerinde rahiplerin tuttuğu bir domuz kasabının entrikalarını pek ustalıkla boşa çıkardı.
Charles, bu evliliğin ucunda, kendisine gün doğar gibi, daha elverişli bir hayatın doğacağını umuyordu; o zaman daha serbest olacak, şahsına ve parasına hükmü geçebilecekti. Hâlbuki karısı kendi sine hâkim oldu; ona istediğini yaptırıyordu, herkesin yanında şunu söyleyecek, bunu söylemeyecek, her cuma perhize girecek, kendi nasıl uygun görürse kocası öyle giyinecek, vizite parasını vermeyen hastaların da kendi talimatlarına uygun olarak yakalarını bırakmayacaktı. Kadın, doktora gelen mektupları açar, işini kollar ve muayene odasında olduğu vakit bitişik bölmenin arkasından onu dinlerdi.
Her sabah Madam’ın çikolatası önüne gelmeliydi, bitip tükenmeyen işleri vardı. Üstelik durup dinlenmeden boyuna sinirlerinden, göğsünden, kanının bozukluğundan şikâyet ederdi. Ayak patırtısı onu rahatsız eder, başlarını dinlemek için bir tarafa çekilseler ıssızlıktan boğulurdu. Hatırını sormak için yanına mı geldiniz, mutlaka acaba ölüyor mu diye onu görmek içindir. Akşamları Charles eve geldiği vakit o, değnek gibi ince kollarını meydana çıkararak kocasının boynuna dolar ve onu karyolanın kenarına oturtarak derdini dökerdi: “Kocası onu sevmiyormuş, mutlaka başkasını seviyormuş! Ona zaten rahat edemezsin, kocaya varma dememişler miydi!” Böyle sözler söyler, sonunda ondan ferahlık verici bir şurup ve biraz sevgi isterdi.

2
Bir gece saat on bire doğru, tam kapılarının önünde duran bir atın nal sesiyle uyandılar. Hizmetçi kadın tavan arasının ufak penceresini açıp aşağısokaktaki adamla bir şeyler konuştu. Bir adam köy hekimini aramaya gelmişti. Yanında bir mektup vardı. Nastasie titreyerek merdivenden indi, kapının sürmesini çekti. Sonra birer birer kilitleri açtı. Gelen adam, hayvanını bırakarak kadının arkasına düştü, içeri girdi. Gri püsküllü yün kukuletasının içinden beze sarılmış bir mektup çıkararak nezaketle Charles’a uzattı. Charles mektubu okumak için dirseğini yastığa dayadı. Nastasie karyolanın yanında ışık tutuyordu. Madam utandığı için yüzünü sokak tarafına çevirerek arkasını dönmüş, onlara sırtını vermişti.
Mavi bir balmumu ile mühürlenmiş olan bu mektupta Mösyö Bovary, acele, Berto çiftliğine çağrılıyordu. Kırılmış bir bacağın yerine konulmasından bahsediliyordu. Berto ile Tost arası Longvil ile Saint Viktor’dan geçmek üzere ferah ferah altı fersah çekerdi. Ortalık zifirî karanlıktı. Genç Madam Bovary kocasının başına bir kaza gelir diye korkuyordu, bunun için şöyle bir karar verildi; gelen seyis önden gidecek, Charles üç saat sonra ay doğarken yola çıkacak öteden kendisini karşılamaya bir çocuk gönderilecek, çocuk ona çiftlik yolunda kılavuzluk edecek ve önü sıra çit kapılarını açacaktı.
Sabahın saat dördüne doğru Charles, paltosuna iyice bürünerek Berto’ya doğru yola çıktı. Hâlâ uyku sersemiydi. Beygirin muntazam tırısına beşikte sallanır gibi kendini bırakmıştı. Yolların kenarında kazılan, üstünü diken kaplamış oyukların hizasına gelip de hayvan kendiliğinden durduğu vakit Charles sıçrayarak uyandı, hemen aklı kırık bacağa gitti: Kırıklara ait bildiklerini hatırlamaya çalışıyordu. Yaprakları dökülmüş elma dallarında kuşlar, tüyleri sabahın serin rüzgârına karşı yer yer dikilerek hareketsiz duruyor; kırlar, göz alabildiğine dümdüz uzanıp gidiyor ve çiftliklerin etrafında seyrek demetler hâlinde ağaç kümeleri, kasvetli bir gökyüzü tonu ile ufuklara karışan boz rengi kırların üstünde, koyu mor birer leke gibi görünüyordu. Charles zaman zaman gözlerini açıyor, sonra zihin yorgunluğundan uykusu gelerek öyle bir uyuşukluğa düşüyordu ki bu hâlinde yeni izlenimleri eski hatıralarına karışarak kendinde bir ikilik buluyor; bir karyolasında kendini uzanmış evli bir adam gibi görürken, bir, eskiden olduğu gibi, hariciye koğuşunda ameliyatlılar arasından geçen tıbbiye öğrencisi oluyor ve kafasında lapaların sıcak kokusuna, çiylerin yeşil kokusu karışıyordu. Derken yattıkları karyolanın perdeleri çekilirken halkalarının çıkardığı sesi ve karısının uyuduğunu duyuyordu… Vasonvil’den geçerken hendeğin kenarında, çimenlere oturmuş bir oğlan çocuğu gördü.
“Hekim siz misiniz?”
Bu sualin müspet cevabını alması üzerine çocuk, takunyalarını eline alarak önden koşmaya başladı.
Yolda giderken köy hekimi, kılavuzunun sözlerinden anladı ki Mösyö Ruolt hâli vakti yerinde bir çiftçiydi. Bir gün evvel akşamüstü, bir komşusunda eğlenip vakit geçirdikten sonra evine gelirken nasılsa düşmüş, bacağı kırılmış. Karısı iki yıl evvel öldüğü için evi çekip çeviren bir tanecik kızından başka da kimsesi yokmuş.
Yollarda araba tekerlekleri izlerinin daha derinleştiği görülüyordu: Berto’ya yaklaşmışlardı. Küçük oğlan bir çitin deliğinden girip kayboldu. Sonra gene gelerek bir avlunun tahta havaleye benzeyen kapısını açtı.
Hayvanın ayakları ıslak otların üstünde kayıyor, Charles, dalların altından geçerken başını eğiyordu. Çoban köpekleri kulübelerinde zincirlerini gererek havlıyorlardı.
Berto’ya girdiği vakit atı ürktü ve geriye doğru büyük bir hamle yaptı.
Burası görünüşü güzel bir çiftlikti. Ahır kapılarının açık üstünden içeride iri çift atlarının yeni yemliklerinde rahat rahat yemlendikleri görülüyordu. Binaların hizasında boydan boya dumanı tüten geniş bir gübre tarlası vardı. Üstünde eşelenen tavuklar, hindiler arasında, Normandiya kümeslerinin ziyneti olan beş altı tavus azametle boy gösteriyordu. Koyun ağılı uzun, samanlığı yüksek ve duvarları el ayası gibi düzdü. Hangarın altında iki büyük çift tekerlekli yük arabası ile dört saban duruyordu. Bunların kamçıları, boyundurukları, tam takımları beraberdi. Boyundurukların mavi renkteki yünü, zahire ambarlarından inen ince toz yağmuruyla kirli bir renk almıştı. Avlu yamaç hâlinde meyilli ve ağaçlarının uzaklıkları karşılıklıydı. Ötede durgun su etrafındaki kaz sürüsünün şakrak sesleri ortalığı çınlatıyordu.
Merinos yününden üç volanlı mavi bir rop giymiş genç bir kadın Mösyö Bovary’yi karşılamak için kapıya geldi. Ve onu içeri, mutfağa aldı. Mutfakta alevli büyük bir ateş vardı. Etrafında boy boy ufak tencerelerde evdekilerin öğle yemeği pişiyordu. Şöminede kuruyan ıslak elbiseler vardı. Hepsi büyük mikyasta yapılmış ateş küreği ile maşanın ve körüğün sivri ucu, bir çelik parıltısıyla ışıldarken duvarlarda asılı duran mutfak takımları üzerinde bir taraftan ocağın alevi, bir taraftan güneşin pencerelere gelen ilk ışıkları türlü yankılar yapıyordu.
Charles birinci kata çıktı. Hasta orada karyolasında, takkesini bir tarafa fırlatmış, yorganlarının altında ter döküyordu. Bu, elli yaşlarında, beyaz tenli, mavi gözlü, başının ön tarafı dızlak, ufak tefek bir adamdı. Yanı başında bir iskemlenin üstünde koca bir şişe içki duruyordu. Ara sıra bu içkiden bir kadeh atarak ondan cüret alacağını umarken doktoru görünce birden süngüsü düştü ve on iki saatten beri ağzına geleni etrafındakilere savururken şimdi hazin hazin inlemeye başladı.
Mesele, hiç komplikasyon göstermeyen adi bir kırıktan ibaretti. Charles için bundan iyisi can sağlığıydı. İşin kolaylığından memnun olarak hocalarından gördüğü gibi hastanın umut ve cesaretini artıracak güzel sözler söylemeye ve neşterleri yağlamak kabilinden cerrah komplimanları yapmaya başladı. Kırık tahtası yerine kullanılmak için arabalıktan birkaç lata getirdiler. Charles bunlardan birini seçti; parçalara ayırdı ve bir cam kırığıyla rendelemeye başladı. Bir taraftan hizmetçi kız sargı yapmak için çarşafları yırtıyor, Matmazel Emma küçük yastıklar dikmek için didiniyordu; iğne kutusunu bulmakta geciktiği için babası hırçınlaştı. Kızın hiç sesi çıkmıyordu; fakat dikerken iğneyi eline batırıyor, sonra da parmağını ağzına götürüp emiyordu.
Charles, tırnaklarının beyazlığına hayran oldu. Parlak, uçları ince olan bu tırnaklar Diyep fil dişlerinden daha temiz ve badem biçiminde kesilmişlerdi. Bununla beraber el güzel değildi. Belki de kâfi derecede soluk olmadığı ve mafsal kemikleri biraz kuru olduğu için o el pek uzun görünüyor ve konturları yumuşak bükülmeli hatlar göstermiyordu. En güzel yeri gözleriydi. Hakikatte koyu ela olduğu hâlde kirpikleri onu kara gözlü gibi gösteriyor ve bakışları saf bir cüretle açıktan açığa sizi buluyordu.
Pansuman yapılıp bittikten sonra Mösyö Ruolt, gitmeden ufak bir kahvaltı almasını, hekimden rica etti.
Charles yer katındaki odaya indiği vakit orada büyük bir karyolanın yanı başına konmuş küçük bir masada gümüş bardaklarıyla iki kişilik bir sofra gördü. Karyolanın cibinliği üstüne Türkleri tasvir eden bir alaca[2 - Alaca: Birkaç renk iplikten dokunmuş kumaş.] geçirilmişti. Pencereye karşı gelen yüksek meşe dolaptan yeni yıkanmış çamaşır kokusu geliyordu. İris çiçeği kokusuy la karışık nemli çarşaf kokusu… Yerde, odanın köşelerinde, dikine konmuş buğday çuvalları duruyordu. Bunlar odaya bitişik üç ayak taş merdivenle çıkılan zahire ambarına fazla gelen çuvallardı. Süs namına ortada, kara kalemle yapılmış tek bir baş vardı. Yaldızlı çerçevesiyle yeşil boyalarının altından sıvaları sırıtan duvarın ortasına asılmış, mitolojinin akıl ve hüner ilahesi farz olunan bu baş, Minerva’nın başından başka bir şey değildi. Bu resmin altında gotik harflerle “Sevgili babama” diye bir yazı vardı.
Önce hastadan sonra hayvanlardan bahsedildi. Kışın şiddetli geçtiği, geceleri kurtların tarlalarda gezindikleri söylendi. Matmazel Ruolt’u artık bu köy hayatı eğlendirmez olmuştu. Hele bütün çiftlik işlerinin hemen hemen yalnız kendi omuzlarına yüklendiği şu son zamanlarda! Oda soğuk olduğu için kahvaltı ederken kız titriyordu. Söz söylemediği vakit ısırır gibi içeri çektiği etli dudakları bu sebeple biraz meydana çıkmıştı.
Beyaz devrik bir yakadan gerdanı görünüyor, iki örgüye ayrılan düz ve parlak saçlarının her örgüsü yelpaze şeklini alıyordu. Bu saçlar, başın şekline göre hafif bir bükülme yaparak ince bir çizgi ile ikiye ayrıldıktan sonra şakaklara doğru dalgalanarak ve ancak kulak memelerini meydanda bırakarak bol bir şinyon hâlinde arkada birbirine karışıyordu. Köy hekimi böyle bir manzaraya ömründe ilk defa olarak dikkat etmiş bulunuyordu. Kızın gül gibi pembe yanakları vardı. Bir erkek gibi, korsajının iki düğmesine iliştirilmiş, bir bağda tek gözlük taşıyordu.
Charles, giderayak vedalaşmak için Baba Ruolt’un yanına çıktı. Tekrar indiği zaman genç kızı pencereden bahçeye bakar bir hâlde buldu. Orada alnını cama dayamış, rüzgârın devirdiği fasulye sırıklarına bakıyordu. Ayak sesini duyunca kız başını çevirdi:
“Bir şey mi unuttunuz?”
“Kırbacımı, lütfen…”
Derken arayan gözlerle karyolanın üstüne, kapıların arkasına, sandalyelerin altına bakınıyordu. Kırbaç duvarla çuvalların arasından yere kaymıştı. O sırada Matmazel Emma’nın gözüne iliştiği için buğday çuvallarının üstüne abanarak yere uzanmaya çalışıyordu. Beri tarafta durup beklemenin uygunsuz olacağını farkeden Charles, aynı hareketle kırbacını kendi almak gayretine düştü ve bunun tabii bir neticesi olarak göğsü genç kızın sırtına temas etti. Genç kız kızararak doğruldu. Öküz sinirinden yapılmış kırbacı hekime uzatırken omzunun üstünden ona bir göz attı.
Charles, Berto’ya önceden dediği gibi, üç gün sonra geleceğine, hemen ertesi gün geldi. Sonra hiç sektirmeden haftada iki kere devamlı oraya gitmeye başladı; arada bir yanlışlıkla olmuş gibi program harici geldikleri de başka…
Zaten işler de hep yolunda gitti. Hasta usule uygun olarak iyileşti ve kırk altı gün sonra Baba Ruolt virane evinde tek başına yürümeyi denediği vakit Mösyö Bovary’nin çok usta bir hekim olduğu kanaati de kafasında iyice yerleşmiş bulunuyordu. Baba Ruolt kendisine İveto gibi bir kasabanın, hatta Ruan gibi büyük bir şehrin en ileri gelen doktorları da bakmış olsa bundan daha iyi olamayacağını söylüyordu.
Charles’a gelince… O niçin Berto’ya bu kadar istekle gelmekte olduğunu bir kere bile kendine sorup araştırmadı. Belki de bu gayretin sebebinin, durumun vahim oluşundan ileri gelmekte olduğunu düşünüyor yahut umduğu maddi fayda bunda etken oluyordu. Bununla beraber hayatını dolduran zavallı meşguliyetler arasında çiftlik ziyaretlerinin müstesna bir zevk olması bundan mı ileri geliyordu? Ziyaret günleri erkenden kalkar, atını dörtnala sürer, sonra yaklaşınca iner, otların üstünde ayaklarını temizler, çiftliğe girmeden siyah eldivenlerini takmayı unutmazdı. Kendini avluda bulmaktan, tahta havale kapıyı omuzlayıp açmaktan, duvarın üstünde bir horozun ötmesinden hoşlanır, çocukların gelip kendisini karşılamalarından ayrıca zevk alırdı. Ambarları, ahırları, “kurtarıcım” diye arkasını okşayan Baba Ruolt’u seviyordu. Mutfağın temiz taş döşemesi üstünde Matmazel Emma’nın yüksek ökçeli tahta kunduralarını ve o önde yürürken o tahta ökçelerin temasından çıkan kuru sesleri seviyordu.
Evden her ayrılışında kız, onu avluya inen merdivenin başına kadar geçirir, ağırlar; atı daha getirilmemiş ise gelinceye kadar orada durur, beklerdi. Daha önce vedalaşmış bulundukları için artık hiçbir şey konuşmazlardı. İçeriden çıkınca açık hava genç kızı sarar, ensesinin tüylerini karmakarışık eder, kaldırır yahut kalçasının üstünde önlüğünün kurdelelerini rüzgârda çırpınan bayraklar gibi savururdu. Bir kere karların erime zamanında avludaki ağaçların kabuklarından sular sızıyor, damlardaki karlar eriyip şıpır şıpır damlıyordu. Genç kız, gene eşikte beklerken gitti şemsiyesini aldı, açtı, güvercin tüyü rengindeki ince ipek şemsiyeden kolayca geçen güneşin sırma telleri beyaz yüzünde, gerdanında oynak cilveler yaparken o, ılık bir güneş banyosu alıyormuş gibi gülümsüyor ve gergin canfesin üstüne iri su damlalarının birer birer düşmesini dinliyormuş gibi dalıyordu.
Charles’in Berto’ya gittiği ilk zamanlar karısı Madam Bovary, hastanın haberlerini almaktan geri kalmıyordu. İlk işi bir tüccar kâtibi gibi çift parti usulünde tuttuğu defterine Mösyö Ruolt için temiz bir hesap açmak oldu. Fakat onun bir kızı olduğunu haber alınca hemen bu tarafı incelemeye koyuldu. İncelemelerinin sonunda Matmazel Ruolt’un, Ürsülin manastırına bağlı rahibeler kız mektebinde mükemmel bir tahsil gördüğünü, yani dans bildiğini, piyano çaldığını, resim yaptığını, el işlerinde maharetini, coğrafyada ihtisası olduğunu öğrendi. Artık bu kadarı fazlaydı!
İçinden:
“Tevekkeli değil.” diyordu. “Oraya gideceği günler, nasıl gözünün içi gülüyor, yağmura çamura bakmadan yeni elbiselerini giyiyor! Ah o karı! O karı!”
İçinde doğan bir duygu ile kızdan nefret ediyordu. Önce imalı, kinayeli gözlerle öç almak istedi. Charles bunları anlamayınca da kafa tutarak şaka yollu sözlere başladı. Kocası kavga çıkmasın diye bunları hazmediyordu. Nihayet yüzüne barut gibi parladığı va kit, Charles şaşırır, ne diyeceğini bilmezdi. “Hasta artık iyi oldu, bu adamlar vizite namına daha on para vermediler. Hâlâ oraya ne diye gidiyordu? O! Sebebi meydanda! Çünkü kızdan hoşlanmıştı. Güzel söz söylemeyi bilen, bilgili, marifetli bir kız! Oradan hoşlanması da bundandı: Ona şehir kızları lazımdı!”
Böyle düşünürken biraz sonra açığa vurarak:
“Kim demiş? Ruolt babanın kızı mı, şehir kızı! Kime anlatıyor onu? Büyükbabaları çobanmış… Bunu saklayamazlar. Sonra bir kuzenleri de bilmem kiminle dövüşürken elinden bir kaza çıktığı için az daha ağır ceza mahkemelerine düşüyormuş! Ne bu kadar pohpohlanmak ne de pazarları kontesvari ipekliler giyip kendini kilisede göstermek para eder. Zavallı adamcağız, unutmasın ki eğer geçen sene Kolzalar imdadına yetişmeseydi eskiden kalma borçlarını ödemek için iyice sıkıntı çekecekti.”
Charles artık usanç getirdiği için Berto’ya gitmekten vazgeçti. Heloise büyük bir sevgi coşkunluğunun hıçkırıkları ve öpücükleri arasında onu kitaba el bastırarak bir daha oraya gitmeyeceğine yemin ettirmişti. O da buna karşı boyun eğdi; fakat azgın bir istek şu miskince hareketini protesto ettiği için bön bir felsefe ile hükmetti ki onu görmekten alıkonulması demek, onu sevme hakkının kendisine verilmesi demekti. Hem bu dul kadın pek zayıftı ve dişlekti. Bir ucu kürek kemiklerinin arasından sarkan siyah bir omuz atkısı dört mevsimde sırtından düşmezdi. Kuru vücudu roplarının içinde kılıfa sokulmuş gibi dururdu. Topuk kemiklerini meydanda bırakan kısa roplarının altında geniş ayakkabılarının bağları, gri çoraplarının üstünde çaprazlanırdı.
Charles’ın anası, ara sıra onları görmeye gelirdi. Fakat birkaç gün kalınca kadın gelinin fitine uyar, ikisi birlik olur, Charles’ı enine boyuna çekiştirirler, çekiştirmeye bahane ararlardı; bu kadar çok yemesi doğru değildi! Rast gelene de içki ikram olunur muydu? Fanila giymemekte bu ne kadar inatçılıktı!
Bir ilkbahar başlangıcında Dul Dübük’e ait tahvilatı elinde tutan bir Enguvil noteri, kadının mevcut parasını da yanına alarak denizin güzel bir yükselişinde vapura binip yollandı. Gerçi Heloise’in sorumluluğunda bundan başka aşağı yukarı altı bin frank değerinde bir gemi hissesi ile Saint-Fransuva Sokağı’nda bir de evi vardı. Fakat şişirilerek büyütülen bütün o servetten eve gelen, biraz mobilya ile elbise ve çamaşırdan ibaretti. İşin aslını meydana çıkarmak lazım geldi. Meğerse Diyep’teki ev haciz altında temellerine kadar kurtlanmış. Notere emanet ettiği servete gelince; aslı var mı yok mu, onu da Tanrı’dan başka bilen yoktu. Gemideki hissesi ise hiçbir vakit bin eküyü geçmedi. O hâlde kadıncağız yalan söylemişti. O zaman Mösyö Bovary’nin babası öfkesinden eline geçen bir iskemleyi yere çarpıp kırarken böyle koşumu kadar değeri olmayan cansız bir beygire eş yaparak bir tanecik oğullarının bedbahtlığına sebep olduğu için karısına atıp tuttu. Oradan Tost’a geldiler, meseleler meydana çıktı. Kavgalar, gürültüler oldu. Heloise konuşurken gözyaşları içinde kocasının kolları arasına atılarak akrabalarına karşı onu müdafaa etmesi için yalvardı. Charles, ondan yana çıkınca ötekiler de darılıp gittiler.
Fakat mermi hedefine isabet etmişti. Sekiz gün sonra kadın avluda çamaşır sererken öksürükle kan tükürmeye başladı. Ertesi gün de Charles, penceresinin perdesini kapamak için sırtını döndüğü sırada karısı: “Ah! Aman Tanrı’m!” diye bir kere haykırdı ve kendinden geçti. Kadın son nefesini vermişti! Ne şaşılacak şey!
Mezarlıkta her şey olup bittikten sonra Charles evine geldi. Aşağıda kimse yoktu, yukarıdaki kata çıktı. Odada karyolasının bulunduğu hücrede onun elbisesini gördü. Hâlâ orada asılı duruyordu. O zaman yazı masasına dayanarak acı düşünceler içinde akşamı etti. Kim ne derse desin kadın kendisini sevmişti.

