Vadideki Zambak

Vadideki Zambak
Honoré de Balzac
Balzac’ın edebiyat âlemine kazandırdığı İnsanlık Komedyası’nın Töre İncelemesi kısmında Taşra Yaşamından Sahneler başlığı altında yer alan roman orijinal diliyle ilk kez 1836'da yayımlandı. Onun en önemli romanları arasında saydığımız bu eser, dünyada pek çok dile çevrildi. Vadideki Zambak, aile yaşamında zorluklar yaşayan Félix'in hayatında meydana gelen değişimlerine, kendini mutsuz bir evliliğe katlanmak zorunda hisseden Henriette'in yaşamına ve başkarakterlerimiz arasındaki ilişkiye yer veriyor. Roman aynı zamanda 1800’lü yılların Fransası'na, devrim sonrası toplumsal hayata da tanıklık etmemizi sağlıyor. "Âşıkların, aşk bittiğinde birbirlerini bir daha görmeme isteklerinin korkunç bir ihtiyaç olduğunu anladım. Her şey olduğun yerde, bir hiç olmak! Hayatın neşeli ışıklarının parladığı yerde ölümün sessiz soğukluğunu bulmak! Ah, ömür tüketen bu kıyaslar! Kısa süre sonra gençliğimi karartan tüm mutluluğun acı cehaletinden pişmanlık duymaya başladım."

Honoré de Balzac
Vadideki Zambak

Honoré de Balzac, 1799’da Tours’da doğdu. Bebekken sütanneye gönderildi. Daha sonra kız kardeşi de ona katılınca aile evinden dört yıl ayrı kaldı. Anne ve babanın çocuklardan uzak kalması Honoré de Balzac’ı derinden etkiledi, 1836 yılında kaleme alacağı Vadideki Zambak romanına ilham oldu. 1807-1813 arasında Oratariens Koleji’nde (Hatiplik Okulu) yatılı olarak okudu. Bu dönemde okuma alışkanlığı kazandı. Hatiplik Okulunda yaşadıkları, 1832 yılında yazdığı LouisLambert romanındaki karakteri de etkiledi. 1814’te ailesinin Paris’e taşınmasıyla iki buçuk yıl süreyle özel eğitim aldı. 1816 yılında Sorbonne’da eğitim görmeye başladı. Spinoza’nın eserlerini Latinceden Fransızcaya çevirdi. 1820’de Shakespeare’den etkilenerek Cromwell isimli bir trajedi kaleme aldı. Bu eseri yakınlarıyla paylaştığında, Akademisyen François Andrieux, onu başka türlerde yazmaya teşvik etti. Walter Scott’ın eserlerinden etkilenerek çeşitli hikâyeler yazmaya başladı fakat bu taslaklar yaşamı süresince yayımlanmadı. 1821’de para kazanmak için takma ad kullanarak eserler kaleme aldı. 1826 yılına kadar dokuz adet roman yayımladı. Bu romanlar eleştirmenlerden olumsuz yorumlar almış olsa da Balzac’ı yazarlık temposuna alıştırdı ve kalemini güçlendirmesine yardımcı oldu.
Balzac, tarihî roman örneklerinden biri olan, ilk kez Honoré Balzac adıyla yayımladığı Köylü İsyanı (1829) eseriyle, döneminde ses getirmeye başladı. İnsanlıkKomedyası’nda, pek çok tarihçinin unuttuğunu düşündüğü örf ve âdet tarihini kaleme almak istedi. Dönemlerindeki tarihsel ve toplumsal gerçeklikleri sistematik bir gözlem üzerine kurarak romanlarında anlattı; yalnızca bununla kalmayarak eylemlerin arkasındaki gizli nedenleri de incelemek istedi. Modern romanın başlangıcı olarak görünen bu romanlarda Balzac’ın hedefi, Paris’ten taşraya, burjuvadan köylüye, avukattan tefeciye her türlü yeri, sınıfı ve mesleği inceleyerek insana ulaşmaktı. Fransız toplumunu sosyolojik olarak incelemeye önem vererek, dini ön plana çıkarmak yerine aşk ve arkadaşlığı ön plana çıkararak, insanlığın kargaşasını ve ahlaksız taraflarını gösterip güçlü olanın zayıf olanı alt ettiği bir dünya oluşturdu. 1850 yılında hayata gözlerini yumdu.
Başlıca Eserleri: Köylü İsyanı, Vadideki Zambak, Tours Papazı, Eugenie Grandet, Goriot Baba, Tılsımlı Deri, Köy Hekimi, Lois Lambert, Albay Chabert Altın Gözlü Kız, Kibar Fahişeler, Sönmüş Hayaller, Nucingen Bankası, Cesar Birotteau, Ursula Mirouet, Karanlık Bir İş.
Sevgili hekim dostum, telaşa kapılmadan ve titizlikle hazırlanmışedebîbiranıtınikincibölümünüoluşturanveüstündeemeğiminençokgeçtiğieserlerimdenbirinielinizdetutuyorsunuz. Birzamanlarhayatımıkurtaranenginbilginizekarşıduyduğum şükranduygusunuifadeetmekvekadimdostluğumuzuanmak adına kitabımın başına isminizi yazıyorum.

    DE BALZAC
Kontes Natalie de Manerville’e…
İsteğinizeboyuneğiyorum.Onunbizisevdiğindendahaçok sevdiğimiz bu kadının ayrıcalığı, bize sağduyu kurallarını tümüyleunutturmaktadır.Alnınızdaoluşacaktekbirkırışıklığıgörmemek,enufakbirreddedilişilekederlenendudaklarınızdanokunan somurtkan ifadeyi silmek için mesafeleri mucizevi bir şekilde aşar, kanımızı son damlasına kadar akıtır, bizi bekleyen geleceğe sırtımızı döneriz. Bugün ise geçmişimi bilmek istiyorsun, işte yazıyorum.FakatşunuiyianlaNatalie,isteğiniyerinegetirirken dahaöncekimseyeanlatmadığımvebendetiksintiuyandıran anılarıçiğneyipgeçmemgerekti.Pekiyanedenbirzamanlar benimutluluğadoyuranoapansızveuzundüşlerdenkuşkuduyuyorum? Sevilen kadının sessizlik karşısında duyduğu, sende de gördüğümbusevimliöfkeneden?Sebeplerüzerindedurmadan yaradılışımdaki tezatlıklardan keyif alamaz mıydın? Yoksa yüreğininderinliklerindesakladığınsırlarınbağışlanmasıiçinbenim sırlarımıbilmeyemimuhtaçhissediyorsunkendini?Ennihayetinde,bunusezdinNatalievebelkideherşeyibilmendahaiyi olacaktır.Evet,yaşamımbirhayaletinegemenliğinde.Öylebir hayaletkisöylenenenufakbirsözcüklebellibelirsizbirşekildekendinigösteriyor,çoğuzamantepemdekendikendinedört dönüyor.Tıpkısakinhavalardagörülenvefırtınadalgalarının parçalar hâlinde kumsala fırlattığı o deniz ürünleri gibi ruhumun derinliklerindegömülü,nicehatıralarımvar.Düşüncelerindile getirilmesiiçinharcadığımbugerekliçaba,ansızıngünyüzüne çıktıklarındabeniderindenetkileyecekeskiduygularıdaiçinde barındırıyorolmasınarağmenbuitiraftaseniincitecekkısımlar olmasıhâlinde,buisteğineitaatetmemiçinüstümdekurduğun baskıyıhatırla.Sanaitaatettiğimiçinbenicezalandırmayacaksın, değil mi? Sana içimi dökmemin ardından bana olan sevginin artmasını dilerdim. Akşama görüşmek üzere.

