Ben-Hur

Ben-Hur
Lew Wallace
Ben-Hur’un hikâyesi, Hz. İsa’nın peygamberliğinden yaklaşık 4 yıl kadar öncesiyle başlar. Judea Prensi Ben-Hur, hiç hak etmediği hâlde çocukluk arkadaşı Romalı General Messala’nın ihanetine uğrayarak bir anda özgürlüğünü, sevdiği kadını ve ailesini yitirmiş, kendisini kadırgaya zincirli hâlde bulmuştur. Artık küreğe her asıldığında içinde uğradığı ihanetin intikamını alma ateşini hissetmektedir. Ben-Hur, Hristyanlığın hikâyesi olarak da bilinir. Eserdeki kutsal olaylara Lew Wallace, güçlü bir tasvir ve betimleme ile yaklaşmıştır. "Tanrı bizim daha iyi olan bir başka yaşam için yaratıldığımızı bilmemizi istemiştir, bu da mizacımızın en büyük ihtiyacıdır. Ama ne yazık ki uluslar ne alışkanlıklar edindiler! Sanki şu an her şeymiş gibi sadece günü yaşıyorlar ve ‘Ölümden sonra artık yarın falan yok veya olsa bile bu konuda hiçbir şey bilmediğimizden kendi hâline bırakalım.’ diyerek dolaşıyorlar. Bu yüzden de ölüm onları çağırdığında, uygunsuzlukları nedeniyle ölümden sonraki yaşamın muhteşemliğinin keyfine varamıyorlar."

Lew Wallace
Ben-Hur: Bir İsa Hikâyesi

GİRİŞ
Ben-Hur ismini bilen pek az kişi onu General Lewis -Lew olarak da tanınır- Wallace ile ilişkilendirir. Dörtten az olmayan sinema filmi versiyonu ve 1899’dan 1920’ye kadar popüler tiyatro repertuvarlarında neredeyse sürekli olarak yer alan bir sahne uyarlamasının tekrarlanan etkisi, hikâyenin popüler bir edebiyat eseri olarak erken çıkışını engellemiştir. Yine de, tam adıyla Ben-Hur: Bir İsa Hikâyesi, hiç tartışmasız, on dokuzuncu yüzyılın en çok okunan, ticari açıdan en başarılı ve Margaret Mitchell’in Rüzgâr gibi Geçti’si basılana kadar da, bütün zamanların en popüler romanı olmuştur. Günümüzde bu popülerlik ve ün azalmış olup, Ben-Hur’un kökeni ve hikâyesi hakkında bir şeyler bilenler bile, 5. Kitap’ın on üç ve on dördüncü bölümlerinde yer alan araba yarışı dışındaki herhangi bir kısmı hatırlamamaktadırlar.
Eğer bu roman, 1880’de değil de günümüzde yayınlanacak olsaydı, bazı eleştirmenler hiç kuşkusuz Ben-Hur’u bir “yol romanı” olarak nitelendirirken, diğerleri onu bir arayış hikâyesi olarak tanımlarlardı ve her iki örnekte de bu eleştirmenler haklı olurdu. Yahuda Ben-Hur Akdeniz dünyasında, Kudüs’ten, Nasıra köyünden geçip, onu Ege’de Nakşa Adası yakınlarındaki gemi kazasına götüren kalyonlara, oradan Roma, Yahudiye, Suriye, tekrar Kudüs ve sonunda Roma’ya seyahat ederek yol romanı kavramını karşılamaktadır. Yahuda’nın yolculuğu, bazı aralıklarla, bir başka gezgin olan İsa’nınkiyle çakışmaktadır. Yahuda ve İsa farklı yolların gezginleridir, ama her ikisininki de keşif, aydınlanma ve -Yahuda’nın yolculuğu- arınma, kurtuluş ve tamamlanma yoludur. Kitabın yayınlanmasından sonraki ilk on yılda Amerikalı okurlar, romanın sekiz kitabında farklı yerlerde ya da zaman akışı gösteren genel yapısında doğrulandığı gibi, Ben-Hur’u zamanda ve coğrafi engellerde bir yolculuk olarak okumuşlardır. Buna karşın aynı zamanın İngiliz okurları, onu sınıf ve hiyerarşi engellerinden geçiş romanı olarak okumuşlardır. Amerikalı okurlar için bu engeller aşılabilir ya da geçilebilir olarak görülmektedir.
Ben-Hur aynı zamanda bir arayıştır da. Yahuda, Messala ile olan arkadaşlığını yenilemenin peşindedir, ama bu arayış sırasıyla, Messala’dan intikam alma, özgürleşme, kimliğinin ve mirasının geri kazanılması, annesiyle kız kardeşinin hapishane ve hastalıktan kurtarılmasına dönüşmüştür. Bir aşk arayışıdır, Yahuda’nın doğru bir eş seçimi ihtiyacıdır ve hepsinden de öte bir baba arayışıdır. Hur yuvasının kurucusu olan, uzun zaman önce ölen, öz babasından sonra Yahuda bir dizi geçici vekil babayla karşılaşır -Quintus Arrius, Simonides, Şeyh İlderim, Baltazar- ta ki İsa’yı ruhani babası olarak kabul edene kadar. Hayatı da İsa’nınkine benzemektedir; o da Ben-Hur gibi, geçici vekâlet eden bir ebeveynden ilahi ebeveynine doğru yolculuk etmektedir. Romanın başka bir yerinde etkili ve başarısız babalık örnekleri ortaya çıkmaktadır. Simonides, Esther için akıllı ve cömert bir babadır; Baltazar ise bilgeliği ve örnek oluşuyla, sahtekâr ve hırslı İras’ı etkileyememiştir. Ama bu kitap sadece düşünsel ya da ruhani bir arayış veya gelişme romanı değildir. Yahuda bir seferde sadece bir şey yapabilen ve sadece bir şey düşünebilen bir eylem adamıdır.
Romanın alt başlığı olan Bir İsa Hikâyesi, Ben-Hur’un bir eylem arayışı olduğu kadar ahlaki ve ilham verici bir hikâye olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu yüzden de, Yahuda’nın intikam alma arzusu tatmin edildiği anda hikâyenin bitmemesi önemli bir noktadır. Ancak üç kitap sonra okura tam ve sağlıklı bir ailenin son tablosu sunulmuştur. İyileşme fiziki olduğu kadar ruhani de olmalıdır. Ben-Hur on dokuzuncu yüzyılda, özellikle son on yıllarında yükselişe geçen, başlıcası İngiliz ve Amerikalı olan güçlü kültürlerin içindeki muhalefetin, bölünmenin, ideolojik ve ahlaki zıtlıkların, aynı zamanda bu çelişen unsurların, hiçbir hasar vermeden o toplumla bağdaştırılmasının anlatıldığı düzyazı ve dramatik edebiyat alanına aittir. Hem İngiltere hem de Amerika hâlihazırda ya da yükselmekte olan görkemli kültürler olduklarından, bu tür keşifler için sevilen metaforlardan biri Roma İmparatorluğu’dur ve bu efsanevi topraklar, her bir kültür, on yıl, sınıf ve ideolojinin kendi endişelerini, korkularını, fantezilerini, dürtülerini ve distopik bakışlarını üzerine yazdıkları boş bir kâğıt hâline gelmiştir. Kitap ve oyun yazarları, ressamlar, tarihî açıdan ve popüler tasavvurda, Hristiyanlara işkence edilmesiyle ilişkilendirilen Neron ve Domitianus gibi Julio-Claudian imparatorların hüküm sürdükleri imparatorluğa ilgi duymuşlardır.
Bu metafor ve değerlerin konumlandırılması kısaca şöyle tarif edilebilir: Roma, soylu kültürü, merkezileştirilmiş yetkisi ve siyasi gücü, askerî başarıları, Stoacılık ve özverisi, zenginliği, zarafeti ve geniş yasal yapısıyla, iyi niteliklerle ilişkilendirilmektedir. Tersine, Roma’nın çöküşü, kötülük, fethedilmiş halkların sindirilmesi, gayriresmî ve yıkıcı mezheplerin ve doktrinlerin zulümleri hoş karşılanmamıştır. Muhalefet genellikle bir anlamda yabancı olan ya da Roma hâkimiyeti tarafından haklarından mahrum edilmiş karakterler vasıtasıyla temsil edilmiştir: Bilgili ve kültürlü Yunanlılar; eski yasalara itaat eden ve tek Tanrı’ya inanan Yahudiler; kırılgan, içgüdüsel olarak ahlaklı ve prensipli, aile ve ev alışkanlıklarını koruyan kadınlar; dürüst, iş ahlakı olan, aşırı lüksü ve savurganlığı sevmeyen işçi sınıfı. Karşıtlar, hükmeden, rahatına düşkün, güçlü soylu erkekler (bazıları ahlaki eylemlere ve yüce düşüncelere muktedir olduklarından habersiz); kinik, nükteli (genellikle kinizmle eş tutulur ve Viktorya dönemi düşüncesine göre kinizm, ateizme tehlikeli bir yakınlık içinde durmaktadır) fırsatçı, cinsel açıdan serbest ve yırtıcı, soylu kadınlar; dalkavuk köleler, yozlaşmış rahipler ve tehlikeli boyutlarda hırslı saray mensupları. Böylelikle Roma İmparatorluğu toplumu, siyasi ve sosyal gündeme modern unsurlar -imparatorluğa kısıtlamalar getirilmesi, “Yeni Kadın” ve “Kadın Sorunu”, özgürleşme ve oy hakkı, eşit sendikalaşma- yerleştiren insanlarla benzeşen kişiler içermektedir.
Bu karakterlerin bazı karmaları -Romalı yetkililer ve yozlaşmış rahipler, kadınlar, Yahudiler, Yunanlılar- âdet olduğu üzere geç Victoria döneminde “toga oyunlar” ya da “toga romanlar” olarak tanınan bir türde, zıtlıklar içinde bir araya gelmektedirler. Bu genelleyici başlıklar kısmen alaycıdır, ama aynı zamanda bu türlerin gücünü ve daimi popülerliğini de kabul eder. Başlıca toga romanlar, Edward Bulwer Lytton’ın, benzetmeler kullanarak İlk Halkın Temsili Yasası zamanında İngiltere’nin durumunu ve sosyal bölünmesini ele alan Pompei’nin Son Günleri (1834); Kardinal Nicholas Wiseman’ın, Victoria dönemi ortalarındaki Protestan İngiltere’de Romalı İngiliz Katoliklerin güç durumdaki bir azınlık olarak ele alındığı Fabiola ya da Katakomp Kilisesi (1854); George John Whyte-Melville’in, İngiliz askeri kahramanlıklarını da öven, cinsel ve siyasi entrika romanı Gladyatörler: Bir Roma ve Yahudiye Hikâyesi (1863); General Lew Wallace’ın, toga romanının pek çok kaygısını Amerika’ya ve bazı yeni Amerikan endişesini de ekleyen Ben-Hur: Bir İsa Hikâyesi (1880); Henryk Sienkiewicz’in, yeni ortaya çıkan Hristiyanlığı Roma düşüncesi ve yüzyıl sonu belirsizlikleri bağlamında konumlandırmaya çalışan Nereye Gidiyorsun? (1896) olarak sayılabilir. Toga dramaya Amerikan sahnesinin katkısı, Robert Montgomery Bird’ün Gladyatör’ü (1831), Lytton’un Pompei’nin Son Günleri’nin Louisa Medina tarafından uyarlaması (1835) ve son olarak Ben-Hur’un William Young tarafından uyarlaması (1889) ile temsil edilmektedir. İngiliz toga draması, Wallace’ın ve Sienkiewicz’in romanları ve Young’ın Ben-Hur sahne eseriyle aynı olağanüstü uluslararası popülariteyi paylaşan Wilson Barrett’in Haç İşareti (1895) ile örneklendirilebilir. Bu popülarite üç romanı da sessiz sinemaya ve sonrasında sesli sinemaya taşımıştır.
Bütün toga edebiyatında Roma zulmünün tehdidi ya da gerçeği ve masum, ahlaklı kadınlar vasıtasıyla hızlandırılan (ve aynı şekilde baştan çıkarıcı kadınların ahlaksız ilerleyişleri tarafından tehlikeye sokulan), önceki, dogmatik olmayan Hristiyanlığa dönüş vardır. Victorialılar böylesi kaos dönemlerinde uzun vadeli, sağlam aileler ve görgü kuralları yaratmak ve korumak için gereken güçlü disiplini erdemli kadınlarda konumlandırmışlardır. Çoğu toga edebiyatında nihai ya da kesin hesaplaşmalar, aç ve delirmiş vahşi hayvanların muhalifleri parçalayacakları ya da bir gladyatör müsabakası veya araba yarışının hayatta kalmayı veya alternatifi olan şehitliği belirlediği kamusal alanda yer alır.
Yazar Lew Wallace ve Ben-Hur’un yaratılma geçmişine ilişkin bilgilerimizin çoğu, ölümünden bir yıl sonra 1906’da yayınlanan iki ciltlik otobiyografisinden gelmektedir. Bu eser üçüncü kişi ağzından yazılmış olup olayları başarılara ve ödüllere dayandırarak anlatmakta, tamamen değilse de büyük ölçüde yazarın duygularına yer vermemektedir. Wallace asla kuşku, yılgınlık ya da korku dile getirmez. Bu eser, esas olarak, Wallace’ın fiziki dünyasının bir tanımı, yolculuğun manevi bedelini hesaba katmadan ya da -ABD Askerî Akademisinde eğitim alan kıdemli subaylardan gördüğü mağduriyetin belirtilmesi hariç- duygusal yıpranma ve gözyaşını anlatmadan onu karanlıktan üne ve zenginliğe taşıyan bir hikâyedir. Bu bakımdan Wallace, tutsaklığının ve köleliğinin en karanlık anlarında bile dürüstlüğünde ya da imanında kuşkuya yer vermeyen Yahuda Ben-Hur için bizi hazırlamaktadır. Yahuda’nın Hristiyanlığa geçişi bile nispeten sancısız olmuştur; bıraktığı inançta herhangi bir aşınma yoktur. Başkaları üzerinde uygulanan acılara, kurtuluşlarına ve selametlerine tanık olmuştur. Kişisel deneyimlerden değil de örneklerden etkilenmiştir ve dinî dönüşümü, büyük bir entelektüel ya da manevi mücadelenin değil, gözlemlerinin doğal bir sonucu olmuştur. Eyüp Peygamber’in acıları ya da Othello’nun esareti ve kurtuluşunun yanında Yahuda’nın inanç krizleri ılımlı bir mücadele gibi görünmektedir.
Otobiyografinin de anlattığı gibi, yazarlık Ben-Hur’un yaratıcısı Lew Wallace’ın ne ilk ne de başlıca mesleğidir; ama yazarın deneyimleri ve aktif yaşamının ayrıntıları hemen bu romanı akla getirir. 1827’de varlıklı bir ailede doğmuş, Indiana’nın Midwestern eyaletinde büyümüştür. Lew dokuz yaşındayken babası vali seçilmiştir. Çok kereler okuldan kaçsa da, genç Lew Wallace eyaletin başkentinde oturmanın avantajlarından yararlanıp sık sık kütüphaneye gitmiştir. Bir yeni yetmeyken eyalet kayıtlarının kopyalarını çıkararak cep harçlığını kazanmıştır. 1845 yılında Meksika ile savaş ilan edildiğinde, Wallace’ın romantik serüvenciliği su yüzüne çıkmıştır. Prescott’un Meksika’nın Fethi kitabından aldığı ilhamla kendisinin de teğmeni olduğu askerî bir birlik oluşturdu. Birlik, Indiana Piyade Bölüğü’ne bağlandı ve Wallace hiçbir yara almadan bir çatışmaya katıldı. Dönünce, edebî merakı ve biraz şiir yeteneği olan Susan Elston ile tanışıp evlendi. Kendi çabasıyla, Susan Wallace, Susan Arnold ve Susan Elston adları altında kendi şiirlerden birkaç seçki yayınlatarak ticari başarı kazandı, günlük kullanıma “küçük ayakların patırtısı” diye bir ifade kattı. Lew Wallace eşinin sonraları kendi yazıları üzerinde etkisi olduğunu kabul etmiştir. Eşinin doğduğu yer olan Indiana, Crawfordsville’e taşınıp hukuk okumuş, Indiana Barosu’na kabul edilmiş, demokrat olarak politikaya girmiş ve Indiana Senatosu’na seçilmiştir. Bir milis şirketi kurup yönetmiş ve 1861’de güney eyaletleri birliğe karşı ayaklandığında yardıma çağrılan ilk şirketlerden biri olmuştur.
Lew Wallace’ın liderliği, birliklerine olan ilgisi, zekâsı, stratejik planlaması, cesareti ve öngörüsünün Birlik Ordusu’nda subaylığa terfisinde katkısı olmuştur. Albay olarak hizmete başlayıp generalliğe ve kolordu komutanlığına yükselmiştir. Onun generalliği hem Cincinnati, Ohio hem de federal başkent Washington’u konfederasyon güçleri tarafından ele geçirilmekten kurtarmakla ünlüdür. Konfederasyon Ordusu’nun sayıca çok olduğu daha sonraki bir çatışmadan oyalama muharebesi yürüterek Kolombiya’nın kurtarılmasını sağlamıştır. İsyan sona erince Wallace, Abraham Lincoln suikastına karışan suikastçıların yargılandığı mahkemede görev almış ve 13.700 birlik tutsağının hastalık, açlık ve ihmalden öldüğü konfederasyonun Andersonville Hapishanesi’nin Komutanı olan Henry Wirtz’in mahkemesine başkanlık etmiştir. Altıncı kitabın ilk iki bölümünde anlatılan, Yahuda’nın (adı belirtilmeyen) annesi ve kız kardeşi Tirzah’ın Antonia Kulesi’nde gördükleri işkence hikâyesinin onun bu deneyiminden alınmış olması muhtemeldir.
Sonra Wallace Meksika’da, Başkan Benito Juarez’i desteklemek üzere bir paralı asker ordusu kurup yönetmiş, 1868’de avukatlık yapmak, siyasi partisini değiştirmek ve başarısız da olsa ABD Meclisine adaylığı koymak üzere Crawfordsville’e dönmüştür. Yaklaşık aynı dönemde roman yazmaya başlamıştır. Prescott’u okumasından, kendi Meksika Savaşı deneyimlerinden ve İsyan sonrası Meksika’ya gidişinden doğan bir Meksika fethi hikâyesi olan The Fair God adlı romanı 1873 yılında yayınlanmış ve geniş çapta övgü almıştır. Indiana’daki evinde Magilerin yolculuğu ve İsa’nın çocukluk yılları üzerine ikinci romanına başlamıştır. Wallace, İsa’nın çocukluğunu ve gençliğini kurgulayamayacağını ve İncil’de belirtilenlerin ötesine geçemediğini anlamıştır. İsa’nın, kimliği ve eylem gücü kutsal kitap metinlerince uzlaşılmamış bir aracı karakter vasıtasıyla incelenip tanımlanması gerektiğini fark etmiştir. Wallace yeni romanına Ben-Hur adını vermiş, ama yazım sürecinde olan bu çalışmadan “Yahudi romanı” olarak söz etmiştir. Aşağı yukarı aynı dönemde adını İmparator Commodus’tan (MS 161-92) alan bir toga oyun yazmaya girişmiştir. Bu trajedi, kurgusal bir köle isyanını ve sonrasında bir kadın karakterin (İras’ı çağrıştıran) ihanetini ve deli bir imparator tarafından bastırılmasını sahneye uyarlamıştır. Amerikalı bir aktör ve yönetmen olan Lawrence Barrett bu oyunu sahneye koymayı reddetmiş ve sonraları oyun Wallace’ın yayınlanan daha önemsiz eserleri arasında yer almıştır.
1878’de Lew Wallace Başkan Rutherford Hayes tarafından New Mexico bölgesi valiliğine atanır. Onun ve Susan’ın yalnız, tehlikeli ve hizip dolu New Mexico bölgesi deneyimleri hiç kuşkusuz Ben-Hur’un içeriğini, dokusunu ve altında yatan ideolojik kapsamını etkilemiştir. Onları Crawfordsville’den bölgeye götüren demir yolu Güneydoğu Colorado’da son bulur, sonra Santa Fe’ye gitmek için atlı arabayla Sangre de Cristo dağları ve kuzey çölünden geçerek yolculuk yapmak gerekir. Bu seyahatin etkisini romanında da görürüz: Baltazar’ın deve sırtında, Magi dostlarıyla buluşmak için yaptığı yolculuk gibi. İspanyollar tarafından terk edilen başkente varınca Wallacelar, 1878-81 arasında, beyaz göçmen çiftlik sahiplerini Meksikalı-İspanyol yerlileriyle karşı karşıya getiren, Lincoln Bölge Savaşı adında bir kan davasının sürdüğünü görmüşlerdir. Çiftlik sahiplerinden biri, Wallace’ı kişisel olarak tehdit ettiği söylenen, haydut William “Billy the Kid” Bonney adında bir savaşçı tutmuştur. Bu tehlikeye ek olarak, her iki taraf da Guadalupe dağlarından inen Apaçilerin ölümcül saldırılarına maruz kalmışlardır. Wallace, çatışan grupları yatıştırmaya çalışarak ve cinayet suçluları haricindeki insanlar için genel af düzenlemesi yaparak kan davalarını sona erdirmeye girişmiştir. Bütün kültürlere olan saygısı ve samimi hayranlığı ve bir başka ayaklanmayı bastırma arzusu valiliğinin ayırt edici özelliği olmuş, bu nitelikler ve dilekler, kasıtlı bir muğlaklık vererek Ben-Hur’da yer almıştır. New Mexico toprakları çöllerin, dağların ve vadilerin kaynaştığı bir yerdir. Gelen beyaz Anglo, Meksikalı, İspanyol ve Amerikan yerlisi etnik karışımı Doğu ve Akdeniz dünyasının birçok kültürüne dönüştürülmüştür: Romalılar, Yahudiler, Suriyeli Araplar, Mısırlılar ve Yunanlılar. Ben-Hur’un Yahudiye Çölü ortamı Kutsal Topraklar ve New Mexico, Roma işgalindeki Kudüs ve Sante Fe’dir. Roma aynı zamanda hem Roma ve genişleyen imparatorluk hem de Vali Lew Wallace’ın askerî birlik taleplerine kaygısızlıkla cevap veren ve onu çatışmayı bitirmek için çözüm bulmaya zorlayan Washington’uyla Amerika’dır. Wallace Gratus ve Pontius Pilate’ın valilik makamlarını işgal edip geçici hizipler arasında yargılama, mahkûm etme, barışı sağlayıp devam ettirme çalışmalarını gerçekleştirir.
Ben-Hur diğer çağdaş konuları da kapsamaktadır. “Kadın Sorunu” ve yeni başlayan “Yeni Kadın” kavramları Wallace’ın zihnini meşgul etmektedir. Eserinde aykırı kadın karakterlere yer vermiştir: Ciddi, itaatkâr, sorumluluk sahibi, içten Esther ve alaycı, nükteli, inatçı, hesapçı İras, anne, Tirzah ve Amrah’ın daha önemsiz rolleri görüşlerinin kısmi ifadesidir. Ek olarak, Wallace’ın “Kötü Etki” olarak adlandırdığı Yedinci Kitap’ın dördüncü bölümünde İras’ın Yahuda’nın dikkatini dağıtmak için anlattığı “Güzel Dünyaya Nasıl Geldi” hikâyesi de vardır. Wallace, hiç de misafirperver olmayan New Mexico bölgesinden ayrılıp Crawfordsville’deki evlerine dönen Susan’a, içinde bulunduğu ortamıyla beraber kinayeli hikâyesinin “Kadın Sorunu”na karşı sert yanıtını ifade ettiğini yazmıştır. Bu belki de Lew Wallace’ın “Kadın Sorunu” konusundaki son resmî sözü olabilir, ama davranışları her ne kadar şaşırtıcı ve küstah olsa da İras’tan bütünüyle hoşlanmadığını kabul etmek zordur. Esther neredeyse cazibeli olamayacak kadar iyi, hoşsohbet olamayacak kadar da sıkıcı biridir. Esther bir müzik sever değilken İras öyledir ve müzik Wallace’ın yaşamının en büyük keyiflerinden biridir.
Ben-Hur entelektüel değildir. Okurun çözmesi gereken öyle karmaşık aydın, ahlaki ya da toplumsal düğümler yoktur. İras haricinde başlangıçta yanlış hüküm verdiğimiz hiçbir karakter yoktur. Roman masalsıdır, ama başlıca ilişkiler kişiseldir; Yahuda’nın kişiliği ve eylemleri ya da aslında diğer karakterlerinkiler de, çok daha soyut kavramlar ya da kurgusal anlatı sınırlarını zorlayan meseleler için bir mecaz niteliği taşımamaktadır. Hatta Ben-Hur ’un başarısı kuşku ve ara sıra da alaycılıkla karşılanmıştır. Roman canlı bir macera anlatımı, çeşitli bölümler olaylar bakımından zengin, genel aksiyon karakterlerin niteliklerinden kaynaklanan değil, bir komplonun (burada kötüye kullanılan komplo) yönlendirdiği bir şey olduğundan ve insani erdemin -tanrısalın aksine- ödüllendirildiği, kötünün ise cezalandırıldığından, Ben-Hur’u hakir görenler olmuştur. Bu sahne melodramı için de geçerli olan bir şeydir (genellikle melodram geleneklerine yabancı olan insanlardan kaynaklanır); aslında orada biz, başlangıçta art niyeti fark edilmeyen, hainliğin kendisini içine soktuğu olumsuz şartlardan sıyrılmayı başaran bir başka karakterin kötülüğünün dezavantajlı duruma düşürdüğü masum bireyin ya da kahramanın zalimlerini tanıyıp yenerek sonsuz bir mutluluğa kavuştuğu hikâyenin altında yatan örüntüyü ayırt edebiliriz. Bu, sadece on dokuzuncu yüzyılın hâkim teatral formu değil, yaygın bir edebi yöntemdir.
Ben-Hur eleştirmenlerinin gözden kaçırdıkları şey, Wallace’ın romanını ustalıkla işleme yeteneğidir; Yahuda’nın sadece yaşadığı zorluklar ve tatmin edici zaferler silsilesine değil, yaklaşık yirmi yıl boyunca başarılan manevi ve sosyal gelişimine de imkân veren bir yapı yaratmıştır. Yahuda, Messala ile tekrar bir araya gelişinin verdiği acıyla annesine neden kendisinin de bir Romalı gibi davranamadığını sorduğu andan itibaren hiç aceleye getirilmeyen bir yolculuğa çıkmıştır. Dönüşüm kaçınılmazdır, ama zamanından önce olamaz. Sonunda kutsal yazıların ana hatları, tarihî hikâyeler ve romanın bütün yapısını kontrol altına alan Yeni Ahit açıklamalarıyla örtüşmelidir. Wallace etkili ve sade bir düzyazı yazar: Anlatımı açıktır ve hiçbir muğlaklığı yoktur; insanları, mekânları ve olayları tasviri gayet iyi araştırılmış olup esere zenginlik katmaktadır; ama araştırmasının genişliği ve ağırlığı asla okurun keyfini bozmaz. Bir yazar pozuna bürünmemiştir. Victoria dönemi kurgusunun standartlarına göre kendisinin ve karakterlerinin hassasiyetlerini ortaya koyuşları genellikle yerinde ve dönemin diğer kurgularının tersine gayet ölçülüdür. Dindarlık söz konusudur, ama pek çok çağdaşı olan toga romanlarında ve bugün okunamaz ve oynanamaz durumdaki oyunlarda olduğu kadar bıktırıcı ve hararetli değildir.
Wallace, Ben-Hur için hazırlanırken, aynı şekilde yıllarca okumuş ve konuya odaklı araştırmalar yapmıştır. Böylelikle bu kaynakların kökenine inerek onun düşünce şekline ulaşabiliyoruz. Kendi kuşağından pek çok Amerikalı gibi hem Eski hem Yeni Ahit hem de Apokrif’e oldukça aşinadır. İncil’le de uyumluluk göstermiştir. Olaylara ve antik dünyanın mekânlarına yaptığı referanslardan anlaşıldığı kadarıyla, muhtemelen Tacitus’un Yıllıklar ve Edward Gibbon’ın Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi kitaplarını okumuş ve el altında bulundurmuştur. Wallace’ın aynı zamanda G. J. Whyte-Melville’in 1867 toga romanı Gladyatörler: Bir Roma ve Yahudiye Hikâyesi’ni de bilmesi muhtemeldir. Yahuda’nın profesyonel boksörler tarafından öldürülmek üzere Idernee Sarayı’na getirildiği bölüm Gladyatörler’deki bir bölümü akla getirmekte ve Whyte-Melville’in etkisini doğrulamaktadır. Her iki roman da askerlerin eserleridir. Whyte-Melville’in romanı Roma İmparatorluğu’nun gerileyişini ve hâkim vatandaşların -Britanyalılar, Yahudiler ve Hristiyanlar- imparatorluğa direnişini konu edinmektedir. Ama Whyte-Melville’in İngilizliğini ve Wallace’ın Amerikalılığını ortaya koyan bazı farklılıklar vardır. Gladyatörler’de cinsel arzu, entrika ve kudret -İngiliz toga roman ve oyunlarının tipik özellikleri- toplumsal sınıf engelini aşmaya ve ihlal etmeye yeltenir, ama hep başarısız olur. Romanın sonunda Romalı işgaline karşı çıkan Zealot İsyanı başarısız olmuştur. Kaos ve katliam vardır, ama aristokratlar ölümde bile hâlâ aristokratlara bağlıdırlar ve alt sınıflar ve mezhepler toplumsal düzene bir zarar vermeden bir araya gelirler. Tersine Ben-Hur bütün sınıf farklılıklarını zenginliğe ve sağduyulu, basiretli ticareti teamüllerin -rüşvet ve hazineye vergi ödemeleri de dâhil- zenginlere sağladığı güvenliğe maruz bırakmanın haricinde sınıf kavramına itibar etmez. Yahuda’nın İras’ın şantaj girişimini engellemesi çok etkileyici bir andır. Hayır, der Yahuda İras’a, Messala’nın altı talentini ve ilave yirmi talenti göndermeyecektir.
Bu ev, eşyalar, ticari mallar, Simonides’in büyük bir kârla ticaret yürüttüğü gemiler ve kervanlar imparatorluk koruması altında, iyiliğin bedelini keşfeden akıllı bir kafa ve hediye şeklinde gelen makul bir kazanımı kan gölünden ve kötülükten gelecek daha büyük kazanıma tercih eden Sejanus.
Burada zenginlik kudretten ayrılır. İkisi aynı şey değildir. Çok çeşitli Akdeniz ve Doğu kültürleri zenginliği elinde tutar, Romalılarsa gücü. Sonunda Yahuda’nın büyük servetini özel bir isyan ve bunun liderliğine değil de, hayırlı bir Hristiyan gayesine yatırması dikkate değerdir.
Whyte-Melville’in tersine, Wallace sınıflar arasındaki uçurumları reddetmektedir; sadece sınıf ahlaki ve demokratik davranışları engellediğinde, kısmen New Mexico deneyiminin bir sonucu olarak, milliyet ve ırk konusunda endişelenmektedir (tıpkı Messala’nın ricası üzerine Yahuda’nın düşündüğü gibi: “Romalının yüzünde de bir dilenci ya da dost ifadesi yoktu; her zamanki gibi bir asilzade alaycılığı vardı; kibirse mükemmel ve rahatsız ediciydi.”) Bununla birlikte, Wallace’ın İsa’yı kabul eden karakterleri, etnik farklılıkları başarıyla aşıp çok kültürlülükle uzlaşmaya doğru kolaylıkla ilerlemektedirler.
Wallace’ın elindeki diğer kaynaklar yazar ve dönemi konusunda çok şey söylemektedir. Bütün roman boyunca okur sık sık topoğrafik ayrıntılarla karşılaşmaktadır. Wallace’ın ilk paragrafı, sanki burada bir savunma ya da saldırı emri veriyormuş gibi bir kusursuzlukla Zubleh Dağı’nın yayılışını tanımlamaktadır. Ayrıntılı ve ölçeklendirilmiş topoğrafik haritalandırma Amerikan İç Savaşı’nın savaş meydanı gereksinimleriyle geliştirilmiştir ve Wallace da bu ölçekli haritaları kullanan ilk taktikçiler arasındadır. Böyle ayrıntılı haritaların etkinliği konusundaki haberler Avrupa’ya ulaşmış ve Alman haritacılar sadece askerî amaçlarla değil, yeni bir kütüphane tarzı ve yerel atlaslar için düzenli araştırmalar başlatmıştır. Wallace, Kutsal Topraklar’ın topoğrafik özelliklerini, köylerini ve şehirlerini ayrıntısıyla gösteren böyle bir Alman atlası edinmiştir ve romanını yazarken bu atlası açıp uzaklıkları gözüyle ölçtüğü, yükseklikleri hesapladığı ve belirgin noktaları ayırt ettiği aşikârdır.
Wallace, başka bir yerde, küçük ama büyümekte olan arkeolojik kütüphanelere son dönemde eklenmiş iki belgeyi tekrar tekrar kullanmıştır. Bugün bile arkeologlar Yunan ve Latin edebiyatı bilginleri için yararlı olan iki metin bulmuş ve bavulunda New Mexico’ya götürmüştür. Takma adını, bu ciltleri ilk düzenleyen Oxford âlimi William Smith’ten alan her iki metin gayriresmî “Smith’in Sözlüğü” olarak bilinmektedir ve romancılar için değil, ciddi âlimler için giderek daha çok açığa çıkan antik dünyanın anlaşılmasında yardımcı olmak üzere hazırlanmıştır. Ama metinler İngilizce olsa da, bu sözlükleri kullananların indekslerde arama yapabilmek için Latince ve Yunanca bilmeleri gerekmektedir. Kazılmış alanların ve arkeolojik eserlerin tanımları Wallace’ın anlatısında canlı ayrıntılar yaratmasına olanak vermiştir. Özellikle de Smith’in Yunan ve Roma Eski Eserleri Sözlüğü’nün ikinci baskısını (1848) Yahuda’nın, korsanların çarptığı kalyondaki hizmetlerini ve Antakya Maximus Arenası’ndaki araba yarışını canlandırmak için kullanmıştır. Arenanın planı ve düzeni lamba oymalarında, mozaiklerde, fresklerde, mücevherlerde ve bronz rölyeflerde resmedilmiştir. Bu ciltte bir başka yerde rakiplerin arabaları da tanımlanmıştır. Smith’in iki ciltlik Yunan ve Roma Coğrafya Sözlüğü’nde Daphne Koruluğu kazılarının, Antakya, Kudüs, Beytüllahim ve Roma’nın başlıca binalarının tasvirleri bulunmaktadır. Wallace belki başka referans kaynaklarına da sahip olabilir. Şeyh İlderim’in çöldeki kamp yerinin ve Yahuda’nın orada kalış ayrıntılarının, 1870’lerde Cezayir’in Oued-Atmenia köyünde ortaya çıkarılan, Afrika Genel Valisi Pompeianus’un villasındaki mozaiklerin renkli reprodüksiyonlarından alınmış olması muhtemeldir. 1878’de sergilenen ve yayınlanan, çok pahalı olan bu çizimler, İlderim’in övündüğü türden bir Fas at yetiştirme tesisini resmetmektedir. Wallace’ın, kazılarda çıkarılan sarayların ve tapınakların Karl Jacob Weber ve Johann Joachim Winckelmann tarafından çizilen ve oyulan, on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarına ait canlı ve yaratıcı restorasyon çalışmalarını görmüş ve onlardan esinlenmiş olması da oldukça olasıdır.
Wallace araştırmalarını iyi yapmış olsa da, kaynaklarını kullanma ve başlıca olayları anlatma konusunda saplantılı ve sert değildir. Bu, Yahuda’nın Maximus Arenası’ndaki araba yarışlarına katılmasını ele alışında ve romanın bazı olaylarını Antakya yakınlarındaki Daphne Koruluğu’nda konumlandırmasında gayet açıktır. Tacitus Neron’un yozlaşan ahlakını, imparatorun kamusal alanda araba kullanma çabalarını anlatarak ortaya koyar. Bu şerefine düşkün hiçbir Romalı soylunun tenezzül etmeyeceği bir harekettir. Aksine, on dokuzuncu yüzyıl Amerikan seçkinleri ve orta sınıfı için, birisinin kendi atlarını sürerek yeteneğini göstermesi hoş görülen -hatta onaylanan- bir eğlencedir. Dahası, Gibbon Daphne’den genç kadınları “yersiz utangaçlık ahmaklığından” vazgeçiren “bu şehvet cenneti” olarak söz etse ve Smith Daphne Koruluğu’nun bütün imparatorluk dönemi boyunca her türden cinsel düşkünlüğe müsamaha etmesiyle ünlü bir yer olduğu konusunda gayet açık bir şekilde diretse de, Wallace Koruluk’u rüya gibi bir ağaçlık olarak tanımlar:
Gördüğü şeylerin dinî bir kitabesini anlatıyorlardı ona; açık gökyüzünün altındaki sunaklar… Havada ve yerde bir huzur, her tarafta uzanıp dinlenmeye bir davet vardı. Birdenbire bir ilhama kapıldı. Aslında koruluk bir tapınaktı, uçsuz bucaksız ve duvarsız bir tapınak! Bir benzeri yoktu!
Wallace’ın dili, Roma’nın eleştirmenlerinin değil, “Büyük Canlanma” çağrısına cevap veren binlerce vatandaşı gibi, günler ya da haftalar süren açık hava vaazları, ilahiler, vatansever ve ilham verici konuşmalar, “iyileştirici” müzikler, okuma parçaları ve piyesler (ve nihayetinde filmler) için topluluklar hâlinde ormanlara ve kırsal kamp alanlarına çekilen bir Amerikan Viktoryan’ın dilidir.
Ben-Hur’un başarısı gecikmeden gelmiştir. 1900’den önce otuz altı İngilizce baskı yapmıştır. Bunların çoğu tam metnin olduğu gibi kopyasıdır, ama farklı şekillerde, özellikle deniz savaşı, araba yarışı, Magilerin çöldeki buluşmaları, Beytüllahim’e yolculuk, İsa’nın doğuşu ve çarmıha gerilişi gibi sadece sanatsal bölümlerin yayınlandığı pek çok versiyon da vardır. Ayrıca, roman Hırvatça, Danca, Flemenkçe, Fince, Fransızca, Galce, Almanca, İbranice, Macarca, İzlandaca, Endonezca, İtalyanca, Litvanya dili, Polonyaca, Portekizce, Rusça, Slovence, İspanyolca, İsveççeye ve körler alfabesine çevrilmiştir. Ben-Hur izinsiz olarak da çoğaltılmış ve diğer sözüm ona yazarlar yazarlık iddiasıyla ortaya çıkmışlardır. 1960’a kadar İngilizce baskıların sayısı altmışı geçmiş olup bunların çoğu güzelliğini bozan kısaltmalardır. Ben-Hur’un konusu onu kilise okullarına katılım için aranan bir mükâfat, diğer hayır işleri için de bir ödül hâline getirmiştir.
Ben-Hur’un başarısı onu drama uyarlaması için de hazır bir seçenek yapmıştır. Wallace, sahne versiyonları hazırlamak için başvuran tiyatro idareleri ve drama yazarları tarafından kuşatılmıştır. İsa’yı temsil etmenin imkânsız olduğu gerekçesiyle her seferinde bu istekleri geri çevirmiştir. Bu, İsa’nın çarmıha gerildiğinde çektiği acıyı konu alan oyunları engellemek için 1880’de etkinleştirilen Amerikan yerel yönetmelikler ve hüküm süren bir kralın rolünü oynama ya da Tanrı’yı sahnede tasvir etmeyi yasaklayan İngiliz Parlamento Kararı tarafından güçlendirilen bir problemdir. Wallace, Macar şovmen Imre Kiralfy’nin New York’un Staten Adası’nda yüz yirmi bin metrekarelik bir Ben-Hur tema parkı kurma başvurusunu da benzer şekilde reddetmiştir. 1881’de Başkan James Garfield tarafından Türkiye’ye elçi olarak atanmış ve 1885’e kadar yurt dışında kalmıştır.
Bu arada Ben-Hur’un popülerliği başka bir olgu doğurmuştur: Araba yarışı. 1886’da Romalı kıyafetleri içinde bir sürücüsü olan bir yarış arabası Londra’nın Olympia sergi salonunda gösterilmiş ve bu etkinlik Graphic’te yer almıştır. Bu olay Paris’teki Cirque d’Hiver’de, “Amazonlar” kıyafeti içindeki kadın yarışçılar tarafından sürülen birkaç araba şeklinde bir taklidinin yapılmasına teşvik etmiştir. New York’ta itfaiye şirketlerinin ve Ulusal Muhafız birimlerinin sıkılan personeli tarafından araba yarışları başlatılmıştır. Arabaların ve Romalı kıyafetlerinin tasarımları için “Smith’in Sözlüğü”ne başvurarak ve itfaiye araçlarını ya da ağır silah arabalarını çekmeye alışkın atları kullanarak Brooklyn Coney Adası’nın eğlence alanında ve civarında birkaç kulvarda yarışlara başlamışlar, bu yarışlar kısa süre içinde Pain’in Manhattan Beach yakınlarındaki açık hava tiyatrosunda James Pain’in Pompei’nin Son Günleri toga oyununa da dâhil edilmiştir. 1893’te Alexander von Wagner tarafından bir Roma araba yarışı dev bir panaromik resim olarak yapılmış, sonra bu eser bütün Batı dünyasındaki evlerde ve okullarda asılan popüler bir gravüre dönüştürülmüştür. 1994 yılında Las Vegas’taki bir otel, eğlence ve kumar tesisi bir Roma araba yarışı fotoğrafıyla kendi reklamını yapıp müşterilerini “efsaneyi tekrar yaşama”ya davet etmiştir.
1890’larda bir zaman Amerikan tiyatro yönetmenleri Marc Klaw ve Abraham Erlanger, Ben-Hur’un başarıyla sahneye uyarlanabileceği ve İsa’nın bir aktör tarafından değil de, yoğun bir mavi spot ışığı ile temsil edilmesi durumunda hukuki davalardan ve sansürden kurtulunacağı konusunda Lew Wallace’ı ikna etmiştir. Senaryosunu William Young, çukurda yer alacak orkestra ile görünen ve görünmeyen koro için partisyonunu Edgar Still-man Kelley üstlenmiştir. Bu oyunu, çoğu tekrarını ve turneye çıkan oyunları 1917’ye kadar Ben Teal yönetmiştir. Lew Wallace bir provaya katılmış ve çalışmaları teftiş ederken fotoğrafı çekilmiştir. Tatmin olduğunu ifade etmiştir. Ben-Hur Manhattan Broadway Tiyatrosu’nda 29 Kasım 1899’da sergilenmeye başlamıştır. Oyunun kutsal şeylere saygısızlık içermediği İngiliz denetçi Lort Chamberlain tarafından garanti edilince, Ben-Hur otuz tonluk makine aksamı ve sahne efektiyle Nisan 1902’de Londra’nın Drury Lane Tiyatrosu’na getirilmiştir.
Başlangıçtan beri romanın bolca olan doğal dekorlu bölümlerinin sahnelenmesinin üzerinde durulur. Bir giriş ve bazıları neredeyse sözsüz olan altı perdelik oyun, Magilerin buluşmasını, Messala’nın Hur ailesiyle yeniden bir araya gelmesini, çatı kire-mitinin kazayla yerinden oynamasını, Yahuda’nın kalyondaki çalışmasını, geminin batışı ve Arrius’un kurtarılışını, Simonides’in Yahuda’yı kabul edişini, Daphne Koruluğu eğlencesini, İlderim ile karşılaşmayı, İras’ın Yahuda’yı neredeyse baştan çıkarışını, araba yarışını, cüzzamlı kadınları ve Olivet Dağı’nda (romanda Zeytin Dağı) İsa’nın iyileştirme eylemini sergiler. Bu bölümler Ben-Hur’un sonraki bütün sahnelerinin özünü oluşturmaktadır. Piyes, von Wagner’in artık yaygın şekilde tanınan araba yarışı tablosu/gravürünü alıp bu tabloyu araba yarışı sahnesinin dekoruna, reklam afişinin ve programın tasarımına katar.
Bu arada, Ben-Hur’un telif ücretlerinden zenginleşen Lew ve Susan Wallace Crawfordsville’deki evlerine dönerler. Orada Wallace Türkiye’deki seyahatlerinden aldığı ilhamla Hindistan Prensi (1893) romanını yazar. 1905’teki sessiz sedasız ölümünün ardından karısı ve sekreteri tarafından tamamlanan hatıraları üzerinde çalışır.
Sinema filmleri 1898’den itibaren kısa filme çekilmiş dramalar sunmaktadır. Wallace’ın öldüğü dönemde filmler özellikle müzikhollerde, bal mumu eserler müzelerinde ve sinemalarda -bu mekânların hepsi de işçi sınıfı ya da “düşük” eğlence ile özdeşleştirilirdi- yaygın şekilde sergilenmektedir. 1907’de Kalem Company of New York’un Ben-Hur’un filme çekilmiş versiyonunu yapma kararı filmi bu mekânlar ve izleyiciler ile buluşturmak içindir. Aralık 1907’de ve 1908 başlarında Kalem Company, arka planda sahne dekoru unsurlarını kullanarak Ben-Hur’un on altı bölümlük bir filmini yaptı, oyuncular da Pain’in Manhattan Beach Pompei’nin Son Günleri’nin oyuncularıyla New York Metropolitan Operası’ndan kiralanan aktörlerdir. Deniz savaşı yakınlardaki bir plajda, araba yarışı da Pain’in sahne dekoru Brighton Beach yarış pistine taşınarak, yerel itfaiye ve top arabaları şirketlerinden alınan arabalarla çekilmiştir. Kendi eserlerinin izinsiz kullanımı, oyunun ve romanın “düşük” nitelikli filme dönüştürülerek itibarsızlaştırıldığı gerekçesiyle öfkelenen Wallace’ın yayıncıları Harper and Brothers ve dramanın telif hakları sahipleri Klaw ve Erlanger Kalem Company’ye dava açmıştır. 1912’de New York Federal Bölge Mahkemesi tarafından karara bağlanan davada, Klaw ve Erlanger lehine, sonraları fikrî mülkiyet haklarını ellerinde tutmak için kullanacakları bir karar verilmiştir. Kalem Company 25.000 dolar para cezasına çarptırılmış ve filmin imha edilmesi istenmiştir. Son dönemlere kadar bütün kopyaların ortadan kaldırıldığı varsayılmaktadır.
1920 yılı boyunca Ben-Hur’u sahnelemeye devam eden ve oyun haklarını elinde tutan Klaw ve Erlanger ile Lew ve Susan’ın tek çocuğu olan ve Wallace edebî mülkiyet hakkını taşıyan Henry Wallace, yeni kurulan Metro-Goldwyn-Mayer’la Ben-Hur’un filme çekilmesi için bir anlaşma yapmışlardır. Film İtalya’da çekilecektir, aslında bazı kareler orada çekilmiştir, ama bu süreç o kadar elverişsiz, bütün sonuçlar o kadar üzücü şekilde kötü olmuştur ki, yapım işi Hollywood’a taşınmış ve filmin yönetmenliği Fred Niblo’ya verilmiştir. Yine film William Young’ın sahne oyununun düzenini izlemiş, ama karakter seçimi ve filmin sayısız muhteşem efektinin teatral bir başarıyla sahnelenmesi duygusal bir incelik ve zarafetle gerçekleştirilmiştir. Ben-Hur’un senaryosu, Wallace’ın olay örüntüsünde, İras’ın rolünün ve Yahuda’nın tavırları üzerindeki etkisinin azaltılması dışında herhangi bir değişiklik ya da ilave yapmamıştır. Bu devam edecek bir akımdır. Eğer okur romanı okuduktan sonra Ben-Hur’un film versiyonunu görmek isterse, Kevin Brownlow’un baştan aşağıya yenilemesi ve Carl Davis’in modern partisyonuyla bu 1925 yılı sessiz versiyonu -performansları, Wallace’ın metnine sadık oluşu, işçiliği ve bütünüyle dramatik çekiciliğiyle- tercih edilebilir bir seçenektir.
Kaçınılmaz şekilde Ben-Hur’un sesli ve renkli versiyonu da olmak zorundadır. Yine bu film de Metro-Goldwyn-Mayer tarafından yapılmıştır, ama bu sefer 1925 yılı sessiz versiyonunda asistan olan William Wyler yönetmiştir. Bu 1959 yılı versiyonunda, Wallace’ın romanında çok daha radikal bir operasyon yapılmış ve ima ya da benzetme yoluyla antiemperyalizm üzerine odaklanma tehditkâr Sovyet İmparatorluğu’na yöneltilmiştir. Filmin rötuşlarından biri İras’ın sonunda ortadan kaybolması konusunda yapılmış, İras’ın cinsel yıkıcılığı Messala’ya taşınmıştır. Bu yıkıcılığın tam olarak nasıl kurtarılacağı, filmin birkaç senaryo yazarından biri olan Amerikan romancı Gore Vidal ile filmin Yahuda’sı Charlton Heston arasında tartışma konusu olmuştur. Perdeye yansıyan sonuç, Yahuda ile homoseksüel bir ilişki peşine düşen Messala’nın -belki çocukluklarına kadar giderek- başarısız olup reddedilince sadist bir intikamcı hâline gelmesi olmuştur. Stephen Boyd’un başarılı bir şekilde canlandırdığı Messala’nın kötülüğü şimdi basit bir Romalı kibri ve ön yargısından çok daha motive edicidir. Baskıcı Roma/Sovyet İmparatorluğu, dalgalanan bayraklar ve Pontius Pilate’ı oynayan Frank Thring’in tehditkâr performansıyla çok büyük bir şatafat içinde canlandırılmıştır. Bu Ben-Hur versiyonu, en iyi film ve en iyi aktör de dâhil, yedi dalda Oscar kazanmıştır. Zaman zaman Ben-Hur’un 1988 yapımı kısaltılmış çizgi film versiyonu uydu ve kablo tv kanallarında gösterilmektedir. Roman her iki filmden de çok daha zengin ve ilginçtir.
Wallace’ın karakterlerini oluşturması kaçınılmaz olarak, Ben-Hur’un “ciddi” bir edebiyat eseri mi, yoksa bir anlamda “popüler edebiyat” olarak tanımlanarak zayıflatılmış mı olduğu sorularına yol açmıştır. Ben-Hur’un “yüksek edebiyat” olup olmadığı nihayetinde önemli değildir. Kuşaklardır okurlara keyif ve bilgi veren, iyi yazılmış, iyi işlenmiş ve iyi araştırılmış bir hikâyedir ve edebî durumuna ilişkin eleştiriler, eserin üzerine söylenenler kadar eski moda bir tutumdur..