3
Bir sabah Baba Ruolt, kırılan bacağının tedavi ücreti olarak Charles’a yetmiş beş frank ile bir de hindi getirdi. Acı haberi duymuştu. Elinden geldiği kadar onu avuttu. Omzuna vurarak:
“Ben bunu bilirim…” diyordu. “Ben de tıpkı sizin gibi oldum. Zavallı karıcığımı kaybettiğim vakit, tek başıma kalmak için kırlara, sahralara düşerdim. Bir ağacın dibine çöker, orada ağlar, Tanrı’ya karşı haykırır, saçma sapan şeyler söylerdim. Dallarda köstebekleri görür ‘Ah, keşke ben de bir köstebek olsaydım.’ derdim. Böyle derken düşünürdüm ki benden başka niceleri o esnada güzel karıcıklarıyla sarmaş dolaş olmuş çifte kumrular gibi yaşıyorlar. O zaman deli gibi olur, bastonumu yerlere çarpar, ağzıma bir şey koymazdım. İnanmazsınız, yalnız başıma gidip bir gazinoda oturma düşüncesi bile beni tiksindirirdi. Eh… Sonra sonra, yavaş yavaş, günler birbirini kovaladıkça, kışların ardı sıra baharlar, yazların ardı sıra güzler geldikçe hayat kırıntı hâlinde, damla damla akarken onu da beraber götürdü; götürdü diyemem çünkü nasıl anlatayım, tortusu gene ağır bir taş gibi, şurada, tam göğsümün ortasında oturuyor. Bununla beraber, mademki hepimizin tecellisi budur, kendini bütün bütün bırakmak, harap etmek… Başkaları öldü diye ölmek, bu da doğru değil. Biraz kendinize hâkim olunuz Mösyö Bovary; herhâlde bu da geçecektir. Ara sıra bize geliniz. Biliyor musunuz, kızım sizi vakit vakit düşünüyor ve kendisini artık unuttuğunuzu söylüyor. Önümüz bahar… Gelin, size bir tavşan dolması yapalım, biraz vakit geçiririz, eğlenirsiniz.”
Charles söz dinledi, Berto’ya gitti ve her şeyi beş ay evvel nasıl bıraktıysa öyle buldu. Armutlar artık çiçek açmıştı. Saf yürekli Ruolt oturmuyor, gidiyor, geliyor ve onun bu hamaratlığı çiftliği canlandırıyordu.
Şu acılı zamanda doktora mümkün olduğu kadar nezaket göstermeyi bir vazife saydığından ona hastaymış gibi yavaş sesle söz söylüyor, şapkasını çıkarmamasını rica ediyor, hatta onun için hususi bir surette muhallebi veya külde pişmiş armut gibi hafif yiyeceklerin hazırlanmamış olmasına öfkelenmiş gibi görünüyordu. Charles, kendini tutamayıp hemen hemen gülecekti. Fakat birdenbire karısını hatırlayınca üstüne bir mahzunluk çöktü. Sonra kahve geldi ve ona karısını unutturdu.
Yalnız yaşamaya alıştıkça onu daha az hatırlıyordu. Hiçbir karışanı görüşeni olmamasının verdiği zevk çok geçmeden ona yalnızlığı daha kolay hazmettirmeye başladı. Şimdi artık yemeğini istediği zaman yiyor, kimseye hesap vermeden geliyor, gidiyor, yorgun olduğunda enine boyuna yatağına uzanıp dinleniyordu. Artık canının kıymetini biliyordu. Ona bir şımarıklık geldi. Kendisine verilen nasihatleri kabul etmişti. Diğer taraftan karısının ölmesi pek işe yaramadı da değil. Çünkü bir ay ardı arkası kesilmeden “Zavallı genç! Ne yazık!” diye adı çalkalandı durdu. Adını duymayanlar da bu vesileyle adını duymuş oldu. Kendisini arayanlar çoğaldı. Sonra Berto’ya istediği zaman gidebiliyordu. Orada onun hedefsiz umduğu belirsiz bir saadeti vardı. Aynanın karşısında favorilerini tararken kendini daha güzelleşmiş buluyordu.
Bir gün çiftliğe saat üçe doğru geldi; herkes tarladaydı. Mutfağa girdi, önce Emma’yı görmedi. Kepenkler kapalıydı. Bunların aralıklarından giren güneş yerlere ince, uzun çizgiler çiziyor, bu çizgiler eşyanın köşelerinde kırılıyor ve tavanda titriyordu. Sofranın üstünde sinekler boş kalan şarap kadehlerine konuyor yahut içine düşüp di binde kalan elma şarabında vızıldayarak boğuluyordu. Şömineden inen aydınlık, isli plakayı kadifelendirerek soğuk külleri mavimsi bir renge boyuyordu. Pencere ile ocağın arasında Emma dikiş dikiyordu. Boynunda atkısı yoktu. Çıplak omuzları terlemişti.
Köyde âdet olduğu üzere misafirine içeceği bir şey ikram etmek istedi. Charles reddetti. O, üsteledi. Karşılıklı birer likör içmelerini gülerek teklif etti ve cevabını beklemeden dolaptan bir portakal likörü şişesi ile iki küçük kadeh çıkardı. Konyakla portakal kabuğundan yapılan bu likörden Charles’ın kadehini ağzına kadar doldurdu. Biraz da kendi kadehine koydu, kadehleri tokuşturduktan sonra genç kız, kadehini dudaklarına götürdü ve dilini ıslatan şarabı alabilmek için başını arkaya devirdi; böyle baş arkada, dudaklar uzanmış, gerdanı meydana çıkmış bir hâlde fıkır fıkır gülerek içtiğinden bir şey anlamadığını söylerken inci dişlerinin arasından sivri dilinin küçük hamleleriyle kadehin dibini yalıyordu.
Yerine oturdu. İşini tekrar eline aldı. Beyaz bir tire çorap tamir ediyordu. Şimdi başını önüne eğmiş, sesini çıkarmadan işi ile meşguldü. Charles’ın da hiç sesi çıkmıyordu. Kapının altından giren rüzgârın baş döşemeye sürüklediği toz tanelerine bakıyor ve sadece, avluda yumurtlayan bir tavuğun uzaktan gıdaklamasını ve başının, içeriden zonklamasını dinliyordu. Emma, büyük ocak ızgarasının demir topuzlarına koyup soğuttuğu avuçlarını, ateş gibi yanan yanaklarına bastırıp serinletiyordu.
Mevsim başlayalı baş dönmelerinden şikâyeti vardı. Acaba deniz banyosu iyi gelir mi, diye sordu. Sonra o, manastır hayatından, Charles da kendi kolejinden bahsettiler. Artık söyleyecek şey bulamıyorlardı. Sonra yukarıya, kızın odasına çıktılar. Misafirine eski musiki defterlerini, mükâfat olarak kendisine verilen küçük kitapları ve dolabın altına atılmış meşe yaprağından çelenkleri gösterdi. Tekrar annesinden ve mezarlıktan bahsetti, hatta her ayın ilk cumasında, çiçeklerini toplayıp annesinin mezarına götürdüğü, küçük çiçek tarlasını da pencereden gösterdi. Fakat bahçıvanları hiç işinin erbabı değildi. Bir işe yaramıyordu. Hiç olmazsa kışları şehirde geçirmeyi pek isterdi. Hoş, yazın güzel, uzun günleri köyde daha sıkıntılı geçiyordu ya! Ve konuya göre sesi gür, berrak ve ince çıkıyor yahut birden gevşeyip düşerek perde perde süzülüp kendi kendine konuştuğu zamanlardaki gibi oluyordu, ortalığı çınlatan şen bir kız hâlindeyken şimdi yarı açık gözlerinin arasından süzülen bakışları, belirsiz gölgelerde boğulan bir iç sıkıntısı ve bir fikir perişanlığı gösteriyordu.
Akşam şehre dönerken Charles, onun sözlerini tekrar tekrar hatırlamaya ve kendisini henüz tanımadığı zamanlardaki hayatını gözünün önüne getirmek için bu sözleri birbirine ekleyerek manasını tamamlamaya çalışırdı. Fakat onu ilk gördüğünden veya biraz evvel bıraktığı hâlden farklı olarak tasavvur etmek hiç mümkün olmadı. Sonra bu kızcağızın ne olacağını, kocaya varıp varmayacağını, şayet varacaksa, kime varacağını kendine sordu. Evet kime? Ne yazık! Babası o kadar zengin ve kız bu kadar güzel olduktan sonra! Şimdi Emma’nın güzel yüzü gene gözünün önüne geliyor ve bir topacın vınlaması gibi sürekli bir uğultu kulaklarından eksik olmuyordu: “Peki, onu sen alsan nasıl olur? Sen alsan, sen alsan!” O gece uyumadı, boğazı daralıyordu, susamıştı. Testiden su alıp içmek için kalktı, pencereyi açtı. Gökyüzü yıldızlarla donanmıştı. Sıcak bir rüzgâr esiyor, uzakta köpekler havlıyordu. Başını Berto tarafına çevirdi.
Nihayetinde ne olabilirdi ki? Bunun hiçbir tehlikesi yoktu. Charles kararını verdi; fırsat çıkınca kızı isteyecekti. Fakat fırsatı her yakalayışında tam yerinde bir ifade tarzı bulamayacağı korkusu ile ağzı mühürleniyordu.
Baba Ruolt, artık evde pek işe yaramayan kızını başından alacak olana hiç de gücenecek değildi. İşe yaramadığından dolayı içinden ona hak da veriyordu. O, çiftçi olamayacak kadar ince fikirliydi. Erbabı içinde bir tek milyoneri olmayan bu nankör meslek zaten Tanrı’nın hışmına uğramıştı. Zavallı adam para kazanmak şöyle dursun her yıl açık veriyordu. Çünkü sanatın bütün hilelerine vâkıf olduğu için pazar yerleri kendisi için ne kadar cazip olursa olsun çiftliğin asıl temeli olan çiftlik iç idaresi hoşuna gitmiyordu. Bir kere hiçbir vakit isteye isteye eli cebinden çıkmıyor, fakat kendine ait masraflardan asla çekinmiyordu. Çünkü iyi yemek yemeyi, ılık odalarda yaşamayı, her anlamıyla ense yapmayı istiyordu. Bol elma şarabı içmeyi, kanları sızan koyun pirzolaları yemeyi, iyi çalkalanmış konyaklı kahve almayı seviyordu. Yemeğini mutfakta tek başına, tiyatro localarında olduğu gibi, kendisine getirilen hazır ve küçük masanın başına geçerek ocağın karşısında yemek âdetiydi. Kızı Emma ile konuşurken Charles’ın yanaklarının kızardığını fark edince bunun manasının günün birinde kızını istemesi demek olacağını sezinleyerek işini enine boyuna kafasında yoğurup pişirmişti. Gerçi onu biraz kısa boylu ve cılız buluyordu. Tam manasıyla istediği gibi bir damat değildi; fakat işi yolunda, idareli ve çok bilgili olduğu söyleniyordu.
Herhâlde drahoma[3 - Hristiyan ve Musevilerde gelinin damada verdiği para ya da mal. (e.n.)] meselesinde uygunsuzluk çıkaracak bir adam değildi. Zaten Baba Ruolt arazisinden otuz dönüm kadar bir yeri nasıl olsa satmaya mecburdu. Çünkü duvarcıya ve yük arabalarının takımlarını yapan sarraca borçlarını ödemek ve cenderesinin ağacını değiştirmek lazımdı.
İçinden:
“Adam şayet isterse ben de verdim gitti.” dedi.
Saint-Mişel yortusu esnasında Charles, Berto’da üç gün kaldı. Bu üç gün de öncekilerde olduğu gibi her çeyrek saati yeni bir hamlenin duraklamasıyla geçti. Artık hekim şehre dönecekti. Baba Ruolt, onu geçiriyordu. Çitin bir köşesini dönüyorlardı. Tam çiti geçtikleri bir sırada Charles mırıldanır gibi:
“Bay Ruolt…” dedi. “Size bir şey söyleyeceğim…”
Durdular, Charles bir şey söylemiyordu.
“Derdiniz ne ise anlatın canım! Sanki ben bilmiyor muyum?”
Baba Ruolt bu sözü manalı bir gülümsemeyle söylemişti.
Charles, kekeledi:
“Baba Ruolt… Şey… Baba Ruolt…”
“Ne diyeceğinizi biliyorum. Benim Tanrı’dan istediğim de o… Başka bir şey değil. Kızda hiç şüphem yok, benim kafamdadır. Bununla beraber bir kere sormak, fikrini almak lazım. Haydi size uğurlar olsun. Ben eve dönüyorum. Ha… Durun şayet kabul cevabı alırsam, dinliyor musunuz, sizin ele güne karşı geri dönmenize lüzum yok. Zaten, kız da sıkılır, yüreği oynar. Fakat sizi meraktan kurtarmak için, iş kararlaştırıldıktan sonra ben pencerenin kepenklerini açar, duvara kadar dayarım: Siz şöyle çitin üstüne abanacak olursanız, arkasından onu görebilirsiniz, kâfi!” dedi ve oradan uzaklaşıp gitti.
Charles atını bir ağaca bağladı. Yola çıktı ve durup bekledi. Yarım saat kadar sonra saatini çıkardı. On dokuz dakika daha saydı. O zaman apansız duvara çarpan bir şeyin gürültüsü duyuldu. Pencere kapağı açılmıştı. Mandalı hâlâ titriyordu.
Ertesi sabah saat dokuzda Charles kendini çiftlikte buldu. İçeri girdiği vakit Emma vaziyetin icabı olarak biraz gülmeye çalışmakla beraber kızardı. Baba Ruolt müstakbel damadını kucakladı. Bazı uzlaşma yolları üzerinde görüşmeye başladılar.
Hoş, bunun için önlerinde çok vakit vardı. Çünkü Charles’ın yas müddeti bitmeden, yani gelecek ilkbahardan evvel evlenmeleri uygun olmayacaktı.
Böylelikle kış geçti. Matmazel Ruolt iç çamaşırlarını hazırlamakla meşgul oldu. Bunların bir kısmı Ruan’a sipariş edildi ve modaya göre kendi seçtiği desenler üzerine gömlekler, gecelikler yaptırıldı. Charles, çiftliğe geldikçe hep düğün hazırlıklarından bahsedebiliyordu. Yemeğin nerede verileceği konuşuluyor, kaç kişilik bir sofra olacağı, hatta antre namıyla ilk olarak neler verileceği bile düşünülüyordu.
Emma’ya kalsa gece yarısı meşalelerle evlenmek isterdi. Fakat Baba Ruolt bundan bir şey anlamadığı için kızından yana çıkmadı. Nihayet düğün oldu. Kırk üç kişilik bir sofranın başında on altı saat kalmanın dışında ertesi gün yiyip içmeye gene başlandı, hatta şöyle böyle bu iş birkaç gün sürdü.

4
Davetliler faytonlarla, kupalarla tek beygirli talikalar, iki tekerlekli hafif arabalar, üstü açık landonlar, üstü kapalı ve meşin perdeli yük arabalarıyla; en yakın köylerin delikanlıları da iki tekerlekli açık yük arabalarında, düşmemek için demir çubuklara tutunarak ve sıra ile ayakta fena hâlde sarsılarak tırıs bir gidişle çiftliğe geldiler. On fersahlık uzaklardan Godervil’den Normanvil’den, Kani’den gelenler vardı. İki taraf da bütün akrabalarını davet etmişlerdi. Araları açık olanlarla barışıldı. Bir zamanlar gözden ırak olmuş ahbaplara davetiyeler gönderildi.
Zaman zaman çitin arkasından kamçı sesleri geliyor. Sonra kapı açılıyordu; o zaman içeri, mesela tek beygirli bir talikanın girdiği görülürdü. Taş merdivenin ilk basamağına kadar dörtnala gelen araba orada birdenbire durup içindekileri boşaltıyor ve çıkanlar gerinip diz kapaklarını ovuşturuyorlardı. Kadınlar, başlarında takke biçimi şapkalarla, şehirli kıyafetindeydiler; altın kordonlu saatler, uçları belde çaprazlanmış pelerinler yahut bir iğne ile arkaya iliştirilmiş, geriden enseyi açık bırakan renkli küçük fişüler. Tıpkı babaları gibi giyinmiş olan oğlan çocukları, yeni elbiseleri içinde rahatsız oluyor gibiydiler. Hatta birçoğuna, doğdu doğalı ilk defa giydikleri yeni ayakkabıları daha o gün alınmıştı. Yanlarında görülen on beş, on altı yaşlarında büyücek bir genç kız… Şüphesiz onların ya bir kuzenleri ya büyük ablaları olacak, ilk şaraplı ekmek ayininde yapılan beyaz elbisesi şimdi lüzumu kadar uzatılmış, kıpkırmızı yüzü, şaşkın hâli ve gülyağlı pomata ile yağlanmış saçlarıyla eldivenlerinin kirlenmesinden pek çekinerek put gibi sessiz, kalıp gibi hareketsiz, duruyordu. Bütün arabaların hayvanlarını çözecek ve koşumlarını çıkaracak kadar seyis bulunmadığı için erkekler, kollarını sıvayarak kendileri işe girişmişlerdi. Onların da kıyafetleri içtimai mevkilerine göre resmî ve yarı resmî elbise, redingot, veston, kısa ceket, değişik fakat hepsi, önünde bütün ailenin, saygı ile eğilip ancak böyle alay günlerinde merasimle dolaptan çıkarılan şeylerdi; kocaman etekleri rüzgârda dalgalanan silindir yakalı, torba cepli redingotlar; kaba çuhadan kısa ceketlerle çok kere siperinin kenarı bakır şeritli, bir kasketle beraber giyilir, arkasındaki iki düğmesi bir çift göz gibi birbirine yakın ve etekleri kesilmiş gibi duran redingotvari ceketler… Hele bazıları -fakat bunlar yemek masasının mutlaka uçlarındaki aşağı mevkide oturacaklardı- seremoni bluzları, yani yakası omuzları üzerine devrilmiş, arkası küçük kıvrımlarla bükülmüş ve beli pek aşağıdan dikili bir kemerle tutturulmuş bluzlar giymişlerdi.
Sonra nedir o, eski zamanın zırhlı adamları gibi, göğüsleri şişkin kolalı gömlekler! Herkesin saçları daha yeni dibinden kesilmiş, kulaklar kafalardan ayrılmış ve yakınından tıraş başlamıştı. Hele bazıları tanyeri ağarmadan kalkıp gün doğmadan tıraş oldukları için iyice göremediklerinden burun altında, çene hizasında ustura kesikleri veya üç franklık bir madenî para büyüklüğünde kabarmış deriler, yolda gelirken havalanıp iltihaplanarak o kocaman beyaz yılışık suratlarda ebrulu mermer damarları gibi pembe plaklar göstermekteydi.
Belediye dairesi çiftlikten yarım saat kadar çektiği için bir kere kilisede merasim yapıldıktan sonra oraya kadar yaya gidilip öyle gelinmişti. Yeşil buğday tarlaları arasında yılan kavi kıvrılan dar yolda önce renkli bir eşarp gibi tek parça dalgalanan alay, gittikçe kesilip koparak giderken konuşmaya dalan ve geciken gruplara ayrılmıştı. Kabarık helezoni fiyonklu kurdelelerle donanmış olan kemanı elinde çalgıcı alayın önünde gidiyor, onun arkasında yeni evliler, onlardan sonra akrabalar ve rastgele eş dost ve en geride buğday başaklarını koparmakla eğlenen ve kimse görmeden koşup oynayan çocuklar…
Emma’nın gelinlik robu çok uzun olduğu için etekleri biraz yere sürünüyordu. Genç kız ikide bir durup nezaketle eğilerek yapışan küçük deve dikenleri ve sert otları silkiyor ve bu esnada elleri boş kalan Charles, işini bitirinceye kadar onu bekliyordu. Siyah elbisesinin uzun kolları tırnaklarına kadar ellerini kaplayan Baba Ruolt, başında yeni ipek şapkası, kolunu Charles’ın annesi Madam Bovary’ye vermişti. Babası Mösyö Bovary gelince, içinden bütün bu davetlileri hiçe sayan ve sırtına askerî biçimde, tek sıra düğmeli bir redingot giyerek sade bir kıyafetle gelmişti kumral bir köylü kızına takılarak ona birahane şakaları yapmaya başladı; zavallı kız da bu durum karşısında kızarıyor, bozarıyor, baş kesiyor ve ne diyeceğini bilemiyordu. Öteki davetliler kendi aralarında işlerinden bahsediyorlar veya peşin peşin neşelenmek için türlü oyunlar, muziplikler yapıyorlardı. Kulak kabartınca uzaktan kemanın vızıltısı duyuluyordu, çünkü çalgıcı hem alabildiğine gidiyor hem kemanı ile kırları inletiyordu. Sonra herkesin çok geride kaldığını fark edince durup dinleniyor ve kirişler daha iyi gıcırdasın diye elindeki yaya uzun uzun reçine sürüyordu. Sonra gene çalarak yürümeye başlıyor, ölçüsünü bilmek için vakit vakit kemanın sapını eğip kaldırıyor ve kemanın sesi uzaklardan küçük kuşları harekete getiriyordu.
Yemek sofrası yol arabaları sundurmasının altında hazırlanmıştı. Sofranın üstünde dört sığır filetosu, altı salçalı piliç ve tavada dana, üç koyun budu ve ortalarında kızarmış bir süt kuzusu ve bunları kucaklayan kuzu kulağı karışık dört domuz sucuğu vardı. Köşelerde içki dolu sürahiler duruyor, şişelerdeki tatlı elma şarabının koyu köpükleri tıpalardan dışarı fırlıyordu. Bütün şarap kadehleri daha evvelden ağızlarına kadar doldurulmuştu. Kocaman kayık tabaklar içinde, masanın en ufak sarsıntısı ile kendiliğinden titreyip dalgalanan sarı renkli kremlerin düzlüğü üzerinde yeni evlilerin isimlerinin ilk harfleri, ince bir arabesk sanatla resmedilmiş bulunuyordu. Çeşit çeşit pastalar ve bademli cevizli nugalar için, mahsus Iveto’ya gidilip bir pastacı bulunmuştu. Bu adam memlekette yeni iş yaptığını göz önüne getirerek çok özenmiş bezenmişti. Sıra yemeye geldiğinde, o, kendi eliyle ortaya öyle şatafatlı istifte bir el işi numunesi getirmişti ki görenler hayretle haykırmaktan kendilerini alamamışlardı. Önce zemin katını dört köşe mavi mukavva üzerine alçıdan revakları ve sütunlarıyla bir mabedi temsil eden bu maketin küçük hücrelerinde mini mini heykelcikleri ve semasında yaldızlı kâğıtlardan kırpılmış yıldızları vardı.
Sonra ikinci katta Savoa böreğinden bir kale bedeni ve etrafında bademler, kuru üzümler ve dörde bölünmüş portakallarla melek otundan yapılmış mini mini istihkâmlar… Nihayet yeşil bir çayırı temsil eden üst taraçada kayalar ve içinde fındık kabuğundan gemiler yüzen reçel suyundan göller… Sonra çikolatadan bir salıncakta güya sallanan mini mini bir aşk perisi ki salıncağının iki direği tepesine konulmuş olan iki tabii gül goncası birer yuvarlak top rolünü yapmaktadır.
Akşama kadar yenildi içildi. Oturmaktan yorulanlar avluya çıkıp geziniyorlar yahut samanlıkta bir parti tıpa oyunu oynuyor, sonra gene sofra başına geliyorlardı. Ziyafetin sonlarına doğru bazıları uyudu ve horladı. Fakat sıra kahveye gelince hepsi canlandı. Şarkı söylediler, kuvvet tecrübeleri yaptılar, ağırlık kaldırdılar, başparmağı aşağıdan duvara dayayıp altından geçtiler, arabaları omuzlamaya çalıştılar, kaba şakalarla kadınları kucakladılar. Gece giderlerken burunlarına kadar tıka basa kuru ot yiyen hayvanlar huysuzluk ediyor, arabaların okları arasına girmek istemiyor, kıç atıyor, şaha kalkıyor, koşumları koparıyorlar; sahipleri de küfrü basıyor yahut gülüyorlardı. Ve bütün gece mehtapta, memleketin yollarında azgın hamlelerle dörtnala giden yaylı arabaların hendekler aştığı, çakıl yığınlarından atlayıp geçtiği, yamaçlara tırmandığı ve içinde telaşa düşen kadınların dizginleri yakalamak için araba kapılarından dışarı sarktığı görüldü.
Berto’da kalanlar geceyi mutfakta içmekle geçirdiler. Çocuklar sıraların altında uyuyakalmışlardı.
Gelin, düğünlerde âdet olan şakaların, eğlencelerin kendisine karşı yapılmamasını babasından rica etmişti. Böyle olmakla beraber kuzenlerinden bir balıkçı -ki düğün hediyesi olarak bir çift taze dil balığı getirmişti- gelin güveyinin bulunduğu odanın anahtar deliğinden ağzıyla su püskürtmeye kalkıştı. Bereket versin Baba Ruolt tam vaktinde yetişti de ağır başlı olan damadının durumunun bu gibi münasebetsizliklere müsait olmadığını anlatarak onu bu işten güçlükle vazgeçirdi. Çünkü kuzenin kulağına lakırtı girmiyordu. İçinden Baba Ruolt’a “kibirli” dedi ve bir köşede fiskos eden dört beş davetliye katıldı. Bunlar da sofrada etin hep fena taraflarının kendilerine verildiğinden ve saygısızlığa uğradıklarından bahsederek ev sahibini çekiştiriyorlar ve üstü kapalı sözlerle onun yoksul düşmesi için beddua ediyorlardı.
Güveyinin annesi Madam Bovary’nin o gün çenesini bıçak açmadı. Ne gelinin tuvaleti ne de ziyafetin düzeni işlerinde onun düşüncesi sorulmuştu. Buna içerlediği için erkenden çekildi. Kocası ise onun arkasından gideceği yerde kendisi için hususi Saint-Viktor sigaralarından aldırtarak bir taraftan da punçla kiraz rakısını karıştırarak sabaha kadar içti. Düğünde kimsenin bilmediği bu karışık içki onda daha derin düşünceler için bir ilham kaynağıydı.
Charles’ın yaradılışında hiç şakacı taraf yoktu. Düğünde hiç kendini gösteremedi. Sofrada çorba ile beraber başlayan dokunaklı şakalara, kelime oyunlarına, kinayelere, cinaslara, komplimanlara, çapkınlıklara pek basit cevaplar veriyordu. Hâlbuki sosyeteyi şenlendirmek için herkes onu böyle biraz iğnelemek istiyordu.
Ertesi gün ise sanki bütün bütün başka bir adam oldu. Şimdi o, daha ziyade dünkü bakirenin yerini tutmuş gibi utanıyordu. Hâlbuki gelin, herkesin merakla yüzüne bakarak bir şeyler sezinleyebileceği zamanlarda bile hâlinden hiçbir şey sezdirmiyordu. Kurnaz geçinenler de ne diyeceklerini bilemiyorlar ve gelin yanlarından geçerken ruhlarının ölçüsüz bir gerginliği ile onu süzmekten geri kalmıyorlardı. Charles ise, hiçbir duygusunu saklamıyordu. Emma’ya “karıcığım” diyor, onunla senli benli konuşuyor, herkese onu soruyor, her yerde onu arıyor ve ikide bir koluna takıp onu dışarı çıkarıyordu. Charles’ın orada ağaçların arasında, kolunu beline dolamış ve onun rahipler gibi taktığı kolalı büyük yakasının ütüsünü bozarcasına, başını omzuna dayayıp yürüdüğü uzaktan görülüyordu.
Düğünden iki gün sonra karı koca şehre indiler. Charles hastalarını daha fazla bırakamazdı. Baba Ruolt kendi arabasıyla onlara Vasonvil’e kadar yoldaşlık etti. Orada kızını sonuncu olarak bir kere daha öptü ve onları bırakarak kendisi arabadan indi. Artık köye dönecekti. Yüz adım kadar yürüdükten sonra durdu, baktı. Fakat tozlu yolda tekerlekleri hızla dönen arabayı görünce derin derin içini çekti. Sonra kendi düğünlerini, eski zamanlarını, karısının ilk gebeliğini hatırladı. Onu babasının evinden alıp ilk defa olarak kendi evine getirdiğini düşündü: Noel zamanları olduğu için kırlar bembeyaz karla örtülüydü. O karlı yollarda onu, atının terkisinde götürürken kendisi de ne kadar sevinçliydi! Karısı bir kolunu beline sarmıştı. Ötekinde de sepeti asılı idi. Rüzgâr, başlığının dantellerini uçuruyor ve ara sıra ağzının üstüne kadar getiriyordu. Başını çevirdiği vakit yanıbaşında omzunun dibinde onun pembe küçük yüzünü, başlığının altın plakası altında sessizce gülerken görüyordu. Parmaklarını ısıtmak için ara sıra mini mini ellerini göğsüne sokuşturmaz mıydı? Bütün bunlar şimdi ne eski hatıralardı! Yaşasaydı şimdi oğulları otuzunda olacaktı!
Arkasına baktı yolda hiçbir şey görünmüyordu. O zaman boş bir ev gibi içine bir hüzün çöktü. Fazla yiyip içmenin buharı ile gölgelenen beyninde bu tatlı hatıralarla acıları birbirine karışınca kilise tarafına doğru şöyle bir tur yapma isteğine düştü. Fakat bu manzaranın kendisine bütün bütün dokunacağından korktuğu için vazgeçti, doğru evine gitti.
Mösyö ve Madam Charles akşam saat altıya doğru Tost’a vardıkları vakit komşular, hekimlerinin yeni karısını görmek için pencerelere koştular.
İhtiyar dadı karşılayarak gelini ağırladı. Yemeğin henüz hazır olmamasından dolayı özür diledi ve genç hanımına yemek hazırlanıncaya kadar evini gezip görmesini teklif etti.