    FÉLİX
Bir gün, en acıklı ağıtı, henüz narin olan kökleri toprakta sert çakıldan başka bir şeyle karşılaşmayan, sunduğu taze yaprakları hain ellerle koparılan, açtığı an çiçekleri kırağı ile donan ruhların, sükûnet içinde boyun eğdiği ızdırabı resmederken gözyaşlarıyla beslenen hangi yeteneğe borçlu olacağız? Dudaklarıyla bir memenin acı sütünü emen ve gülümsemesini gaddar bir bakışın ateşinde yitiren bir çocuğun kederini hangi şair anlatacak bize? Duyarlılıklarını güçlendirmek üzere etraflarını saran kişiler tarafından zulmedilen o zavallı yürekleri konu alan eser, işte benim gençliğimin esas hikâyesi olacaktır. Ben, henüz el kadar bir bebekken hangi gururu incitebilirdim? Fiziksel veya ahlaki anlamda nasıl bir utançtım ki annemin mesafeli tavrıydı payıma düşen? Yoksa ben, eşlerin görev bildiği eylemin bir sonucu olarak dünyaya gelen, beklenmeyen, hayatı serzenişten ibaret olan bir çocuk muydum? Taşrada, bir sütannenin elinde, ailem tarafından üç sene boyunca unutulmanın ardından baba evine dönerken insanların bana bakıp benliklerini ele geçiren acıma duygusu tüm etrafı sarardı. Yaşadığım bu ilk başarısızlığı telafi etmeme yardım edecek bir hissin ya da mutlu bir tesadüfün yoksunluğunu hissederdim. İçimdeki çocuk her şeyden bihaberdi, ortaya çıkmayı bekleyen erkek ise hiçbir şey bilmiyordu. Ağabeyim ve iki kız kardeşim, kaderimin bende yarattığı amansız acıyı dindirmek yerine bana ızdırap çektirmekten keyif alıyorlardı. Çocukların işlediği küçük suçların gizlenmesini sağlayan ve onlara onur duygusunun ne olduğunu öğreten o antlaşmanın benim için hiçbir hükmü yoktu. Dahası, ağabeyimin işlediği kabahatler yüzünden sıklıkla cezalandırıldım, bu haksızlık karşısında da tek bir kelime edemedim. Çocukların doğasında bulunan dalkavukluk, kendileri için de korkutucu olan bir anneye yaranmak için yaşadığım acıların üstüne gelmelerini mi öğretiyordu onlara? Bu, onların taklide olan eğiliminin bir sonucu muydu? Güçlerini ya da merhamet duygularını sınama ihtiyacından mı doğuyordu tüm bunlar? Kim bilir, belki de tüm bu nedenler bir araya gelerek kardeşliğin sevecenliğinden mahrum bırakmıştı beni. Şefkatten tümüyle yoksun kalan ben, hiçbir şeyi sevemiyordum. Oysaki doğa beni sevmek için yaratmıştı! Bir melek, durmaksızın yara alan bu duyarlılığın iç çekişlerini anlayabilir mi? Anlamlandırılamayan duygular, bazı ruhlarda kine dönüşse de benim ruhumda, tüm bu duygular yoğunlaştı, bir çukur kazdı derinliklerimde var olmak için. Ve daha sonraları yaşamıma coşku içinde dâhil oldu. Çoğu yaradılışta, titreme alışkanlığı sinirleri gevşetirken korkuyu da doğurur ve korku, her daim boyun eğdirir insana. İnsanı zayıflatan ve nasıl olduğunu ona anlatamayacağım tutsaklığın nedeni budur. Lakin sonsuza dek sürecekmiş hissi veren bu işkenceler karşıma çıktıkça, artan ve ruhumu ahlaki direnişlere hazırlayan bir güç göstermemi sağladı. Yeni bir darbe bekleyen askerler gibi ben de yeni bir ızdırabın kapımı çalmasını beklerken tüm benliğim, çocuksu sevecenliğimin ve davranışlarımın sonsuzlukta kaybolduğu dokunaklı bir boyun eğiş ile kendini özdeşleştirmişti. Ve bir ahmaklık belirtisi olarak öne sürülen tavırlarım, annemin lanetli kehanetlerini doğrular bir nitelik taşıyordu. Bu adaletsizliklerin tartışmasız gerçekliği, kuşkusuz benzer bir yetiştirme tarzının neden olacağı kötü eğilimleri, mantığın bu meyvesi olan gururu, ruhumda vaktinden çok önceleri yeşertmişti. Annem tarafından yok sayılmama rağmen zaman zaman vicdan azabının nedeni oluyordum, eğitimim hakkında konuşuyor, bu konuyla ilgilenme arzusunu dile getiriyordu. Ben ise o esnada, annemle gün içinde iletişim kuracak olmamın üstümde yaratacağı baskıyı düşünürken dehşet içinde titreyen bedenimi telkin etmeye çalışıyordum. Bir başıma bırakılmışlığımı kutsuyordum. Çakıl taşlarıyla oynamak, böcekleri gözlemlemek, gökyüzünün engin mavisini izlemek için bahçede kalabildiğim zamanlarda mutluluktan havalara uçuyordum. Yalnızlığım beni her ne kadar düşler âleminde yolculuğa çıkarsa da düşüncelere dalmaktan aldığım keyif, size birazdan anlatacağım, karşı karşıya kaldığım ilk mutsuzluklarımı tasvir edecek bir serüvene dayanmaktadır. Evde o kadar önemsizdim ki dadım sıklıkla beni yatırmayı unuturdu. Bir akşam, bir incir ağacının altına sessizce büzülerek çocukları saran ve bende vaktinden önce ortaya çıkan melankolinin neden olduğu bir çeşit duygusal zekânın getirisi olan, o meraklı tutkuyla bir yıldıza bakıyordum. Kız kardeşlerim eğleniyor ve bağrışıyorlardı; uzaktan işitilen gürültüleri, tıpkı düşüncelerime eşlik eden bir ezgiyi anımsatıyordu bana. Gece olduğunda gürültü birden kesildi ve annem, ne tesadüftür ki yokluğumu fark etti. Dadımız, korkunç Matmazel Caroline, azar işitmemek için evden nefret ettiğimi, kendisi de bana göz kulak olmasa çoktan buralardan kaçacağımı, aslında ahmak değil de sinsi bir çocuk olduğumu, bugüne kadar bakımını üstlendiği diğer çocuklar arasında benim gibi kötü huylusuna daha önce hiç rastlamadığını peşi sıra söyleyerek annemin yanlış değerlendirmelerini meşrulaştırmıştı. Daha sonra beni arıyormuş gibi seslendi, cevap verdiğimde, altında saklandığımı bildiği incir ağacının yanına geldi.
“Orada ne yapıyorsunuz?” diye sordu.
“Bir yıldıza bakıyordum.”
“Yıldıza baktığınız yok.” dedi o esnada bizi balkondan dinleyen annem. “Sizin yaşınızda bir çocuk ne anlar astronomiden?”
“Ah! Madam!” diye bağırdı birden Matmazel Caroline, su deposunun musluğunu açık bırakmış, tüm bahçe su içinde kalmıştı.
Çok geçmeden evden uğultular gelmeye başladı. Kız kardeşlerim suyun akışını görmek için musluğu açıp eğlenirken suyun fışkırmasıyla üstleri başları birden sırılsıklam olunca korkudan ne yapacaklarını bilememiş, musluğu da kapatmadan kaçmışlardı. Böyle bir afacanlığı benim yaptığıma inandıklarından masum olduğumu dile getirdiğimde beni yalancı olmakla suçladılar ve ağır bir şekilde cezalandırıldım. Ama ne korkunç bir cezaydı bu! Yıldızlara beslediğim aşkla alay edildi ve üstüne üstlük annem, akşamları bahçeye çıkmamı yasakladı. Yetişkinlere kıyasla, zorbaca yasaklar çocuklarda daha güçlü bir tutkunun ortaya çıkmasına neden olur; çocukların karşı konulmaz bir çekicilik sunan o yasaklamayı düşünmeden edememek gibi bir üstünlükleri vardır. İşte ben de yıldızım yüzünden sık sık dayak yerdim. İçimdekileri kimseyle paylaşamadığımdan, bir çocuğun ilk düşüncelerini kekelediği, ilk kelimelerini söylemeye çalıştığı zamanlarda ben, yıldızıma acılarımdan bahsediyordum. Hayatın bir sabahında edinilen izler, insanın yüreğinde derin izler oluşturduğundan, on iki yaşımdayken okulda tarifi imkânsız bir hazla onu izlemeye devam ediyordum.
Benden beş yaş büyük olan Charles, şu an ne kadar yakışıklı bir erkekse çocukluğunda da bir o kadar güzeldi. Babamın göz bebeği, annemin aşkı, ailemizin umudu, yani evimizin kralıydı. Sağlıklı ve gürbüz bir çocuk olmasına rağmen bir eğitmeni vardı. Sıska ve cılız ben ise beş yaşında şehirdeki bir yatılı okula yazdırılmıştım, babamın oda hizmetine bakan özel uşağı beni sabah götürüp akşam getiriyordu. İçinde pek az şey bulunan bir sepetle gidiyordum. Oysa arkadaşlarımın yiyeceklerle dolup taşan sepetleri vardı. Benim yoksulluğum ve onların zenginliği arasındaki uçurum, acılarımı daha da katlanılamaz bir hâle bürüyordu. Tours’dan getirilen ünlü domuz ezmesi ve domuz kıyması gün ortasında, yani sabah kahvaltısı ve evde yediğimiz akşam yemeği arasında, tükettiğimiz en önemli yiyeceklerimizdendi. Bazı boğazına düşkünler için sıklıkla sofralarında bulunan bu yiyecekler, Tours’da bulunan aristokrat sofralarında pek rağbet görmezdi. Okula başlamadan önce rivayetlerini işitmiş olsam da bir başkası tarafından, bir dilim ekmeğin üzerine benim için sürülen o kahverengi reçelin mutluluğunu hiç tatmamıştım. Okulda göz önünde olmasa bile benim o reçele olan ilgim hiçbir zaman azalmayacaktı çünkü bu, benim için tıpkı Paris’in en seçkin düşeslerinden birinin, kapıcıların hazırladığı yahniyi canının çekmesi ve soyluluğuna rağmen isteğinin yerine getirilmesi için duyduğu arzuya benzeyen sabit bir fikre dönüşmüştü. Siz bakışlarda saklanan aşkı nasıl kavrayabiliyorsanız çocuklar da açgözlülüğü hemen anlarlar. Bu nedenle onlar için harika bir alay konusu olmuştum. Hemen hepsi küçük burjuva çocukları olan arkadaşlarım, yiyeceklerle dolup taşan sepetlerini bana göstererek, onların nasıl hazırlandığını, yiyeceklerin nereden alındıklarını bilip bilmediğimi ya da benim sepetimde neden kavurma olmadığını sorarlardı. Kendi yağında sotelenen ve pişmiş mantarlara benzeyen bu domuz artıklarının tadını anlatırken kendilerinden geçiyorlardı; sepetimi karıştırıp Olivet peynirinden ya da kuru yemişten başka bir şey bulamadıklarında, “Senin yiyecek hiçbir şeyin yokmuş, öyle mi?” diye sorarak ağabeyim ile aramdaki farkı gözümün içine sokarlardı. Terk edilmişliğim ve diğerlerinin mutluluğu arasındaki bu tezatlık, çocukluğumun güllerini koparırken henüz yeşeren gençliğimi de karanlığa gömüyordu. Cömertçe bir hisse kanarak, ikiyüzlü bir şekilde bana sunulan ve canımın çok çektiği o kavurmayı yiyebilmek için uzattığım elim ilk seferde havada kalmış, neler olup bittiğini önceden bilen çocukların kahkahaları arasında benimle alay eden çocuk, ekmek dilimini geri çekmişti. En seçkin ruhlar bile yeri geliyor beyhude çabalarla boğuşuyorsa aşağılanan ve alaya alındığını fark edip ağlayan bir çocuk nasıl olur da bağışlanmaz? Böylesi bir oyunda kaç çocuk açgözlü, dilenci, korkak olur! Benimle uğraşmalarını engellemek için onlarla kavga ettim. Umutsuzluğun yarattığı cesaret, korkulan biri hâline getirmişti beni ama çevremdeki herkesin kin güttüğü kişi olduğumdan hainlik karşısında elim kolum bağlı kaldı. Bir akşam okuldan çıkarken sırtıma çakıl taşlarıyla doldurulmuş bir mendil fırlatıldı. İntikamımı fazlasıyla alan oda hizmetçisi, başıma gelenleri anlattıktan sonra annem bağırdı: “Bu lanet olası çocuk beladan başka bir şey değil!” Ailemde uyandırdığım tiksintiyi gözler önüne seren bu aşağılanmalar karşısında, tüyleri diken diken edecek bir güvensizlik duygusu içinde buldum kendimi. Evde olduğu gibi okulda da içime kapanmıştım. İkinci bir kar fırtınası, ruhumda gün yüzüne çıkacak tohumların çiçeklenmesini geciktiriyordu. Haylaz çocukların daha çok sevildiğine dikkat kesilmiştim, gururum ise bu gözlem karşısında beni bir başıma bırakmıştı. Zavallı yüreğimin ev sahipliği yaptığı o coşkulu duyguları ifade etmenin olanaksızlığı işte böyle sürüp gitti. Daima kasvetli, insanlarda nefret uyandıran, yalnız biri olduğumu fark eden öğretmenim de her ne kadar asılsız da olsa ailemin benim hakkımda düşündüğü kötü mizacımın gerçekten var olduğuna inandı. Okuma ve yazma öğrenir öğrenmez annem beni Pont-leVoy’da, temel kavramları öğrenmekte zorluk yaşayan zekâsı yeterince gelişememiş yaşıtım çocukların Pas Latins[1 - Latince bilmeyenler. (ç.n.)] isimli bir sınıfta eğitim aldığı, Oratoire Tarikatı’nın bir okuluna gönderdi. Orada kimseyi görmeden sekiz sene geçirdim ve herkes tarafından yok sayılan hayatımı sürdürdüm. Neden ve nasıl mı? Ufak tefek ihtiyaçlarımı karşılamak için her ay yalnızca üç frankım oluyordu. Bu para almamız gereken kalemlere, çakılara, cetvellere, mürekkebe ve kâğıda ucu ucuna yetiyordu. Ne cambaz ayaklığı ne ip ne de okulda oynanan diğer oyunlar için gerekli olan şeyleri alabiliyordum, bu yüzden de dışlandım. Beni kabul etmeleri için zengin çocuklara ya da kendi bölümümdeki nüfuzlu çocuklara dalkavukluk yapmam gerekiyordu. Çocukların arkasına kolayca saklanabileceği bu korkaklıkların en basiti bile yüreğimin sıkışmasına neden oluyordu. Vaktimi, bir ağacın altında hazin hayallerde kaybolarak geçiriyor; kütüphanenin her ay dağıttığı kitapları okuyordum. Bu yabani yalnızlığımın en ücra köşelerinde saklanan ne acılar vardı, terk edilişim ne kaygılara gebe kalmıştı! Nahif ruhumun, Latinceden Fransızcaya ve Fransızcadan Latinceye çeviri yarışmasında en önemli sayılan iki ödülün bana layık görüldüğü günde yaşadığı o duygu selini düşünün! Arkadaşlarımın aileleriyle dolup taşan salonda alkışlar ve orkestra eşliğinde ödülümü almak üzere sahneye yürürken beni tebrik etmek için bekleyen ne babam ne de annem vardı. Öngörülen protokol üzerine ödülü veren kişiyi öpmek ve oradan ayrılmak yerine, ona sarılıp gözyaşlarına boğulmuştum. Akşam, ödüllerimi sobada yaktım. Ödüllerin dağıtılmasından önce yapılan hazırlıkların sürdüğü o bir hafta boyunca aileler şehirde kalıyor, bu nedenle arkadaşlarım güneş doğar doğmaz etekleri zil çalarak onların yanına gidiyordu; ben ise ailem birkaç kilometre uzaklıkta yaşamasına rağmen aileleri başka şehirlerde, yurt dışında ya da denizaşırı memleketlerde olan çocuklarla birlikte bahçede oyalanıyordum. Akşam dua zamanı geldiğinde, günlerini aileleri yanında geçirmiş o acımasızlar, yedikleri güzel yemeklerden bahsediyorlardı. Dâhil olduğum sosyal çevreler genişledikçe katbekat artan mutsuzluğuma şahit olacaksınız. Beni bir başıma yaşamaya mahkûm eden o kararı ortadan kaldırmak için ne çabalar harcadım, bir bilseniz! Ruhumu coşkusuyla çok uzun bir süre diri tutan umutlarımın nasıl da bir gün içinde yerle bir olduğunu bir bilseniz! Annem ve babama, okula gelmeleri için belki de yaşadıklarımı az da olsa mübalağa ederek kaleme aldığım mektupları gönderiyordum fakat bu yalnızca annemin yazı üslubumu iğneleyerek ve beni eleştirerek sitem etmesine neden oluyordu. Yılmadan buraya gelmeleri için önüme sundukları her şartı yerine getirmek için sözler veriyor, ne yapacağını bilemeyen bir çocuğun hassasiyetiyle, kız kardeşlerime bayramlarda ve doğum günlerinde mektuplar yollayarak bana yardım etmelerini istiyordum fakat nafileydi. Ödüllerin dağıtılmasına az bir zaman kala yakarışlarımı daha da şiddetlendiriyor, elde edeceğime inandığım başarılardan bahsediyordum. Ailemin sessizliğine aldanıp yüreğim ağzımda onları bekliyor; arkadaşlarıma, geleceklerini söylüyordum. Ailelerin gelmeye başlamasıyla birlikte ihtiyar kapıcının çocukların ismini söylediği an yankılanan sesi koridoru doldurdukça benim de içimi muazzam bir heyecan kaplıyordu. Ne var ki ihtiyar adam, benim ismimi hiç söylemedi. Doğduğum güne lanet okuduğum o gün, kilisede günah çıkaran papaz bana, İsa’nın Beatiquilugent![2 - Ne mutlu acı çekenlere! (ç.n)] sözüyle vadettiği hurma ağacıyla bezeli gökyüzünü gösterdi. Ve böylece ben, ilk şarap ekmek ayinimde, genç zihinleri füsunla yıkayan hayal âlemleri esnasında kendini gösteren ilahi düşüncelerin engin esrarının ortasında bulmuştum kendimi. Yerimde duramadan coşkulu bir inanç ile Tanrı’ya Martyrologe’taki[3 - İlk azizler defteri. (ç.n.)] o sihirli mucizeleri benim adıma tekrarlaması için yalvarıyordum. Beş yaşında bir yıldıza âşık, savruluyordum; on iki yaşımda ise bir tapınağın kapılarını çalıyordum. Bu tutkum, hayal gücümü yeşerten, şefkat duygumu güçlendiren ve düşünme yeteneğimi başka bir kademeye taşıyan kelimelere dökülemeyecek düşlerin canlanmasını sağladı. Çoğu zaman bu kutsal görüntülerin, ruhumu ilahi kadere hazırlamakla görevlendirilmiş meleklerden geldiğini düşünüyordum; gözlerime nesnelerin iç âlemini görme yetisi bahşetti o görüntüler; işittikleriyle aslında var olanı, elde ettikleriyle arzulanan o yüce şeyleri kıyaslamanın gücüne erişen şairi bahtsız kılan büyülü hâllere hazırladı yüreğimi; anlatmam gerekenleri kaleme alan bir kitap yazdılar kafamın içinde ve dudaklarım bir tuluatçının hissettiği ateşle tutuştu.
Oratoiren eğitim sisteminin kapsamı hakkında kuşkuları olan babam beni Pont-le-Voy’dan alarak Paris, Marais’de bulunan bir okula yazdırdı. On beş yaşındaydım. Pont-le-Voy’da yapılan bilgi ölçme ve değerlendirme testi sonucunda, söz sanatları öğretmeni benim üçüncü sınıfı okumam gerektiğine karar vermişti. Lepître Yatılı Okulunda kaldığım süre boyunca evimde, okulda ve kolejde çektiğim acılar yeni bir şekil almıştı. Babam bana hiç para göndermiyordu. Annem ve babam; beslendiğimden, giyindiğimden, Latince ve Yunancayla karnımı doyurduğumu bildiklerinden geriye sorun teşkil edecek hiçbir şey kalmıyordu. Kolej yıllarım boyunca bine yakın arkadaşım oldu ve hiçbiri ailesinden böyle bir ilgisizliğe maruz kalmamıştı. Kralın sadık hizmetkârlarının Kraliçe Marie-Antoinette’i Temple Hastanesinden kaçırmaya çalıştıkları esnada Bourbonlara yürekten bağlı olan Mösyö Lepître ve babam tanışmış, zaman içinde yakın bir ilişki kurmuşlardı. M. Lepître, babamın unuttuğunu telafi etme zorunluluğu hissetmeye başlamıştı ama onun da aylık olarak bana ayırdığı para cüzi bir miktardı çünkü ailemin bu konudaki düşünce yapısından bihaberdi. Yatılı okulum önceden Joyeuse Konağı’ydı ve tüm eski derebeyi konaklarında olduğu gibi kapıcı için ayrılan özel bir kulübe vardı. Öğretmenin bizi Charlemagne Lisesine götürmeden bir önceki teneffüste, durumu iyi olan arkadaşlar öğle yemeği için kapıcımız Doisy’nin yanına giderlerdi. M. Lapître, öğrencilerin arasını iyi tutarak kârlı çıktığı dalavereci kapıcının çevirdiği işlerden ya habersizdi ya da göz yumuyordu; okuldan gizlice kaçmalarımız, geç gelişlerimiz, okunması yasak kitapları kiralayanlar ile bizim aramızda aracılık yapması… Gizli suçlarımızın sırdaşıydı Doisy. Napolyon döneminde sömürgelerden ithal edilen ürünler dudak uçuklatan fiyatlarda olduğu için, yemeğin yanında yudumladığımız sütlü kahve, damağımızda aristokratik bir şölen yaratıyordu. Aile evinde şeker ve kahve tüketimi lüks sayılsa da bizler için taklidi, açgözlülüğü, moda illetini ve sanki bunlar yetmiyormuş gibi bir de tutkumuzu ortaya çıkaran kibirli bir üstünlüğü ifade ediyordu. Doisy her birimize kredi açıyordu; sanki hepimizin onurumuzu koruyacak ya da borçlarımızı ödeyecek ablalarımız, teyzelerimiz var gibi davranırdı bize. Kantinin çekiciliğine çok uzun bir süre direndim. Beni yargılayanlar, baştan çıkarıcı bu güç karşısında nasıl kendimi kaybetmediğimi, ruhumun nasıl kahramanca savaştığını, bu uzun süren mücadele sırasında içimdeki hiddeti nasıl bastırdığımı bilselerdi beni ağlatmak yerine akan gözyaşlarımı silerlerdi. Fakat yalnızca küçük bir çocuk olarak, bir başkasının beni hor görmesini küçümseyebilecek ruh yüceliğini gösterebilir miydim? Daha sonra belki de güçleri içimdeki isteklerle artan, birçok toplumsal günahın benliğime işlenmesine tanıklık ettim. Lisedeki ikinci senemin bitişine doğru annem ve babam Paris’e geldi. Gelecekleri günü, Paris’te oturmasına rağmen beni bir kere bile ziyaret etmemiş ağabeyimden öğrendim. Kız kardeşlerim de onlara eşlik ediyordu, hep birlikte Paris’i gezecektik. Gezimizin ilk gününde Palais-Royal’de yemeğimizi yiyecek ardından Théâtre-Français’de oyun izlemeye gidecektik. Bu beklenmedik eğlenceli programın bende yarattığı sarhoşluğa rağmen sevincimin, benliğime işleyen mutsuzluğun ortalığı yakıp geçtiği bir fırtınada kolu kanadı kırılmıştı. Bizzat ebeveynlerimden parasını istemekle tehdit eden Doisy’ye olan yüz franklık borcumu aileme söylemem gerekiyordu. Doisy’nin elçiliğini, pişmanlığımı dillendirmesini, bağışlanmamın aracılığını sağlaması için araya ağabeyimi sokmayı akıl ettim. Babam, olanları her ne kadar hoşgörü denilebilecek bir tavırla karşılasa da annem, ateş saçan o koyu mavi gözlerini bana dikerek korkunç ithamlarda bulundu. On yedi yaşımda böylesi işlere girişiyorsam Allah bilir daha sonra neler yapacaktım! Beni kim doğurmuştu? Tüm aileyi mahvetmek için mi dünyaya gelmiştim? Bir tek ben mi vardım sanki evde? Utanca neden olduğum bu ailenin yüzünü yerden kaldırmak için ağabeyim Charles’ın seçtiği meslek, hak edilmiş bağımsız bir masrafı beraberinde getirmiyor muydu? Kız kardeşlerim çeyizleri olmadan mı evlenecekti? Onlar için harcanan paradan hiç mi haberim yoktu? Şekerin, kahvenin eğitimime ne gibi bir katkısı olacaktı? Böyle davranmak içimdeki kötünün beni yönlendirdiğini göstermiyor muydu? Marat benim yanımda melek gibi kalırdı. Ruhumda sayısız korku imparatorluğu inşa eden bu hakaret silsilesinin ardından ağabeyim beni yurda götürdü. Hâl böyle olunca Freres Provençaux’daki akşam yemeğinden ve Talma’nın Britannicus’teki oyununu izlemekten alıkonulmuştum. On iki yıllık bir aranın ardından annemle görüşmemiz işte böyle noktalandı.
Lisede eğitimimi tamamladıktan sonra babam beni M. Lepître’in vesayetine bıraktı. İleri düzey matematik ihtisası almam, bir sene hukuk okumam ve yükseköğrenime başlamam gerekiyordu. Artık tek başıma yaşayabileceğim bir yer, sınıfların o tanıdık havasından kurtulabileceğimi düşününce alıştığım o sefalet de bitecek diye hayal ettim. Fakat on dokuz yaşında olmama rağmen, belki de on dokuz yaşında olduğum için tüm bu sefaletin mimarı babam, vaktiyle beni ilkokula sepeti boş gönderen, ortaokulda harçlık vermeyen, lisede beni eğlencelerden mahrum bırakan ve kapıcımız Doisy’den borç almaya iten alışılmış düzenini korumaya devam etti. Elime çok az bir para geçiyordu. Bu şekilde Paris’te ne yapabilirdim? Özgürlüğüm zincirlere vurulmuştu göz göre göre. M. Lepître, Hukuk Fakültesine kadar bana eşlik etmesi için bir öğretmen yolluyor, profesöre emanet ediyor ve derslerim bitince de beni aldırıyordu. Genç bir kızı korumak için alınan tedbirlerin yanında annemin duyduğu kaygılardan ötürü bu denli üstüme düşülmesi hafif kalırdı. Paris, ailemi korkutuyordu haklı olarak. Erkek öğrenciler, kız öğrencilerin de kendi yurt odalarında yaptığı gibi tıpkı aynı şeyleri düşünüyorlardı, ne yaparsanız yapın kadınlar aşklarından, erkekler ise kadınlardan söz edecektir. Fakat o zamanlar Paris’te arkadaş topluluklarının sohbetleri, Palais-Royal’in doğu ve sultanlara özgü dünyasını konu alıyordu. Bu saray, akşamları paranın çılgınlarcasına harcandığı bir aşk El Dorado’suydu.[4 - Altınla kaplı veya altından yapılmış anlamına gelen İspanyolca bir ifade (ç.n.)] En bakir kuşkular orada anlamını yitiriyor, ateşli ihtiraslar orada yatışıyordu. Palais-Royal ve ben, birbirine hiçbir zaman kavuşamayan iki yol gibi uzayıp gidiyorduk. İşte, kader yine gösterdiğim tüm çabalara nasıl da çelmesini taktı! Babam daha sonraları beni Saint Louis Adası’nda oturan teyzeme emanet etmişti, perşembe ve pazar günleri gezmeye çıkan Mösyö Lepître ve eşi beni oraya bırakırdı, öğle yemeğimi teyzemde yerdim. Akşam gezinti dönüşü yine beni almaya gelirlerdi. Ne tuhaf hareketlerdi tüm bu yapılanlar! Uzun boylu ve soylu bir kadın olan Listomère Markizi bir an bile olsa bana harçlık vermeyi aklından geçirmiyordu. Bir katedral kadar yaşlı, minyatür bir bebek gibi boyalı, ihtişamlı elbiseler içinde dikkatleri üstünde toplayan Markiz sanki XV. Louis hayattaymış gibi yaşıyor, ihtiyar hanımefendilerden ve soylu beyefendilerden oluşan fosil grubu dışında kimseyle görüşmüyordu. Kimse benimle konuşmuyor, ben de sohbeti başlatmak için gerekli olan gücü bir türlü toplayamıyordum. Düşmanca ya da samimiyetsiz bakışlar yüzünden gençliğimden utanır hâle gelmiştim ve belli ki gençliğim herkesi rahatsız ediyordu. Etrafımdaki kayıtsızlığa güvenerek bir kaçış planı yaptım, akşam yemeğinin hemen ardından Galeries de Bois’ya koşmanın hayalini kuruyordum. Teyzem whist[5 - Bir iskambil kâğıdı oyunu.] oynamaya daldığı anda benim varlığımı zaten hemen unuturdu. Oda hizmetçisi Jean, Mösyö Lepître’e pek aldırış etmezdi. Ama ne var ki şu lanet olası yemek, gücünü kaybetmiş çene kemikleri ve takma dişlerdeki pürüzleri yüzünden bitmek bilmiyordu. En sonunda akşam sekiz ile dokuz arasında merdivene ulaşmayı başardım, kalbim tıpkı kaçmayı başardığı gün Bianca Capello’nun kalbi nasıl atıyorsa öyle küt küt atıyordu ama kapıcı kordonu çekip kapıyı araladığında Mösyö Lepître’in sokaktaki arabasını görmüştüm ve ihtiyar adam kısık sesiyle beni geri çağırdı. İşte böylesi tesadüfler, tam tamına üç kere Palais-Royal cehennemi ile gençliğimin cenneti arasına girdi. Yirmi yaşıma geldiğimde hayat karşısındaki bu cahilliğimden utandığım gün, her türlü tehlikeyi göze almaya karar verdim; XVIII. Louis gibi kalın ve çarpık bacakları olan Mösyö Lepître arabaya güçlükle binerken kaçmaya yeltendim. Ama tam da o an ne oldu dersiniz? Annem posta arabası içinde bize doğru yaklaşıyordu. Bakışlarını gördüğüm an olduğum yere çakılıverdim, yılanın karşısındaki bir kuş gibi kalakaldım. Söyleyin bana, nasıl bir tesadüftü bu? Aslında çok tabii bir nedenden ötürü gelmişti annem, Napolyon son kozlarını oynarken Bourbonların yeniden gücü ele alacaklarını sezen babamın tavsiyeleri üzerine o sırada imparatorluk diplomasisinde görev alan ağabeyime durumu izah etmeye gelmişti. Babam ve annem Tours’dan yola çıktılar ve annem beni Tours’a geri götürmeyi düşünüyordu. Düşman faaliyetlerini titizlikle takip edenlerin dediklerine göre, başkent Paris yakın zamanda birtakım tehlikelere ev sahipliği yapabilirdi. Paris’te kalmanın benim için tehlikeli olacağı fark edildikten birkaç dakika sonra oradan alınıp götürüldüm. İstediklerine bir türlü ulaşamadıkları için bastırılan bir hayal gücünün çektiği ızdırapları, ömrümün her döneminde yoksunluklarla hüzünlenen bir hayatın acıları; alın yazılarından yorgun düşüp manastırlara çekilen eski dönem insanları gibi, durmadan, dinlenmeden, yılmadan okumaya itti beni. Ömrümün baharı olabilecek, akranlarımın büyülü güzelliklere yöneldiği bu dönemde, ölümcül bir tutkuya dönüşmüştü okumak benim için.