KAYNAKÇA
Ben-Hur’un konusu üzerine çok az eleştirel literatür olduğu için bu kısa kaynakça ilgili kaynakları listelemektedir.
Lew Wallace’ın hayatı
Lew Wallace, Lew Wallace: An Autobiography (New York: Harper&Brothers, 1906).
Robert E. Morsberger ve Katharine M. Morsberger, Lew Wallace: Militant Romantic (New York: McGraw-Hill, 1980).
Wallace’ın başlıca kaynakları
William Smith, William Wayte, G. E. Marindin, A Dictionary of Greek and Roman Antiquities, 2 cilt (London, 1842, 1848).
William Smith, Dictionary of Greek and Roman Geography, 2 cilt. (London, 1854).
Araba yarışları ve Roma oyunlarının modern arkeolojisi
John Humphrey, Roman Circuses: Arenas for Chariot Racing (London:Batsford, 1986).
Daniel P. Mannix, Those About to Die (London: Panther Books, 1960).
William Young’ın yasal sahne uyarlaması (1899) ve Kalem’in telif hakları ihlali (1907)
David Mayer, Playing out the Empire: Ben-Hur and other Toga Plays and Films (Oxford: Clarendon Press, 1994).
Fred Niblo’nun 1925 yılı Ben-Hur sessiz sinema versiyonu
Bu muhteşem filmin video kopyaları Warner Home Video’da bulunmaktadır.
Kevin Brownlow, “The Heroic Fiasco-Ben-Hur”, The Parade’s Gone By (London: Sphere Books, 1968), bölüm 36, sayfa 431-81.
William Wyler’in 1959 yılı filmi
Oskar ödüllü bu filmin video kopyaları MGM/UA Home Video’da bulunmaktadır.
T. Gene Hatcher, Ben-Hur in Spite of Everything, yakında çıkacak.
Bruce Babington ve Peter William Evans, Biblical Epics: Sacred Narrative in the Hollywood Cinema (Manchester and New York: Manchester University Press, 1993).
Charlton Heston, In the Arena: An Autobiography (New York: Simon &Schuster, 1995).
Gore Vidal, Palimpsest: A Memoir (New York: Random House, 1995).
Animasyon Ben-Hur filmi, 1988
Al Guest ve Jean Mathieson tarafından yönetilen, yazılan ve hazırlanan Emerald City Productions.
Diğer “Toga” Romanlar
Edward Bulwer Lytton, The Last Days of Pompeii (London, 1834).
Kardinal Nicholas Wiseman, Fabiola; or, The Church of the Catacombs (London, 1854).
George John Whyte-Melville, The Gladiators: A Tale of Rome and Judea (London, 1863).
Wilson Barrett, The Sign of the Cross (Preston, 1896). Oyun yazarı ve başrol oyuncusunun oyunundan alınmıştır.
Henryk Sienkiewicz, “Quo Vadis?”: A Narrative of the Time of Nero (London and Boston, 1896).
Lew Wallace/Ben-Hur web sitesi
Indiana Tarih Derneği Crawfordsville’deki Wallace Müzesi’nden bir web sitesi yayınlamaktadır. http://www.ihs1830.org/wallstud. htm

LEW WALLACE KRONOLOJİSİ
1827 Lewis (Lew) Wallace Indiana Brookville’de doğar.
1837 Babası David Wallace eyalet valisi seçilir. Aile Indianapolis’e taşınır. Lew Wallace Hükûmet Binası Kütüphanesi’ne sık sık gitmeye başlar.
1837-42 Genç Wallace çeşitli okullara gider, oyunlarda oynar, bir macera romanı yazmaya kalkışır, ama yayınlanmaz. Wallace’a çalışması ve dikkatli araştırma yapması için ömür boyu ilgisini esirgemeyen Profesör Hoshour’un nüfuzu altına girer.
1842 Teksas’ın bağımsızlığını desteklemek için Meksika ile savaşan Teksas donanmasına katılmak üzere evden kaçmaya kalkışır. Yakalanır ve eve döner. Prescott’un Meksika’nın Fethi kitabını okur.
1844 Yerel bir gazetede siyasi muhabir.
1845 Yerel bir milis şirketine katılır, sonra Meksika Savaşı’na gönderilen Indiana alayı için nişancılardan oluşan bir şirket kurar. Teğmen olur. Bir çatışmaya katılır ve General Zachary Taylor’ın yürüttüğü seferberlikten rahatsız olur.
1846 Taylor’ın ABD Başkanlığı için başarılı girişimine karşı Indiana kampanyasını yürütür. Zengin Binbaşı Isaac Elston’ın kızı Susan Elston ile tanışır. Indiana Barosu’na kabul edilir ve avukatlık bürosu açar.
1852 Susan Elston ile evlenir.
1853 Indiana Crawfordville’e taşınır. İlk romanı The Fair God üzerinde çalışmaya başlar. Demokrat Parti’nin kölelik karşıtı fraksiyonu ile özdeşleştirilir. Wallaceların tek çocuğu olan Henry doğar.
1856 Yerel bir milis birliği örgütler.
1857 Indiana Millet Meclisine seçilir.
1861 Amerikan iç savaşının başlamasıyla Wallace emir subayı olur, birliği desteklemek için taburlar yetiştirmekle görevlendirilir. 11. Gönüllü Piyade Alayı’nda albay olur. Bull Run Muharebesi’nde bir alaya başkanlık eder, tuğgeneralliğe terfi eder ve Indiana Tugayı’nın komutanlığına atanır.
1862-63 “Batı’daki savaş” (Kentucky, Tennessee, Ohio, Missouri) seferberliklerine katılır. Tümgeneralliğe terfi eder, Tennessee seferberliğindeki 3. Indiana Tümeni’ne komutanlık yapar. Shiloh Muharebesi’nde önemli bir rol oynar, ama yüksek orandaki kayıplar nedeniyle ciddi şekilde eleştirilir. Wallace yönetimini haklı çıkarmak için ömür boyu süren bir mücadeleye girişir. 3. Indiana Tümeni dağılır ve Wallace tekrar Indiana Alayı’na “albay” olarak atanır. Ohio Cincinnati savunmasını organize eder ve yönetir. Minnesota’daki Santee yerlilerine karşı seferberliğe kumanda etmekle görevlendirilir, ama orduda siyasi düşmanlar edinince atama beklemek üzere eve gönderilir.
1864 Başkan Lincoln Wallace’ı geri çağırır. Maryland’deki seçimler boyunca mülki düzeni korumakla görevlendirilir. General Jubal Early idaresindeki sürpriz bir konfederasyon saldırısına karşı Washington savunmasında aktif rol üstlenir. Cesareti ve becerikliliği için övgüler alır.
1865 Lincoln suikastında komplo kurmakla suçlanan insanları yargılamak üzere askerî mahkeme üyesi olarak görev yapar. Konfederasyonun Andersonville Hapishanesi’nin Komutanı olan Yüzbaşı Henry Wirtz’in mahkemesine başkanlık eder. Başkan Benito Juarez’i desteklemek için müfreze birliklerini Meksika’ya götürür.
1867-72 Crawfordville’e döner, Cumhuriyetçi Parti’ye katılır, avukatlığa yeniden başlar, Amerikan Meclisi için adaylığını koyar. Yazmaya da yeniden başlar. Oyun yazmaya girişir, ama sahneye konmaz. Commodus adlı toga oyunu yayınlanır. The Fair God üzerinde çalışmaya devam eder.
1873 The Fair God yayınlanır.
1874-77 “Başımın derde girdiği bir Yahudi çocuk” hakkında bir roman yazmaya başlar. Meksika hakkında konuşmak ve The Fair God’dan parçalar okumak için konferans turuna çıkar.
1878-80 New Mexico bölgesi valiliğine atanır. Santa Fee’ye seyahat eder ve orada Ben-Hur’u tamamlar.
1880 Ben-Hur : Bir İsa Hikâyesi yayınlanır. Wallace Crawfordsville’e döner.
1881-85 Ben-Hur’un ateşli bir hayranı olan Başkan Garfield Wallace’ı Türkiye’ye elçi olarak atar. Orta Doğu’da Hindistan Prensi için materyal toplar.
1885-93 Wallacelar Crawfordsville’e geri dönerler. Konferanslar verir, yazar, politikayla uğraşır. Shiloh’daki yönetimi için kendini temize çıkarma yollarını araştırmaya devam eder.
1893 Hindistan Prensi yayınlanır. Anıları üzerine çalışmaya başlar.
1899 Ben-Hur’un yayıncıları Harperlar sahne uyarlaması için Klaw ve Erlanger yönetimiyle müzakereyi kabul eder. Wallace William Young’ın uyarlamasını onaylar ve ilk performans için hazırlıkları görmek üzere New York’a gider. Ben-Hur tiyatro repertuvarına girer ve 1920’ye kadar Kuzey Amerika’da altı binden fazla oynanır, Klaw ve Erlanger’a 10.000.000 dolar kazandırır. Wallace’ın telif hakkı 650.000 dolardır.
1902 Ben-Hur Londra’da sergilenir.
1905 Wallace Crawfordsville’de ölür.
1906 Lew Wallace: An Autobiography Susan Wallace tarafından tamamlanır. Yayınlanır.
1907 Susan Wallace ölür. Kalem Company tarafından ilk film uyarlamasına Wallace aynı hakları ve Klaw ile Erlanger karşı çıkarlar. Filmin yayını yasaklanır ve imha edilmesine karar verilir. Neyse ki bu karar uygulanmaz. Kalem para cezasına çarptırılır.



BEN-HUR
BİR İSA HİKÂYESİ

Bütün sıra dışı olaylarda daima doğal nedenler aramayı öğrenin filozoflardan ve bu nedenler olmadığında Tanrı’ya başvurun.
    (KONT GABALİS)[1 - Görünüşte Le Comte de Gabalis, ou entretiens sur les sciences secretes’in yazarı, ama aslında Abbé Montfaucon de Villars’ın bir çalışması olan hayali bir karakter. Bu esrarlı kitap 1670 yılında Paris’te yayınlanmış ve on yıl sonra iki İngilizce versiyona tercüme edilmişti. Wallace’ın bu kitaba nasıl ve nerede rastladığı ve içeriğini ne kadar ciddiye aldığı bilinmemektedir.]
Ama eski hikâyenin bu tekrarı sadece yerel bir anlatımın en zarif albenisidir. Eğer tatlı düşünceleri, hiçbir bıkkınlık duymadan kendi kendimize sık sık tekrarlayabiliyorsak, neden bir başkası da onları içimizde daha çok uyandırmak için sıkıntıya katlanmasın?
    (JEAN PAUL F. RICHTER, Hesperus)[2 - Johan Paul Friedrich Richter (1763-1825), Jean Paul takma adıyla yazan Alman romancı. Hesperus adlı romanı 1795 yılında yayınlanmıştır.]
Bak, ta uzaktaki doğu yolunda,
Yıldızların yönlendirdiği büyücüler tatlı kokulara kapılırlar,
Ama Işık Prensi olunca içinde
Huzurluydu gece
Onun dünyadaki barış devri başladı;
Rüzgârlar hayretle sustu
Sular yumuşakça öpücük kondurdu,
Artık köpürmeyi unutan ılıman okyanuslara
Yeni sevinçler fısıldadı,
Dingin kuşlar meftun dalganın üzerinde
Düşüncelere dalmış oturuyordu.
    (JOHN MILTON, İsa’nın Doğuşu: İlahi[3 - John Milton (1608-74) İsa’nın Doğuşu Sabahı şiirini 1629 yılında yazmıştır.])


BİRİNCİ KİTAP

I
ÇÖLDE
Zubleh Dağı, seksen kilometreyi aşkın uzunluğuyla öylesine daracık bir dağdır ki, harita üzerindeki görünümü âdeta güneyden kuzeye doğru sürünen bir tırtılı andırır. Kırmız-beyaz uçurumlarında durup doğmakta olan güneşin altında aşağılara bakınca, insan sadece Eriha bağcılarının nefret ettiği doğu rüzgârlarının başlangıçtan beri oyun bahçesi olan Arabistan Çölü’nü görür. Etekleri, orada boylu boyunca uzanan Fırat Nehri’nden gelen kumlarla iyiden iyiye kaplıdır; dağ bir zamanlar çölün bir parçası olan batı topraklarındaki Moab ve Amman’ın çayırlarına karşı bir duvar gibi yükselir.
Araplar dillerini Yahudiye’nin güneyindeki ve doğusundaki her şeye empoze etmişlerdir; onların dilinde yaşlı dağ, Romen yolunu -şimdi bir zamanlar ne olduğuna dair bir fikir vermek gerekirse Suriyeli hacıların Mekke’ye gidip geldikleri tozlu bir yoldu- keserek ve ilerledikçe derinleşerek, yağmurlu mevsimlerin taşkınlarını Ürdün’e ya da son hazineleri olan Ölü Deniz’e kadar götüren sayısız vadinin babasıdır. Bu vadilerden birinden -daha doğrusu, dağın en uç noktasından yükselip kuzeyin doğusuna doğru uzanan ve sonunda Jabbok Nehri’nin yatağı hâline gelen vadiden- çölün platolarına[4 - Magilerin buluştuğu mekânın Qatrana’nın 70-100 km. doğusunda ve antik Petra’nın yaklaşık aynı mesafe kuzeyindeki Mavera-i Ürdün’de yer aldığı düşünülmektedir.] giden bir yolcu geçmiştir. Okur bu yolcuya dikkatini vermelidir.
Görünüşüne bakılırsa kırk beşlerindeydi bu yolcu. Göğsüne doğru yayılan ve bir zamanlar kapkara olan sakalı yer yer kırlaşmıştı. Kavrulmuş kahve çekirdeği gibi kahverengi olan yüzü kırmızı bir kefiye (o günlerde çölün çocukları tarafından böyle adlandırılan başörtüsü) ardına saklanmış, kısmen görünüyordu. İri ve kara gözlerini arada sırada yukarı kaldırıyordu. Doğu’da yaygın olan dökümlü giysiler giymişti; ama küçücük bir tentenin altında, irice beyaz bir deveye bindiğinden giysilerinin tarzı tam olarak anlatılamıyor.
Çöl şartlarına göre donatılmış bir deveyi ilk kez gören Batılıların bu izlenimin üzerlerinde bıraktığı etkiyi alt edebilmeleri kuşkuludur. Yeniliklerin katili olan gelenekler bile bu duyguyu değiştiremez. Bedevilerle yıllarca konakladıktan sonra kervanlarla yapılan uzun yolculukların sonunda, her nerede olursa olsun bir Batılı durup haşmetli hayvanın geçişini bekleyecektir. Asıl cazibe, ne sevginin bile güzelleştiremeyeceği endamında ne de sessiz adımlarla gidişinde ya da geniş salınımlarındadır. Denizin bir gemiye olan sevecenliği gibidir, çölün kendi yaratığına karşı sevecenliği. Ona bütün gizemini öylesine büründürür ki ona bakarken bu gizemleri düşünürüz; mucize de işte tam buradadır. Şimdi vadiden çıkagelen hayvan da pekâlâ alışılagelmiş bu saygıyı hak edebilirdi. Rengi ve yüksekliği, ayak genişliği, şişman olmayan, kaslı cüssesi, kuğu gibi eğimli uzun ince boynu, başı, gözlerinin arasındaki genişlik, bir kadın bileziğinin sarışı gibi saran ağızlığı, uzun ve esnek adımlarla, emin ve sessiz yürüyüşü, hepsi Kiros[5 - Birinci Pers imparatorluğu olan Ahameniş İmparatorluğu’nun kurucusudur. Büyük Kiros, Güneybatı Asya’nın çoğunu ele geçirmiş, ilk insan hakları bildirgesi olarak kabul edilen Kiros Silindiri’ni yazdırmıştır. (ç.n.)] günleri kadar eski ve kesinlikle paha biçilmez olan Suriyeli kanını kanıtlıyordu. Klasik yuları, alnını kızıl püsküllerle kaplıyor, boğazını uçlarında gümüş çanları çınlayan pirinç zincirlerle süslüyordu; ama yuların ne binici için dizgini ne de sürücü için kayışı vardı. Sırtına kondurulan tahtırevan, Doğulular dışındaki insanların mucidini meşhur edeceği türden bir keşifti. Her biri iki tarafa asılarak dengelenen, yaklaşık bir metre uzunluğunda iki ahşap kutuydu bu; iç kısmı yumuşak bir şekilde kaplanmış kutular efendisinin oturmasına ya da hafifçe uzanmasına izin verecek şekilde ayarlanmış, üzerine de yeşil bir tente gerilmişti. Sayısız düğüm ve bağlarla sağlamlaştırılan geniş sırt ve göğüs kayışları ahşap kutuları sabitliyordu. Böylelikle Kuş’un[6 - Kuşitler veya Kuş Krallığı, Sudan ve Güney Mısır’ın Nil Vadisi’nde yer alan Nübye’de kurulmuş eski bir krallıktır. (ç.n.)] hünerli oğulları sahranın yakıcılığında rahat ediyor, görevlerini yerine getirirken keyfini de çıkarıyorlardı.
Vadinin son molasının ardından deve ayağa kalktığında, yolcu eski Amman, El Belka sınırını geçmişti. Sabah saatleriydi. Yün gibi sisle kısmen perdelenen güneş önünde duruyor, geniş çöl de önünde uzanıyordu; ileride savrulan kumlar değil, otların bodurlaştığı, yüzeyinde iri kayaların, gri ve kahverengi taşların yayıldığı, yer yer cansız akasyaların ve deveotu kümelerinin araya karıştığı bir alan vardı. Arkasında meşe, böğürtlen ve kocayemiş sanki sıraya dizilip korkuyla büzülerek çöle bakıyorlardı.
Artık patika yolun sonu gelmişti. Deve her zamankinden daha acımasızca yürütülmüş gibi görünüyordu; başı dimdik ufka doğru uzanmış, geniş burun deliklerinden rüzgârı büyük yudumlar hâlinde içerek adımlarını uzatıp hızlandırmıştı. Tahtırevan bir o yana bir bu yana sallanıyor, dalgalar içindeki bir tekne gibi bir yükselip bir alçalıyordu. Yer yer zemindeki kuru yapraklar ayak altında hışırdıyordu. Bazen pelin otu gibi bir parfüm bütün havayı tatlandırıyordu. Çayır kuşları, kuyrukkakanlar ve kaya kırlangıçları kanatlanıyor, beyaz keklikler ıslık çalarak ve gaklayarak geçiyorlardı. Çok nadiren bir tilki ya da sırtlan davetsiz misafiri güvenli bir mesafeden incelemek için adımlarını hızlandırıyordu. Sağ tarafta, üstlerinde inci grisi bir tül örtülü olan dağın tepeleri yükseliyor, güneşin biraz sonra anlık olarak eşsizleştireceği bir mora dönüşüyordu. En yüksek zirvelerinde bir akbaba engin kanatları üzerinde genişleyen daireler çiziyordu. Ama yeşil tentenin altındaki yolcu bunların hiçbirini görmüyor ya da en azından farkında olduğuna dair herhangi bir belirti vermiyordu. Gözleri bir yere sabitlenmiş ve hülyalıydı. Onun gidişi de tıpkı hayvanınki gibi belli bir yöne yönlendirilmişti.
İki saat boyunca deve adımlarının hızını sabitleyip doğuya doğru bir rotada ilerledi. Bu süre boyunca yolcu ne pozisyonunu değiştirdi ne de sağına soluna baktı. Çölde mesafeler mille ya da fersahla değil, saatle ya da menzille ölçülür: ilki üç buçuk fersah, ikincisi on beş ya da yirmi beş fersahtır, ama bunlar sıradan bir deve için geçerlidir. Gerçek bir Suriye soyunun binicisi kolaylıkla üç fersah yol yapabilir. Son sürat giderse sıradan rüzgârları bile geride bırakır. Hızlı ilerlemenin bir sonucu olarak manzara da değişmişti. Dağ batı ufku boyunca soluk mavi bir kurdele gibi uzanıyordu. Kil ve sertleşmiş kum tepecikleri yer yer yükseliyordu. Ara sıra bazalt taşları zeminin gücüne karşı yuvarlak başlarını kaldırıyorlardı; diğer her yer kumdu, bazen çiğnenmiş bir kumsal gibi dümdüz, bazen yığılı tümsekler hâlinde, burada kırık dalgalar, şurada uzun kabartılar şeklindeydi. Atmosferin durumu da değişiyordu. Yukarılara yükselen güneş çiy ve sisi içine çekmiş, tentenin altındaki gezgini öpen esintiyi ısıtıyor, her yerde yeryüzünü uçuk bir süt beyazına boyuyor, bütün gökyüzünü parıldatıyordu.
Hiç dinlenmeden ve rota değiştirmeden iki saat daha geçti. Bitki örtüsü tamamen yok oldu. Kumlar o kadar kabuklanmıştı ki her adımda takırdayan pullara dönüşüyor, tartışmasız egemenliğini koruyordu. Dağ artık görünmüyordu, görünürde belirgin bir yer de yoktu. Daha önce arkadan gelen gölge artık kuzeye doğru yer değiştirmiş, kendisine şekil veren nesnelerle yarışa girmişti. Hiç durma belirtisi göstermeyen yolcunun tavırları her an daha da tuhaflaşıyordu.
Unutulmamalıdır ki hiç kimse çölü bir eğlence yeri olarak görmez. Ölü şeylerin kemiklerinin süs gibi saçıldığı yollar boyunca hayat ve ticaret gidip gelir. Kuyudan kuyuya, çayırdan çayıra böyledir yollar. Kendisini yolu izi olmayan alanlarda yapayalnız bulan en tecrübeli şeyhin bile yüreği hop eder. Bizim ilgilendiğimiz adam da zevkinin peşinde olmasa gerekti; ne hâli tavrı bir kaçağa benziyordu ne de bir kere bile arkasına bakmıştı. Böyle durumlarda korku ve merak en yaygın duygulardır; onlardan da eser yoktu. İnsanlar yalnızken her türlü yoldaşlığa tenezzül ederler; köpekler dost olur, atlar arkadaş; onları okşamak ve sevgi sözcükleri söylemekte utanılacak bir şey yoktur. Deveninse böyle bir kazanımı olmadı, ne bir temas ne bir kelime.
Tam öğle vakti deve kendi iradesiyle durdu ve acınası bir feryat ya da inilti çıkardı, tam da onun türündekilerin fazla yüke itiraz ettikleri, bazen de ilgi ve dinlenme istedikleri zaman yaptıkları gibi. Bunun üzerine efendisi sanki uykudan kalkar gibi hareketlendi. Tahtırevanın perdelerini yukarı kaldırıp güneşe baktı; sanki kararlaştırılmış bir yeri arıyormuş gibi uzun uzun ve dikkatle her tarafı taradı. Denetiminden memnun bir hâlde derin bir soluk aldı ve “Sonunda, sonunda!” der gibi başını salladı. Kısa bir süre sonra ellerini göğsünde kavuşturup başını eğdi ve sessizce dua etti. Dinî vecibe yerine getirilmişti, inmek için hazırlandı. Gırtlağından hiç kuşkusuz Eyüp’ün gözde develerinin duymaya alışkın oldukları türden bir ses çıkardı: “Ikh! Ikh!”, diz çök demekti. Hayvan bir yandan hırıldayarak yavaş yavaş itaat etti. Sonra sürücü ayağını onun narin boynuna koyup kuma indi.

II
ÜÇ YABANCI
Şu anda ortaya çıkan adam hayranlık uyandıracak bir endama sahipti, çok uzun boylu değildi. Kefiyeyi başında tutan ipek ipi gevşetip, yüzünü açığa çıkaracak şekilde püskülleri geriye doğru itti; neredeyse siyaha yakın güçlü bir yüzdü bu; kısa, geniş alnı, kemerli burnu ve gözleri hafifçe yukarı kalkıktı, gür, düz, sert, metal gibi parlak ve örgüler hâlinde omuzlarına düşen saçları saklanması imkânsız kökeninin belirtileriydi. Firavunlara ve Batlamyuslara benziyordu, Mısır ırkının babası Misrayim’i[7 - Ham’ın oğlu (Yaradılış: 10: 6, 13). Mısır halkının kurucu babası olarak tanımlanır ve Mısır topraklarına adını vermiştir.] andırıyordu. Beyaz pamuklu bir gömlek olan kamis giyiyordu, kolları dar, önü açık, ayak bileklerine kadar inen, yakası ve göğsü nakışlı; büyük ihtimalle o zamanlar aba diye adlandırılan kahverengi, yünlü bir pelerin atılmıştı gömleğin üzerine, uzun etekli ve kısa kolluydu, içi pamuk ve ipek karışımı bir kumaşla astarlanmıştı, tüm kenarları sarı biyeliydi. Ayaklarında yumuşak deri sırımlarla tutturulmuş sandaletler vardı. Kamis bir kuşakla belinden bağlanmıştı. Yalnız hâli, çölün leopar ve aslan yuvası ve insanoğlunun da vahşi olduğu göz önünde bulundurulunca çok dikkat çekici olan şey hiç silah taşımıyor olduğuydu, develeri yönlendirmek için kullanılan kıvrık sopası bile yoktu, dolayısıyla işinin sakin olduğu, kendisinin de ya alışılmadık şekilde cesur ya da sıra dışı bir koruma altında olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Yolculuk uzun ve yorucu olduğundan yolcunun kolları ve bacakları uyuşmuştu; bu yüzden ellerini ovuşturdu, ayaklarını yere vurdu, gözlerini kapatıp sakin bir memnuniyetle geviş getiren sadık hizmetkârının etrafında yürüdü. Daire çizerken sıklıkla duruyor, eliyle gözlerine gölge yaparak çölü görülebilen en uzak kıyılarına kadar inceliyordu; araştırma bitince de yüzü, zeki bir izleyiciye, orada randevuyla olmasa da kendisine eşlik edecek birilerini aradığı fikrini vermeye yetecek kadar hayal kırıklığıyla bulutlanıyordu; bu izleyici aynı zamanda hangi işin, medeni bir yerleşim yerinin bu kadar uzağında bir yerde olmayı gerektirdiğini öğrenmek için keskin bir merak da duyardı.
Ne kadar hayal kırıklığı olursa olsun, bu yabancının beklenen misafirlerin geleceğine olan inancında pek bir kuşku yoktu. Bunun bir ispatı olarak önce tahtırevana gitti, gelirken kendisinin kullandığı kutunun karşısındaki kutudan bir sünger ile küçük bir su testisi alıp devenin gözlerini, yüzünü ve burun deliklerini yıkadı; sonra aynı yerden kırmızı-beyaz çizgili, yuvarlak bir kumaş, bir tomar sopa ve kalın bir değnek çıkardı. Bunların, biraz üzerinde çalışınca birbirinin içine geçirilip birleştirildiğinde başından daha yüksek bir direk oluşturabilecek ustalıklı bir tertibat olduğu ortaya çıkıyordu. Direk dikilip de sopalar etrafına yerleştirilince kumaşı üstüne yaydı, tam bir ev olmuştu -emir ve şeyhlerin evlerinden çok daha küçük, ama diğer her bakımdan onların benzeri bir ev- Yine kutudan bir halı ya da kare bir kilim getirip çadırın zeminine yaydı. Bu da bitince, dışarı çıktı, bir kere daha büyük bir özen ve daha hevesli gözlerle etrafındaki bölgeyi taradı. Uzakta dörtnala koşan bir çakal ve Akabe Körfezi’ne doğru uçan bir kartal haricinde tıpkı üzerindeki mavilik gibi aşağıdaki çölde de hayat yoktu.
Deveye döndü, alçak sesle ve çöl için yabancı bir dille, “Evden uzaktayız, -en hızlı rüzgârlarla yarışan yarışçı- ama Tanrı bizimle. Sabırlı olalım.” dedi.
Sonra eyerin cebinden biraz fasulye çıkardı ve hayvanın burnunun altına asacağı torbaya koydu. Sadık hizmetkârının yemeye hevesle atılışını görünce dönüp dik gelen güneşin ışıltısıyla bulanıklaşan kum dünyasını bir kez daha taradı.
“Gelecekler.” dedi sakin sakin. “Bana öncülük eden onlara da edecek. Hazırlanayım.”
Kutunun içindeki çuvallardan ve kutunun bir parçasını oluşturan söğüt bir sepetten yemeklik malzemeleri çıkardı: palmiye liflerinden sıkı dokunmuş tabaklar, küçük bir deri testide şarap, kurutulup tütsülenmiş koyun eti, çekirdeksiz shami ya da Suriye narı, nakhil ya da Orta Arabistan’ın hurma bahçelerinde yetişmiş El Shelebi hurması, Davut’un “taze peynirleri”[8 - Kutsal Kitap: Samuel 17:18.] gibi peynir, şehir fırınından mayalı ekmek. Hepsini taşıyıp çadırın altındaki halının üzerine yerleştirdi. Son hazırlık olarak da Doğu’nun kibar çevrelerinde masadaki konukların dizlerine örtülen üç parça ipek kumaşı yaydı; ziyafetine katılacak insanların sayısını ortaya koyan bir şeydi bu, beklediği sayı buydu.
Her şey hazırdı. Dışarıya çıktı: İşte doğuda, çölün yüzeyinde kara bir benek! Sanki yere kök salmış gibi durdu; gözleri büyüdü; sanki doğaüstü bir şey dokunmuş gibi tüyleri ürperdi. Benek bir el kadar büyüdü, sonunda insan boyutuna geldi. Kısa bir süre sonra, yüksek ve beyaz, üzerinde bir mahfe, Hindistan’a özgü, seyahat tahtı taşıyan, kendi devesinin bir kopyası sallanarak görüntüye girdi. Sonra Mısırlı ellerini göğsünde kavuşturup gökyüzüne baktı.
“Tanrı büyüktür!” diye bağırdı, gözünde yaşlarla, ruhu huşu içinde.
Yabancı iyice yaklaşıp durdu. O da yeni uyanıyor gibiydi. Diz çökmüş deveye, çadıra ve dini bütün şekilde kapısında duran adama baktı. Ellerini kavuşturdu, başını eğdi, sessizce dua etti; kısa bir süre sonra devesinin boynundan kuma indi, Mısırlı ona doğru ilerlerken o da Mısırlıya doğru ilerledi. Bir an için birbirlerine baktılar, sonra kucaklaştılar, her biri sağ kolunu ötekinin omzuna koyup sol kolunu da beline doladı, çenesini önce sol sonra sağ göğsüne dayadı.
“Huzur seninle olsun, Tanrı’nın hizmetkârı!” dedi yabancı.
“Seninle de olsun, gerçek din kardeşi! Huzur içinde ol, hoş geldin.” diye cevap verdi Mısırlı, coşkuyla.
Yeni gelen uzun boylu ve sıskaydı, zayıf bir yüzü, çukur gözleri, kır saçları ve sakalı, tarçın ile bronz karışımı teni vardı. O da silahsızdı. Kıyafetleri Hintlilere özgüydü, takkesinin üzerine kat kat örtü sarılarak türban hâline getirilmişti; üzerinde de Mısırlınınkilere benzer kıyafetler vardı, sadece bileklerinde toplanan geniş paçalı pantolonunu açıkta bırakan abası daha kısaydı. Ayaklarında sandaletlerin yerine kırmızı deriden, uçları sivri terlikler vardı. Terlikler hariç tepeden tırnağa bütün kıyafeti beyaz ketendendi. Yüce, azametli, ciddi bir havası vardı. Doğu’nun İlyada’sının münzevi kahramanlarından en büyüğü olan Vistamitra’nın mükemmel bir temsilcisi gibiydi. Brahma’nın bilgeliğiyle yoğrulan bir “Yaşam” olarak adlandırılabilirdi, “Vücut Bulmuş Sadakat” gibiydi. Sadece gözleri insanlığını kanıtlıyor; yüzünü Mısırlının göğsünden kaldırdığında gözlerinde yaşlar ışıldıyordu.
“Tanrı büyüktür!” diye bağırdı, kucaklaşma sona erince.
“Ona hizmet edenler de kutsaldır!” diye cevap verdi Mısırlı, kendi haykırışına şaşırarak. “Ama bekleyelim.” diye ekledi. “Ötekinin gelmesini de bekleyelim!”
Kuzeye baktılar; görüntüye girmiş olan, diğerleri gibi bembeyaz üçüncü deve gemi gibi yan yatarak geliyordu. Beraber durup, o da deveden inerek yanlarına gelene dek beklediler.
“Huzur seninle olsun, kardeşim!” dedi adam, Hintliyi kucaklarken.
“Tanrı’nın dediği olur!” diye cevap verdi Hintli.
Son gelen, arkadaşlarına hiç benzemiyordu; vücudu daha ince, ten rengi beyazdı; açık renk dalgalı saçları küçük ama güzel kafasında mükemmel bir taç gibi duruyordu; koyu mavi gözlerinin sıcaklığı düşünceli zihnini, içten ve cesur doğasını ortaya koyuyordu. Başı çıplak ve silahsızdı. Farkında olmadığı bir zarafetle üstüne aldığı battaniyenin altından kısa kollu, açık yakalı, belinde bir kuşakla bağlanmış, dizlere kadar inen bir elbise görünüyordu. Boynu, kolları ve bacakları çıplaktı. Ayaklarında sandaletleri vardı. Tavırlarına bir ağırbaşlılık katmak ve sözlerini sağduyuyla yumuşatmaktan başka bir etkisi görünmeyen elli, belki de daha fazla yıl yaşamıştı. Fiziki teşekkülü ve ruhunun parlaklığı hiç bozulmamıştı. Hangi soydan geldiğini söylemeye gerek yok; kendisi değilse bile ataları Atina’dan gelmişti.
Ona sarılan Mısırlı titreyen bir sesle, “Ruh önce beni getirdi; kardeşlerimin hizmetkârı olmak üzere seçildiğimi biliyorum. Çadır kuruldu, ekmek bölünmek üzere hazır. Vazifemi yerine getireyim.” dedi.
Her birini elinden tutarak içeriye yönlendirdi, sandaletlerini çıkarıp ayaklarını yıkadı, ellerine su döktü, peşkirle kuruladı.
Kendi ellerini de yıkadıktan sonra, “Görevimizin gerektirdiği şekilde kendimize iyi bakalım, kardeşler ve yiyelim ki günün ödevleri için güçlü olabilelim. Yerken de, birbirimizin kim olduğunu, nereden geldiğini ve ne diye çağrıldığını öğrenelim.” dedi.
Onları yüz yüze bakacak şekilde yemeğe oturttu. Aynı anda hepsinin başları öne eğildi, elleri göğüslerinde kenetlendi, hep birlikte yüksek sesle şu basit şükran duasını ettiler:
“Hepimizin ilahı -Tanrı!– burada sahip olduklarımızın hepsi senin; şükranlarımızı kabul edip bizi kutsa ki senin dileklerini yerine getirmeye devam edebilelim.”
Son sözlerle birlikte gözlerini yukarı kaldırdılar, hayretle birbirlerine baktılar. Her biri diğerinin daha önce hiç duymadığı bir dil konuşuyordu; ama ne söylendiğini gayet iyi anlamışlardı. İlahi bir heyecanla ruhları titredi; çünkü bir mucize eseri İlahi Mevcudiyet’i tanımışlardı.