5
Evin tuğla yüzü tam sokağın, daha doğrusu yolun üzerindeydi. Kapının arkasında, çiviye asılı, dar yakalı bir palto ile siyah bir deri kasket ve bir köşede kurumuş çamurları ile bir çift çizme duruyordu. Sağ tarafta salon, yani yemek yenilen ve oturulan büyük bir oda vardı. Duvarlarının pek gergin durmayan bazı kaplamaları üzerinde soluk çiçekli pervazıyla kanarya sarısı renginde bir kâğıt baştan başa titriyordu. Kenarları kırmızı şeritli beyaz kaliko perdeler boylu boyunca pencerelerde çaprazlanıyor ve şöminenin dar sövesi üstünde, Hipokrat’ın kafasını temsil eden bir konsol saati beyaz karpuz lambalarıyla bir çift gümüş kaplama şamdan arasında ışıldıyordu.
Koridorun öbür tarafında aşağı yukarı altı adım genişliğinde küçük bir oda, Charles’ın odası… Bir masa, üç sandalye ve koltuğu ile bir yazıhane. Tıbbi bilgiler sözlüğünün kesilmemiş fakat elden ele geçip satıldıkça yıpranmış formaları, altı gözlü cam kitap dolabının belli başlı bir ziynet eşyasıydı. Mutfakta pişen yemeklerin ve yağda kızartılan salçaların kokusu duvarlardan muayene odasına sindiği gibi, muayene odasından da hastaların öksürükleri ve doktora dert yanmaları mutfaktan duyuluyordu. Sonra kapısı ahırın bulunduğu avluya açılan harap ve büyük bir yer odası geliyordu ki içinde kulla nılmayan bir fırın vardı. Şimdi burası kiler, odunluk, türlü hırdavat, paslı demirler, boş fıçılar, ıskarta edilmiş çift aletleri ve neye yaradıkları bilinmez birçok tozlu eşya ile doluydu.
Samanlı çamurla sıvanmış iki duvar arasında uzanan bahçe, bahçeyi tarlalardan ayıran dikenli çite kadar gidiyordu. Duvarların dibine ekilen fasulyeler büyüyüp duvarı kaplamıştı. Bahçenin ortasında taştan örme bir kaide üstünde arduaz bir irtifa aleti vardı. Cılız yabani güllerle süslenmiş dört pervaz, bahçenin işe yarayan, ekli ve dört köşe bir parçasını karşılıklı çevirip içine almıştı. Ta dipte, çamların altında, alçıdan bir papaz, elindeki dua kitabını okuyordu.
Emma, yukarıdaki odalara çıktı. İlk oda hiç döşeli değildi. Fakat gelin odası olan ikincisinin kırmızı kumaşlarla döşenmiş iç bölmesinde bir akaju karyola vardı. Konsolun üstünü, küçük midyelerle işlenmiş bir kutu süslüyordu. Pencerenin yanındaki yazıhanenin üstündeki sürahide, beyaz saten kurdele ile bağlı yapma bir demet portakal çiçeği vardı. Bu gelin demeti besbelli ki ötekine; ilk karısına aitti! Yeni gelin gözünü bu demete dikti. Charles farkına varınca demeti aldı ve tavan arasına götürdü. Emma ise, oturduğu koltukta -eşyası etrafında hazırdı- kendi gelinlik demetini düşünüyor ve şimdi bir mukavva kutu içinde duran bu demeti, yarın kendisine bir hâl olacak olursa, acaba ne yapacaklar diye düşünüyordu.
İlk günler evde yapacağı değişiklikleri tasarlamakla meşgul oldu. Şamdanların karpuzlarını kaldırdı. Duvarların kâğıtlarını yeniletti. Merdiveni boyattı. Bahçedeki irtifa aletinin etrafına kanepeler yaptırdı. Hatta fıskiyeli, balıklı bir havuz yaptırmanın yollarını soruşturdu. Nihayet kocası da onun araba ile gezmeyi sevdiğini bildiği için kelepir bir araba buldu. Bunun lambalarıyla meşin pike çamurlukları yenilenince iki tekerlekli hafif bir tilbüriye benzedi.
Charles mesuttu. Dünya umrunda değildi. Başbaşa yenen bir yemek, akşamları cadde üzerinde yapılan bir gezinti, sargılarına bir el atışı, karısının, pencere espanyoletine takılı hasır şapkasının görünüşü ve daha böyle yoktan şeyler ki o zamana kadar zevk alacağı hatırına bile gelmezdi, şimdi mutluluğunun sürekliliği için bir bahane oluyordu. Sabahleyin yatakta, yan yana yatarlarken karısına hayranlıkla bakar, güneşin sırma telleri onun gecelik başlığının dilimleriyle yarı örtülü, renkli yanaklarına vurdukça ince parlak ayva tüylerinin arasından nasıl geçtiğine dikkat ederdi. Bu kadar yakından gördüğü gözleri, hele yeni uyandığı vakit göz kapaklarını sık sık açıp kapadıkça, ona büyümüş gibi gelirdi. Gölgede siyah ve gündüz koyu mavi olan bu gözlerin tabaka tabaka değişen çeşitli renkleri vardı ki derinlerde koyulaşırken minenin üst yüzüne geldikçe rengi açılıyordu. Kocasının gözü bu derinliklerde kaybolurdu. Charles kendisini mini mini bir bebek hâlinde, yakası yarı açık gömleği ve başını örten ipek mendili ile omuzlarına kadar onun göz bebeğinde görürdü. Sonra kalkar giyinir, işine giderdi. Karısı onun gidişini görmek için, bol geceliği içinde pencereye oturur, iki ıtır saksısı arasında dirseklerini pencerenin kenarına dayardı. Charles dışarıda ayağını binek taşına koyarak mahmuzlarının tokasını iliştirirken o, yukarıdan bir şeyler söyler, bir taraftan da dişleri ile saksıların birinden kopardığı bir çiçek veya ıtır yaprağını kocasına doğru üfler, bunlar da uçarak ve bir kuş gibi havada parende atarak yere düşmeden gider, kapının önünde hareketsiz duran yaşlı beyaz kısrağın iyi taranmamış yelesine takılır kalırdı. Charles atına binince karısına eliyle bir öpücük gönderir, o da ona bir işaretle karşılığını verir, pencereyi kapar, kocası da atını mahmuzlardı. O zaman, tükenmez toz şeritlerini uzatıp seren caddede, ağaçları beşik gibi sallanan çukur yollarda, başakları dizlerine kadar gelen buğday tarlaları arasındaki patikalarda omuzlarını ısıtan güneş ve burun deliklerini dolduran sabah rüzgârı ile kalbi geceden kalan bir zevkin tatlı hatırası içinde başı rahat, organizması, yediği lezzetli mantarın tadını çıkarırcasına, yemekten sonra çiğnemekte devam edenler gibi memnun, şen dakikaları için geviş getirerek yoluna devam ederdi.
Şimdiye kadar hayatından sanki ne anlamıştı! Kolejde geçen zamanı mı? Dört duvar arasında hapis olduğu o zamanlar, kendinden daha zengin ve daha kuvvetli olan arkadaşlarının arasında yalnız ka lışı mı? Onun taşralı sözlerine kâh gülmeleri kâh kıyafetiyle alay etmeleri mi? Yoksa oğullarını görmeye gelen anaların, manşonlarına sakladıkları pastaları, gözünün önünde onlara yedirdiklerini görmesi mi? Hangisi! Daha sonra tıp öğrenimi görürken kendisine metres olması muhtemel bir işçi kızın kontrödans ücretini verebilecek kadar olsun kesesi dolgun olmadığı zamanlar hayattan nasibi neydi? Nihayet on dört yıl şu dul kadınla hayatını geçirdi. Bir kadın ki yatakta ayaklarının birer buz parçasından farkı yoktur. Fakat şimdi taptığı güzel bir kadına sahipti, hem de ölünceye kadar. Onun fistanının ipek çevresini bütün dünyaya değişmezdi. Mademki karısını görme isteğindeydi, gidip sevmemek bir suç değil miydi? Bunun üzerine işinden çabuk döner, yüreği çarparak merdiveni çıkar. Emma odasında tuvaletini yapmakla meşguldür. O hiç ses çıkarmadan, parmaklarının ucuna basarak gelir, karısını ensesinden öper. O zaman karısı şakrak bir çığlık koparırdı.
İkide bir onun tarağını, yüzüklerini, fişüsünü tutup okşamaktan kendini alamaz, yanaklarını ağız dolusu şapur şupur öper ya da parmaklarının uçlarından başlayarak omuz başlarına kadar sıralanmış küçük öpücüklerle çıplak kollarını kaplardı. Emma içi sıkılmış gibi görünür ve gülümseyerek peşe takılan bir çocuğa yapıldığı gibi hafifçe kocasını itip elinden kurtulmak isterdi.
Evlenmeden evvel içinde bir aşk olduğunu sanmıştı. Fakat arkasından böyle bir aşkın sonucunda olması gereken saadet gelmediği için; “Demek aldanmışım!” dedi. Genç kadın, kitaplarda o kadar tatlı tatlı okuduğu bahtiyarlığın, aşk ihtirasının sarhoşluğunu hakiki hayatta bulmak istiyordu.

6
Küçüklüğünde Paul ile Virjin’i okumuştu. Orada bambu kulübeyi, zenci Domengü’yü, sadakatli köpeği imrenerek hayal etmişti. Hele Paul gibi, çan kulesi kadar yüksek ağaçlardan, sizin için olgun yemişler toplayan yahut yalın ayak kumlarda koşarak size bir kuş yuvası getiren, küçük kardeş hayali ne kadar cezbediciydi.
On üçüne bastığı vakit babası onu kendi eliyle manastıra götürdü. Saint-Gervais Mahallesi’nde bir otele indiler. Yemekte önlerine getirilen tabakalarda boyalı bazı tarihî resimler vardı. Bunların bıçak darbeleriyle ötesinden berisinden kesilen efsanevi şerhleri hep dinî, kalbin inceliklerini ve sarayın şatafatlarını kutluyordu.
Önceleri manastırda canı sıkılmak şöyle dursun iyi kalpli sörlerin sosyetesinden hoşlanmıştı bile. Onlar onu eğlensin diye, yemekhaneden uzun bir koridorla gidilen Şapel’e, küçük kiliseye götürürlerdi. Paydoslarda pek az oynar, din kitabını iyi anlar ve köy papazı yardımcısının sorduğu güç suallere cevap veren hep o olurdu. Başlarında bakır istavrozlu marabet şapkası bulunan o beyaz tenli kadınların arasında ve sınıfların ılık atmosferi içinde geçen daimi hayatı onu yavaş yavaş mihrabın mabet kokularından, kutsal su kaplarının serinliklerinden ve mumların titrek alevlerinden yayılan mistik bir ha va ile uyuşturmuştu. Mes ayinine gideceğine kitabında lacivert bir hale ile çevrilmiş olan dinî resimlere bakar, bu resimlerdeki hasta kuzuyu, sivri uçlu oklarla delinmiş kutsal kalbi ve çarmıha doğru giderken yere düşen zavallı Mesih’i (İsa’yı) görmek hoşuna giderdi. Nefsini köreltmek için bir gün hiçbir şey yememeyi denedi. Kafasının içinde, adayacağı bir adak arıyordu.
Günah çıkarmaya gittiği vakit, ellerini bitiştirip diz çökerek ve papazın fısıltıları arasında yüzünü parmaklığa dayayarak o loş yerde daha fazla kalmak için bazı ufak tefek suçlar uydururdu. Vaazlarda geçen semavi, nişanlı, karı koca, âşık ve ebedî evlenişlerin mukayesesi ruhunun derinliklerinde umulmadık tatlılıklar uyandırırdı.
Akşam duasından evvel etüt odasında dinî bir parça okumak âdetti. Hafta arasında bu parça kutsal tarihten yahut rahip Froy-Sinus’un konferanslarından, pazar günleri de paydoslarda “Hristiyanlığın dehası”na ait parçalardan yapılırdı.
Yeryüzünün ve sonsuzluğun bütün yansıyan seslerinde tekrarlanan romantik melankolilerin yüksek sesli haykırışlarını ilk defalarda o, nasıl da dinledi! Eğer onun çocukluğu esnaf mahallesinde, bir dükkân arkasında geçmiş olsaydı, tabiatın bize hep yazarların ifadesiyle gelen lirik hamlelerine karşı belki de kalbi açık bulunacaktı. Fakat o köy hayatını lüzumundan fazla tanımıştı; sürü sürü koyunların melemesi, sütten yapılan şeyler, araba işleri ona yabancı değildi. Bu durgun hayata alışan ruhunda bilakis dalgalı manzaralar görme özlemi vardı. Denizi ancak fırtınaları olduğu için severdi. Ve yalnız harabeler arasına serpilmiş olan yeşilliklerden hoşlanırdı. O, peyzaj değil, heyecan aradığı ve artist olmaktan ziyade, duygulu bir mizaca sahip olduğu için, her şeyden kalbine bir çeşit kazanç çıkarmaya çalışıyor ve kalbin alışverişine yaramayan şeyi atıyordu.
Manastırın çamaşır işlerini görmek üzere her ay gelip sekiz gün kalan bir ihtiyar kız vardı. Devrim zamanında fakir düşmüş eski bir asilzade ailesine mensup olduğu için başpiskopos tarafından himaye edilmekte olan bu yaşlı kız yemekhanede sörlerin masasında ye meğini yer ve işine çıkmadan evvel de onlarla kısaca laflardı. Çok kere onu görmek için pansiyonerler etüt odasından kaçarlardı. O, bir taraftan dikişiyle meşgul olurken bir taraftan da geçen asra ait bildiği çapkınca şarkıları hafiften mırıldanırdı. Masal anlatır, size havadis getirir, şehirdeki işlerinizi başarır ve işten fırsat buldukça ara sıra kendisinin de can atarak okuduğu ve daima önlüğünün cebinde taşıdığı romanları gizlice büyük kızların eline tutuştururdu. Bu romanlar hep aşktan, kadın erkek âşıklardan, ücra köşklerde bayılıp kalmış, üstüne düşülen kibar bayanlardan, her menzilde öldürülen posta sürücülerinden, sık sık, hemen her sayfada çatlatılan atlardan, loş ormanlardan, kalp üzüntülerinden, yeminlerden, hıçkırıklardan, gözyaşlarından, öpücüklerden, mehtaptaki sandal sefalarından, koruların bülbüllerinden, aslan gibi, aslan yürekli fakat kuzu gibi uysal ve görülmemiş biçimde erdemli, her zaman şık giyinen ve bir testi sızıntısı gibi sessiz ağlayan erkeklerden bahsederdi. Emma daha on beşindeyken altı ay ellerini bu çeşit bir okuma odasının tozlarına buladı. Daha sonra Walter Scott’la beraber tarihî şeylere merak saldı. Sepet sandıklarını, muhafızlar koğuşunu, Orta zamanın saz şairlerini hayal etti.
Geniş malikâneleri içine gömülmüş eski bir konakta yaşamak, yonca şeklinde yapraklarla süslü gotik kubbeler ve kemerler altında bir eli çenesinde dirseğini balkonun taş parmaklığına dayayarak uzaktan siyah ata binmiş beyaz sorguçlu bir süvarinin gelmesine dalıp bakan bir derebeyi karısının hayatını sürmek ona tatlı geliyordu. O esnada Marie Stuart’a tapınırcasına bağlandı. Meşhur ve talihsiz kadınlar hakkında derin bir heyecan ve saygı duydu. Jeanne d’Arc, Heloise, Anges Sarel, Güzel La Belle Ferroniere ve Clemens İzor ona göre tarihin karanlık boşluğunda parlayan birer kuyruklu yıldızdı. O semanın ötesinde berisinde, aralarında hiçbir ilişki olmayan, biraz daha gölgede kalmış simalar vardı: Meşe ağacıyla beraber Saint Louis, ölüm hâlinde Bayard, XI’inci Lois’nin bazı vahşetleri, bir parça Saint Barthélemy, Bearnais’nin sorgucu ve içinde XIV’üncü Lois’nin övgüsü bulunan tabakaların sönmez hatırası.
Müzik dersinde söylediği şarkıların güfteleri hep altın kanatlı meleklerden, Meryem Ana’ya ait tasvirlerden, küçük göllerden, Venedik gondollarını kullanan sandalcılardan ibaretti. Yatıştırıcı, zararsız kompozisyonlar ki güftelerinin saçmalığı ve bestelerinin manasızlığı ile beraber ona karanlık odalarda gösterilen cazibeli hayaller nevinden geliyordu. Bazı arkadaşları dışarıdan aldıkları hediyelik resimli kitapları gizlice içeri getirirlerdi. Bunları saklamak bir mesele idi. Ancak yatak koğuşunda okuyabilirlerdi. İpekli güzel ciltleri itina ile evirip çevirirken Emma’nın kamaşan gözleri sık sık bunların, Vikont veya Vikontes diye imzalanan meçhul yazanları üzerinde dururdu.
Resimlerin üzerindeki ince ipek kâğıt, nefes alışı ile yarı bükülerek kalkıp sonra gene sayfanın üstüne düşerken o, içinde bir ürperme duyardı. Mesela resimde kısa ceketli bir delikanlı, balkonun parmaklığı arkasında beyaz roplar giyinmiş, belinde bir kese asılı genç bir kızı kucaklamış. Yahut bunlar, yuvarlak hasır şapkalarının altında kumral saçlarının büklümleriyle, isimleri meçhul İngiliz kadınlarıdır ki açık mavi iri gözleriyle size bakarlar. Onların içinde arabaya kurularak parkların içinden geçenler vardır. Beyaz külotlu iki küçük seyisin tırıs götürdüğü arabanın önü sıra bir tazı seğirtmektedir. Bazıları da açılmış bir mektup zarfının yanında, divana uzanmış, yarı inik siyah perdeli bir pencereden aya bakarak hayallere dalmışlardır. İçlerinde daha safları vardır ki yanaklarında gözyaşı, gotik bir kuş kafesinin telleri arasından içindeki kumru ile gagalaşır ya da başı bir omzuna doğru eğilmiş, gülümseyerek ucu yukarı kalkık ince parmaklarıyla bir papatyayı yolmakla meşguldür. Ve sizler… Ey güzel bakirelerin kollarıyla örülmüş çardaklar altında kendinden geçen uzun çubuklu sultanlar, ey Türk kılıçları, Rum fesleri, ey gâvurlar, hele sizler, ey gazeller diyarına ait, rengi uçmuş peyzajlar ki bize hurma ve çam ağaçlarını bir arada gösterirsiniz, sağ tarafta kaplanlar, solda bir aslan, ufukta Tatar ülkesinin minareleri, ilk planda Romalılar devrinden kalma harabeler, sonra çökmüş develer ve bunların hepsini çerçeveleyen iyice temizlenmiş bakir bir ormanla, tepeden inme bol bir güneşin hafifçe içinde titrediği bir su ve bu suyun gri çelik zemini üstünde uzaktan uzağa beyaz birer leke gibi beliren kuğular…
Emma’nın başı üstünde duvara asılı bir lamba ile aydınlanan bütün bu dünya tabloları, yatakhanenin sessizliği ve hâlâ bulvarlarda giden gecikmiş bir arabanın uzaktan uzağa gelen tekerlek sesleri içinde, birer birer gözünün önünden geçiyordu.
Annesi öldüğü vakit, ilk günler çok ağladı. Onun, saçlarından bir cenaze alayı tablosu yaptırdı ve Berto’ya gönderdiği bir mektupta hayatla ilgili acı şikâyetlerde bulunduktan sonra öldüğünde kendisinin de aynı mezara gömülmesini vasiyet etti. Zavallı adam onun hastalandığını zannederek ziyaretine geldi. Emma içinden memnundu; bayağı kalplerin hiçbir zaman varamayacağı ve soluk simaların da nadir olarak vasıl olabileceği ideal bir mertebeye hemen ermiş olduğunu hissediyordu. Bundan dolayı kendisini Lamartinvari, dolaşık nehir mecralarına koyuverdi. Laklar üstünde erguvanın seslerini dinledi. Büyük şairlerin son nefeslerinde yazdıkları bütün şiirler, bütün yaprak dökümleri, göklere süzülen tertemiz bakireler ve vadilerde uzanıp giden ebediyetin sesi onun ruhunda terennüm etti. Sonra bundan da bıktı. Maneviyat ile arası açıldı. Önce alışkanlıkla sonra gösteriş için buna devam etti. Nihayet kendisinin durgunlaştığına, sükûnet bulduğuna şaştı. Hem de kalbinde hiçbir elem, alnında bir çizgi olmadan…
Onda büyük bir yetenek gören iyi kalpli rahibeler şimdi Matmazel Ruolt’un ellerinden kayıp gitmekte olduğunu sezerek şaşıp kaldılar. Gerçekten ona o kadar bol ayin yaptırıp dua ettirmişler, inzivaya ve riyazete alıştırmışlar, Növen dedikleri dokuz günlük tövbe ve perhize sokmuşlar, vaaz dinletmişler, evliyaya ve din şehitlerine öyle derin bir saygı telkin ederek vücudun mahiyeti ve ruhun yükselmesi için öyle nasihatler vermişlerdi ki sonunda, yularından çekilip götürülen bir kısrak hâline gelmişti. Fakat o, birdenbire durunca gem ağzından fırladı. Dinî heyecanları arasında gene pozitif kalan kiliseyi çiçekleri için, musikiyi sözleri için, edebiyatı ve şarkıları hırs uyandırdı ğı için seven bu kafa, din ve imanın esrarı önünde isyan ediyor, hele mizacına uymayan manastır disiplinine bütün bütün tutuluyordu. Babası onu alıp götürdüğü vakit buna üzülen olmadı. Hatta başrahibe onu son zamanlarda, meslek ve cemaate karşı daha az saygılı bulmaya başlamıştı.
Eve geldiği vakit Emma, önce hizmetçileri komuta etmekten hoşlandı. Fakat çok geçmeden köy hayatından da bıkarak manastırı özledi. Charles’ın ilk gelişinde o, kendini emelleri kırık bir hâlde buluyordu. Artık ne öğreneceği bir şey ne de kalbine heyecan verebilecek bir duygusu olabilirdi.
Fakat yeni durumun sıkıntısı yahut belki de bu yeni adamın varlığından pirelenmesi kendisinde farklı bir inancın doğmasına kâfi geldi. Artık inanmıştı ki o zamana kadar, pembe tüylü büyük bir kuş gibi, şiir ve hayal dolu göklerin ihtişamı içinde kanat açıp duran o güzel, o hayranlık verici ihtirasa sahipti; buna inandığı için hayal ettiği mutluluğun, şimdi içinde bulunduğu şu durgun hayattan doğabileceğini aklına sığdıramıyordu.