Sizin sayısız ağıtta bulunabileceğiniz bu gençlik anılarından gelişigüzel bir şekilde kısaca bahsetmek; gençliğimin, geleceğimi nasıl etkilediğini göstermek açısından çok önemliydi. Sıhhatimi etkileyen pek çok faktör olmuştu bu nedenle yirmili yaşlarımı geride bırakırken de ufak tefek, zayıf ve solgun görünüyordum. Arzularımla bir bütün hâline gelen ruhum, cılız görünen bir bedenin içinde hapsolmuştu ama Tours’da göründüğüm bir hekimin de dediği gibi bu beden, demirden bir mizacın hamuruyla dövülüyordu. Bedenen bir çocuktan, düşüncelerim yönünden ise bir ihtiyardan farkım yoktu; o kadar çok okumuş, o kadar çok düşünmüştüm ki yaşamın dar geçitlerinin ızdıraplı zorluklarını ve ovalarının kumlu yollarını metafizik açıdan hemen kavrayabiliyordum. Beklenmedik tesadüfler, ruhumun ilk kez ne yapacağını bilemediği, ihtirası tanıdığı, her şeyi ilgi çekici ve keşfedilmeye hazır bulduğu o döneme sürüklemişti. Çalışmalarım sebebiyle uzayan ergenliğin ve yeşil dallarını salmakta gecikmiş bir erkekliğin arasında sıkışmıştım. Hiçbir erkek, hissetmeye ve sevmeye benim kadar hazırlanmamıştır. Hikâyemi daha iyi anlamak için, ağızdan henüz tek bir yalanın çıkmadığı, ihtirasla çatışan çekingenliklerin ağırlaştırdığı göz kapaklarının örtüsüne rağmen bakışların tüm gerçekliği ve dürüstlüğüyle kendini var ettiği, zihnin dünyadaki cizvitliğe boyun eğmediği, ürkek yüreğin ilk hareketlerindeki cömertlikleri kadar hiddetli olduğu o güzel çağı düşünün. Size annemle Paris’ten Tours’a yaptığımız yolculuktan bahsetmeyeceğim. Mesafeli tavırları, hassas duygularımı mahvetmişti. Durduğumuz her mola yerinden yola çıkarken konuşmaya niyetleniyordum ama tek bir bakış, ağzından çıkan tek bir sözcük ile sohbeti başlatmak için titizlikle seçtiğim cümlelerimi dehşete düşürüyordu. Orléans’da tam da yatmak üzereyken annem hiç konuşmadığım için beni azarladı. Ayaklarına kapandım, ılık gözyaşlarım yanaklarımı okşarken dizlerine sarıldım, muazzam hislerle dolup taşan yüreğimi açtım ona; seçtiğim kelimelerle bir üvey anneyi bile sarsabilecek sevgiye susamış bir konuşma sanatıyla onu duygulandırmaya çalıştım. Lakin annem rol yaptığımı söyledi. Terk etmesinden yakındığımda, vefasız bir çocuk olmakla suçladı beni. Duyduklarım karşısında yüreğim öyle bir acı hissetti ki Blois’da köprüye çıkıp kendimi Loire Nehri’ne bırakmak için koşmaya başladım. Ne var ki korkuluklar çok yüksekti, atlayamadım.
Beni hiç tanımayan kız kardeşlerim gelişimi sevinçten ziyade şaşkınlıkla karşıladılar fakat daha sonraları başkalarıyla karşılaştırdığımda anladım ki içlerinde bana karşı sevgi besliyorlardı. Üçüncü katta bir odaya yerleştim. Feci hâldeki okul pijamam ve Paris’te giydiğim kıyafetler dışında annemin, yirmi yaşındaki bir genç olan bana yeni bir şey almamasının ne kadar acınası bir durum olduğunu anlarsınız. Yere düşürdüğü mendilini vermek için salonun bir ucundan diğer ucuna koşarcasına gittiğimde, bana uşağına söyleyeceği üslupta soğuk bir teşekkürü yakıştırıyordu. Kalbinde sevginin yetişebileceği hassas noktalar olup olmadığını anlayabilmek için gözlemlemek zorunda kaldığımda, tüm Listomèreler gibi onun da soğuk, katı, dalavereci, bencil, küstah davranışlarını çeyiziyle birlikte getiren bir kadın olduğunu gördüm. Ona göre, yaşam sadece yerine getirilmesi gereken ödevlerden oluşuyordu, bugüne dek tanıdığım tüm mesafeli kadınlar gibi o da ödevlerini dinî bir vecibe hâline getiriyordu. Evlatlarının ona duyduğu hayranlığı tıpkı ayinde buhurdanlıkla övünen bir rahip gibi benimsiyor, kabulleniyordu; yüreğinde ufacık kalan sevgiyi de sanki ağabeyim sömürmüştü. Taş kalpli insanların her zaman yaptığı gibi, bizi daima iğneleyici alaylarının konusu hâline getiriyor, bizler ise dut yemiş bülbüle dönüyorduk. İçgüdüsel duyguların öylesine güçlü kökleri vardır ki kendisinden bir türlü umudu kesmediğimiz bir annenin neden olduğu dehşet duygusu öyle yer edinmiştir ki aramızdaki bu dikenli tellere rağmen, sevgimiz, yani o yüce yanılgımız, büyüyüp annemizi yargılayacağımız gün gelene dek benliğini korudu. O gün gelince de çocukların geçmişte tıka basa doyduğu hayal kırıklarıyla beslenen ve beraberinde gelen çamurumsu tortularla kabaran ilgisizlikleri mezara dek sürer. Bu müthiş despotluk, Tours’da delicesine doyurmak istediğim arzuları söküp atmıştı içimden. Umutsuzca kendimi babamın kitaplığına kapattım, henüz adını bile duymadığım kitapları okumaya başladım. Uzun ve yoğun çalışma saatlerim annemle iletişimimi azaltırken ruhsal durumumu da yabanileştiriyordu. Kuzenimiz Listomère markisiyle evlenen kız kardeşim, zaman zaman beni yatıştırmaya çalışsa da benliğimi kontrol altına alan öfkenin önüne geçemiyordu. Ölmek istiyordum.
O sıralar, hakkında pek bir şey bilmediğim olaylar, hazırlık aşamasından geçiyordu. Bordeaux’dan yola çıkan Angoulême Dükü, Paris’te XVIII. Louis’yle buluşmak üzere geçtiği her şehirde, Bourbonların geri dönüşüyle Fransa’yı saran heyecan ve coşkunun bir gösterisi olarak şiddetli tezahüratlarla karşılanıyordu. Tahtın meşru vârisleri adına içleri kıpır kıpır olan Touraineliler şehri bayraklarla donatmış, en güzel kıyafetlerini giymişti. İnsanı sarhoş eden o tarifsiz hissin etkisi altında kalarak ben de Prens’in şerefine verilen baloya katılmak istedim. O zamanlarda bu kutlamaya katılamayacak kadar hasta olan anneme bu isteğimden söz etme cesareti gösterdiğimde okkalı bir azarını işittim. Kongo’dan mı geliyordum da böyle bir istekte bulunacak kadar görgüsüzdüm? Böyle bir baloda ailemizin temsil edilmeyeceğini nasıl düşünebilirdim? Babamın ve ağabeyimin yokluğunda, baloya katılması gereken ben değil miydim? Benim de bir annem yok muydu? Çocuklarının mutluluğunu hiç mi düşünmüyordu? O güne dek hor görülen ben, neredeyse hatırı sayılır biri oluvermiştim. Annemin bu isteğimi kabul ederken öne sürdüğü iğneleyici gerekçeler kadar bana gösterdiği önem de şaşkına döndürmüştü. Oynadığı küçük oyunlardan keyif alan annemin baloda giyeceğim kıyafetimle de mecburen ilgilendiğini öğrendim, kız kardeşlerimle konuştuktan sonra. Annemin aşırı istekleri karşısında şaşkına dönen Tourslu terzilerin hiçbiri benim için kıyafet dikmeyi göze alamamıştı. Taşrada âdet olduğu üzere, annem de elinden her türlü dikiş işi gelen bir gündelikçi çağırdı. Aslında hiç de kötü durmayan açık mavi bir ceket dikildi gizlice. Hemen yeni ipek çoraplar ve ayakkabılar ısmarlandı; erkek yeleklerinin kısa olması gerekiyordu, bu yüzden babamın yeleklerinden birini bana uydurduk, göğsü şişkin gösteren ve kravatın düğümüne dolanan bir gömlek giydim hayatımda ilk kez. Hazır olup aynaya baktığımda kendime o kadar az benziyordum ki kız kardeşlerim Touraine heyetinin önüne çıkabilmem için iltifatlarıyla beni cesaretlendirdiler. Ne zor işti bu! Baloya o kadar çok insan davet edilmişti ki Prens’in huzuruna çıkabilecekler şanslı sayılacaktı. Minyon yapımdan dolayı Papion Köşkü’nün bahçesinde kurulan bir çadıra girdim, Prens’in tüm ihtişamıyla oturduğu koltuğun yanına kadar ulaştım. Bir anda sıcak hava soluğumu kesti, katıldığım ilk balonun ışıltıları, kırmızı çadır kumaşları, yaldızlı süslemeleri, kadınların giydiği ihtişamlı tuvaletler ve taktıkları mücevherler gözlerimi kamaştırdı. Birbirlerinin üstüne doğru yürüyen kadınlı erkekli bir kalabalığın yarattığı toz bulutu içinde sürüklenmiştim. “Yaşasın Angoulême Dükü! Yaşasın Kral! Yaşasın Bourbonlar!” naraları askerî bandonun bakırdan çalgılarının ve Bourbon fanatikliğinin sesini bastırıyordu. Bourbonların doğan güneşe doğru koştuğu kimsenin arkada kalmak istemediği bir coşku selini anımsatan bu şenlik, beni soğutan, küçülten, oraya ait hissettirmeyen esaslı bir bencillik şamatasıydı.
Bu kargaşa içinde saman çöpü misali sürüklenirken çocuksu bir istekle Angoulême Dükü olmak istediğimi fark ettim, hayran kitlesi önünde caka satan prenslerin arasına karışmak istiyordum. Tourslu olduğum için son derece ahmakça kaçan bu arzu, daha sonraları kişiliğimin ve başıma gelen olayların soylu bir niteliğe bürünmesine olanak tanıyacak bir hırsı doğurdu içimde. Birkaç ay sonra Elbe Adası’ndan dönen imparatora doğru koşan kitlenin bir benzerini gördüğüm böylesi bir sevgiyi kim kıskanmazdı? Duygularını ve yaşamlarını tek bir kişinin üzerinde yoğunlaştıran bu kitlelerin üzerine kurulan hâkimiyet, bugün Fransızları, eskidense Galyalıları boğazlayan o cellat rahibeye, şan ve şöhret düşkünlüğüne itti. Sonra ansızın, tutkulu arzularımı körükleyecek ve krallığın kalbine giden yolu açarak bu arzularımı iyice tatmin edecek kadına rastladım. Birini dansa kaldıramayacak kadar utangaçtım, dahası dans ederken elim ayağım birbirine karışacak diye de ödüm kopuyordu. Hâl böyle olunca tüm neşemi kaybedip ne yapacağımı bilemedim. Hoyrat kargaşanın yarattığı rahatsızlıktan muzdarip bir şekilde orada duruyorken, bir subay, ayakkabı derisinin yarattığı baskıdan olduğu kadar sıcaktan da şişmiş olan ayaklarıma bastı. Yaşadığım bu son aksilik şölenden tiksindirdi beni. Lakin dışarı çıkmak imkânsızdı, kimsenin oturmadığı bir bankın en ucuna ilişip dalgın, kımıldamadan ve keyifsiz bir hâlde bekledim. Zayıf görünümüme aldanıp beni, uyumak için annesinin keyfini beklerken sabırsızlanan bir çocukmuşum sanıp yuvasına inen bir kuş misali yanıma konuverdi. Doğu şiirinin ruhumu ateşe vermesi gibi her yerimi saran bir kadın kokusuyla sarsıldı tüm benliğim. Yanımda oturan bu kadına baktığımda bu ana dek şenliğin üstümde yaratamadığı o hayranlıkla kendimden geçiverdim. Önceden yaşadıklarımı iyi anladıysanız o an yüreğime tesir eden duygu selini tahmin edersiniz. Ansızın gözlerim, üzerlerinde gezinmeyi istediğim, sanki ilk kez çıplak kalmış da hafif kızarmış gibi görünen, ışıkta ipek misali parlayan teninde bir ruh saklayan mütevazı, dolgun beyaz omuzların karşısında büyülendi. Ellerimden daha cüretkâr olan bakışlarım, omuzlarını ayıran çizgi boyunca aktı sanki. Yüreğim ağzımda, korsajını görmek için hafifçe doğruldum; bir tülle iffetlice örtülmüşse de gök mavi yuvarları dantel kıvrımları arasında usulca kendini bırakmış gerdan karşısında tamamen aklımı kaybettim. Bu kadının en ufak ayrıntıları bile bende sonsuz bir haz uyandırıyordu; küçük bir kızınki gibi kadifemsi bir boynu okşayan saçların parlaklığı, tarağın saçlarında bıraktığı ve hayal gücümün serin patikalarda dörtnala koştuğu o beyaz çizgiler beni tamamıyla büyülemişti. Etrafımda kimsenin beni görmeyeceğinden emin olduktan sonra, tıpkı annesinin kucağına atılan bir çocuk gibi başımı döndüren bu omuzları defalarca öptüm. Her ne kadar müziğin sesini bastıramasa da bir çığlık kopardı kadın, arkasını döndü, bana bakarak: “Mösyö!” dedi. Ah! “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz yavrucuğum?” deseydi belki de onu oracıkta öldürebilirdim ama o “Mösyö” hitabı karşısında gözlerimden yaşlar boşanmaya başladı. Azizelerinkine benzer bir öfkeyle alev gibi parlayan bakışın, kül rengi saçların asil bir taç gibi üstünde toplandığı başın, aşkın somut bir hâline büründüğü omuzların karşısında donakalmıştım. Kendisinin sebep olduğu bu çılgınlığı fark eden ve pişmanlık dolu gözyaşlarında sonsuz bir hayranlık beslendiğini sezen bir kadının bağışlaması karşısında, saldırıya uğramış bir iffetin yüzüne yaydığı kızarmayı utancı görebiliyordum. Bir kraliçe edasıyla uzaklaştı oradan. Ne komik bir durumda olduğumu işte o zaman anladım; Savoie’nın maymunu gibi giyindiğimi fark ettim, utandım kendimden. Donakalmıştım. Az önce aşırmış olduğum elmanın tadını çıkararak, dudaklarımda henüz içime çektiğim o kanın sıcaklığını muhafaza ederek, hiçbir pişmanlık duymadan göklerden inen bu kadının uzaklaşmasını izledim. Yüreğimin şiddetli hummasının ilk ihtiras darbesiyle vurulmuş bir hâlde, gitgide tenhalaşan şölende dolandım durdum ama bulamadım o meçhul kadını. Artık bambaşka biri olmuştum, evime gittim ve yatağıma yattım.
Yeni bir ruh, rengârenk kanatlı bir ruh kozasından dışarı çıkmıştı artık. Masmavi bozkırdan düşen o çocukluk aşkım, sevgili yıldızım, aydınlığından, ışıltısından ve esintisinden hiçbir şey yitirmeden bir kadının bedeninde hayat bulmuştu. Henüz aşkın ne olduğunu bilmeden sevmiştim. İnsanın içindeki bu en yoğun duygunun ilk defa gün yüzüne çıkması ne de tuhaftı. Her ne kadar önceleri, teyzemin evinde bazı güzel kadınlarla rastlaşsam da hiçbiri, dün yaşadığım duygunun yarısını bile hissettirmemişti bana. Yoksa yıldızların birbirine kavuştuğu, bütün koşulların bir araya geldiği, şehvetin tüm cinselliği sardığı o anda tek bir tutkuyu ortaya çıkarmak için bütün kadınlar arasından yalnızca tek bir kadının olduğu özel bir an mı vardı acaba? Sevdiğim kadının, burada Touraine’de yaşadığını düşünüyor, soluduğum havayı büyük bir keyifle içime çekiyordum, göğün maviliğinde daha önce hiç görmediğim bir rengi buluyordum. Ruhum bulutlar üzerinde dans ediyor olsa da ciddi bir hastalığın pençesindeymişim gibi gözüküyordum. Öyle ki annem, pişmanlıkla karışık bir endişe tufanına kapıldı. Onları bekleyen kötülüğü önceden sezen hayvanlar gibi, bana ait olmayan o öpücüğü düşlemek için bahçenin bir köşesinde çömeldim. Aklıma mıh gibi kazınan bu balodan sonraki günlerde, artık kitap okumayışım, annemin sert bakışlarına ve alaycı söylemlerine karşı kayıtsız kalışım ve kasvetli tavrım benim yaşımdaki gençlerde rastlanan tabii bunalımlardan biri olarak yorumlandı annem tarafından. Daha sonraları hekimlerin hakkında tek bir söz edemediği lakin hastalıkların en önemli devası olan kır yaşamının bana iyi geleceği kanısına varıldı. Annem birkaç günlüğüne Frapesle’e, arkadaşlarından birinin Indre Nehri üzerinde Montbazon ve Azay-le-Rideau arasında bulunan şatosuna gitmeme karar verdi, arkadaşına benimle ilgili gizli talimatlarda da bulunmuştu tabii. Kırlarda yaşamaya başladığım gün aşkın okyanusunda gidilmedik yer bırakmamak için delice kulaçlarla baştan başa keşfediyordum onu. Meçhul kadınımın ismini dahi bilmiyordum, onu nasıl görebilir, nasıl bulabilirdim? En fenası, nasıl başkasına ondan söz edebilirdim? Ürkek yaradılışım, aşkın ilk zamanlarında körpe yürekleri saran açıklanamaz korkuları daha da güçlendiriyor, umutsuz tutkuları sonlandıran bir melankolinin kucağına atıyordu beni. Tarlalar arasında dolaşmaktan, koşmaktan başka bir şey istemiyordum. Hiçbir şeyden kuşku duymayan, çocuklara özgü bir cesaretle Touraine’deki tüm şatolara yürüyerek gitmeyi istiyor, önüme çıkan her asil kulenin karşısına geçip “İşte burada!” demek istiyordum.
Böylece, bir perşembe sabahı, Tours’un Saint-Eloy kapısından çıkıp Saint-Sauveur köprülerinden geçtim, Poncher’e geldiğimde her evin önünde başımı kaldırarak Chinon yolunu tuttum. Hayatımda ilk kez, kimseye sormadan bir ağacın altında durup dinlenebiliyor, keyfime göre hızlı ya da yavaş yürüyordum. Her gencin üstünde ağırlığını hissettiren türlü zorbalıklarla ezilmiş zavallı bir varlık için ehemmiyetsiz konular hakkında da olsa, ilk defa kendi isteklerim doğrultusunda karar verebilmek, ruhumu tasvir edemeyeceğim bir şekilde ferahlatıyordu. Birçok sebep, bugünü efsunlu bir hâle getirmek için bir araya gelmişti sanki. Çocukluğumda yaptığım gezintilerde şehirden hiç uzaklaşmamıştım. Ne Pont-le-Voy’da ne Paris’te yaptığım gezintiler beni böylesi bir heyecana sürüklemişti. Yine de ömrümün ilk anıları olarak zihnime kazınan, aşina olduğum Tours manzarasının üstümde yarattığı o güzel duygulardı. Üstünde yürüdüğüm bu kırlara yazılmış dizelerle henüz yeni bir yakınlık kurmama rağmen tıpkı sanatın öğretilerine vâkıf olmadan ideale ulaşmak için titizlikle çalışırken buluyordum kendimi birdenbire. Frapesle Şatosu’na ulaşmak için yayan ya da atlı herkes, Cher ve Indre havzalarını birbirinden ayıran yaylanın zirvesinde bulunan ve Champy’deki kestirme yoldan giderek varılan Charlemagne’ın değmemiş topraklarından geçmeyi tercih eder. Aşağı yukarı bir fersah boyunca sizi hüzne boğan bu düz ve kumlu topraklar, küçük bir koru ile Frapesle’in bağlı olduğu Saché yoluna çıkar. Ballan’dan oldukça uzakta, Chinon’a varan ve fazla engebeli olmayan inişli çıkışlı bir ova boyunca uzanan bu yol, küçük Artanne bölgesine kadar devam eder. Burada, Montbazon’da başlayıp Loire’da biten bu çifte tepelerdeki şatoların altında hareket ediyormuş gibi görünen bir vadi belirir ve hemen yanında Indre Irmağı’nın yılan gibi kıvrılarak süzüldüğü zümrütten bir kadeh gibi görünür. Bu manzaranın karşısında, el değmemiş toprakların tekdüzeliği ya da yol yorgunluğunun neden olduğu haz dolu bir şaşkınlık yaşadım.
“Eğer ki bu kadın, kadınların en güzide çiçeği, dünya üzerinde bir yerde yaşıyorsa o yer muhakkak burasıdır!” dedim kendi kendime.
Bu düşüncemle birlikte bir ceviz ağacına yaslanırken buldum kendimi, o günden beri ne zaman sevgili vadime gitsem bu ceviz ağacının altında durur dinlenirim. Sırdaşım olan ceviz ağacının altında, buradan gittiğim son günden itibaren akıp giden zaman boyunca hayatımda nelerin değiştiğini değerlendiririm. O, burada yaşıyordu, yüreğim beni yanıltmamıştı. Çorak bir arazinin yamacında gördüğüm ilk şatoda oturuyordu. Ceviz ağacımın altında otururken öğlen güneşiyle parlayan evinin çatısının tuğlalarını ve pencerelerinin camlarını görüyordum, gördüğüm o beyaz nokta da pamuktan yapılmış ince elbisesinden başka bir şey değildi. Henüz hiçbir şey bilmediğiniz hâlde anlamışsınızdır, gökyüzüne doğru serpilerek erdemlerin kokusuyla donatan bu vadininzambağı oydu. Ruhumu dolduran bir nesneden başka kaynağı olmayan bu sonsuz aşkı, güneşin aydınlattığı iki yeşil kıyı arasında akan uzun su şeridinde, hareketli kıvrımlarıyla bu aşk vadisini süsleyen kavak ağaçlarında, nehrin daima farklı şekillere büründüğü tepelerin üstünde, bağların arasında uzanıp giden meşe korularında, tezatlık içinde birbirlerinden kaçışan ve hafifçe gölgelenen ufuklarda hissediyordum. Büyülü ve bakir doğayı bir nişanlı gibi görmek isterseniz ilkbahar günü oraya gidin, yüreğinizi burkan yaraların acısını dindirmek isterseniz güzün son günleri gidin. İlkbaharda, gökyüzüne doğru kanatlarını çırpar aşk orada, güz günlerinde ise artık bu dünyada olmayanları düşünüp kederlenir. Hasta akciğer, şifalı ve temiz havayla dolar, bakışlar yumuşaklıklarını ruha işleyen altın rengi ot yumaklarında dinlenir. O sırada, Indre Irmağı’ndaki çağlayanların üzerindeki değirmenler, vadi üzerinde yankılanan bir ses oluştururdu, kavaklar gülümseyerek sallanır, gökyüzünde tek bir bulut bile olmazdı, kuşlar ötüşür, ağustos böcekleri şarkılarını söyler, her şey bir ezgiye dönüşürdü burada. Lütfen daha fazla neden Touraine’i seviyorsun diye sormayın bana. Orayı, insanın kendi beşiğini ya da çölde karşılaştığı bir vahayı sevmesi gibi değil, sanatçının sanatına beslediği sevgi gibi seviyorum; sizi her ne kadar daha çok seviyor olsam da unutmayınız ki Touraine olmasaydı belki şu an hayatta bile olamayacaktım. Bakışlarım, nedendir bilinmez, o geniş bahçenin ortasındaki yeşil çalılıkların ortasında açan, dokunulduğu gibi solacak bir gündüzsefası gibi parlayan o beyaz noktaya, o kadına takılıyordu. İçimden taşan ruhumla çiçeklerle bezeli bahçeden aşağı indim ve kısa süre sonra kendiliğinden dile gelen şiir dizelerinin etkisiyle eşi benzeri yokmuş gibi görünen bir köy gördüm. Gözünüzün önüne incelikle birbirinden ayrılmış, tepeleri ağaçlarla taçlandırılmış ve üç tepenin arasına konuşlandırılmış üç değirmen getirin, ırmağın üstünü halı gibi kaplayarak onunla birlikte dalgalanan, isteklerine boyun eğen ve değirmen çarklarının kamçıladığı ırmağın o canlı, rengârenk su bitkileri daha başka nasıl anlatılabilir ki? Orada burada, güneşin aydınlattığı, saçaklar yaratıp dağıldığı çakıllı kum yığınları yükseliyordu suyun yüzeyinde. En güzel nergisler, nilüferler, su zambakları ve sazlar kıyı şeridini güzellikleriyle süslüyordu. Çiçeklerle bezeli ayakları, gür otlarla ya da kadifemsi yosunlarla kaplanmış, ırmağa doğru sarksa da düşmemekte inat eden korkuluklarıyla, çürük kirişler üzerinde sallanan bir köprü, çok eski kayıklar, balıkçı ağları, çobanın bilindik türküsü, adalar arasında süzülen ya da Loire’ın getirdiği çakıllı kumlar üstündeki ördekler, kafalarındaki bereleriyle katırlarını yüklemekle meşgul değirmenci çıraklar; bütün bu ayrıntılar, manzaraya şaşırtıcı bir nahiflik katıyordu. Köprünün diğer yanında iki ya da üç çiftliği, bir güvercinliği, kumruları, bahçeleri, hanımeli, yasemin, filbahri çitleriyle birbirinden ayrılmış otuza yakın eski kulübeyi, ardından her kapı önündeki üstünde taze çiçek bitmiş gübre yığınları, yollarda dolaşan tavukları, horozları hayal edin. Haçlı Seferleri zamanından kalma ve pek çok özelliği nedeniyle ressamların tuvallerinde hayat vermek için can attıkları, tepeden kendisine bakanları selamlayan kilisesiyle, işte Pont-de-Ruan köyü! Hayalinizde tüm bu anlattıklarımı, yaşlı ceviz ağaçları, soluk sarı yapraklı genç kavaklarla süsleyin, sıcak ve nemli bir göğün altında alabildiğine uzanan çayırların orta yerinde zarif evler yerleştirin, işte şimdi bu güzelim yerin binlerce manzarası hakkında bir fikir edinmiş olacaksınız. Karşı kıyıyı süsleyen tepeleri incelerken nehrin solundan Saché yolunu yürüdüm ve nihayet bana asırlık ağaçlarla dolu Frapesle Şatosu’nun yolunu gösteren bir parka geldim. Tam da o sırada öğle yemeği vaktinin geldiğini gösteren çan sesleri duyuldu. Yemekten sonra, ev sahibim Tours’dan onca yolu yürüyerek gelebilecek olduğumu aklına bile getirmeden vadiyi her yanından ve her şekliyle görebileceğim bir gezintiye çıkardı beni. Oradan yeri geliyor, vadinin bir bölümünü; yeri geliyor, tamamını izleme fırsatı buluyordum. Ufka dalan gözlerim sık sık Loire’ın balıkçı ağlarıyla şekil değiştiren altın renkli zarif dalgalarına yöneliyordu; bir yamacı tırmanırken çiçeklerle örtülü kazık temelleri üstünde yükselen, Indre’in dört yanı da yontulmuş bir elması muhafaza ediyormuş gibi duran Azay Şatosu’nu ilk kez görmenin hayranlığı karşısında nutkum tutuldu. Daha sonra bir köşede, Saché Şatosu’nun romantik yapısını gördüm. Burası, ruhları kederli şairler için çok hoş bir görüntü sunan ahenkli hatlarıyla melankoli yaratmasının yanında, beğenilerini yüzeysel tutan insanlar için ise fazla kasvetli olma özelliği taşıyordu. Daha sonraları sırf bu yüzden bu şatonun sessizliğini, etrafını saran yaşlı ağaçların çıplak dallarını, ıssız vadisine yayılmış o esrarını sevdim! Ama vadinin yanındaki tepe yamacını her gördüğümde, bakışlarım orada duran sevimli şatoya kilitleniyordu.