III
YUNANLI GASPAR
Dönemin diline göre konuşmak gerekirse, şimdi anlatılan karşılaşma Roma’nın 747[9 - MÖ 6.] yılında meydana geldi. Aylardan aralıktı ve Akdeniz’in doğusundaki bütün bölgelerde kış hüküm sürüyordu. Bu mevsimde çöldeki ilerleyiş şiddetli bir heves olmaksızın fazla uzun sürmez. Küçük çadırın altındaki grup için de aynı şey geçerliydi. Karınları açtı, iştahla yediler ve şaraptan sonra konuşmaya başladılar.
“Yabancı topraklardaki bir yolcu için, adını bir arkadaşın ağzından duymak kadar hoş bir şey yoktur.” dedi, yemeğin reisi olduğunu düşünen Mısırlı. “Bizden önce pek çok yoldaşlık günü yaşandı. Şimdi birbirimizi tanımanın zamanı geldi. Eğer uygun görülürse, en son gelen ilk konuşsun.”
İlk önce basiretli bir tavırla yavaş yavaş Yunanlı başladı:
“Ne gariptir ki, kardeşlerim, nereden başlayacağımı ya da ne diyeceğimi bilemediğimi söylemeliyim. Daha ben kendim bile anlamış değilim ki. En çok emin olduğum şey bir Efendi’nin arzusunu yerine getirdiğim ve bu hizmetinde tam bir zevk olduğudur. Yerine getirmek için gönderildiğim amacı düşündüğümde, bu arzunun Tanrı’nın arzusu olduğunu bilmenin verdiği anlatılmaz bir sevinç var içimde.”
İyi adam daha fazla devam edemeden duraklarken, onun duygularını anlayan diğerleri bakışlarını yere indirdiler.
“Buranın batısında…” diye başladı yine. “Asla unutulmayacak bir yer var, dünya ona minnettardır, çünkü minnettarlık insana en saf zevklerini getiren şeylere karşı olur. Sanattan, felsefeden, belagatten, şiirden ve savaştan söz etmeyeceğim; ah kardeşlerim, onun ihtişamı sonsuza kadar parlayacak ve biz bu yolla onu bulup bütün dünyaya ilan edeceğiz. Sözünü ettiğim yer Yunanistan. Ben Gaspar, Atinalı Cleanthes’in oğlu.”
“Benim halkıma…” diye devam etti. “Çalışmak bahşedilmiş, ben de onlardan aynı tutkuyu edindim. Pek çoğunun en büyüğü olan iki filozofumuz, her insanın içinde var olan ruhun bir öğretisini ve onun ölümsüz olduğunu öğretir, diğeri de son derece adil olan tek Tanrı’nın öğretisidir. Okullarda tartışılan pek çok konu içinden çözüme değer olarak bunları seçtim; çünkü Tanrı ile henüz bilinmeyen ruh arasında bir ilişki olduğunu düşündüm. Bu konuda insan zihni aşılmaz bir duvarla karşılaşabilir; o duvara varınca geriye sadece durup yardım çığlığı atmak kalır. Ben de öyle yaptım, ama duvarın ötesinden bana hiç ses gelmedi. Çaresizlik içinde kendimi şehirlerden ve okullardan koparıp aldım.”
Bu sözler üzerine vakur bir gülümseme Hintlinin zayıf yüzünü aydınlattı.
“Ülkemin kuzey kısmı Tesalya’da…” diye devam etti Yunanlı. “Hemşehrilerimin ulu olduğuna inandığı Zeus’un evinin bulunduğu ünlü bir dağ vardır, tanrıların evi; adı Olimpos’tur. Oraya gittim. Dağın batıdan gelip güneydoğuya kıvrıldığı yerdeki bir tepede bir mağara buldum; oraya yerleştim ve kendimi tefekküre adadım, yo kendimi her soluğun bir dua, bir aydınlanma olduğu bekleyişe adadım. Görünmez olsa da yüce olan Tanrı’ya inancımla, rahmeti ve bana cevap vermesi için bütün ruhumla ondan niyaz etmenin mümkün olduğunu biliyordum.”
“Ve verdi, verdi!” diye bağırdı Hintli, kucağındaki ipek örtüden ellerini kaldırarak.
“Dinleyin beni, kardeşlerim.” dedi Yunanlı, gayretle kendini yatıştırarak. “Kulübemin kapısı Termaikos Körfezi’ne nazırdır. Bir gün bir adam giden bir gemiden denize atladı. Kıyıya yüzdü. Onu alıp ilgilendim. Tarihten ve halkının yasalarından çok şey öğrenmiş bir Yahudi’ydi; ben de ondan dualarımın Tanrı’sının gerçekten var olduğunu ve yıllardır onların kanun yapıcısı, hâkimi ve kralı olduğunu öğrendim. Bu hayalini kurduğum aydınlanmadan başka ne olabilirdi! İnancım karşılıksız kalmamıştı; Tanrı bana cevap vermişti!”
“Böyle bir inançla ona yakaran herkese yaptığı gibi.” dedi Hintli.
“Ama ne yazık!” diye ekledi Mısırlı. “Tanrı’nın ne zaman cevap verdiğini bilecek kadar bilge olanlar ne kadar da az!”
“Hepsi bu da değil.” diye devam etti Yunanlı. “Bana bu şekilde gönderilen adam dahasını da anlattı. İlk aydınlanmayı takip eden yıllarda Tanrı’ya giden ve onunla konuşan peygamberlerin onun tekrar geleceğini beyan ettiklerini söyledi. Bana peygamberlerin isimlerini verdi, kutsal kitaplardaki sözlerini aktardı. İkinci gelişinin çok yakın olduğunu da söyledi. Kudüs’te her an bekleniyormuş.”
Yunanlı duraksadı ve yüzünün parlaklığı söndü.
“Doğru.” dedi. Kısa bir süre sonra, “Tanrı’nın ve sözünü ettiği aydınlanmanın sadece Yahudiler için olduğunu söyledi, tekrar olacaktı. Gelecek olan Yahudilerin kralı olmalıydı. ‘Dünyanın geri kalanı için bir şeyi yok mu?’ diye sordum. ‘Hayır.’ dedi, gururlu bir sesle. ‘Hayır, biz onun seçilmiş insanlarıyız.’ Bu cevap benim umudumu kırmadı. Neden böyle bir Tanrı sevgisini ve nimetini bir yerle, bir ırkla sınırlasın ki? Öğrenmeye gönül verdim. Sonunda adamın kibrini kırdım ve atalarının gerçeği canlı tutmak üzere seçildiklerini, bütün dünyanın da sonunda bunu öğrenip kurtulabileceğini öğrendim. Yahudi gittiğinde yine yalnız başıma kalınca, geldiği zaman kralı görmeme ve ona tapınmama izin verilsin diye ruhumu yeni bir duayla ıslah ettim. Bir gece mağaramın kapısında oturmuş varlığımın gizemlerine yakınlaşmaya çalışıyordum, bunun Tanrı’yı bilmek olduğunun farkındaydım. Birdenbire aşağıdaki denizin üzerinde, daha doğrusu yüzeyini kaplayan karanlıkta yanmaya başlayan bir yıldız gördüm; yavaş yavaş yükselip denizin üzerini kapladı, tepenin ve kapımın üzerinde durdu, ışığı üzerime düşüyordu. Yatıp uyudum ve rüyamda bir ses duydum:
‘Ey Gaspar! İnancın zafer kazandı! Dünyanın uzak yerlerinden gelen diğer ikisiyle beraber kutsandın! Vadedildiği gibi onu görecek ve ona şahitlik edeceksin. Sabahleyin kalk ve onları karşılamaya git, sana rehberlik edecek ruha inancını koru.’
Sabah içimde güneşi gölgede bırakan bir ışık hâlindeki ruh ile uyandım. Keşiş giysilerimi çıkardım, eskisi gibi giyindim. Şehirden getirdiğim hazineyi sakladığım yerden çıkardım. Bir gemi geçiyordu. Ona seslendim, gemiye alındım ve Antakya’da karaya çıktım. Orada üzerindeki tahtırevanla bir deve satın aldım. Asi Nehri’nin kıyılarını süsleyen meyve bahçelerinden geçip Emesa, Şam, Busra ve Philadelphia’ya seyahat ettim, oradan da buraya geldim. İşte kardeşlerim hikâyemi duydunuz. Şimdi ben de sizinkini dinleyeyim.”

IV
MELCHİOR
Mısırlı ve Hintli birbirlerine baktılar, Mısırlı elini salladı, Hintli başıyla selam verip başladı:
“Kardeşim güzel konuştu. Benim sözlerim de o kadar bilgece olur umarım.”
Birdenbire durdu, bir an için düşünüp devam etti:
“Beni Melchior olarak tanıyabilirsiniz, kardeşlerim. Dünyanın en eskisi olmasa da, en kısa sürede harflere dökülecek bir dille konuşacağım, yani Hindistan’ın Sanskritçesi. Ben Hintliyim. Halkım bilgi tarlalarında ilk dolaşan, onları ilk paylaşan ve ilk güzelleştiren insanlardır. Bundan sonra her ne olursa olsun dört Vedalar[10 - Dünyanın en eski kutsal metinleri olan Vedalar, Aryan din edebiyatının tamamını içine alan ve Hinduizm dinine inananlar için kutsal olan bilgileri ihtiva eder. (ç.n.)] yaşamalıdır, çünkü onlar dinin ve faydalı bilgilerin başlıca kaynaklarıdır. Bunlardan Brahma tarafından gönderilen ve tıp, okçuluk, mimari, müzik ve altmış dört mekanik sanattan söz eden Upavedalar türetilmiştir. Esinlenmiş azizler tarafından ortaya çıkarılan Vedangalar astronomi, dil bilgisi, vezin, telaffuz, efsun ve sihirli sözler, dinî ayinler ve törenlere adanmıştır. Bilge Vyasa tarafından yazılan Upangalar evrenin kökeni, kronoloji ve coğrafya ile ilgilidir. Ayrıca tanrılarımızın ve yarı tanrılarımızın ebedileştirilmesi için tasarlanan kahramanlık şiirleri Ramayâna ve Mahabhârata vardır. Kardeşlerim, Büyük Şastralar ya da kutsal kanunlar kitabı işte böyledir. Şimdi bunlar benim için unutulmuştur, ama zaman içinde ırkımın gelişmekte olan dehalarını sergilemeye hizmet edeceklerdir. Hızlı bir tekâmül vaatleriydi onlar. Neden bu vaatlerin başarısız olduğunu sorabilirsiniz. Ne yazık! Kitapların bizzat kendileri ilerlemenin bütün kapılarını kapattılar. Onların yazarları yaratılanın korunması bahanesiyle, bir insanın keşiflere ya da icatlara kalkışmaması prensibini dayattılar, çünkü Tanrı lazım olan her şeyi sağlamıştı. Bu şart kutsal bir yasa hâlini alınca, Hindu dehanın lambası bir kuyuya düştü, o zamandan beri daracık duvarları ve acı suları aydınlatıyor.
Size, Şastraların Brahm denilen Ulu Tanrı’yı öğrettiklerini, ayrıca Purânaların ya da Upangaların kutsal şiirlerinin bize erdem, iyi işler ve ruhtan söz ettiğini söylediğim zaman bu bahislerin gösteriş için olmadığını anlayacaksınız, kardeşlerim. Eğer kardeşim söylememe izin verirse.” Konuşmacı Yunanlıyı saygıyla selamladı: “Onun halkı daha bilinmeden asırlarca önce iki büyük fikir olan Tanrı ve ruh, Hindu zihninin bütün enerjisini içine çekmişti. Dahasını da söylememe izin verin, Brahm da aynı kutsal kitaplar tarafından Üçlü -Brahma, Vişnu ve Şiva- olarak öğretilir. Bunların içinden Brahma’nın ırkımızın yazarı olduğu söylenir, yaratılış esnasında ırkımızı dört sınıfa ayırmıştır. İlk olarak, aşağıdaki dünyalara ve yukarıdaki göklere insanlar yerleştirmiştir; sonra yerküreyi dünyevi ruhlar için hazır hâle getirmiştir; daha sonra kendi ağzından, kendisine en çok benzeyen, Vedaların tek öğretmeni yüce ve asil Brahma sınıfı çıkmıştır ve aynı zamanda da dudaklarından bütün yararlı bilgiler dökülmüştür. Kollarından Kshatriya ya da mücahitler, göğsünden Vaisya ya da üreticiler -çobanlar, çiftçiler, tüccarlar- ayaklarından, bir aşağılamanın işareti olarak, diğer sınıfların vasıfsız işlerini yapmaya mahkûm Sudra ya da köleler -serfler, hizmetçiler, işçiler, esnaf- çıkmıştır. Şunu da unutmayın ki, onlarla beraber doğan yasa bir sınıfa mensup kişinin bir diğerinin üyesi olmasını yasaklamıştı. Brahman düşük bir sınıfa giremezdi, kendi mertebesinin yasalarını ihlal ederse, kendisi gibi aforoz edilenler dışında herkes için yok sayılarak aforoz edilirdi.”
Tam bu noktada Yunanlının hayal gücü böyle bir aşağılamanın bütün sonuçlarını görerek hevesli dikkatini alt edip, “Böyle bir durumda, kardeşlerim, bu ne güçlü bir sevgi dolu Tanrı ihtiyacıdır!” dedi.
“Evet.” diye ekledi Mısırlı. “Bizimki gibi sevgi dolu bir Tanrı.”
Hintlinin kaşları acıyla çatıldı; bu duygusu geçince yumuşak bir sesle devam etti:
“Ben Brahman olarak doğdum. İlk beslenmem, ismimin verilmesi, ilk kez güneşe çıkarılmam, ikinci kez doğan biri olmamı sağlayan üçlü basamaktan geçişim, birinci sınıfa girişim, hepsi kutsal metinler ve değişmez törenlerle kutlanmıştı. Bir kuralı ihlal etme korkusu olmaksızın yürüyemez, yiyip içemez ya da uyuyamazdım. Hele de ceza, kardeşlerim, ceza ruhuma veriliyordu! Kusur derecelerine göre ruhum gökyüzünden birine gönderilir -en aşağıda Indra’nınki, en yüksekte Brahma’nınki vardı- ya da bir kurt, sinek, balık veya hayvanın yaşamını sürmek için geri sürülürdü. Mükemmel itaatin ödülü sonsuz mutluluk ya da Brahm olmaya geçişti.”
Hintli bir an için düşündü, devamında, “Bir Brahman’ın hayatının ilk rütbe denilen kısmı öğrencilik hayatıdır. İkinci rütbeye girişe hazır olduğumda -yani evlenip aile reisi olmaya hazır olduğumda- her şeyi sorguladım, Brahm’ı bile. İtirazcıydım. Kuyunun derinlerinden yukarıda bir ışık keşfetmiştim ve yukarıya çıkıp onun neye ışıldadığına bakmak istiyordum. Sonunda -ah, ne zorlu yıllardı!– mükemmel bir günde kalkıp hayatın ilkesini, din unsurunu ve ruhla Tanrı arasındaki bağlantıyı yani sevgiyi gördüm.” dedi.
İyi adamın ufalan yüzü görünür şekilde alevlendi ve ellerini sıkı bir şekilde kenetledi. Ardından bir sessizlik oldu, bu esnada diğerleri gözleri yaşlı bir şekilde Yunanlıya bakıyorlardı. Sonunda devam etti:
“Sevginin mutluluğu hareket hâlindeydi; sınanması da birisinin diğerleri için ne yapmaya hevesli olduğuydu. Dayanamadım. Brahm dünyayı o kadar çok sefaletle doldurmuştu ki. Sudra bana sesleniyordu; sayısız hayranları ve kurbanları da öyle. Ganga Lagor adası Ganj Nehri’nin kutsal sularının Hint Okyanusu’nda kaybolduğu yerdedir. Oraya gittim. Bilge Kapi-la için orada inşa edilen tapınağın gölgesinde, kutsal adamın kutsanmış hatırasının evinin etrafında tuttuğu öğrencilerle aynı duayı ederek sükûn bulmayı düşündüm. Ama yılda iki kere Hindu hacılar sularda arınmak için geliyorlardı. Perişanlıkları benim sevgimi güçlendirdi. Konuşma dürtüsüne rağmen çenemi kenetledim, çünkü Brahm, Üçlü ya da Sastralara karşı tek bir kelime, orada burada kızgın kumlarda ölmek için kendilerini sürükleyen, aforoz edilmiş Brahmanlara karşı bir şefkat hareketi -edilen bir dua, verilen bir bardak su- bile sonumu getirebilirdi ve ben de onlardan biri oldum, ailem, ülkem, ayrıcalıklarım, sınıfım yoktu. Sevgi fethedildi! Tapınaktaki öğrencilerle konuştum, beni dışladılar. Hacılarla konuştum beni taşa tuttular. Yollarda vaaz vermeye kalkıştım, dinleyicilerim benden kaçtılar ya da canımı istediler. Sonuç olarak bütün Hindistan’da huzur ve güven bulabileceğim hiçbir yer kalmamıştı, aforoz edilenler arasında bile, çünkü düşmüş de olsalar hâlâ Brahm’a inanıyorlardı. Büyük üzüntümde Tanrı hariç herkesten saklanacak bir yalnızlık aradım. Ganj Nehri’ni ta Himalayalar’ın yukarılarındaki kaynağına kadar izledim. Nehrin lekesiz saflığıyla çamurlu bölgelerden geçip rotasına girdiği yer olan Hurdwar’da bir geçide girince ırkım için dua ettim ve sonsuza kadar onları kaybettiğimi düşündüm. Vadilerin içinden, tepelerin üzerinden, buzulların karşısından, yıldızlar kadar yüksek görünen zirvelerden geçip şahane bir güzellik olan Lang Tso Gölü’nün yolunu tuttum, güneşin karşısında kardan zirvelerini ebediyen sergileyen Tise Gangri, Gurla ve Kailas Parbot’un eteklerinde uykuya daldım. Orada, tam yeryüzünün merkezinde, Indus, Ganj ve Brahmapootra’nın farklı rotalara gitmek üzere yükseldikleri yerde, insanoğlunun ilk meskenlerini aldıkları ve şehirlerin anası Belh’i[11 - Afganistan’ın kuzeyinde yer alan eski bir yerleşim yeridir.] büyük gerçeği kanıtlaması için terk edip dünyayı doyurmak için ayrıldıkları yerde, ilkel durumuna geri dönen doğanın uçsuz bucaksız enginliklerinden emin bir şekilde, birine emniyet, diğerine yalnızlık vaatleriyle bilge ve sürgünü davet ettiği yerde, orada dua ederek, oruç tutarak, ölümü bekleyerek Tanrı’yla yalnız oturdum.”
Yine ses alçaldı ve eller ateşli bir şekilde birleşti.
“Bir gece gölün kıyısında yürüyor, beni dinleyen sessizlikle konuşuyordum. ‘Tanrı ne zaman gelip hak talep edecek? Günahlardan arınma olmayacak mı?’ Birdenbire suda bir ışık ürkekçe ışıldamaya başladı; kısa süre içinde bir yıldız yükselip bana doğru hareket etti ve başımın üzerinde durdu. Parlaklığı beni şaşkına çevirmişti. Yerde uzanırken sonsuz bir sevimliliğin sesini duydum, ‘Senin sevgin zafer kazandı. Kutsandın, Hindistan’ın oğlu! Günahlardan arınma yakındır. Yeryüzünün uzaklarından iki kişiyle birlikte kurtarıcıyı görecek ve onun geldiğine tanık olacaksın. Sabah olduğunda gidip onlarla buluş, sana rehberlik edecek ruha güven.’
O zamandan beri ışık benimle kaldı; onun ruhun görünür varlığı olduğunu biliyordum. Sabah geldiğim şekilde hayata başladım. Dağın yarığında çok değerli bir taş buldum, Hurdwar’da sattım onu. Lahor, Kâbil ve Yezd’den İsfahan’a geldim. Orada deveyi satın aldım ve kervanı beklemeden Bağdat’a yöneldim. Yalnız başıma korkusuzca seyahat ettim, çünkü ruh benimleydi, hâlâ da öyle. Ne mutluluk, kardeşler! Kurtarıcıyı görecek, onunla konuşacak ve ona tapınacağız! Ben bitirdim.”

V
BALTAZAR
Hayat dolu Yunanlı sevinç içinde tebriklerini sundu; sonra Mısırlı tipik bir vakarla, “Seni selamlıyorum, kardeşim. Çok sıkıntı çekmişsin, zaferine çok memnun oldum. Eğer ikiniz de dinlemek isterseniz, şimdi ben size kim olduğumu ve nasıl çağrıldığımı anlatacağım. Bir dakika bekleyin.” dedi.
Dışarı çıkıp develerle ilgilendi ve geri dönünce tekrar yerine oturdu.
“Sizin sözleriniz kardeşlerim, ruhla ilgiliydi.” diye başladı. “Ve ruh, onları anlamamı sağladı. Her biriniz özellikle kendi ülkenizden söz ettiniz, bu konuda açıklayacağım büyük bir mesele var, ama yorumu tamamlamak için önce kendimden ve halkımdan söz edeyim. Ben Mısırlı Baltazar.”
Son sözler sessizce, ama öyle bir saygınlıkla söylenmişti ki, her ikisi de konuşmacıyı başlarıyla selamladılar.
“Irkım için ortaya atacağım pek çok farklılıklar var.” diye devam etti. “Ama bir tanesiyle yetineyim. Tarih bizimle başladı. Korunan kayıtlarla olayları ilk ölümsüzleştiren biziz. Bizim törelerimiz yok ve şiir yerine size kesinlik sunuyoruz. Sarayların ve tapınakların ön yüzlerine, dikilitaşların üzerlerine, mezarların iç duvarlarına krallarımızın isimlerini ve yaptıklarını yazdık. Narin papiruslara filozoflarımızın bilgeliğini ve dinimizin sırlarını emanet ettik, bu sırlardan birinden söz edeceğim. Vyasa’nın Upangaları, Para-Brahm’ın Vedalarından daha da eskidir, Melchior, Homer’in şarkılarından ya da Platon’un fizikötesinden daha da eski, sevgili Gaspar, kutsal kitaplardan ya da Çin halkının krallarından veya Siddhartha’nınkilerden, güzel Maya’nın oğlundan daha da eski, Musa’nın doğumundan daha da eski, insan kayıtlarının en eskisi bizim ilk kralımız Menes’in yazılarıdır.” Bir an duraklayıp iri gözlerini Yunanlı üzerinde nazikçe sabitleyerek, “Hellas’ın gençliğinde öğretmenlerinin öğretmenleri kimdi, Gaspar?” dedi.
Yunanlı gülümseyerek başıyla selamladı.
“Bu kayıtlara göre…” diye devam etti Baltazar. “Ataların Uzak Doğu’dan, üç kutsal nehrin doğduğu bölgeden, yeryüzünün merkezinden -sözünü ettiğin eski İran, Melchior- ne zaman geldiklerini, Tufan’ı ve dünyanın Tufan’dan önceki tarihini Nuh’un oğullarının Aryanlara anlattığı şekilde beraberlerinde getirdiklerini, Tanrı, yaratıcı ve başlangıcı, Tanrı gibi ölümsüz ruhu öğrettiklerini biliyoruz. Şimdi bizi çağıran görev mutlulukla yerine getirildiğinde, benimle gelmeyi isterseniz, kutsal papazlık kütüphanemizi ve diğer şeylerin yanı sıra ölüm, onu kıyamete olan yolculuğuna gönderdikten sonra ruhun tanık olacağı törenin bulunduğu Ölüler Kitabı’nı size gösteririm. Fikirler -Tanrı ve ölümsüz ruh- çöl üzerinden Misrayim’e getirilmiş, o da Nil kıyılarına götürmüş. O zamanlar Tanrı’nın bizim mutluluğumuz için daima istediği gibi bir saflıkları ve anlayışlılıkları varmış; bu ilk tapınmaymış; neşeli, umut dolu ve yaratıcısına sevgi duyan bir ruh için doğal olan bir şiir ve dua.”
O anda Yunanlı ellerini uzatıp bağırdı. “Ah! İçimdeki ışık derinleşiyor!”
“Benim de!” dedi Hintli, benzer bir coşkuyla.
Mısırlı babacan bir tavırla onlara baktı, sonra sözlerine devam etti, “Din sadece insanı yaratıcısına bağlayan yasadır: Saflığında bu unsurlar vardır -Tanrı, ruh, onların birbirlerini karşılıklı tanımaları- pratiğe döküldüğünde bunlardan tapınma, sevgi ve ödül çıkar. Bu yasa, tıpkı kutsal kökenli diğerleri gibi –örneğin, yeryüzünü güneşe bağlayan gibi- başlangıçta yazarı tarafından kusursuz bir şekilde gerçekleştirilmişti. İlk ailenin dini böyleydi, kardeşlerim, yaratılış formülüne karşı kör olmayan babamız Misrayim’in dini de böyleydi, ilk inanış ve ilk tapınmalar gibisi hiçbir yerde görülmemişti. Mükemmellik Tanrı’dır; sadelik mükemmelliktir. Lanetlerin laneti, insanın böyle gerçeklere izin vermemesidir.”
Sanki nasıl devam edeceğini düşünüyormuş gibi durdu.
“Pek çok ulus Nil’in tatlı sularını sevmiştir.” dedi sonra. “Etiyopyalılar, Pali-Putra, Yahudiler, Süryaniler, İranlılar, Makedonyalılar, Romalılar -Yahudiler hariç- hepsi bir zaman onun efendisi olmuştur. İnsanların bu kadar çok gidip gelmeleri eski Misrayim inancını mahvetti. Palmiyeler Vadisi, Tanrılar Vadisi hâline geldi. Yüce olan sekize bölündü, her biri doğadaki yaratıcı bir ilkeyi temsil ediyordu, Ammon-Re de başlarındaydı. Sonra Isıs ve Osiris ile onların suyu, ateşi, havayı ve diğer güçleri temsil eden camiaları meydana geldi. Kudret, bilgi, sevgi ve benzerleri gibi insani niteliklerin akla getirdiği bir başka düzenimiz daha olana kadar çoğalma devam etti.”
“Hepsinde eski budalalık vardı!” diye bağırdı Yunanlı, atılarak. “Sadece erişilmez olanlar bize geldikleri şekliyle kalıyor.”
Mısırlı başını eğdi ve devam etti:
“Biraz daha, kardeşlerim, biraz daha, ben kendime gelmeden önce biraz daha. Gittiğimiz yol eskiden olanla karşılaştırılınca en kutsalı gibi görünüyor. Kayıtlar Misrayim’in, o zamanlar Afrika çölünde yayılan, zengin, üstün yetenekli, doğaya tapan Etiyopyalıların elinde olan Nil’i bulduğunu gösteriyor. İranlılar, tanrıları Ormuzd için güneşe kurban veriyorlardı; Uzak Doğu’nun dini bütün çocukları ilahlarını tahtadan ve fil dişinden oyuyorlardı; ama Etiyopyalılar yazı, kitaplar ve herhangi bir sanatsal yetenekleri olmaksızın, kediyi Re için, boğayı İsis için, böceği Pthah için kutsal sayarak hayvanlara, kuşlara, böceklere tapınıp ruhlarını yatıştırıyorlardı. Onların sert inancına karşı uzun süren mücadele yeni imparatorun dininin benimsenmesiyle son buldu. Sonra nehir kıyısına ve çöle büyük anıtlar dikildi; dikili taş, labirent, piramit, timsah mezarıyla birleştirilmiş kral mezarı. Aryan’ın oğulları böyle derin bir alçalmaya düştüler, kardeşlerim!”
Burada ilk kez Mısırlının sakinliği onu terk etti; yüzü kayıtsız kalsa da sesi ele veriyordu.
“Vatandaşlarımı hor görmeyin.” diye başladı tekrar. “Onlar Tanrı’yı unutmuş değiller. Hatırlayacağınız gibi biraz önce, bir tanesi hariç dinimizin bütün sırlarını papirusa emanet ettiğimizi söylemiştim; şimdi size bundan söz edeceğim. Bir zamanlar her türlü değişiklik ve katkılara kendini adayan bir firavunumuz vardı. Yeni sistemi kurmak için eskisini tamamen akıllardan çıkarmaya çabaladı. Yahudiler o zamanlar köleler olarak bizimle kalıyorlardı. tanrılarına sadıktılar; zulüm dayanılmaz olunca asla akıllardan çıkmayacak bir şekilde serbest bırakıldılar. Kayıtlara göre konuşuyorum. Kendisi de Yahudi olan Moşe saraya geldi ve o zamanlar milyonları bulan kölelerin ülkeden ayrılmaları için izin istedi. Bu talep Yüce İsrail Tanrı’sı adınaydı. Firavun talebi reddetti. Ne oldu dinleyin. Önce bütün sular, yani göller ve nehirler, tıpkı kuyulardaki ve kaplardakiler gibi kana dönüştü. Ama hükümdar yine reddetti. Sonra kurbağalar her yeri istila etti. Hükümdar hâlâ kararlıydı. Sonra Moşe külleri havaya savurdu ve Mısırlıları veba salgını vurdu. Yahudilerinkiler hariç bütün büyükbaş hayvanlar öldü. Çekirgeler vadinin yeşilliklerini silip süpürdüler. Gün ortası öyle yoğun bir karanlığa gömüldü ki lambalar bile yanmadı. Sonunda bir gece Mısırlıların ilk çocuklarının hepsi öldüler; Firavun’unki bile kurtulamadı. Sonra boyun eğdi. Ama Yahudiler gidince ordusuyla beraber peşlerine düştü. Son anda deniz ikiye bölündü ve kaçaklar ayakları ıslanmadan geçtiler. Onların peşindekiler geldiklerinde dalgalar geri gelip hepsini boğdu; atları, arabacıları ve kralı. Aydınlanmadan söz etmiştin, Gaspar…”
Yunanlının mavi gözleri ışıldadı.
“Hikâyeyi Yahudilerden öğrendim.” diye bağırdı. “Sen de bunu doğruluyorsun, Baltazar!”
“Evet, ama benim aracılığımla Mısırlılar konuşuyor, Moşe değil. Ben mermerleri yorumluyorum. Zamanın papazları şahit olduklarını kendilerince yazıya döktüler ve aydınlanma meydana geldi. Şimdi kayıtlara girmemiş sırra geliyorum. Benim ülkemde, kardeşlerim, talihsiz Firavun’un zamanından bu yana hep iki dinimiz oldu. Biri özel, diğeri halkınki; biri halk tarafından uygulanan çok tanrılı din; diğeri sadece ruhbanlık tarafından değer verilen tek Tanrı. Benimle birlikte sevinin, kardeşlerim! Pek çok ulus tarafından ayak basılması, krallar tarafından tırpanlanması, düşmanların bütün icatları, zamanın bütün değişimleri boşunaydı. Tıpkı dağların altında saatini bekleyen bir tohum gibi şanlı gerçek de yaşadı ve işte günü geldi!”
Hintlinin bitkin bedeni zevkle titredi ve Yunanlı bağırdı:
“Sanki çöl şarkı söylüyor!”
Mısırlı yakınlardaki testiden bir yudum su içip devam etti:
“Ben bir prens ve rahip olarak İskenderiye’de doğdum, sınıfıma özgü bir eğitim aldım. Ama erkenden mutsuz oldum. Bana empoze edilen inancın bir bölümü ölümden, bedenin yok olmasından sonrasına aitti, ruh en aşağıdan en yüksekteki son varlık olan insanlığa kadar olan ilk gelişimine hemen başlıyordu, hem de fani dünyada önderlik edecek bir referans olmadan. İranlıların ışık âlemini, Chinevat Köprüsü’nün karşısında sadece iyilerin gittiği cenneti duyduğumda aklıma bir düşünce takıldı, öyle ki gündüz de gece de ebedî göç ile cennetteki ebedî hayat fikirleri üzerinde düşünüp durdum. Eğer öğretmenimin öğrettiği gibi Tanrı adilse neden iyi ile kötü arasında bir ayrım yoktu? Sonunda ölümün, kötülerin bırakıldığı ya da kaybolduğu, inançlıların daha yüce bir hayata yükseldikleri bir ayrım noktası olduğu benim için netleşti; aktif, neşeli ve sonsuz bir yaşamdı bu; Tanrı ile yaşam! Bu keşif bir başka araştırmayı daha getirdi. Neden gerçek, papazlığın bencil avuntusu için uzun süre bir sır olarak saklanmalıydı? Baskının nedeni yok oldu. Felsefe en azından bize hoşgörü getirmişti. Mısır’da Ramses yerine Roma vardı. Bir gün İskenderiye’nin en muhteşem ve kalabalık bölgesi olan Brucheium’da vaaz verdim. Doğu ve Batı da izleyicilerim arasına katıldı. Kütüphaneye giden öğrenciler, Serapeum’dan[12 - Mısır Tanrısı Serapis’e adanmış tapınaklar. (ç.n.)] gelen rahipler, müzeden gelen aylaklar, hipodrom müdavimleri, Rhacotis’ten vatandaşlar beni dinlemek için durdular. Tanrı, ruh, doğru ve yanlış, cennet, erdemli bir yaşamın ödülü konusunda telkinlerde bulundum. Melchior, taş kesildin! Dinleyicilerim önce şaşırdılar, sonra güldüler. Tekrar denedim, nükteli sözlerle taşladılar beni, Tanrı’mla dalga geçtiler, cennetimi alayla kararttılar. Gereksiz yere oyalanmamak için oradan ayrıldım.”
Hintli uzunca iç geçirip, “İnsanın düşmanı insandır, kardeşim.” dedi.
Baltazar sessizliğe gömüldü.
“Hatamın nedenini bulmak için çok düşündüm ve sonunda başardım.” dedi, tekrar söze başlayarak. “Nehrin yukarısında, şehirden bir günlük mesafede sığır çobanlarının ve bostancıların köyü vardır. Bir tekneye binip oraya gittim. Akşam saatlerinde insanları, kadınları ve erkekleri, yoksulların en yoksullarını bir araya topladım. Tıpkı Brucheium’da yaptığım gibi vaaz verdim. Onlar gülmediler. Ertesi akşam tekrar konuştum, inanıp memnun oldular, haberleri dışarı taşıdılar. Üçüncü toplantıda dua etmek için bir topluluk oluşturuldu. Ondan sonra şehre döndüm. Hiç bu kadar parlak ve yakın görünmemiş olan yıldızların altında nehir boyunca ilerlerken şu dersi çıkardım: Bir reform başlatmak için büyük ve zenginlerin bölgelerine değil, daha ziyade mutluluk çanakları boş olanların -yoksulların ve acizlerin- yanına git. Sonra bir plan yapıp hayatımı adadım. İlk adım olarak büyük mal varlığımı güvence altına aldım, böylelikle kesin bir gelirim olacaktı ve gerektiğinde acı çekenin rahatlamasına sunulacaktı. O günden sonra, kardeşlerim, tek Tanrı, erdemli yaşam ve cennet ödülü konusunda vaaz vererek Nil boyunca bir aşağı bir yukarı köylere ve bütün kavimlere seyahat ettim. Ne kadar olduğunu bilmem ama hayır işledim. Dünyada onun kabulü için hazır olan yerleri gidip bulacağımızı biliyorum.”
Konuşmacının esmer yanaklarına bir kırmızılık yayıldı, ama bu duygunun üstesinden gelip devam etti:
“Bu yıllar boyunca, kardeşlerim, bir düşünceyi dert ettim; ben gidince başlattığım amaç ne olacaktı? Benimle beraber bitecek miydi? Çalışmam için uygun bir amaç bulmayı pek çok kez hayal ettim. Sizden saklayacak değilim, bunu gerçekleştirmeye çalıştım, ama başaramadım. Kardeşlerim, artık dünya öyle bir duruma geldi ki, eski Misrayim inancını yeniden inşa etmek için, reformcunun insani yaptırımdan daha fazlasına sahip olması gerekir, sadece Tanrı adına gelmesi olmaz, sözlerine bağlı kanıtları da olmalı, söylediklerini ispat etmelidir, Tanrı’yı bile. Zihin mitler ve sistemlerle doludur; sahte ilahlar her yeri doldurmuş, -yeryüzünü, havayı, gökyüzünü- her şeyin bir parçası olmuşlar; ilk dine geri dönmek ancak kanlı yollardan, zulüm tarlalarından geçerek olabilir; yani din değiştirenler vazgeçmektense ölmeyi yeğlemelidir. Bu devirde Tanrı’nın kendisinden başka kim insanların inancını böyle bir noktaya taşıyabilir? Irkı kurtarmak için -yok etmeyi kastetmiyorum- o kendisini bir kere daha açığa çıkarmalı; bizzat gelmelidir.”
Üçünü de yoğun bir his kapladı.
“Onu bulmayacak mıyız?” dedi Yunanlı.
“Gerçekleştirmekte neden başarısız olduğumu anlıyorsunuz.” dedi Mısırlı, büyü geçince. “Yaptırımım yoktu. Çabamın kaybolacağını bilmek beni dayanılmaz derecede perişan etti. Duaya inanıyordum ve yakarışlarımı saf ve güçlü hâle getirmek için, tıpkı sizin gibi kardeşlerim, yürünmüş yolların dışına çıktım, insanoğlunun olmadığı, sadece Tanrı’nın olduğu yerlere gittim. Beşinci çağlayanın tepesine, Sennar’da nehirlerin birleştiği yere, Beyaz Nil’in yukarılarına, Afrika’nın bilinmeyen uzaklıklarına gittim. Orada sabahları gökyüzü kadar mavi bir dağ, batı çölünün üzerine serinletici bir gölge savurur, erimiş karlardan oluşan şelaleleriyle doğuda eteklerine yerleşen geniş gölü besler. Göl, büyük nehrin anasıdır. Bir yılı aşkın bir süre dağ, bana ev sahipliği yaptı. Hurmalar bedenimi, dualar ruhumu besledi. Bir gece küçük denizin yakınlarındaki meyve bahçesinde yürüdüm. ‘Dünya ölüyor. Ne zaman geleceksin? Neden kurtuluşu görmüyorum, Tanrı’m?’ diye yakardım. Ayna gibi sular yıldızlarla parıldıyordu. İçlerinden biri sanki yerinden ayrılıp yüzeye yükselmiş, orada göz yakıcı bir parlaklığa erişmişti. Sonra bana doğru hareket etti, bir elin uzanacağı mesafede başımın üzerinde durdu. Yere düşüp yüzümü sakladım. Yeryüzüne ait olmayan bir ses bana dedi ki: ‘İyi çalışmaların başarıya ulaştı. Kutsandın, ey Misrayim’in oğlu! Kurtuluş geldi. Dünyanın uzaklarındaki diğer iki kişiyle beraber kurtarıcıyı görecek, onun için şahitlik edeceksin. Sabah olduğunda, git ve onlarla buluş. Kutsal Kudüs şehrine geldiğinizde insanlara, Yahudilerin kralı olarak doğan o nerede, biz Doğu’da onun yıldızını gördük ve ona tapınmak için gönderildik, deyin. Size rehberlik edecek ruha inanın.’
Işık kuşku duyulmaz bir iç aydınlanması hâline geldi ve bir rehber olarak benimle kaldı. Beni nehirden aşağıya, Memphis’e doğru yönlendirdi, orada çöl için hazırlandım. Devemi aldım, hiç dinlenmeden Süveyş ve Kufileh yoluyla, Moab ve Amman topraklarından geçerek buraya geldim. Tanrı bizimledir, kardeşlerim!”
Durakladı, bunun üzerine kendi başlarına değil de sanki bir telkinle ayağa kalkıp birbirlerine baktılar.
“Halklarımızı ve onların tarihlerini tanımlama şeklimizde bir amaç olduğunu söylemiştim.” diye devam etti Mısırlı. “Bulacağımız kişi ‘Yahudi Kralı’ diye adlandırılıyor, onu bu isimle sormamız söylendi. Şimdi buluşup da birbirimizi dinlediğimize göre onun kurtarıcı olacağını biliyoruz, sadece Yahudilerin değil, yeryüzündeki tüm ulusların. Tufan’dan sağ kurtulan resulün üç oğlu ve onların aileleri vardı, onlar sayesinde insanlar yeniden türediler. Asya’nın merkezindeki iyi bilinen Zevk Bölgesi, eski Aryana-Vaêjoda ayrıldılar. Hindistan ve Uzak Doğu birincinin çocuklarını aldı; en gencinin soyu Kuzey’den geçip akın hâlinde Avrupa’ya gitti; ikincininkiler de Kızıl Deniz civarındaki çöllerden taşıp Afrika’ya geçtiler, bunların çoğu çadırlarda otursalar da bazıları Nil boyunca binalar yaptılar.”
Aynı anda gelen bir dürtüyle üçünün elleri birleşti.
“Bir şey bundan daha kutsal bir biçimde düzenlenebilir mi?” diye devam etti Baltazar. “Tanrı’yı bulunca, kardeşler ve onlardan sonra gelen nesiller bizimle birlikte ona saygıyla diz çökecekler. Kendi yollarımıza gitmek üzere ayrıldığımızda, dünya yeni bir ders almış olacak: Cennet kazanılabilir ama kılıçla ya da insan erdemiyle değil, inanç, sevgi ve iyi işlerle.”
İç geçirmelerle ve kutsanmış gözyaşlarıyla bölünen bir sessizlik oldu; çünkü onları dolduran sevinç kalıcı olmayabilirdi. Bu, Hayat Nehri’nin kıyılarında, Tanrı’nın yanında kurtarılmışlarla dinlenen ruhların tarifsiz sevinciydi.
Elleri birbirinden ayrıldı ve beraber çadırdan dışarı çıktılar. Çöl, gökyüzü kadar hareketsizdi. Güneş hızla batıyordu. Develer uyuyordu.
Kısa bir süre sonra çadır söküldü ve yemekten arta kalanlarla beraber kutuya kondu; sonra dostlar da develere binip Mısırlı tarafından yönlendirilerek tek sıra hâlinde yola koyuldular. Soğuk gecede rotaları batıya doğruydu. Develer çizgiyi ve aralıkları koruyarak sabit adımlarla ileri atıldılar; sanki arkadan gelenler öncünün ayak izlerine basıyordu. Sürücüler bir kere bile konuşmadılar.
Yavaş yavaş ay çıktı. Üç uzun boylu ve beyaz figür donuk ışıkta sessiz bir şekilde ilerlerken, kötü karanlıklardan gelen hayaletler gibi görünüyorlardı. Birdenbire önlerindeki havada, alçak bir tepenin zirvesinde parlak bir alev belirdi. Ona bakarlarken, görüntü büyüleyici bir parlaklık noktasına dönüştü. Kalp atışları hızlandı; ruhları titredi ve tek bir ses hâlinde bağırdılar: “Yıldız! Yıldız! Tanrı bizimle!”