7
Bununla beraber hayatın en güzel günlerinin, yani adı üstünde balayı, bugünler olduğunu düşündüğü olurdu. Bunun tadını çıkarmak için şüphesiz ad ve san almış ülkelere gitmek lazımdı. Oralarda düğün geceleri sabahlarının tatlı tembellikleri olacaktır! Posta arabasının peykleri üstünde ve mavi ipek storlar altında, keçilerin çıngırakları ve kaskadların boğuk sesleri arasında posta arabacısının şarkılarını dinleyerek ağır ağır dik yollara çıkılır. Güneş battığı vakit körfezlerin kıyısında limon ağaçlarının kokularıyla nefes alırsınız sonra ortalık kararmaya başlayınca villaların taraçası üzerinde parmaklarınızı birbirine kenetleyerek yıldızlara bakarken projeler tasarlarsınız. Emma’ya öyle geliyordu ki nasıl bir bitki bazı yerlerdeki toprağın özelliğinden orada iyi yetişir ve başka yerde yetişmezse öylece dünyada mutluluk yetiştiren yerler de vardır. Ah, ne olurdu, kendisi de mesela İsviçre’de bir köşkün balkonuna dirseklerini dayasa ya da İskoçya’nın bir kulübeyi andıran küçük bir sayfiyesinde dertlerini uyutsa ve yanında beyaz kollukları, sivri şapkası, yumuşak çizmeleriyle uzun etekli siyah kadife elbiseler giymiş bir kocası bulunsa!
Belki bir sırdaşa bütün bu hayallerini açıp dertleşmek isterdi. Fakat koyu ve büyük bulutlar gibi, manzarasını değiştiren rüzgâr gibi dönüp kasırgalanan bu kaleme gelmez üzüntüyü nasıl söyleyecekti? Bunun için sözleri ağzında kalıyor, muhtaç olduğu fırsat ve cesareti bulamıyordu.
Bununla beraber eğer Charles isteseydi, eğer bunun farkına varsaydı, yani hiç olmazsa bir kere onun gözü karısının düşüncesiyle karşılaşmış bulunsaydı ona öyle geliyordu ki el dokunur dokunmaz pıtrak gibi dökülen çardak yemişi gibi, içindeki emeller birden boşalacaktı. Ne çare ki mahrem hayatlarında onlar ne kadar kaynaşıyorlarsa, içinden gelen bir yabancılık hissi, genç kadını o nispette kocasından uzaklaştırıyordu.
Charles’ın sözleri sokağın yaya kaldırımı gibi dümdüzdü. Herkesin ağzında çiğnenen fikirler ne bir düşünce ne bir gülüş ne de bir heyecan doğurmaksızın adi kostümleriyle geçit yapardı. Dediğine göre Paris’ten gelen aktörleri görmek için bir kere olsun merak edip Ruan’a tiyatroya gitmemişti. Ne yüzmeyi ne eskrimi öğrenmiş ne de ömründe bir tabanca atmıştı. Bir gün karısının bir romanda görüp anlamadığı binicilik terimini bir türlü ona izah edememişti.
Hâlbuki bir erkek her şeyi bilmeli değil miydi? Birçok işte kendini göstermek, emel ve ihtiras enerjisini size vermek, hayatın inceliklerini bütün esrarını size anlatmak ona düşen bir vazife değil miydi? Bu adam hiçbir şey bilmiyor, bir şey öğretmiyor, bir şey istemiyor ve karısını mesut farz ediyordu. Karısı ise onun bu genişliğine, bu oturaklı rahatına, bu okkalı durgunluğuna içerliyor, hatta ona verdiği haz ve zevkleri çok görerek kızıyordu.
Emma ara sıra resim yapardı. O zaman Charles için onun baş ucunda ayakta durup resim yaptığını seyretmek, genç kadının işini daha iyi görmek için gözlerini kısarak kartonuna doğru eğildiğini ya da bir şeyi silmek istediği zaman ekmek içini başparmağıyla ezip yuvarladığını görmek ona büyük bir zevk verirdi. Piyanoda Emma’nın parmakları ne kadar hızlı uçarsa öteki o kadar şaşıp kalırdı.
Genç kadın piyanonun dişlerine yukarıdan aşağı birden indikten sonra klavyede boydan boya durmadan gezinirdi. Bu suretle bir sarsıntı geçiren ihtiyar aletin didinen tellerinden çıkan ses, pencere açıksa köyün ta öbür ucundan duyulur ve çok kere mahkeme yazıcısı, başı açık, ayağında şosonlar, büyük caddeden geçerken elinde bir mühürlü kâğıt, durur onu dinlerdi.
Emma, bir taraftan evin idaresini de eline almıştı. Vizitelerinin hesabını hastalara, fatura kokusu vermeyen ustalıklı mektuplarla bildirirdi. Pazar günü yemeğe gelen komşu bir misafir olduğu zaman sofraya gösterişli bir yemek koymanın yolunu bulur, asma yaprakları üstüne en makbul frenk eriklerinden piramit yapmayı bilir, kalıpları tabağa ters çevrilerek kondurulmuş kompostolar hazırlar, hatta yemekten sonra misafirlerin ağızlarını çalkalamaları için kokulu su dolu zarif kupalar alacağını söylerdi. Bütün bunlar Bovary’nin üzerinde saygı telkin eden bir iz bırakıyordu.
Charles, böyle bir karısı olduğu için kendisine daha fazla kıymet vermekte karar kıldı. Onun salonda duvar kâğıtları üzerinde yeşil uzun kordonlarla asılı ve geniş birer çerçeve içine koydurduğu o kurşun kalem ile yapılmış iki küçük krokisini herkese iftihar ile gösterirdi. Litorya ayininden çıkınca, bu çalımlı kocanın ayağındaki kanaviçe şık terliklerin, kapısının önünde durduğu görülürdü.
Geceleri eve geç gelirdi; saat onda, bazı kere de gece yarısı gelir yemek isterdi. O zamana kadar hizmetçi kadın yatmış olduğu için yemeği ona Emma hazırlardı. Yemeğini daha rahat yemek için de redingotunu çıkarır, ondan sonra o gün kimleri gördü ise birer birer anlatırdı; gittiği köyleri, yazdığı reçeteleri söylerken, hâlinden memnun, soğanlı kebaptan kalanı yiyip bitirir, peynirin kaşarını ayırır, bir elma yer, sürahisini boşaltır, sonra gider sırtüstü karyolasına uzanır ve çok geçmeden horlamaya başlardı.
Uzun zaman pamuk takke giymeye alışmış olduğu için ipekli fuları şimdi kulaklarında durmuyordu. Bunun için sabahleyin saçları karmakarışık ve gece, bağları çözülen yastığının ince kuş tüyleriyle ağarmış bir hâlde, yüzüne iniyordu. Hep sağlam çizme giyme âdetiydi. Alttan topuklara doğru iki kalın katmer yapan bu çizmelerin içinde birer tahta ayak varmış gibi, üstü gergin ve dümdüz uzanı yordu. Kendisi bunlar için, “Adam.” derdi. “Ne olacak burada böyle gider.”
Annesi onun bu ekonomisini beğenirdi; çünkü evinde fırtınayı andıran şiddetli kavgalar, sinirlenmeler olduğu zamanlardaki gibi şimdi de ara sıra oğlunu görmeye geliyordu. Aynı zamanda bu anne Madam Bovary’nin, gelinine karşı zaten içine doğmuş hınçları, hicranları vardı. Onu, kendi iktisadi durumlarına göre üstün bir tip olarak görüyordu: Odun, şeker, mum koca bir konakta olduğu kadar çabuk eriyip gidiyordu. Mutfakta yanan ateş ise yirmi beş kişinin yemeğini pişirmeye yeterdi! Onun çamaşırlarını dolaba yerleştirir ve kasap et getirdiğinde bakmayı ona öğretir, Emma da bu dersleri kabul ederdi. Kaynanası ise, bol bol ders verirdi. Her gün akşama kadar aralarında kızım ve anneciğimle konuşurlardı. Fakat söylenen tatlı sözlerin asıl manasını, her ikisinin de öfkeden hafifçe titreyen dudakları açığa vururdu.
Eskiden Madam Dübük zamanında ihtiyar kadın kendisinin daha üstün tutulduğunu anlardı. Fakat şimdi Charles’ın Emma’ya karşı tutkunluğunda, kendisine karşı olan sevgisinin azalması ve kendi öz malının bir başkası tarafından kapılması manasını sezer ve oğlunun mesut oluşuna, hazin bir sessizlik içinde; tıpkı servetini kaybetmiş bir kimsenin, eski debdebeli konağında başkalarının oturduğunu pencereden görmesi kabilinden bakardı. Geçmiş günlerin hatıralarını anarken, oğluna emeklerini ve onun yüzünden çektiklerini hatırlatır ve bunları Emma’nın kayıtsızlıklarıyla karşılaştırarak şimdi ona tapıp tapıp kendisini bu kadar yukarıdan atmanın doğru olmayacağı neticesine varırdı.
Charles ne söyleyeceğini bilemezdi. Onun anasına saygısı ve karısına sonsuz bir sevgisi vardı. Birinin söylediklerini pek yerinde bulur; fakat ötekinde de hiçbir kusur göremezdi. Anası evde yokken onun sözlerinin çerçevesi içinde karısına en yumuşak ihtarlardan bir ikisini sıkılarak söylemeyi dener; fakat Emma bir sözle kocasının yanıldığını ispat ederek onu hastalarına yollardı.
Bununla beraber doğru bulduğu teorilerden ilham alarak genç kadın, kendi içinde bir aşk yaratmayı isterdi. Mehtaplı gecelerde bahçeye çıktıkları vakit ona ezberinde kalan bütün sevda şiirlerini okur, içini çekerek melankolik besteler söylerdi. Fakat ondan sonra kendini gene eskisi gibi heyecansız bulur, Charles da eskisinden ne fazla âşık ne de fazla duygulu olurdu. Böylece kocasının kalbinde yakmak istediği sevda çakmağından hiçbir kıvılcım çıkmadığını görünce zaten kendisinin duymadığını onun duymaya yeteneği olmadığını anlayarak belirli biçimlerde ortaya çıkmayan bütün şeylere inanmak nevinden, Charles’ın kendisine düşkünlüğünde hiçbir aşırılık olmadığına kolayca inandı. Üstüne düşmeleri âdeta düzenli bir hâl almıştı. Vakti, saati gelince kalkar karısını öperdi. Birçokları arasında bu da bir âdet sırasına geçmişti. Sıkıcı bir ziyafetten sonra geleceği herkesçe bilinen yemişliğin sofraya gelmesi kabilinden bir şey. Uğradığı akciğer iltihabından Mösyö’nün tedavisiyle iyileşen bir av ormanı bekçisi Madam’a küçük bir İtalyan tazısı hediye etmişti. Emma, yalnızca başını dinlemek ve evin ebedî bahçesiyle tozlu yolunu biraz olsun görmemek için bu köpeği alır gezmeye çıkardı.
Banvil’e kadar uzanır, orada tarla tarafında, duvarın köşesindeki ıssız pavyona yakın, kayın ağaçları altında, otların ve keskin yapraklı uzun sazların arasında gezinirdi.
Her şeyden evvel etrafına bir göz gezdirir ve son gelişinden beri orada bir değişiklik olup olmadığını araştırırdı. Yüksek otlarını, ravanelleri, ısırgan demetlerini ve yosunları, iri çakıl taşları saran yosunları, hiç açılmayan kanatları çürüyerek paslı demir parmaklıklarına dökülen üç pencerenin boydan boya hizasındaki yosunları, hep yerli yerinde ve aynı hâlde bulurdu. Önce zihni sebepsiz, tıpkı tazısı gibi rastgele, şuraya buraya takılırdı. Gerçek tazısı da kırda rastgele dolaşır, sarı kelebeklere havlar ve buğday ekili bir tarlanın kenarındaki gelincikleri ısırarak sivri burunlu fareleri avlardı. Sonra genç kadın yavaş yavaş kendini toplar, çimenlere oturur ve şemsiyesinin ucuyla küçük vuruşlar yaparak o çimenleri kazırken içinden şunu tekrar ederdi:
“Ben ne diye evlendim ya Rabbi?”
Kaderin bazı kombinasyonlarıyla önceden başka bir adama varmış olmasını ve tanımadığı o kocanın, o değişik hayatın, şimdi meydana gelmeyen olayların nasıl olabileceğini zihninde tasarlardı. Gerçekte kocalar hep birbirine benzemiyorlardı. Kendi meçhul kocası da pekâlâ güzel, zeki, yüksek ve alımlı olabilirdi. Mutlaka eski manastır arkadaşlarının kocaları da böyle olacaktı. Onlar şimdi acaba ne yapıyorlardı? Şehirde, sokakların gürültüsü, tiyatroların uğultusu, baloların pırıltısı içinde kalbi ferahlatan, duyguları coşturan bir ömür sürdüklerine şüphe yoktu. Hâlbuki kendisi ne soğuk bir hayat geçiriyordu! Penceresi poyraza açılan bir zahire ambarı kadar, soğuktu bu hayat. Ve can sıkıntısı… O sessiz örümcek, karanlıkta kalbinin her bucağına kuvvetli ağını örüyordu. Okulda ödül dağıtma merasimini, o merasimde küçücük ödüllerini almak için kürsüye çıkışını hatırlıyordu. Örgülü saçları, beyaz robu ve saten kumaşlı açık iskarpinleriyle sevimli bir hâli vardı ve yerine gelip oturduğu vakit delikanlılar gelip kendisine komplimanlar yaparlardı. Avlu, üstü açık arabalarla dolar ve herkes arabaların kapısından bakıp ona aşnalık ederdi. Müzik öğretmeni, keman kutusuyla geçerken onu selamlardı. Bütün bunlar ne kadar uzak, ne kadar uzakta kalmıştı!
Bu düşünceler arasında köpeği Cali’yi çağırır, onu bacaklarının arasına alır ve ince uzun başını parmaklarıyla okşayarak:
“Haydi bakalım…” derdi. “Hanımını öp! Siz ki dert nedir bilmezsiniz.”
Sonra ağır ağır esneyen narin hayvanın melankolik yüzüne dikkatle bakarak içlenir ve onu kendisinin yerine koyarak dertli birini avutur gibi sesli sesli konuşurdu.
Bazı zamanlar apansız çıkan sert bir rüzgâr, denizden gelen bir meltem, bir hamlede memleketin bütün yaylaları üzerinde yuvarlanarak ta uzaklardaki tarlalara kadar tuzlu bir serinlik getirirdi. Ağaç gövdelerinden yerlere sürünerek geçen ıslıklar çıkar, kayın ağaçlarının yaprakları, hızlı bir titreyişle gürültü çıkarırken tepeleri durmadan sallanarak sürekli hışırtılar yapardı. O zaman Emma, atkısına sıkı sıkı bürünerek kalkardı.
Ağaçlı yolda yapraklardan süzülen yeşil bir gün, yerlere serpilirken ayağının altında yumuşak yumuşak gıcırdayan tek tük yosunları aydınlatıyordu. Güneş batmak üzeredir. Dalların arasından gökyüzü kıpkızıl görünür ve sıra sıra dikilmiş ağaç gövdeleri, yaldızlı bir zemin üstünde kendini iyi gösteren koyu renkli sütunları andırırdı. O zaman onu bir korku alır, Cali’yi çağırır, doğru yoldan acele eve döner, bir koltuğa yığılır ve o gece hiç lakırtı etmezdi.
Fakat eylülün sonlarına doğru onun hayatına olmadık bir hadise karıştı. Vobiyesar’da Marki-Ander Viliyeler tarafından davet olunmuştu.
Restorasyon zamanında vekillik etmiş bulunan Marki, siyasi hayata karışmak emeliyle mebus olmak istiyor ve adaylığını etraflıca tedbir alarak hazırlıyordu. Kışın birçok fukaranın odununu temin eder ve bulunduğu kazanın yolları için umumi meclise her vakit heyecanlı müracaatlarda bulunurdu. Yazın büyük sıcaklarında ağzında peyda olan bir apseyi Charles tam vaktinde deşerek mucize nevinden iyi etmişti. Operasyon ücretini getiren adamı, doktorun küçük bahçesinde eşi az bulunur kirazlar gördüğünü Marki’ye söyler. Vobiyesar’da ise hiç iyi kiraz yetişmediği için Marki, Bovary’den birkaç kiraz çeliği ister, buna karşılık gelip teşekkür etmeyi kendine borç sayar, Emma’yı görür, boyu posu hoşuna gider, selam verişinin diğer köylü kadınlarınkine benzemediğine dikkat eder ve bu genç karı kocayı şatoya davet etmenin bir münasebetsizlik olmayacağı ve onların rızaları hududunu geçmeyeceği kanaatine varır.
Bir çarşamba günü saat üçte Mösyö ve Madam Bovary, arkaya koca bir sandık, öne bir şapka kutusu yerleştirerek arabalarına binip Vobiyesar’a doğru yollanırlar.
Alaca karanlıkta, arabalara yol göstermek için parkın küçük lambalarının yakıldığı sırada şatoya varırlar.