“Hey!” dedi, benim yaşımdaki gençlerin daima büyük bir nahiflik içinde dışa vurdukları o şehvetli isteklerden birini gözlerimden okuyan ev sahibim. “Bakıyorum da avının kokusunu uzaklardan almış bir köpek gibi güzel bir kadının varlığını sezebiliyorsunuz!”
Bu sözler hiç hoşuma gitmese de şatonun adını ve kimlere ait olduğunu sordum.
“Burası, Touraine’in köklü bir ailesinin temsilcisi Kont Mortsauf’a ait olan, XI. Louis döneminden kalan zarif Clochegourde Şatosu’dur.” dedi. “Armalarını ve ününü hangi serüven sonucunda elde ettiğini isminden anlayabilirsiniz. Kont, darağacına gidip canlı dönmüş bir adamın soyundan geliyor. Bu nedenle Mortsaufların üstlerinde, haç işlemeleri bulunan altından yapılmış bir armaları vardır, tam ortasında ise altın renginden bir zambak bulunur. Kont, göç sonrası yaşamak üzere buraya yerleşti. Lenoncourt-Givry ailesinden Lenoncourtlu bir hanımefendi olan eşine ait olan bu şato da onlarla birlikte yok olup gidecek çünkü Madam Mortsauf, ailenin tek çocuğudur. Ailenin nam salmış ünü ve tükenmek üzere olan servetleri arasında öylesine bir tezat vardır ki gururdan mı yoksa zorunluluktan mı bilmem, hep bu şatoda oturmayı ve kimselerle görüşmemeyi âdet hâline getirmişlerdir. Bu izole yaşamlarını şimdiye dek Bourbonlarla ilişkilendirmek mümkündü, ne var ki Kral’ın dönüşüyle hayatlarında çok bir şeyin değişeceğini sanmıyorum. Geçen sene buraya yerleştiğimizde, nezaketen ziyaret ettim. Onlar da iadeiziyarette bulundular ve bizi yemeğe davet ettiler. Kış nedeniyle birkaç ay görüşemedik, daha sonra da siyasi gelişmeler bizim dönüşümüzü geciktirdi. Şunu da söyleyeyim, Frapesle’e henüz yeni geldim ben. Madam Mortsauf gittiği her yerde en ön planda olabilecek bir kadındır.”
“Tours’a sık sık gider mi?”
“Hiç gitmez.” dedi ev sahibim. “En son Mösyö Mortsauf’a çok yakın olan Angoulême Dükü’nün geçişi dolayısıyla ayrılmıştı buradan.”
“Bu o!” diye haykırdım birden.
“Kim?”
“Güzel omuzları olan kadın.”
“Touraine’de güzel omuzları olan pek çok kadın göreceksiniz.” dedi gülerek. “Yorgun değilseniz, ırmağı geçer Clochegourde’a çıkabiliriz. Siz de sözünü ettiğiniz omuzların sahibini tanırsınız belki.”
Mutluluktan ve utançtan kızararak kabul ettim bu teklifi. Dörde doğru, uzun zamandır gözlerimle okşadığım o küçük şatoya vardık. İçinde bulunduğu manzarayı güzelleştiren bu şato aslında oldukça mütevazı bir mimarinin örneğidir; ön tarafında beş pencere vardır, güney cephesinde pencereler ise yaklaşık iki kulaç önde durmaktadır. Bu özellik, şatonun iki ayrı binadan oluşmuş gibi görünmesini sağlayan, eve güzellik katan mimari bir hünerdir. Ortadaki pencere kapı olarak kullanılır ve oradan, ikili merdivenlerin kıyısındaki ufak çayıra kadar uzanan katlı bahçelere inilir. Akasyaların ve Japon akçaağaçlarının kokusuyla insanı büyüleyen en alttaki bahçe katını ve köy yolunu, bu çayır ayırsa da her yer bahçeye aitmiş gibi görünür çünkü yol çukurdur ve bir yanı taraçayla diğer yanı da Norman çitiyle çevrilmiştir. Etraflıca düşünülen eğimler şato ile nehir arasında, suların neden olabileceği hasarın önüne geçecek ama aynı zamanda da nehir manzarasını da kapatmayacak bir mesafe bırakır. Evin altında, girişleri farklı kemerlerden oluşan garajlar, ahırlar, kilerler, mutfaklar bulunur. Çatıların köşelerine zarif biçimler verilmiş, kalkan duvarları oymalı pervazlı çatı pencereler de çiçeklerle süslenmiştir. Kuşkusuz ki ihtilal sırasında ihmal edilmiş olan çatı, güneye bakan evlerin üzerinde biten kızıl ve düz yosunların neden olduğu pasla kaplıdır. Hâlen Blamont-Chauvry armasının bulunduğu küçük bir çan kulesi vardır sundurmanın avlu kapısının üzerinde. Avuçları göğe bakan, renklendirilmiş iki el, uçları tepede birleşen iki mızrak, ortada uzayan bir çizgi ve Herkes baksın ama kimse dokunmasın! yazısı derinden sarstı beni. Ağızları altın zincirli Anka ve ejderden yapılmış destekler armaya daha hoş bir görünüm vermekteydi. İhtilal, dük tacı ile altın meyveli yeşil bir hurma dalından meydana gelen sorgucu hasara uğratmıştı. Kamu Kurtuluş Komitesi sekreteri olan Senart, 1781’den önce Saché’de krallık yargıcıymış. Bu hasarların nedenini bu kısa bilgiyle açıklayabiliriz.
Bütün bu düzenlemeler, çiçek gibi süslenen ve sanki havada süzülüyormuş gibi görünen bu şatoya zarif bir görünüm kazandırır. Vadiden bakıldığında, birinci kat gibi görünen zemin kat aslında avlu tarafında çeşitli çiçek kümeleriyle süslenmiş bir çimenliğe açılan geniş ve kumluk bir yolla aynı seviyededir. Şatonun her yerini kuşatan üzüm bağları, meyve bahçeleri ve ceviz ağaçları dikilmiş birkaç tarla hızla aşağı doğru uzanır ve yeşilin her hâline doyduğunuz o ağaç şölenini sunan Indre’in kıyılarına kadar ulaşır. Clochegourde’un bitişiğindeki yolu çıkarken özenle dikilmiş bu ağaçlara bakıp hayran oluyor, mutluluk yüklü havayı çekiyordum ciğerlerime. Acaba bu fâni dünyada olduğu gibi manevi dünyada da birtakım elektrik akımları ya da ısı değişimleri var mıdır? Güzel bir havayı sezen hayvanlar gibi kendisini ebediyen değiştirecek bu esrarlı olaylara yaklaştıkça kalbim yerinden çıkacak gibi atıyordu. Hayatımın dönüm noktası olacak o gün, kendisini yüceltecek her türlü durumu da beraberinde getiriyordu. Tabiat sanki sevgilisini karşılamaya giden bir kadın gibi süslenmişti, ruhum ilk kez işitmişti onun sesini, daha önce size üzerimde yarattığı etkiden bahsettiğim o lise günlerinde hayalini kurduğum gibi bereketli, çeşitli görünümüyle seyir zevki sunmuştu gözlerime. Tüm bunlar, sanki kaderimin önceden yazıldığı bir kıyametten ibaretti; mutlu ya da mutsuz her olay, tuhaf görüntüler eşliğinde yalnızca üçüncü gözle görülebilecek bağlarla ilişkilendirilir. Kırsal hayatın gerekliliği olan tahıl ambarı, şaraphane, ağıllar, ahırlar gibi alanların olduğu bir avludan geçtik. Bekçi köpeğinin havlamaları üzerine bir uşak yaklaştı bize doğru ve Sayın Kont’un sabah Azay’e gittiğini ama hiç şüphesiz geri döneceğini, Kontes’in de evde olduğunu söyledi. Ev sahibim bana döndü. Kocası evde olmadığı için Madam Mortsauf’u görmek istemeyecek diye olduğum yerde titriyordum. Ama öyle olmadı, uşağa geldiğimizi haber vermesini söyledi. Çocuksu bir açgözlülükle evin girişindeki büyük bekleme odasına attım kendimi.
“İçeri geçin beyler!” dedi altından bir ses.
Madam Mortsauf baloda yalnızca tek bir kelime etmiş olsa da ruhuma işleyen ve mahkûm hücresine dolup parlatması gibi onu sarmalayan sesini hemen tanıdım. Yüzümü hatırlayabileceğini düşündüm, kaçmak istedim oradan. Ama artık çok geçti her şey için, kapının eşiğinde göründü ve gözlerimiz buluştu. Hangimiz daha çok kızardı, bilemiyorum. Tek bir kelime edemeyecek kadar nutku tutulmuştu. Hizmetkârın oturmamız için iki koltuğu bize yaklaştırmasının ardından o da gergefin başına geçti; sessizliğine bir kılıf uydurmak için iğnesini çıkardı, birkaç ilmek işledi, sonra uysal ama kibirli başını kaldırarak Mösyö de Chessel’e döndü ve bu ziyareti hangi hoş rastlantıya borçlu olduğunu sordu. Benim oradaki varlığımın nedenini merak etse de ne bana ne de ev sahibime baktı; gözlerini nehirden ayırmıyordu lakin körleri andıran dinleyiş şekline bakarak kelimelerdeki ayırt edilemez vurguların ruhta yarattığı çırpınmaları anlayabildiğinizi görürdünüz. Ve bu doğruydu. Mösyö de Chessel adımı söyledi ve kim olduğumdan bahsetti. Ailem, Paris’in savaş nedeniyle bir tehdit unsuru olmasından endişelendikleri için birkaç ay önce Tours’a gelmiştim. Touraine’i bilmeyen bir Touraine çocuğuydum, ağır çalışmalarım nedeniyle sağlığım bozulmuş, oyalanmak için de Frapesle’e gönderilmiştim. Ve işte şimdi de kendisi, ilk defa gördüğüm bu toprakları gösteriyordu bana. Tours’dan Frapesle’e yürüyerek geldiğimi ona ancak tepenin kenarında söylediğimden ve hâlihazırda kötü olan sağlığım nedeniyle kaygılandığından dinlenmem için Clochegourde’a girmeye karar vermişti. Mösyö de Chessel doğru söylüyordu ama böylesi mutlu tesadüflere nadiren rastlandığından Madam Mortsauf biraz kayıtsız kaldı bu anlatılanlara; anlamlandıramadığım bir tür aşağılanma duygusunun etkisiyle olduğu kadar, kirpiklerimin arasında asılı duran gözyaşlarımı saklamak için yere doğru baktım, soğuk ve ciddi bakışlarını üstümde gezdirdiğinde. Saygıdeğer şato sahibesi, alnımın ter içinde kaldığını gördü; kim bilir, gözyaşlarımı da fark etti belki de. Çünkü o an ihtiyacım olan, konuşma fırsatını vererek avutucu bir iyi yüreklilikle su serpti içime. Kabahat işlemiş genç bir kız gibi kızardım karşısında ve bir ihtiyarınki gibi titrek bir sesle, nahoş bir teşekkürle karşılık verdim.
“Tek dileğim…” dedim, şimşeği gökte fark edebileceğiniz kadar kısa bir an içinde gözlerine değen gözlerimi başka yere çevirerek. “Buradan gönderilmemek, yorgunluktan öyle bitkinim ki daha fazla yürüyemeyeceğim.”
“Bu güzel memleketimizin konukseverliğinden niçin şüphe duyuyorsunuz?” dedi. “Akşam yemeğini Clochegourda’da yeme mutluluğunu bizden esirgemeyeceksiniz, değil mi?” diye ekledi, komşusuna dönerek.
Koruyucum Mösyö de Chessel’e öyle yalvaran gözlerle baktım ki nezaketen yapılmış ve dile getiriliş tarzı geri çevrilmeyi gerektiren bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Cemiyet hayatı içinde olduğundan Mösyö de Chessel böylesi incelikleri kavrasa da benim gibi toy bir adamın, güzelliğiyle büyüleyen bir kadının sözleri ve düşünceleri arasında tutarsızlık olamayacağına kesin bir şekilde inanır. Bu nedenle, akşam dönerken ev sahibimin bana dönüp:
“Yemeğe kaldım çünkü orada olmak için can atıyordunuz. Lakin olanları telafi etmezseniz, komşularımla aram açılabilir.” demesi beni şaşkına çevirdi. Bu “olanları telafi etmezseniz” cümlesi beni uzun soluklu hayallerin kucağına bıraktı. Madam de Mortsauf beni hoş buluyorsa beni evlerine götüren insana da kızmamalıydı. Demek ki Mösyö de Chessel, bende onun ilgisini çekebilecek bir güç görüyordu, böyle düşünmüş olması da zaten o gücü bana vermesi anlamına gelmiyor muydu? Bu varsayım, yardıma muhtaç olduğum bir anda umudumu yeşertti.
“Korkarım yemeğe kalamayız.” diye yanıtladı. “Madam de Chessel bizi bekliyor.”
“Her gün onunla birliktesiniz.” diye karşılık verdi Kontes. “Haber verebiliriz kendisine, yalnız mı?”
“Hayır. Peder Quélus’ü ağırlıyor.”
“Ah, tamam o hâlde.” dedi zili çalmak üzere ayağa kalkarken. “Yemeği bizimle yiyorsunuz.”
Bu sefer Mösyö de Chessel onun samimi olduğuna inanmıştı, övgü dolu bakışlarla baktı bana. Bu çatı altına geçireceğim akşamdan emin olduğumda, bu anın sonsuza dek süreceğini düşündüm. Mutsuz pek çok kimseler, içi boş bir sözcükten ibaret görür “yarın”ı, o ana dek ben de o kimselerdendim fakat kendime ait birkaç saatim olduğunda, haz dolu bir yaşamı sığdırdım içine. Madam de Mortsa-uf, yabancısı olduğum, bölge, hasatlar, bağlar hakkında bir muhabbet açtı. Bir ev hanımı için, böyle bir konu açmak, ya karşısındaki insanın eğitim seviyesini yetersiz bulmasından ya da konuşmanın dışında kalmasını istemesinden ortaya çıkan küçümseme duygusunu açığa vurur ama Kontes için bu söylenemezdi. O, ne yapacağını şaşırdığından böyle davranıyordu. İlk başta, bana çocukmuşum gibi davrandığını düşünüyordum, Mösyö de Chessel’in, benim hiçbir şey anlamadığım konuları konuşabilmesine olanak tanıyan otuz yaş ayrıcalığına imrensem de bütün alakanın onda olduğunu düşünerek kızgınlığa kapılsam da aradan aylar geçtikten sonra bir kadının sessizliğinin ne denli önemli olduğunu, telaşlı sohbetlerin aslında ne çok düşünce barındırdığını öğrenecektim. Koltuğuma güzelce yerleşmeyi denedikten sonra, Kontes’in sesini işitirken kapılacağım o tarifsiz duygunun tadını çıkarabileceğim konumun avantajlarını kavradım. Tıpkı sesin flütün anahtarlarında bölündüğü gibi, ruhunun soluğu hecelerin kıvrımlarında geziniyordu. Kanınızın akışını hızlandıran bu ses, insanın kulağında yankılanıyordu; sonu “i” ile biten kelimeleri kuş cıvıltısından farksız dile getiriyor, “ş” harfleri bir okşayışı andırıyor, “t” harfine yaptığı vurgu ise yüreğindeki zorbalığı yansıtıyordu. Böylece hiç farkında olmadan kelimelerin anlamlarını enginleştiriyor ve ruhunuzu farklı kâinatlara doğru sürüklüyordu. Sırf bu yüzden, kaç kere bitirebileceğim bir tartışmanın sürüp gitmesine boyun eğmişimdir! Kaç kere, bu insan sesinin konserlerini dinlemek, ruhunu dudağından üflüyormuşçasına ortaya çıkan havayı solumak, hararetle dile gelen o ışık süzmesini göğsümde sarıp sarmalamak istercesine muhafaza etmek için kendimi haksız yere azarlatmışımdır! Gülebildiğinde ne hoş bir kırlangıç türküsü kulaklarımı okşardı! Peki ya kederinden bahsederken? O zaman dostlarını çağıran bir kuğu sesinden farksız olurdu! Kontes’in kayıtsızlığı onu inceleyebilme imkânı vermişti bana. Bakışlarım, büyüleyici bir şekilde konuşan Kontes’in üstünde dolaşarak muazzam bir keyfin tadını çıkarıyor, belini kavrıyor, ayaklarını öpüyor ve saçının bukleleriyle oynuyordu. Bunun yanında, ömürlerinde gerçek bir tutkunun sonsuz mutluluklarını tatmış kimselerin anlayacakları bir dehşetin pençesine düşmüştüm. Bakışlarım, kendimden geçercesine öptüğüm o omuzlara dalıp gitmişken beni fark etmesinden ödüm kopuyordu. Bu korku içimdeki ateşli tutkuyu da körüklüyordu, kendimi alıkoyamıyordum! Kumaşı yırtan bakışlarım, sırtını ikiye ayıran o güzel çizginin başlama noktasında beliren ve süte düşmüş sineği andıran beni görür gibi oluyordum. Ve o ben, balo gününden beri hayatları tekdüze lakin hayalleri ihtiraslarla donatılmış gençlerin uykularını âdeta sırılsıklam eden o karanlıkların içinde parlayıp durmuştum.
Kontes’in ona bakan herkesi etkileyen belli başlı özelliklerini sizin için çizebilirim lakin gerçeğe en yakın resim, en sıcak renk bile onu tam olarak betimlemekten âciz kalacaktır. Onun yüzünü benzetebilmek için, yürekte yanan ateşi resmedebilecek, kelimelerin kifayetsiz kaldığı ama bir âşığın görebildiği ışık saçan buharı yansıtabilecek bir ressamın ellerine gereksinim duyulur yalnızca. Tel tel ve aklanmaya yüz tutmuş saçları sıklıkla kederlendiriyordu onu; bu üzüntüleri, hiç kuşkusuz, beynine akan ani kandan kaynaklanıyordu. Mona Lisa’ya benzer yuvarlak, çıkık alnı açığa çıkmamış düşüncelerle, bastırılmış duygularla, yaman sularda boğulmuş çiçeklerle dolu gibi gözüküyordu. Fırçadan sıçrayan koyu noktalar misali harelenen yeşil gözleri her zaman solgundu ama evlatları söz konusu olduğunda, kaderlerine boyun eğen kadınların hayatında nadir rastladıkları büyük mutluluk ve acı anlarında, yaşamın cilveleriyle tutuşurdu. Bu cilveleri solduracakmışçasına bir ışık saçardı. Şimşekten bakışları, en cüretkâr erkeklerin başlarını bile öne eğdiren o bakışları, müthiş bir aşağılama ile beni ezdiğinde yaşlar boşalırdı gözlerimden. Phidias’ın elinden çıkmış gibi görünen ve zarafetle kıvrılmış dudaklara çifte kavisle bağlanan bir Yunan burnu, oval yüzüne ruhani bir ifade bahşediyordu; beyaz kamelyaların dokusunu andıran bu yüz, güzel pembeliklerle kızaran yanaklarıyla süsleniyordu. Etine dolgun olması, bedeninin inceliğini ya da toplu olduğu hâlde hatlarının güzelce gözükmesi için gereken yuvarlaklığı etkilemiyordu. Göz kamaştırıcı hazinelerin, omuzlarla birleştiği yerde tek bir kırışıklığa neden olmadığını söylersem, nasıl bir mükemmellikten söz ettiğimi derhâl anlarsınız. Bazı kadınların boyunlarındaki ağaç gövdesine benzeyen o oyuntulardan eser yoktu onda; kasları çok dikkat çekmiyordu, gözleri kadar bedeninin hatlarıyla da ressama çile yaşatacak kıvrımları sarıyordu tüm vücudunu. Yanakları boyunca uzanan şeftali tüyleri boynunun çıkıntılarında kayboluyor ve ışığı soğurarak ipeksi bir görünüm kazanıyordu. Ufak ve biçimli kulakları, kendi deyimiyle, bir köleye ve bir anneye aitti. Daha sonraları, yüreğini kazanma şerefine eriştikten sonra, bana dönüp “İşte, Mösyö de Mortsauf geliyor!” derdi, hassas kulaklarıma rağmen ben hiçbir şey işitmemişken dediği de çıkardı. Güzel kolları, kıvrımlı parmaklarıyla taçlanan uzun elleri vardı. Tıpkı İlk Çağ heykellerinde görülen tırnak etleri, narin tırnaklarının kenarlarından taşardı. Siz bir istisna teşkil etmeseydiniz, düz bellerin yuvarlak bellerden üstün olduğunu söyler, gücendirirdim sizi. Yuvarlak bel, bir güç belirtisidir, belleri böyle olan kadınların tavırları irade ve hâkimiyetle donatılmıştır; şefkatten çok şehvet duygusu yayarlar etraflarına. Tam tersine, düz belli kadınlar ise sadıktır, zarifliklerle doludurlar, melankoliye eğilimlidirler; diğer kadınlardan daha iyilerdir. Kıvrak ve yumuşaktır düz bel. Yuvarlak bel ise katılığı ve kıskançlığı gösterir. İşte şimdi onun nasıl göründüğü hakkında bilgi sahibisiniz. Bir kadının ayakları nasıl olmalıysa öyleydi ayakları, çabuk yorulan ve elbisesinin dışına taştığında gözlere şenlik yaşatan cinstendi. İki çocuk annesi olmasına rağmen onun kadar genç kız izlenimi uyandıran birisi olmadı ömrümde. Hâlinde bir yalınlık vardı, nasıl anlatacağımı bilemediğim bir çeşit şaşkınlığa, bir çeşit dalgınlığa götürüyordu bizi, ressam nasıl ki dehasıyla duygular dünyası yarattığı bir resmiyle bizi kendine çekiyorsa öyle kapılıyorduk ona. Zaten görülebilir nitelikleri anca kıyaslamalarla açıklanabilir. Villa Diodati’den dönerken topladığımız o fundanın saf ve yabani kokusuna, siyahına ve pembesine ne denli vurulduğunuzu getirin hatırınıza; bu, işte o zaman, insanlardan izole, siyah ve pembe renklerine bulanmış bu kadının ne kadar zarif, tavırlarının ne kadar doğal, kendisine ait şeylerde ne kadar titiz olduğunu anlayacaksınız. Vücudu, yeni çıkmış yaprakların kişiyi kendine hayran bırakacak yeşilliğine sahipti; aklından geçenleri tıpkı vahşi bir hayvan gibi yorumlama gücüyle donatılmıştı; duygularıyla bir çocuk, kederleriyle olgun bir kimseydi. Yapmacıklardan uzak oturuşu, kalkışı, susuşu ya da tek bir kelime edişiyle beğenileri toplardı. Genellikle düşünceli, içe kapanık bir hâli vardı. Herkesin güvenliği kendine bağlıymışçasına felaket gözleyen bir nöbetçi misali dikkatliydi; bazen de hayatın ona dayattıklarına inat, neşeli kişiliğini ele veren gülümsemesini serpiştirirdi çevresine. Şuhluğu, esrarlı bir hâl almıştı; çoğu kadın gibi uyandırmayı arzuladığı çapkınca ilgi yerine; hayallere sürüklerdi erkeği ve bulutlar arasından seçilen gökyüzü gibi ilk alevli mizacını, ilk mavi düşlerini fark ettirirdi ona. Gayriihtiyari dışa vurumlar, arzu ateşinden yanıp kavrulan yüreklerinde bir damla gözyaşı kurutmamış kimseleri bile hayaller âlemine çıkarırdı. Hareketlerinin, özellikle bakışlarının -çocukları dışında kimseye bakmazdı- enderliği, saygınlıklarını tehlikeye atan kadınların takındıkları tavırda bir şey yaptığında ya da söylediğinde, yaptıklarına ve söylediklerine inanılmaz bir yücelik katıyordu. O gün Madam de Mortsauf, pembe renkli çizgili bir elbise, geniş işlemeli bir yakalık, siyah bir kemer ve aynı renkte ayakkabı giymişti. Sedef bir tarakla tutturulan saçları başının üstünde sade bir şekilde toplanmıştı. Size sunmayı vadettiğim taslak işte böyle. Ama ruhunun, çevresindekiler üzerindeki sürekli etkisi, güneşin etrafı aydınlatması gibi dalga dalga yayılan o besleyici öz; o içten yaradılışı, dingin zamanlardaki tutumları, hüzünlü anlardaki boyun eğişi, kendisini var eden tüm bu iniş çıkışlar, benzer köklerden gelen ve resmin ister istemez bu öykünün olayları içinde gerçekleşeceği beklenmedik ve gelip geçici gök olaylarından kaynaklanır. Bir trajediyi halk gözünde nasıl yüceltirse, bilge de öyle kavrar; işte böyle gerçek bir aile destanının hikâyesi, içine benim karışmam kadar, kadın kaderlerinin çoğuna benzerliğiyle de sizi içine alacaktır.