VI
YAFA PAZARI
Kudüs’ün batı duvarının üzerindeki bir aralıkta Beytüllahim ya da Yafa Kapısı denilen “meşeden kapaklar” asılıdır. Bu kapakların ardında kalan alan, şehrin tanınmış yerlerinden biridir. Davut Sion’a göz koymadan çok önceleri orada bir kale vardı. Sonunda Jesse’nin oğlu Yevusluları yerlerinden edip de kaleyi inşa etmeye başladığında, kalenin surları yeni duvarın kuzeybatı köşesini meydana getirdi ve duvar eskisinden daha azametli bir kule tarafından korunuyordu. Bununla birlikte, muhtemelen orada birleşen yollar başka bir noktaya yönlendirilemediğinden ve dışarıdaki alan bildik bir pazar yeri hâlini alsın diye kapının konumu değiştirilmemişti. Süleyman zamanında bölgede Mısır’dan tüccarların, Tyre ve Sidon’dan zengin satıcıların da dâhil olduğu büyük bir hareketlilik vardı. Yaklaşık üç bin yıl geçmiş ve ticaret burada devam etmişti. İğne ya da silah, salatalık ya da deve, ev ya da at, kredi ya da mercimek, hurma ya da tercüman, kavun ya da adam, güvercin ya da eşek arayan bir yolcunun sadece Yafa Kapısı’nda aradığını sorması yeterlidir. Bazen ortam öyle hareketlidir ki, kim bilir onu inşa eden Herod zamanındaki eski pazar nasıl bir yerdi, sorusunu akla getirir. Şimdi okur o döneme ve o pazara götürülecek.
Yahudi sistemine göre, önceki bölümlerde anlatılan bilgelerin karşılaşmaları yılın üçüncü ayının yirmi beşinci gününde olmuştu, yani aralığın yirmi beşinde. Yıl, 193. Olimpiyatın ikincisi ya da Roma’nın 747’si, Büyük Herod’un on yedinci, saltanatının otuz beşinci, miladi takvimin başlangıcından önce dördüncü yıldı. Günün saatleri, Yahudiye geleneğine göre, güneşle beraber başlar, ilk saati güneş doğduktan sonraki ilk saattir; kesin söylemek gerekirse, belirtildiği gibi günün ilk saatinde Yafa Kapısı’ndaki pazar dopdolu ve canlıydı. Şafaktan itibaren büyük kapılar sonuna kadar açılırdı. Daima yoğun olan ticaret, kemerli girişten daracık bir sokağa ve büyük kuleyi geçtikten sonra şehrin içine uzanan meydana kadar girerdi. Kudüs tepelik bir şehir olduğundan sabah havası öyle az buz ayaz olmazdı. Sıcaklık vaat eden güneş ışınları etraftaki büyük duvarların mazgalları ve kuleleri üzerinde dolaşır, güvercinlerin mırıltıları ve gidip gelen kuş sürülerinin kanat sesleri buralardan aşağıya gelirdi.
Gelecek sayfaları anlamak için Kutsal Şehir’in sakinleri kadar yabancılarını da tanımadan önce kapıda durup manzaraya bakmak iyi olur. Şimdikinden çok farklı bir ruh hâline bürünecek olan bu halka göz gezdirmek için bundan daha iyi bir fırsat bulunmaz.
Manzara ilk bakışta tam bir karmaşadır; hareket, ses, renk ve nesne karmaşası. Özellikle sokakta ve meydanda durum budur. Zemin geniş ve şekilsiz kaldırım taşlarıyla kaplıdır, her bir çığlık, gıcırtı ve toynak vuruşu yanda yükselen sağlam duvarların arasındaki çınlayan ve gürleyen kargaşayı daha da artırır. Kalabalığa biraz karışmak, sürmekte olan ticarete biraz aşina olmak analiz etmeyi mümkün kılacaktır.
Şurada, Celile’nin bahçelerinden ve taraçalarından yeni getirilmiş mercimek, fasulye, soğan ve salatalıkla dolu küfelerin altında uyuklayan bir eşek duruyor. Eşeğin sahibi müşterilere hizmet vermediği zamanlarda, sadece bilenlerin anlayabileceği bir sesle mallarını duyuruyor. Kıyafetleri oldukça basit; sandaletler, bir omuza atılan ne beyaz ne de boyalı bir battaniye ve bele sarılmış bir kuşak. Onun yanında, çok daha heybetli ve tuhaf, ama eşek kadar sabırlı olmayan, gırtlağının, boynunun ve vücudunun altındaki tüyleri kabarık, bir deri bir kemik, gri bir deve diz çökmüş; kutulardan ve sepetlerden oluşan yükleri büyük bir semerin üzerine tuhaf bir şekilde dizilmiş. Sahibiyse, ufak tefek, kıvrak ve tozlu yollardan ve çölün kumundan nasibini alan teniyle bir Mısırlı. Soluk bir tarbooshe, boynundan dizlerine kadar inen, kolsuz ve kemersiz bir elbise giyiyor. Ayakları çıplak. Yükün altında huzursuz olan deve sızlanıyor ve zaman zaman dişlerini gösteriyor, ama adam hayvanın kayışlarını tutmuş, hiç aldırmadan bir aşağı bir yukarı adımlayarak sürekli Kedron meyve bahçelerinden gelen taze meyvelerinin reklamını yapıyor; üzümler, hurmalar, incirler, elmalar ve narlar.
Sokağın meydana açıldığı köşede sırtlarını duvarın gri taşlarına dayamış kadınlar oturuyor. Giysileri ülkenin mütevazı sınıflarında yaygın olanlardan; belden gevşekçe bağlanmış, yerlere kadar boylu boyunca inen keten elbise, başı örttükten sonra omuzlara da sarılacak kadar geniş atkı ya da şal. Onların mallarıysa, kuyulardan su getirmek için Doğu’da hâlen kullanılan türden birkaç toprak küp ve deri şişeler. Küplerin ve şişelerin aralarında, taş zeminde kalabalığa ve soğuğa aldırmadan yuvarlanıp duran, hep tehlike altında olduğu hâlde hiç canı yanmayan, yarım düzine kadar çıplak çocuk oyun oynuyor; esmer bedenleri, amber rengi gözleri ve gür, siyah saçları İsrail kanını doğruluyor. Bazen anneleri şalların altından kafalarını kaldırıp ana dillerinde tevazuyla mallarını duyuruyorlar: şişelerde “üzüm balları”, küplerde “sert içecek”. Sesleri genel curcuna içinde kaybolup gidiyor, pek çok rakiple başa çıkacak güçte değiller. Çıplak bacaklı, kirli gömlekli, uzun sakallı, güçlü kuvvetli adamlar olan bu rakipleri sırtlarına bağlanmış şişelerle dolaşıp, “Şarap balı! En-Gedi üzümleri!” diye bağırıyorlar. Bir müşteri içlerinden birini durdurduğunda, şişe tepeden yuvarlanarak ağzındaki kapak kaldırılıyor ve hazır olan bardaklara leziz meyvenin koyu kırmızı suyu boşaltılıyor.
Kumru, ördek ve sıklıkla bülbül, daha da sıklıkla güvercin gibi kuşları satanlar da daha az gürültücü değiller; bu kuşların alıcıları onları yakalayan, dorukların cesur tırmanıcılarının tehlikeli hayatlarını pek akıllarına getirmiyorlar.
Kırmızı ve maviye bürünen, kocaman beyaz sarıkların altında yıkılacak gibi duran mücevher satıcıları; ev eşyası satıcıları; giysi tüccarları; insanları yağlamak için merhem satıcıları; ihtiyaç için olduğu kadar tuhaf da olan her türlü malzeme satıcıları, orada burada yularlara asılarak, kâh bağırıp kâh dil dökerek dolaşan ve eşek, at, buzağı, koyun, oğlak, deve gibi, yasa dışı olan domuz hariç her türlü hayvan ticareti yapan satıcılar arasında güçlükle yürüyorlar. Bunların hepsi buradalar; anlatıldığı gibi tek başlarına değil, pek çoklar; bir yerde değil, pazardaki her yerdeler.
Sokak ve meydandaki bu manzarayı gören, satıcılara ve mallarına göz gezdiren okurun ikinci olarak ziyaretçilere ve alıcılara dikkat göstermesi gerekir, çünkü en iyi araştırmalar kapıların dışında, manzaranın çeşitli ve hareketli olduğu yerde yapılır; çünkü orada tentelerin, çadırların, daha büyük alanların, daha büyük kalabalıkların, daha sınırsız özgürlüğün ve Doğu güneşinin ihtişamının etkileri vardır.

VII
KUDÜS HALKI
Tam gidiş geliş hareketliliğinin kıyısında, kapıda duralım ve bir süre izleyip dinleyelim.
Tam zamanı! İşte önemli bir sınıftan iki adam geliyor.
“Tanrı’m! Ne kadar da soğuk!” diyor, içlerinden biri, zırhlar içinde güçlü bir figür; başında pirinçten bir başlık, vücudunda ışıl ışıl parlayan bir zırh. “Ne kadar soğuk! Comitium’da,[13 - Antik Roma’da Forum yakınlarında, kamu toplantıları için kullanılan bir yer.] rahiplerin aşağı dünyaya giriş dedikleri mezar odasını hatırlıyor musun, Caius? Bu sabah orada biraz ısınacak kadar durabilirdim!”
Bu sözlerin muhatabı askerî pelerinin kapüşonunu kaldırıp başını ve yüzünü açıyor, alaycı bir gülümsemeyle, “Mark Antony’yi yenen birliklerin başlıkları Galya karıyla doluydu;[14 - Mark Antony’nin Decimus Brutus’tan Transalpine Gaul’u alamayışına gönderme yapılmaktadır.] ama sen -ah benim zavallı dostum- sen Mısır’dan yeni geldin, kanında oraların yazını getirdin.”
Bu son sözle girişte gözden kayboluyorlar. Hiç konuşmasalar da zırh ve güçlü adımlar onların Romalı askerler olduklarını ortaya sererdi.
Sonra kalabalığın arasından, zayıf, yuvarlak omuzlu, kahverengi kaba giysiler içinde bir Yahudi geliyor; uzun, keçeleşmiş saçları gözlerine ve yüzüne, arkadan da sırtına kadar dökülüyor. Yalnız. Onunla karşılaşanlar eğer daha beterini yapmazlarsa, kahkahayla gülüyorlar, çünkü o bir Nazarite,[15 - İncil dönemlerinde, kendisi için katı şekilde yasaklanan şarap içme, saç kesme vb. şeylerden sakınma yemini eden, kendini dinine adamış Yahudi. (ç.n.)] Musa’nın kitaplarını reddeden, kendisini nefret edilen yeminlere adayan, yeminler geçerli olduğu sürece saçlarını kestirmeyen, hor görülmüş bir mezhepten.
Onun gidişini izlerken birdenbire keskin ve kararlı haykırışlarla hızla sağa sola açılan kalabalıkta bir kargaşa oluyor. Sonra da bunun nedeni ortaya çıkıyor; bir adam, nitelik ve kıyafetine bakılırsa bir Yahudi. Sarı ipekten bağcıklarla kafasına tutturulan kar beyazı keten bir örtü serbestçe omuzlarına dökülüyor; elbisesi zengin bir şekilde nakışlı, altın püsküllü kırmızı bir kuşak birkaç kez beline dolanmış. Tavırları sakin; hatta kendisine yol verenlere aceleyle gülümsüyor. Cüzzamlı mı? Hayır, sadece bir Samiriyeli. Geri çekilen kalabalık eğer kendilerine sorulsa onun elbisesinin değmesinin bile kirlilik yaratacağı bir Asurlu olduğunu söylerlerdi; sonuç olarak ölmekte olan bir Yahudi bile ondan can kabul etmezdi. Aslında, düşmanlığın nedeni kanda değildi. Davut, Sion Dağı’na taht kurduğunda, onu sadece Yahuda desteklemişti, on kavim Shechem’in yolunu tutmuştu, Shechem eski bir şehirdi ve o tarihlerde kutsal anılar açısından çok zengindi. Kavimlerin birleşmeleri bile bu şekilde başlayan ihtilafı çözemedi. Samiriyeliler, Gerizim Dağı üzerindeki tapınaklarına bağlı kaldılar ve olağanüstü kutsallığını korurken, Kudüs’teki öfkeli din bilginlerine gülüyorlardı. Zaman bile bu nefreti yatıştıramadı. Herod zamanında, inanca dönmek Samiriyeliler hariç bütün dünya için geçerliydi. Sadece onların Yahudilerle arkadaşlığı kesinlikle ve ebediyen yasaklanmıştı.
Samiriyeli kemerli kapıdan geçip içeri girerken, şimdiye kadar gördüklerimize hiç benzemeyen, istesek de bakışlarımızı üzerlerinden alamadığımız üç adam çıkıyor dışarı. Alışılmadık bir endamda ve oldukça kaslılar; gözleri mavi ve tenleri o kadar açık renk ki kanları tenlerinde mavi kalemle çizilmiş gibi parlıyor. Saçları açık renk ve kısa; küçük ve yuvarlak kafaları boyunlarının üzerinde sütun gibi duruyor. Göğüs kısmı açık, kolsuz ve bol, yünlü gömlekleri, kollarını ve bacaklarını çıplak bırakarak vücutlarını çevreleyişi akla hemen arenayı getiriyor; tam burada aldırışsız, kendinden emin ve küstah tavırlarını da eklediğimizde insanların onlara yol vermelerine ve onlar geçtikten sonra tekrar dönüp bakmak için durmalarına hiç şaşmıyoruz. Onlar Romalılar gelmeden önce Yahudiye’de bilinmeyen gladyatörler, güreşçiler, koşucular, boksörler, silahşorlardır; eğitimde olmadıkları zamanlar kralın bahçelerinde dolaşırken ya da sarayın kapısında muhafızlarla otururken görülürler, muhtemelen Sezaria, Sebaste veya Eriha’dan gelirler. Yahudi’den çok Yunanlı olan Herod, oyunlara ve kanlı gösterilere duyduğu Romalı aşkıyla orada tiyatrolar inşa ettirmiştir, şimdi de gelenek olduğu üzere Galyalı vilayetlerden ya da Tuna Nehri üzerindeki Slav kavimlerden getirdiği savaşçı erkekler için okul yaptırmıştır.
“Baküs aşkına!” diyor, içlerinden biri, yumruk yapılmış elini omzunda gezdirerek. “Kafatasları yumurta kabuğundan bile kalın değil.”
Hareketlere eşlik eden gaddar bakış bizi öyle tiksindiriyor ki bakışlarımızı daha hoş bir şeylere çevirmekten mutluluk duyuyoruz.
Karşı tarafımızda bir meyve tezgâhı var. Sahibi kel kafalı, uzun yüzlü biri, burnu da bir şahin gagası gibi. Tozun içine yayılmış bir halının üzerinde, sırtını arkasındaki duvara dayamış oturuyor; başının üzerinde dar bir perde asılı; etrafında bir elin uzanabileceği mesafede, küçük taburelerin üzerine dizilmiş badem, üzüm, incir ve nar dolu hasırdan kutular duruyor. Gözlerimizi gladyatörlere dikmemizden farklı bir nedenle bakışlarımızı alamadığımız biri yaklaşıyor yanına: Gerçekten çok yakışıklı bir Yunanlı. Dalgalı saçlarının döküldüğü şakaklarının etrafını mersin ağacından bir taç ve ona tutturulmuş solgun çiçekler çevreliyor. Kırmızı gömleği yumuşacık yünlü bir kumaştan, önden ışıl ışıl altından şahane bir armayla sımsıkı tutturulan devetüyü rengi bir kuşağın altında, aynı metalle süslenmiş kat kat etekleri dizlerine kadar iniyor; yine yünlü, beyaz-sarı karışımı bir atkı boynunu dolanıp sırtına dökülüyor; açıktaki kolları ve bacakları fildişi kadar beyaz; banyo, yağlar ve fırçalarla mükemmel bir muamele görmediği sürece olamayacak kadar parlak.
Yerinde oturmaya devam eden satıcı ileri doğru eğiliyor, ellerini uzatıp avuç içleri aşağıya bakacak şekilde Yunanlının önünde birleştiriyor.
“Bu sabah neler getirdin, Paphos’un oğlu?” diyor, genç Yunanlı, Kıbrıslıya değil de kutularına bakarak. “Karnım aç. Kahvaltı için neyin var?”
“Pedius’tan gelen gerçek meyveler, tıpkı Antakyalı şarkıcıların seslerini iyileştirmek için sabahları yediklerinden.” diye cevap veriyor satıcı, genizden gelen sesiyle.
“Ama bu incirler Antakyalı şarkıcılar için olan en iyilerinden değil!” diyor Yunanlı. “Sen Afrodit’e tapanlardansın, ben de öyle, tıpkı başımdaki mersin ağacından tacın kanıtladığı gibi. O şarkıcıların sesleri Hazar rüzgârının soğuğunu taşıyor. Bu kuşağı görüyor musun? Kudretli Salome’nin hediyesi…”
“Kralın kız kardeşi!” diye bağırıyor, Kıbrıslı, selam vererek.
“Kraliyet zevkini taşıyor. Neden olmasın ki? Kardeşi kraldan daha çok Yunanlıdır. Kahvaltım! Al işte paranı, Kıbrıs’ın kırmızı bakır paraları. Bana üzüm ver, bir de…”
“Hurma da almayacak mısın?”
“Hayır, ben Arap değilim.”
“Ya incir?”
“Yahudi de değilim. Hayır, üzümden başka bir şey istemem. Hiçbir su, Yunanlının kanıyla üzümün kanının karışımından daha tatlı değildir.”
Bu kirli ve kalabalık pazarda bütün saray fiyakasıyla bu şarkıcı kolay kolay zihinlerden çıkarılmayacak bir görüntüdür; işte birisi sanki bütün merakımıza meydan okurcasına onun peşi sıra geliyor. Yüzü yere dönük bir şekilde ağır ağır yolun yukarısına yürüyor; aralıklarla duraklıyor, ellerini göğsünde birleştirip yüzünü uzatıyor ve sanki duaya başlayacakmış gibi gözlerini gökyüzüne doğru çeviriyor. Kudüs’ten başka hiçbir yerde böyle birine rastlanamaz. Alnında, örtüyü sabitleyen bir banda tutturulmuş deriden kare bir kese görünüyor; benzer bir başka kese de bir kayışla sol koluna bağlanmış. Elbisesinin kenarları derin püsküllerle süslenmiş; muskalar, elbisesinin geniş kenarları ve bütün bedenine hâkim olan yoğun kutsallıktan onun bir Ferisi, yani yobazlığı ve gücü dünyanın felaketine neden olacak organizasyonlardan (dinde bir mezhep, siyasette bir parti) birinden olduğunu anlıyoruz.
Kapının dışındaki kalabalık Yafa’ya giden yolu tamamen kaplıyor. Bakışlarımızı Ferisi’den çevirince, tam zamanında alacalı kalabalıktan ayrılan, inceleme konusu olabilecek bir grup dikkatimizi çekiyor. İlk önce içlerinden, berrak ve sağlıklı teni, parlak siyah gözleri, uzun, gür sakalı, üzerine tam oturan, mevsime uygun, pahalı giysileriyle gayet asil görünen bir adam beliriyor. Elinde bir değnek, boynunda da ipe asılı irice bir altın mühür taşıyor. Bazılarının kuşaklarında kısa kılıçlar olan birkaç hizmetkâr ona eşlik ediyor; ona büyük bir saygıyla hitap ediyorlar. Grubun geri kalanını halis çöl ırkından iki Arap oluşturuyor; zayıf, sırım gibi olan bu adamlar koyu bronz renginde, çukur yanaklı, parlak kem gözlü. Başlarında kırmızı fes, abalarının üzerinde sol kollarını ve bedenlerini sarıp sağ kollarını açıkta bırakan, kahverengi yünden haikleri ya da battaniyeleri var. Araplar beraberlerindeki atları satmak istediklerinden yüksek sesli bir şakalaşma hüküm sürüyor, sabırsızlık içinde yüksek perdeden, tiz bir sesle konuşuyorlar. Asil adam konuşma işini çoğunlukla hizmetkârlarına bırakıyor; ara sıra vakarla sorulara cevap veriyor ve Kıbrıslıyı görür görmez durup incir satın alıyor. Bütün grup Ferisi’nin hemen ardından ana kapıdan geçiyor. Biz de meyve satıcısının yolunu tutacak olursak, o bize güzelce selam verip, bu yabancının çok seyahat eden ve Suriye’nin sıradan üzümleriyle Kıbrıs’taki denizin çiyiyle zenginleşen üzümler arasındaki farkı iyice öğrenen bir Yahudi ve şehrin prenslerinden biri olduğunu söyleyecektir.
Böylece öğleye, bazen de daha geç saatlere doğru, istikrarlı alışveriş akını, alışıldığı üzere Yafa Kapısı’ndan girip çıkarak beraberlerinde İsrail’in bütün kavimlerinden, eski inançların aralarında parsellendiği ve geliştirildiği her türlü mezhepten, bütün dini ve sosyal gruplardan, sanatın çocukları ve zevk elçileri olan maceracı güruhtan, Sezarların ve atalarının dönemlerinden, özellikle de Akdeniz civarlarında oturan önemli insanlar da dâhil her türden şahsiyeti taşıyor.
Diğer bir deyişle, kutsal tarihi ve mübarek peygamberlerle bağlantısı zengin olan, taşları gümüşten, her yeri sedir ağaçlarıyla dolu, Hazreti Süleyman’ın Kudüs’ü, Roma’nın bir kopyası, dinsizlik merkezi ve pagan bölgesi hâline gelmişti. Yahudi bir kral[16 - Kral Uzziya (2. Tarihler 26: 21).] bir gün papaz kıyafetlerine bürünüp tütsü sunmak için ilk tapınağın içine girip bir cüzzamlı olarak dışarı çıktı, ama okumakta olduğumuz dönemde Pompey[17 - Gnaeus Pompeius Magnus (Büyük Pompey). Filistin’e yaptığı sefer (MÖ 63) Yücelerin Yücesi’ni ele geçirmesini sağlamıştır. Pompey bu kutsal alana girmiş, ama yağmalamamış ya da oradaki ayin objelerine zarar vermemiştir.] de Herod’un tapınağına girmiş, hiçbir zarar görmeden, sadece boş bir oda bularak çıkmıştı, Tanrı’dan hiçbir işaret yoktu.

VIII
YUSUF VE MERYEM
Şimdi okurdan, Yafa Kapısı’ndaki pazarın bir bölümü olarak tanımlanan meydana geri dönmesini rica ediyoruz. Günün üçüncü saatiydi ve insanların çoğu gitmişti, ama baskı bariz bir azalma olmadan devam ediyordu. Yeni gelenler arasında, güney duvarlarının yanında, bir erkek, bir kadın ve büyük bir dikkat gerektiren, eşekten oluşan bir grup vardı.
Adam hayvanın başında durmuş, dizginlerini tutuyor ve hem hayvanı dürtmek için hem de baston olarak çifte amaçla kullanılmak üzere seçilmiş bir sopaya yaslanıyordu. Elbisesi etrafındaki sıradan Yahudilerinki gibiydi, sadece yepyeni görünüyordu. Başından aşağıya dökülen örtü ve boynundan topuklarına kadar onu örten cüppe ya da elbise, muhtemelen tatil günleri sinagoga giderken giymeye alışkın olduğu kıyafetlerdi. Gayet açık olan yüz hatları ellilerinde olduğunu söylüyordu, çizgi çizgi kırlaşmış siyah sakalları da bu tahmini doğruluyordu. Bir yabancı ve taşralının yarı meraklı, yarı boş bakışlarıyla etrafına bakınıyordu.
Eşek acelesizce, pazarda bol bulunan kucak dolusu yeşil otları yiyordu. Hayvan uykulu memnuniyeti içinde etrafındaki karmaşa ve velveleden hiç etkilenmiyor; sırtındaki semerde oturan kadına da hiç aldırmıyordu. Soluk yünlü kumaştan bir örtü kadını tamamen kaplamış, beyaz bir atkı da başını ve sırtını örtmüştü. Arada bir etrafında olanları görme ya da duyma merakının dürtüsüyle, yüzünün görünmezliğini koruyacak şekilde atkıyı hafifçe kenara çekiyordu.
Biri adama yaklaşıp seslendi.
“Nasıralı Yusuf değil misin, sen?”
Konuşan adam yakında duruyordu.
“Öyle derler.” diye cevapladı Yusuf, usulca dönerek. “Ah sen, huzur seninle olsun, dostum, Haham Samuel!”
“Ben de sana aynı şeyi diliyorum.” Haham durakladı, kadına bakarak ekledi. “Sana, evine barkına ve bütün yardımcılarına.”
Bu son sözleri söylerken elini göğsüne koyup kadına başını eğdi, bu arada kadın da onu görmek için kısa bir süreliğine örtüsünü geri çekip yüzünü gösterdi. Böylelikle selamlaşanlar sanki dudaklarına götürecekmiş gibi birbirlerinin sağ ellerini yakaladılar, ama son anda bırakıp her biri kendi elini öptü, sonra da avucunu alnına koydu.
“Kıyafetlerin o kadar az tozlanmış ki…” dedi Haham, samimiyetle. “Geceyi babalarımızın şehrinde geçirdiğin anlaşılıyor.”
“Hayır.” dedi Yusuf. “Gece olmadan ancak Bethany’ye kadar gelebildik, orada bir handa kaldık, şafak vakti tekrar yola koyulduk.”
“Demek önünüzde uzun bir yol var, umarım Yafa’ya kadar değildir.”
“Beytüllahim’e kadar.”
O ana kadar hahamın açık ve dostça olan yüzü asılıp meymenetsiz bir hâl aldı; öksürük yerine bir homurtuyla boğazını temizledi.
“Evet, evet, anlıyorum.” dedi. “Beytüllahim’de doğmuşsun, şimdi de Sezar’ın emrettiği gibi vergi için yazılmak üzere kızınla beraber oraya gidiyorsun. Yakup’un çocukları Mısır’daki aşiretler gibiler, ne Musaları var ne de Yuşaları. Güçlüler nasıl da yere serildi!”[18 - Kutsal Kitap: 2 Samuel 1: 19, 25, 27.]
Yusuf hiç istifini bozmadan cevap verdi:
“Bu kadın benim kızım değil.”
Ama haham siyasi fikirlere takılı kalıp açıklamaya hiç aldırmadan sözlerine devam etti, “Zealotlar Celile’de neler yapıyorlar?”
“Ben marangozum, Nasıra da bir köy.” dedi Yusuf, tedbirli bir şekilde. “Benim tezgâhım herhangi bir şehre giden yolun üzerinde değil. Ahşap yontmak ve tahta kesmek, parti tartışmalarına katılacak zaman bırakmıyor bana.”
“Ama sen Yahudi’sin.” dedi haham, ısrarla. “Yahudi’sin ve Davut’un soyundansın. Eski geleneklere göre Yehova’ya verilen paradan başka bir vergi ödemekten haz duyuyor olamazsın.”
Yusuf sessizliğini korudu.
“Benim vergilerin miktarından bir şikâyetim yok.” diye devam etti arkadaşı. “Dinarın ne önemi var ki. Ama yok! Vergi yüklenmesi hakarettir. Hem ayrıca vergi ödemek zulme itaatten başka bir şey değildir. Söylesene Yahuda’nın Mesih olma iddiası doğru mu? Sen onun taraftarlarının içinde yaşıyorsun.”
“Taraftarlarının onun Mesih olduğunu söylediklerini duydum.” dedi Yusuf.
O anda kadının örtüsü kenara çekilip bir an için yüzü açıkta kaldı. Hahamın gözleri ona doğru çevrildi ve yoğun bir ilgiyle parlayan, sonra da yanaklarına ve alnına kırmızılık yayılan nadir güzellikteki yüzü görecek zamanı buldu. Ve örtü tekrar yerine geri çekildi.
Politikacı nerede kaldığını unuttu.
“Kızın çok alımlı.” dedi, sesini alçaltarak.
“O benim kızım değil.” diye tekrarladı Yusuf. “Beytüllahimli Yohakim ve Anna’nın kızı, çok ünlüler, mutlaka duymuşsundur…”
Nasıralının hızlı açıklamasını duyunca hahamın merakı daha da arttı.
“Evet.” dedi, saygılı bir şekilde. “Biliyorum onları. Davut’un soyundan geliyorlardı. Çok iyi tanırdım.”
“Öldüler.” diye devam etti Nasıralı. “Nasıra’da öldüler. Yohakim varlıklı değildi, kızları Marian ve Meryem arasında pay edilecek bir ev ve bahçe bıraktı sadece. O da bu kızlardan biri. Yasa gereği kendi payını koruması için yakın akrabadan biriyle evlenmesi gerekiyordu. Benimle evlendi.”
“Demek sen de…”
“Onun amcasıyım.”
“Evet, evet! İkiniz de Beytüllahim’de doğduğunuz için Romalılar onu da sayılmak üzere oraya götürmek zorunda bırakıyor seni.”
Haham ellerini kavuşturup öfkeyle gökyüzüne bakarak, “İsrail Tanrı’sı hâlâ yaşıyor! Bu onun intikamı!” dedi.
Bunu dedikten sonra birdenbire dönüp uzaklaştı. Yusuf’un şaşkınlığını gören yakınlardaki bir yabancı, sakin bir sesle, “Haham Samuel bir Zealot’tur.[19 - Zealotlar, Celile Yahudileri tarafından MS 6’da Yahudiye’nin Roma İmparatorluğu’na katılmasına karşı direnmek üzere oluşturulan bir harekettir. Roma’ya muhalefet başlangıçta haraç ve vergi ödenmemesi şeklindedir, ama sonunda MS 70’te silahlı bir isyana dönüşmüş ve MS 73’te Zealotların masada da yenilmesiyle sonuçlanmıştır. Yahuda’nın yolunu Zealotlarınkiyle karşılaştırmak Wallace’ın stratejisidir. (ç.n.)] Yahuda kendisi bile ondan daha hiddetli değil.”
Adamla konuşmak istemeyen Yusuf duymamış gibi yaparak eşeğin etrafa saçtığı otları küçük bir yığın hâlinde topladı, sonra tekrar bastonuna dayanıp bekledi.
Bir saat sonra ikili, kapıdan geçip sola dönerek Beytüllahim yolunu tuttular. Hinnon Vadisi’ne iniş engebeli ve yer yer dağılmış yabani zeytin ağaçlarıyla süslüydü. Nasıralı elinde eşeğin dizginleri kadının yanında dikkatle ve nazikçe yürüyordu. Sol taraflarında Sion Dağı’nın etrafından güneye ve doğuya uzanan şehir duvarları yükseliyor, sağ taraflarında ise vadinin batı sınırını oluşturan sarp çıkıntılar yer alıyordu.
Yavaş yavaş Gihon Nehri’nin aşağı göletini geçtiler, güneş tepenin gölgesini hızla küçültüyordu. Süleyman’ın havuzları üzerindeki kemerli köprülerin paralelinden ilerlediler ağır ağır, şimdilerde Kötü Nasihat Tepesi olarak anılan tepe üzerindeki köy evine kadar geldiler; oradan Rephaim ovasına çıkmaya başladılar. Güneş tüm parlaklığıyla bildik çevrenin taşlı yüzeyine vuruyordu. Onun etkisiyle Yohakim’in kızı Meryem örtüsünü tamamen indirip başını açtı. Yusuf ona, oradaki bir kampta Davut tarafından şaşkınlığa uğratılan Filistinlilerin hikâyesini anlattı. Ciddi bir yüz ifadesi ve sıkıcı bir adamın cansız tavrıyla bıktırıcı bir şekilde konuşuyordu. Kadın pek dinlemiyordu.
İnsanoğlunun karada, gemilerin de denizde gittikleri her yerde Yahudilerin yüzü ve endamları tanıdıktır. Irkın fiziki görünümü hep aynıdır; ama yine de bazı bireysel farklılıklar vardır. “O kırmızı yanaklı ve güzel yüzlüydü.” Jesse’nin oğlu Samuel’in karşısına getirildiğinde işte böyleydi. O zamandan beri insanoğlu böyle tasvir ediliyordu. Şiirsel anlatım atalarının özelliklerini onun ünlü soyuna kadar getirir. Süleymanlarımızın yüzleri ve saçları açık renk, kestane rengi sakalları güneşte altın ışıltılıdır. Abşalom’un buklelerinin de bu şekilde olduğuna inandırıldık.
Meryem on beşinden fazla değildi. Vücudu, sesi ve tavırları genç kızlıktan geçiş dönemini gösteriyordu. Yüzü oval, teni solgundu. Kusursuz bir burnu vardı ve hafif aralık duran dolgun dudakları ağzının hatlarına sıcaklık ve yumuşaklık katıyordu. Göz kapakları ve uzun kirpikleriyle gölgelenen iri gözleri maviydi. Hepsiyle uyumlu olan Yahudi gelinlerine özgü altın saçları oturduğu eyerin arkasına kadar özgürce dökülüyordu. Boynu sanatçıları bile kuşkuda bırakacak kadar nadir görülen bir yumuşaklıktaydı. Yüz hatlarının bu çekiciliğine, ancak ruhun açığa vurabileceği bir saflık ve elle tutulamaz şeylere özgü bir soyutluk gibi tarifsiz diğerleri de ekleniyordu. Titreyen dudaklarla, gözlerini gökyüzüne doğru kaldırıyor, sık sık ellerini tapınır ve dua eder gibi göğsünde kavuşturuyor, sanki kendisini çağıran bir sesi hevesle dinliyormuş gibi başını uzatıyordu. Zaman zaman Yusuf ağır ağır konuşmasının arasında ona bakmak üzere dönüyor, kadının yüzünü bir ışıkla alevlendiren ifadesini görünce lafını unutup başını eğerek yürümeye devam ediyordu.
Büyük ovanın kenarından geçip sonunda Mar Elias’a ulaştılar; oradan vadinin karşısında, beyaz duvarları bir bayırı süsleyen, yapraksız meyve bahçelerinin üzerinde ışıldayan Beytüllahim’e, eski Ekmek Evi’ne baktılar. Orada durup dinlendiler, Yusuf kutsal yerleri gösterdi eliyle, sonra vadiden Davut’un güçlü adamlarının üstün başarılarından[20 - O zamanlar Filistinlilerin elinde olan Beytüllahim kapılarındaki kuyudan su alınmasına ilişkin başarı 2 Samuel 23: 14-16’da tanımlanmaktadır.] biri olan kuyuya doğru indiler. Daracık yer insanlar ve hayvanlarla doluydu. Bu kadar kalabalık olan kentte narin Meryem’e bir yer bulamayacağı korkusu sardı Yusuf’u. Gecikmeksizin Rahel’in türbesini işaretleyen taş sütunu aceleyle geçip yolda karşılaştığı hiç kimseyle selamlaşmadan bayırdan yukarı çıktı; köy kapılarının dışındaki kavşakta yükselen hanın kapısında durdu.