8
Şato, İtalyan mimarisi tarzında modern bir binaydı. İki yanı ve üç taş merdiveniyle geniş bir çimenliğin aşağısında yaygın duruyordu. Çimenlikte birkaç inek, seyrek büyük ağaç buketleri arasında otluyordu. Kumlu yolda ise katmerli zakkumların, yabani yaseminlerin, kartopu çiçeklerinin ve küçük sepet gibi fidanların sık ve değişik yeşillikleri birer kabartma manzarasını gösteriyordu. Bir köprünün altından geçen çay, sisler içinde fark olunabilen üstü samanla örtülü yapılar çayıra serpilmiş, ağaçlı iki tepe, tatlı bir bayır yaprak, çayırı kucaklamış, arka tarafta ve ormanın sık yerinde iki paralel çizgi üzerinde, yıkılan eski şatodan kalma, arabalıklar ve ahırlar duruyordu.
Charles’ın arabası ortadaki taş merdivenin önünde durdu. Hizmetçiler meydana çıktılar. Marki ilerledi ve kolunu köy hekiminin karısına takdim ederek içeri, avluya aldı.
Avlu, mermer karelerle döşeli ve tavanı çok yüksekti. Ayak sesleri ve konuşulan sözler kilisede olduğu gibi, orada da akisler yapıyordu. Sağ tarafta düz bir merdiven üst kata çıkarır, solda bahçeye bakan bir dehliz bilardo salonuna götürürdü. Kapıdan girilince bu salonda birbirine çarpan fildişi yuvarlakların sesi duyuluyordu. Salona giderken oradan geçildiği için Emma, oyun masasının başında ağırbaş lı, göğüsleri hep nişanlı, çeneleri yüksek yakalıklar üstünde, yüzleri ciddi kimseler gördü. Bunlar, istekayı kullanırken sessizce gülümsüyorlardı. Duvarların iç yüzünde koyu kaplama lambri üzerinde büyük yaldızlı çerçeveler ve bunların alt kenarında kara harflerle yazılmış isimler vardı. Genç kadın şu isimleri okudu:
“Jean Antuan d’Anderviliye d’lverbonvil, Kont dö la Vebiyesar ve Baron dö la Frenaye, 21 Teşrin 1587’de Kutras Muharebesi’nde maktul olmuştur.”
Başka bir tabloda da:
“Jean Antuan Hanri Guy d’Anderviliye dö la Vobiyesar, Fransa’nın amiralı, Saint-Michel nişanının şövalye rütbesini hamil, 29 Mayıs 1692’de Hug-Sen-Verst Harbi’nde yaralanmış, 23 Ocak 1693’te Vobiyesar’da ölmüştür.”
Daha sonra gelenler pek fark edilmiyordu. Çünkü lambaların ışığı bilardonun yeşil çuhasına düştükten sonra salonda loş bir gölge dalgalandırıyordu. Bu ışık, yatay sıralanan tabloları cilalandırarak verniklerinin çatlaklarına ve çiziklerine göre, ince mücessem haleler hâlinde kırılıyordu ve bütün bu yaldızlı çerçeveler içindeki büyük siyah karelerden, şurada burada boyanan daha açık parçaları, bir soluk alın, size bakan gözler, kırmızı elbiselerin tozlu omuzlarına dökülen ondüle peruklar ya da yuvarlak bir baldır üstünde bir diz bağı tokası fırlıyordu.
Marki salonun kapısını açtı, bayanlardan biri, Markiz’in kendisiydi bu, kalktı, Emma’yı karşıladı, iki kişilik bir kanepede onu kendi karşısına oturttu ve eskiden beri tanıdığı samimi bir dost gibi onunla konuşmaya başladı. Markiz aşağı yukarı kırk yaşlarında bir kadındı. Güzel omuzları, kemerli burnu ve ölgün bir sesi vardı. Bu akşam kestane rengi saçının üstüne sade dantelli bir fişü koymuştu. Uçları arkadan üç köşe sarkıyordu. Onun yanında ve uzun aralıklı bir sandalyede kumral bir tazecik oturuyordu. Yakalarında birer küçük çiçek bulunan beyler, şöminenin etrafında bayanlarla konuşuyorlardı.
Saat yedide yemek hazırlandı. Sayıca daha fazla olan erkekler av luda birinci sofraya, kadınlar da Marki ve Markizle beraber yemek odasında ikinci sofraya oturdular.
Emma, içeri girer girmez vücudunu sıcak bir havanın sardığını ve bu havada çiçek kokuları, güzel örtü kokuları, nefis tröflü mantarlı et kokularıyla karışık olduğunu kestirdi. Bir sürü kollu şamdanlarda yanan mumlar gümüş takımlara alevlerini uzatıyor, sıcaktan buğulanmış olan kesme kristal takımlar, aralarında donuk bir ışık alışverişi yapıyorlardı. Sofranın üstünde boylu boyuna bir çiçek şeridi uzanmıştı. Geniş kenarlı tabakların içinde piskopos külahı biçiminde devşirilen peçetelerin ortalarına, yumurta gibi ufak birer ekmek kondurulmuştu. Kırmızı ıstakoz ayakları, tabaklardan dışarı uğramış, delikli sepetlerin içinde iri iri yemişler, yeşil çimlerin üstüne kat kat yerleştirilmişti. Kanatlarıyla birlikte konmuş bıldırcınların dumanı tütüyordu. Sofracıbaşı (metridotel) da kısa pantolonu, ipek çorapları, beyaz kravatı, dantelli göğüslüğü ve bir hâkim ağırbaşlılığıyla elindeki büyük tabakların içindeki yemeklerden seçilen parçayı, kaşığının ustalıklı bir kavrayışı ile alıp önünüze koymak için davetlilerin omuzları arasından geçiyordu. Bakır çemberli büyük çini soba üstünde çenesine kadar tüle bürünmüş küçük bir kadın heykeli, bu kalabalık salona donakalmış, bakıyordu.
Madam Bovary birçok kadının eldivenlerini bardaklarına koymadıklarına dikkat etti. Şarap içmek istemeyenler eldivenlerini kadehlerine bırakırlardı.
Bu sırada sofranın bir ucunda ve bütün kadınların arasında yalnız, dolu tabağına eğilmiş, peçetesi çocuk gibi ensesinden bağlanmış yaşlı bir adam vardı ki ağzından damla damla salçalar akarak yemeğini yiyordu. Göz kapakları ters çevrilmiş gibi, kızarmış gözleri vardı. Siyah bir kurdele ile sarılı küçük bir tutam saç, başının arkasından sarkıyordu.
Bu adam, Marki’nin kaynatası ihtiyar dö Laverdiyer idi. Marki dö Konflan’ın konağında iken vaktiyle yapılan Vodröy av partilerinde Kont d’Artua’nın sıkı dostu ve denildiğine göre Mösyö dö Koenyi ile Mösyö Lozün arasında Kraliçe Mari Antuanet’in de adamı. Düello larla, bahislerle, kaçırılmış kadınlarla dolu şatafatlı bir sefahat âlemi içinde yaşamış, servetini yalayıp yutmuş ve bütün ailesini dehşet içinde bırakmış bir adamdı. Sandalyesinin arkasında bir uşak, kulağına eğilip yüksek sesle, onun kekeleyerek parmağıyla gösterdiği, tabaklardaki yemekleri söylüyor, Emma’nın gözleri de ikide bir, bu kral sarayında yaşamış, kraliçelerin yatağında yatmış, dudakları sarkık, ihtiyar adamın üzerinde, anlı şanlı bir şey, bir harika seyreder gibi, takılıp kalıyordu!
Yayvan bardaklara buzlu şampanyalar konuldu. Dudaklarında onun soğuk temasını duyan Emma’nın bütün vücudu bir kere titredi. O, ömründe nar görmemiş, hiç ananas yememişti. Toz şeker bile ona her yerde gördüğünden daha beyaz ve daha ince göründü.
Nihayet bayanlar, balo hazırlıkları için yukarı, odalarına, çıktılar.
Emma, sahneye yeni çıkan bir aktris titizliğiyle tuvaletini yaptı. Saçlarını berberin tavsiyelerine göre düzeltti ve karyolada serili duran, ince tiftik yününden robunu giydi. Yemekten sonra Charles’ın pantolonu dar geliyor, belini sıkıyordu.
“Dans ederken supiyelerim beni rahatsız edecek sanırım.” dedi.
Emma sordu:
“Ne dedin, dans mı?”
“Evet.”
“Aklını mı oynattın sen? Âleme kepaze olursun, otur oturduğun yerde!”
Sonra ilave etti:
“Zaten bir doktora yakışan da budur.”
Charles sesini çıkarmadı. Odada bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, Emma’nın giyinmesini bekliyor ve iki şamdan arasında ışıklanan billur vücudunu aynanın içinde seyrediyordu. Kara gözleri şimdi daha kara gibi göründü. Başını saran kurdeleler, kulaklara doğru biraz kabarık, mavi bir ışıkla parlıyor, arkadan kıvrılan saçına takılı gül yapraklarının ucundaki yapma su damlalarıyla, ince dalının üstünde titriyordu. Yapraklı üç gül demeti ponponla kaldırılmış açık bir rop giyinmişti.
Charles geldi, sarılarak omzundan öptü.
“Rahat dur! Elbisemi buruşturuyorsun.”
Bir kemanın ince nağmesi ve klarnet sesleri duyuldu. Emma hemen merdivenden indi. Koşmamak için kendini zor tutuyordu.
Kadril[4 - Kadril: Salon danslarından biri; bu dansın müziği.] başlamıştı. Bir taraftan gelen davetliler kapıdan sığışamıyor, birbirini itiyorlardı. Genç kadın, kapıya yakın küçük bir iskemleye ilişti.
Kontrudans bittiği vakit parke serbest kaldı. Şimdi takım takım erkekler orada ayakta konuşuyor, hususi kıyafetleriyle hizmetçiler, ellerindeki büyük tepsileri kimseye dokundurmadan götürüp getiriyorlardı. Oturan kadınların sırasında renkli yelpazeler sallanıyor, gül demetleri yüzlerdeki gülümsemeleri yarım yamalak örtüyor, tıpaları yaldızlı şişeler, yarı açık, ellerde dönüyor, o elleri örten beyaz eldivenler, tırnakların biçimini meydana vurduğu kadar bilekleri de sıkıyordu. Dantel garnitürler korsajlarda titriyor; pırlanta broşlar göğüslerde kıvılcımlanıyor, madalyonlu bilezikler çıplak kollarda şıkırdıyordu.
Alınlara yapışmış ve enselerde gergin duran saçlarda yaseminler, nar çiçekleri, başaklar, miyozotisler ve peygamber çiçekleri salkım salkım, dal dal veya çelenk şeklinde duruyor; başlarında kırmızı başörtüsü çatık kaşlı analar yerlerinde sessiz oturuyorlardı.
Kavalyesi onu parmaklarının ucundan tutarak yerine getirdiği vakit Emma’nın yüreği biraz oynadı. Tekrar dansa kalkmak için yayın, kirişler üzerinde bir hamlesini bekliyordu. Çok geçmeden bu heyecanlı bekleyiş sona erdi. Şimdi o, hafif gerdan kırmalarıyla öne doğru kayarak vücudunun kıvrılışlarını orkestranın ahengine uyduruyordu. Arada bir bütün musiki aletleri susup da yalnız keman çalındığı vakit onun inceliği, genç kadının dudaklarında bir tebessüm oluşturuyordu. Bir tarafta masaların örtüleri üstüne dökülen altın liraların şen sesi yükselirken şimdi patlar gibi ortalığı apansız gürültüye boğan, gaydanın davetiyle hep birden gene dansa kalkıyorlardı. Ayaklar adımlarını gene ölçü ile atıyor, fistanlar kabarıp birbirine sürtüyor, eller bitişip gene ayrılıyor, demin karşınızda yere inen gözler biraz sonra gelip gene sizin gözlerinizde duruyordu.
Yirmi beşle kırk yaşları arasında birkaç kişi -on beş kadar- dans edenlerin arasında dolaşarak kapı önlerinde durup konuşarak aralarındaki yaş farkına, çehre ve kıyafet farkına rağmen, hâllerindeki ailevi hususiyetle orada bulunanlardan ayrılıyorlardı.
Daha biçimli olan elbiselerinin yumuşak bir kumaştan olduğu anlaşılıyor, şakaklara doğru kıvrılan saçları daha iyi bir pomata ile parlıyordu. Onlarda zenginlik rengi vardı; porselenlerin soluk benzini, ipeklilerin harelerini, kıymetli eşyanın cilasını daha parlak gösteren o beyaz ten rengi ki sağlamlığında nefis yemeklerin ihtiyatlı rejimini ifade eder. Basık boyun bağları üstünde başlarını kolaylıkla iki tarafa döndürebilen bu adamların favorileri, devrik yakalarına kadar iniyordu. Ucuna büyük bir marka işlenmiş mendilleri ile ağızlarını sildikleri vakit hoş bir koku çıkardı. Yaşlanmaya başlamış olanlarda bir genç hâli görülürken gençlerin yüzünde bir olgunluk nişanesi belirirdi. Kayıtsız bakışlarında günü gününe tatmin edilmiş ihtirasların ferahlılığı dalgalanır ve tatlı muameleleri arasında öyle kabaca bir sertlik belirirdi ki bu sertliği cins atların kullanılışı ve düşmüş kadınların sosyetesi gibi kuvvetin rol oynadığı fırsatlar veya gösteriş meylini tatmin eden yarı kolay işler verir.
Emma’nın üç adım ötesinde bir kavalye, inciler takınmış soluk benizli bir kadına İtalyanca olarak Saint-Piyer kilisesi direklerinin kalınlığını, Tivoli’yi, Vezü’yü, Kastellamar’ı ve Kasinleri, Ceneve’nin güllerini, Kolize’nin mehtaplarını övüyordu. Emma öbür kulağı ile de anlamadığı kelimelerle dolu bir konuşmayı dinliyordu. Orada pek genç bir delikanlının etrafını sarmışlardı. Bu delikanlı bir hafta evvel Miss Arabel ile Romüllüs’ü yenmiş, İngiltere’de bir hendek atlamakla iki bin lira kazanmıştı.
Biri, koşu atlarının fazla semirdiklerinden, öbürü, atının ismini yanlış basan matbaa yanlışlıklarından şikâyet ediyordu.
Balonun havası ağırlaşıyor, lambalar sararıyordu. Herkes bilardo salonuna dönüyordu. Hizmetçilerden biri bir sandalyeye çıkarak iki cam kırdı. Onun şangırtısına başını çevirdiğinde Madam Bovary camların arkasından bahçede, baloyu seyreden köylülerin yüzlerini gördü. O zaman Berto’yu hatırladı. Çiftlik, çamurlu su birikintisi, elmaların altında bluzu ile gezinen babası gözünün önüne geldi. Orada kendi kendisini de, eskiden olduğu gibi, süthanedeki süt kaplarından parmağıyla sütlerin kaymağını alırken görüyordu. Fakat şimdi bulunduğu âlemin parıltıları arasında o zamana kadar temizliğini muhafaza etmiş olan geçmiş hayatı tamamıyla siliniyor ve o hayatı yaşamış olduğundan bile şüpheye düşüyordu. Kendisi, bütün canlılığıyla oradaydı ve orada balonun parıltılarından başka bir şey yoktu. Onun dışında kalan her şey örtülmüş, karanlıkta kalmıştı. Elinde altın kaplama gümüş bir dondurma kadehi içinde İtalya’nın marasken denilen ekşi kirazından yapılmış dondurmasını yerken bunları düşünüyor ve dondurma kaşığı dişlerinin arasında, gözlerini hafifçe kapıyordu.
Kadınlardan biri yelpazesini kanepenin arkasına düşürdü. Dans eden erkeklerden biri geçiyordu.
Kadın ona bakarak:
“Beyefendi…” dedi. “Şu kanepenin arkasına düşen yelpazemi alırsanız ne kadar minnettar olacağım!”
Adam, kanepenin arkasına doğru eğilirken şapkasını tuttuğu eli, vücuduyla bir köşe yaparak açılmıştı. O sırada Emma, genç kadının elinde tuttuğu muska biçiminde bükülmüş beyaz bir şeyi, şapkanın içine bıraktığını gördü. Yerden yelpazeyi alan mösyö, saygıyla eğilerek onu kadına uzattı. O da bir baş işaretiyle teşekkür ettikten sonra elindeki buketi koklamaya başladı.
Bol İspanya ve Ren şaraplarıyla, ıstakoz ezmesi çorbaları, badem ezmeleri, Trafalgar pudingleri ve etrafındaki donmuş elmasiyeleri koca tabaklarda titreyen, çeşit çeşit soğuk etleriyle gece yemeği artık sona erince arabalar yolcularını alıp birbiri ardı sıra gitmeye başladılar. Muslin perdenin bir köşesi açılınca bu arabaların karanlıkta parlayan fenerleri sarı ışıklarıyla görülüyordu. Oturanlar azaldı. Oyun masasında birkaç oyuncu daha kalmıştı; mızıkacılar parmaklarının ucunu ağızlarına götürerek üflüyor, ateşini alıyorlardı. Charles, sırtını bir kapıya dayamış uyukluyor gibiydi.
Sabahın saat üçünde sonuncu dans, kotiyon başladı. Emma, vals bilmiyordu. Herkes, hatta Matmazel Anderviliye ve Markiz vals yapıyorlardı. Şatonun on iki kadar misafirinden başka kimse yoktu.
Bununla beraber, kendisine teklifsizce Vikont denilen ve pek açık yeleği göğsüne yapışmış gibi duran bir genç geldi, ikinci defa olarak Emma’yı dansa davet etti. Onu idare edeceğini ve pekâlâ işin içinden çıkabileceğini söylüyordu.
Önce yavaş başladılar, sonra gittikçe hızlandılar. Dönüyorlardı ve her şey onların etrafında dönüyordu; lambalar, mobilyalar, lambriler ve parkeler tıpkı bir mihver üstünde dönen disk gibi dönüyordu. Kapıların yanından geçerken Emma’nın robu kavalyesinin pantolonuna dolaşıyor, bacaklar birbirinin arasına giriyor. Delikanlı gözlerini genç kadına eğiyor, onun gözleri delikanlının gözlerini buluyor ve vücuduna bir uyuşukluk geliyordu. Daha fazla dans edemeyecekti, durdu. Vikont daha hızlı bir hareketle onu çekip götürdü. Kimsenin göremeyeceği bir yere, dehlizin öbür ucuna kadar gittiler. Orada, nefes nefese, Emma az kaldı düşecekti. Bir aralık başını delikanlının göğsüne dayadı. Dinleniyorlardı. Sonra gene, fakat daha yavaş, döne döne delikanlı damını yerine götürdü. Emma’nın dinlenmeye ihtiyacı vardı. Başını arkaya, duvara dayadı. Bir eliyle gözlerini kapadı.
Açtığı vakit salonun ortasında tabureye oturmuş birini gördü. Önüne üç erkek çömelmiş, kendisini dansa davet ediyorlardı. Onlardan biri de Vikont’tu. Kadın, onu seçti ve keman, dans havasıyla, tekrar ortalığı çınlatmaya başladı.
Herkes onlara bakıyordu. Geçiyor, gidiyor, gene geliyorlardı. Kadın çenesini öne eğmiş, dik duruyor, Vikont hep aynı pozda, vücudu öne eğimli, dudakları ileride, kol çepeçevre… Bu kadın, öbürü gibi değil, mükemmel vals biliyordu! Başkaları hemen yorulduğu hâlde onlar uzun müddet devam ettiler.
Birkaç dakika daha konuşuldu ve geceler hayır olsun, daha doğrusu sabahlar hayır olsun dendikten sonra şato misafirleri yatak odalarına çekildiler.
Charles, yerde sürünerek gidiyordu. Sanki dizleri karnına girecekti. Çok yorgundu. Masaların başında ara vermeden beş saat ayakta durmuş, hiçbir şey anlamadığı hâlde vist oynayanları seyretmişti. Onun için botlarını çıkardığında geniş bir nefes aldı.
Emma kocasının omuzlarına bir atkı koyduktan sonra pencereyi açtı ve dirseklerini dayadı.
Gece karanlıktı… Damla damla yağmur düşüyordu… Göz kapaklarına serinlik veren nemli havayı ciğerlerine çekti. Dans havası, balonun müziği hâlâ kulaklarında uğulduyordu. Az zaman sonra bırakıp ayrılacağı bu lüks hayatı biraz daha uzatmak için kendini uyanık tutmaya çalışıyordu.
Tan yeri ağarmaya başladı. Emma, şatonun pencerelerine uzun uzun baktı. Gördüğü kimselerin odalarının hangileri olabileceğini kestirmeye çalıştı. Onların ne hâlde olduklarını bilmek, içlerine girmek, onlara karışmak istiyordu. Fakat soğuktan da titriyordu. Soyundu. Büzülüp yorganın altında Charles’a sokuldu. Charles uyuyordu.
Kahvaltı kalabalık oldu. On dakika sürdü. Likör namına hiçbir şey yoktu. Hekim buna pek şaştı. Matmazel Andervidiye çörek kırıntılarını bir sepete koyarak havuzda yüzen kuğulara götürdü. Sonra sıcak limonluğu görmeye gittiler. Orada acayip şekillerde dikenli, tüylü bitkiler, askılı saksılarda kat kat piramitler vücuda getiriyor ve ağzına kadar dolu yılan yuvaları gibi bu saksılardan taşıp sarkan uzun yeşil kordonların birbirine dolaştığı görülüyordu.
Limonluğun bir ucunda bulunan portakallıktan, başka yerlere geçiliyordu. Marki genç kadını eğlendirmek için ahırları gezdirmeye götürdü. Sepet şeklindeki yemliklerin üstünde siyah yazılarla atların adlarını gösteren porselen plakalar vardı. Hayvanların her biri, yanından geçilirken, dilini şapırdatarak kımıldanıyordu. Eyer takımları konulan yerin zemini, bir salon parkesi parıltısıyla göze çarpıyordu. Arabaların koşumları, ortada dönen iki sütun üzerinden gemler, kamçılar, üzengiler, gem sulukları düz bir sıra hâlinde boylu boyunca duvarda yer almıştı.
Bununla beraber Charles, arabasının hazırlanmasını, bir hizmetçiden rica etti. Biraz sonra tek atlı araba taş merdivenin önüne getirildi. Bütün paketler konduktan sonra, karı koca Bovaryler, ev sahipleri Marki ve Markiz’e teşekkür ederek vedalaştılar. Araba yola çıktı. Tost’a gidiyorlardı.
Emma sessiz, tekerleklerin dönüşüne bakıyordu. Charles peykenin ta kenarına oturmuş, kollarını açarak dizginleri idare ediyor ve küçük beygir, kendisine bol gelen okların arasında eşkin tırıs yapıyordu. Gevşek dizginler hayvanın köpük içinde kalan kıçına çarparken, arabanın arkasına bağlanmış olan çekmece de yanındaki sandığa muntazam darbelerle vurdukça büyük gürültü çıkarıyordu.
Tibuvil tepelerinde idiler. Önlerinden, ağızlarında sigara olan birtakım atlılar geçti. Emma, bunların arasında Vikont’u tanır gibi oldu. Başını çevirdiği vakit hayvanların tırıs veya dörtnala gidişine göre, değişik çapta eğilip kalkan başlarının bu hareketlerinden başka birşey göremedi.
Bir çeyrek fersah daha gidildikten sonra nasılsa kopan arka kayışın iplerle tamiri için, mola vermek lazım geldi.
Charles koşumlara son bir göz attığı sırada, hayvanın ayakları arasında bir şey gördü, eğilip aldı. Bu bir sigara kutusu idi, kenarı yeşil bir ipekle çevrilmiş olan bu kutunun kapağında, araba kapılarında görüldüğü gibi bir arma vardı.
“İçinde iki de sigara var.” dedi. “Bu akşam, yemekten sonra işe yarar.”
Karısı sordu:
“Sen sigara içiyor musun?”
“Ara sıra, fırsat buldukça…”
Kutuyu cebine koydu ve midillinin üstünde kamçısını şaklattı. Eve geldikleri vakit akşam yemeği için hiçbir hazırlık bulamadılar. Madam kızdı. Nastasie aksi aksi cevap veriyordu.
Bunun üzerine Emma, hizmetçiyi evden kovdu:
“Hemen şimdi çıkıp gideceksiniz.” dedi. “Hesabınızı kesiyorum.”
Yemekte soğanlı çorba ile biraz dana eti ve kuzu kulağı vardı. Karşı karşıya oturdukları vakit Charles ellerini ovuşturarak hâlinden memnun:
“İnsan evindeki rahatı hiçbir yerde bulamıyor!” dedi.
Nastasie’nin ağlamaları duyuluyordu. Bu zavallı kızı Charles biraz severdi. O, önceleri işini bitirdikten sonra çok geçmeden gelir Charles’ın yanında oturur, ona arkadaşlık ederdi. Bu onun ilk alıştığı kadın ve kasabada en eski tanışı idi.
Karısının yüzüne bakarak sordu:
“Gerçekten hesabını kesecek misin onun?”
“Elbette! Buna kim mâni olabilir?”
Sonra odaları hazırlanıncaya kadar, mutfakta kalıp ısındılar. Charles sigara içmeye başladı. Dudaklarını uzatarak dakikada bir tükürerek her çekişte ürperip tiksinerek sigarasını yarıladı. Emma yüksekten bakıp dudağını bükerek:
“Sana dokunacak!” dedi.
Charles sigarayı bıraktı. Bir bardak soğuk su içti. Emma hemen kutuyu alarak dolabın bir köşesine attı.
Ertesi gün çok uzadı. Akşam olmak bilmiyordu. Gene aynı yollardan geçerek bahçede gezindi. Fideliklerin, çardağın, alçıdan papaz heykelinin önünde duruyor, eskiden pek iyi bildiği bütün bu şeyleri şaşkın şaşkın inceliyordu. Daha şimdiden balo kendisinden ne ka dar uzaktı! Dün sabahla bu akşamı birbirinden bu kadar uzaklaştıran kimdi? Vobiyesar seyahati onun hayatında bir gedik açmıştı. Boraların bir gece içinde dağlarda açtığı büyük yarıklar olmaz mıydı? Bununla beraber kaderine razı oldu. Bir gün evvel giydiği güzel tuvaleti dolaptan çıkarıp acıyan ellerle okşadı. Parkenin kaygan cilasıyla ökçeleri sararan saten iskarpinleri bile bu okşanıştan mahrum kalmadı. Onun kalbi de şimdi tıpkı bunlar gibiydi. Bir kere servet ve ihtişam ile temasa geldikten sonra, izleri o kalbin üstünde kalacak, bir daha hiç silinmeyecekti.
İşte bunun için balo hatırası Emma’ya bir iş oldu. Her çarşamba sabahı uykudan uyandığı vakit kendi kendine şöyle derdi: “Tam sekiz gün evvel, tam on beş gün evvel… Tam üç hafta evvel ben orada idim!” Sonra yavaş yavaş yüzler kafasında karışmaya başladı. Kontrudansların havasını unuttu. Şatonun muhtelif dairelerini, hizmetçilerin resmî kıyafetlerini pek o kadar net olarak görememeye başladı. Bazı detaylar kayboldu; fakat bunların hasreti, olduğu gibi içinde kaldı.