Clochegourde’da her şey İngilizlere özgü bir titizliği yansıtıyordu. Kontes’in kaldığı salon grinin iki tonuyla boyanmış tümüyle ahşap bir kaplamayla döşenmişti. Bir kupa bulunan maun çerçeveli sarkaçlı saat ve üzerinde Cap fundaları yükselen altın çizgili iki beyaz porselen vazo süslüyordu şömineyi. Konsolun üstünde bir lamba vardı, şöminenin karşısında bir tavla duruyordu. Pamuktan yapılmış geniş kordonlar, beyaz saçaksız perdeleri tutuyordu. Yeşil şeritlerle işlenmiş gri kılıflar; koltukları, sandalyeleri kaplıyor; Kontes’in gergefinin üstündeki örtü eşyaların neden böyle saklanmış olduğunu yeterince açıklıyordu. İhtişamda buluşuyordu tüm bu yalınlık. O zamana dek gördüğüm hiçbir ev, Clochegourde salonunda edindiğim kadar yoğun ve derin izler bırakmadı üstümde; tıpkı Kontes gibi dingin ve içe dönük olan bu salona bakılınca günlük uğraşların manastırlara özgü düzenliliği seziliyordu. Fikirlerimin birçoğu hatta bilim ve politika alanlarında en cüretkâr olanları bile çiçeklerin yaydığı koku gibi burada ortaya çıkmış, ruhuma bereketli tozunu serpen o meçhul bitki burada yeşeriyor, erdemlerimi güçlendiren, kusurlarımı kurutan güneş burada parlıyordu. Pencereden bakınca gözleriniz, Frapeles kulelerinin, ardından kilisenin, küçük kasabanın ve çayıra yukarıdan bakan Saché Köşkü’nün süslediği karşı yamaçtaki kıvrımların ilerisindeki Pont-de Ruan’ın yayıldığı tepeden Azay Şatosu’na kadar bütün vadiyi görebilirdi. Sakin bir hayatla bağdaşmış ve aile kavramının dışında oluşabilecek hiçbir coşkuyu içinde barındırmayan böylesi yerler, kendi huzurlarını insan ruhuna da aktarıyordu. Kontes’i, ilk defa o göz kamaştırıcı balo elbisesi içinde değil, burada, Kont ve iki evladıyla birlikte görmüş olsaydım, sonraları aşkımın geleceğini mahvedeceği korkusundan beni pişman eden o çılgın öpücüğü çalar mıydım? Hayır, beni böylesi bir bahtsızlığa sürükleyen bu durumda onun önünde diz çöker, ayakkabılarını öper, üzerlerine birkaç damla gözyaşı bırakır, ardından da kendimi Indre’e atardım. Ama teninin taze yasemin kokusunu içime çektikten ve o aşk dolu kadehteki sütü içtikten sonra ruhumun en derinliklerinde insanüstü hazların tadını ve umudunu hissettim; bir yabaninin intikam anını beklemesi gibi, haz saatini yaşamak ve beklemek istiyordum. Ağaçlarda asılı kalmak, üzüm bağlarında emeklemek, Indre’in sularında sırtüstü uzanmak istiyordum. Isırmış olduğum o enfes elmayı bitirebilmek için, gecenin sessizliği, yaşamın bezginliği, güneşin sıcaklığı bana suç ortaklığı etsin istiyordum. Şarkı söyleyen çiçeği ya da Morgan’ın[6 - Sir Henry Morgan (1635-1688): İngiliz hükûmetinin gayriresmî desteğiyle İspanya’nın Antiller’deki kolonilerini yağmalayan ünlü korsan. İspanya ile İngiltere arasındaki ilişkiler bozulunca, 1674’te II. Charles tarafından sir unvanıyla Jamaika vali yardımcılığına atandı. (ç.n.)] adamlarının sakladığı hazineleri de istese benden, gerçek zenginlikleri ve arzu ettiğim o sessiz çiçeği elde etmek için istediği ne varsa, sererdim önüne! Hayranı olduğum kadını uzun uzun izleyip hayallere daldığımda, bir uşak yanına gelip onunla konuştu; Kont’tan bahsettiğini işittim. Bir kadının kocasına ait olması gerektiğini ancak o zaman düşündüm. Bu düşünce beni allak bullak etti. Ardından, böyle bir hazinenin sahibini görmek için hoyrat ve karanlık bir merak uyandı içimde. Kin ve korku, bu iki duygunun tesiri altındaydım; hiçbir engel tanımayan, hiçbir şeyden korkmadan olabilecekleri ölçüp biçen bir kin; mücadelenin, sonucunun ama özellikle onun, üstümde yarattığı belli belirsiz bir korku. Anlatılmaz önsezilere kapılmış, insanın onurunu lekeleyen o el sıkışmalarından çekiniyordum, en sağlam iradelerin bile kırıldığı o içinden çıkılmaz zorlukları daha şimdiden seziyordum; bugün toplumsal yaşamı, tutku dolu ruhların aradığı sonuçlardan yoksun bırakan hareketsizliğin gücünden korkuyordum.
“İşte, Mösyö de Mortsauf.” dedi.
Ürkmüş bir at gibi bacaklarımın üstünde dikildim. Hem Mösyö de Chessel hem Kontes bu hareketimi fark etse de uyarmamışlardı beni çünkü altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir kız içeri girip “Babam geldi.” demesi dikkatleri dağıtmıştı.
“Madeleine, neler oluyor?” diye çıkıştı annesi.
Çocuk, Mösyö de Chessel’in isteği üzerine elini uzattı ve şaşkınlık içinde bana ufak bir selam verdikten sonra dikkatlice baktı.
“Sağlığı nasıl?” diye sordu Mösyö de Chassel, Kontes’e.
“İyiye gidiyor.” diye cevap verdi, şimdiden kucağına sokulmuş olan küçük kızın saçlarını okşarken.
Mösyö de Chessel’in yönelttiği bir sorudan, Madeleine’in dokuz yaşında olduğunu anladım; az önceki tahminimin yanlış çıkması bütünüyle şaşırtmıştı beni ve dışarı vurduğum bu şaşkınlık, annenin alnına kırışıklık bulutları kondurdu. Mösyö de Chessel tam o anda, cemiyet insanlarının tıpkı ikinci bir eğitim verirmişçesine attığı o anlamlı bakışlardan attı bana. Demek ki burada, kuşkusuz, saygı gösterilmesi gereken bir anne yarası vardı. Soluk gözleri, porselen misali beyaz teniyle Madeleine kent havasını kaldıramazdı şüphesiz. Kır havası ve onu sarıp sarmalayan annenin gösterdiği özen, yabancı bir iklimin zorluklarına rağmen, serada yaşayan bir bitki kadar hassas olan bu bedene yaşam aşılıyordu. Madeleine annesine hiç benzemese de onun ruhunu taşıyordu sanki ve bu, ona güç veriyordu. Seyrek siyah saçları, çukur gözleri, çökük yanakları, zayıf kolları, daracık göğsü, yaşam ve ölüm arasındaki bir mücadeleyi gösteriyordu; bugüne dek Kontes’in galip geldiği bir mücadeleyi. Madeleine, annesi kederden uzak tutmak için olacak, canlı görünmeye çalışıyordu çünkü bazen kendini bıraktığında salkımsöğüt gibi görünüyordu. Onu görseniz, yurdundan buraya dilenerek gelmiş yorgunluktan tükenmiş ama yürekli ve onu izleyenler için süslenmiş açlıktan kıvranan bir Çingene kızı derdiniz.
“Jacques’ı nerede bıraktınız bakalım?” diye sordu annesi saçlarını karga kanatları gibi iki parçaya ayıran beyaz çizgiden öperken.
“Babamla birlikte geliyor.”
Tam o sırada, Kont elinden tuttuğu oğluyla birlikte içeri girdi. Aynı zayıflık belirtilerini gösteren Jacques, kız kardeşinin kopyası gibiydi. Görkemli güzelliğiyle kendine bakanları mest eden kadının yanındaki bu iki cılız çocuk, Kontes’in şakaklarına yayılan ve onu yalnızca Tanrı’ya açmış olduğu hâlde alnına korkunç anlamlar yükleyen saklı kederin sebebini sezmemek imkânsızdı. Beni selamlarken Mösyö de Mortsauf bir gözlemciden ziyade, çözümleme yetisinin yoksunluğundan muzdarip bir adamın endişesini saklamayı beceremediği ifadesiyle baktı. Karısı olanı biteni anlatıp ismimi söyledikten sonra, yerini ona bırakarak yanımızdan ayrıldı. Işıklarının kaynağını annelerinden alıyormuş gibi gözlerini ondan ayırmayan çocuklar kendisine eşlik etmek istediler fakat anneleri: “Siz burada kalın sevgili meleklerim!” dedi, parmağını dudaklarının üstüne götürerek. Çocuklar annelerinin sözünden çıkmasalar da gözleri buğulandı. Ah! İnsan o “sevgili” sözcüğünü işitebilmek için neler yapmazdı! Yanımızdan ayrıldığında, çocuklar gibi benim de tadım kaçmıştı. Adımı işitince Kont’un tavırları değişmişti. Mesafeli ve çatık kaşlarının yerini samimi denmese de nazik bir ifade aldı, hürmetle yaklaştı bana ve konuğu olduğum için mutlu gibiydi. Vaktiyle babam, efendilerimiz uğruna yüce ama karanlık, tehlikeli ama tesirli olabilecek bir rol oynamıştı. Napolyon’un iktidara gelmesiyle birlikte her şey mahvolunca, babam da birçok gizli komplocu gibi hak etmediği suçlamaları kabul ederek taşranın ve aile hayatının dinginliğine sığınmıştı, varını yoğunu ortaya koyan ve siyaset mekanizmasının en ön safhasında boy gösterdikten sonra yenilen kumarbazların en sonunda ödemekten kaçamadığı bedeldi bu. Ailemin serveti, geçmişi ve geleceği hakkında en ufak bir bilgim olmadığı için Kont de Mortsauf’un anısını sakladığı bu yitip giden yazgının içeriğinden de bihaberdim. Yine de Kont’un gözünde insanın en önemli özelliği sayılan köklü aile yapım, beni şaşırtan bu karşılamanın nedenini haklı çıkarabilirdi fakat asıl sebebi daha sonraları öğrendim. O an için bu ani hâl değişimi rahatlatmıştı beni. Çocukların, üçümüzün sohbet etmesini görmesi üzerine Madeleine başını babasının elinden kurtardı, açık olan kapıya doğru baktı ve bir yılan balığı gibi dışarı attı kendini, Jacques da onu takip etti. İkisi de annelerinin yanına gittiler çünkü uzaktan gelen, arıların sevdikleri kovanın çevresinde vızıldayarak uçmalarını andıran seslerini duyuyordum.
Kişiliğini çözmeye çalışarak Kont’u izlemeye başladım ama belli başlı özellikleri ilgimi öyle çekti ki yüzünün yüzeysel bir incelemesiyle yetinmedim. Yalnızca kırk beş yaşında olmasına rağmen on sekizinci yüzyılın sonunda kopan büyük fırtına onu iyice yıpratmış, altmışlarına merdiven dayamış biri gibi göstermişti. Çıplak başının etrafını rahiplerinkine benzer şekilde kaplayan yarım ay şeklindeki saç kümesi, siyahlı grili tutamlarla şakaklarını okşayarak kulaklarında sona eriyordu. Yüzü, ağzı kana bulanmış beyaz bir kurdu andırıyordu çünkü burnu, hayatı kökten değişmiş, midesi zayıf düşmüş, mizacı eski hastalıklarla bozulmuş bir adamınki gibi kızarmıştı. Sivri çenesine göre fazla geniş kalan, kısa, uzun, eğri kırışıklarla dolu alnı; zihnin yorgunluklarını değil, açık havada geçen bir hayatın alışkanlıklarını; kör talihin önüne geçmek için gösterilen çabaları değil, ebedî bir talihsizliğin ağırlığını gösteriyordu. Soluk yüzünün ortasındaki kahverengi ve çıkık elmacık kemikleri, uzun bir yaşam süreceğini kanıtlar nitelikteydi. Isıtmasa da aydınlatan kış güneşi misali parlak, sarı, sert bakan gözleri; anlamsız ama endişeli, sebepsiz ama çekingen bir ifadeyle üstünüzde dolanıyordu. Ağzı sert ve buyurgan, çenesi düz ve uzundu. Zayıf ve uzun boyluydu, varsayılan bir değer tarafından kabul gören, diğerlerinden hukuken üstün lakin gerçekte aşağıda olduğunun bilincinde bir asilzade havasındaydı. Taşra hayatına alışması, dış görünümünü de ihmal etmesine neden olmuştu. Kıyafetleri tıpkı bir taşralıyı andırıyordu, köylüler gibi komşuları da ona sadece toprak sahibi olduğu için hürmet gösteriyordu. Esmerleşmiş ve buruşmuş elleri ancak ata binerken ya da pazar günleri kiliseye giderken eldiven taktığını gösteriyordu. Ayakkabıları kaba sabaydı. Göçte geçen on yıl ve çiftçilikle geçen bir diğer on yıl, dış görünüşünü etkilese de asalet kalıntısı barındırıyordu içinde. O zamanlar henüz çok kullanılmayan bir sözcük olan “liberallerin” en kindarı bile şövalyelere özgü dürüstlüğü, LaQuotidienne[7 - Dönemin kral ve Katoliklik yandaşı gazetesi. (ç.n.)] gazetesinin sadık okuyucusunun sarsılmaz inançlarını görebilirdi onda. Dindar, davasına yürekten bağlı, siyasi memnuniyetsizliklerini dile getiren, partisine hizmet etmekten âciz, buna karşın ona zarar verme konusunda çok becerikli ve Fransa hakkında hiçbir bilgisi olmayan bu adama herkes hayran kalırdı. Gerçekten de Kont, kendisini hiçbir şeye tam olarak kaptırmayan ve bunun olmaması için inatla her şeyin karşısında duran, kendilerine bir görev verildi mi elinde silahla hemen orada bitiveren ama parasındansa canını verecek kadar cimri olan o adamlardandı. Yemek sırasında, çökmüş yanaklarında ve arada çocuklarına attığı kaçamak bakışlarında, etkileri derisinin altında gizlenen bazı sıkıntılı düşüncelerin izlerine dikkat ettim. Zaten onu görüp bunu fark edememenin imkânı var mıydı? Yaşamaktan yoksun kalmış bu bedenleri kendi çocuklarına aktardığı için kim suçlamazdı ki onu? Her ne kadar o, bu konuda kendini yargılasa da başka birinin bunu yapmasını kabul etmiyordu. Kabahatini bilen ama hayat terazisinin kefesine yüklediği acıların ağırlığını karşılayacak yücelikten ve çekicilikten yoksun olan bir yönetici iktidar gibi kaygılı göründüğünden, özel hayatı da keskin çizgilerinde ve daima endişeli gözlerinde yansıyan sertliklerle dolu olmalıydı. Karısı, eteklerine sarılmış iki çocuğuyla birlikte içeri girince, bir mahzenin kemerleri üstünde yürürken, ayaklar nasıl altındaki derinliği hissediyor gibi olursa ben de bu aileyi etkisi altına alan bir bahtsızlığın varlığını sezdim. Bir araya gelmiş bu dört kişiye bakarken, gözlerim her birini takip ederken, yüzlerini ve karşılıklı tavırlarını incelerken melankoli yüklü düşünceler, ince ve gri bir yağmurun güneşin hafifçe doğuşunun ardından çok güzel bir yeri karartması gibi yüreğime oturdu. Sohbet konusu bitince Kont, Mösyö de Chessel yerine beni ön plana çıkararak, ailem hakkında bilmediğim pek çok olayı karısına anlatmaya başladı. Bana yaşımı sordu. Yaşımı öğrenen Kontes, kızının yaşını öğrendiğimde yaşadığım şaşkınlığa benzer bir tepki verdi. Kim bilir, belki de on dört yaşında olduğumu düşünüyordu. Sonraları öğrendiğime göre, onu bana sıkıca bağlayan ikinci bağ, bu olmuştu. Ruhundan okumuştum bunu. Kendisine umut aşılayan gecikmiş bir güneş ışığıyla aydınlanan annelik duygusu depreşmişti. Yirmi yaşını geçmiş olmama rağmen beni bu kadar zayıf, narin ama yine de bu kadar duyarlı hâlimi gördüğünde belki de içinden bir ses “Onlar da yaşayacak!” diye bağırdı. Merakla baktı bana ve aramızdaki buzların birden eridiğini hissettim. Bana sormak istediği binlerce sorusu vardı ama hiçbirini dile getirmedi.
“Çalışmalarınız hastalanmanıza neden olduysa vadimizin havası size iyi gelecektir.” dedi.
“Yeni eğitim sistemi çocukları mahvediyor.” diye ekledi Kont. “Onları matematikle boğuyor, bilimin darbeleriyle öldürüyoruz ve bu nedenle her biri erken yaşta yıpranıyor. Burada istirahat etmelisiniz. Üzerinize çöken düşünce çığının altında ezilmişsiniz. Ulusal eğitimi, dinsel kurumların eline vererek bu kötü gidişatın önüne geçemezsek herkese sunulan bir eğitim sistemi bizi nasıl bir yüzyıla hazırlayacak kim bilir!”
Bu sözler, bir gün kraliyet davasına yararlı olabilecek yetenekli bir adama seçimlerde oy vermeyi reddederken söylediği bir cümleyi anımsatıyordu: “Fazla düşünenlerden hep uzak dururum.” İşte oy isteyen bir adaya bu cevabı vermişti. Bahçede bir gezinti yapmayı teklif edip yerinden kalktı.
“Mösyö.” dedi Kontes.
“Bir şey mi oldu sevgilim?” diye yanıtladı Kont, kibirli bakışlarıyla birden geri dönerek; evde ne kadar sözü geçtiğini belli etmeye çalışıyordu ama bunu pek başaramamıştı.
“Mösyö, Tours’dan buraya yürüyerek gelmiş. Yetmezmiş gibi Mösyö de Chessel kendisi bir de Frapesle’de gezdirmiş.”
“Tedbirsiz davranmamışsınız.” dedi Kont bana. “Yaşınız her ne kadar genç olsa da!” Ve üzüntüsünü göstermek için iki yana salladı başını.
Sohbet yeniden başladı. Derinden bağlı olduğu kralcılığını ve onun sularında yüzerken bir anda boğulmamak için ne kadar dikkatli olmam gerektiğini anlamakta gecikmedim. Kaşla göz arasında kıyafetini değiştirmiş olan uşak, akşam yemeğinin hazır olduğunu bildirdi. Mösyö de Chassel kolunu Madam de Mortsauf’a uzattı, Kont ise zemin katta bulunan ve tıpkı salona benzeyen yemek salonuna geçerken neşeyle koluma girdi.
Touraine’de imal edilen beyaz karolarla döşenmiş ve bel hizasına kadar ahşapla çevrelenmiş yemek salonunun duvarları, çiçek ve meyve resimlerinin olduğu parlak kâğıtlarla kaplanmıştı. Pencerelerde kırmızı şeritlerle süslenmiş patiska perdeler vardı, büfeler eski Boulle tarzıydı ve el işi örtülerle kaplanmış sandalyeler oyma meşedendi. Yemek masasında bolca yemek bulunmasına rağmen lükse kaçan hiçbir şey yoktu: Farklı parçalardan toplama aile yadigârı gümüş takımı, o zamanlar henüz yeniden moda olmamış Saksonya porseleni, sekizgen sürahiler, sapları akikten bıçaklar, ardından yuvarlak altlıkları Çin lakesinden yapılmış şişeler, dişli kenarları vernikli ve yaldızlı kovalarda çiçekler… Bütün bu eski eşyaları çok sevdim, hele duvarları kaplayan Réveillon kâğıdına ve çiçekli kenarlarına bayıldım. Mutluluğum öylesine ağır basıyordu ki yalnızlığın ve taşra hayatının oldukça ahenkli tarzının onunla benim arama yerleştirdiği içinden çıkılmaz güçlükleri göremiyordum. Onun yanında, sağında oturuyor, bardağını dolduruyordum. Evet, ne beklenmedik bir mutluluktu bu! Elbisesine sürtünüyor, sofrasından ekmeğini yiyordum. Üç saat sonra yaşamım, onunkine karışmıştı artık! Nihayet, o korkunç öpücükle, bize sessiz bir utanç yaşatan o sırla birbirimize bağlanmıştık. Şerefli bir alçaklık içindeydim, tüm dalkavukluklarımı duymayı hazırda bekleyen Kont’un hoşuna gitmeye çalışıyordum; köpeği okşayabilir, çocukların en ufak isteklerini yerine getirebilirdim; oyuncak çemberler, akik bilyeler hediye edebilirdim onlara; at gibi binebilirlerdi üstüme. Lakin bana hâlâ kendilerine ait bir şeymiş gibi bakıp istediklerini yaptırmadıkları için kızıyordum. Dehalık gibi aşkın da önsezileri vardır ve sertliğin, asık suratlılığın, düşmanca tavırların umutlarımı suya düşürebileceğini belli belirsiz kestiriyordum. Akşam yemeği içimde dolup taşan sevinçlerle geçti. Kontes’in evinde olduğumdan, ne Kont’un içine işleyen soğukluğunu ne de kibarlığının altına gizlediği kayıtsızlığını fark edebiliyordum. Aşkın da hayat gibi kendi kendine yetebildiği bir erinlik dönemi vardır. Tutkunun gizli hengâmelerini hissettiren ama hiç kimsenin, aşk hakkında hiçbir şey bilmeyen onun bile fikir yürütemeyeceği bazı acemi yanıtlarda bulundum. Akşamın geri kalanı rüya gibi geçti. Bu güzel rüya, ay ışığında, sıcak ve enfes kokan bir akşamda, çayırları, kıyıları ve tepeleri süsleyen beyaz düşlerin ortasında Indre’i geçerken bilimsel adını bilemediğim ama o muazzam günden itibaren sonsuz hazlara kapılarak dinlediğim bir yeşil kurbağanın eşit aralıklarla sürekli tekrarladığı o duru, eşsiz ve hüzün dolu ezgisini işitirken sona erdi. Başka zamanlarda olduğu gibi, o ana dek karşısında, duygularımın köreldiği bu mermerden duyarsızlığı biraz geç fark ettim; “Hep böyle mi olacak?” diye sorup durdum kendime; lanetli bir etkinin altında gibiydim, geçmişin uğursuz olayları, bu tatmış olduğum kişisel hazlarla çatışıyordu. Frapeles’e geri dönmeden önce, Clochegourde’a baktım ve bir dişbudak ağacına bağlanmış, suda salınan, Touraine’de “Toue” adı verilen bir kayık gördüm. Kont de Mortsauf’a aitti bu kayık, balığa çıkarken kullanıyordu.
“Şimdi anlaşıldı!” dedi Mösyö de Chessel, kimsenin bizi duyamayacağı bir yere gelince. “Aradığınız o güzel omuzları bulup bulamadığınızı sormama lüzum yok sanıyorum; Mösyö de Mortsauf tarafından da böyle karşılandığınız için sizi tebrik etmek gerek. İlk hamlede hedefinize ulaştınız, aşk olsun doğrusu!”
Size daha önce söylediklerimi bu cümle takip edince hüzünden kaskatı kesilmiş yüreğim yeniden canlandı. Clochegourde’dan ayrıldığımızdan beri tek söz çıkmamıştı ağzımdan ve Mösyö de Chessel, sessizliğimi mutluluğuma bağlıyordu.
“Nasıl yani!” diye karşılık verdim, zapt edilmiş bir tutkunun tesiri altındaymış gibi çıkan bir ses tonuyla.
“Mösyö de Mortsauf kimseyi bu akşamki gibi ağırlamamıştı.”
“İtiraf edeyim, ben de böylesi bir misafirperverliğin karşısında şaşkına döndüm.” dedim, Mösyö de Chessel’in son sözlerindeki kederi hissederek.
Her ne kadar sosyete hayatındaki incelikler konusunda Mösyö de Chessel’in hissettiklerini kavrayamayacak kadar deneyimsiz de olsam, duygularını ifade ediş tarzı beni etkilemişti. Ev sahibim, Durand olarak anılmaktan nefret ediyor, devrim sırasında devasa bir servet kazanan ve ünlü bir fabrikatör olan babasının adını reddederek gülünç bir duruma sokuyordu kendisini. Karısı, IV. Henri döneminde Parisli hukukçu ailelerin birçoğu gibi burjuva olan eski bir parlamenter ailenin, Chesellerin tek mirasçısıydı. Son derece hırslı bir adam olan Mösyö de Chessel, hayalini kurduğu hedeflere ulaşmak için asıl adını, Durand’ı yok etmek istedi. İlk önce Durand de Chessel, daha sonra D. de Chessel ve nihayet Mösyö de Chessel olarak anılmaya başlandı. Restorasyon döneminde, XVIII. Louis’in fermanları uyarınca, kontluk unvanına bağlı olarak malların ailenin büyük oğluna geçmesini sağlayan bir sisteme dâhil oldu. Çocukları onun yüceliğini bilmeden cesaretinin meyvelerini toplayacaktı. Alaycı bir Prens’in bir sözü onu bütün ağırlığıyla sıklıkla ezmişti. “Mösyö de Chessel neredeyse hiç Durant olarak tanıtmaz kendini.” Bu sözler, Touraine’de uzun zaman boyunca eğlence konusu olmuştu. Sonradan görmeler maymun gibidirler; benzer becerilere sahip oldukları maymunların tırmanışları izlenir; bu esnada gösterdikleri çeviklikleri hayranlık uyandırır ama zirveye ulaştıklarında yalnızca ayıp yerleri görülür. Ev sahibim Mösyö de Chessel’in diğer yüzü, arzularının kabarttığı bayağılıklardan ibaretti. Yüksek meclis üyeliği ve kendisi, şimdiye kadar birbirine kesişmesi imkânsız iki çizgi hâlinde uzayıp gitmiştir. Bir iddia ileri sürmek ve bunun doğruluğunu kanıtlamaya çalışmak gücün küstahlığını gösterir ama açıkça ileri sürülen iddiaların altında kalmak küçük insanları tatmin eden sürekli bir komiklik hâli yaratır. Oysa Mösyö de Chessel güçlü insanların izlediği yoldan ilerleyemedi, seçimlerinde iki kere meclis üyesi oldu, iki kere seçilemedi; dün bölge yöneticisiyken bugün hiçbir şeydi, vali bile değildi; başarıları ve yenilgileri kişiliğini bozdu ve elinde söz geçmez bir hırsın katılığı kaldı yalnızca. Kibar, zeki, büyük işler başarabilecek bir adam olmasına rağmen, kim bilir belki de günün her saatinde başkalarını çekiştirmekle meşgul olan Touraine sakinlerinin, diğerlerinin başarılarına dudak büken, iltifat karşıtı, iğneleyici sözleriyle karşısındaki kolaylıkla yerle bir ettiği kimselerin pek de başarılı olmadığı yüksek toplum katmanlarında kendine yer bulamadı. Daha azını isteseydi, belki daha fazlasını elde edecekti ama ne yazık ki kuyruğunu her zaman dik tutardı. Mösyö de Chessel’in hırsı, o zamanlarda gün yüzüne çıkmak üzereydi, kralcılık ona gülümsüyordu. Belki de soylu kimselerin hâl ve hareketlerinden etkileniyordu ama benim için harika biriydi. Diğer bir yandan çok da basit bir nedenden hoşuma gidiyordu, hayatımda ilk kez onun yanında istirahat ediyordum. Az da olsa gösterdiği ilgi, hor görülmüş, dışlanmış, bahtsız bir çocuğa sunulan baba sevgisi gibi geliyordu bana. Özenli misafirperverliği, beni o güne dek altında ezen kayıtsızlıkla öylesine çelişiyordu ki zincirlerinden kurtulmuş ve neredeyse şımartılmış bir çocuk gibi minnet duyuyordum. Sırf bu yüzden Frapesle Şatosu’nun sakinleri, mutluluğumun şafağıyla öyle bir anlam kazanmıştır ki ne zaman sevdiğim bu anıları tekrar zihnimde canlandırsam onlara da rastlarım. Sonraları, özellikle kraliyet fermanının yayınlandığı zamanlarda, Mösyö de Chessel’e bazı hizmetlerde bulunmanın sevincini yaşadım. Servetinden, bazı komşularını gücendirecek bir şekilde yararlanıyordu; güzel atlarını ve zarif arabalarını yenileyebiliyordu, karısı giydiği tuvaletlere çok özen gösteriyordu; sık sık davet veriyordu, kaldıkları bölgeye kıyasla daha fazla uşakları vardı; kısacası bir prens gibi yaşıyordu orada. Frapesle Şatosu’nun toprakları uçsuz bucaksızdır. Komşusunun ve tüm ihtişamının yanında Kont de Mortsauf, Touraine’de eski yaysız araba ile posta arabası arasında gidip gelen bir aile arabasıyla yetiniyor, servetinin azlığı nedeniyle Şatosu’nun çevresindeki toprakları ektirmek zorunda kalıyordu; bu yüzden, kraliyetin lütufları, ailesine umulmadık bir gelecek sunana kadar tam bir Tourslu olarak kalmıştı. Arması, Haçlı Seferlerinden kalan yıkılmış bir ailenin küçük oğlunu ağırlamak, ona büyük serveti hor görme, soylu olmayan komşusunun korularını, nadasa bırakılmış tarlalarını, çayırlarını küçümseme fırsatı veriyordu. Mösyö de Chessel, Kont’u çok iyi tanımıştı. Indre Irmağı’nın ayırdığı ve hanımların pencerelerinden birbirlerine işaret gönderebilecekleri kadar yakın olan Clochegourde ve Frapesle şatoları arasında gündelik bir münasebet, bir yakınlık yoktu.