IX
BEYTÜLLAHİM’DE
Handa Nasıralının başına gelenleri tam olarak anlatmak için okura Doğu hanlarının Batı dünyasındakilerden farklı olduğunu hatırlatmak gerekir. Acemcede han diye adlandırılırlardı ve en basit hâliyle etrafı çitlerle çevrelenmiş, barakasız ve evsiz, sıklıkla da kapısız ya da girişsiz alanlardı. Yer aldıkları bölgeler su bulunmasına, gölgelik ve korunaklı oluşlarına göre seçilirdi. Kendisine bir eş aramak için Padan-Aram’a giden Yusuf’un kaldığı hanlar da böyleydi. Bugünlerde benzerleri çölün durak yerlerinde de görülebilir. Öte yandan bazıları, özellikle de Kudüs ve İskenderiye gibi büyük şehirlerin arasındaki yollarda olanlar gösterişli yapılar, onları inşa ettiren kralların anısına dikilen anıtlardı. Bununla birlikte genel olarak, bir şeyhin halkını yönettiği idare merkezi niteliğindeki bir alandan başka bir şey değillerdi. Asgari kullanımları yolcuları barındırmak olan bu yerler, aynı zamanda pazar yerleri, fabrikalar, kaleler, tüccarların ve zanaatkârların toplanma ve konaklama yerleri olduğu kadar gezgin yayaların da barınaklarıydı. Bütün yıl boyunca duvarlarının ardında bir kentin günlük ticari faaliyetleri gerçekleştirilirdi.
Bu hanların eşsiz yönetimleri Batılıları hayrete düşürecek nitelikteydi. Ne hancı vardı ne memur ne aşçı ne de mutfak; yönetimi ya da mülk sahipliğini temsilen kapıda bir kâhya vardı sadece. Gelen yabancılar kimseye hesap vermeden istedikleri kadar kalırlardı. Bu sisteme göre her gelen kendi yiyeceğini ve pişirme gereçlerini yanında getirmek ya da handaki satıcılardan almak zorundaydı. Aynı şey yatak ve hayvan yemleri için de geçerliydi. Yolcuların mülk sahibinden tek talebi su, dinlenme, barınak ve korunmaydı ve bunlar da bedava sağlanıyordu. Sinagogların sükûneti kavgacıların tartışmalarıyla bozulurdu da hanlarınki asla. Evler ve bütün eklentileri kutsaldı. Bir kuyu bile bu kadar kutsal değildi.
Beytüllahim’de, Yusuf ve karısının önünde durdukları han, ne çok ilkel ne de çok görkemli olan hâliyle sınıfının iyi bir örneğiydi. Tek katlı bina, dört köşeli taş blokları, dümdüz damı, penceresiz duvarları, doğu tarafında ya da öndeki ana giriş kapısıyla tamamen Doğu’ya ait özellikler taşıyordu. Kapının önünden geçen yol öylesine yakındı ki eşik neredeyse tamamen toz kaplıydı. Düz taşlardan oluşan çitler kuzeydoğudan başlayıp batıya, kireç taşından kayalıklara doğru, bayır aşağı iniyordu. Görkemli bir han için son derece önemli olduğu üzere hayvanlar güvenli bir alanda tutuluyordu.
Beytüllahim gibi tek bir şeyhin bulunduğu bir köyde birden fazla han olamazdı ve uzun yoldan gelen bir Nasıralı kentte konukseverlik talebinde bulunamazdı. Üstelik gelme nedeni olan sayım haftalar hatta aylar sürebilirdi. Bilindiği üzere taşradaki Romalı temsilciler işlerini çok yavaş yapıyorlardı ve bu kadar belirsiz bir süre için karısıyla beraber bir tanıdık ya da akrabaya yük olması söz konusu bile değildi. Büyük eve yaklaşmadan, henüz eşeği zorladığı bayırı tırmanırken, handa kalacak yer bulamama korkusu sancılı bir endişe hâlini almıştı; çünkü büyük bir telaşla sığırlarını, atlarını ve develerini kimisi suya, kimisi yakınlardaki mağaralara getirmekle uğraşan adamların ve çocukların kalabalığını görmüştü. Hanın yakınına vardığında, kapıda yığılan kalabalığı görünce dehşeti yatışmadı, bitişik alan bile dolup taşmıştı.
“Kapıya ulaşamayız.” dedi Yusuf, ağır ağır. “Burada durup mümkünse neler olduğunu öğrenelim.”
Karısı cevap vermeden yüzündeki örtüyü kenara çekti. Yüzünün yorgun ifadesi yerini meraka bıraktı. Kendisini onun için merak konusu olan bir kalabalığın kenarında buldu. Büyük kervanların sürekli gidip geldikleri ana yolların herhangi birisindeki hanlarda yaygın olan bir durumdu bu. Oraya buraya koşuşturup duran yayan adamlar Suriye diliyle bağırıp duruyorlar; at sırtındaki adamlar develerin üzerindeki adamlara sesleniyorlar; bazı adamlar inatçı inekleri ve ürkmüş koyunlarıyla mücadele ediyor, bazılarıysa ekmek ve şarap satıyordu; kalabalığın arasında bir çocuk kalabalığı, köpek sürüsünü kovalıyordu. Herkes ve her şey aynı anda hareket hâlinde gibi görünüyordu. Narin izleyici manzaradan yorgun düşmüştü ve kısa bir süre sonra iç geçirip eyere iyice yerleşerek sanki huzur ve sükûn arayışıyla bakışlarını güneye, batan güneşin altında hafifçe kızaran Cennet Dağı’nın yüksek tepelerine çevirdi.
O böyle bakıp dururken kalabalığı yarıp kendisine yol açan bir adam eşeğin yanında durup kaşlarını çatarak arkasını döndü. Nasıralı ona seslendi.
“Ey Yahuda’nın oğlu, dostum, bu kalabalığın nedenini sorabilir miyim?”
Sert bir şekilde dönen yabancı Yusuf’un ciddi yüzünü görünce, selamlarcasına elini kaldırıp onun sesiyle uyumlu şekilde derin ve yavaş bir sesle cevap verdi:
“Huzur seninle olsun, haham. Ben Yahuda’nın oğluyum, sana cevap vereyim. Bilirsin bir zamanlar Dan kavminin toprakları olan Beth-Dagon’da oturuyorum ben.”
“Ve Modin’den Yafa’ya gidiyorsun.” dedi Yusuf.
“Demek Beth-Dagon’a gittin.” dedi adam, yüzü daha da yumuşayarak. “Gezginleriz biz! Yıllardır babamız Yakup’un dediği gibi Ephrath’tan uzaktayım. Bütün Yahudilerin doğdukları şehirlerde sayılacakları duyurusu yapılınca geldim.”
“Ben ve karım da onun için geldik.” diye cevap veren Yusuf’un yüzü bir maske kadar donuktu.
Meryem’e bakan yabancı sesini çıkarmadı. Meryem Gedor’un çıplak tepesine bakıyordu. Güneş yüzüne vuruyor, menekşe rengi gözlerini dolduruyordu. Aralık dudaklarında soluğu titriyordu. O anda bütün insani güzelliği saflaşmış gibi görünüyordu.
“Ne diyordum? Ah! Hatırladım. Buraya gelme emrini duyunca sinirlendiğimi söyleyecektim. Sonra tepeyi ve kenti, Kidron’un derinliklerine doğru inen vadiyi, şarapları ve meyve bahçelerini, tahıl tarlalarını, çocukluğumda benim için dünyanın duvarları olan bildik dağları -buradaki Gedor, oradaki Gibeah ve Mar Elias- düşündüm ve zalimleri affedip karım Rachel ve çocuklarımız Deborah ve Michal’le buraya geldim.”
Adam tekrar duraklayıp kendisine bakıp dinlemekte olan Meryem’e baktı. Sonra, “Haham, karın benimkinin yanına gitmez mi? Orada, yolun kıyısındaki zeytin ağacının altında çocuklarla birlikte duruyor. Sana söyleyeyim…” Yusuf’a döndü: “Han doldu. Kapıda sormanın bir faydası yok.” dedi.
Yusuf’un niyeti de zihni gibi acelesizdi; kısa bir tereddüt geçirdi ama sonunda, “Çok nazik bir teklif. Handa bizim için yer olsa da olmasa da sizinkilerin yanına gideriz. Önce gidip kâhyayla kendim konuşayım. Hemen dönerim.” dedi.
Eşeğin yularını yabancının eline tutuşturup hareketli kalabalığın içine daldı.
Kâhya kapının dışında, sedir ağacından büyük bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Arkasındaki duvara bir mızrak dayanmıştı. Yanındaki kütüğün üzerinde bir köpek oturuyordu.
“Yahuda’nın huzuru seninle olsun.” dedi Yusuf, sonunda kâhyanın karşısına dikilince.
“Dileklerin misliyle senin olsun.” diye cevap verdi kâhya ciddiyetle, ama hiç kıpırdamadan.
“Ben Beytüllahimliyim.” dedi Yusuf, en ölçülü hâliyle. “Acaba bizim için bir yer…”
“Hiç yok.”
“Belki adımı duymuşsundur, Nasıralı Yusuf. Burası atalarıma ait. Ben Davut soyundan geliyorum.”
Bu sözler Nasıralının umudunu taşıyordu. Eğer başarılı olmazsa, yalvarmaları boşuna olacaktı, para teklif etmek bile. Yahuda’nın oğlu olmak kavimsel açıdan önemli bir şeydi, Davut’un soyundan olmak da başka bir şeydi; bir Yahudi için bundan daha büyük bir övünç olamazdı. Çoban, Saul’un halefi olup kraliyet ailesi kuralı bin yıldan fazla zamandır vardı. Savaşlar, felaketler, öteki krallar ve zamanın sayısız aşamaları onun torunlarını sıradan Yahudi düzeyine indirmişti. Yedikleri ekmek hiç de mütevazı olmayan bir çabayla önlerine geliyordu, ama yine de kutsal bir şekilde korunan ve ilk bölümü soyağacı olan tarihlerinin faydasını görüyorlardı; bilinmiyor olamazlardı. İsrail’de her nereye giderlerse bu aşinalık peşinden huşuya varan bir saygıyı getiriyordu.
Eğer bu Kudüs’te ve başka yerlerde böyleyse kesinlikle Beytüllahim’deki bir hanın kapısında da böyle olabilirdi. Yusuf’un dediği gibi, “Burası atalarıma ait.” demek doğruyu sade bir dille ve abartısız söylemek demekti, çünkü bu ev Boaz’ın karısı olarak hüküm süren Ruth’un eviydi; Jesse ve en genci Davut olan on oğlunun doğduğu evdi; Samuel’in kralı arayıp bulduğu evdi; Davut’un dost Gileadlı Barzillai’nin oğluna verdiği evdi; Yeremya’nın dualarıyla Babillilerden kaçan ırkının geri kalanını kurtardığı evdi.
Sözler etkisiz kalmadı. Kapı görevlisi kütüğün üzerinden indi, sakalını sıvazlayarak, “Haham, bu kapının bir yolcuyu içeri almak için ilk kez ne zaman açıldığını bilmiyorum ama bin yılı geçmiştir. Bunca zaman boyunca içeride yer varken iyi bir adamın geri çevrildiği hiç olmamıştır. Eğer bir yabancıya böyle yapılmışsa, Davut’un soyundan gelen birine hayır diyen kâhyanın haklı gerekçesi vardır. Seni tekrar selamlıyorum, eğer benimle gelirsen evde hiç konaklayacak yer olmadığını sana gösteririm, ne odalarda ne girintilerde ne de meydanda, hatta damda bile. Ne zaman geldiğini sorabilir miyim?”
“Şimdi.”
Kâhya güldü.
“ ‘Seninle konaklayan bir yabancı, aileden biri gibidir ve onu kendinden biri gibi seveceksin.’ der yasalar, değil mi haham?”
Yusuf sessizdi.
“Eğer yasa böyleyse, uzun zaman önce gelen birine, ‘Sen yoluna git, burada senin yerini alacak bir başkası var.’ diyebilir miyim?”
Yusuf sükûnetini koruyordu.
“Eğer böyle söylersem burası kime ait olur? Şu bekleyenlere bir baksana, bazıları öğleden beri bekliyor.”
“Bütün bu insanlar kim?” diye sordu Yusuf, kalabalığa dönerek. “Bu saatte neden buradalar?”
“Kuşkusuz seni buraya getiren neden yüzünden, Haham, yani Sezar’ın buyruğu.” kâhya Nasıralıya sorgulayan bir bakış attı. Sonra devam etti, “Evde kalacak yer bulanların çoğunu buraya getiren o. Dün Şam’dan Arabistan’a ve Aşağı Mısır’a giden bir kervan geldi. Burada gördüklerin o kervandan erkekler ve develer.”
Yusuf hâlâ ısrarlıydı.
“Meydan oldukça geniş.” dedi.
“Evet, ama yükler yığılı, ipek balyaları, baharat torbaları, her türlü mal.”
Sonra bir an için Yusuf’un yüzü duygusuzluğunu kaybetti, fersiz gözleri yere dikildi. Hararetle, “Kendim için aldırdığım yok, ama yanımda karım var, gece soğuk, bu yüksekliklerde hava, Nasıra’dan da soğuk oluyor. Açık havada yaşayamaz ki. Kentte hiç yer yok mu?”
“Bu insanların…” Kâhya elini kapının önündeki kalabalığa doğru salladı. “Hepsi kenti araştırdılar, kalacak yerlerin hepsinin dolu olduğunu söylediler.”
Yusuf yine zemini inceledi, kısmen kendi kendine, “O çok genç! Onu tepede yatırırsam soğuktan ölür.”
Sonra tekrar kâhyayla konuştu.
“Belki ana-babasını da tanıyorsundur, bir zamanlar Beytüllahim’den olan Yohakim ve Anna, tıpkı benim gibi Davut soyundan.”
“Evet, tanıyorum. İyi insanlardı. Gençliğimdeydi.”
Bu sefer kâhyanın gözleri düşünceli bir şekilde zemini araştırdı. Birdenbire kafasını kaldırdı.
“Eğer yer bulamazsam…” dedi. “Sizi geri çeviremem. Haham, sizin için elimden geleni yapacağım. Kaç kişisiniz?”
Yusuf biraz düşünüp cevap verdi, “Karım ve bir arkadaşla ailesi, Yafa yakınlarındaki küçük bir kent olan Beth-Dagon’dan geliyorlar, hepimiz altı kişiyiz.”
“Çok iyi. Hemen getir onları; biliyorsun güneş dağın arkasına indiğinde çabucak akşam oluyor, şimdi neredeyse dağın ardında.”
“Evsiz yolcunun ve konuklarının hayır dualarını sunuyorum.”
Böyle diyen Nasıralı sevinç içinde Meryem’in ve Beth-Dagonluların yanına gitti. Kısa bir süre içinde Beth-Dagonlu eşeklerin üzerindeki kadınlarla beraber geldi. Karısı tombuldu, kızları da annelerinin gençliğine benziyorlardı. Kapıya doğru yaklaşırlarken, kâhya onların aşağı sınıftan olduklarını anladı.
“Sözünü ettiğim kadın bu.” dedi Nasıralı. “Bunlar da arkadaşlarımız.”
Meryem’in örtüsü kalkmıştı.
“Mavi gözler, altın sarısı saçlar.” diye mırıldandı, onu gören kâhya kendi kendine. “Saul’un huzurunda şarkı söylemeye giden genç krala benziyor.”
Sonra Yusuf’un elinden eşeğin yularını aldı ve Meryem’e, “Huzur seninle olsun, Davut’un kızı!” dedi. Diğerlerine dönüp, “Huzur hepinizle olsun!” dedi. Sonra Yusuf’a döndü, “Haham, beni takip edin.”
Grup taşla kaplı geniş bir geçide yönlendirildi, oradan hanın meydanına geldiler. Bir yabancı için bu görüntü çok tuhaf olabilirdi. Her taraftan açılan karanlık girintileri ve meydanı fark ettiler, ne kadar kalabalık oldukları görünüyordu. İstiflenmiş yüklerin arasındaki yoldan ve giriştekine benzer bir geçitten bitişikteki eve geçince yakın gruplar hâlinde bağlanmış, uyuklayan develer, atlar, eşeklerle karşılaştılar. Onların aralarında pek çok bölgeden bakıcıları vardı, onlar da uyuyor ya da sessizce olanları izliyorlardı. Kalabalık avludan yavaşça geçtiler. Sonunda batı tarafından hana nazır, gri kireç taşından tepeye doğru giden bir yola döndüler.
“Mağaraya gidiyoruz.” dedi Yusuf, kısaca.
Yol göstericileri Meryem de yanına gelene kadar bekledi.
“Gideceğimiz mağarada…” dedi Meryem’e. “Atan Davut da kalmış olmalı. Aşağımızdaki çayırdan ve vadideki kuyudan sürülerini geçirirdi. Sonra kral olduğunda dinlenmek için hayvanlarıyla beraber bu eski eve geri geldi. Yemlikler tıpkı onun zamanındaki gibi aynı kaldı. Avluda ya da yol kenarında yatmaktansa onun uyuduğu yere yatak koymak daha iyi olur. İşte mağaranın önündeki ev!”
Bu sözler önerilen yer için bir özür olarak alınmasın. Özür dileyecek bir şey yoktu. Bulunabilecek en iyi yerdi. Konuklar kolaylıkla memnun edilebilecek basit insanlardı. Üstelik o dönemin Yahudileri için mağarada kalmak bildik bir fikirdi, her gün karşılaşılan bir şeydi ve Sebt günlerinde sinagoglarda duyarlardı. Yahudi tarihi ve o tarihte geçen heyecan verici ne kadar çok olay mağaralarda meydana gelmişti! Dahası bu insanlar Beytüllahim Yahudileriydi, onlar için özellikle sıradandı, çünkü onların çevreleri büyüklü küçüklü mağaralarla doluydu, bazıları Emliler ve Horlular[21 - Emliler, “berbat olanlar” Moav’ın sakinleriydiler; Horlular Seir Dağı’nda mağaralarda oturuyorlardı.] zamanından beri mesken olmuştu. Götürüldükleri mağaranın bir ahır olması da onlar için bir hakaret değildi. Çoban bir ırkın soyuydular onlar ve alışıldığı üzere hem evlerini hem de dolaştıkları yerleri sürüleriyle paylaşırlardı. İbrahim’den gelen bir gelenekle uyumlu olarak Bedevilerin çadırları atlarına ve çocuklarına korunaklık yapardı. Böylelikle neşe içinde kâhyaya itaat ettiler ve sadece doğal bir merakla etrafa baktılar. Davut’un tarihiyle ilişkili olan her şey onlar için ilginçti.
Yapı alçak ve dardı, arkadaki bitişik olduğu kayadan hafif bir çıkıntı yapıyordu, penceresi yoktu. Ön tarafında dev menteşeler üzerinde sallanan ve kalın bir toprakla sıvalı bir kapısı vardı. Kilidin ahşap sürgüsü geriye doğru çekilirken eyerlerin üzerlerindeki kadınların inmelerine yardım edildi. Kapıyı açan kâhya dışarı seslendi:
“Gelin içeri!”
Konuklar içeri girip etraflarına bakındılar. Doğal bir mağara ağzının kapatılmış olduğu hemen belli oluyordu; yaklaşık on iki metre uzunluğunda, iki-üç metre yüksekliğinde, üç-dört metre genişliğindeydi. Kapıdan giren ışık inişli çıkışlı zemine, tahıl ve hayvan yemi yığınlarının üzerine, odanın ortasındaki toprak kaplara ve ev eşyalarına vuruyordu. Kenarlarda, çimento içine taş yerleştirilerek yapılmış, kuzuların ulaşacağı kadar alçak yem tekneleri duruyordu. Ne oturacak bir şey ne de herhangi bir bölme vardı. Toz ve saman yerleri sarartmış, bütün çatlakları ve delikleri doldurmuş, tavandan aşağıya keten parçaları gibi sarkan örümcek ağlarını kalınlaştırmıştı. Bunun dışında mağara görüntüde temiz ve hanın kemerli girintileri kadar konforluydu. Aslında mağara handaki girintileri akla getiriyordu.
“Gelin içeri!” dedi yol gösterici. “Yerdeki yığınlar sizin gibi yolcular için. İhtiyacınız olanları alın.”
Sonra Meryem’e döndü.
“Burada kalabilir misin?”
“Burası kutsanmış.” diye cevap verdi kadın.
“Sizi yalnız bırakıyorum o hâlde. Huzur sizinle olsun!”
O gidince mağarayı oturulabilir bir yer yapmakla meşgul oldular.

X
GÖKYÜZÜNDEN GELEN IŞIK
Gecenin bir vaktinde bağırışlar ve hana girip çıkan insanların hareketleri kesildi; aynı zamanda henüz kalkmamış olan bütün Yahudiler ayaklandılar, Kudüs’e doğru baktılar, ellerini göğüslerinde kavuşturup dua ettiler; çünkü Moriah tepesindeki tapınakta kurbanların sunulduğu kutsal dokuzuncu saatti, Tanrı da orada olacaktı. Tapınanlar ellerini indirince tekrar bir telaş başladı. Herkes ot yatağını yapmaya koyuldu. Kısa bir süre sonra ışıklar söndürüldü, bir sessizlik oldu ve herkes uykuya daldı.
***
Gece yarısına doğru damın üzerinden biri, “Gökyüzündeki şu ışık da nedir? Uyanın, kardeşlerim, uyanın da bakın!” diye bağırdı.
Yarı uykulu insanlar doğrulup baktılar. Sonra hayranlık içinde kendilerine geldiler. Hareketlenme aşağıdaki meydana ve girintilere kadar yayıldı. Ardından evdeki, meydandaki ve etraftaki bütün konaklamacılar gökyüzüne baktılar.
En yakındaki yıldızların çok ötelerindeki bir yükseklikten başlayıp yere doğru inen bir ışık gördüler; tepesinde hafifleyen ışık tabanında genişliyordu, kenarları yumuşak bir şekilde gecenin karanlığına karışıyordu, tam merkezindeyse bir pembelik vardı. Bu görüntü kentin güneydoğusundaki en yakın dağın zirvesinde soluk bir hale yaparak duruyor gibi görünüyordu. Han öyle aydınlanmıştı ki damın üzerindekiler birbirlerinin şaşkınlık dolu yüzlerini görebiliyorlardı.
Dakikalar geçip de ışık devam ettikçe şaşkınlık, yerini huşu ve korkuya bıraktı; ürkekler titredi, cesurlar fısıltıyla konuşmaya başladılar.
“Hiç böyle bir şey gördün mü?” diye sordu biri.
“Dağın üzerinde gibi görünüyor. Ne olduğunu bilmiyorum, hiç böyle bir şey görmedim.” cevabı geldi.
“Bir yıldız patlayıp düşmüş olabilir mi?” diye sordu bir başkası, dili dolanarak.
“Yıldız düşünce ışığı sönüp gider.”
“Ben anladım!” diye bağırdı biri kendine güvenle. “Çobanlar aslan gördüler ve onu sürüden uzak tutmak için ateş yaktılar.”
Bunu söyleyenin yanındaki adamlar rahat bir nefes alıp, “Evet, doğru! Bugün oradaki vadide sürüler otluyordu.” dediler.
İzleyenlerin huzuru kaçtı.
“Hayır, hayır! Yahuda’daki bütün ormanlar bir araya toplanıp yansa alevi bu kadar yüksekte, böyle güçlü bir ışık saçamaz.”
Derken evin tepesinde bir sessizlik oldu, ama sonra tekrar gizem devam etti.
“Kardeşler!” diye bağırdı saygıdeğer bir Yahudi. “Gördüğümüz şey babamız Yakup’un rüyasında gördüğü merdiven. Babalarımızın Yüce Tanrı’sı kutsasın!”

XI
İSA’NIN DOĞUŞU
Beytüllahim’in bir buçuk, hatta iki mil kadar güneydoğusunda, kentten dağın yükseltisiyle ayrılan bir ova uzanır. Kuzey rüzgârlarından iyice korunan ova Frenk incirleri, bodur meşeler ve çam ağaçlarıyla kaplıdır, hemen yanındaki küçük vadi ve koyaklarda zeytin ve dut ağaçları vardır; yılın bu mevsiminde oralarda otlayan kuzular, keçiler ve sığırlar için çok değerlidir buralar.
Kentin uzağındaki bir uçurumun altında ta eskilerden kalma büyükçe bir mârâh, yani ağıl vardı. Damsız ve yıkıldı yıkılacak hâldeydi. Ama onu çevreleyen duvarlar sapasağlam kalmıştı ve sürülerini binadan ziyade oraya götüren çobanlar için daha büyük önem arz ediyordu. Alanın etrafını çevreleyen bu taş duvar bir adam boyu yükseklikteydi ama bazen yabani hayatın açlığıyla gelen bir panter ya da aslan cesurca içeri atlayabilirdi. Duvarın iç kısmında sürekli tehlikeye karşı korumayı artırmak için dikenli çalılıklar dikilmişti, bu öyle başarılı bir buluştu ki tepesindeki sivri dikenli dalların arasından bir serçe bile geçemezdi.
Sürüleri için taze otlar arayan birçok çoban onları buraya getirmişti. Sabahın erken saatlerinden itibaren ağaçlıklarda haykırışlar, baltaların sesleri, koyunların ve keçilerin melemeleri, çanlarının şıngırtıları, sığırların böğürmeleri ve köpeklerin havlamaları çınlamaya başlamıştı. Güneş battığında mârâha doğru yol aldılar ve geceyle beraber her şey güven altındaydı. Sonra kapının aşağısında bir ateş yakıp mütevazı yemeklerini paylaştılar, içlerinden birisini nöbete dikip dinlenmek ve sohbet etmek üzere oturdular.
Gözcü hariç altı kişiydiler. Ateşin etrafında toplanmışlardı, bazıları oturuyor, bazıları da yüzükoyun uzanıyordu. Alışkanlık olarak başları açık dolaştıklarından saçları gür yığınlar hâlinde kabarmıştı. Sakalları boyunlarını kaplıyor, keçe gibi göğüslerine iniyordu; yünleri de üzerinde olan oğlak ve koyun derisinden harmanileri boyunlarından dizlerine kadar bütün vücutlarını çevreliyor, geniş kemerler kaba giysilerini bellerinden kuşatıyordu. Sandaletleri kaba deridendi; sağ omuzlarında yiyecek ve sapan için seçilmiş taşlar taşıyan keseler asılıydı; her birinin yanı başında yerde mesleklerinin sembolü olan değnekleri duruyordu.
İşte böyleydi Yahudiye’nin çobanları! Görünüşte tıpkı ateşin etrafında onlarla beraber oturan sıska köpekler gibi kaba saba ve yabaniydiler; aslında kısmen sürdükleri ilkel yaşamdan, ama esasen gözettikleri sevimli ve çaresiz yaratıklardan dolayı saf ve merhametliydiler.
Dinlenip sohbet ettiler; bütün konuşma konuları, dünya için sıkıcı olsa da kendilerinin tüm dünyası olan sürüleriydi. Önemsiz olaylar üzerinde uzun uzun konuşuyorlar, bir koyunun kayboluşunu anlatırken hiçbir ayrıntıyı atlamıyorlardı. Hayvanlar daha doğuştan itibaren onların işi olmuştu, bütün gün onları korumuş, su taşkınlarından geçirmiş, derin çukurlardan aşmışlardı. Onların arkadaşı, düşünce ve ilgi odağı, bütün amacıydı; onları korumak için ölümüne bir aslanla ya da soyguncuyla yüz yüze gelmeleri bile gerekebiliyordu.
Şans eseri öğrendikleri ulusları yok eden ve dünyanın egemenliğini değiştiren büyük olaylar onlar için önemsizdi. Şu veya bu şehirde Herod’un yaptığı şeylerden, inşa ettiği saraylardan, yasakladığı uygulamalardan nadiren haberdar oluyorlardı. Sürülerini güttükleri tepelerin üzerinde ya da onları sakladıkları korunaklarda borazan sesiyle sık sık tedirginlik yaşıyorlar, kafalarını uzatıp bakınca bir kalabalık, bazen ilerleyen bir lejyon görüyorlar, ışıldayan başlıklar gözden kaybolup da onlara heyecan yaratan olay son bulunca askerlerin yaldızlı başlıklarını ve kendi hayatlarının tam tersi olan albeniyi düşünüyorlardı.
Ama bu kaba saba ve basit insanların da kendilerine özgü bilgileri ve erdemleri vardı. Sebt günlerinde kendilerini arındırırlar ve sinagoglara giderlerdi. Hazan,[22 - Melodik duaları yöneten, şan sanatı konusunda eğitim almış Yahudi müzisyen. (ç.n.)] Tevrat’ı elden ele dolaştırırken hiç kimse onlardan daha büyük bir hazla onu öpemez; sheliach[23 - Kutsal kitabı okumak üzere tayin edilen kişi. (ç.n.)] metni okuduğunda kimse onlardan daha mutlak bir imanla dinleyemez, vaazları onlardan daha fazla benimseyemez ve sonradan üzerinde onlardan daha fazla düşünemezdi. Şema’nın[24 - Musevi ayin sisteminin ilk kelimeleri: “Dinle, ey İsrail…” (ç.n.)] bir ayetinde basit yaşamlarının bütün bilgi ve kanununu buluyorlardı. Tanrıları tektir ve onu bütün ruhlarıyla sevmelidirler. Ve onun sevgisi krallarınkini kat kat aşıyordu, buydu onların erdemi.
Sohbet ederlerken ve daha ilk nöbet bitmeden, çobanlar oturdukları yerde uzanarak teker teker uykuya daldılar.
Tepelik bölgelerde kış mevsiminde çoğu geceler olduğu gibi gece berrak, ayaz ve yıldızlardan ışıl ışıldı. Hiç esmiyordu. Hava sanki hiç bu kadar temiz olmamıştı; sükûnet sessizliğin ötesine geçiyordu. Gökyüzünün aşağıya doğru eğilip kendisini dinleyen yeryüzüne iyi şeyler fısıldadığı kutsal bir sessizlik vardı.
Abasına sıkı sıkı sarılmış olan nöbetçi kapıda yürüyor; zaman zaman uyuyan sürünün arasından bir kıpırtı ya da dağ tarafından bir çakal çığlığı fark edip duruyordu. Onun için gece yavaş ilerliyordu, ama sonunda geldi. Nöbeti sona erdi. Şimdi emeğin yorgun çocuklarına bahşettiği rüyasız bir uyku onu bekliyordu! Ateşe doğru ilerlerken durakladı; ayınkine benzer yumuşak ve beyaz bir ışık onu çevreledi. Soluksuz bekledi. Işık arttı, görünmez nesneler görünür oldular; bütün araziyi ve örttüğü her şeyi görmeye başladı. Dondurucu havadan daha keskin bir ürperti, bir korku ürpertisine kapıldı. Yukarıya doğru baktı, yıldızlar yok olmuştu; ışık sanki gökyüzündeki bir pencereden geliyor gibiydi. O baktıkça daha da parlak bir hâl aldı, sonra çoban korku içinde bağırdı:
“Uyanın, uyanın!”
Köpekler ayaklandılar ve havlayarak kaçıştılar.
Şaşırmış hâldeki sürü telaşlandı.
Adamlar ellerinde silahları ayağa kalktılar.
“Ne oldu?” diye sordular, hep bir ağızdan.
“Bakın!” diye bağırdı nöbetçi. “Gökyüzü alevler içinde!”
Işık birdenbire dayanılmaz bir hâl aldı, çobanlar gözlerini elleriyle kapatıp diz çöktüler, ruhları korkuyla ürperirken, kör ve baygın bir hâlde yüzüstü düştüler, eğer bir ses onlara seslenmeseydi ölebilirlerdi.
“Korkmayın!”
Dikkat kesildiler.
“Korkmayın, bakın size ve bütün insanlığa büyük bir sevinç haberi getirdim.”
Bütün tatlılığı ve yatıştırıcılığıyla alçak ve net olan ses bütün varlıklarına nüfuz ederek onları güvenle doldurdu. Dizlerinin üzerine kalktılar, iman dolu bir şekilde bakarak büyük ihtişamın merkezinde beyazlara bürünmüş bir adamın görüntüsünü gördüler; omuzlarının üzerindeki katlanmış kanatları ışıldıyordu; alnında akşam yıldızı kadar parlak bir yıldız sabit bir ışıkla parıldıyordu; elleri kutsar gibi onlara doğru uzanmıştı; yüzü dingin ve kutsal bir güzelliğe sahipti.
Kendi basit yaşamlarında sık sık meleklerden söz ettikleri olmuştu, şimdi de hiç kuşkuya kapılmadılar ve yüreklerinin derinliklerinde, “Tanrı’nın haşmeti bizimle.” dediler.
Melek konuşmaya devam etti.
“Bugün Davut’un şehrinde sizin için bir kurtarıcı, İsa Mesih doğdu!”
Bu kelimeler zihinlerine işlerken yine bir sükûnet oldu.
“Bu size bir işaret olacak.” diye devam etti ses sonra. “Bir yem teknesinin içinde kundağa sarılmış bebeği bulacaksınız.”
Müjdeci tekrar konuşmadı; iyi haberlerini vermişti, ama bir süre daha kaldı. Birdenbire ortasında bulunduğu ışık pembeye dönüşüp titreşmeye başladı. Sonra insanların görebileceği kadar uzakta göz alıcı şekilde gidip gelen beyaz kanatlar ışıldamaya başladı, uyum hâlinde birçok ses bir ağızdan, “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!” dediler.
Bu övgü pek çok kez tekrarlandı.
Sonra müjdeci uzaklardan bir onay bekliyormuş gibi gözlerini yukarı kaldırdı; üst kısımları kar beyazı olan kanatları hareketlenerek karanlıkta sedef gibi görkemle yavaş yavaş açıldı, iki yanından metrelerce açılan kanatlarıyla hafifçe yükseldi, hiç zorlanmadan ışığı da kendisiyle birlikte götürüp gözden kayboldu. O gittikten uzunca zaman sonra gökyüzünden nakaratlar döküldü: “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!”
Çobanlar kendilerine geldiklerinde aptallaşmış bir hâlde birbirlerine baktılar, sonra içlerinden biri, “Bu Tanrı’nın habercisi Gabriel’di.” dedi.
Kimse cevap vermedi.
“İsa Mesih doğdu, dedi değil mi?”
Sonra bir başkası sesini toparlayıp cevap verdi: “Aynen öyle dedi.”
“Davut’un şehrinde demedi mi, yani Beytüllahim’de. Onu kundak içinde bulacakmışız.”
“Bir yem teknesinin içinde.”
İlk konuşan düşünceli bir hâlde ateşe baktı ve sonunda sanki ani bir karara varmış gibi, “Beytüllahim’de yem teknelerinin olduğu tek bir yer var; o da eski hanın yakınlarındaki mağara. Kardeşler, gidip bakalım. Rahipler ve din bilginleri uzun zamandır İsa’yı arıyorlardı. İşte şimdi doğdu, Tanrı bize onu tanıyacağımız işareti verdi. Gidip ona tapınalım.”
“Peki ya sürüler!”
“Tanrı onlara göz kulak olur. Acele edelim.”
Hep beraber ayağa kalktılar ve mârâhtan ayrıldılar.
***
Dağın etrafından ve kentin içinden geçip hanın kapısına geldiler, nöbette bir adam vardı.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu nöbetçi.
“Bu gece müthiş şeyler görüp işittik.” diye cevap verdiler.
“Biz de müthiş şeyler gördük, ama hiçbir şey işitmedik. Ne duydunuz bakalım?”
“Yakınlardaki mağaraya gidelim, önce bir emin olalım sonra sana anlatırız. Bizimle gel de kendi gözlerinle gör.”
“Saçma sapan bir şeydir.”
“Hayır, İsa doğdu.”
“İsa mı? Nereden biliyorsunuz?”
“Önce bir gidip görelim.”
Adam küçümseyerek güldü.
“İsa ha. Onu nasıl tanıyacaksınız?”
“Bu gece doğdu, şimdi bir yem teknesinde yatıyor, bize öyle söylendi. Beytüllahim’de yem teknesi olan tek bir yer var.”
“Mağara mı?”
“Evet. Bizimle gelsene.”
Meydandan geçtiler, orada da uyanıp muhteşem ışıktan söz edenler vardı. Mağaranın kapısı açıktı. İçeride bir lamba yanıyordu, teklifsizce içeri girdiler.
“Huzur seninle olsun.” dedi nöbetçi Yusuf’a ve Beth-Dagonlulara. “Bu insanlar bu gece doğan bir çocuğu arıyorlar, kundak içinde yem teknesinde bulacaklarmış onu.”
Bir an için Nasıralının duygusuz yüzü hareketlendi ve başını çevirerek, “Çocuk burada.” dedi.
Yem teknelerinden birine doğru yöneldiler, Çocuk oradaydı. Lamba getirildi, çobanlar sessizce duruyorlardı. Minik çocuk hiç hareket etmiyordu, diğerleri gibi yeni doğmuştu.
“Annesi nerede?” diye sordu nöbetçi.
Kadınlardan biri çocuğu alıp orada yatan Meryem’e götürdü, kucağına bıraktı. Sonra izleyiciler ikisinin başına toplandı.
“Bu İsa!” dedi bir çoban sonunda.
“İsa!” diye tekrarladı hepsi birden, tapınma halinde diz çökerek. İçlerinden biri birkaç kez tekrarladı:
“Bu Tanrı’dır ve görkemi yeri göğü kaplar.”
Basit insancıklar hiç kuşku duymadan annenin elbisesinin eteğini öptüler ve sevinçli yüzlerle oradan ayrıldılar. Handa uyanıp etraflarını saran insanlara hikâyelerini anlattılar; kentte ve mârâha giden yol boyunca meleklerin nakaratlarını tekrarladılar: “Yücelerdeki Tanrı’ya şan, yeryüzüne huzur, insanlara iyi niyet!”
Hikâyeleri kent dışına kadar taştı ve sık sık görülen ışıkla doğrulandı; ertesi gün ve ondan sonraki günler boyunca mağara meraklı kalabalıklar tarafından ziyaret edildi, bazıları inandı, büyük bir kısmı da gülüp dalga geçti.

XII
MAGİLERİN[25 - Yeni Ahit’te “üç bilge adam” olarak söz edilen, Kudüs’e gelerek doğuda bir yıldız gibi ortaya çıkan bebek İsa’nın bir gün Yahudilerin kralı olacağını söyleyen efsanevi kişilerdir. (ç.n.)] GELİŞİ
Çocuğun doğumunun on birinci günü ikindi vakti üç bilge Shechem yolundan Kudüs’e doğru geldiler. Kidron deresini geçtikten sonra durup arkalarından bakan pek çok kişiyle karşılaştılar.
Yahudiye, zorunlu bir uluslararası geçiş yoluydu; doğudan çölün, batıdan denizin baskısıyla yükselen bir dağdı. Dağın üzerinde doğa bütün zenginliğiyle doğu ile güney arasında bir ticaret yolu sunuyordu. Diğer bir deyişle Kudüs’ün zenginliği oradan geçen ticaretten aldığı vergiye dayanıyordu. Roma’dan başka hiçbir yerde bu kadar farklı ulustan bu kadar çok insan bir araya gelmez, başka hiçbir şehirde bir yabancı kendisini bundan daha az yabancı hissedemezdi. Ama bu üç adam kapıya kadar yolda karşılaştıkları herkesin merakını uyandırmıştı.
Kral Mezarları’nın karşısındaki yol kenarında kadınlarla beraber oturan bir çocuk, grubun gelişini gördü ve hemen ellerini çırparak bağırdı: “Bakın, bakın! Ne güzel çanlar! Ne büyük develer!”
Çanlar gümüştendi, alışılmadık büyüklükte ve beyazlıkta olan develer eşsiz bir heybetle hareket ediyorlardı. Süslü koşum takımları çölü, üzerindeki uzun yolculukları, küçük güneşliklerin altında oturup dağın ötesindeki randevularına giden sahiplerinin zenginliğini anlatıyordu. Ama o kadar muhteşem olan ne çanlar ne develer ne üzerindeki tahtırevanlar ve sürücülerin tavırlarıydı, üçlünün en önündeki adamın sorduğu soruydu.
Kuzeyden Kudüs’e gelirken, Şam Kapısı’nı bir vadi ya da boşlukta bırakarak güneydoğuya doğru alçalan bir ovadan geçilir. Yol daracıktır ve uzun süredir kullanılmaktan iyice derinleşmiş, yağmurların yıkamasıyla yer yer taşları da gevşemiştir. Eskiden yolun her iki tarafında uzanan verimli tarlalar ve zeytin ağaçları özellikle de çölün çoraklığından gelen yolcular için çok güzel olmalıydı. İşte üç bilge bu yol üzerinde, mezarların oradaki grubun önünde durdu.
“İyi insanlar!” dedi Baltazar, tahtırevandan eğilip kıvırcık sakalını okşayarak. “Kudüs yakınlarda değil mi?”
“Evet.” diye cevap verdi çocuğun kollarına sokulduğu kadın. “Şurada yükselen ağaçlar biraz daha alçak olsaydı pazar yerinin kulelerini görebilirdiniz.”
Baltazar, Yunanlıya ve Hintliye baktı.
“Yahudilerin yeni doğan kralı nerede?”
Kadınlar cevap vermeden birbirlerine baktılar.
“Onu hiç duymadınız mı?”
“Hayır.”
“İyi o hâlde, doğuda onun yıldızını gördüğümüzü ve ona tapınmak için geldiğimizi herkese söyleyin.”
Bunun üzerine üç arkadaş yola devam etti. Başkalarına da aynı soruyu sorup aynı cevabı aldılar. Yeremya’nın mağarasına giderken rastladıkları büyük bir grup, sorudan ve yolcuların görünüşlerinden öyle şaşkına döndü ki, dönüp şehre kadar peşlerine düştüler.
Üçlü, misyonlarına o kadar dalmıştı ki önlerinde olanca muhteşemliğiyle yükselen manzaraya aldırmadı. Bezetha Tepesi üzerinde bir köy onları karşılıyor, sol taraflarında Mizpah ve Olivet kuleleri yükseliyor, köyün ardındaki duvar kırk uzun ve sağlam kulesiyle kısmen gücü kısmen de onu yapan kişinin zevkini temsil ediyordu. Üzerindeki kapısıyla aynı kuleli duvar sağa doğru kıvrılarak büyük beyaz Phasaelus, Mariamne ve Hippicus kulelerine ulaşıyordu; tepelerin en yükseği olan Sion mermer saraylarla süslüydü, Moriah üzerindeki tapınağın göz alıcı taraçaları hiç kuşkusuz dünyanın harikalarından biriydi; kutsal şehrin kenarını süsleyen muhteşem dağlar şehre muazzam bir çanağın içindeymiş gibi bir görüntü vererek onu çevreliyordu.
Sonunda şimdiki Şam Kapısı olan kapıya nazır, Shechem, Jericho ve Gibeon’dan gelen yolların buluşma noktası olan yüksek ve sağlam bir kuleye geldiler. Romalı bir muhafız girişi koruyordu. O ana kadar develeri takip eden insanlar kapının etrafında aylak aylak dolaşanları da yanlarına çekerek bir kafile oluşturmuşlardı. Baltazar muhafızla konuşmak için durunca, üçlü olup bitenleri duymaya hevesli bir çemberin merkezi hâline gelmişti.
“Huzur seninle olsun.” dedi Mısırlı, berrak bir sesle.
Muhafız cevap vermedi.
“Yeni doğan Yahudi Kralı’nı bulmak için çok uzun yoldan geldik. Nerede olduğunu söyler misin?”
Asker miğferinin siperini kaldırdı ve yüksek sesle bağırdı. Girişin hemen sağındaki binadan bir subay çıkageldi.
“Yolu açın!” diye bağırdı iyiden iyiye yanaşan kalabalığa. Onlar yavaş yavaş emre itaat ederken subay mızrağını bir sağa bir sola fırıl fırıl döndürerek ilerledi, böylece kendisine yer açtı.
“Ne istiyorsunuz?” diye sordu Baltazar’a, şehrin şivesiyle.
“Yeni doğan Yahudi Kralı nerede?” diye cevap verdi Baltazar.
“Herod mu?” diye sordu subay, şaşkınlık içinde.
“Herod’un krallığı Sezar’dan geliyor; o değil.”
“Yahudilerin başka kralı yok.”
“Ama biz onun yıldızını gördük ve ona tapınmaya geldik.”
Romalının kafası karışmıştı.
“İleri doğru gidin.” dedi sonunda. “Daha da ilerleyin. Ben Yahudi değilim. Sorunuzu tapınaktaki din bilginlerine ya da Papaz Hannas’a veya en iyisi Herod’un kendisine sorun. Eğer başka bir Yahudi Kralı varsa o bulur.”
Bunun üzerine yabancılar için yolu açtı, onlar da kapıdan geçtiler. Dar sokağa girmeden önce Baltazar arkadaşlarına, “Yeterince duyulduk. Gece yarısına kadar bütün şehir bizden ve misyonumuzdan haberdar olacak. Şimdi hana gidelim.” dedi.