9
İkide bir Charles yokken, o gider, dolapta çamaşırların arasına koyduğu yeşil ipekli sigara kutusunu alırdı.
Alır, bakar, kutuyu açar, hatta tütün kutusuna karışan mine çiçeği kokusunu, kutunun iç kokusunu içine çekerdi. Kimindi acaba? Vikont’un olacak, kim bilir, belki de metresi vermişti. İçi sarı ve siyah damarlarla süslü menekşe renginde makbul pelesenk ağacı üzerine işlenmiş olan bu zarif kutu, yabancı gözlerden saklanmış, saatlerce ona emek verilmiş, çalışan bir kadının düşünceli başı onun üstüne eğilmiş, ipek bukleleri onun üstünde salkımlanmıştır. Kanaviçenin örgüleri ve ilmikleri arasına derinden gelen sevdalı nefesler süzülmüş, her gün onun üzerindeki iğne ya bir hatırayı ya da bir umudu çivilemiş ve birbirine karışan bütün bu ipek teller aynı sevdanın sessiz bir devamı olmuştur. Sonra bir sabah Vikont onu alıp götürüyor.
Neler konuşmuşlardı? O, geniş söve pervazlı şöminenin yanında çiçek vazolarıyla Pompador modası asma saatler arasında duruyordu. Şimdi kendisi Tost’ta, o ise ta nerede, Paris’te idi. Paris nasıl bir yerdi acaba? Bu, ne büyük ne ölçüsüz bir isimdi! Bu ismi yavaştan kendi kendine tekrarlıyor ve onun bir katedral çanı gibi kulaklarında çınlamasından hoşlanıyor ve pomata kutularının etiketlerine varıncaya kadar ona ait her şey gözünde alevleniyor, nurlar saçıyordu.
Gece, pencerelerinin altından, küçük arabalarıyla balıkçılar Marjolen melodisini mırıldanarak geçerlerken o, uyanırdı. Demir çemberli tekerleklerin, şehir dışında toprağa deyince yatışan gürültüsünü dinlerken içinden:
“Yarın orada bulunacaklar!” derdi.
Sonra içinden onların arkasına düşerek yamaçlara çıkıyor, inişleri iniyor, köylerden geçiyor ve yıldızların ışığı altında şoselerden akıp gidiyordu. Böyle uzun boylu gittikten sonra karışık bir meydana varıyor ve oradan ötesine artık hayal gücü işlemiyordu.
Paris’in bir planını aldı ve haritanın üstünde parmağını yürüterek koca şehri gezmeye başladı. Köşebaşında, sokak çizgileri arasında ve binaların yerini tutan beyaz karelerin önünde durarak bulvarları boydan boya adımlıyordu. Nihayet haritaya baka baka yorulunca gözlerini kapıyor ve karanlıklar içinde hava gazı fenerlerinin rüzgârdan kıvranarak tiyatro meydanlarını gürültüleriyle kaplayan açık araba basamaklarında akisler yaptığını görüyordu.
Sepet ve Samontar Perisi ismindeki kadın mecmualarına abone oldu. Hiçbir satırını kaçırmadan her yerini gözleriyle yiyecekmiş gibi okuyordu. Bütün ilk temsillere ait röportajları, at yarışlarını, süvarileri takip ediyor, bir şantözün ilk sahneye çıkışı, bir mağazanın açılış töreni onu ilgilendiriyordu. Şimdi o, yeni çıkan modaları, iyi terzilerin adreslerini, Bulonya ormanı veya operanın günlerini biliyordu. Eugene Sue’nun romanlarıyla güzel döşenmiş evleri inceledi. Balzac ve George San’i okudu. Kişisel ilgilerinin hayalen tatmini yollarını onlarda buldu. Hatta sofraya bile kitabını alıp geliyor ve Charles yemeğini yiyerek ona lakırdı söylerken o kitabın yapraklarını çevirmeye bakıyordu. Okuduğu şeyler Vikont’un hatırasını tazelemesine sık sık vesile olur ve onunla, yarattığı kişi arasında, birtakım yakınlıklar kurardı. Fakat öte yanı hep o olmak üzere etrafındaki çevreler genişler ve çehresini bir nur çemberi hâlinde saran hale, başka hayallerine de ışık vermek için, daha uzaklara yayılıp uzanırdı.
İşte bunun için Paris, Atlantik’ten daha geniş bir varlıkla Emma’nın gözlerinde, pembe bir havaya bürünerek hareleniyordu. O kargaşalık içinde kaynaşan sayısız hayat, bu esnada, parti parti ayrılmış ve çeşitli tablolar hâlinde sınıflanmıştı. Emma, bunlardan ancak ikisini, üçünü görüyor; fakat ikisi üçü ötekileri kapadığı için bütün insanlık âleminin bunlardan ibaret olduğu sanısını ona veriyordu. Önce Elçiler Heyeti parlak parkeler üstünde yürür, aynalı salonlarda, sırma saçaklı kadife örtüleriyle duran oval masalar etrafında otururlar. Orada kuyruklu roplar, büyük sırlar ve gülümsemeler altında gizlenen üzüntüler vardır. Bundan sonra düşesler sosyetesi gelirdi. Soluk benizli, saat dörtte yataktan kalkan kimseler. Kadınlar… Fistanlarının eteklerine İngiliz dantelleri dikilmiş zavallı melekler! Erkekler… Değersiz görünüşleri altında tanınmamış liyakatler… Herhangi bir zevk partisi için atlarını çatlatan, yaz mevsimini gidip Baden’de geçiren ve nihayet kırkına doğru mirasyedi kızlarla evlenen kimseler… Lokantaların geceyarısından sonra yemek yenen özel odalarında mumların ışığı altında gülen alacalı bir kalabalık: edebiyatçılar ve aktrisler… Bunlar krallar kadar israfı seven, ideal ihtiraslar ve efsanevi hezeyanlarla dolu kimselerdir. Onların varlıkları başkalarından üstün, gökle yer arasında ve boralara karışık, yüksek bir şeydir. Geride kalanlar, hiç yokmuşlar gibi yersiz, belirsiz kayboluyordu. Zaten kendi yakınında olan şeyler ne kadar yakınsalar düşüncesinden o kadar uzak düşüyorlardı. Onun hemencecik civarında olan can sıkıcı kırlar, budala küçük burjuva yaşayış tarzının bayağılığı, kendisine olmadık bir şey gibi geliyordu. Kaderin aksiliği ile bir ağ gibi kendisini bunların içine düşmüş buluyor, hâlbuki ötede zevk ve ihtiras diyarı göz alabildiğine uzanıp gidiyordu. Onun istekleri içinde lüks iştahı ile gönül duyguları, âdetlerin kibarlığı ile his incelikleri hep birbirine karışıktı. Hint bitkileri için lazım olduğu gibi aşk için de elverişli bir toprak, hususi bir sıcaklık lazım değil miydi? Mehtaplarda iç çekmeler, uzun süren sarmaş dolaşlar, terk edilmiş ellere akan gözyaşları, vücudun ürpermesi, titremeleri, sıtmalar, sevginin verdiği gevşeklikler… Bütün bunlar büyük şatoların balkonundan ayrılmayan şeyler. O şatolar… Boş vakitlerle dolu şatolar… Storları ipek, yerde kalın bir halı, içi dolu çiçeklikler, kerevet üstüne kurulmuş bir karyola, kıymetli taşların ışıldaması ve yaver korkonlarının parıltısı… O şatolardan ayrılmayan işte bunlardı.
Her sabah gelip hayvanı tımar eden postacı yamağı, kocaman tahta kunduralarıyla koridordan geçerdi. Gömleği delik deşik, şosonlarının içinde ayakları çıplaktı. Bu kısa külotlu at uşağı, adam kıtlığında güya işe yarıyordu. Tımar işini bitirdikten sonra akşama kadar bir daha oraya uğramazdı. Çünkü Charles gelince atını kendisi ahıra koyar, eğerini üstünden alır, yularını çıkarır, o sırada hizmetçi kız bir kucak saman getirerek gücü yettiği kadar onu yemliğe atardı.
Emma, sel gibi yaşlar dökerek Tost’tan ayrılıp giden Nastasie’nin yerine on dört yaşında şirin yüzlü kimsesiz bir kız almıştı. Ona pamuklu başlık giymeyi yasak etti. Karşısındakine “siz” diye hitap etmek yerine üçüncü kişi kipinde “Ne emirleri var?” tarzında hitap etmeyi, su getirirken bardağı küçük bir tabağa koymayı, içeri girmeden kapıya vurmayı öğretti. Ütü, kola ve kendisini giydirmek gibi hizmetlere de alıştırarak onu bir fam dö şambr gibi kullanmak istedi. Yeni hizmetçi kız öteki gibi kovulmamak için hiç ses çıkarmadan ne dense boyun eğiyordu ve büfenin anahtarını üstünde bırakmak Madam’ın âdeti olduğu için Felicite akşamları yatmadan evvel oradan biraz şeker alır ve duasını yaptıktan sonra yatağında yalnızca onu yerdi.
Öğleden sonra ara sıra gider, arabacıların karşısına çıkar, onlarla konuşurdu. O zaman Madam da yukarıda, odasında bulunurdu.
Madam, korsajının devrik şal yakası arasından üç altın düğmesiyle plise gömleği görünen önü açık bir sabahlık giyerdi. Belinin kuşağı koca püsküllü bir keşiş zünnarını andırıyordu. Nar tanesi rengindeki mini mini terliklerinin üstünde topuklarına kadar gelen geniş birer top kurdele vardı. Mektup yazacak bir kimsesi olmadığı hâlde kendine bir yazı çekmecesi, kalemler, kâğıtlar, kurutma kâğıtları ve zarflar aldı. Etajerinin tozunu siler, aynaya bakar, eline bir kitap alır, sonra satırları arasında hayallere dalarak kitabı dizlerine düşürürdü. Kâh seyahat etme emeline düşer kâh da eski manastır hayatına dönüp orada yaşamak isterdi. O, aynı zamanda ölmek ve Paris’te oturmak isteğinde idi.
Charles, yağmura, kara bakmaz atı ile kötü yollarda hastalara giderdi. Çiftçilerin sofrasında omlet yer, elini nemli yataklara sokar, yüzüne ılık kanlar fışkırır, can çekişenlerin hırıltısını dinler, leğenlere bakar, kirli çamaşırların altından kirli vücutları dinler, fakat her akşam eve gelince harlı bir ateş, hazır bir sofra, yumuşak eşya ve zarif tuvaletli ince bir kadın bulurdu. Tazelik kokan nefis bir kadın ki bu kokusunun nereden geldiğini, yoksa kendi derisinden, kendi vücudundan mı gömleğine sindiğini bilemezdi.
Emma, kocasını türlü incelikleriyle mest ve hayran ederdi. Bir gün şamdanlara kâğıttan yaptığı başlıklarda bir yenilik gösterir, başka bir gün robunun volanında değişiklik yapar yahut hizmetçi kızın beceremediği sade bir yemeğe tantanalı bir isim bularak onu iştahlı iştahlı Charles’a yutturmanın yolunu bulurdu. Bir gün Ruan’da, bayanların saat kösteklerinin ucuna cicili bicili bir şeyler taktıklarını gördü. Hemen onlardan kendi de satın aldı. Şöminenin üstünde mavi renkte camdan iki vazo bulunmasını istedi. Bundan da hevesini alınca bir müddet sonra fil dişinden bir dikiş kutusu edindi ki yüksüğü kırmızı renkteydi. Charles, bu incelikleri ne kadar az kavrıyorsa o kadar çok beğeniyor ve çileden çıkıyordu. Emma, onun duygularını kamçılayarak canına can katar ve yuvaya başka bir şirinlik verirdi. Sanki onun daracık hayat yoluna boydan boya altın tozu serpiyordu. Charles’ın da sıhhati yerindeydi… Yüzü bunu gösteriyordu… İyi bir şöhret kazanmıştı. Kendisini tanımayan yoktu. Ahali onu seviyordu. Çünkü kibirli değildi; çocukları sever, meyhaneye adım atmaz ve iyi ahlakı ise itimat verirdi.
En çok nezle ve göğüs hastalıklarında başarılı oluyordu. El âlemi öldürmekten pek korktuğu için ağrıyı teskin edici şuruplarla ara sıra kusturucu ilaçlardan başka, pek ilaç vermez, ayak banyosu ve sülük tavsiye ederdi.
Kesip yarmaya gelince, ondan korkusu yoktu, atlardan alır gibi insandan bol kan alırdı. Hele diş çekmek hususunda, soluk aldırmayan belalı bir bileği vardı.
Yeni tedavi cereyanlarından uzak bulunmamak için Ruche Medical (Tıp Kovanı) isminde bir mecmuaya da abone oldu. Bunun prospektüsünü önce görmüş beğenmişti. Akşam yemeğinden sonra biraz okurdu. Fakat odanın sıcaklığına mide dolgunluğu da katılınca şu olurdu ki beş dakika sonra uykuya dalardı ve çenesi avuçlarının içinde, saçları bir yele gibi lambanın dibine kadar dökülüp saçılmış, orada öylece kalırdı. Emma, bu vaziyette ona omuzlarını kaldırarak yüksekten bakardı. Ne olurdu kocası olacak şu adam, içinde gizli bir ateş yanan, geceleri kitaplarının arasında boğulan ve sonunda romatizmalar devri olan altmışına geldiği vakit, fena dikilmiş siyah elbisesi üzerinde bir nişanı bulunan tanınmış kimselerden olsaydı. O, şimdi kendinin de adı olan, Bovary isminin meşhur olmasını istiyordu. Kitapçıların camekânlarında o ismi görmek, sık sık gazetelere geçtiğini, bütün memleketçe tanınmış olduğunu öğrenmek onun için bir emeldi. Fakat Charles’ın hiç ihtirası yoktu! Konsültasyon için başka bir doktorla bir hastanın başında bulundukları sırada o doktor, Charles’ı herkesin içinde mahcup etmişti. Akşamüzeri meseleyi anlattığı vakit Emma o meslek arkadaşına fena hâlde tutuldu. Karısının böyle heyecanlanması Charles’ın kalbine dokunduğu için gözleri dolarak onu alnından öptü. Fakat Emma bu hareketi hazmedemiyor, hırsını almak için içinden kocasını dövmek geçiyordu. Koridora çıktı. Pencereyi açtı. Sinirlerini yatıştırmak için serin havaya ihtiyacı vardı.
Dudaklarını ısırarak kendi kendine yavaşça:
“Ne zavallı adam! Ne zavallı adam!” diyordu.
Zaten ona gittikçe daha da fazla kızmaya başlamıştı. Çünkü yaşlandıkça Charles’ın daha kabalaştığını, türlü türlü huylar peyda ettiğini görüyordu. Sofra sonunda sıra yemişe gelince o, boş durmamak için, boşalmış şişelerin tıpalarını keser, yemekten sonra dilini ağzının içinde dolaştırarak aklınca dişlerini temizler, çorba içerken her yudumda kuluçkadaki tavuk gibi boğazından bir ses çıkarırdı. Üstelik şişmanlamaya da başladığı için zaten düğme gibi ufak olan gözleri elmacık kemiklerinin şişkinliğiyle şakaklarına kadar çıkmış gibi görünürdü.
Emma, bazı kereler onun yeleğine kendi trikolarından kırmızı bir kenar koyar, kravatını düzeltir yahut giymek istediği, rengi kaçmış eldivenleri kaldırıp bir tarafa atardı. Ve bunu kocasının sandığı gibi onun için değil, sırf kendisi için ve kendi sinirine dokunduğu için yapardı. Bazı kereler de ona okuduğu şeylerden bahsederdi. Yeni bir piyesten, bir romandan parçalar ya da gazete tefrikalarında yazılan kibar âlemi menkıbelerinden bir şeyler anlatırdı. Çünkü nihayet Charles da bir kulağı daima açık ve hep karşısındakini onaylamaya hazır bir kimseydi. Çünkü Emma, çok defa köpeğiyle de dertleşirdi! Neredeyse şöminedeki odunlarla ve saatin sarkacıyla da dertleşecekti.
Bununla beraber kalbinin derinliklerinde o, bir hadise bekliyordu. Umutsuz kalmış gemiciler gibi, sisli ufuklarda beyaz bir yelken ararcasına hayatının ıssızlığına, içi dolu göz gezdiriyor fakat bunun nasıl bir tesadüf olacağını bilmiyordu. Hangi rüzgâr onu kendisine kadar getirecek ve hangi sahillere alıp götürecekti? Bu, bir duba mı yoksa üç ambarlı bir gemi miydi? Üzüntüyle mi yüklüydü, yoksa ağzına kadar saadetle mi doluydu? Hiç bilmiyordu. Fakat her sabah uyandığı vakit onun geleceğini umuyordu. O zaman etrafı dinler, çıt olsa kulak asar sıçrayarak kalkar ve gelmemesine şaşardı. Sonra güneş batarken daha dertli, ertesi günün gelmesini beklerdi.
***
Bahar geldi, ilk sıcaklarda armutlar çiçek açarken onda sıkıntılar, bunalmalar belirdi.
Temmuzun başında, ekime kaç hafta kaldığını parmaklarıyla hesap ediyordu. Marki d’Andevilye’nin Vobiyesar’da bir balo daha vermesi ihtimali vardı. Fakat bütün eylül geçtiği hâlde ne bir davet ne de bir ziyaret için gelen oldu.
Bu boşuna bekleyişlerin sıkıntısından sonra kalbi yeniden boş kaldı ve o zaman aynı günlerin serisi tekrar başladı.
O günler şimdi birbiri ardı sıra, birbirinin eşi, bitip tükenmeden ve hiçbir şey getirmeden geçip gidiyordu! Ne kadar düz ve tatsız olursa olsun başkalarının hayatında hiç olmazsa bir hadise olma şansı vardı. Bakarsınız bazen hadise birdenbire değişiklikler yapar; sahne, dekor büsbütün değişir. Fakat kendisi için ne olması ihtimali vardı! Hiçbir değişiklik olmuyordu. Tanrı demek böyle istiyordu! Hayat onun için zifiri karanlık bir koridordu ve bu koridorun sonunda da sımsıkı kapalı bir kapı vardı.
Müzikten vazgeçti. Ne çalacaktı? Niçin çalacaktı? Çalsa da kim anlayacaktı? Kısa kollu kadife robu ile bir konserde, Erar fabrikasının bir piyanosunun başına geçerek narin parmaklarıyla o fildişi tuşlar üzerinden geçerken etrafında bir meltem eser gibi hayranlık havasının fısıltılarını duymayacak olduktan sonra ne lüzumu vardı? Çalışmak, uğraşmak zahmetine değer miydi? Resim kâğıtları, işlediği şeyler, olduğu gibi dolapta kaldı. Dikiş onu sinirlendiriyordu. Bunlar niyeydi? Sanki ne olacaktı? İçinden “Hepsini okudum!” diyordu.
Oturup ocağı karıştırır yahut yağan yağmura bakardı.
Pazar günü ikindiüstü akşam duası münasebetiyle kilisenin çanı çalınırken o ne kadar mahzundu! Çanın çatlak vuruşlarını avare şaşkın bir dikkatle birer birer dinliyordu. Damın üstünde ağır ağır yürüyen bir kedi, güneşin soluk ışıklarına karşı kamburunu çıkarıyor, rüzgâr, caddede toz serpintileri üflüyor, uzakta ara sıra bir köpek havlıyor ve sesi kırlara dağılıp kaybolan çan, usanç veren düzenli vuruşlarına devam ediyordu.
O sırada kiliseden çıkılıyordu. Cilalı ayakkabılarıyla kadınlar, yeni mintanlarıyla erkekler, başı kabak çocukları önlerinde zıplayarak evlerine gidiyorlardı. Beş altı kişi, hep aynı adamlar, karanlık basıncaya kadar, hanın büyük kapısı önünde tıpa oyununa devam için kalkmışlardı.
Kış soğuk oldu. Her sabah camlar bir buz tabakasıyla örtülüyor, onlardan geçen beyaz ışıklar bazı akşamlara kadar sürüyor ve akşam saat dört olmuyor mu, lambayı yakmak lazım geliyordu.
Havanın güzel olduğu günler bahçeye inerdi. Çiğ damlaları lahanaların üstüne gümüş danteller örmüş ve bunların uzun parlak telleri birbirine ulaşmış bulunurdu. Kuşların cıvıltısı yoktu. Her şey uyuyor gibiydi; üstü saman çöpü ile örtülü çardak uyuyor, duvarın saçağı altında kocaman hasta bir yılan gibi uzanan asma uyuyordu. Duvara yaklaşıldıkça birçok ayağıyla tespih böceklerinin süründüğü görülüyordu. Çitin yanında, çamlar arasında, üç köşe başlığıyla, dua kitabını okumakta olan keşişin sağ ayağı kopmuş, hatta alçısı donup pul pul düştüğü için yüzünde beyaz beyaz uyuz lekeler peyda olmuştu.
Sonra Emma gene yukarı çıkar, kapıyı kapar, ateşi karıştırır, ocağın fazla sıcak olmasından içine sıkıntı basar ve iç sıkıntısı ağır bir yük gibi üstüne çökerdi. Aşağı inip hizmetçi kızla pekâlâ konuşabilirdi. Fakat sıkıldığı için inemiyordu.
Her gün aynı saatte, siyah saten takkesiyle mektep hocası, evinin pencere kepenklerini açar, belinde kılıcı orman muhafızı geçer, her gün sabah akşam posta beygirleri üçer üçer sokaktan geçirilerek sulanmaya götürülür, zaman zaman meyhanelerden birinin kapısındaki çıngırak çalar ve rüzgârlı günlerde berberin, sicimle asılı küçük bakır leğenlerinin birbirine çarpıp tıkırdadığı duyulurdu. Dükkânın moda gazetelerinden cama yapıştırılmış eski bir resimle saçları sarıya boyanmış bir balmumu kadın başından başka, süs namına bir şeyi yoktu. Berber kendisi de şikâyetçi idi, işler durmuştu. İlerisi ne olacaktı? İstikbal karanlıktı, sonra büyük bir şehirde, mesela Ruan limanında, tiyatroya yakın bir dükkân hayal ederek bütün gün belediye ile kilise arasındaki yolu boylu boyuna adımlarken mahzun mahzun müşteri beklerdi. Madam Bovary ne zaman gözlerini kaldırsa, kısa yün ceketi ve bir kulağına inmiş çarpık Rum fesi ile, nöbetçi bir karakol neferi gibi, onu hep orada görürdü.
Bazı kereler de, öğleden sonra odasında kapalı penceresinin camından bakarken sokakta çalgıcı bir erkek başı görürdü. Siyah favorileriyle güneşten yanmış bir baş ki tatlı geniş bir gülümseme ile beyaz dişlerini göstererek ağır ağır gülümser. O zaman, hemen bir vals başlardı ve orgun üstünde, küçük bir salonda parmak kadar küçük dansçıların döndüğü görülürdü: Pembe yemenili kadınlar, ceket giyen Tirollu erkekler, siyah elbiseli maymunlar, kısa pantolonlu baylar, kanepelerin, koltukların, konsolların arasında köşeleri bir parça yaldızlı kâğıtla bezenmiş ayna parçalarında akisleri görünerek döner, dönerlerdi. O adam, sağa sola ve pencerelere doğru bakarak manivelasını kullanır, hararetle orgunu çalardı. Arada bir duvarın dibine doğru fıskiye gibi uzun bir tükürük atarken, katı askısı boynunu yoran aletini diziyle de kaldırır ve kutuda canlanan musiki nağmeleri, şimdi hazin ve mecalsiz, şimdi şen ve taşkın, arabesk bakir bir pençe altındaki pembe taftalar arasından uğuldayarak sokağa dağılırdı. Bu havalar başka yerlerde çalınan, tiyatrolarda, salonlarda söylenen, geceleri parlak avizeler altında dans edilen dünya havaları idi ki Emma’ya kadar ulaşıyordu. Sonu gelmez İspanyol dansı havaları genç kadının kafasında dönerek açılıyor, çiçekli halılar üstünde dinî rakslar yapan Hintli kızlar gibi, notalarla beraber aklı yerinden oynuyor ve hayalden hayale, üzüntüden üzüntüye düşüp gidiyordu.
Adamın kasketine, beklediği sadaka düşünce, durmaz, eski bir mavi yün örtü ile örttüğü orgunu sırtladıktan sonra ağır adımlarla uzaklaşır, Emma da onun arkasından uzun uzun bakar dururdu.
Fakat asıl, yemek vakitlerinde ne yapacağını bilemezdi. Yer katındaki o küçük yemek odasında, soba tüter, kapı gıcırdar, duvarlar sızarken, nemli kaldırımlara karşı hayatın bütün acılığını sanki tabağında bulur ve dumanı tüten çorba ona, boğazını tıkayan başka tatsızlıklar çeşnisi verirdi. Charles yemekte çok otururdu. Ya birkaç fındık geveler yahut dirseğini dayayarak bıçağının ucu ile muşambanın üstüne çizgiler çizerek vakit geçirirdi.
Emma, artık ev işlerini oluruna bağlayıp kendi hâline bırakıyordu. Büyük perhizin birkaç gününü Tost’ta geçirmeye gelen kaynanası bu değişikliğe pek şaştı. Eskiden o kadar titiz, o kadar ince ve nazik olan gelini, şimdi günlerce kendine çeki düzen vermeden evlikleriyle duruyor, ayağında gri pamuk çoraplar görülüyor, tek mum ona yetiyordu. “Mademki zengin değiliz, ekonomiye uygun davranmalıyız.” derdi. Sonra çok memnun, çok mesut olduğunu, Tost’tan pek hoşlandığını söyleyerek ve bin dereden su getirerek kaynanasının ağzını kapatırdı. Zaten Emma, onun öğütlerini de pek dinleyeceğe benzemiyordu. Bir gün kadıncağız nasılsa evdeki hizmetçilerin dinî ödevleriyle efendilerinin ilgilenmesinin doğru olacağını ileri sürdüğü vakit gelini ona öyle öfkeli bir bakış ve öyle soğuk bir gülüşle cevap verdi ki zavallı kadın bir daha ağzını açmadı.
Emma, gittikçe huysuz ve şımarık oluyordu. Mahsus kendisi için yaptırdığı yemeklere el sürmez, bir gün yalnız süt içerken ertesi gün fincanlar dolusu çayla midesini şişirirdi. İkide bir inat eder, bir yere çıkmaz, içeride sıkıntıdan boğulur, sonra pencereleri açar ve inadına incecik elbiseler giyerdi. Hizmetçi kıza pek sert muamele ettiği zamanlar gönlünü almak için ona öteberi verir ya da komşularına gitmesine müsaade ederdi. Aslında pek merhametli değildi ve dağ halkının ruhlarında, nasırlaşmış kaba ellerinin katılığından bir şeyler kaldığı gibi, onun da kalbi, başkalarının ıstırabından o kadar acı duymazdı. Öyle iken bakarsınız, günün birinde kesesindeki bütün gümüş paraları fukaralara atardı.
Şubat sonlarına doğru Baba Ruolt iyileşmesinin hatırası olarak bir baba hindi getirdi ve üç gün Tost’ta misafir kaldı.
Charles hastalarıyla meşgul olduğu için ona arkadaşlık etme vazifesi Emma’ya düştü. Misafir fosur fosur sigara içerek odayı duman içinde bırakır, ocağın ızgarasına tükürürdü. Durmadı, dinlenmedi, çift çubuk, inek, dana, tavuk, hindi, bir de belediye meclisinden bahsetti. Bir dereceye kadar ki gittiği vakit Emma, oh! diye geniş bir nefes alarak arkasından kapıyı kaparken içinde duyduğu bu ferahlığa kendisi de şaştı. Zaten o artık ne bir şeye, ne de bir kimseye karşı menfi duygularını saklıyordu. Ara sıra ortaya olmadık düşünceler atar, başkalarının takdir ettiğini batırır, herkesin kötülediği fesatlıkları veya insafsızlıkları hoş görürdü; o zaman kocası gözlerini dört açıp bakar ve şaşardı.
Bu sefalet hep böyle sürüp gidecek miydi? Ondan yakasını hiç kurtaramayacak mıydı? Bununla beraber çok mesut yaşayan kadınlar vardı ve kendisinin onlardan geri kalır yeri yoktu! Vebiyesar’da iken düşesler görmüştü ki vücutları daha hantal, davranışları daha bayağı idi. Bu yüzden Tanrı’nın haksızlığına lanet eder, başını duvara dayayıp ağlarken, şatafatlı yaşayışlara imrenir; baloya, maskeli gecelere imrenir, onların kucağında kendisinin daha bilmediği aşırı zevklere ve çılgınlıklara imrenirdi.
Yüzü gittikçe sararıyor ve yüreğine çarpıntılar geliyordu. Charles ona biraz valeriyan verdi. Karurlu banyolar yaptırdı. Ne yapılsa tersine etki ederek sanki onu daha da beter sinirlendiriyordu.
Bazı günler de zevzekliği tutar, marazi bir şakraklıkla boyuna konuşurdu. Sonra bunun arkasından ona bir uyuşukluk gelir ve birdenbire sessiz, hareketsiz kalırdı. O zaman kollarına bir şişe kolonya dökerek canlanmaya çalışırdı.
İkide bir Tost’tan şikâyet ettiği için Charles hastalığın sebebini yer ve iklime bağlı gördü ve bunun üzerinde durarak nihayet başka taraflara gidip yerleşmeyi önemli bir surette düşündü.
Emma, o zamanlar zayıflamak için sirke içiyordu. Kısa ve kuru bir öksürüğe yakalandı. İştahını bütün bütün kaybetti.
Dört sene yerleştikten sonra ve işini tam yoluna koyduğu bir sırada Tost’tan çıkmak Charles için kolay değildi. Bununla beraber bu mutlaka lazımsa ne yapabilirdi! Karısını Ruan’daki eski hocasına götürdü. Onda sinir hastalığı vardı. Hava değişikliği lazımdı.
Şuraya buraya başvurduktan sonra. Charles, Növşatel taraflarında Yonvil Abey kasabası hekimi olan Polonyalı bir çiftçinin bir hafta evvel başka bir yere geçtiğini haber aldı ve oranın eczacısına bir mektup yazarak ahalisinin ne kadar olduğunu, en yakın mıntaka hekiminin ne mesafede bulunduğunu, giden doktorun senelik kazancının ne kadar tuttuğunu vesaireyi sordu. Gelen cevaplar hep işine elverecek gibi olduğu için Emma’nın durumu düzelemeyecek olursa ilkbaharda oraya göç etmeyi tasarladı.
Bir gün Emma, yer değiştirme sevinciyle çekmeceyi düzeltirken, eline bir şey battı. Evlenme buketinin teliydi bu. Portakal çiçekleri tozdan sararmış, gümüş tel örgülü ipek kurdeleler kenarlarından akıp bozulmuş. Bir kere baktıktan sonra buketi ateşe attı. Kuru bir saman çöpü bundan daha çabuk alev alamazdı. Sonra bu, küllerin üstünde ağır ağır kıvranan kırmızı bir çalı oldu. Onun nasıl yandığına bakıyordu. Küçük karton üzümler çatlıyor, sarı pirinç teller kıvrılıyor, kurşun şerit eriyordu. Katılaşan kâğıt çiçekler ocağın madenî safhası boyunca siyah kelebekler gibi sallanırken sonunda ocağın çekişiyle uçtular.
Mart ayında Tost’tan çıktıkları vakit Madam Bovary gebeydi.