Kont de Mortsauf’un yaşadığı kıskançlığın tek sebebi, daha önce bahsettiğim, Tourslulara özgü kıskançlık değildi. İlköğrenimi, tıpkı soylu aile çocukları gibi, sosyete görgüleriyle, saray âdetleriyle, kraliyetin büyük görevlerinin ya da seçkin mevkilerinin takviyesiyle tamamlanan, donanımsız ve yüzeysel bir eğitimdi. Mösyö de Mortsauf tam da ikinci öğrenimine başlayacağı zaman göç etmiş, bu eğitimden mahrum kalmıştı. Monarşinin, Fransa’da hızla yeniden kurulacağına inananlardandı; bu düşüncesinden dolayı da göç yılları avareliklerin en acıklısıyla geçmişti. En sadık askerlerden oluşan cesaretiyle göz dolduran Condé ordusu yenilgiye uğradığında, kısa süre sonra yeniden krallığın beyaz bayrak altında yer alacağı günleri bekledi hep, diğer göçmenler gibi hayatını kazanmaya çalışmadı. Kim bilir, belki de ekmeğini kazanmak için bayağı bulduğu işlerde çalışarak isminden vazgeçecek gücü kendinde bulamadı. Yarınlara dair sarsılmaz umudu ve gururu, onu yabancı devletlerin hizmetine girmesinden alıkoyuyordu. Çektiği acılar cesaretini aşındırmıştı. Daima hayal kırıklıklarıyla sonuçlanan ve yarı aç yarı tok hâliyle yaptığı uzun yürüyüşler sağlığını mahvetmiş, ruhunu ürkekleştirmişti. Yoksulluğu giderek katlanılamaz bir hâl alıyordu. Bazıları için sefalet kamçılayıcı bir güç olsa da diğerleri için uyuşturucu bir tesirde bulunurdu. Kont, uyuşanlar arasındaydı. Süründüğü Macaristan yollarında, Prens Esterhazy’nin çobanlarıyla bir koyun budunu paylaşan, bir beyefendi olarak efendisinden asla kabul etmeyeceği ekmeği bir yolcu sıfatıyla isteyen lakin Fransız düşmanı ellerden gelen bir lokma ekmeği de defalarca reddeden Touraineli bu beyefendiye hiçbir kin duymadım içimde; refaha erdiği zamanki komik durumunu gördüğüm zaman bile geçerliydi bu hissiyatım. Mösyö de Mortsauf’un ağarmış saçlarında çektiği acıları görüyordum ve göçlere, onları yargılamayacak kadar bir sempatiyle yaklaşıyordum. Fransızlara ve Tourslulara özgü neşesini yitirmişti Kont. Aksi bir insana dönüşmüş, hastalanmıştı ve daha sonra adını sanını bilmediğim bir Alman düşkünler yurdunda tedavi görmüştü. Bağırsak askısı iltihabından muzdaripti; yakaladığında insanı öldüren bu hastalığı atlatmak, kişilik değişmesine ve sıklıkla hastalık hastası olmasına neden olurdu. Ruhunun en ıssız köşelerinde sakladığı ve yalnız benim keşfettiğim sevdaları sırf o zamanki hayatını değil, geleceğini de mahveden aşağılık ilişkilerden ibaretti. On iki senelik sefaletten sonra, Napolyon’un Fransa’ya dönmesini mümkün kılan kararından sonra bakışlarını memleketine çevirdi. Güzel bir gecede Rhin’den geçerken Strasbourg Kilisesi’nin çan kulesini görünce bayılacak gibi olmuştu. “Nasıl ki çocuk canı yandığında ‘Anneciğim!’ diye bağırırsa ben de öyle ‘Fransa! Fransa! İşte memleketim!’ diye bağırdım.” diye anlattı bana o anlarını. Daha dünyaya gelmeden önce zengin olan bu adam, şimdi yoksulluk içinde yaşıyordu. Bir alayı kumanda etmek ya da devlet işlerini yönetmek üzere hazırlandığı hâlde şimdi otoritesiz kalmış, geleceği sönmüştü; sağlam ve gürbüz bir çocukken düşkünleşmiş ve yıpranmış bir hâlde sürdürüyordu şimdilerde yaşamını. İnsanların ve olayların hiçbir etki altında kalmadan geliştikleri bir ülkenin ortasında her şeyden bihaber, dahası bedensel ve manevi güçlerinden yoksun buluyordu kendisini. Yoksulluğu, adının ağırlığını daha fazla hissetmesine neden oluyordu. Sarsılmaz kanıları, Condé ordusundaki geçmişi, kederleri, hatıraları, kaybolan sağlığı, ona alaycı bir ülke olan Fransa’da pek de üstünde durulmayan bir alınganlık kazandırmıştı. Yarı ölü bir hâlde Maine’e geldi; orada belki de iç savaştan kaynaklanan bir tesadüf eseri olarak, devrimci hükûmet oldukça büyük bir çiftliği sattırmayı unutmuştu ve çiftçi kendisi de toprak sahibi olarak tanıtıyordu. Çiftliğin yanında Givry Şatosu’nda oturan Lenoncourt ailesi, Kont Mortsauf’un göçten döndüğü haberini alınca Lenoncourt Dükü, kendisine kalacak bir yer bulana kadar bir süre Givry’de kalmasını teklif etmişti. Lenoncourt ailesi, orada kaldığı süre boyunca kendine gelen ve bu süre boyunca kederini gizlemek için büyük çabalar sarf eden Kont’a karşı, soylu bir özen göstermişti. Lenoncourtlar büyük servetlerini kaybetmişlerdi. Adından dolayı, Mösyö de Morstauf uygun bir eş adayı sayılırdı. Matmazel de Lenoncourt, hasta ve yaşlı olan bu otuz beş yaşındaki adamla evlendirmelerine karşı çıkmak şöyle dursun, hâlinden memnun bile gözüküyordu. Evlenmeleri durumunda, Prens’ Blamont-Chauvry’nin kız kardeşi, Uxelles markizi olan ve manevi annesi gibi gördüğü teyzesiyle yaşama hakkını elde edecekti.
Bourbon Düşesi’nin yakın dostu olan Madam de Verneuil, Touraine doğumlu, “Meçhul Filozof” olarak adlandırılan, Mösyö Saint-Martin’in öncülüğündeki dindar bir topluluğun üyesiydi. Bu filozofun müritleri, mistik aydınlanmanın yüce kurallarının öğütlediği erdemleri hayatlarına uyguluyorlardı. İlahi âlemlerin anahtarını sunan bu felsefe, insanı yüce ideallere doğru yol aldığı değişimlere hazırlıyor, onu meşru bataklıklardan kurtarıyor, hayatın acılarını Quaker’ın[8 - İngiltere ve Amerika’da yayılmış bir din mezhebine mensup kimse. (ç.n.)] sarsılmaz katlanma gücüyle karşılıyor, annelik duygusuna özgü esinlerle göğe çıkardığımız meleğe acının hafiflemesini emrediyordu. Geleceği olan bir stoacılıktı bu. İçten dua ve saf aşk, Roma Katolik Kilisesi’nden, ilkel kilise Hristiyanlığına geçmek için ortaya çıkan bu inancın unsurlarıydı. Bununla birlikte Matmazel de Lenoncourt, teyzesinin de yolundan sapmadığı Apostolik Kilisesi’ne bağlı kaldı. Devrimin fırtınalarından ciddi bir şekilde etkilenen Uxelles Markizi, ömrünün son günlerinde kendini tamamıyla dinine vermiş, sevgili kızının ruhuna, Saint-Martin’in deyişiyle, semavi aşkın ışığını ve ruh sevincinin öz suyunu dökmüştü. Kontes ise, teyzesinin vefatının ardından, sık sık Clochegourde’a gelen bu barışçıl ve erdemli adamı pek çok kez misafir etmişti. Saint-Martin, Tours’daki Letourmy basımevinde yayına hazırlanan kitaplarını denetlemek için geliyordu Clochegourde’a. Hayatın dikenli yollarından geçmiş, yaşlı kadınların bilgeliğinden esinlenen Madam de Verneuil, başını sokacak bir evi olsun diye Clochegourde’u yeni evlenen yeğenine vermişti. Yaşlıların ince düşündüklerinde daha da kusursuzlaşan iyilikseverlikleriyle, Markiz daha önce oturduğu odanın bir üst katına taşınmakla yetinmişti. Beklenmedik ve ani gelen ölümü, yeni evlenmiş çiftin sevincini yas tülleriyle örtmüş, Clochegourde’da olduğu gibi, genç kadının batıl inançlarla kuşanan ruhunda da silinmez keder izleri bırakmıştı. Kontes’in Touraine’e yerleştiği ilk günler hayatının en mutlu günleri değilse de en kaygısız dönemi olmuştu.
Yurt dışında geçirdiği sıkıntılı zamanların ardından, önünde güzel bir gelecek görmenin sevincini yaşayan Mösyö de Mortsauf ruhunun yeniden iyileşeceğini hissetmiş gibiydi. Bu vadide çiçek açan bir umudun nefes kesen kokusunu çekmişti içine. Servetini düşünmek zorunda olduğunda, tarım işletmesinin çalışmaları için hazırlıklarını düşünmüş, yüreğinde biraz olsun ferahlama sevinci duymuştu ama Jacques’ın doğumu, o anı ve geleceği mahveden bir yıldırım gibi düşmüştü, bebeğin yaşayamayacağını söylemişti hekim. Kont, bu teşhisi özenle gizlemişti anneden; ardından kendisini de muayene etmesini istemişti doktordan ve Madeleine’in doğmasıyla birlikte doktoru haklı çıkaracak umut kırıcı yanıtlar aldı. Alın yazısının önüne geçilemeyeceğinin göstergesi olan bu iki olay, göçün hastalık eğilimlerini artırdı. İsmi sonsuza dek kaybolacak olan bu adamın yanı başında saf, kusursuz, henüz anneliğin keyfini çıkaramadan kaygılarla boğuşan bahtsız genç bir kadın vardı; geçmişinin üzerine yeni acıların baş verdiği bu toprak yüreğinin mezarı olmuş ve yıkılışını tamamlamıştı. Kontes, o ana bakarak geçmişi görmüş ve geleceği okumuştu. Her ne kadar bu dünyada kendini suçlayan bir insanı mutlu etmekten daha güç bir şey yoksa da Kontes, ancak meleklerin yapabileceği bu işi üstlenmişti. Tek bir gün içinde, bütün acılara tahammül edebilecek biri hâline gelivermişti. Dibinde gökyüzünü görebildiği uçuruma indikten sonra, bir rahibenin herkesi kucakladığı görevine tek bir adam için adamıştı kendini, Kont’u kendisiyle barıştırmak için, onun bile kendisini bağışlayamadığı kusurunu bağışlamıştı. Kont gitgide cimrileştiğinde, o da bu yaşamın dayattığı yoksulluklara katlanır olmuştu. Sosyete yaşamını ancak tiksintilerini görerek tanıyan kimseler gibi kocası da aldatılmaktan korkuyordu, Kontes ise eşinin bu güvensiz tavırlarına sesini çıkarmadan katlandı; Kont’a iyi hissettirebilmek için kadınsı kurnazlıklarını kullandı, o da böylece kendisine özgü fikirler taşıdığı kanısına varıyor, kendi evinde hiçbir yerde tadamayacağı üstünlüğün sefasını sürüyordu. Daha sonraları, evlilikleri ilerleyince Kontes, kötülüğün ve kıskançlığın hüküm sürdüğü bu yerde, Kont’un histerik ruh izlerini fark edip bunun evlatlarına zarar verebileceğini düşündüğünden Clochegourde’dan hiç çıkmamaya karar verdi. Böylece hiç kimse Mösyö de Mortsauf’un yetersizliğini fark edemezdi çünkü karısı, yıkımlarını sarmaşıktan kalın bir pelerinle örtmüştü. Kont’un, kolay hoşnut edilemeyen değişken mizacı, karısının varlığında, gizli yaralarının âdeta merhemlerin serinliğiyle yumuşadığını hissederek uzandığı nahif ve rahat bir dünya bulmuştu.
Bu hikâye, Mösyö de Chessel’in üstünü kapamaya çalıştığı bir kırgınlığın etkisiyle söylediği sözlerin en basit ifadesidir. Dünyaya bakış açısı, Clochegourde Şatosu’nda gömülü sırların birkaçını keşfetmesini sağlamıştı. Lakin Madam de Mortsauf, ulvi tavırlarıyla başkalarını kandırsa da aşkın o sezgi gücü yüksek duyularını aldatamadı. Küçük odamdayken gerçekliğin sezgisi beni yatağımdan sıçrattı, odasının pencerelerini görebildiğim hâlde, şu an burada, Frapesle’de olmaya katlanamadım; üstümü giyinip sessizce aşağı indim ve sarmal bir merdiveni olan kulenin kapısından geçerek şatodan çıktım. Gecenin soğukluğu kendime getirmişti beni. Moulin Rouge Köprüsü’nden Indre’i geçtim ve Azay tarafındaki son pencerede bir ışığın parladığı Clochegourde’un önündeki o mutlu kayığın yanına geldim. Eski ama dingin düşüncelerimle yeniden bir aradaydım, aşk geceleri şairinin sesi ve bülbülün tek notalı ezgisi birbirine karışıyordu. İçimde, o zamana dek parlak geleceğimi örten örtüleri kaldıran hayaletler gibi süzülen düşünceler uyanıyordu. Ruhum da duygularım da büyülenmişti. Derinden arzularım nasıl da ona kadar uzanıp gidiyordu! Kendime kaç kez, bir deli gibi, tekrarladım şu sözleri: “Benim olacak mı?” Evren daha önceleri de devasaydı benim için, ne var ki tek bir gecede kendisine bir merkez edinmişti. Emellerim ve ihtiraslarım ona bağlandı, kırık yüreğimi onarmak ve doldurmak için onun her şeyi olmayı diliyordum. Değirmen çarklarından dökülen suların, Saché çan kulesinin saat başı çalan çanlarının sesiyle, onun penceresinin altında geçen bu gece ne de güzeldi! Hayatımı aydınlatan yıldızlı goncanın parladığı gece boyunca, Cervantes’in ünlü eserinde okurken alay ettiğimiz o zavallı Kastilya şövalyesinin ve aşka doğru attığımız ilk adımların inancıyla ruhumu ona bağladım. Sabahın ilk ışıklarını, ilk kuş cıvıltısını fark edince Frapesle parkına kaçtım; köydekiler beni görmedi, kimseler anlamamıştı sıvıştığımı ve ben, kuledeki çanlar öğle vaktini haber verene dek uyudum. Yemekten sonra, sıcağa rağmen Indre’i ve adalarını, vadiyi ve tepeleri görmek için ipini koparmış bir at gibi hızla çayıra indim, kayığıma, söğütlerime, Clochegourde’uma yeniden kavuştum. Öğle vakti kırlarda olduğu gibi her yer sessiz ve ürperticiydi. Hareketsiz yapraklar göğün mavisinde bariz bir şekilde seçiliyordu; ışıkla beslenen kuduz böceği, yeşil yusufçuklar, kantaritler dişbudak ağaçlarına, sazlarına doğru uçuyordu; sürüler gölgelerde geviş getiriyordu, bağların kızıl toprağı sıcaktan kavruluyor, karayılanlar kayaların yamaçlarından kıvrılıyordu. Uyumadan önce öylesine zarif ve şirin olan bu manzara şimdi nasıl da değişmişti! Aniden kayıktan fırladım ve Kont’un dışarı çıktığını sandığım Clochegourde’un etrafından dönmek için yola koyuldum. Haklıydım, Kont çitin yanından yürüyor ve şüphesiz nehrin kıyısındaki Azay yoluna açılan bir kapıya doğru gidiyordu.
“Bu sabah nasılsınız Sayın Kont?”
Kendisine böyle seslenildiğini sık sık duymuyormuş gibi mutlu bir ifadeyle baktı bana.
“İyiyim.” dedi. “Görüyorum da kırları bu sıcakta gezecek kadar seviyorsunuz!”
“Ne de olsa beni buraya hava almam için gönderdiler, öyle değil mi?”
“Eh, madem öyle benimle gelip çavdarın nasıl biçildiğini görmek ister misiniz?”
“Memnuniyetle.” dedim. “Fakat itiraf etmeliyim ki ben ne çavdarı buğdaydan, ne kavağı titrek kavaktan ayırt edebilirim; ekim ya da toprağı işlemenin farklı işlemlerini hiç bilmem.”
“İyi ya işte, gelin.” dedi neşeli bir hareketle arkasını dönerken. “Yukarıdaki küçük kapıdan girin.”
O, çitin içinde ben dışında, öylece yürümeye başladık.
“Mösyö de Chessel yanında hiçbir şey öğrenemezdiniz.” dedi. “Kendisi, kâhyasının hesaplarını denetlemekten başka hiçbir işle uğraşmayacak kadar soylu bir beyefendidir.”
Avlularını ve binalarını, hobi bahçelerini, meyveliklerini ve bostanlarını gösterdi bana. En sonunda ise beni nehrin kenarında akasyalar ve Japon ağaçlarıyla dolu uzun bir yola götürdü; orada, yolun diğer tarafında çocuklarıyla ilgilenen Madam de Mortsauf’un bir bankın üzerinde oturduğunu gördüm. Ne güzel görünürdü bir kadın o titreyen yaprakların altında! Belki de gösterdiğim bu safça acelemden dolayı şaşırmıştı ama yanına gideceğimizi bildiği için hiç istifini bozmadı. Kont, oradan geçerken daha önce geçtiğimiz yüksekliklerden tamamıyla ayrı bir manzara sunan vadiyi izletti. Orada İsviçre’nin minik bir köşesinde hissedebilirdiniz kendinizi. Indre’e karışan derelerin aktığı çayır, tüm enginliğiyle uzanıyor ve ilerideki buğular arasında gözden kayboluyordu. Montbazon tarafında göz alabildiğine yeşil bir alan uzanıyordu ve diğer taraftaki yollar tepelerle, ağaçlarla, kayalıklarla çevreleniyordu. Madam de Mortsauf’u selamlamak için ona doğru yaklaştığımız sırada Madeleine’e okuttuğu kitabı birden yere bıraktı ve sarsılarak öksüren Jacques’ı dizlerinin arasına aldı.
“Ne oldu? Neyi var?” diye sordu Kont beti benzi atmış bir şekilde.
“Boğazı ağrıyor.” diye yanıtladı beni görmemiş gibi davranan anne. “Yakında geçer.”
Çocuğun hem kafasını tutuyor hem sırtını sıvazlıyordu, bu zavallı güçsüz yaratığa hayat veren iki ışıltı yayılıyordu gözlerinden.
“İnanılır gibi değil bu tedbirsizliğiniz!” dedi Kont sert bir ifade ile. “Çocuğu nehrin soğukluğuna maruz bırakıyor, yetmezmiş gibi bir de taştan bir banka oturtuyorsunuz.”
“Ama babacığım bank ateş gibi!” diye haykırdı Madeleine.
“Yukarıda sıcaktan bunalmışlardı.” dedi Kontes.
“Kadınlar her zaman haklı çıkmak ister!” dedi Kont bana bakarak.
Bakışlarımla onu onaylamak ya da kınamaktan kaçınmak adına boğazının ağrıdığından şikâyet eden ve annesinin götürmek üzere hazırlandığı Jacques’ı izliyordum. Yanımızdan ayrılmadan önce kocasının şu sözlerini de işitti:
“Dünyaya böyle sağlıksız çocuklar getiren kimse, onlara bakmasını da bilmeli!”
Her bir kelimesinden haksızlık akıyordu bu cümlenin ama Kont’un haysiyeti, suçu karısına yükleyerek kendisini haklı çıkarmaya itiyordu. Kontes yokuşlardan, merdivenlerden uçar gibi çıktı. Camlı kapıdan içeri girdiğinde gözden kaybolduğunu gördüm. Banka oturan Mösyö de Mortsauf başını öne eğmişti, ne benimle konuşuyor ne bana bakıyordu. Aklımda güzel hatıralar bırakacağını düşündüğüm bu yürüyüşe veda etmem gerekiyordu. Hayatımda bundan daha korkunç bir çeyrek saat geçirdiğimi anımsamıyorum. Kendi kendime “Gitsem mi, kalsam mı?” diye sorarken boncuk boncuk terliyordum. Jacques’ın nasıl olduğunu sormayı unutacak kadar kim bilir ne kederli düşüncelere dalmıştı. Birden ayağa kalktı ve bana doğru yaklaştı. Arkamıza dönüp şirin vadiye bakmaya koyulduk.
“Gezintimizi başka bir güne bırakalım, Sayın Kont.” dedim tatlılıkla.
“Çıkalım!” diye yanıtladı. “Bu çocuğu yaşatmak için kendi canımı vermeye hazır olan ben, ne yazık ki böyle sahnelere alıştım.”
“Jacques daha iyi, şimdi uyuyor dostum.” dedi altından bir ses. Madam de Mortsauf ne bir hınç ne bir öfke duygusunu barındırıyordu yanımıza geldi ve az önceki selamıma karşılık verdi. “Clochegourde’u sevdiğinizi görmek ne mutluluk.” dedi bana.
“Sevgilim, atıma atlayıp Mösyö Deslandes’ı çağırmamı ister misiniz?” dedi Kont, kendini bağışlatma arzusunu belli ederek.
“Hiç merak etmeyin, Jacques dün gece hiç uyumadı. Hepsi bu. Sinirleri çok hassas, kötü bir rüya görmüş. Onu uyutabilmek için sabaha kadar masal anlatıp durdum. Öksürüğü tamamen sinirsel, bir pastille yatıştırdım onu ve ardından uykuya daldı.”
“Zavallı kadın!” dedi Kont, karısının ellerini ellerinin arasına alıp ona buğulu gözlerle bakarak. “Hiçbirini bilmiyordum.”
“Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler için neden endişeleniyorsunuz? Gidip çavdarlarınızla ilgilenin. Biliyorsunuz, siz orada olmadığınızda ortakçılar ekin demetleri kaldırılmadan başka kadın, başak toplayıcıların tarlaya girmesine müsaade ediyor.”
“İlk tarım dersimi alacağım Madam!” dedim.
“Güvenilir ellerdesiniz.” dedi, ağzı kulaklarına varan Kont’u göstererek.
O geceyi, büyük sıkıntılar içinde geçirdiğini ve oğlunun kuşpalazına yakalanmasından korktuğunu ancak iki ay sonra öğrendim. Bense aynı gece o kayığın içinde aşk düşüncelerine dalmış hafifçe sallanırken mum ışığının aydınlattığı o ölümcül belirtilerle kırışmış olan alnını penceresinden izlediğimi fark edeceğini düşünüyordum. Hakikaten de o zamanlar Tours’da kuşpalazı salgını korkunç bir hâl almıştı. Kapıya geldiğimizde Kont bana dokunaklı bir şekilde “Madam de Mortsauf bir melektir!” dedi. Bu sözler iyice sarsmıştı beni. Henüz çok derinlemesine tanımıyordum bu aileyi ve böyle bir durumda genç bir ruhun kapılacağı son derece doğal olan vicdanım bana “Bu derin huzuru hangi hakla bozacaksın?” diye bağırdı.
Kolayca ikna edebileceği genç bir dinleyiciye rastlamaktan son derece mutlu olan Kont, bana Bourbonların dönüşünün Fransa’yı hazırladığı gelecekten bahsetti.
Dallanıp budaklanan sohbetimiz esnasında beni tuhaf bir şekilde şaşırtan çocukça fikirler ileri sürdü. Bilimsel kesinliğe ulaşmış olgulardan habersizdi; bilgili kişilerden korkuyordu; üstünlüklerini inkâr ediyor; belki de haklı olarak gelişmelerle alay ediyordu. Sonunda, içinde onu incitmemek için pek çok önlem almayı gerektiren çok sayıda sıkıntısı olduğunu fark ettim, durmaksızın süren bu sohbet, zihinsel bir uğraş hâline geliyordu benim için. Tabiri caizse ondaki eksiklikleri hissettiğimde, Kontes’in onları okşarkenki uysallığıyla karşılıyordum. Hayatımın başka bir dönemi olsa muhakkak kırardım onu lakin hiçbir şey bilmediğine inanan ürkek bir çocuk olduğumdan ve yetişkinlerin her şeyi bildiğini sandığımdan, bu hastalıklı çiftinin Clochegourde’da yarattığı harikalar karşısında ağzım açık kalıyordu. Planlarını hayranlıkla dinliyordum. Nihayet, gayriihtiyari dalkavukluklarım bu ihtiyar beyefendinin sevgisini kazanmamı sağlamıştı, bu harika araziye, onun konumuna, Frapesle’den daha üstün bulduğum bu yeryüzü cennetine imreniyordum.
“Frapesle hantal bir gümüş takımıysa Clochegourde içinde kıymetli taşlar bulunan bir mücevher kutusudur!”
Bu cümleyi daha sonraları benim adımı da anarak sık sık tekrarladı.
“Pekâlâ öyledir! Lakin biz gelmeden önce acınası bir hâldeydi.” diye karşılık verdi.
Bana ekin tarlalarından, fundalıklarından bahsettiğinde iyice kulak kesiliyordum. Kır hayatında nelerin yapıldığı konusunda acemi olduğumdan onu ürünlerin fiyatıyla, toprağı işleme yöntemleriyle ilgili sorularıma boğuyordum, o ise bildiği tüm ayrıntıları bana öğretmekten mutlu görünüyordu.
“Okulda ne öğretiyorlar size?” diye soruyordu bana şaşkınlıkla.
Daha o ilk gün, Kont şatoya geri döndüğümüzde karısına “Mösyö Félix çok sevimli bir delikanlı!” dedi. Akşam, anneme Frapesle’de kalacağımı yazıp bu nedenle bana giysi ve çamaşır göndermesini istedim. O dönemde olup biten büyük toplumsal değişimden habersiz olduğum ve sonraları bunun, yazgımı nasıl etkileyeceğini fark edemediğim için Paris’e dönüp hukuk eğitimimi tamamlayacağımı umut ediyordum; dersler kasımın ilk haftasında başladığı için daha önümde iki buçuk ay vardı.
Frapesle’deki ilk günlerimde Kont’la içten bir ilişki kurmayı denedim ve bu, üzerimde acımasız izler bıraktı. Sebepsiz fevriliği, ümitsiz bir durum karşısındaki aceleciliği beni dehşete düşürdü. Zor şartlar altında politikanın ortasına güneş gibi doğan Condé ordusunun çok değerli bir beyefendisi oluyor, dürüstlüğün ve cesaretin yarattığı tesadüfler sayesinde soylu bir beyefendi gibi yaşamaya, bir d’Elbée, bir Bonchamp, bir Charette[9 - Dönemin kraliyetçi askerî liderleridir. (ç.n.)] olmaya mahkûm ettiği o iradelerin ışığını saçıyordu. Bazı varsayımlar karşısında burnu büzüşüyor, alnı parlıyor ve gözlerinde yıldırım beliriyordu bir anlığına. Bazen Mösyö de Mortsauf aklımdan geçenleri anlayıp hiç düşünmeden beni öldüreceğinden korkuyordum. O zamanlarda oldukça yumuşak başlıydım. İnsanları tuhaf bir şekilde değiştiren irade, içimde yeni yeni baş göstermeye başlamıştı. Aşırıya kaçan arzularım, korkunun yarattığı titremelere benzer o hızlı sarsılmalara neden oluyordu. Mücadele değildi beni dehşete düşüren; karşılıklı aşkın mutluluğunu tatmadan ölmek istemiyordum yalnızca. Karşılaştığım zorluklar ve içimdeki arzular iki paralel çizgi hâlinde ilerliyordu. Duygularımdan nasıl bahsetmeli?.. Yürek burkan tereddütlerle boğuşuyordum. Bir tesadüf bekliyor, gözlemliyor, kendimi iyiden iyiye sevdirdiğim çocuklarla yakınlaşıyor, evdeki nesnelerle özdeşleşmeye çalışıyordum. Kont, zamanla yanımda daha rahat olmaya başladı. Bu nedenle onun ani mizaç değişikliklerine, sebepsiz derin kederlerine, acı ve yıkıcı yakınmalarına, kindar soğukluğuna, bastırdığı çılgınca hareketlerine, çocuksu inlemelerine, umutsuzluğa kapılmış bir insanın haykırışlarına, beklenmedik öfkelerine tanık oldum. Manevi evrende hiçbir şey mutlak değildir, bu özelliğiyle de maddi evrenden ayrılır. Etkilerin yoğunluğu, kişiliklerin ya da etrafında toplandığımız bir olguyla ilgili düşüncelerin gücüyle ilintilidir. Hayatımın geleceği, Clochegourde’daki tutumum bu tuhaf iradeye bağlıydı. Şatoya her girdiğimde kendi kendime “Acaba beni nasıl karşılayacak?” diye sorduğumda, o sıralarda ferahlaması kadar kararması da kolay olan ruhumu hangi kaygıların sıkıştırdığını size anlatamam. Kar beyazı alnında birden toplanan fırtına bulutlarını gördüğümde yüreğim nasıl bir endişe deryasında boğulurdu! Sürekli tetikteydim. Böylece bu adamın hâkimiyeti altına girmiştim. Izdıraplarım, Madam de Mortsauf’un neler çektiğini anlamamı sağlıyordu. Birbirimize anlam dolu bakışlar atmaya başlamıştık, bazen benim gözlerimden yaşlar akarken o kendilerinkini tutuyordu. Kontes ve ben, acı ile sınadık birbirimizi. Gerçek acılar, sessiz sevinçler, kâh suya düşen kâh yüzeye çıkan umutlarla dolu o ilk kırk günlük süre zarfında ne çok şey keşfettim! Güneşin tepelerini şehvetle kızıllaştırdığı vadiyi bir yatak gibi gözler önüne sererek battığı, doğanın bütün canlılarını aşka davet eden o sonsuz ilahiler ilahisinin duyulmamasını imkânsız kıldığı bir akşam, onu huşu içinde düşüncelere dalmışken buldum. Genç kız, uçup giden hülyalara mı kaptırıyordu kendisini yeniden? Kadın gizli bir mukayesenin acısını mı çekiyordu? Hâlinde, ilk itiraflara elverişli bir kendini bırakmışlığı sezer gibi oldum: “Zor geçiyor bu günler!” dedim ona.