XIII
HEROD VE MAGİLER
O akşam güneş batmadan önce kadınlar Siloam Havuzu’na inen merdivenlerin üst basamağında çamaşır yıkıyorlardı. Her biri genişçe bir toprak kabın önünde diz çökmüştü. Merdivenlerin alt tarafında duran bir kız onlara su sağlıyor, testiyi doldururken şarkı söylüyordu. Neşeli bir şarkıydı ve hiç kuşkusuz işlerini hafifletiyordu. Kadınlar arada bir topuklarının üzerinde oturup Ophel bayırına ve şimdilerde Zeytin Dağı olan dağın batmakta olan güneşle görkemli hâle gelen zirvesine bakıyorlardı.
Toprak kapların içindeki çamaşırları ovarak ve sıkarak çalışırlarken, omuzlarında iki boş testiyle iki kadın yanlarına geldi.
“Huzur sizinle olsun.” dedi yeni gelenlerden biri.
Çamaşırcı kadınlar durakladılar, doğrulup ellerindeki suyu sıktılar ve selama karşılık verdiler.
“Neredeyse akşam oldu, gitme zamanı.”
“Çalışmanın sonu yok.” cevabı geldi.
“Ama dinlenme zamanı…”
“Olan biteni öğrenme zamanı.” diye araya girdi bir başkası.
“Ne haberlerin var?”
“Demek duymadınız.”
“Hayır.”
“İsa’nın doğduğunu söylüyorlar.” dedi dedikoducu, hikâyesinin içine dalarak.
Çamaşırcıların ilgiyle aydınlanan yüzleri görülecek şeydi. Bu arada testiler yere indirilip sahiplerinin sandalyesi oluverdiler.
“İsa!” diye bağırdı dinleyenler.
“Öyle diyorlar.”
“Kimler?”
“Herkes konuşup duruyor.”
“Buna inanan var mı?”
“Bugün Shechem yolundaki Kidron deresini geçen üç adam geldi.” dedi konuşmacı, kuşkuları bastırmak niyetiyle. “Her biri bembeyaz ve şimdiye dek Kudüs’te görülen en büyük develere biniyorlardı.”
Dinleyenlerin gözleri ve ağızları açık kaldı.
“Adamlar öyle zenginlerdi ki…” diye devam etti anlatıcı. “İpek tentelerin altında oturuyorlardı, eyerlerinin tokaları da altındandı, tıpkı dizginlerinin püskülleri gibi; gümüşten çanlar gerçekten müzik çalıyordu. Kimse tanımıyordu onları, sanki dünyanın öteki ucundan gelmiş gibiydiler. İçlerinden yalnızca biri konuşuyordu. Yoldaki herkese, hatta kadınlara ve çocuklara bile aynı soruyu soruyordu: ‘Yahudi Kralı nerede?’ Kimse cevap veremedi, kimse ne dediklerini anlamadı. ‘Doğuda onun yıldızını gördük ve ona tapınmaya geldik.’ diyerek geçip gittiler. Kapıdaki Romalıya da aynı soruyu sordu, o da sokaktaki insanlardan daha bilge olmadığını söyletip, onları Herod’a gönderdi.”
“Şimdi neredeler?”
“Handa. Yüzlerce kişi onları görmeye gitti bile, yüzlercesi de yolda.”
“Kimmiş onlar?”
“Kim bilir? İranlı oldukları söyleniyor, yıldızlarla konuşan bilgeler, belki de İlyas ve Yeremya gibi peygamberlerdir.”
“Yahudi Kralı da ne demekmiş?”
“İsa, yeni doğmuş.”
Kadınlardan biri güldü ve “İyi, görürsem inanırım.” diyerek işine devam etti.
Bir diğeri de onu izledi. “Ben de ölüyü dirilttiğini görürsem inanırım.”
Üçüncüsü sakin sakin, “Uzun zamandır vadediliyordu. Onun bir cüzzamlıyı tedavi ettiğini görmek bana yeter.” dedi.
Gruptaki kadınlar gece olana kadar oturup konuşmaya devam ettiler, havanın soğumasıyla beraber evlerinin yolunu tuttular.
***
Aynı akşamın ilerleyen saatlerinde, ilk nöbetin başlarında Sion Dağı’nın üzerindeki sarayda, Yahudi yasasının ve tarihinin gizemlerinden birini öğrenmek isteyen Herod’un emri olmadan bir araya gelmeyen yaklaşık elli kişi toplandı. Bunlar öğretmenler, başhahamlar ve şehrin en tanınmış din bilginleri, kanaat önderleri, farklı mezheplerin yorumcuları, Saduki prensleri, Ferisi tartışmacılar, Esseni sosyalistlerinin sakin ve yumuşak konuşan sabırlı filozoflarıydılar.
Toplantının düzenlendiği oda sarayın iç avlularından birindeydi, oldukça genişti ve Roma tarzındaydı. Yerler mermer bloklarla döşenmişti, penceresiz duvarlar safran sarısı freskliydi, tam orta yerde duran U şeklindeki sedir parlak sarı kumaştan yastıklarla kaplıydı. Sedirin kıvrılan kısmında, altın ve gümüş kakmalı, büyükçe bir bronz sehpa vardı, sehpanın üzerine tavandan her bir kolunda bir lamba yanan yedi kollu bir şamdan sarkıyordu. Sedir ve şamdan Yahudi işiydi.
Renkleri hariç tuhaf bir şekilde birbirinin aynı olan kıyafetler giymiş grup sedire oturdu. Yaşını başını almış insanlardı; gür sakalları yüzlerini kaplamış, iri burunlarına, kapkara kaşların gölge yaptığı iri kara gözleri eşlik ediyordu. Tavırları ağır ve oturaklı, hatta saygıdeğerdi. Kısacası toplantı Sanhedrim[26 - İbranilerin yüksek mahkemesi. (ç.n.)] gibiydi.
Sehpanın önünde oturan ve meclisin başı olarak da adlandırılabilecek olan kişi bütün yardımcılarını sağına ve soluna almıştı. Önünde duran toplantı başkanı dinleyicilerin dikkatlerini üzerinde toplamıştı. Kat kat omuzlarından dökülen beyaz elbisesi kasların değil de çarpık bir iskeletin ipuçlarını veriyordu. Elbisenin kırmızı-beyaz çizgili ipekten kolları dizlerinin üzerinde kenetlenen ellerini yarı yarıya saklıyordu. Konuşurken bazen sağ elinin başparmağı ürkekçe uzanıyordu; başka bir hareket yapamıyormuş gibi görünüyordu. Kafası azametli bir kubbe gibiydi. Tel gümüşten daha beyaz birkaç tel saçı vardı. Geniş, yusyuvarlak kafatasının üzerindeki deri ışıkta parıl parıl parlıyordu. Şakaklarında derin boşluklar vardı ve buradan yükselen alnı buruşuk bir kayalık gibi çıkıntı yapıyordu. Gözleri solgun ve donuk, burnu sıkıştırılmış gibiydi. Yüzünün alt kısmı Harun’unki kadar saygıdeğer bir sakalla sarmalanmıştı. Babilli Hillel işte aynen böyleydi! İsrail’de uzun zamandır yok olan peygamberler dizisinin yerini artık âlimler dizisi almıştı, o da öğretide ilk sırayı alıyordu. Yüz altı yaşında hâlâ Büyük Üniversitenin rektörüydü.
Önündeki masaya İbranice harflerle yazılmış bir parşömen rulosu yayılmıştı; arkasında geleneksel kıyafetleri içinde ona eşlik eden uşağı duruyordu.
Tartışma yapılmış ve bir sonuca varılmıştı, herkes dinlenme hâlindeydi, saygıdeğer Hillel hiç kıpırdamadan uşağına seslendi.
“Hey!”
Genç çocuk saygıyla ilerledi.
“Gidip krala cevap vermeye hazır olduğumuzu bildir.”
Çocuk hızla uzaklaştı.
Bir süre sonra iki subay içeri girdi, her biri kapının iki yanında durdu. Onların ardından kırmızı kenarlı mor elbisesiyle çok çarpıcı bir şahsiyet, yaşlı bir adam geldi; belindeki bant öyle ince bir altındandı ki deri kadar yumuşaktı. Ayakkabı bağları değerli taşlarla ışıl ışıl parlıyordu; dar bir telkâri işlemeden taç, boynunu ve boğazını açıkta bırakarak başını örtüp boynuna ve omuzlarına kadar inen, kırmızı, yumuşak pelüşten bir örtü üzerinde ışıldıyordu. Kemerinden bir hançer sarkıyordu. Bir bastona dayanarak duraklayan adımlarla yürüyordu. Sedirin uç kısmına gelene kadar durup başını kaldırmadı, sonra sanki topluluğun ilk kez farkına varıyormuş gibi doğruldu ve mağrurca etrafına bakındı, ürken ve düşmanını arayan, karanlık, kuşkulu ve tehditkâr bir bakıştı bu. İşte böyleydi Büyük Herod; hastalıklar geçirmiş bir beden, suçlarla katılaşan bir vicdan, becerikli bir zihin, Sezarlarla kardeşliğe uygun bir ruh. Şimdilerde altmış yedi yaşındaydı, ama tahtını hiç bu kadar tetikte olmamış bir kıskançlık, hiç bu kadar despot olmamış bir güç ve hiç bu kadar amansız olmamış bir zalimlikle koruyordu.
Toplulukta genel bir hareketlenme oldu, daha yaşlılar öne doğru eğilerek selam verdiler, saray mensupları ayağa kalktılar, ardından elleri sakallarında ya da göğüslerinde diz çöktüler.
Herod saygıdeğer Hillel’in karşısındaki sehpaya kadar ilerledi, başını eğip hafifçe ellerini kaldıran Hillel’in soğuk bakışlarıyla karşılaştı.
“Cevap!” dedi kral, otoriter bir sadelikle, Hillel’e hitaben, bastonunu iki eliyle önünde tutuyordu. “Cevap!”
Hillel’in gözleri ışıldadı, kafasını kaldırıp sorgucunun yüzüne baktı, yardımcıları dikkat kesilmişlerdi.
“Tanrı’nın, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un huzuru seninle olsun, ey kral!”
Tavırları dua gibiydi, sonra devam etti:
“Bizi İsa’nın doğacağı yere çağırdın.”
Kral başını eğdi, kem gözleri bilgenin yüzüne sabitlenmiş hâldeydi.
“İşte mesele bu.”
“O hâlde, ey kral, buradaki tüm kardeşlerim ve kendi adıma Yahudiye’nin Beytüllahim kentinde diyorum.”
Hillel sehpanın üzerindeki parşömene baktı ve titreyen parmağını kaldırarak devam etti: “Yahuda’nın Beytüllahim kentinde, çünkü peygamber tarafından böyle yazılmış: ‘Ey sen, Yahuda’daki Beytüllahim, Yahuda önderleri arasında hiç de en önemsizi değilsin! Çünkü halkım İsrail’i güdecek önder senden çıkacak.’[27 - Kutsal Kitap: Matta 2: 6. (ç.n.)]”
Herod’un yüzü sıkıntılıydı, düşünürken bir yandan da gözleri parşömene takıldı. Onu seyredenler neredeyse soluk almıyorlardı, ne onlar konuşuyordu ne de Herod. Sonunda dönüp odadan çıktı.
“Kardeşlerim!” dedi Hillel. “Azledildik.”
Topluluk ayağa kalktı ve gruplar hâlinde çıktılar.
“Simeon!” dedi Hillel tekrar.
Ellilerinde ama canlı bir adam yanına geldi.
“Kutsal parşömeni alıp rulo yap, oğlum.”
Emir yerine getirildi.
“Şimdi bana kolunu uzat.”
Güçlü adam öne doğru eğildi, yaşlı adam pörsümüş elleriyle sunulan desteği alıp yerinden kalkarak yavaş yavaş kapıya doğru yürüdü.
Böylece rektör ve bilgelik, öğreti ve hizmette takipçisi olan oğlu Simeon odadan çıktılar.
***
Aynı akşam bilgeler, hanın bir girintisinde uzanmış yatıyorlardı. Yastık görevi yapan taşlar başlarını yükseğe kaldırıyor, böylece açık kemerden gökyüzünün derinliklerine bakabiliyorlardı. Göz kırpan yıldızları seyrederlerken bir sonraki alameti düşünüyorlardı. Nasıl gelecekti? Ne olacaktı bu alamet? Sonunda Kudüs’teydiler; kapıda onu sormuşlardı; onun doğumuna şahitlik etmişlerdi; şimdi sadece onu bulmak kalıyordu geriye, bunun için de bütün inançlarını ruha bağlamışlardı. Tanrı’nın sesini dinleyen ya da cennetten bir işaret bekleyen adamları uyku tutmaz.
Onlar bu hâldeyken kemerin altından bir adam geldi.
“Kalkın!” dedi. “Size ertelenemeyecek bir mesaj getirdim.”
Hepsi kalkıp oturdular.
“Kimden?” diye sordu Mısırlı.
“Kral Herod’dan.”
Ruhlarının ürperdiğini hissettiler.
“Sen hanın kâhyası değil misin?” diye sordu Baltazar.
“Öyleyim.”
“Kral bizden ne istiyor?”
“Ona cevap verin.”
“Gelmemizi beklemesini söyle ona.”
“Haklısın, kardeşim!” dedi Yunanlı, kâhya gidince. Yoldaki insanlara ve kapıdaki muhafıza sorulan soru adımızı kötüye çıkardı. Ben sabırsızlanıyorum, hemen kalkalım.”
Kalkıp sandaletlerini giydiler, pelerinlerine bürünüp çıktılar.
“Sizi selamlıyor ve affınıza sığınıyorum, ama efendim kral sizi saraya davet etmem için gönderdi beni, orada sizinle özel bir görüşme yapacak.”
Haberci böylece görevini yerine getirmişti.
Girişte asılı lambanın ışığında birbirlerine baktılar, ruhun onlarla olduğunu biliyorlardı. Sonra Mısırlı, kâhyaya doğru gidip diğerlerinin duyamayacağı şekilde, “Avluda eşyalarımızın durduğu ve develerimizin dinlendikleri yeri biliyorsun. Biz çıktıktan sonra her şeyi ayrılmamız için hazır hâle getir, belki gerekebilir.”
“Huzur içinde gidebilirsiniz; bana güvenin.” diye cevap verdi kâhya.
“Kralın isteği bizim isteğimizdir.” dedi Baltazar haberciye. “Arkandan geliyoruz.”
Kutsal Şehir’in sokakları o zaman da şimdiki gibi daracıktı, ama pürüzlü ve kirli değildi. Güzellikle yetinmeyen büyük inşaatçı temizliği ve rahatlığı da sağlamıştı. Yol göstericilerinin peşine düşen kardeşler tek kelime etmeden ilerlediler. İki taraftaki duvarların daha da solgunlaştırdığı loş yıldız ışıklarında, bazen evlerle bağlantılı köprülerin altında neredeyse kaybolarak bir tepeye çıktılar. Sonunda yolun karşısına dikilen bir kapıya geldiler. Önündeki iki büyük mangalda yanan ateşlerin ışığında sarayı ve kıpırdamadan silahlarına dayanan muhafızları gördüler. Bir binaya girdiler. Sonra geçitler, kemerli salonlar, avlular, hepsi aydınlatılmamış sütunlardan geçip merdivenleri çıktılar, sayısız dehliz ve odadan geçip yüksekçe bir kuleye getirildiler. Yol göstericileri birdenbire durdu, açık bir kapıyı işaret ederek, “Girin. Kral orada.” dedi.
Odanın havası sandal ağacı parfümüyle ağırlaşmıştı, içerisi konforlu bir şekilde döşenmişti. Orta yere püsküllü bir halı serilmiş, onun üzerine de taht konmuştu. Ziyaretçiler, oymalı ve yaldızlı sedirleri ve kanepeleri, müzik aletleri, kendi ışıklarıyla ışıldayan altın şamdanları, bir kez bakınca bir Ferisi’nin başını korkuyla saklamasına neden olabilecek kadar lüks Yunan tarzında boyanan duvarlarıyla bu yer hakkında bir fikir edinecek zamanı buldular. Tahtında oturarak onları karşılayan Herod din bilginleri ve avukatlarla yapılan toplantıdaki kıyafetler içindeydi.
Davetsizce ilerledikleri halının üzerinde secde ettiler. Kral bir çana dokundu. Bir hizmetli içeri girip tahtın önüne üç tane tabure koydu.
“Oturun.” dedi hükümdar, incelikle.
“Bugün…” diye devam etti, hepsi oturunca. “Kuzey Kapısı’ndan sanki uzak diyarlardan geliyormuş gibi görünen, meraklı üç yabancının girdiği haberini aldım. Siz onlar mısınız?”
Yunanlı ve Hintliden işaret alan Mısırlı en içten selamla cevap verdi: “Ünü bir tütsü gibi dünyaya yayılan bizden başkası olsa bizi çağırtmazdınız, kudretli Herod. O yabancılar biziz, hiç kuşkusuz.”
Herod elini sallayarak konuşmayı onayladı.
“Kimsiniz siz? Nereden gelirsiniz?” diye sordu ve önemle ekledi. “Her biriniz kendi adınıza konuşun.”
Sırayla doğdukları şehirlerden, Kudüs’e gelirken geçtikleri yollardan söz ederek kendilerini tanıttılar. Hayal kırıklığına uğrayan Herod onları sıkıştırdı.
“Kapıdaki subaya sorduğunuz soru neydi?”
“Yeni doğan Yahudi Kralı’nın nerede olduğunu sorduk.”
“İnsanların neden o kadar meraklandıklarını şimdi anlıyorum. Beni de telaşlandırdınız. Bir başka Yahudi Kralı mı var?”
Mısırlı hiç bozuntuya vermedi.
“Yeni doğan bir tane var.”
Sanki sinir bozucu bir anı zihninden geçmiş gibi hükümdarın esmer yüzüne bir acı ifadesi yerleşti.
“Benim için değil. Benim için değil!” diye bağırdı.
Muhtemelen öldürülen çocuklarının suçlayan görüntüleri gözlerinin önünden geçmişti. Bu duygudan kurtulup, “Nerede bu yeni kral?” diye sordu.
“Biz de onu soruyoruz, ey kral.”
“Süleyman’ınkini de bastıran bir şaşkınlık yarattınız.” dedi kral. “Gördüğünüz üzere merakla çocuklukta olduğu gibi başa çıkamayacağım bir yaştayım. Anlatın, kralların birbirlerini onurlandırdıkları gibi onurlandırayım sizi. Yeni doğan hakkında bütün bildiklerinizi anlatın, ben de sizinle birlikte onu arayayım. Onu bulduğumuz zaman istediğinizi yapacağım, onu Kudüs’e getirip kraliyet idaresi üzerine eğiteceğim, tanınması ve görkemi için Sezar’a karşı bütün faziletimi kullanacağım. Yemin ederim ki kıskançlık aramıza girmeyecek. Ama önce denizleri ve çölleri aşıp ondan haber almaya nasıl geldiğinizi söyleyin.”
“Size tam olarak anlatacağım, ey kral.”
“Devam et.” dedi Herod.
Baltazar ayağa kalktı ve vakarla, “Her şeye kadir olan bir Tanrı var.” dedi.
Herod gözle görülür şekilde irkildi.
“O, dünyanın kurtarıcısını bulmamız vaadiyle buraya gelmemizi emretti, onu bulup tapınmamızı, gelişine tanıklık etmemizi istedi, bunun bir işareti olarak her birimize bir yıldız gösterildi. Onun ruhu bizimle kaldı. Ey kral, onun ruhu hâlâ bizimle!”
Üçü de çok güçlü bir duyguya kapıldılar. Yunanlı çığlığını güçlükle bastırdı. Herod’un bakışları hızla üzerlerinde dolaştı; öncekinden daha kuşkulu ve hoşnutsuzdu.
“Benimle dalga geçiyorsunuz.” dedi. “Öyle değilse daha fazlasını anlatın. Yeni kralın gelişinin ardından ne olacak?”
“İnsanlığın kurtuluşu.”
“Neden kurtuluşu?”
“Günahkârlıktan.”
“Nasıl?”
“İlahi vasıtalarla, inanç, sevgi ve iyi işler.”
“O hâlde…” Herod durakladı, görünüşünden ne hissettiği anlaşılmıyordu. “Siz İsa’nın müjdecilerisiniz. Hepsi bu mu?”
Baltazar öne doğru eğildi.
“Sizin hizmetkârlarınızız, ey kral.”
Hükümdar bir çana dokundu, hizmetkâr belirdi.
“Hediyeleri getir.” dedi efendisi.
Hizmetkâr dışarı çıktı, kısa bir süre sonra geri geldi, konukların önünde diz çökerek her birine altın kuşaklı, kırmızı ve mavi bir pelerin verdi. Doğulu tarzıyla secde ederek onurlandırılmayı kabullendiler.
“Bir şey daha var.” dedi Herod, tören bitince.
“Kapıdaki subaya ve şimdi de bana, doğuda bir yıldız gördüğünüzden söz ettiniz.”
“Evet.” dedi Baltazar, “Onun, yeni doğanın yıldızı.”
“Ne zaman ortaya çıktı?”
“Buraya gelmemiz emredildiğinde.”
Herod bu resmî görüşmenin bittiğinin işareti olarak ayağa kalktı. Tahttan onlara doğru adım atarak bütün zarafetiyle konuştu:
“İnandığım gibi, siz şerefli insanlar, eğer gerçekten yeni doğan İsa’nın müjdecileriyseniz, şunu bilin ki, bu gece Yahudi bilgelerine danıştım, hep bir ağızdan konuştular. Yahuda’nın Beytüllahim şehrinde doğmuş olabileceğini söylediler. Oraya gidin, çocuğu sebatla orada arayın. Onu bulunca tekrar bana haber verin ki gelip ona tapınayım. Oraya gitmenize hiçbir şey engel olmayacak. Huzur sizinle olsun!”
Elbisesini toparlayarak odadan çıktı.
Yol gösterici hemen gelip onları sokağa, oradan da hana götürdü. Yunanlı han kapısında, “Beytüllahim’e gidelim, kardeşlerim, aynen kralın tavsiye ettiği gibi.” dedi.
“Evet!” diye bağırdı Hintli. “Ruh içimde alev alev yanıyor.”
“Öyle olsun.” dedi Baltazar, aynı sıcaklıkla. “Develer hazır.”
Hediyeleri kâhyaya verip eyerlerine tırmandılar, Yafa Kapısı’na doğru yönelip oradan ayrıldılar. Onların yaklaşmasıyla kapakların sürgüleri açıldı ve açık alana çıkıp kısa süre önce Yusuf ile Meryem’in geçtiği yola koyuldular. Hinnom’dan çıkıp Rephaim Vadisi’ne geldiklerinde önce yaygın ve solgun olan bir ışık belirdi. Kalpleri hızla atmaya başladı. Işık hızla yoğunlaştı; yakıcı parlaklığı karşısında gözlerini kapattılar. Tekrar bakmaya cesaret ettiklerinde gökyüzündeki her yıldız gibi mükemmel olan bu ışık alçalıp yavaşça önlerine geldi. Ellerini kavuşturup büyük bir neşeyle bağırdılar.
“Tanrı bizimle! Tanrı bizimle!” diye tekrar ettiler yol boyunca, sevinçle, ta ki yıldız Mar Elias’ın ilerisindeki vadinin üzerinde yükselip kentin yakınlarındaki tepenin yamacında bulunan bir evin üzerinde durana kadar.

XIV
ÇOCUK İSA
Üçüncü günün başıydı ve Beytüllahim’de doğudaki dağların üzerinde gün öyle zayıf bir şekilde ağarıyordu ki vadide hâlâ gece hüküm sürüyordu. Eski hanın damındaki nöbetçi soğuk havada titreyerek uyanan yaşamın şafağı karşılarken çıkardığı ilk sesleri dinliyordu, o sırada bir ışık tepenin üzerinden yükselip eve doğru geldi. Nöbetçi önce onun birisinin elindeki meşale olduğunu düşündü, sonra da meteor sandı. Işık bir yıldız hâlini alana kadar parlaklığı arttı. Korku içinde bağıran adam duvarların içindeki herkesi dama topladı. Işık tuhaf bir hareketlilikle yaklaşmaya devam ediyor; altındaki kayalıklar, ağaçlar ve yol yıldırım altındaymış gibi parlıyordu. Parlaklığı kör edici bir hâl aldı. Seyredenlerin ürkekleri diz üstü çöküp yüzlerini saklayarak dua ettiler; en cesurlarıysa gözlerini kapatarak çömeldiler, ara sıra korku dolu kaçamak bir bakış atıyorlardı. Bir süre sonra han ve oradaki diğer her şey dayanılmaz bir parlaklık altında kaldı. Cesaretli bakışlar, yıldızın İsa’nın doğduğu mağaranın önünde, hanın tam üzerinde hareketsiz durduğunu gördüler.
Tam bu manzaranın doruk noktasında bilge adamlar geldi ve kapıda develerinden inip içeri kabullerini istediler. O ana dek onlara ilgi gösterecek kadar dehşetini yenen kâhya demir çubukları çekip kapıyı açtı. Olağanüstü ışıkta develer hayalet gibi görünüyordu. Onların tuhaflıklarının yanı sıra üç ziyaretçinin yüzlerinde ve tavırlarında bir şevk ve coşku vardı, bu da muhafızın korkusunu ve kuruntusunu artırıyordu. Adam geri çekildi ve bir süre kendisine sordukları soruya cevap veremedi.
“Burası Yahuda’nın Beytüllahim’i değil mi?”
Başkaları da yanına gelince onların varlığı adama güven verdi.
“Hayır, burası bir han; şehir daha ileride.”
“Burada yeni doğmuş bir çocuk yok mu?”
Seyirciler şaşkınlık içinde birbirlerine döndüler, bazıları, “Evet, evet.” diye cevap verdiler.
“Bizi ona götürün!” dedi Yunanlı sabırsızlıkla.
“Bizi ona götürün!” diye bağırdı Baltazar, ağırbaşlılığını bozarak. “Onun yıldızını gördük, işte şuradaki evin üzerinde, ona tapınmaya geldik.”
Hintli ellerini kenetleyerek bağırdı, “Tanrı yaşıyor! Acele edin, acele edin! Kurtarıcı bulundu. En kutsanmış olanlar biziz!”
Damın üzerindekiler de aşağıya inip avluya yönlendirilen yabancıların peşine düştüler. Eskisi kadar göz alıcı olmasa da mağaranın üzerindeki yıldızı görenlerden bazıları korkuyla geri döndüler; büyük bir kesim yoluna devam etti. Yabancılar mağaraya yaklaşırken yıldız yükseldi, kapıya geldiklerinde tam tepelerinde yok oluyordu. İçeri girdiklerinde gözden kayboldu. Orada olanlara tanıklık edenler yıldızla bu yabancılar arasında bir ilişki olduğuna inanmaya başladılar, bu ilişki mağaranın sakinlerinden bazılarına kadar uzanıyordu. Kapı açıldığında içeri doluştular.
Mağara yabancıların kucağındaki çocukla anneyi görmelerine yetecek şekilde bir lambayla aydınlatılmıştı.
“Bu çocuk senin mi?” diye sordu Baltazar, Meryem’e.
Etraftaki hiçbir şeyin miniği etkilemesine izin vermeyen kadın çocuğu ışığa doğru tutup cevap verdi:
“Benim oğlum!”
Yere çöküp ona tapındılar.
Çocuğun diğer çocuklar gibi olduğunu gördüler. Başının çevresinde ne bir hale ne de bir taç vardı; dudakları aralıktı. Onların sevinç nidalarını, yakarışlarını ve dualarını duyduysa da hiçbir belirti göstermeden onlara değil de lambanın alevine bakıyordu.
Kısa bir süre sonra insanlar ayağa kalktılar, develerin yanına dönüp altın, buhur ve mür hediyelerini getirdiler, huşu dolu konuşmalarına hiç ara vermeden bunları çocuğun önüne koydular. Bu konuşmalar, anlayışlıların bildiği üzere, şimdi olduğu gibi o zaman da temiz kalbin temiz duaları, ilham dolu bir şarkıydı.
İşte buraya kadar bulmak üzere geldikleri kurtarıcı buydu!
Hiçbir kuşku duymadan tapındılar.
Neden?
Şimdiye kadar baba olarak bildiğimiz onun tarafından gönderilen işaretlere dayanıyordu inançları ve onun vaatlerinin kendileri için yeterli olduğu tipte insanlardı onlar, hiç sorgu sual etmediler. İşaretleri gören ve vaatleri duyan birkaç kişiydiler: Anne, Yusuf, çobanlar ve üçlü, ama diğer hepsi de aynı şekilde inanıyordu. Bu kurtuluş döneminde Tanrı her şey, çocuk hiçbir şeydi. Ama ileriye bak, ey okur! İşaretlerin oğuldan geleceği bir dönem de gelecek. Ne mutlu ona inananlara!
O dönemi bekleyelim.

İKİNCİ KİTAP

Bir ateş vardır, bir de ruhun kıpırtısı
Asla sığamaz kendi kabına,
Arzuların ötesine taşar,
Bir kere yandı mı sönmez bir daha
Atıldı mı maceralara
Durmak bilmez asla.
    (BYRON, Childe Harold)


I
ROMA VE YAHUDİYE
Şimdi okuru yirmi bir yıl sonrasına, Yahudiye’nin dördüncü valisi Valerius Gratus’un yönetiminin başlangıcına götürmek gerekiyor. Bu dönem Kudüs’teki siyasi gerginlikleriyle hatırlanır, Yahudilerle Romalılar arasındaki son çekişmelerin başlangıç tarihidir.
Bu dönemde Yahudiye onu her yönden, özellikle de siyasi durumu açısından etkileyen bazı değişimlere maruz kalmıştı. Büyük Herod çocuğun doğumundan bir yıl sonra öyle sefil bir şekilde öldü ki Hristiyan dünyası haklı olarak onun ilahi bir gazaba maruz kaldığına inandı. Hayatlarını yarattıkları gücü mükemmelleştirmek için harcayan bütün büyük hükümdarlar gibi o da tahtını ve tacını devretmeyi, bir hanedanlığın kurucusu olmayı hayal etmişti. Bu niyetle topraklarını üç oğlu Antipas, Philip ve Archelaus arasında paylaştıran bir vasiyet bıraktı. Archelaus onun unvanını almak üzere seçilmişti. Vasiyetname gerektiği şekilde İmparator Augustus’a sunuldu, o da bir istisnayla bütün maddeleri onayladı. Archelaus liyakatini ve sadakatini kanıtlayana kadar ona kral unvanını vermedi. Bunun yerine onu dokuz yıl hüküm süreceği valiliğe getirdi; ama kötü yönetimi ve etrafında büyüyen ve güçlenen kavgacı unsurları bastırmadaki yetersizliği nedeniyle Gaul’e sürgüne gönderildi.
Sezar, Archelaus’un görevden alınmasıyla yetinmeyip Kudüs halkının gururuna dokunan ve Tapınak’ın kibirli sofularının hassasiyetlerini şiddetle yaralayan bir darbe vurdu. Yahudiye’yi bir Roma vilayeti yapıp Suriye yönetimine bağladı. Böylece şehir, Herod’dan kalan Sion Dağı üzerindeki saraydan ülkeyi yöneten kral yerine vekil diye adlandırılan ikinci dereceden bir subayın eline düştü; subay Roma ile olan ilişkilerini Antakya’da oturan Suriye elçisi üzerinden yürütüyordu. Bu aşağılamayı daha da acılı hâle getirmek için vekilin Kudüs’e yerleşmesine izin verilmedi, yönetim yeri Kayserya’ydı. Bütün dünyada en çok horlanan Samiriye de aynı vilayetin bir parçası olarak Yahudiye’ye katıldı! Kayserya’da hem de vekilin huzurunda Gerizim sofuları tarafından itilip alay edilen bağnaz Ayrılıkçılar ya da Ferisiler ne tarifsiz sefaletlere katlanmak zorunda kaldılar!
Bu elem sağanağının içinde insanlara sadece tek bir teselli kalıyordu: Başrahip pazar yerindeki Herod sarayında oturuyor, orada bir meclis yönetiyordu. Otoritesinin aslında ne olduğunu tahmin etmek zor değil. Ölüm kalım kararı vekilin yetkisindeydi. Adalet Roma’nın adına ve dinî hükümlerine göre yönetiliyordu. Daha da önemlisi, saray, imparatorluk vergi memuru ve bütün yardımcıları, sicil memurları, tahsildarlar, muhbirler ve casuslarla ortaklaşa kullanılıyordu. Yakın bir özgürlüğün hayalini kuranlar için tek memnuniyet konusu saraydaki hükümdarın bir Yahudi olmasıydı. Onun oradaki varlığı onlara günbegün peygamberlerin güvenceleri ile vaatlerini ve Yehova’nın Harun’un oğulları aracılığıyla kabileleri yönettiği yılları hatırlatıyordu. Bu onlar için Tanrı’nın onlardan vazgeçmediğinin bir işaretiydi. Böylece umutları yaşadı, sabırlarını korudular, İsrail’i yönetecek olan Yahuda’nın oğlunu beklediler.
Yahudiye seksen yılı aşkın bir zaman boyunca bir Roma vilayeti oldu, bu süre Sezarların halkın kişisel özelliklerini incelemelerine ve Yahudilerin eğer dinlerine saygı duyulacak olursa kolaylıkla yönetilebileceklerini öğrenmelerine yetecek bir süreydi. Gratus’tan önceki valiler bu politikayı sürdürerek vatandaşlarının kutsal geleneklerine karışmaktan dikkatle uzak durmuşlardı. Ama o farklı bir yol izledi, neredeyse ilk resmî eylemi Hannas’ı başrahiplikten azletmek ve onun yerine Fabus’un oğlu İsmail’i getirmek olmuştu.
Bu eylem ister Augustus tarafından yönetilmiş, ister bizzat Gratus’tan çıkmış olsun, yanlış olduğu hızla ortaya çıktı. Okura Yahudi politikası üzerine bir bölüm sunulacaktır; bununla birlikte ilerideki anlatımın net olarak anlaşılması için konuya ilişkin birkaç söz söylemek şart olmuştur. O zamanlar Yahudiye’de bir soylular bir de Ayrılıkçılar ya da halk partisi vardı. Herod’un ölümü üzerine bu iki parti Archelaus’a karşı birleşti, tapınaktan saraya, Kudüs’ten Roma’ya kadar, bazen entrika, bazen de gerçek silah yoluyla hep onunla savaştı. Defalarca Moriah Tepesi’ndeki kutsal manastırlar savaşçıların çığlıklarıyla çınlamıştı. Sonunda onu sürgüne gönderdiler. Bu arada bu mücadele esnasında müttefikler muhalif amaçlarını planladılar. Soylular Başrahip Joazar’dan nefret ediyorlardı; öte yandan Ayrılıkçılar onun ateşli taraftarıydılar. Herod’un vasiyeti Archelaus ile birlikte geçersiz kalınca Joazar da bu düşüşten payını aldı. Seth’in oğlu Hannas soylular tarafından bu göreve seçildi, böylelikle müttefikler ikiye bölündü. Seth’in oğlunun atanması onları şiddetli bir düşmanlıkla yüz yüze getirdi.
Talihsiz valiyle mücadele sürecinde soylular kendilerini Roma’ya bağlamayı avantajlı buldular. Vasiyetnamenin bozulmasıyla başka bir yönetim şeklinin gerekli olduğunu fark ederek Yahudiye’yi bir vilayete dönüştürmeyi önerdiler. Bu durum Ayrılıkçılar için bir başka saldırı nedeni oluşturdu. Samiriye bu vilayetin bir parçası hâline getirilince soylular rütbelerinin ve zenginliklerinin prestiji ile imparatorluktan başka bir destekleri olmayan bir azınlık hâline geldiler. Ama on beş yıl boyunca, ta ki Valerius Gratus’un gelişine kadar hem sarayda hem de tapınaktaki varlıklarını korumayı başardılar.
Partisinin idolü olan Hannas gücünü sadık bir şekilde imparatorun lehine kullanmıştı. Bir Roma garnizonu Antonia Kulesi’ni elinde tutuyor, Romalı bir muhafız sarayın kapılarını koruyor, Romalı bir yargıç hem medeni hem de ceza hukukunda adalet dağıtıyor, Romalı bir vergi sistemi acımasızca uygulanıyor, hem şehri hem ülkeyi kasıp kavuruyor, halk binbir yolla hırpalanıp incitiliyor ve özgür bir yaşamla bağımsız bir yaşam arasındaki farkı öğreniyordu. Ama Hannas onları nispeten sükûnet içinde tutuyordu. Roma’nın gerçek bir dostu yoktu ve bu kaybı hissediyordu. Papaz elbisesini yeni atanan İsmail’e teslim edip tapınağın avlusundan Ayrılıkçıların meclislerine yürüdü ve yepyeni bir oluşumun başkanı oldu.
Vali Gratus, on beş yıldır sönmüş olan ateşin tekrar yanmaya başladığını gördü. İsmail göreve geldikten bir hafta sonra Romalı, Kudüs’te onu ziyaret etmeyi gerekli gördü. Yahudiler surların üzerinden onun muhafızlarının şehrin kuzey kapısından girip Antonio Kulesi’ne doğru ilerlediklerini yuhalayarak izlerken, ziyaretin gerçek niyetini anladılar. Garnizona tam bir lejyoner alayı eklendi, artık boyundurukları hiç çekinmeden sıkılaştırılabilirdi. Eğer vekil ibret olsun diye cezalandırmayı gerekli görürse, vay ilk suçlunun hâline!