2. Bölüm

1
Yonvil Abbeyi, Ruan’dan sekiz fersah (32 kilometre) mesafede Abevil ile Bove yolları arasında Andel’e dökülen küçük Riyöl Irmağı’nın suladığı vadinin bir ucundadır. Denize karıştığı yerde çocukların olta ile alabalık tutarak vakit geçirdikleri bu ırmak, Andel’e kavuşmadan üç değirmen çevirir.
La Büvasiyer’de büyük caddeden ayrıldıktan sonra vadiye bakan Lö’ler yamacının tepesine kadar düz olarak çıkılır. Vadiden geçen ırmak, onu birbirinden ayrı görünüşte iki çeşit iklime ayırmış gibidir; sol taraf olduğu gibi otlak, sağ taraf da olduğu gibi tarlalıktır. Çayır, alçak tepelerin çevresinde uzanarak arkadan Brey mıntakasının çayırlığına ulaşır. Hâlbuki doğu tarafında ova, yavaş yavaş yükselerek gittikçe genişler ve sarışın buğday tarlalarını göz alabildiğine gözünün önüne serer. Çayırın kenarından akan su, bir taraftan çimlerin, bir taraftan da saban izlerinin rengini beyaz bir çizgi ile ayırır ve böylelikle manzara, yakasının kenarına gümüş bir kordon geçirilmiş koca bir mantonun yayılmış hâlini andırır. Ufka doğru, vadinin sonuna kadar gidilince Argöy Ormanı’nın meşeleri ve Saint-Jean Tepesi’nin yukarıdan aşağı sıra sıra süzülmüş kırmızı değişik kazıntılar gösteren dik yamaçlarıyla karşılaşılır. Bu kazıntılar yağmur sellerinin izleri olduğu gibi, kül rengi dağın sırtında ince bir sicim gibi görünen o tuğla rengi de ötede başka yerlere akan çelikli maden sularından ileri gelmektedir.
Burası Normandiya, Pikardiya ve Fransa adası sınırları üzerinde soysuz bir mıntıkadır ki köyü karaktersiz olduğu kadar dili de aksansızdır. Bütün o çevredeki Növşatel peynirlerinin en kötüsü orada yapılır. Diğer taraftan ziraat de tuzluya mal olur; çünkü, kum ve çakıl dolu gevrek topraklarını beslemek için çok gübre ister.
1835’e kadar Yonvil’e gidecek hiç yol yoktu. Fakat o devre doğru nahiyeler arasında çok işe yarayacak bir yol yapıldı. Bu yol Abevil ve Amiyen yollarını birbirine bağladığı gibi Ruan’dan Flandri’ye giden arabacıların da ara sıra işine yaramaktadır. Böyle olmakla beraber ve yeni çıkış yerlerine rağmen Yonvil Abbeyi ileri gidememiş, yerinde saymıştır. Ziraat işlerini ıslah edeceklerine ahali, kıymeti ne kadar düşmüş olursa olsun, gene otlakçılıktan vazgeçmemiş ve küçük tembel kasaba ovadan uzaklaşarak tabii ırmak tarafına doğru büyümekte devam etmiştir. Onun, hazım zamanını geçirmek için su kenarında uzanan bir inek çobanı gibi, ırmak boyunca yattığı görülür.
Tepenin eteğinde, köprüden sonra, iki tarafına akça kavak fidanları dikilmiş bir şose başlar ki sizi dosdoğru şehrin ilk evlerine götürür. Etrafı çitle çevrilmiş olan bu evler, damlarına el merdivenleri, sırıklar, oraklar takılı sık ağaçlıklar altına dağınık bir hâlde serpilmiş bulunan mengene evleri, arabalıklar, kaynatma evleri gibi bir sürü binayla dolu avlular arasındadır. Kulübelerin üstü, gözlere kadar inen kürk başlıklar gibi alçak pencerelerin üçte biri hizasına kadar iner, bunların kaba ve kabarık camlarının ortasında şişe diplerine benzer bir yumru bulunurdu. Köşeden köşeye kara kirişler bulunan ak duvarlarına ara sıra cılız bir armut fidanı takılır, yer katındaki kapılarında, elma şarabı ile ıslatılmış, esmer bayat ekmek kırıntılarını kapının önünde gagalamaya gelen piliçlerin içeri girmemesi için küçük bir döner tahta siper bulunurdu. Bununla beraber avlular gittikçe darlaşıyor, evler sıkışıyor, çitler kalkıyor; süpürge sapının ucuna takılı bir demet eğrelti otu pencerenin altında sallanıyor; artık bir nalbant, iki üç küçük yeni yol arabasıyla bir arabacı ustası, dışarıda yol üstünde yer alıyordu. Sonra bir parmaklığın arasından parmağı ağzında aşk perisi heykeli ile bezenmiş bir çimen dairesi, ötesinde beyaz bir ev görülür; mermer merdivenin iki tarafında iki dökme vazo vardır; kapıda noterlik levhaları parıldar. Burası noterin evi ve evlerin en güzelidir.
Kilise, yirmi adım ötede, yolun öbür tarafında ve meydana girilecek yerdedir. Dirsek boyunda bir duvarla çevrilmiş olan küçük mezarlık, mezar taşlarıyla öyle doluydu ki yerle bir olan eski taşlar biteviye bir döşeme hâlini almış, aralarında biten otlar, kendiliğinden muntazam kareler meydana getirmiştir.
X. Charles saltanatının son senelerinde yeniden yapılmış olan kilisenin ahşap kubbesi yer yer tepeden çürümeye başlamış ve mavi renkteki zemini üstünde kara oyuklar peyda olmuştur. Kapının üstünde ve orgların bulunacağı yerde erkeklere mahsus bir minber vardır. Dönme bir merdivenle çıkılan bu minber, tahta kunduralar altında gürültülü sesler verir.
Tek parça gibi birbirine bitişik camlardan giren kuvvetli ışık yandan gelerek sıraları aydınlatır, duvarların şurasında burasında çivili hasır parçaları ve bunların altında büyük harflerle “Bay filancanın sırası” ibaresi görülür. Daha ötede, iç kilisenin darlaştığı yerde, papazın günah çıkarma dolabı, Meryem Ana’nın küçük bir heykeliyle eştir. Heykelin sırtında saten bir elbise, başında beyaz sırma yıldızlarla işlenmiş tül bir başörtüsü vardır. Yanakları Sandviç Adaları’nın bir mabudu gibi kıpkırmızıdır. En sonunda Dahiliye Nazırı tarafından gönderilmiş kutsal aile tablosunun bir kopyası, dört şamdan arasından, kilisenin en büyük mihrabına yüksekten bakarak perspektifi tamamlar. Okuyucuların oturdukları çam tahtasından bölmeli sıralar boyanmadan kalmış.
Hal, yani yirmi kadar direkle tutturulmuş kiremitli bir çatıdan ibaret olan pazar yeri, tek başına Yonvil’in büyük meydanını yarı yarıya kaplayacak kadardır. Bir Paris mimarının desenleri üzerine yapılmış olan belediye dairesi, Eczacı’nın evinin yanı başındaki köşede bir Yunan mabedi tarzındadır. Yer katında üç iyonik -eski İzmir ve Çeşme sahilleri- direk, birinci katta boydan boya kubbeli bir galeri ve ucundaki üç kornize aralığını dolduran bir Golova horozu ki bir pençesinde adalet terazisini tutarken öteki pençesini şehrin imtiyaz fermanına bastırır.
Fakat Yonvil’de en çok göze çarpan Liyon d’Or Oteli’nin karşısındaki, Bay Homais Eczanesi’dir! Hele geceleri asma lambası yandığı ve camekânını süsleyen büyük kırmızı ve yeşil şişeler, uzaklara doğru yerde iki renk ışıktan birer yol uzattığı vakit, Bingale ateşlerini andıran bu ışıkların arasından, dirseğini masasına dayamış olan Eczacı’nın korkunç hayali görünür. Evi yukarıdan aşağı ilanla doludur. Yuvarlak basılmış ve İngiliz harfleriyle yazılı bu ilanlarda; “Vişi maden suları, Selç ve Bareg suları, kanı temizleyen murabbalar, doktor Raspoy usulü, Arap macunları, Darse’nin pastilleri, Renyolt’un pestilleri, sargılar, banyolar, sağlık çikolataları vesaire” vardır. Dükkânı baştan başa kaplayan tabelada yaldızlı harflerle: “Eczacı Homais” yazılıdır. Sonra dükkânın iç tarafında, tezgâhın üstündeki büyük mühürlü terazilerin arkasında camlı bir kapıda ‘Laboratuvar’ kelimesi ve kapının aşağıda kalan yarısında da, siyah bir zemin üstüne yaldızlı harflerle gene ‘Homais’ kelimesi görülmektedir.
Bunlardan başka Yonvil’de görülecek bir şey yoktur. İki tarafında birkaç dükkânı bulunan ve bir tüfek menzili boyunda olan tek caddesi, yolun dönemecinde birdenbire biter. Eğer bu cadde sağda bırakılarak Saint-Jean Tepesi’nin eteği takip olunursa çok geçmeden mezarlığa varılır.
Koleradan sonra mezarlığı büyütmek için bitişiğindeki araziden üç dönüm yer alınmış ve aradaki duvar yıkılmıştır. Fakat eklenen bu yeni parçaya hemen hiç ölü gömülmemiş, mezarlar eskiden olduğu gibi hep kapı tarafına yığılmakta devam etmiştir. Mezarlığın bekçisi ki aynı zamanda hem kilise hademesi hem de mezarcıdır, böylelikle ölülerden iki katlı istifade ederken, boş kalan yerlere patates ekerek oradan da bir kâr sağlar. Bununla beraber onun küçük tarlası yıldan yıla darlaşmaktadır. Hele epidemik bir hastalık olunca ölülerin çoğalmasına mı sevinmek yoksa mezarların yer kaplamasına mı sıkılmak lazım geleceğini bilemez.
Bir gün Papaz Efendi ona, şöyle dedi:
“Siz ölülerle besleniyorsunuz Letibuduva!”
Bu acı söz onu düşündürdü ve bir müddet bu işten alıkoydu. Fakat bugün hâlâ o patates ekimine devam etmekte ve onların kendiliğinden yetiştiğini cesaretle ileri sürmektedir.
Anlatacağımız vakalardan beri Yonvil’de hiçbir değişiklik olmadı. Kilisenin çan kulesi üstündeki üç renkli tenekeden bayrak eskisi gibi dönmekte, modaya göre kumaşlar satan manifaturacının reklam için kapıya astığı iki basma parçası rüzgârdan sallanmakta, Eczacı’nın şişeler içinde sakladığı düşürülmüş çocuklar, tortulu bir ispirtoda gittikçe çürümekte ve lokantanın büyük kapısı üstündeki yaldızlı ihtiyar aslan, yağmurlardan rengini kaybetmiş, gelene geçene kıvırcık yelesini göstermektedir.
***
Karı koca Bovarylerin Yonvil’e inecekleri akşam bu otelin sahibi dul Madam Le Fransua o kadar telaş içinde idi ki tencerelerini karıştırırken iri damlalarla buram buram terliyordu. Bu, kasabada pazar kurulduğu günün ertesiydi. Etleri kesmek, piliçleri temizlemek, çorbayı, kahveyi hazırlamak lazımdı. Bundan başka o, kendi pansiyonunda kalacak olan, doktorun, karısının ve hizmetçisinin yemeğini de hazırlayacaktı. Bilardo salonu kahkahalarla çınlıyor, üç değirmenci bağırarak içki istiyorlardı. Arkadaki kümeste tavukların cayırtısından durulmuyor, çünkü hizmetçi yakalayıp kesmek için onları kovalıyordu.
Ayağında yeşil deri terlikler, başında sırma püsküllü bir fes, biraz çiçek bozuğu bir adam, sırtını şömineye vermiş ısınıyordu. Hâlinden pek memnun olduğu belliydi.
Başının ucunda asılı duran kamış kafesteki saka kuşunun emniyetli hayatı kadar, hayatı sakin ve rahat görünüyordu; işte Eczacı bu adamdı.
Misafirhane sahibi kadın bağırıyordu:
“Artemis! Çalı çırpı hazırla, sürahileri doldur, içki getir, çabuk ol, (Eczacıya dönerek) bari beklediğiniz kimselere ne türlü yemiş vereceğimi bilseydim! Allah iyilikler versin! Nakliyeciler, bilardo salonunda gene gürültüye başladılar! Küçük yük arabaları da cümle kapısının altında kalmış olacak? Kırlangıç gelirse onun dibini çıkarmasını iyi bilir! Şu Polit’i çağır da onu yerine koysun bari! Bay Homais, bilirsiniz, sabahtan beri belki on beş parti oynadılar ve sekiz okka elma şarabı içtiler! Fakat, kevgiri elinde, uzaktan onlara bakarak, korkarım bunlar bilardonun çuhasını paralayacaklar.”
Homais:
“Zararı yok.” dedi. “Yenisini alırsınız.”
Dul kadın haykırdı:
“Başka bir bilardo ha!”
“Mademki bu bir işe yaramıyor, Madam Le Fransua, siz haksızlık ediyorsunuz! Evet, tekrar ediyorum, büyük haksızlık ediyorsunuz! Bundan başka şimdi bilardo heveslileri köşe çukurlarının daha küçük ve istekaların daha ağır olmasını istiyorlar. Artık herkes bilye oynamıyor. Her şey değişti. Zamana uymak lazım! Daha doğrusu, bir kere Telviye’ye baksanıza…”
Kadın öfkesinden kıpkırmızı oldu.
Homais ilave ederek:
“Siz ne derseniz deyiniz, onun bilardosu sizinkinden daha şık! Mesela Polonya’da veya Liyon’da su altında kalanlara yardım için oyuna bir para koymak lazım gelse…”
Otelci kadın şişman omuzlarını kaldırarak Homais’nin sözünü kesti:
“Onun gibi haytalardan bizim pervamız yoktur!
Sen işine bak, Mösyö Homais! Liyon d’Or yaşadıkça ona gelenler de olacaktır. Bizim işimiz tıkırında gidiyor. Kesemiz para görüyor. Hâlbuki Kafe Franse’yi, saçağında güzel bir ilanla, şu sırada bir sabah kapanmış bulacaksınız!”
Kendi kendine söylenir gibi devam ederek:
“Bilardomu değiştirmek ha! Çamaşırlarımı devşirirken o kadar işime yarayan ve av zamanı altı yolcuya kadar üstünde yatırdığım bilardomu öyle mi! Fakat bu uyuşuk Hiver de bir türlü gelmez oldu!”
Eczacı sordu:
“Erkeklerinizin akşam yemeği için mi onu bekliyorsunuz?”
“Bunun için onu bekler miyim? Mösyö Bine neredeyse şimdi gelir. Saat altıyı çalarken onu kapıdan girerken görürsünüz. Çünkü tam vaktinde bulunma meselesinde onun dünyada bir eşi daha yoktur. Küçük salondaki yerini kimseye vermek istemez. Öldürsen başka yerde yemez! Ne kadar da titizdir! Bir türlü şarap beğendiremem! Bak, Mösyö Leon hiç öyle değildir. O bazen yedide, hatta yedi buçukta gelir. Önüne ne koysan yer, aramaz. Ne iyi bir delikanlı! Hiçbir sözü ötekinden yüksek değildir.”
“Çünkü terbiye görmüş bir adamla Karabinalı eski bir atlı, bir tahsildar arasında görüyorsunuz, büyük fark vardır.”
Saat altıyı çaldı. Bine içeri girdi. Sırtında mavi bir redingot vardı ki cılız vücudunun etrafında etekleri kendiliğinden düşüyordu. Başının tepesinde, parçaları kaytanla bağlanmış deri kasketinin kalkık siperi altından, kenarları kasket kullanmaktan ezilmiş dazlak bir alın meydana çıkıyordu. Siyah bir yeleği, bir kıl yakası, gri bir pantolonu ve her mevsimde giydiği çok cilalı çizmeleri vardı ki parmaklarının çıkıntılı olmasından iki paralel şişkinlik yapardı. Küçük gözleri ve kemerli burnu ile uzun ve renksiz yüzünü, çenesinin altından dolanarak bir bahçe fideliği pervazı gibi, çerçeveleyen kumral sakalının hizasını hiçbir kıl geçmiyordu. Bütün kâğıt oyunlarında usta, iyi bir avcı ve güzel bir yazısı olan Bine’nin, evde bir çıkrığı vardı ki vakit geçirmek için onda peçete halkaları çevirir, bir artist kıskançlığı ve burjuva egoizmi ile evini bunlarla doldururdu. Küçük salon tarafına doğruldu. Fakat önce oradan üç değirmenciyi çıkarmak lazım geldi ve sofra takımı hazırlanıncaya kadar Bine, sobanın yanında sessiz durup bekledi. Sonra kapıyı kapadı ve âdeta saygıyla kasketini çıkardı.
Eczacı, otelci kadınla yalnız kalır kalmaz sözüne devam etti:
“Nezaketli sözlerle dili aşınmaz ya!”
“Hiçbir vakit fazla konuşmaz. Geçen akşam buraya üstü başı düzgün iki yolcu gelmişti. Bu zeki delikanlılar öyle tuhaf şeyler anlattılar ki ben gülmekten kırıldım. Gözümden yaşlar geldi. O ise tek bir söz söylemeden karagöz balığı gibi öyle duruyordu.”
“Evet, ne bir söz bulma kudreti ne de tam yerinde bir nükte sarfı gibi sosyete adamına lazım nitelikleri olmayan bir kimse!”
Otelci kadın itiraz etti!
“Bununla beraber, dediklerine göre hâli vakti yerinde imiş.”
“Hâli vakti yerinde mi? Onun ha? Hâli vakti yerinde öyle mi?”
Biraz duraklayarak:
“Kendi memleketinde belki.”
Sonra tekrar söz aldı:
“O! Büyük işlere girişmiş bir tüccar, hukuk müşaviri bir avukat, bir doktor, bir eczacı, işlerinin düşüncesine o kadar dalmış olabilir ki bakarsınız dalgın ve hatta kaba görünür, bunu anlarım, buna tarihten birçok misal getirirler! Fakat hiç olmazsa onların düşündükleri, kafalarında yoğurdukları bir şey vardır. Mesela benim birkaç kere başıma gelmiştir. Bir etiket yazmak için kalemimi ararım da neden sonra bakarım kalem kulağımda duruyor.”
Bu esnada Madam Le Fransua, yolcuları getirecek arabanın gelip gelmediğini anlamak için, kapıya gidip dışarı baktı. Kırlangıç meydanlarda yoktu. Mutfağa döndüğü zaman bir kere titredi. Siyahlar giyinmiş biri apansız içeri girmişti. Batan güneşin son ışıklarıyla da bu adamın, yüzünden kan damlayan pehlivan yapılı biri olduğu fark ediliyordu.
Lokantacı kadın mumlarıyla beraber şöminenin üstünde dizili duran bakır şamdanlardan birine uzanarak:
“Ne emredersiniz Papaz Efendi?” dedi. “Bir şey almak ister misiniz? Mesela bir kadeh likör, bir bardak şarap?”
Papaz nezaketle reddetti. Geçen gün Ernmon Manastırı’nda unuttuğu şemsiyesini sormaya gelmişti. Şemsiyenin, akşama evine bırakılmasını Madam Le Fransua’dan rica ederek kiliseye gitmek üzere oradan çıktı. Kilisede anjelus duasının çanı ötüyordu.
Ayak sesleri duyulmayacak kadar uzaklaşınca Eczacı onun bu hareketini pek uygunsuz buldu. Bir likör veya şarap ikramını kabul etmemek! Riyakârlığın bu derecesi Eczacı’ya pek iğrenç görünmüştü. Bu papaz güruhunun kullanmadığı içki yoktu… Elverir ki onları gören olmasın! Onlar içerler ve kiliseye verilen hasadın mevsimini iple çekerler.
Otelci kadın papazı savunmaya kalkıştı:
“Öyle ama sizin gibilerden dördünü bir dizinin üstünde kıvırır, o kadar da kuvvetlidir. Buna ne dersiniz? Geçen sene bizim kuru otları içeri alırken adamlarımıza yardım etti. Yemin ederim, bir defada altı yığın birden getirdiği olurdu.”
“Oo… Bravo!” dedi Eczacı. “Öyle ise siz, kızlarınızı günah çıkarmak için bu yapıda dinç papazlara göndermelisiniz. Ben kendi hesabıma, hükûmetin yerinde olsam, papazlardan ayda bir kere kan aldırırım. Evet, Madam Le Fransua, her ay kan almak hem polisin hem de ahlakın yararına olurdu! Anlıyor musunuz?”
“Hadi, hadi… Susunuz, Mösyö Homais! Siz bir günahkâr… Dinsiz, imansız bir adamsınız!”
Eczacı derlendi:
“Ben mi?” dedi. “Ben dinsiz değilim. Benim de kendime göre bir dinim var. Hatta onların bütün o gülünç ayinleriyle ve türlü hokkabazlıklarıyla topundan ileri dinim var. Ben Tanrı’ya taparım. Onun yüceliğine, yaratıcı varlığına imanım var. Yurdumuza ve ailemize karşı vazifelerimizi yapalım diye bizi buraya, şu dünyaya getirmiş, işte o kadar. Daha ötesi bana lazım değil… Kiliseye gitmeye, orada gümüş tabakları öpmeye, bizden daha mükemmel yiyip içen birtakım düzenbazların, benim kesemden beslenip göbek yapmalarına lüzum görmüyorum. Çünkü insan Cenabıhakk’ı, eski insanlar gibi, kırda, ormanda, hatta gök kubbesi karşısındaki hayranlığıyla da kutsal sayabilir. Benim Tanrı’m Sokrates’in, Franklin’in, Voltaire’in, Beranger’in Tanrı’sıdır. Benim imanım, kaba saba dağlı bir köy papazı çömezinin inancı ve 1789 İhtilali’nin ölmez prensipleridir! Bundan dolayı elinde asa, çiçekli bahçesinde gezen, dostlarını balina balığı karnında barındıran, bir çığlıkla ölen ve üç gün sonra gene dirilen bir kimsenin, Tanrı’nın aptal bir kulunun varlığını kabul edemem. Bunlar esasen saçma ve temelinden bütün fizik kanunlarına taban tabana zıt şeylerdir ki bize papazların nasıl düşük bir cehalet içinde uyuşup kaldıklarını ve halkı da nasıl kendileri gibi o cehalet batağına sürüklediklerini gösterir.”
Eczacı etrafına bakınarak sustu. Böyle bakınırken karşısında bir halk kalabalığı arıyordu; çünkü hararetli hararetli konuşurken bir aralık kendini Belediye Meclisi toplantısında sanmıştı. Fakat lokantacı kadın onu dinlemiyor, hep dışarıya kulak kabartıyordu. Çok geçmeden Kırlangıç kapının önünde durdu. Biri önde olmak üzere arabaya üç beygir koşulmuştu.
Yonvil’in burjuvalarından birkaçı oraya birikti. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimi havadis soruyor, kimi de şehirden getirdiği şeyleri görmek istiyor, Arabacı Hiver ise hangi birine cevap vereceğini bilemiyordu. Kasabanın siparişlerini dükkân dükkân gezerek şehirden o temin ederdi. Kunduracıya kösele, nalbanta nal, otelci kadına bir varil ringa balığı, modistradan şapkalar, berberden takma saçlar getirir; hayvanlar arabayı kendi kendilerine çeke dursunlar, kendi ayakta yüksek sesle bağırarak evlerin önünden geçerken bu paketleri ayırır, havalelerin üstünden avlulara atardı.
Yolda bir hadise onun gecikmesine sebep olmuştu. Madam Bovary’nin tazısı nasılsa kaçıp tarlaların arasında kaybolmuştu. Tam bir çeyrek saat ıslık çalarak onu çağırmak icap etti. Hiver yarım fersah kadar geri dönüp her dakika onu görecek gibi olduğu hâlde köpek bulunamamış ve araba yoluna devama mecbur kalmıştı. Emma, ağlayıp sızlamış, sinirlenip öfkesini Charles’tan almıştı. Arabada bulunan manifaturacı Mösyö Lörö bin dereden su getirerek Madam’a teselli vermiş, kaybolan nice köpeğin seneler geçtikten sonra gelip sahiplerini bulduğunu anlatmıştı. Hatta, diyordu, söylediklerine göre bir köpek böylelikle İstanbul’dan Paris’e kadar gelmiş, başka bir köpek de düpedüz elli fersahlık yol almış, yüzerek dört şehirden geçmiş, hatta kendi babasının tüylü bir finosu varmış ki on iki sene kayıplara karıştıktan sonra bir akşam yolda hiç haberi yokken apansız arkadan gelip ihtiyarın omzuna sıçramış.