“Ruhumu okudunuz.” dedi bana. “Ama nasıl?”
“Birçok açıdan birbirimize benziyoruz.” diye yanıtladım. “Keder ve tutku konusunda ayrıcalıkları olan, duyarlılıkları büyük iç sarsıntılarının tümüyle titreşen ve gergin mizaçları nesnelerin özüyle sürekli uyum içinde yaşayan o ender varlıklar grubuna ait değil miyiz? Onları her şeyin uyumsuzluk içinde olduğu bir çevreye koyduğunuzda korkunç acılar çektiklerini göreceksiniz. Tıpkı hoşlarına giden düşüncelere, duyumlara ya da varlıklara rastladıklarında; tutkularının coşku doruklarına doğru yükseldiği gibi. Ancak felaketlerin, sadece aynı hastalıktan muzdarip ve birbirlerine tıpkı birer kardeş gibi benzeyen kavrayışlarla karşılaşan ruhların bildiği üçüncü bir durum da vardır bizler için geçerli olan. Ne iyiden ne kötüden etkileniriz bazen. O zaman içimizdeki koca boşlukta çalmaya başlar hisli bir org, sebepsiz yere duygulanır, gelişigüzel ezgiler çıkarır, sessizlikte yitip giden vurgular savurur. Öyle ki hiçliğin faydasızlığına başkaldıran bir ruhun içine düştüğü tüyler ürpertici bir çelişkidir bu. Nerede olduğu bilinmeyen bir yaranın kanaması gibi, gücümüzün tamamen tükendiği yorucu oyunlar. Seller gibi akıp giden duyarlılık, kulakları duymayan bir papaza günah çıkarmanın verdiği anlatılmaz melankolik izler… Böyle değil mi bizim ortak acılarımız?”
Ürperdi, gün batımını izlemeye devam ederken karşılık verdi: “Bu genç yaşınızda nasıl bilebiliyorsunuz tüm bunları? Yoksa bir zamanlar kadın mıydınız?”
“Ah!” dedim heyecanımı gizleyemediğim bir sesle. “Uzun bir hastalık gibi geçmiştir benim çocukluğum.”
“Madeleine öksürüyor!” dedi aceleyle yanımdan kalkarken.
Kontes sürekli olarak evine girip çıkmamdan iki nedenden dolayı rahatsız olmadı. Öncelikle, çocuklar gibi saftı, düşünceleri bu saflıktan hiç şaşmıyordu. Dahası, Kont’un eğlencesi hâline gelmiş, bu pençesiz ve yelesiz aslana yem olmuştum. Sonraları, şatoya gelmek için hepimize makul gelen bir neden bulmuştum. Tavla oynamayı bilmiyordum, Mösyö de Mortsauf öğretmeyi teklif edince hemen kabul ettim. Bunu kararlaştırınca Kontes bana “Kendinizi çok büyük bir tehlikenin kucağına atıyorsunuz.” dercesine merhamet dolu bir ifadeyle baktı. İlk başta hiçbir şey anlamasam da üçüncü gün nasıl bir yükümlülük altına girdiğimi fark ettim. Çocukluğumun meyvesi olan ve hiçbir şeyin yıldıramadığı sabrım, bu sınanma sürecinde olgunlaştı. Bana öğrettiği bir kuralı göz önünde bulundurmadığımda Kont, kendini insafsız alaylara kaptırmanın mutluluğunu yaşıyor; hamle yapmak için düşündüğümde ağır bir oyunun ne kadar can sıkıcı olduğundan yakınıyor; hızlı oynadığımda aceleciliğime kızıyor; hata yaptığımda ise bunun kurbanı olduğumu söylüyordu. Bu, size yalnızca haylaz bir çocuğun boyunduruğu altındaki Epiktetos’la kıyaslayarak içinde bulunduğum durumu açıklayabileceğim, bir tiran zorbalığı, baskıcı bir despotluktu. Parasına oynadığımız zaman, kendisini küçük düşüren, bayağı sevinçler duyuyordu. Karısının tek bir sözü beni hemen teselli ediyor, onun da derhâl nezaket ve görgü kurallarına göre hareket etmesini sağlıyordu. Kısa bir zaman sonra umulmadık bir işkencenin alevleriyle yanmaya başladım. Bu arada paramın son kuruşunu da harcamıştım. Ben şatodan ayrılana dek Kont, karısıyla aramda kalsa da bazı geceler çok geç vakte kaldığımda, öyle bir an olur da onun yüreğine nüfuz edebilirim, umudunu taşıyordum. Lakin bu beklenen anı bir avcının hüzünlü sabrıyla yakalamak için ruhumu yaralayan, paramı alıp götüren bu alaylarla kuşatılmış partilere devam etmek gerekmiyor muydu? Güneşin çayırda yaptığı gölge oyunlarını, gökyüzündeki kurşuni bulutları, buğulu tepeleri ya da ay ışığının nehrin mücevherlerinde titremesini kaç kere izlemiştik. Yalnızca şu sözleri ederdik birbirimize:
“Gece ne kadar güzel!”
“Gece kadın gibidir, Madam.”
“Şu dinginliğe bakın!”
“Evet, burada bütünüyle mutsuz olmak mümkün değil.”
Bu yanıtım üzerine gergefine dönerdi. Onda, yerini arayan bir bağlılığın kıpırtılarını sezmeye başladım daha sonraları. Param kalmadığına göre tavla partilerine elveda demem gerekiyordu. Anneme para göndermesi için mektup yazdım, bunun üzerine beni azarladı ve yalnızca bir hafta idare edecek bir para gönderdi. Başka kimden isteyebilirdim? Söz konusu olan, benim hayatımdı! Böylece ilk büyük mutluluğumun bağrında, yakamı bırakmayan kederle yine karşı karşıya kalmıştım ama Paris’te, lisede yatılı okurken endişe yaratan yoksulluğumun acısını bir kenara bırakabilmiş, mutsuzluğumu pasifleştirmiştim etkisizleştirmiştim. Fakat Frapesle’de bu duygumun canlanmasıyla birlikte hırsızlık arzusunu, hayallerdeki suçları, ruhu kaplayan ve öz saygımızı yitirmemek için bastırmamız gereken o hoyrat öfkeleri tanıdım. Derin acımasız düşüncelerin, annemin cimriliğinin sebep olduğu bunalımların anısı, bana âdeta derinliğini görmek için uçurumun dibine gelip de aşağıya düşmeyenlerin gençlere gösterdiği erdemli hoşgörüyü kazandırdı. Soğuk terlerle beslenen dürüstlüğüm, hayatın aralandığı ve aktığı yatakta çakıllı kumların göründüğü anlarda güçlense de insanın adalet kılıcı bir insanın boynunu vurmak için her çekildiğinde, kendi kendime “Ceza yasalarını mutsuzluk nedir bilmeyenler çıkarmış.” derdim. Hayatımdaki her şeyin son raddesine geldiği bir noktada, Mösyö de Chessel’in kitaplığında tavla ile ilgili kaleme alınmış bir kitaba rastladım, iyice inceledim. Ev sahibim bana birkaç ders vermek istedi, bir önceki öğretmenime kıyasla daha yumuşak başlı biri olduğundan ilerleme kaydettim, ezberlediğim kuralları ve hamleleri uyguladım. Birkaç gün içinde boynuz kulağı geçmişti artık. Kazandığımda mizacı çirkinleşiyor, gözleri bir kaplanınki gibi ateşler saçıyor, yüzü buruşuyor, kaşlarını daha önce hiç görmediğim şekillerde indirip kaldırıyordu. Şımarık bir çocuk gibi yakınmaya başlıyordu. Bazen zarları fırlatıyor, öfkeye kapılıp tepiniyor, zar hokkasını ısırıyor, ağzına geleni sayıyordu bana. Bu hiddetli tepkiler bir süre sonra duruldu. Oyundaki üstünlüğü ele geçirdiğimde, mücadeleyi istediğim gibi yönlendirmeye başladım; berabere bitelim diye uğraşıyordum. Oyunun ilk yarısında kazanmasına müsaade ediyor, daha sonra da dengeyi kuruyordum. Öğrencisinin elde ettiği hızlı üstünlük, Kont’u dünyanın sonunun gelmesinden daha çok şaşırtıyordu. Ne var ki bunu asla dillendirmedi. Tavla partilerimizin değişmez sonucu zihninde yeni düşüncülerin şekillenmesine yol açtı.
“Kuşkusuz…” diyordu. “Zavallı başım ağrıyor. Kafam karıştığından oyunun sonuna doğru hep siz kazanıyorsunuz!”
Tavla oynamasını bilen Kontes, daha ilk oyundan benim taktiğimi anlamış ve davranışımda gösterdiğim yoğun şefkati sezmişti. Anlattığım bu ayrıntılar yalnızca tavlanın korkunç zorluklarını bilenlerin kavrayabileceği türdendi. Bu küçücük ayrıntıda neler saklı değildi ki! Ama aşk, tıpkı Bossuet’nin tanrısı gibi, yoksuldan gelen bir bardak suyu, ölen meçhul askerin gösterdiği çabayı en ihtişamlı zaferlerden daha üstün tutar. Kontes, çocuklarına baktığı gibi bana bakıp körpe yüreğimi titreten sessiz teşekkürlerinden birini gönderdi. O mutlu akşamdan sonra benimle konuşurken hep yüzüme baktı. O gün şatodan ayrılırken nasıl hissettiğimi anlatamam. Ruhum bedenimi soğurmuştu, ağırlığımı hissetmiyordum, sanki yürümüyor uçuyordum. Tıpkı “Elveda Mösyö!” deyişinin, ruhumda Paskalya ilahisinin yankılanmasına neden olması gibi, benliğimi aydınlatan o bakışını hissediyordum. Yeni bir hayata doğuyordum. Onun için bir anlam ifade ediyordum artık! Lal rengi çarşaflarda uyudum o gün. Kapalı gözlerimin önünden geçen ve birbirini takip eden alevler, yanmış kâğıdın üzerinde uçuşan sevimli ateş böceklerini andırıyordu. Rüyalarımda, nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde sesi dokunulur oluyordu, ışık ve güzel bir kokuyla beni saran havada ruhumu okşayan bir ezgi hâlini alıyordu. Ertesi gün bana olan hislerini anladım beni karşılamasından, sesindeki gizemleri kavramaya başladım o andan itibaren. O gün hayatımda unutulması imkânsız, en anlamlı günlerden biriydi. Akşam yemeğinden sonra tepelerde dolaştık, taşlık, kuru, bereketsiz bir toprakta hiçbir bitkinin yetişemeyeceği bir araziye gittik buna rağmen birkaç meşe ağacı, çobanpüskülü ve akdikenlerle kaplı çalılıklar vardı; ot yerine, kızıl güneşin ışınlarıyla allanan, üzerinde ayakların kaydığı kenarları tırtıklı yosundan bir halı uzanıyordu. Destek olmak için Madeleine’in elinden tutuyordum, Madam de Mortsauf ise Jacques’ın koluna girmişti. Önümüzden yürüyen Kont, arkasını dönüp bastonunu yere vurduktan sonra korkutucu bir ses tonuyla: “İşte benim hayatım! Ah! Tabii ki sizi tanımadan önceki hayatım.” diye de ekledi sonradan karısına bakıp af dilercesine. Kontes’in yüzünü düşüren gecikmiş bir aftı bu. Böyle bir darbeyle hangi kadın bocalamaz?
“Ne harika kokular ve ne güzel ışık oyunları saklı burada böyle!” diye atıldım hemen. “Bu fundalığın benim olmasını isterdim, kim bilir belki de burayı kazar hazineler bulurdum ama benim için en büyük zenginlik, sizin komşuluğunuzdur. Hem göze böylesi bir şölen yaşatan, ruhun dişbudaklar ve kızılağaçlarla arındığı bu yılankavi nehrin süslediği manzaranın yanında parayı kim önemser? Zevkler ne kadar eşsiz görüyorsunuz, değil mi? Size göre burası ekime uygun olmayan bereketsiz bir arazi, bana göre ise bir cennet.”
Bakışıyla teşekkür etti bana Madam de Mortsauf.
“Şairane sözler bunlar!” dedi Kont yüzünü buruştururken. “Burası sizin adınızı taşıyan birine ait olabilecek bir yer değil.” Kendi sözünü yarıda kesip: “Azay’ın çanlarını duyuyor musunuz? Ben gayet iyi duyabiliyorum.” diye devam etti.
Madam de Mortsauf ürkek bakışlarla bana baktı, Madeleine ise elimi sıktı.
“Dönünce bir tavla partisi vermek ister misiniz?” dedim Kont’a. “Zarların tıkırtısı, çanların gürültüsünü işitmenize engel olacaktır.”
Havadan sudan konuşarak Clochegourde’a döndük. Kont ağrılarından üstünkörü bahsediyordu. Salona geldiğimizde, tasvir edilemez bir kararsızlık sardı ikimizi. Koltuğa gömülen Kont dalıp gitmişti, hastalığının belirtilerini iyi bilen ve nöbetlerinin yaklaştığını sezen karısı onun dikkatini dağıtmamaya özen gösteriyordu. Onun gibi, ben de tek bir kelime etmedim. Gitmemi rica etmemesi, tavla partisinin Kont’u neşelendireceğini ve canından bezdiği o nüksetmelerin lanetli sinirsel gerginlikleri dağıtacağını sanmasından kaynaklanıyordu belki de. Hiçbir şey, o zamana dek büyük bir şevkle oynadığı tavla partisine başlatmak kadar güç olamazdı. Nazlı bir sevgili gibi, oynamak istiyor gibi görünmemek için ona yalvarılmasını, diretilmesini istiyordu. Keyif aldığım bir sohbette kendimi kaybedip abartılı ricalarımı unutacak olsam hemen suratını asar, sert ve kırıcı sözler söyleyerek söylediğim her şeye karşı çıkardı. Keyifsiz olduğunu fark edip ona tavla oynamayı teklif ettiğimde ise önce nazlanır daha sonra “Saat de iyice geç olmuş, hem aklımda yoktu tavla oynamak.” diyordu. Öyle ki en sonunda gerçek arzularını dillendirmeyen o kadınlar gibi yapmacık davranışlar sergiliyordu. Karşısında gururumu ayaklar altına alıyor, ara verdikçe becerilerimi kaybedeceğimden benimle oynaması için yalvarıyordum ona. Bu kez, onu oynamaya ikna etmek için delice bir neşeye ihtiyaç duydum. Taktiklerini düşünmesini engelleyecek baş dönmelerinden şikâyet ediyor, başını âdeta mengeneye sıkıştırdığını söylüyor, kulakları çınlıyor, nefesi daralıyor ve derin derin iç çekiyordu. Nihayet tavla oynamaya ikna edebildim onu. Madam de Mortsauf çocukları yatırmak ve evdekilere akşam duası ettirmek üzere yanımızdan ayrıldı. Yokluğunda her şey yolunda gitti, Mösyö de Mortsauf’un kazanması için elimden geleni yapıyordum ve mutluluğu birden yüzüne yansıdı. Kendi hakkında uğursuz tahminlerde bulunduğu bir hüzünden birdenbire sarhoş bir adamı saran neşeye geçişi; neredeyse sebepsiz, aniden beliren gülüşü beni kaygılandırmıştı, donup kalmıştım karşısında. Bu kadar açığa vurduğu taşkınlık hâlini ilk kez görüyordum; demek ki yakın ahbaplığımız meyvelerini veriyor, benim yanımda kendini sıkmıyordu. Geçen her gün, beni hâkimiyeti altına almaya, mizacına yeni bir anlam yüklemeye çalışıyordu çünkü ruh hastaları hevesleri, içgüdüleri olan ve topraklarını genişletmeyi hedefleyen bir mülk sahibi gibi egemen olduğu alanları büyütmek isteyen yaratıklara benzerdir. Kontes aşağı indi, gergefinin daha iyi ışık alması için tavla masasına yakın bir yere ilişti fakat pek de gizleyemediği bir kaygı içinde başladı işini yapmaya. Mecburen yaptığım bir hamle, Kont’un yüzünün sararmasına, tüm neşesini yitirmesine ve gözlerinin dönmesine neden oldu. Ardından, tahmin edemeyeceğim ve önüne geçemeyeceğim bir aksilik daha yaşandı ve Mösyö de Mortsauf oyunu kazanamamasına neden olan o berbat zarı attı. Birden ayağa kalktı, masayı üstüme, lambayı ise yere fırlattı; konsola bir yumruk indirdi, yürümekle zerre kadar ilgisi olmayan bir hâlde salonda tepinmeye başladı. Gümbür gümbür akan bir şelaleyi anımsatan ağzından hakaretler, lanetler, küfürler, tutarsız sözcükler çıkıyordu. Sanki Orta Çağ zamanına ait bir büyüyle kendinden geçiyordu. O an ne hâlde olduğumu düşünün!
“Bahçeye gidin.” dedi Kontes elimi sıkarak.
Kont yokluğumu fark etmeden yanından ayrılmıştım. Ağır adımlarla ulaştığım taraçadan, yemek odasının yanındaki odadan Kont’un bağırmalarını ve inlemelerini işittim. Tüm bu fırtınanın ortasında, yağmurun dineceği anda bülbülün ötüşü gibi yükselen o meleğin sesini de duyuyordum. Sona yaklaşan ağustosun, bu en güzel gecesinde, akasyaların altında geziniyor, Kontes’in yanıma gelmesini bekliyordum. Elimi sıkarak yanıma geleceğinin sözünü vermişti. Birkaç günden beri, tıka basa dolu ruhlarımızdaki kaynağı tek bir kelimeyle taşıracak bir konuşma isteği beliriyordu ikimizin arasında. Bu mükemmel uyumu hangi utanç geciktiriyordu? Belki o da benim gibi, âşığına görünmeden önce genç kızları sarsan o utangaçlığa boyun eğerek, içini dökmekte tereddüt ettiği, taşmaya hazır yaşamını zapt ettiği o anlarda kendini gösteren; korkunun hissettirdiklerine benzeyen, duyarlılığı etkisiz hâle getiren o çırpıntıları seviyordu. İçimizde biriken düşünceler yüzünden zorunlu hâle gelen bu ilk açılmayı gözümüzde çok büyütmüştük. Bir saat geçti. Adımların yankılanması, gecenin dingin havasını canlandıran uçuşan elbisesinin hışırtısına karıştığında tuğladan bir korkuluğun üzerinde oturmuş, bekliyordum. Yüreğe sığmayacak duygulardır bunlar.
“Mösyö de Mortsauf şimdi uyudu. Ne zaman böyle olsa birkaç baş haşhaş kaynatıp bir fincan su içiririm, nadiren kriz geçirdiğinden bu ilacın etkisi her zaman çok güçlü oluyor. Mösyö.” dedi bana en ikna edici tonda sesini değiştirerek. “Talihsiz bir rastlantı şimdiye dek özenle sakladığımız sırrımızı gözler önüne serdi, bu akşam yaşananların hatırasını kalbinize gömeceğinize söz verin. Size yalvarıyorum, benim için yapın bunu. Yemin etmenizi beklemiyorum, şerefli bir insanın söyleyeceği tek bir ‘evet’, benim için yeterli olacaktır.”
“Bu ‘evet’i dile getirmem gerekiyor öyle mi? Demek ki hiç tanımamışız birbirimizi!” diye yanıtladım.
“Göç yıllarında çektiği büyük acıların üstünde bıraktığı izlere bakıp Mösyö de Mortsauf hakkında yanlış bir fikre kapılmayın. Yarın, tüm söylediklerini unutmuş olacaktır, mükemmel ve sevgi dolu hâliyle göreceksiniz onu.”
“Kont’u aklamaya çalışmayın Madam.” diye cevap verdim. “Ne dilerseniz yapacağım. Mösyö de Mortsauf’u bu illetten kurtarabilsem ve sizi mutlu bir hayata kavuşturabilsem kendimi hemen Indre Nehri’nin sularına bırakırdım. Değiştiremeyeceğim tek şey varsa o da düşüncelerimdir çünkü hiçbir şey aklımda onlar kadar etkili bir şekilde yer etmedi. Size hayatımı verebilirim fakat aklım için aynı şey geçerli değil. Onu dinlemeyebilirim fakat konuşmasının önüne geçebilir miyim? Kanımca Mösyö de Mortsauf…”
“Sizi anlıyorum.” dedi beklenmedik sert bir tavırla. “Haklısınız. Kont genç bir sevgili gibi fevridir.” Özellikle bu kelimeyi seçmişti ki akla gelebilecek delilik imasını da yumuşatsın. “Ama bu krizler çok seyrek yaşanır, yılda en fazla bir kere, aşırı sıcaklar yaklaştığında. Ne büyük acılara gebe kaldı şu göç seneleri! Ne güzel hayatları mahvetti! Yoksa yüce bir asker, ülkesinin onuru olacaktı o, inanıyorum.”
“Biliyorum bunu.” dedim ben de onun sözünü bölerek ve bana karşı onu aklama çabalarının nafile olduğunu belli ederek.
Durdu, elini alnına koydu, “Kim sizi bu şekilde evimizin içine dâhil etti?” dedi kendi kendine. “Tanrı bana destek olacak bir yardım eli, bir dostluk mu göndermek istiyor?” diye de ekledi elini elimin üstüne kuvvetle bastırarak. “Çünkü siz, iyi kalpli yüce bir insansınız.” Gizli umutlarını doğrulayan kesin bir tanıklığa başvururcasına gökyüzüne kaldırdığı gözlerini bana çevirdi sonra. Bir ruhu benim ruhuma aktaran bu bakışın etkisinde elektrik çarpmışa döndüğümde, sosyete yaşamının kibarlık hukukuna göre pek de zarif sayılmayan bir hareketle incelikte kusur ettim. Ama bazı ruhlar bir tehlike karşısında, şoku önlemek için, doğacak bir felaketi önleme arzusuyla, aceleyle yapılan böyle cesur bir hamleye ve dahası kalbi birden sorguya çekmek, ahenk içinde titreştiğini anlamak için indirilen bir darbeye gerek duyulmaz mıydı? İçimde parlamaya başlayan birçok düşünce, kendimi tümüyle bir açık sözlülüğe bırakacağımı sezinlediğim anda saflığımı kirleten lekeyi yıkamamı öğütledi.
“Daha ileri gitmeden…” dedim bizi saran derin sessizlikte kolayca duyulabilen yürek çarpıntılarımla boğuşan bir sesle. “Geçmişteki bir hatıranın izlerini silmeme izin verir misiniz?”
“Susun!” dedi dudaklarıma götürdüğü parmağını birden geri çekerek. Hakaretin ona erişemeyeceği kadar yükseklerde olan bir kadın olarak kibirle bana bakarken altüst olmuş bir ses tonuyla, “Ne hakkında konuşacağınızı biliyorum. Hayatım boyunca karşılaştığım ilk, son ve tek hakaret hakkında konuşmak istiyorsunuz! O balonun bahsi geçmeyecek. Hristiyanlığım sizi bağışlasa da kadın olarak hâlâ o anın acısını çekiyorum.”
“ Bu derece acımasız olmayın!” dedim gözyaşlarımı kirpiklerimin arasında saklamaya gayret ederken.
“Daha da katı olmalıyım lakin zayıf bir kadınım ben.” diye yanıtladı.
“Ama bu karşılaştığınız ilk, son ve tek hakaret de olsa beni dinleyin.” dedim çocuksu bir isyanla.
“Peki, konuşun o hâlde! Aksi takdirde sizi dinlemekten korktuğumu sanacaksınız.”
Dikkatini üzerimde toplayacak bir ses tonuyla, bunun yaşamımızdaki eşsiz bir an olduğunu hissederek, tıpkı hayatımda daha önce gördüğüm kadınlara olduğu gibi o gün balodaki kadınlara karşı da kayıtsız kaldığımı ama kendisini gördüğümde, bütün ömrü okumakla geçmiş ürkek ruhlu bir genç olarak ancak bu duyguyu daha önce hiç yaşamamış kimselerin mahkûm edebileceği bir taşkınlığa kapıldığımı, insan yüreğinin, hiçbir yaratığın ona karşı koyamayacağı ve her şeyi, ölümü bile yenecek böyle bir arzuyu tatmadığımı söyledim.
“Peki, küçümsenmeyi de yenebilir mi bu arzunuz?” dedi sözümü keserek.
“Demek beni küçümsediniz?” diye sordum.
“Bunlar hakkında daha fazla konuşmayalım.” dedi.
“Hayır, konuşalım!” diye direttim insanüstü bir kederden taşan coşkuyla. “Söz konusu olan benim, benim bilinmez hayatım, bilmeniz gereken sırrım; umutsuzluktan öleceğim yoksa! Müsabakaların kazananına vadedilen o ışıklar saçan tacı elinde tutan kadın rolünü üstlendiğiniz hayatınızı da konuşalım.”
Size anlattığım gibi mesafeli bir yerden değil, yaraları hâlâ kanayan genç bir adamın coşkun sözleriyle anlattım çocukluğumu ve gençliğimi. Sesim, ormandaki oduncuların baltası gibi yankılandı. Ölü seneler, o seneleri kuru dallarla çevreleyen destansı acılar yıkıldı Kontes’in önüne. Sizi muaf tuttuğum birçok korkunç ayrıntıyı en ateşli kelimelerle betimledim; pırıltılı dilek hazinesini, arzularımın bakir altınını, sürekli kışın sürdüğü Alplere yığılan buzların altına saklanmış bir yüreği önüne serdim. Yeşaya’nın[10 - İbranice’de “Rab kurtaran” anlamına gelen Yahudilerin dört büyük peygamberlerinden ilki. (ç.n.)] ateşleri içinde anlattığım ızdıraplarımın ağırlığı altında iki büklüm olduğumda, beni başını öne eğerek dinleyen bu kadından gelecek tek bir söz bekledim; tek bir bakışıyla karanlıkları aydınlatan o, tek bir sözcüğüyle dünyevi ve ilahi âlemleri canlandırırdı.
“Aynı çocukluğu yaşamışız!” dedi ışıldayan yüzüyle bakarak. Ruhlarımızın “Demek ki acı çeken yalnız ben değilmişim!” düşüncesiyle birleştiği kısa bir sessizlikten sonra, Kontes sevgili çocuklarıyla konuşurkenki ses tonuyla, bana oğulları ölen bir ailenin tek kızı olarak ne büyük bir bahtsızlıklar yaşandığından bahsetti. Kendisini kederlere boğan bir annenin dizinin dibinden ayrılmayan genç bir kızın ve yatılı okullarda kendi kaderine bırakılmış bir çocuğun ruh hâli arasındaki farklılıkları açıkladı. Öz annesi gibi anlattığı o iyi kalpli teyzesinin, bana yeniden doğan kederini anlattığı güne dek, ruhunun durmadan ezildiği o değirmen taşıyla özdeştirdiği gençliğiyle kıyaslandığında benim yalnızlığım cennet gibi kalıyordu. Hançer darbesinden yılmayan ve Demokles’in kılıcı altında can veren fevri kimselerin katlanamayacağı ve açıklanması mümkün olmayan iğnelemelerin hedefindeydi; bazen samimi bir itiraf buz gibi bir emirle sonlanıyor, bazen soğuk bir öpücükle ödüllendiriliyor. Ne zaman beklendiği, ne zaman sitemlere maruz kalacağını bilemediği bir sessizliğe maruz bırakılıyor, içine akıttığı gözyaşlarını yüreğinde biriktiriyordu; nihayet gururlu bir şekilde göklere çıkarılan anaçlık görünümü altında başkalarından gizlenen sayısız zorbalık ekleniyordu manastır tarafından. Annesi onunla övünüyor, onu övüyor ama ertesi gün öğretmenin göğsünü kabartmak için gereken bu iltifatları fazlasıyla pahalıya mal ediyordu ona. İtaatkârlığı ve uysallığı sayesinde annesinin kalbini kazandığını düşünüp ona içini döktüğü zaman, zalim kadın bu sırları kuşanarak yeniden karşısına dikiliyordu. Bir casus bile bu kadar hain, alçak olamazdı. Genç kız tüm zevkleri, eğlenceleri için ağır bedeller ödüyordu çünkü mutlu ya da mutsuz olması azarlanmaması için bir önem taşımıyordu. Aldığı soylu eğitim kendisine sevgi ile değil, kırıcı bir alayla verilmişti. Annesine kızmıyordu, yalnızca ona karşı sevgi değil de korku beslediği için kendini suçlu buluyordu. “Belki de eğitimim için gerekliydi böylesi sertlikler.” diye düşünüyordu bu melek. Kendisini bugünkü hayatına hazırlayan o sertlikler değil miydi? Onu dinlerken âdeta yabani sesler çıkaran Eyüp’ün arpı, şimdi çarmıhın dibindeki Meryem’in ilahilerinin eşliğinde inançlı parmaklarla akort edilmiş bir ezgi gibi geliyordu bana.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/onore-de-balzak/vadideki-zambak-69428005/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Latince bilmeyenler. (ç.n.)