II
MESSALA VE YAHUDA
Önceki açıklamaları aklında tutan okur Sion Dağı üzerindeki sarayın bahçelerinden birine bakmaya davet ediliyor. Temmuz ortalarında bir öğle vakti, yaz sıcağı kavurucu.
Bahçe dört bir yanından yer yer iki katlı binalarla kuşatılmıştı, alt katın kapıları ve pencereleri verandalara açılıyor, üst katı ise güçlü parmaklıkların koruduğu balkonlar süslüyordu. Yer yer rüzgârın geçişine izin verecek şekilde dizilen alçak sütunlar evin diğer bölümlerinin büyüklüğünü ve güzelliğini ortaya koyuyordu. Zeminin düzeni de aynı derecede göze hitap ediyordu. Yürüyüş yolları, çimen ve fundalık kesitleri, keçiboynuzu, kayısı ve ceviz ağaçlarıyla bir grup oluşturan birkaç büyük ağaç ve nadir bulunan hurma türleri vardı. Eğimli arazi dört bir yandan bir havuz ya da mermer bir havzaya doğru iniyor, havuz yer yer küçük kapılarla bölünüyor, bu kapılar açıldığında sular yürüyüş yoluna sınır çizen olukların içine akıyor, böylece burayı bölgenin diğer yerlerinde hüküm süren kuraklıktan koruyordu.
Havuzun yakınlarında, tıpkı Ürdün ve Ölü Deniz civarlarında yetişenlere benzer bambu ve zakkum kümesini besleyen küçük bir temiz su havuzu vardı. Bu ağaç kümesiyle havuzun arasında, biri on dokuz, diğeri on yedi yaşlarında iki delikanlı esintisiz havada tepelerine düşen güneşe aldırmadan oturup hararetli bir sohbete dalmıştı.
İkisi de yakışıklı olan delikanlıların ilk bakışta kardeş oldukları söylenebilirdi. Siyah saçlı, kara gözlü ve esmerdiler. Otururken yaşlarına uygun cüssede görünüyorlardı.
Yaşça büyük olanın başı çıplaktı. Üzerinde sadece dizlerine kadar inen bol bir elbise ve sandaletler vardı, yere serilen açık mavi bir pelerin üzerinde oturuyordu. Elbisesi, yüzü gibi esmer olan kollarını ve bacaklarını açıkta bırakmıştı. Tavırlarındaki zarafet, yüz hatlarındaki incelik ve sesinin tonu sınıfını ortaya koyuyordu. Boynundan, kol ve etek kenarlarından kırmızı biyeyle çevrili, yumuşacık yünlü kumaştan gri elbisesi, belini kuşatan püsküllü ipek kuşağıyla onun bir Romalı olduğunu belgeliyordu. Konuşurken ara sıra kibirle arkadaşına bakışı ve sanki astıymış gibi hitap edişi bağışlanabilirdi, çünkü Roma’nın soylu bir ailesinden geliyordu, bu da o yaştayken kibri haklı gösteriyordu. Birinci Sezar ile büyük düşmanları arasındaki korkunç savaş esnasında bir Messala Brütüs’ün arkadaşı olarak kalmıştı. Filippi Savaşı’ndan sonra onurundan ödün vermeden fatihle uzlaşmıştı. Ama daha sonra Octavius imparatorluğu için mücadele verirken Messala onu desteklemişti. Octavius, İmparator Augustus olunca onun hizmetlerini unutmayıp ailesini şana şerefe boğmuştu. Diğer her şeyin yanı sıra Yahudiye vilayetliğe indirildiğinde imparator eski dostunun oğlunu, o bölgede zorunlu olan vergilerin idaresi için görevlendirerek Kudüs’e göndermişti. Bu adam o zamandan beri görevine devam ediyor ve sarayı başrahiple paylaşıyordu. Şimdi sözü edilen genç de onun oğluydu, delikanlı büyükbabasıyla zamanının Romalıları arasındaki ilişkiyi hiçbir zaman unutmuyordu.
Messala’nın arkadaşı ondan biraz daha zayıftı ve beyaz ketenden Kudüs’e özgü bir kıyafet giyiyordu. Başındaki sarı bir bağcıkla sabitlenmiş örtü alnından ensesine kadar iniyordu. Irk farklılıkları konusunda yetenekli bir gözlemci, kıyafetinden çok yüz hatlarını inceleyecek olursa onun Yahudi soyundan geldiğini anlardı. Romalının alnı çıkık ve dar, burnu sivri ve kartal gagası gibi kıvrık, dudakları ince ve düz, gözleri soğuk ve kaşlarına yakındı. Öte yandan İsraillinin alnı kısa ve geniş, uzun burnunun delikleri açık, alt dudağını saklayan üst dudağı kenarlarından kıvrımlıydı; yuvarlak çenesi, iri gözleri ve şarap kırmızısı oval yanakları yüzüne bir yumuşaklık, güç ve ırkına özgü bir güzellik katıyordu. Romalının sert ve yalın, Yahudi’nin ise zengin ve şehvetli bir çekiciliği vardı.
“Yeni vali yarın geliyor dememiş miydin?”
Soruyu daha genç olan delikanlı, o zamanlar Yahudiye’nin kibar çevrelerinde hüküm süren Yunanca dilinde sormuştu. Bu dil saraydan ordugâha ve okullara, sonra kim bilir nasıl ve ne zaman tapınağa, oradan da tapınağın uzağındaki bölgelere doğru ilerlemişti.
“Evet, yarın.” diye cevap verdi Messala.
“Kim söyledi?”
“Senin başpapaz dediğin saraydaki yeni vali İsmail’i dün gece babama söylerken duydum. Seni temin ederim ki, bu haber gerçeğin ne olduğunu unutmuş bir ırktan gelen bir Mısırlıdan ya da zaten halkı gerçeği hiç bilmeyen bir İdumealıdan[28 - İdumealıdan: Yahudi İncil’inde Esav’a ve onun soyundan gelen kavme verilen isimdir. (ç.n.)] gelseydi daha güvenilir olurdu, ama emin olmak için bu sabah kulede bir bölük komutanını gördüm, karşılama hazırlıklarının devam ettiğini söyledi; silahtarlar miğferlerini ve kalkanlarını temizliyor, eşyaları parlatıyorlar, uzun zamandır kullanılmayan daireler garnizona ilaveten temizlenip havalandırılıyormuş.”
Cevabın veriliş zarafeti kalemin gücünü aştığından burada kolaylıkla ifade edilemiyor. Okurun hayal gücü yardımına koşmalı ve Romalıların bir niteliği olan saygının hızla bozulduğu ya da daha ziyade demode olduğu hatırlanmalıdır. Eski din neredeyse bir inanç olmaktan çıkmıştı; olsa olsa bir düşünce ve ifade alışkanlığıydı ve özellikle tapınakta hizmet vermeyi çıkarlarına uygun bulan rahipler ve şiirlerinde bildik tanrılardan bir türlü vazgeçemeyen şairler tarafından aziz tutuluyordu. Felsefe dinin yerini aldığından hiciv hızla saygıyla yer değiştirmişti, Latin düşüncesinde her konuşma ve her tartışmada yiyeceğe tuz, şaraba aroma kadar gerekli görülüyordu. Roma’da aldığı eğitimden yeni dönen genç Messala da bu alışkanlık ve tavrı benimsemişti. Göz kapaklarının kenarlarının zor algılanır hareketi, burun deliklerinin kararlı kıvrımı ve ruhsuz ifadesi genel ilgisizliğini anlatan en iyi araçlar gibi görünüyordu. Özellikle de anlamlı duraklamalar dinleyenin yakıcı hicvi anlamasını sağlamak için önemliydi. Verilen cevapta da, Mısırlı ve İdumealıya yapılan göndermenin sonunda böyle bir duraklama olmuştu. Yahudi gencin yanaklarının rengi koyulaştı, hiç sesini çıkarmadan dalgınlıkla havuzun derinliklerine bakarken konuşmanın geri kalanını duymamış olabilirdi.
“Bu bahçede vedalaşmıştık. Sen ‘Tanrı’nın huzuru seninle olsun!’ demiştin, ben de ‘Tanrılar seni korusun!’ demiştim. Hatırlıyor musun? Kaç yıl geçti üzerinden?”
“Beş.” dedi Yahudi, suya bakarak.
“Tanrılara şükretmek için haklı nedenlerin var. İyi yetiştin, Yunanlılar seni güzel bulabilirler, yılların başarısı! Jüpiter tek bir Ganymede[29 - Tanrı Jüpiter genç Ganymede’e âşık olur, kendisini bir kartala dönüştürerek ölümlü delikanlıyı Parnassus Dağı’na götürür. Orada Ganymede Jüpiter’in homoseksüel partneri ve sakisi olur.] ile yetinseydi imparator için iyi bir saki olurdun! Söyle bana Yahuda’m, valinin gelişine ne diyorsun?”
Yahuda iri gözlerini arkadaşına dikti, bakışları ciddi ve düşünceliydi, Romalıyla göz göze geldi ve konuşurken de bakmaya devam etti: “Evet, beş yıl. Ayrılışımızı hatırlıyorum, sen Roma’ya gittin. Gidişini izlerken ağlamıştım, çünkü seni seviyordum. Yıllar su gibi akıp geçti, başarılı ve prenslere yaraşır bir şekilde bana geri döndün. Şaka değil, ama ben senin eski Messala olarak dönmeni isterdim.”
Hicivcinin burun delikleri kıpırdadı ve daha da ağır konuşmaya başladı. “Yo, yo bir Ganymede değil, bir kâhin, Yahuda’m. Forum’daki güzel söz sanatı hocamdan birkaç ders alman iyi olur, eğer teklifimi kabul edecek kadar akıllıysan ona iletilmek üzere bir mektup veririm sana, gizem sanatı üzerine biraz uygulamadan sonra Delphi[30 - Kuzeybatı Yunanistan’daki Delphi’de bulunan Apollon Tapınağı dünyanın en eski kehanet merkezlerinden biridir. Rahibe Pythia, Tanrı Apollon’un sesi olarak kabul edilirdi.] seni Apollon olarak kabul eder. Muhteşem sesini duyunca Pythia[31 - Delphi kâhini. (ç.n.)] başında tacıyla sana gelir. Cidden, dostum, gittiğim zamanki Messala değil miyim? Bir keresinde dünyanın en büyük mantıkçısını dinlemiştim. Tartışma üzerine konuşuyordu. Bir deyişini hatırlıyorum: ‘Cevap vermeden önce düşmanını anla.’ Ben de seni iyice bir anlayayım.”
Delikanlı kendisine yöneltilen alaycı bakışlar altında kızardı, ama ciddiyetle cevap verdi: “Fırsatlarını iyi değerlendirdiğini görüyorum, öğretmenlerinden de çok bilgi ve zarafet edinmişsin, bir üstat kadar rahat, ama iğneleyici konuşuyorsun. Benim Messala’m gittiğinde zehirli bir doğası yoktu, arkadaşının duygularını dünyada incitmezdi.”
Romalı iltifat almış gibi gülümsedi ve soylu başını hafifçe yukarı kaldırdı.
“Ah benim onurlu Yahuda’m, ne Dodona’dayız ne de Pytho’da. Kehaneti bırak da dürüst ol. Seni ne zaman kırdım?”
Diğeri derin bir nefes alıp belindeki kordonu çekiştirerek, “Geçen beş yıl içinde ben de bir şeyler öğrendim. Hillel senin dinlediğin mantıkçının dengi olmayabilir; Simeon ve Şammay da hiç kuşkusuz Forum’daki öğretmeninden daha aşağıdır. Onların öğretileri yasak yollara sapmaz; onların ayaklarının dibinde oturanlar Tanrı, kanunlar ve İsrail bilgisiyle zenginleşmiş olarak kalkarlar. Bunun sonucunda da onlara ait olan her şeye karşı sevgi ve saygı duyarlar. Büyük Okula devam etmem ve orada duyduklarım bana Yahuda’nın artık eskisi gibi olmadığını öğretti. Bağımsız krallıkla küçük Yahuda vilayeti arasındaki farkı biliyorum. Ülkemin alçalmasına üzülmemem için bir Samiriyeliden daha adi ve kötü olmam gerekirdi. Soylu Hannas yaşadığı sürece İsmail kanuni olarak başpapaz değildir, ama bir Yahudi ve inanıp tapındığımız Tanrı’ya binlerce yıl gereğince hizmet eden sadakatlilerden biridir. Onun…”
Messala iğneleyici bir kahkahayla lafını kesti.
“Seni şimdi anlıyorum. İsmail’in bir gaspçı olduğunu söylüyorsun, İsmail yerine bir Idumaen’e inanmak bir engerek gibi sokmak demektir. Semele’nin sarhoş oğlu için Yahudi olmak da nedir! Bütün insanlar ve nesneler, hatta gökyüzü ve yeryüzü bile değişir de bir Yahudi asla. Onun için gerileme de yoktur, ilerleme de. Daha başlangıçta ataları neyse o da odur. Şu kumda sana bir daire çiziyorum! Şimdi söyle bakalım, bir Yahudi’nin yaşamı bundan başka nedir? İbrahim burada, İshak ve Yakup şurada, Tanrı da ortalarında. Yok canım bu çok büyük oldu. Tekrar çiziyorum.” Durdu, başparmağını yere koydu, diğer parmaklarını da etrafında çevirdi. “Bak, başparmağımın olduğu yer tapınak, diğer parmakların çizgileri de Yahuda. Bu küçük boşluğun dışında değerli hiçbir şey yok! Sanat! Onun yaratıcısı olan Herod lanetleniyor. Resim, heykel, bunlara bakmak bile günah. Şiir ise sunaklarınıza sıkı sıkıya bağlı. Sinagog dışında hanginiz güzel konuşmaya kalkışıyor? Savaşta bile altı gün yenip yedinci gün hepsini kaybediyorsunuz. İşte sizin yaşamınız ve sınırlarınız bu kadar. Sizinle dalga geçmeme kim itiraz edecek? Böyle insanların tapınmasıyla yetinen Tanrı’nız, dünyayı silahlarımızla kuşatmak için bize kartallarını gönderen Jüpiter’imiz karşısında nedir ki? Hillel, Simeon, Şammay, Abtalion, bilinebilecek her şeyin bilinmeye değer olduğunu öğreten ustaların karşısında nedir ki?”
Yüzü daha da kızaran Yahuda ayağa kalktı.
“Yo, yo, otur yerine Yahuda’m, otur.” diye bağırdı Messala, elini uzatarak.
“Benimle alay ediyorsun.”
“Dinle bak.” Romalı alaycı bir şekilde güldü. “Jüpiter ve onun Romalı ve Latin bütün ailesi âdetleri olduğu üzere bana gelip ciddi konuşmaya bir son verecekler. Atalarının eski evinden çıkıp beni karşılamak ve sevgi dolu çocukluğumuzu canlandırmak için yanıma gelme nezaketini takdir ediyorum. ‘Git.’ demişti öğretmenim son dersinde. ‘Git ve hayatlarınızı yüceltmek için Mars’ın saltanat sürdüğünü, Eros’un da gözlerine kavuştuğunu unutma.’ Sevginin hiçbir şey, savaşınsa her şey olduğunu kastediyordu. Roma’da böyledir. Evlilik boşanmanın ilk adımıdır. Erdem bir tüccarın mücevheridir. Kleopatra ölürken yeteneklerini miras bırakmıştı, şimdi her bir Romalının evinde onun bir halefi vardır. Dünya aynı yolda ilerliyor. Bizim geleceğimize gelince, aşağıda Eros, yukarıda Mars! Ben asker olacağım ve sen Yahuda’m, sana acıyorum, sen ne olacaksın?”
Yahuda havuza doğru yaklaştı, Messala’nın konuşması daha da ağırlaştı.
“Evet, sana acıyorum, benim iyi Yahuda’m. Okuldan sinagoga, oradan da tapınağa, sonra da Sandhedrim’de bir sandalye. Hiç fırsat sunmayan bir yaşam, tanrılar yardımcın olsun! Ya ben…”
Yahuda ona bakıp mağrur yüzünü alevlendiren gurur parıltısını gördü.
“Ya ben, ah dünya tamamen fethedilmedi. Denizde görülmedik adalar var. Kuzeyde henüz ziyaret edilmemiş milletler var. İskender’in Uzak Doğu’ya seferini tamamlamanın zaferi birilerini bekliyor. Bir Romalının önünde uzanan fırsatları görüyor musun?”
Kısa bir an sonra ağır ağır konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
“Afrika’ya bir sefer, bir başkası Seythianlar üzerine, sonra da bir lejyon! Çoğu iş hayatı burada biter, ama benimki değil. Ben bir vilayet için lejyonumdan vazgeçeceğim. Roma’daki paralı yaşamı bir düşünsene, para, şarap, kadınlar, ziyafetler, entrikalar, bütün yıl boyunca oyunlar. Böyle dönüp duran bir yaşam benim olabilir. Ah benim Yahuda’m, burası Suriye! Yahudiye zengin; Antakya tanrıların başkenti. Cyrenius’un[32 - Suriye Bölge Valisi için kullanılan bir İncil terimidir. Messala’nın konuştuğu dönemde bu görevi Lucius Vitellius yürütüyordu.] yerine geçeceğim, sen de kaderimi benimle paylaşacaksın.”
Roma’nın uğrak yerlerine akın edip soylu gençliğe öğretmenlik yapma işini tekellerine alan sofistler ve hatipler Messala’nın bu sözlerini doğrulayabilirlerdi, ama genç Yahudi için bu sözler yeniydi ve alışkın olduğu ağırbaşlı konuşma ve sohbet tarzına hiç benzemiyordu. Üstelik o yasaları, üslupları ve düşünce tarzları hicvi ve alayı yasaklayan bir soydan geliyordu. Tabii doğal olarak arkadaşını, kâh öfkeli kâh nasıl anlayacağı belirsiz, değişken duygular içinde dinliyordu. Üstünlük taslayan havaları başlangıçta kendisi için incitici olmuştu, sonra rahatsız edici bir hâl aldı ve sonunda şiddetli bir acı verdi. Bu noktada hepimizin içinde bir öfke bekler, işte hicivci bu öfkeyi bir başka şekilde uyandırmıştı. Herod döneminin bir Yahudi’si için vatanseverlik bildik mizacının altında saklayamayacağı kadar azılı bir tutkuydu, bu yüzden de tarihi, dini ve Tanrı’sıyla ilgili alaylara anında tepki verirdi. Bu nedenle de Messala’nın son duraklamasına kadar söylediklerinin dinleyicisi için şiddetli bir işkence olduğunu söylemek çok sert bir ifade olmayacaktır. Tam bu noktada Yahudi zoraki bir gülümsemeyle, “Geleceklerini dalgaya alabilen bazı insanlar olduğunu ben de duydum, Messala, ama ben onlardan biri değilim.” dedi.
Romalı arkadaşını şöyle bir inceledikten sonra cevap verdi: “Bir şakanın içinde gizlenen gerçek neden bir mesel olmasın? Büyük Fulvia geçen gün balığa çıktı, yanındaki arkadaşlarının hepsinden daha çok balık yakaladı. Oltasının ucundaki kanca altınla kaplı diye böyle olduğunu söyledi insanlar.”
“Demek sadece dalga geçmiyordun?”
“Ah benim Yahuda’m, görüyorum ki sana yeterince ikramda bulunamamışım.” dedi Romalı hızla, gözleri ışıldıyordu. “Yahudi-ye valisi olduğumda seni de başrahip yapacağım.”
Yahuda öfkeyle döndü.
“Beni bırakma.” dedi Messala.
Diğeri kararsızca durakladı.
“Yahuda, güneş nasıl da kavuruyor!” diye bağırdı asilzade, onun şaşkınlığını fark ederek. “Gidip gölge bir yer bulalım.”
“Artık ayrılsak iyi olacak. Zaten hiç gelmemeliydim. Bir dost arıyordum ama bulduğum…” dedi Yahuda soğuk bir şekilde.
“Bir Romalı.” dedi Messala çabucak.
Yahuda yumruklarını sıktı ama sonra kendisine tekrar hâkim olarak yoluna devam etti. Messala da ayağa kalktı, banktan pelerinini alıp omzuna attı ve arkasından gitti. Onun yanına gelince elini omzuna koyup onunla beraber yürümeye başladı.
“Çocukken de böyle yürürdük. Kapıya kadar böyle gidelim.”
Görünüşe göre Messala ciddi ve müşfik olmaya çalışıyor, ama yüzünü alıştığı alaylı ifadeden kurtaramıyordu. Yahuda bu yakınlığa izin verdi.
“Sen bir çocuksun, bense bir adam; bırak da ona uygun konuşayım.”
Romalının muhteşem bir rahatlığı vardı. Genç Telemakhos’a ders veren akıl hocası bile daha rahat olamazdı.
“Parcaelere[33 - Önce çocuk doğumu, sonra kaderle ilişkilendirilen Roma tanrıçaları. Kader anlamındaki Moria bunlardan biridir.] inanır mısın? Ah senin bir Saduki[34 - Eski bir Yahudi mezhebi. (ç.n.)] olduğunu unutuyordum neredeyse. Esseniler duyarlı insanlardır; üç kız kardeşe inanırlar. Ben de öyle. Ebediyen yaptığımız her şeyde karşımıza çıkıyorlar! Oturup plan yapıyorum. Orada burada koşuyorum. Tam uzanıp dünyayı elime alacağım anda arkamda makas sesi duyuyorum. Bir bakıyorum lanetli Atropos[35 - Kader tanrıçaları olan üç Moira’dan biri. Adı “geri adım atmaz, bildiğinden şaşmaz, bükülmez” anlamına gelir ve hayat ipliğini kesen Moira’dır. (ç.n.)] orada duruyor! Peki ama Yahuda’m, yaşlı Cyrenius’un yerini alacağımı söylediğimde neden öfkelendin? Senin Yahudiye’ni yağmalayarak zenginleşeceğimi mi düşündün? Öyle düşün, bazı Romalıların yapacağı şey bu. Neden ben yapmayayım?”
Yahuda adımlarını küçülttü.
“Romalılardan önce Yahudiye’nin hâkimiyeti yabancıların elindeydi.” dedi, elini kaldırarak. “Şimdi neredeler, Messala? Yahudiye onların hepsine dayandı. Daha önce olan yine olacak.”
Messala ağır ağır konuşmasına devam etti.
“Essenilerin haricinde de Parcaelere inananlar var. Hoş geldin Yahuda, imana hoş geldin!”
“Hayır, Messala, beni onlarla bir tutma. Benim inancım İbrahim’in çok öncesinde atalarımın inancının temeli olan kayaya, İsrail Tanrı’sının ahitlerine dayanır.”
“Bu ne tutku, Yahuda’m. Hocamın yanında bu kadar ateşli olsam bana nasıl da şaşırırdı! Sana söylemem gereken başka şeyler de var, ama korkuyorum.”
Birkaç metre ilerledikten sonra Romalı yine konuşmaya başladı.
“Şimdi söyleyeceklerim seni de ilgilendirdiğine göre artık beni dinleyebilirsin sanırım. Sana hizmet ederim, yakışıklı Ganymede, iyi niyetle hizmet ederim. Seni seviyorum. Asker olmak istediğimi söylemiştim ya. Neden sen de olmuyorsun? Sana gösterdiğim gibi, yasalarının ve geleneklerinin izin verdiği o daracık soylu yaşam çemberinin dışına neden çıkmıyorsun?”
Yahuda cevap vermedi.
“Günümüzün bilgeleri kimler?” diye devam etti Messala. “Tüm yaşamlarını ölü şeyler, Baal, Jüpiter, Yahuda, felsefe ve din hakkında tartışarak tüketenler değil. Bana bir isim ver, Yahuda, ister Roma’ya, ister Mısır’a, ister Doğu’ya git ya da burada Kudüs’te bul. Eğer bu isim, ününü şimdiki zamanın kendisine sağladığı malzemeden çıkarmıyorsa, sona katkısı olmayan hiçbir şeyi kutsal saymıyorsa şeytan alsın beni! Herod nasıldı? Makkabiler nasıldı? Birinci ve İkinci Sezar nasıldı? Onları örnek al. Hemen başla. İşte Roma, tıpkı İdumealı Antipater’e[36 - Esau, Yakup’un oğlu, Edom’u kurduğu söylenmiştir.] yardım ettiği gibi sana da yardım etmeye hazır bekliyor.”
Yahudi delikanlı öfkeyle titriyordu, bahçe kapısına yaklaştıklarından kaçma hevesiyle adımlarını hızlandırdı.
“Ah Roma, Roma!” diye mırıldandı.
“Akıllı ol.” dedi Messala. “Musa’nın budalalıklarını ve geleneklerini bir yana bırak; durumu olduğu gibi gör. Bir cesaret Parcaelerin yüzüne bak, onlar sana Roma’nın dünyanın ta kendisi olduğunu söyleyeceklerdir. Yahudiye’yi sor onlara, Roma ne istiyorsa odur diye cevap vereceklerdir.”
Artık kapıya gelmişlerdi. Yahuda durdu, omzundan Messala’nın kolunu yavaşça alıp gözlerinde titreşen yaşlarla yüzünü ona döndü.
“Seni anlıyorum, çünkü sen bir Romalısın, ama sen beni anlayamazsın, ben bir İsrailliyim. Bugün asla eskisi gibi arkadaş olamayacağımıza beni inandırarak bana acı verdin! İşte ayrılıyoruz. Atalarımın Tanrı’sının huzuru seninle olsun!”
Messala elini uzattı, ama Yahuda kapıdan geçip yoluna devam etti. O gidince Romalı bir süre sessiz kaldı, sonra kafasını kaldırıp kendi kendine, “Öyle olsun. Eros öldü, Mars hüküm sürüyor!” diyerek o da kapıdan çıktı.

III
YAHUDA’NIN EVİ
Şimdilerde Aziz Stephen Kapısı olarak anılan Kutsal Şehir’in girişinden batıya doğru, Antonia Kulesi’nin kuzey yüzüne paralel bir cadde uzanıyordu. Typropoeon Vadisi’ne giden rotayı koruyarak güneye doğru küçük bir yolu takip edip geleneklerin bize söylediği Yargı Kapısı’nın biraz ilerisinde batıya kıvrılıyor, oradan da birden güneye dönüyordu. Kutsal yöreye aşina olan bir öğrenci ya da yolcu, bu caddenin Hristiyanlar için biraz da hüzünle dünyadaki herhangi bir caddeden daha ilginç olan Via Dolorosa’nın[37 - Hristiyan inanışına göre Hz. İsa’nın ölüm cezasına çarptırılması üzerine, haçı sırtında taşıyarak çarmıha gerilinceye kadar Kudüs şehri içerisinde izlediği güzergâha verilen isimdir. (ç.n.)] bir parçası olarak tanımlandığını hatırlayacaktır. Amacımız şu anda bütün caddeyle ilgilenmemizi gerektirmediğinden, sözü edilen o güneye dönen köşede duran ve önemli bir ilgi merkezi olarak özel bir tanımlama gerektiren evden söz etmek yeterli olacaktır.
Bina her bir yüzü muhtemelen yüz yirmi metre olmak üzere kuzeye ve batıya bakıyordu ve Doğu’ya özgü çoğu gösterişli yapı gibi iki katlı ve dört köşeliydi. Batı tarafındaki sokak yaklaşık üç buçuk metre genişliğindeydi, kuzey tarafındaki ise üç metreyi geçmezdi. Duvarlara yakın yürüyerek yukarı bakan biri, duvarların pütürlü, boyasız ve itici olduğu kadar güçlü ve heybetli de olan görünümünden etkilenirdi. Dış kısmı taş ocağından alındığı gibi kullanılmış, boyasız, iri taş bloklardan oluşuyordu. Hiç alışılmadık bir şekilde evi süsleyen pencereleri ve kapıları süsleyen bezemeleri olmasa bu çağın eleştirmeni onun askerî bir tarzı olduğunu söyleyebilirdi. Batıya bakan dört, kuzeye bakan iki penceresi vardı, hepsi de ikinci kat hizasında, aşağıdaki sokaklara çıkıntı yapacak şekilde dizilmişti. Birinci katta sadece kapılar dışarıdan görülecek şekilde duvarları bölüyordu. Koçbaşlarına karşı dayanıklılığı akla getiren kalın demir sürgülerinin yanı sıra bu kapılar gayet güzel yapılmış mermer pervazlarla korunuyordu; bu hâli insanlar hakkında oldukça bilgili olan ziyaretçilere, burada oturan zengin adamın dinî ve siyasi açıdan bir Saduki olduğunu garanti ediyordu.
Genç Yahudi, pazar yerinin yukarısındaki sarayda, Romalıdan ayrıldıktan kısa bir süre sonra anlatılan bu evin batı kapısında durdu ve kapıyı çaldı. Kapının kanatlarından biri üzerinde bulunan küçük kapı onu içeri almak üzere açıldı. Kapıyı açanın yerlere kadar eğilerek verdiği selamı almadan aceleyle içeri daldı.
Evin iç yapısı hakkında bilgi sahibi olmak ve aynı zamanda gencin başına neler geleceğini görmek için onu takip ediyoruz.
Gencin kabul edildiği geçit, duvarları panelli, tavanı oyuk, dar bir tünele benziyordu. Her iki yanda, uzun zamandır kullanılmaktan lekelenip parlamış, taştan sedirler vardı. On, on beş adımlık merdiven onu kuzeye ve güneye doğru uzanan, doğu dışında her yönden iki katlı evin cepheleriyle çevrili bir avluya çıkardı. Alt kat girintilere bölünürken taraçalı olan üst kat güçlü korkuluklarla çevriliydi. Taraçalar boyunca gidip gelen hizmetkârlar, un öğüten değirmenin gıcırtısı, bir uçtan bir uca gerilen iplerin üzerinde dalgalanan çamaşırlar, oranın tadını çıkaran tavuklar ve güvercinler, keçiler, girintilerde oturan inekler, eşekler ve atlar ve belli ki genel kullanım için olan büyükçe bir su oluğuyla bu avlu evin sahibinin özel yaşamını ortaya koyuyordu. Doğu tarafında bir başka geçitle bölünen duvar her açıdan ilkine benziyordu.
İkinci geçitten geçen genç adam geniş ve kare şeklindeki bir başka avluya girdi; fundalıklar ve asmalarla donanmış olan bu avlu kuzey tarafındaki bir sundurmanın yakınlarında yükselen bir havuzun suyuyla tazelenip güzelleşiyordu. Burada kırmızı-beyaz çizgili perdelerle kapatılan girintiler yüksek ve havadardı; bu girintilerin kemerleri küme küme sütunlar üzerinde duruyordu. Güney tarafında, üst kattaki taraçalara çıkan merdivenler büyük tentelerle güneşten korunuyordu. Bir başka merdiven de taraçalardan dama çıkıyordu, kare damın dört bir kenarı oymalı bir pervaz ve altıgen şeklindeki kırmızı pişmiş kil kiremitlerden oluşan bir korkulukla çevrelenmişti. Bu alanda, her yerde gözlemlenen ve köşelerde hiçbir toza, hatta fundalıklardan tek bir sarı yaprağa bile meydan vermeyen titiz düzen, diğer her şey gibi, güzel olan genel görünüme katkıda bulunuyordu. Tatlı havayı içine çeken bir ziyaretçi daha tanıştırılmadan bile, ziyaret ettiği bu ailenin zarafetini anlardı.
İkinci avludan birkaç adım yürüyen genç sağa dönüp bir kısmı çiçeklenen fundalıkların içindeki yoldan merdivenlere doğru yürüyerek zemini yıpranmış kahverengi-beyaz taşlarla döşeli taraçaya çıktı. Tentenin altından kuzey tarafındaki kapı aralığını geçip bir perdenin kararttığı bir odaya girdi. Kiremit döşeli zeminde bir sedire doğru ilerleyip kendini yüzükoyun sedire attı, alnını kollarına dayayıp uzandı.
Akşam karanlığında bir kadın kapıya gelerek ona seslendi, cevap alan kadın içeri girdi.
“Yemek vakti geçti, akşam oldu. Oğulcuğum aç değil mi?” diye sordu.
“Hayır.” dedi genç.
“Hasta mısın yoksa?”
“Uykum var.”
“Annen seni sordu.”
“Nerede o?”
“Damdaki çardakta.”
Genç doğrulup oturdu.
“İyi o zaman. Bana yiyecek bir şeyler getir.”
“Ne istiyorsun?”
“Ne istersen getir, Amrah. Hasta falan değil, umursuzum. Hayat artık bu sabahki kadar hoş gelmiyor. Keyifsizim, Amrah. Beni çok iyi tanıyan ve asla ihmal etmeyen biri olarak yemek ve ilaç yerini tutacak bir şeyler düşünebilirsin. Ne istersen onu getir.”
Amrah’ın soruları ve alçak, anlayışlı, tedirgin sesi, ikisi arasındaki sevgi dolu ilişkiyi ortaya koyuyordu. Elini delikanlının alnına koydu, sonra tatmin olup, “Bir bakayım.” diyerek odadan çıktı.
Kısa bir süre sonra ahşap bir tepsi içinde bir kâse süt, ince dilimler hâlinde beyaz ekmek, buğday lapası, ızgarada pişirilmiş kuş, bal ve tuzla geri geldi. Tepsinin bir ucunda şarap dolu gümüş bir kadeh, diğer ucunda da pirinçten, yanan bir lamba duruyordu.
Artık oda görünüyordu. Duvarları dümdüz sıvalı, zamanla ve yağmurla lekelenen tavanı meşe kirişliydi; küçük, elmas şeklindeki taşlarla döşeli zemin sert ve dayanıklıydı; aslan ayakları gibi oyulmuş ayaklarıyla birkaç sandalye, yerden biraz yüksekte, mavi kumaş döşeli, üzeri çizgili, kocaman bir yün battaniye örtülü bir sedir vardı. Kısacası tam da Yahudi tarzında bir yatak odasıydı.
Aynı ışıkla kadın da görünür hâle gelmişti. Sedirin yanına bir sandalye çekip tepsiyi üzerine koydu, sonra servis yapmak üzere yere diz çöktü. Ellilerinde bir kadının yüzüne sahipti, esmer ve kara gözlüydü, gözleri bir anne şefkatiyle yumuşacık bakıyordu o anda. Başında kulak memelerini açıkta bırakan beyaz bir başörtüsü vardı. Kulak memeleri mevkisini ortaya koyacak şekilde kalın bir iğneyle delinmişti. Mısır kökenli bir köleydi, kutsal ellinci yıl[38 - Kutsal Kitap: Levililer 25: 10: “Ellinci yılı kutsal sayacak, bütün ülke halkı için özgürlük ilan edeceksiniz. O yıl sizin için özgürlük yılı olacak. Herkes kendi toprağına, ailesine dönecek.” (ç.n.)] bile ona özgürlüğünü getirmemişti; zaten kendisi de bunu kabul etmezdi, çünkü ilgilendiği çocuk onun bütün hayatıydı.
Bebekliğinden itibaren ona bakmış, çocukluğunda onunla ilgilenmiş, hizmetine hiç ara vermemişti. Onun gözünde delikanlı hiç büyümemişti.
Genç, yemek boyunca bir kere konuştu.
“Eskiden buraya, ziyaretime gelen Messala’yı hatırlıyor musun, Amrah?” dedi.
“Hatırlıyorum.”
“Birkaç yıl önce Roma’ya gitmişti, şimdi geri döndü. Bugün ona uğradım.”
Delikanlı nefretle ürperdi.
“Bir şeyler olduğunu anlamıştım zaten.” dedi kadın, ilgiyle. “Onu bir türlü sevemedim. Her şeyi anlat bana.”
Ama delikanlı derin bir düşünceye daldı ve kadının yinelenen soruları karşısında sadece, “Çok değişmiş, artık onunla hiçbir işim kalmadı.” dedi.
Amrah tepsiyi alıp gidince delikanlı da dışarı çıkıp taraçadan dama geçti.
Okurun Doğu’daki dam kullanımını bildiği varsayılmaktadır. Her yerde yasaları iklimler koyar. Suriye’nin yaz günleri rahatlık arayanları karartılmış odalara gönderir, akşam da erkenden ortaya çıkarır ve dağ kıyılarında derinleşen gölgeler bir örtü gibi inerler, ama şimdi o gölgeler çok uzaktalar, dam ise yakında, serin havaların ziyaretine imkân verecek kadar, titreşen ovanın seviyesinden yukarıda, yıldızları daha parlak şekilde yakına getirecek kadar ağaçların üzerinde. Dam bu şekilde bir dinlenme yeri, bir oyun alanı, bir uyku odası, ailenin buluşma merkezi, müzik, dans, sohbet, düş kurma ve dua etme yeri hâline geliyordu.
Soğuk iklimlerde insanın evinin içini güzelleştirmeye teşvik eden dürtü, Doğuluyu damını da süslemeye sevk ediyordu. Musa tarafından yaptırılan siperler çömlekçinin başarısı hâline gelmişti; sonra bunun üzerinde sade ve muhteşem kuleler yükselmiş, daha sonra da krallar ve prensler damlarını mermer ve altından çardaklarla süslemişlerdi. Babillilerin bahçelerini havaya asmalarının ardından artık taşkınlık daha ileriye taşınmadı.
İzlemekte olduğumuz delikanlı damda evin kuzeybatı köşesine inşa edilen kuleye doğru yürüdü yavaş yavaş. Eğer bir yabancı olsaydı, yaklaştıkça karanlığın izin verdiği ölçüde, alçak, kafesli, sütunlu ve kubbeli yapıya bir bakış atardı. Hafifçe yukarı kaldırılmış perdenin arasından geçip içeri girdi. Dört tarafta yer alan kapı şeklindeki kemerli açıklıkların dışında içerisi karanlıktı; bu açıklıklardan yıldızlarla aydınlanan gökyüzü görünüyordu. Bunlardan birinde sedirden aldığı yastığa yaslanmış bir kadın silüeti gördü, beyazlara bürünmüş olmasına rağmen hayal meyal farkediyordu. Ayak sesleri üzerine kadının elindeki, üzerine yer yer yıldız ışığında parıldayan mücevherlerin serpiştirildiği yelpaze durdu. Kadın doğrulup ona seslendi.
“Yahuda, oğlum!”
“Benim, anne.” diye cevap verdi, adımlarını hızlandırırken.
Yanına gidip diz çöktü, kadın kollarıyla sardı delikanlıyı ve öpücüklerle onu bağrına bastı.

IV
YAHUDA’NIN ANNESİ
Anne yastığın üzerindeki rahat pozisyonuna döndü, oğlu da sedire yerleşip başını annesinin kucağına koydu. Her ikisi de açıklıktan dışarı bakıp civardaki bir dizi alçak evin damlarını, batıda dağ olduğunu bildikleri mavi karaltıyı ve yıldızlarla parlayan gökyüzünün karanlık derinliklerini görebiliyordu. Şehir sakindi. Sadece rüzgâr kıpırdanıyordu.
“Amrah sana bir şeyler olduğunu söyledi.” dedi kadın, gencin yanağını okşayarak. “Yahuda’m küçük bir çocukken ufak tefek şeylerin canını sıkmasına göz yumuyordum, ama artık koca bir adam oldu. Bir gün benim kahramanım olacağını unutma!” dedi, sesi yumuşayarak.
Mal varlıkları bakımından olduğu kadar kan bakımından da zengin birkaç aile dışında o topraklarda pek kullanılmayan bir dili konuşuyordu kadın. Dilin saflığını seven bu insanlar bu sayede Yahudi olmayanlardan daha kesin bir şekilde ayırt ediliyorlardı. Bir zamanlar Rebeka ve Raşel de Benjamin’e bu dilde şarkı söylüyorlardı.
Bu sözler sanki delikanlının yeniden düşüncelere dalmasına neden oldu; kısa bir süre sonra annesinin kendisini yelpazelediği elini tuttu, “Bugün daha önce hiç aklıma gelmeyen şeyler düşünmeye zorlandım, anne. Söylesene ben ne olacağım?”
“Söyledim ya, benim kahramanım olacaksın.”
Delikanlı annesinin yüzünü göremiyordu ama şaka yaptığının farkındaydı. Daha da ciddileşti.
“Sen çok iyi ve şefkatlisin, anneciğim. Beni hiç kimse senin kadar sevemez.”
Annesinin elini defalarca öptü.
“Galiba bu soruyu neden hep erteleyip durduğunu anlıyorum.” diye devam etti. “Şimdiye kadar benim hayatım hep sana ait oldu. Senin denetimin ne kadar nazik, ne kadar tatlıydı! Keşke sonsuza kadar sürseydi. Ama olmuyor. Tanrı’nın arzusuyla bir gün kendi kendimin efendisi olacağım, ayrılık günü gelip çatacak ve bu senin için korkunç bir şey olacak. Cesur ve temkinli olalım. Ben senin kahramanın olacağım, ama bana yol göstermelisin. Yasayı biliyorsun, İsrail’in bütün oğulları meslek sahibi olmalı. Ben istisna değilim. Şimdi soruyorum ben hayvan mı güdeceğim? Yoksa toprağı mı süreceğim? Rahip mi olacağım, avukat mı? Ne olacağım? Sevgili anneciğim, bana bir cevap ver.”
“Gamaliel bugün ders veriyordu.” dedi kadın düşünceli bir şekilde.
“Öyle mi, ben duymadım.”
“Dediklerine göre dehasını ailesinden miras alan Simeon’la dolaşıyordun demek.”
“Hayır, onu hiç görmedim. Pazar yerine gitmiştim, tapınağa değil. Genç Messala’yı ziyaret ettim.”
Delikanlının sesindeki değişim annesinin dikkatini çekti. Bir önsezi kalbini hızlandırdı. Yelpaze tekrar durdu.
“Messala!” dedi. “Canını sıkacak ne söyledi?”
“Çok değişmiş.”
“Bir Romalı olarak mı dönmüş yani?”
“Evet.”
“Romalı!” diye devam etti, sanki kendi kendine. “Bütün dünyada bu kelime efendi anlamına gelir. Ne kadar süredir uzaktaydı?”
“Beş yıldır.”
Kadın başını kaldırıp gecenin derinliklerine baktı.
“Via Sacra[39 - Kutsal Yol, Antik Roma’nın Capitol Tepesi’nden başlayıp en önemli dinsel yapıların bulunduğu Forum’dan Kolezyum’a kadar uzanan ana caddesi. (ç.n.)] havası Mısır ve Babil sokakları için geçerlidir, ama Kudüs’te, bizim Kudüs’ümüzde sözleşme hüküm sürer.”
Düşüncelerle dolu olarak arkasına yaslandı. Önce delikanlı konuştu.
“Messala çok acı şeyler söyledi, anne, hele tavırlarıyla beraber söylediklerinin bazıları dayanılmazdı.”
“Galiba seni anlıyorum. Roma, onun şairleri, hatipleri, senatörleri, saray mensupları hiciv dedikleri bir gösterişin mecnunu olmuşlar.”
“Bütün büyük uluslar gururludur sanırım.” diye devam etti delikanlı, lafının kesildiğinin farkına bile varmadan. “Ama bu insanlarınki diğerlerininkine hiç benzemiyor. Son günlerde o öyle bir hâl aldı ki artık tanrılar için bile kaçış yolu yok.”
“Tanrılar!” dedi annesi, çabucak. “Romalılar tapınmayı kutsal hakları olarak görüyorlar.”
“Messala da bu nahoş nitelikten payını almış. Çocukken, Herod’un bile şerefle karşılamaya tenezzül ettiği yabancılarla alay ettiğine tanık olurdum, ama Yahuda’yı hep ayrı tutardı. İlk kez bugün benimle sohbetinde geleneklerimizle ve Tanrı’mızla dalga geçti. Senin de isteyeceğin gibi sonunda ondan ayrıldım. Şimdi, sevgili anneciğim, Romalıların kibri için haklı nedenleri var mı bilmek istiyorum. Hangi bakımdan ondan aşağıyım? Biz düşük bir sınıftan mıyız? Neden Sezar’ın yanında bile bir köle gibi çekingen olmam gerekiyor? Özellikle şunu söyle, neden ben istersem şeref kazanamıyorum? Neden kılıcı elime alıp savaş tutkusuna kapılamıyorum? Neden bir şair olup her konuda yazamıyorum? Metal işçisi olabilirim ya da bir çoban veya bir tüccar, peki neden Yunanlılar gibi bir sanatçı olamıyorum? Söyle bana, anneciğim, bir İsrailoğlu neden bir Romalının yaptıklarını yapamıyor?”
Okur bu soruları pazar yerindeki sohbete dayandıracaktır; bütün duyuları açık bir şekilde dinleyen anne de konunun bağlantılarından, soruların soruluşundan, oğlunun aksanından ve ses tonundan çabucak ilişkiyi kuruverdi. Doğruldu, oğlununki gibi hızlı ve kesin bir tavırla cevap verdi: “Anlıyorum! Anlıyorum! Messala arkadaşlıklarından dolayı çocukluğunda bir Yahudi gibiydi. Burada kalsaydı o da dinini değiştirebilirdi, çünkü hepimiz hayatımızı olgunlaştıran şeylerden etkileniriz, ama Roma’da geçirdiği yıllar ona fazla gelmiş. Ben bu değişime hiç şaşırmıyorum. Ama en azından sana karşı kibar davranabilirdi. İlk sevdiklerini unutmak için acımasız ve sert bir mizaca sahip olmak gerekir.”
Kadın elini hafifçe delikanlının alnına koyup parmaklarıyla sevgi dolu bir şekilde saçlarını karıştırırken gözleri en yüksekteki yıldızları arıyordu. Onun gururu da bir eko gibi değil de tam bir anlayışla oğlununkine karşılık veriyordu. Ona cevap verecekti ama cevabı mutlaka tatmin edici olmalıydı. Alçalmayı kabullenmek oğlunun yaşama şevkini kırabilirdi. Kendi vesveseleriyle bocaladı.
“Senin ortaya koydukların bir kadının değerlendirebileceği bir konu değil, Yahuda’m. Bunu yarına bırakalım, ben bilge Simeon’a…”
“Beni ona gönderme.” dedi genç birdenbire.
“Onu bize çağıracağım.”
“Hayır, bana bilgiden daha fazlası lazım; bu konuda o bana senden daha iyisini verse bile sen onun veremediklerini verebilirsin, anne, bir insanın ruhunu oluşturan azmi.”
Kadın oğlunun sorularının anlamını bulmak için hızlı bir bakışla gökyüzünü taradı.
“Kendimiz için adalet isterken, başkalarına karşı adaletsiz olmak erdem değildir. Yendiğimiz düşmanın cesaretini inkâr etmek zaferimizi hafife almak demektir. Eğer düşmanımız bizi sindirecek, bizi yenecek kadar güçlüyse, kendimize olan saygımız, talihsizliklerimiz için onun bizden daha aşağı niteliklere sahip olduğunu söylemek yerine daha başka açıklamalar bulmamızı gerektirir.”
Oğluyla değil de kendi kendine konuşuyormuş gibi devam etti:
“İçin rahat olsun, oğlum. Messala asil bir soydan geliyor, ailesi kuşaklardır çok ünlü. Roma Cumhuriyeti döneminde -ne kadar eskilerde olduğunu bilmem- bile bazıları asker bazıları sivil olarak ünlüydüler. Senatör rütbesine sahiplerdi ve hamilikleri hep aranır bir şeydi, çünkü her zaman zenginlerdi. Eğer bugün arkadaşın ecdadıyla övündüyse, sen de kendininkilerden söz edip onu utandırabilirdin. Üstünlüğünün kanıtı olarak soylarının izlenebileceği yıllardan, kahramanlıklardan ya da zenginlikten söz ettiyse -yeri gelmedikçe yapılan bu tür imalar küçük zihinlerin işaretidir- sen de hiç çekinmeden ve her biri üzerinde tek tek durarak kayıtları karşılaştırabilirdin.”
Bir an düşündükten sonra devam etti.
“Bugünün fikirlerinden biri de, ırkların ve ailelerin soyluluğunun zamana bağlı olduğudur. Bir İsrailoğlu karşısındaki üstünlüğüyle bu şekilde övünen bir Romalı iş kanıtlamaya gelince başarısız olur. Onların tarihi Roma’nın kuruluşuyla başlar, içlerindeki en iyileri bile kökenlerini bunun ötesine götüremez. Bazıları bunu yapmaya kalkıştı da bir tanesi bile geleneklere başvurmadan iddiasını kanıtlayamadı. Messala bunu yapamaz. Şimdi kendimize bir bakalım. Biz daha iyisini yapabilir miyiz?”
Biraz daha aydınlık olsa delikanlı annesinin yüzüne yayılan gururu görebilirdi.
“Romalıların bize meydan okuduklarını düşünelim. Ona ne kuşkuyla ne de övünçle karşılık verirdim.”
Sesi titredi, hassas bir düşünce savunmanın şeklini değiştirdi.
“Baban atalarıyla huzur içinde yatsın, sanki bugünmüş gibi hatırlıyorum, Yahuda’m, bir gün babanla ben eğlenceli bir grup arkadaşla seni Tanrı’ya takdim etmek için tapınağa gittik. Kumru kurban ettik, sonra papaza senin adını söyledim, benim yanımda, ‘Yahuda, Hur ailesinden Ithamar’ın oğlu.’ diye yazdı. O zaman bu isim kutsal ailemize ait kayıt defterine kaydedildi.
Bu şekildeki kayıt geleneğinin ne zaman başladığını bilmiyorum. Mısır’dan kaçışın öncesine dayandığını biliyoruz. Hillel’in söylediğine göre İbrahim kayıtları kendi ismi ve oğullarının isimleriyle başlatmış ve onları diğer bütün ırklardan ayırıp yeryüzünün en yücesi ve en soylusu yapan Tanrı’nın vaatleriyle hareket etmişti. Yakup’un akdinin de benzer bir etkisi olmuştu. ‘Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak.’[40 - Kutsal Kitap, Yaratılış 22: 18. (ç.n.)] Böyle demişti bir melek İbrahim’e, Yehova-jireh’te. ‘Üzerinde yattığın toprakları sana ve soyuna vereceğim.’[41 - Kutsal Kitap: Yaratılış 28: 13. (ç.n.)] Böyle demişti Tanrı, Harran’a giderken Bethel’de uyuyan Yakup’a. Sonra bilgeler vadedilen toprakların adil bir şekilde bölünmesini beklediler. Bölünme günü kimin hisselere hak kazandığı bilinsin diye Nesiller Kitabı açıldı. Ama sadece bu değil. Bütün yeryüzünün kutsanması vaadi geleceğe kadar uzandı. Kutsamayla ilgili olarak tek bir isimden söz edildi, bu da seçilen ailenin en acizi olabilirdi, çünkü bizim Tanrı’mız rütbe ya da zenginlik farkı bilmez. Bu icraatın buna tanıklık edecek neslin erkekleri tarafından iyice anlaşılması ve övgülerin ait olduğu kişilere verilmesi için kayıtların tam bir kesinlikle tutulması gerekiyordu. Öyle tutuldu mu peki?”
Delikanlı sabırsızlanıp da soruyu tekrar edinceye kadar yelpaze bir ileri bir geri gidip geldi. “Kayıtlar kesinlikle doğru mu?”
“Hillel öyle olduğunu söylüyor ve tüm yaşayanlar içinde hiç kimse bu konuda onun kadar bilgi sahibi değil. Bizim insanımız zaman zaman yasanın bazı bölümlerine karşı ilgisizler, ama asla bu bölüme değil. Rektör bizzat Nesiller Kitabı’nın üç dönem izini sürdü, vaatlerden tapınağın açılışına, oradan esarete, oradan da günümüze. Kayıtlar sadece bir kere karıştırıldı, o da ikinci dönemin sonunda oldu, ama ulus uzun sürgünden dönünce Zerubbabel Tanrı’ya karşı ilk vazife olarak kitabı eski hâline getirip Yahudi soyunu yine iki bin yıl hiç bozulmadan taşımamızı sağladı. Şimdi…”
Kadın, sanki oğlunun sözünü ettiği süreyi ölçmesine olanak vermek istermiş gibi durakladı.
“Şimdi…” diye devam etti. “Romalının yılların zenginleştirdiği kanıyla övünmesinden ne çıkar? Bu durumda Rephaim Ovası’nda sürülerini güden İsrailoğulları Marciilerinen soylusundan[42 - Marcus Junius Brutus, MÖ 42’de ölmüştür.] bile daha soylular.”
“Peki o kitaplara göre ben kimim, anne?”
“Şu ana kadar anlattıklarım senin sorun için bir kaynak oluşturuyor. Sana cevap vereceğim. Eğer Messala burada olsaydı, diğerleri gibi o da, Asurluların Kudüs’ü alması ve bütün kıymetli taşlarıyla beraber tapınağı yerle bir etmesiyle birlikte sülalemizin izlerinin de kesildiğini söylerdi. O zaman sen de Zerubbabel’in yaptıklarını ortaya koyup Batı’dan gelen barbarlar Roma’yı alıp[43 - Nebukadnezar tarafından yönetilen Asurlular MÖ 597’de tapınağı yıkmışlar; II. Alaric tarafından yönetilen Vizigotlar MS 410’da Roma’yı ele geçirmişlerdir.] orada altı ay kamp kurdukları zaman Romalı soyunun sona erdiğini söylersin. Yönetimleri aile kayıtlarını saklamış mı? Eğer saklamışsa o korkunç günlerde onlara ne olmuş? Yo, yo, bizim Nesiller Kitabı’mız doğru, esarete, ilk tapınağın kuruluşuna ve Mısır’dan gelişe kadar kitabın izini sürünce senin Hur soyundan geldiğine eminiz. Zamanın kutsadığı bir köken şeref değil midir? Daha da ileri gitmek istersen Tevrat’a bak, Sayılar Kitabı’nı ve Âdem’in yetmiş iki kuşak sonrasını araştır, atalarını bulacaksın.”
Damdaki odada bir süre sessizlik oldu.
“Teşekkür ederim, anneciğim.” dedi Yahuda, annesinin ellerini ellerinin arasına alıp. “Bütün kalbimle teşekkür ederim. Rektörü kabul etmemekte haklıymışım, o beni senden fazla tatmin edemezdi. Peki, bir aileyi soylu yapmak için tek başına zaman yeterli midir?”
“Unutuyorsun, unutuyorsun, bizim iddiamız sadece zamana dayanmıyor, Tanrı’nın tercihi bizim asıl zaferimiz.”
“Sen bir ırktan bahsediyorsun, anne, bense aileden, bizim ailemizden. İbrahim’den sonraki yıllar boyunca neyi başardı? Ne yaptı? Kendilerini yücelten ne yaptılar?”
Bütün bu zaman boyunca oğlunun amacını yanlış anlamış olabileceğini düşünerek tereddüt etti kadın. Onun aradığı bilgi incinmiş gururun onarılmasından daha fazlası olabilirdi. Gençlik, içinde şahane bir şey olan insan ruhunun sürekli gelişerek yaşadığı ve kimisinde diğerlerinden daha erken olan ortaya çıkma anını beklediği boyalı bir kabuktan başka bir şey değildir. İşte oğlu için de böyle bir anın gelmiş olabileceği algısıyla ürperdi; tıpkı yeni doğan çocukların bir yandan ağlarken bir yandan da gölgeleri yakalamak için ellerini uzatmaları gibi onun ruhu da geçici bir körlük içinde elle tutulmaz geleceği yakalamaya çalışıyordu. Bir çocuğun, “Ben kimim?” ve “Ne olacağım?” sorusuyla karşılarına geldiği insanların özenli olmaları gerekir. Bir sanatçının her bir parmak temasıyla kili şekillendirmesi gibi, verilen cevaptaki her bir kelime de ömrün kalan kısmının kanıtı olabilir.
“Hissediyorum, Yahuda’m.” dedi kadın oğlunun okşadığı elini yanağında gezdirerek. “Bütün söylediklerimin bir düşmanla mücadelede hayali değil gerçek olduğunu hissediyorum. Eğer düşman Messala’ysa beni onunla karanlıkta mücadele etmek zorunda bırakma. Tüm söylediklerini anlat bana.”