2
Arabadan ilk inen Emma oldu. Onun arkasından Felicite, Mösyö Lörö ve bir de sütnine indiler. Akşamdan beri bir köşede deliksiz uyuyan Charles’ı uyandırmak icap etti.
Homais yanlarına gelerek Madam’a derin saygılarını, Mösyö’ye iltifat ve sevgilerini bildirdi. Bir hizmetlerinde bulunmakla kendini bahtiyar sayacağını ve karısı bulunmadığı için tek başına gelmek zorunda kaldığını samimi bir tavırla ilave etti.
Madam Bovary mutfağa girince hemen şömineye yaklaştı. Parmaklarının ucu ile eteklerini diz kapakları hizasından tutup topuklarına kadar kaldırdı ve siyah potinler içindeki ayağını ocağa doğru uzattı.
Çiğ bir ışık, robunun örgüsüne, beyaz derisinin gözeneklerine, hatta ara sıra ateşe bakarken kırpıştırdığı göz kapaklarına kadar bütün vücudunu baştan ayağa aydınlatıyor, aralık duran kapıdan giren rüzgârın üflediği ateşten, hazin bir alev rengi dalgalanarak üstünden geçiyordu. Şöminenin öbür tarafında kumral saçlı bir genç, sessizce ona bakıyordu.
Liyon d’Or’un ikinci temelli müşterisi olan Noter Yazıcısı Mösyö Leon Düpvi’nin Yonvil’de çok canı sıkıldığı için yemek zamanını geciktirir ve gece konuşup vakit geçirebileceği yolcuların geleceğini umarak beklerdi.
İşini bitirdiği bazı günler ne yapacağını bilemediği için tam vaktinde gelir ve o zaman, çorbadan peynirine kadar, bütün yemekte Bine ile başbaşa kalmaya tahammül ederdi. Onun için yeni gelen yolcularla beraber yemeğini yemesini lokantacı kadın teklif ettiği vakit Leon bu teklifi sevinçle kabul etti. Bunun üzerine büyük salona geçildi. Madam Le Fransua oraya dört kişilik gösterişli bir sofra hazırlamıştı.
Homais nezleden çok korktuğu için başındaki Yunan fesi ile oturmasına müsaade istedi.
“Madam mutlaka biraz yorgun olacaktır, öyle değil mi? Bizim Kırlangıç’ta insan öyle sarsılır ki!”
Emma, cevap verdi:
“Hakkınız var, fakat öyle rahatsızlıklar benim hoşuma gider. Ben yer değiştirmekten hoşlanırım.”
Noter yazıcısı içini çekerek tasdik etti:
“Bir yere çivilenip kalmak ne tatsız şeydir!”
Charles atıldı:
“Ya benim gibi hep at üzerinde ömrünüzü geçirmeye mecbur olsanız…”
Leon, Madam Bovary’ye bakarak acele cevap verdi:
“Bence bundan iyi bir şey olamaz… Ama yapabilene…”
Eczacı:
“Zaten bizim yörede doktorluk pek zahmetli bir iş değildir.” diyordu. “Çünkü bütün yollarımız araba yoludur. Çiftçilerimizin hâli vakti yerinde olduğu için iyi de ücret verirler. Bakılırsa buradaki hastalıklar, adi bağırsak iltihapları, bronşitler, safra bozuklukları gibi her zamankileri saymayacak olursak, hasat mevsiminde ara sıra kendini gösteren sıtmadan ibarettir. Hemen hepsi az tehlikeli ve kayda değmeyen şeyler. Yalnız köylülerimizin sıhhi şartlara uymayan acınacak meskenlerde yaşamalarından dolayı çoğunun kanları bozuktur. Ah, Mösyö Bovary! Zannederim sizi en çok uğraştıracak olan şey, halkın cehaleti ve batıl itikatları olacaktır. Israrla geleneğe bağlı olanlara karşı ilminiz her gün mücadelede bulunacak, onların inadı ile çarpışacaktır. Çünkü hâlâ tıbbi tedavi yerine Növen dediğimiz bilinen dokuz günlük ibadet ve perhize, okunmalara, papazlara başvuruluyor da doktora, eczacıya gelinmiyor. Bununla beraber, doğrusunu söylemek lazım gelirse, iklim ve hava bakımından, yeriniz hiç de fena değildir. Bucağımızda birkaç da doksanlık gösterebiliriz. Kışın termometre ancak dörde kadar iner ve en sıcak mevsimde nihayet yirmi beş otuz santigrat dereceye çıkar. Bu da Reomür hesabıyla en çok yirmi dört ve İngiliz ısı ölçüsü olan fahrenhayt hesabıyla elli dört eder, fazla değil! Bir taraftan poyraz ve karayele karşı Argöy ormanları bize siper olurken bir taraftan da batı rüzgârlarına karşı Saint-Jean kıyılarının sığınağında bulunuruz.”
Madam Bovary gene genç kâtibe bakarak sordu:
“Bari bu taraflarda gezme yerleriniz var mı?”
“Oh! Pek az, şurada ormanın kenarındaki yamacın tepesinde Patür denilen bir yer var. Bazı pazarlar oraya gider, elime bir kitap alır, güneşin batışını orada seyrederdim.”
Artık sade ikisi konuşuyordu. Madem Bovary ona uydu:
“Güneşin batışı kadar hayran olduğum hiçbir manzara yoktur, hele denizden batışı olursa.”
“Oh! Ben denizi tapınırcasına severim.”
“Sanki ruh bu sonsuz genişliklerde daha serbest yüzer değil mi? Sanki o genişliklere daldıkça ruhumuz yükselir ve o bize sonsuzluklardan ve idealden ilhamlar verir… Size de öyle gelmiyor mu?”
“Dağların peyzajları da tıpkı böyledir. Geçen sene İsviçre’ye giden bir kuzenim söylüyordu. Göllerin, şiirin… Güzelliğini, o glasiyelerin ululuğunu ve yüceliğini tasavvur etmeye imkân yokmuş. Çağlayanlar arasında inanılamayacak derece büyüklükte çamlar… Sarp tepeler üstüne kondurulmuş kulübeler ve ayağımızın altındaki bulutlar açıldığı vakit, bin ayak derinlikte baştan başa göreceğiniz vadiler… Bu manzaralar muhakkak insanı heyecana getirir; ibadete ve kendinden geçmeye sevk eder. Onun için, daha kuvvetli ilhamlar almak niyetiyle piyanosunu böyle manzaralara karşı çalmak… Âdeti olan meşhur müzik üstadının bu hareketine ben artık şaşmıyorum.”
“Siz müzik yapıyor musunuz?”
“Hayır, fakat çok severim.”
O zaman Homais tabağına eğilerek söze karıştı:
“Oh inanmayınız, Madam Bovary.” dedi. “Mösyö Leon alçak gönüllülük gösteriyor.”
Sonra delikanlıya dönerek ekledi:
“Ne diyorsunuz, dostum? Geçen gün odanızda Koruyucu Melek parçasını ne güzel söylüyordunuz! Ben sizi laboratuvardan dinliyordum. Tam manasıyla bir aktör gibiydiniz.”
Gerçekte Leon Eczacı’nın evinde, ikinci katta, meydana bakan küçük bir odada oturuyordu. Eczacı’nın bu komplimanından kızardı. Bereket versin Eczacı bu sırada yeni hekime dönmüş Yonvil’in başlıca sakinlerini birer birer sayıyordu. Ona menkıbeler anlatıyor, şuna buna dair bilgiler veriyordu; noterin serveti pek bilinmiyordu. Sonra Tuvaş ticarethanesi de çok sıkıntıda idi.
Madam Bovary tekrar söze başladı. Leon’a bakarak:
“Peki, siz…” dedi. “Hangi musikiyi daha çok seversiniz?”
“Oh! Şüphesiz Alman musikisini, insanı hayallere sürükleyen musikiyi…”
“İtalyanları bilir misiniz?”
“Hayır, onları pek bilmiyorum; fakat önümüzdeki yıl hukuk tahsili için Paris’e gittiğim vakit elbet göreceğim.”
Eczacı kendi mevzusuna devam ederek Madam Bovary’ye dönüp:
“Muhterem kocanıza arz etmiş olduğum gibi evini barkını bırakıp kaçan zavallı Yanoda’nın bu deliliği sayesinde siz Yonvil’in en konforlu evlerinden birinde oturmuş olacaksınız. Bu evin bir doktor için en elverişli noktası, sokak içinde bir bahçe kapısı olmasıdır. Hiç kimse görmeden bu kapıdan girilip çıkılabilir. Zaten güzel ve kullanışlı bir ev için ne lazımsa hepsi onda vardır; mesela kilerli bir mutfak, çamaşırlık, yemiş kileri, bir misafir odası, oturma odaları filan gibi… Yanoda pek hesabını aramaz, hovarda bir şeydi. Bahçenin öbür ucunda su kenarında, sırf yazın bira içmek için, bir çardak yaptırmıştı. Eğer Madam bahçe ile uğraşmak isterse tabii…”
Charles sözünü kesti:
“Karım pek bahçe ile meşgul olmaz. Kendisine böyle idmanlı işler yapması salık verilmesine karşın o, bir odaya kapanıp kitap okumakla vakit geçirmeyi daha çok sever.”
Leon atıldı:
“Tıpkı benim gibi… Gece rüzgâr camlara çarparken eline bir kitap alıp ateşin karşısına geçmek ne ömür şeydir!”
“Değil mi ya?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/gustav-flober/madam-bovary-69428011/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Onlarda sınıf sırası bizdekinin tersinedir.

2
Alaca: Birkaç renk iplikten dokunmuş kumaş.

3
Hristiyan ve Musevilerde gelinin damada verdiği para ya da mal. (e.n.)

4
Kadril: Salon danslarından biri; bu dansın müziği.
Madam Bovary Гюстав Флобер

Гюстав Флобер

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kendi zamanının ötesinde kurduğu hayalleri ile içinde bulunduğu yaşamın tam ortasında sıkışmış olan Emma, ihtiraslı bir kadındır. Sakin, huzurlu bir hayat arzu eden eşi Charles, onun için bir hayal kırıklığıdır. Sürekli romantik aşk hikâyeleri okuyan Emma, bunların tesirinde heyecanlı ve duygusal derinliği olan ilişkiler hayal etmektedir. Evlilikten bekledikleri gerçekleşmedikçe zamanla hayatından hoşnutsuzluk duymaya başlar. Bu öyle bir hâle gelir ki, hayatının sevmediği bütün sıradanlıklarını Charles ile özdeşleştirir ve ondan nefret eder. Devrin kadınları için evlendikten sonra özgürlüklerini ifade edecek bir seçenek bulmak zordur ve Emma da bunun için elindeki tek yola; ihanete başvurur. Emma, hem aşktan beklentisini alamamış hem de aşkı için borçlanmış biri olarak çıkmaza girer. Bu borç onu hüzünlü sonuna hazırlar. Charles’ın yanında aldığı arsenik ile çırpına çırpına hayatına son verir. “… Erkek hiç olmazsa hürdür. Sevda peşinde memleketleri gezer, engelleri aşar, en uzak yerlerin tadını alır. Bir kadın ise sonsuz bir yasak hayatı yaşar…”

  • Добавить отзыв