2
Ne mutlu acı çekenlere! (ç.n)

3
İlk azizler defteri. (ç.n.)

4
Altınla kaplı veya altından yapılmış anlamına gelen İspanyolca bir ifade (ç.n.)

5
Bir iskambil kâğıdı oyunu.

6
Sir Henry Morgan (1635-1688): İngiliz hükûmetinin gayriresmî desteğiyle İspanya’nın Antiller’deki kolonilerini yağmalayan ünlü korsan. İspanya ile İngiltere arasındaki ilişkiler bozulunca, 1674’te II. Charles tarafından sir unvanıyla Jamaika vali yardımcılığına atandı. (ç.n.)

7
Dönemin kral ve Katoliklik yandaşı gazetesi. (ç.n.)

8
İngiltere ve Amerika’da yayılmış bir din mezhebine mensup kimse. (ç.n.)

9
Dönemin kraliyetçi askerî liderleridir. (ç.n.)

10
İbranice’de “Rab kurtaran” anlamına gelen Yahudilerin dört büyük peygamberlerinden ilki. (ç.n.)
Vadideki Zambak Оноре де Бальзак
Vadideki Zambak

Оноре де Бальзак

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Balzac’ın edebiyat âlemine kazandırdığı İnsanlık Komedyası’nın Töre İncelemesi kısmında Taşra Yaşamından Sahneler başlığı altında yer alan roman orijinal diliyle ilk kez 1836′da yayımlandı. Onun en önemli romanları arasında saydığımız bu eser, dünyada pek çok dile çevrildi. Vadideki Zambak, aile yaşamında zorluklar yaşayan Félix′in hayatında meydana gelen değişimlerine, kendini mutsuz bir evliliğe katlanmak zorunda hisseden Henriette′in yaşamına ve başkarakterlerimiz arasındaki ilişkiye yer veriyor. Roman aynı zamanda 1800’lü yılların Fransası′na, devrim sonrası toplumsal hayata da tanıklık etmemizi sağlıyor. "Âşıkların, aşk bittiğinde birbirlerini bir daha görmeme isteklerinin korkunç bir ihtiyaç olduğunu anladım. Her şey olduğun yerde, bir hiç olmak! Hayatın neşeli ışıklarının parladığı yerde ölümün sessiz soğukluğunu bulmak! Ah, ömür tüketen bu kıyaslar! Kısa süre sonra gençliğimi karartan tüm mutluluğun acı cehaletinden pişmanlık duymaya başladım."

  • Добавить отзыв