V
İSRAİLLİ BİR KADIN
Bunun üzerine genç İsrailli, Messala ile görüşmesini, özellikle de onun Yahudileri, geleneklerini ve kapalı yaşamlarını[44 - Gelenekler ve dine itaat ile sınırlanan bir yaşam şekli.] aşağılayan konuşmasını anlattı.
Oğlu konuşurken sesini çıkarmaya korkan annesi dikkatle dinliyor ve meseleyi gayet açık bir şekilde kavrıyordu. Yahuda aynen yıllar önce ayrıldıklarında bıraktığı gibi bulacağını düşündüğü arkadaşına olan büyük sevgisiyle gitmişti pazar yerindeki saraya. Geçmişin eğlencelerine gülerek atıfta bulunacak bir adam yerine, gelecekle dolu olan, kazanılacak zaferden, zenginliklerden ve güçten dem vuran bir adam karşılamıştı onu. Etkilendiğinin farkına bile varmadan, gururu incinmiş, ama doğal olarak hırsa kapılmış bir hâlde geri dönmüştü; annesi bunu görmüş ve bu hırsın nasıl bir yöne döneceğini bilmeden korkuya kapılmıştı. Ya onu ataerkil inançtan uzaklaştırırsa? Onun için bu sonuç her şeyden daha korkunçtu. Bunu önlemek için bir yol buldu, hemen işe koyuldu ve oğluna duyduğu büyük sevginin desteklediği bir güçle, zaman zaman bir şairin coşkusunu taşıyan konuşması erkeksi bir kudrete büründü.
“Kendilerini diğer herhangi bir ulusla en azından eşit görmeyen hiçbir halk yoktur, oğlum.” diye başladı. “Her büyük ulus kendi üstünlüğüne inanmıştır. İsraillileri küçümseyip onlara gülen Romalılar, Mısırlıların, Asurluların ve Makedonların budalalıklarını tekrarlamaktan başka bir şey yapmaz. Tanrı’ya gülmek de aynı sonucu doğurur.”
Sesi daha da ciddileşti.
“Ulusların üstünlüğünü belirleyecek hiçbir yasa yoktur, bu yüzden iddia etmek ve bu konuda konuşmak fayda getirmez. Bir ulus doğar, ırkını devam ettirir veya kendiliğinden ya da onların gücünü elinden alan, yerine geçen ve anıtlarının üzerine yeni isimler yazan başkalarının ellerinde ölür; tarih böyledir. Eğer Tanrı’yı ve en basit şekliyle insanı simgelemem istenseydi, düz bir çizgi ve bir daire çizerdim, çizgi için, ‘Bu Tanrı’dır, çünkü yalnızca o dosdoğru ilerler.’ daire için de, ‘Bu da insandır, onun ilerleyişi böyledir.’ derdim. Uluslar arasında hiçbir fark yok demiyorum, iki ulus bile birbirine benzemez. Ama bu fark, öyle bazılarının dediği gibi, parçası oldukları dairenin ya da yeryüzünde kapladıkları alanın boyutunda değil, en yüce yerinde Tanrı’ya yakın oldukları hareket alanlarındadır.
Şimdi konuyu burada kesmek, başladığımız yerde bırakmak demek olur. Devam edelim. Her ulusun üzerinde ilerlediği dairenin boyutunu ölçmek için bazı işaretler vardır. Bunları kullanarak Yahudilerle Romalıları karşılaştıralım.”
“Bu işaretlerin en basiti insanların günlük yaşamlarıdır. Bu konuda tek söyleyeceğim, İsraillilerin zaman zaman Tanrı’yı unuttukları, Romalıların ise onu hiç tanımadıklarıdır, bu nedenle de karşılaştırma yapmak mümkün değildir.
Arkadaşın, yani eski arkadaşın, anladığım kadarıyla, bizim şairlerimiz, sanatçılarımız ya da savaşçılarımız olmadığını söylemiş; sanırım böylelikle büyük adamlar yetiştirdiğimizi inkâr etmiş, bu da işaretlerin en belirgin olanıdır. Bu iddiayı adil bir şekilde değerlendirmek için bir tanım yaparak başlamak gerekir. Büyük adam, oğlum, yaşamı Tanrı tarafından kabul görmüş adamdır. Bir İranlı dönek atalarımızı cezalandırıp onları esir etmiş, bir başka İranlı atalarımızın çocuklarını kutsal topraklara getirmek üzere seçilmişti. Bunların ikisinden de büyük olan, Yahudiye ve tapınak yıkımının intikamını alan Makedonyalıdır. Bu insanların farkı Tanrı tarafından kutsal bir amaç için seçilmiş olmalarıydı. Yahudi olmamaları onların başarısını küçültmez. Konuşmamızın devamında bunu sakın gözden kaçırma.
Savaşın insanoğlunun en soylu uğraşı, en büyük yüceliğinin ise savaş alanlarının büyüklüğü olduğuna dair bir düşünce vardır. Bütün dünyanın bu fikri benimsemesi seni yanıltmasın. Bir şeylere tapmak zorunda olduşumuz, anlayamadığımız bir şeyler olduğu sürece devam edecek bir kanundur. Bir barbarın duası, açık bir şekilde algılayabildiği tek kutsal nitelik olan kudrete karşı korku feryadıdır; o kahramanlara inanır. Jüpiter bir Romalı kahramandan başka nedir ki? Yunanlılar zihni kudretin üstünde gördükleri için büyük bir şana sahip olmuşlardır. Atina’da bir hatip ve bir filozof bir savaşçıdan daha saygıdeğerdi. Arabacı ve en hızlı koşucu hâlâ arenanın idolleridir. Bir şairin doğum yerine yedi şehir birden talip olmuştu. Ama eski barbar inancını ilk inkâr eden Yunanlılar mı? Hayır. Bu şeref bize ait, oğlum. Atalarımız zalimliğe karşı Tanrı’yı çıkardılar; tapınmamızda korku feryadı yerini şükür ve ilahiye bıraktı. Böylelikle Yahudiler ve Yunanlılar bütün insanlığı ileriye ve yukarıya taşıyabilirdi. Ama ne yazık ki, dünya yönetimi savaşı ebedî bir şart olarak görüyor. Romalılar Sezar’larını zihnin ve Tanrı’nın üzerine koydular, o elde edilebilir bütün güçleri üzerinde topluyordu, ondan başka bir büyüklük yoktu.
Yunan hâkimiyeti deha için çiçek açan bir dönemdi. Özgürlüğün karşılığında zihnin rehberlik ettiği düşünürler ortaya çıktı. Savaştan başka her şeyde öyle bir fazilet ve mükemmellik vardı ki, Romalılar bunu taklit etmeye tenezzül ettiler. Bir Yunanlı şimdi Forum’daki tüm hatipler için örnek teşkil ediyor. Dinlersen her bir Romalı şarkıda Yunan ritmini duyarsın. Eğer bir Romalı ağzını açıp da erdemden, soyut şeylerden ya da doğanın gizemlerinden söz ediyorsa, ya bir fikir hırsızı ya da kurucusu bir Yunanlı olan bir okulun öğrencisidir. Tekrar söylüyorum, savaştan başka hiçbir şeyde Roma’nın bir yaratıcılığı yoktur. Bütün oyunları ve törenleri, halkının gaddarlığını tatmin etmek için kanla süslenen Yunan icatlarıdır. Dini de, tabir yerindeyse, diğer bütün ulusların inançlarının katkılarıyla oluşturulmuştur; en saygıdeğer tanrıları Olimpos’tan gelir, hatta Mars ve göklere çıkardıkları Jüpiter bile. Böyle olunca da, oğlum, bütün dünya içinde sadece bizim İsrail’imiz Yunanlıların üstünlüklerine karşı çıkabilir.”
“Öteki ulusların faziletleri karşısında bir Romalının bencilliği tıpkı zırhı gibi içine nüfuz edilemez bir körlüktür. Ah zalim hırsızlar! Onların ayaklarının altında toprak, gürzle dövülmüş gibi titrer. Ne yazık ki, diğerleriyle birlikte bizim de yenik düştüğümüzü söylemem gerekiyor, oğlum! En yüce, en kutsal yerlerimizi ele geçirdiler, sonunun ne olacağını kim bilir. Ama şu kadarını biliyorum ki, Yahuda’yı çekiçle kırılan badem gibi parçalasalar, Kudüs’ü yerle bir etseler de İsraillilerin şanı yukarıda, ulaşılmaz bir yerde bir ışık olarak kalacaktır. Çünkü onların tarihi Tanrı’nın tarihidir, kendi elleriyle yazdıkları, kendi dilleriyle söyledikleri bir tarihtir; yaptıkları her iyi şeyde o vardır, Sina’da kanun yapıcı, sahrada yol gösterici, savaşta kumandan, yönetimde kraldır. Dayanılmaz derecede parlak olan dinlenme yerinin perdelerini açıp tıpkı bir insanın diğer insanlarla konuştuğu gibi, onlara mutluluğa giden doğru yolu ve nasıl yaşamaları gerektiğini gösterdi. Sınırsız Gücü’nü ebedî sözleşmelerle birleştirerek onlara vaatlerde bulundu. Ah oğlum, Yehova ile birlikte oturanlar Ondan hiçbir şey almamış olabilir mi? Yaşamları ve hareketlerindeki ortak insani nitelikler kutsal olan niteliklerle karışıp renklenmemiş olabilir mi? Onların dehaları içlerinde göklerden bir parça taşımıyor olabilir mi?”
Bir süre odada sadece yelpazenin hışırtısı duyuldu.
“Sanat heykeltıraşlık ve resimle sınırlı tutulduğunda…” diye devam etti kadın. “İsrail’de hiç sanatçı olmadığı doğrudur.”
Pişmanlık içinde yapılan bir itiraftı bu, çünkü unutulmamalıdır ki o bir Saduki’ydi; Ferisilerin tersine inancı kökenlerine ve nereden geldiğine bakılmaksızın, her türlü güzelliğin sevilmesine olanak veriyordu.
“Adil davranan biri, ellerimizin yeteneğinin bir yasakla bağlandığını unutmamalıdır: ‘Kendine herhangi bir şeyin benzeri bir put yapmayacaksın.’ Sofer[45 - İbranicede dinî yazıları yazabilen bir Yahudi yazardır. (ç.n.)] kötü niyetle bunun amacının ötesine geçmişti. Ama unutulmamalıdır ki, başarılı Poecile ve Capitolium eserlerinin ortaya çıktığı Corint ve Aegina okullarını kuran Daidalus[46 - Ustaca işlenmiş ya da işleyen anlamına gelen bu isim, Yunan mitolojisinde eli her sanata yatkın olan bu kişiye verilmiştir. (ç.n.)] ahşap heykelleriyle Attika’ya gelmeden çok önceleri, ilk mabedin yapımcısı olan iki İsrailli, Bezalel ve Aholiab’a zanaatın bütün niteliklerinin bahşedildiği ve sandığın üzerindeki kefaret örtüsünün Keruv’u[47 - Keruv, Tanrı’nın manevi elçisi ve hizmetçisi olan melek. (ç.n.)] işledikleri söylenir. Altın oyma olarak değil de dövme olarak yapılan bu heykeller hem insani hem de ilahi biçimdeydiler. ‘Ve onlar kanatlarını yükseğe uzatacaklar… Ve yüzleri birbirine bakacak.’ Onların güzel olmadıklarını kim söyleyebilir ki? Ya da ilk heykeller olmadıklarını?”
“Şimdi Yunanlıların bizden neden daha ileri olduklarını anlıyorum.” dedi Yahuda, yoğun bir ilgiyle. Ya sandık, onu yok eden Babillilere lanet olsun!”
“Hayır, Yahuda, inançlı ol. O yok edilmedi, sadece kayboldu, dağlardaki bir mağaraya güvenli bir şekilde saklandı. Hillel ve Şammay bir gün, Tanrı’nın inayetiyle, onun bulunup getirileceğini, İsrail’in de eskiden olduğu gibi önünde şarkı söyleyip dans edeceğini söylüyorlar. İşte o zaman Keruvların yüzlerine bakanlar, daha önce Minerva’nın fil dişinden yüzünü görmüş olsalar bile, binlerce yıldır uykuda olan dehasına duydukları sevgiyle Yahudi’nin elini öpecekler.”
Anne bütün hevesiyle bir hatibin hızına ve coşkusuna kapılmıştı. Biraz toparlanmak ya da düşüncelerini toplamak için bir süre dinlendi.
“Ne kadar iyisin, anneciğim.” dedi Yahuda, minnetle. “Bunu söylemekten hiç bıkmayacağım. Ne Şammay ne de Hillel senden daha iyi konuşabilirdi. Yine İsrail’in gerçek oğluyum ben.”
“Abartıyorsun!” dedi kadın. “Ben Hillel’in bir gün benim yanımda Romalı bir sofiste söylediklerini tekrarlamaktan başka bir şey yapmadım ki.”
“Samimi sözlerdi söylediklerin.”
Kadın tekrar hevese kapıldı.
“Nerede kalmıştım? Ah evet, ilk heykelleri Yahudi atalarımızın yaptığını söylüyordum. Heykeltıraşın asıl yeteneği sanatsal değildi, sanatın dışında bir yüceliği de vardı. Hep büyük adamların uluslarına göre ayrılarak yüzyılları gruplar hâlinde geçtiklerini düşünmüşümdür, şurada Hintliler, burada Mısırlılar, orada Asurlular; hepsinin üzerinde de borazanların sesi ve güzelim bayraklar; etraflarında saygıdeğer izleyiciler olarak başlangıçtan gelen nesiller. Onlar geçerken Yunan deyişini düşünürüm, ‘Yunanlı yürüyüşe öncülük ediyor.’ Sonra Romalılar cevap verir, ‘Susun! Eskiden sizin olan artık bizim, sizi üstüne basılmış toz gibi geride bıraktık.’ Ve gerilerden ileriye, ta geleceğe kadar üzerlerine, savaşçıların hiç bilmedikleri, ama onlara öncülük eden bir ışık düşüyor, bir aydınlanma ışığı! Onu taşıyanlar kim? Eski Yahuda kanı! Onları ışıklarından tanıyoruz. Atalarımız, Tanrı’nın hizmetkârları, akdin koruyucuları üç kere kutsandılar! Yaşayan ve ölü insanların liderlerisiniz siz, ön saflarda yer alıyorsunuz; her Romalı bir Sezar olsa da kaybetmeyeceksiniz!”
Yahuda heyecanlandı.
“Yalvarırım durma, devam et!” diye bağırdı. “Teflerin sesini duyuyorum. Sanki Miriam, arkasında şarkı söyleyip dans eden kadınla çıkagelecek.”
“Çok güzel, oğlum. Eğer kadın peygamberin tefini duyabiliyorsan, şimdi soracağım şeyi yapabilirsin. Hayal gücünü kullan, İsrailli seçilmişler kafilenin başında önünden geçerken yol kenarında duruyormuş gibi dur benimle. İşte geliyorlar, en önde başpapazlar, sonra kabile reisleri. Develerinin çanlarını, sürülerinin böğürmelerini duyuyor gibiyim. Bölüklerin arasında yalnız başına yürüyen de kim? Yaşlı bir adam, ama ne gözünün feri sönmüş ne de gücü zayıflamış. Tanrı’yla yüz yüze gelmiş! Savaşçı, şair, hatip, kanun yapıcı, peygamber. Onun büyüklüğü sabah güneşi gibi, görkemi diğer bütün ışıkları sönük bırakıyor, Sezarların ilki ve en asil olanınkini bile. Onun arkasında hâkimler. Sonra krallar, Jesse’nin oğlu, savaş kahramanı, denizler kadar sonsuz şarkıların şarkıcısı ve onun zenginlikte ve bilgelikte diğer bütün kralları geride bırakan, çölü yaşanabilir bir yer yapan, üzerine şehirler kuran ve Tanrı’nın yeryüzündeki tahtı olarak seçtiği Kudüs’ü de unutmayan oğlu. Eğil, oğlum! Sonra gelenler kendi soylarının birincileri ve sonuncularıdır. Sanki gökyüzünden bir ses duymuşlar da onu dinliyorlarmış gibi başlarını kaldırmışlar. Hayatları üzüntülerle dolu. Kıyafetleri mezar ve mağara kokuyor. İçlerindeki bir kadına kulak ver, ‘Ezgiler sun Rabb’e, çünkü yüceldikçe yüceldi!’[48 - Kutsal Kitap: Mısır’dan Çıkış: 15: 1’e gönderme. (ç.n.)] Alnını önlerinde yere koy! Onlar Tanrı’nın dili, onun hizmetkârlarıydılar, gökyüzüne bakıp geleceği görmüşler ve gördüklerini yazıya dökmüşler, yazdıklarının kanıtını zamana bırakmışlardı. Onlar yaklaştıkça kralların yüzü sararıyordu, uluslar onların sesiyle ürperiyordu. Ellerinde cömertliği ve felaketi taşıyorlardı. Tişbeli’ye ve hizmetkârı Elişa’ya bak! Çebar Nehri kıyısındaki kâhin Hilkiya ve üzgün oğluna bak! Ve Yahuda’nın Babillinin resmini reddeden ve bin kişilik şölende müneccimleri şaşkınlığa uğratan oğluna bak. Tekrar tozların, üzerine yere kapan oğlum! Amoz’un bütün dünyaya Mesih’in geleceğini vadeden nazik oğlu orada!”
Bu sırada bütün hızını koruyan yelpaze durdu, kadının sesi alçaldı.
“Sen yoruldun.” dedi.
“Hayır.” dedi oğlu. “Yeni bir İsrail şarkısı dinliyorum.”
Anne hâlâ kendi amacına dalmış hâldeydi ve güzel konuşmasına devam etti.
“Büyük adamlarımızı, başpapazları, yasa koyucuları, savaşçıları, şarkıcıları, peygamberleri olabildiğince önüne serdim Yahuda’m. Şimdi de Roma’nın en iyilerine dönelim. Musa’nın yerine Sezar’ı koy, Davut’un yerine Tarquin’i, Makkabilerin her birinin yerine Silla’yı, hâkimlerin yerine konsüllerin en iyilerini, Sülayman’ın yerine Augustus’u, tamamdır. Karşılaştırma burada bitiyor. Şimdi de büyüklerin büyüğü peygamberleri düşün.”
Küçümseyerek güldü.
“Bağışla beni. 15 Mart konusunda Sezar’ı uyaran ve efendisinin bir tavuğun iç organlarına yerleştirdiği uğursuzluğu aramasını isteyen kâhin aklıma geldi. Şimdi Samiriye yolu üzerindeki bir tepede, bedenleri tüten subaylar ve elli askerinin arasında oturup, Ahab’ın oğlunu Tanrı’mızın gazabı konusunda uyaran Elişa’ya dön. Hizmetkârlarının onlar adına yaptıkları olmadan Yehova ve Jüpiter’i nasıl yargılayabiliriz? Yapman gereken şey…”
Son sözleri ağır ağır ve huzursuz bir şekilde söylemişti.
“Yapman gereken şey, oğlum, Tanrı’ya, İsrail Tanrı’sına hizmet etmektir, Roma’ya değil. İbrahim’in çocuğu için Tanrı’nın yolundan başka bir onur yoktur. Bütün onur oradadır.”
“O hâlde bir asker olabilirim?” diye sordu Yahuda.
“Neden olmasın? Musa Tanrı’nın bir savaş adamı olduğunu söylememiş miydi?”
Yaz odasında uzun bir sessizlik oldu.
“Eğer Sezar yerine sadece Tanrı’ya hizmet edeceksen iznim senindir.” dedi sonunda.
Bu şartı kabullenen genç uykuya daldı. Kadın yerinden kalkıp yastığı oğlunun başının altına koydu, üzerine bir şal örtüp şefkatle öperek oradan ayrıldı.

VI
KAZA
Tıpkı kötüler gibi iyiler de ölecektir, ama inancımızdan aldığımız dersi hatırlayarak, “Önemli değil, o cennette gözlerini açacak.” deriz. Hayatta buna en yakın şey, sağlıklı bir uykudan mutlu görüntülere ve seslere uyanmaktır.
Yahuda uyandığında güneş dağların üzerindeydi ve güvercinler sürüler hâlinde, gökyüzünü beyaz kanatlarının ışıltısıyla dolduruyordu. Güneydoğuya, gökyüzünün maviliğinde altın bir görüntü sunan tapınağa baktı. Bunlar bir bakışta görülebilen tanıdık şeylerdi. Yahuda’nın hemen yanında, sedirin ucunda, henüz on beşinde bir kız oturmuş, kucağına koyduğu nebel[49 - Tevrat’ta yer alan, ahşaptan telli bir çalgı. (ç.n.)] eşliğinde bir şarkı söylüyordu. Yahuda ona dönüp dinledi.
Uyanmadan dinle beni, sevgilim!
Sürüklen uyku denizinde, sürüklen,
Ruhun beni dinlemeye çağırıyor seni.
Uyanmadan dinle beni, sevgilim!
Mutlu rüyalar hediye ediyorum sana,
Uyku âleminden.
Uyanmadan dinle beni, sevgilim!
En ulvisini seçiyorum rüyaların.
Seç birini ve uyu, sevgilim!
Beni gör rüyanda.
Kız çalgıyı bir kenara bıraktı ve ellerini kucağına koyup Yahuda’nın konuşmasını bekledi. Kız hakkında bir şeyler söylemek gerektiğinden, bu fırsatı değerlendirip mahremine girdiğimiz bu ailenin,okurun bilmek isteyeceği bazı özelliklerinden söz edeceğiz.
Herod’un yardımlarıyla büyük bir mal mülk sahibi olan pek çok kişi vardı. Bu servet kabilelerden birinin ün salmış oğlunun soyuyla birleşince, o mutlu kişi Kudüs Prensi olarak anılırdı. Bu ayrıcalık, daha az kayırılan hemşehrilerinin takdirini, ticaret ve sosyal şartların bir araya getirdiği Yahudi olmayanların ise saygısını kazanması için yeterliydi. Bu sınıftan hiç kimse, özel ve sosyal yaşamında, takip ettiğimiz bu gencin babası kadar yüksek bir itibar kazanmamıştı. Onu hiç yüzüstü bırakmayan uyruğunu hiçbir zaman unutmayıp krala hep sadık kalmış, yurtta ve dışarıda ona bağlılıkla hizmet etmişti. Bazı vazifeler nedeniyle Roma’da bulunmuş, oradaki hizmetlerini dikkatle izleyen Augustus onun arkadaşlığını kazanmaya çalışmıştı. Evi, kralların gururlarını okşayacak nitelikte ve onları bahşeden elin imparatora ait olması nedeniyle daha da değer kazanan hediyelerle doluydu: mor ihramlar, fil dişi sandalyeler, altın tepsiler. Böyle bir adamın zengin olmaması söz konusu değildi, ama zenginliği hamisinin bağışlarından kaynaklanmıyordu. Ona pek çok iş fırsatı kazandıran kanunu başının üstünde tutuyordu. Eski Lübnan’a kadar ovalarda ve dağ eteklerinde sürülerini güden pek çok çoban ona bağlıydı; deniz kıyısındaki ve içerlerdeki şehirlerde ticarethaneler kurdu; gemileri o zamanlar madenleri çok zengin olan İspanya’dan gümüş getiriyor; ipek ve baharat yüklü kervanları yılda iki kere Doğu’dan geliyordu. İnanç olarak bir Yahudi’ydi, yasaya ve her dinî törene harfiyen uyardı. Sinagogda ve tapınakta sık sık görülürdü. Kutsal metinleri baştan sona öğrenmişti; okul hocalarıyla zaman geçirmekten zevk alır, neredeyse tapınma derecesinde Hillel’e saygı duyardı. Ama hiçbir anlamda bir Ayrılıkçı değildi; konukseverliği her yöreden yabancıyı kabul ederdi. Her şeyde bir kusur arayan Ferisiler onu Samiriyelileri bile sofrasında ağırlamakla suçluyordu. Bir Yahudi olmasaydı, bütün dünya onun Herodes Attikus’un rakibi olduğunu duyabilirdi. Attikus hikâyemizin bu ikinci döneminden on yıl önce, hayatının en güzel çağında denizde ölmüş, Yahudiye’nin her yerinde yası tutulmuştu. Ailesinin iki üyesini, dul karısını ve oğlunu zaten tanımıştık; bir de ağabeyine şarkı söylerken gördüğümüz kızı vardı.
Adı Tirzah’tı ve iki kardeş birbirlerine çok benziyorlardı. Ağabeyininki gibi düzgün olan yüz hatları tam bir Yahudi özelliklerini taşıyordu; aynı zamanda çocuksu bir saflığın cazibesine sahipti. Aile yaşamı ve onun getirdiği güven dolu sevgiyle kıyafetlerine pek özen göstermemişti. Sağ omzunun üzerinde düğmeyle tutturulan bir pelerin göğsünün üzerine inip sol kolunun altından arkaya dolanıyordu, belden yukarısını tam örtmeyen pelerin kollarını da açıkta bırakıyordu. Bir kemer eteğinin başladığı yerde pelerinini çevreliyordu. Gayet sade olan, Tyre boyalı[50 - Tyre şehrinde ezilmiş deniz salyangozu kabuklarından kırmızımsı mor bir boya elde ediliyordu. Çok az bir miktar boya elde etmek için çok fazla deniz hayvanı toplandığından, bunun maliyeti mor giyinmeyi zenginler ve Roma’da imparatorluk yöneticileriyle sınırlamıştı.] ipekten şapkasının üzerine, yine ipekten, güzel işlemeli, çizgili bir eşarp başının biçimini ortaya koyacak şekilde ince katlar hâlinde sarılmıştı. Şapkasının tepesinden püsküller dökülüyordu. Kulağında küpeleri, parmaklarında yüzükleri, ayağında halhal, bileğinde bilezikleri vardı, hepsi de altındı. Zarif zincirlerle süslenmiş, ucunda incileri olan bir kolye boynunu çevreliyordu. Göz kapaklarının kenarları ve tırnakları boyalıydı. Saçları iki uzun örgü hâlinde sırtına iniyordu. Kulaklarının önündeki iki kıvırcık lüle yanaklarının üzerinde duruyordu. Bütün bunlar ona inkâr edilemez bir zarafet, incelik ve güzellik katıyordu.
“Çok güzel, Tirzah, çok güzel!” dedi Yahuda, canlılıkla.
“Şarkı mı?” diye sordu kız.
“Evet, tabii şarkıcı da. Bir Yunanlı kibrini taşıyor. Nereden buldun?”
“Geçen ay tiyatroda bu şarkıyı söyleyen Yunanlıyı hatırlamıyor musun? Eskiden sarayda Herod ve kız kardeşi Salome için şarkılar söylediğinden söz ediyorlardı. Güreşçilerin gösterisinden sonraki hengâme içinde çıkmıştı da daha başlamasıyla herkes sus pus olmuştu. Onun şarkısı.”
“Ama o Yunanca söylüyordu.”
“Ben de İbranice söyledim.”
“Evet. Küçük kardeşimle gurur duyuyorum. Başka şarkıların da var mı?”
“Çok var. Ama bırak şimdi bunları. Amrah kahvaltını buraya getireceğini söylemem için gönderdi beni, aşağıya inmene gerek yokmuş. Neredeyse gelmek üzeredir. Hasta olduğunu düşünüyor, dün başına korkunç şeyler gelmiş. Ne oldu? Anlat bana, Amrah’ın seni iyileştirmesine yardımcı olayım. Aptal Mısırlıların tedavisini bilir o, ama bende bir sürü Arap tarifi var, onlar…”
“Mısırlılardan da aptallar.” dedi, başını sallayarak.
“Öyle mi düşünüyorsun? Peki o hâlde.” dedi kız, ellerini sol kulağına götürerek. “İkisini de boş verelim. Burada daha emin ve iyi bir şeyim var, İranlı bir büyücünün kim bilir ne zaman bizimkilere verdiği bir muska. Baksana, yazıları neredeyse silinmiş bile.”
Kız ona küpesini uzattı, delikanlı eline alıp baktıktan sonra gülerek geri verdi.
“Ölüyor olsam bile büyüyle işim olmaz. Putperestlik bu, İbrahim’in inançlı oğullarına ve kızlarına yasaktır. Al bunu, artık takma sakın.”
“Yasak mı? Hiç de değil!” dedi kız. “Babamızın annesi, ömrü boyunca kim bilir kaç sebt günü takmış bunları. Kim bilir kaç kişiyi tedavi etmiş, belki üçten fazladır. Bak burada hahamların onayı var.”
“Ben muskalara inanmam.”
Kız şaşkınlık içinde ağabeyine baktı.
“Amrah olsaydı ne derdi?”
“Amrah’ın annesiyle babası Nil üzerindeki bir bahçeye sakiyeh[51 - Orta Doğululara özgü bir su çarkı. (ç.n.)] yapıyorlardı.”
“Peki ya Gamaliel!”
“Dinsizlerin icadı olduğunu söylüyor.”
Tirzah küpesine kuşkuyla baktı.
“Ne yapayım bunu?”
“Tak, benim küçük kardeşim. Sana yakışıyor. Gerçi pek ihtiyacın yok ama seni güzelleştiriyor.”
Memnun bir şekilde muskayı kulağına takarken Amrah elinde tepsiyle yaz odasına girdi. El yıkama tası, su ve peçeteler vardı tepside.
Yahuda Ferisi olmadığı için yıkanması kısa ve basitti. Ağabeyinin saçlarını düzeltme işini Tirzah’a bırakıp çıktı hizmetkâr. Saçının lülesini istediği gibi düzelten Tirzah, yörenin diğer kadınları gibi kemerinde taşıdığı küçük, metal bir aynayı çıkarıp ne kadar yakışıklı olduğunu görmesi için ağabeyine verdi. Bu arada sohbetlerine devam ediyorlardı.
“Ne diyorsun, Tirzah? Ben gidiyorum.”
Şaşkınlık içinde elleri iki yanına düştü kızın.
“Gitmek mi! Ne zaman? Nereye? Ne için?”
Delikanlı güldü.
“Bir solukta üç soru birden! Nasıl bir şeysin sen!” Delikanlı bir anda ciddileşti. “Biliyorsun yasalar bir meslekle uğraşmamı gerektiriyor. Babamız bana iyi bir örnek teşkil ediyor. Onun çabalarıyla ve bilgisiyle kazandıklarını aylakça çar çur etmemi sen bile istemezdin. Roma’ya gidiyorum.”
“Ben de seninle geleceğim.”
“Annemle kalmalısın. İkimiz de onu bırakırsak ölür kadın.”
Kızın yüzündeki ışıltı söndü.
“Evet, evet! Ama gitmek zorunda mısın? Eğer düşündüğün buysa, tüccar olmak için ihtiyaç duyacağın her şeyi burada, Kudüs’te de öğrenebilirsin.”
“Ama aklımdaki bu değil. Yasalar bir oğlun babasının mesleğini yapmasını şart koşmuyor.”
“Başka ne olacaksın peki?”
“Asker.” diye cevap verdi, sesinde bir gurur tonuyla.
Kızın gözleri doldu.
“Ölürsün.”
“Tanrı öyle istiyorsa, olsun. Ama Tirzah, askerlerin hepsi ölmüyor ya.”
Kız sanki onu gitmekten alıkoyuyormuş gibi kollarını ağabeyinin boynuna doladı.
“Burada ne kadar da mutluyuz! Evde kal, ağabey.”
“Ev her zaman olduğu gibi kalmaz ki. Sen de çok geçmeden gideceksin.”
“Asla!”
Yahuda onun ciddiyetine güldü.
“Bir Yahuda prensi ya da kavimlerden birinin oğlu yakında gelip Tirzahcığımı isteyecek ve başka bir evin ışığı olsun diye onu alıp götürecek. O zaman bana ne olacak?”
Kız hıçkırıklarla cevap verdi.
“Savaş da bir meslektir.” diye devam etti delikanlı, daha büyük bir ciddiyetle. “İyice öğrenmek için insan okula gitmeli, Roma kampından iyi bir okul bulunmaz.”
“Roma için savaşmayacaksın ya?” diye sordu kız, soluğunu tutarak.
“Sen bile ondan nefret ediyorsun. Bütün dünya ediyor. İşte cevabım da tam burada saklı. Evet, onun için savaşacağım, o da karşılığında bir gün kendisine karşı savaşmayı öğretecek bana.”
“Ne zaman gidiyorsun?”
Geri dönen Amrah’ın ayak sesleri duyuldu.
“Şişt!” dedi Yahuda. “Ne düşündüğümü bilmesin.”
Sadık hizmetkâr kahvaltıyla içeri girdi ve tepsiyi önlerindeki sandalyeye yerleştirdi. Sonra kolunda beyaz peçeteyle onlara servis yapmak üzere bekledi. Parmaklarını su kâsesine batırıp yıkarlarken bir ses dikkatlerini çekti. Durup dinlediler ve evin kuzey tarafında, sokaktan gelen savaş şarkılarını duydular.
“Pratorium’un[52 - Romalı bir generalin kamp içindeki çadırı. (ç.n.)] askerleri! Onları görmem lazım.” diye bağırdı Yahuda, sedirden fırlayıp giderken.
Kuzeydoğu duvarının siperlerine dayanıp bakarken öylesine dalmıştı ki yanına gelen Tirzah’ın elini omzuna koyduğunu bile fark etmedi.
Çevredekilerin en yükseği olan damdaki pozisyonları, daha önce valinin garnizonu ve askerî karargâhı olarak sözü edilen dev Antonia Kulesi’ne kadar bütün evlerin damlarına hâkimdi. Yer yer açık ve kapalı köprülerle bölünen ve genişliği üç metreyi geçmeyen sokak tıpkı diğer damlar gibi müziğin sesiyle toplanan çoluk çocuk, kadınlı erkekli bir kalabalıkla dolmuştu. Aslında buna pek müzik denemezdi; toplaşan insanların duyduğu şey daha ziyade, askerlerin kulaklarına hoş gelen borazanların ve lituilerin[53 - Romalıların kullandıkları büyük ve kıvrımlı, nefesli bir çalgı. (ç.n.)] gürültüsüydü.
Kısa bir süre sonra askerler Hurların evinin damındaki iki gencin görüş alanına girdiler. İlk önce, geniş aralıklarla dizilip yürüyen hafif silahlı -çoğunluğu sapancı ve okçular- bir öncü birlik, sonra da Truva’daki düellolarda kullanılanlara benzer mızrakları ve büyük kalkanlarıyla ağır silahlı piyadeler geldiler. Arkalarında müzisyenler, at üstünde tek başına bir subay, onu yakından takip eden bir süvari birliği, onların arkasında birbirine yakın düzende ilerleyen yine ağır silahlı piyadeler sonu gelmez bir şekilde dar sokağı doldurdular.
Askerlerin kaslı kol ve bacakları, kalkanların sağa sola doğru uyumlu hareketleri, kemerlerin, zırhların ve miğferlerin parıl parıl yanan ışıltıları, uzun başlıkların üzerinde sallanan tüyler, flamaların ve demir başlı mızrakların salınışıyla aynı anda atılan cesur ve güvenli adımlar, ciddi ve tetikte tavırlar, görülen değil de daha ziyade hissedilen bir etki bıraktı Yahuda’nın üzerinde. Özellikle iki şey dikkatini çekmişti, uzun bir direğin üzerine yerleştirilen, açık kanatları tepesinde birleşmiş, yaldızlı kartal tasviri. Bu kartalın, kuledeki odasından çıkarıldığı zaman şerefle karşılandığını biliyordu.
Dikkatini çeken diğer bir şey de resmigeçidin ortasında tek başına ata binen subaydı. Başının çıplak oluşunun dışında tamamen zırhlara bürünmüştü. Sol kalçasına kısa bir hançer takmış, elinde rulo yapılmış beyaz bir kâğıda benzer bir asa taşıyordu. Eyer yerine mor bir örtü üzerinde oturuyordu, altın gem ve sarı ipekten, alt tarafı püsküllü dizginler atın süsünü tamamlıyordu.
Subay henüz uzakta olmasına rağmen, Yahuda onun varlığının ona bakan insanları öfkeli bir heyecana sürüklemeye yettiğini gördü. Siperlere abanıp ya da cesaretle doğrulup yumruklarını sallıyorlar, subay köprünün altından geçerken yüksek sesle bağırarak ona tükürüyorlardı; hatta sandaletlerini fırlatan kadınlar bazen isabet bile ettiriyorlardı. Subay yaklaştıkça bağırtılar daha da belirginleşti: “Zalim hırsız, Romalı köpeği! İsmail’i de alıp defol! Bize Hannas’ımızı geri ver!”
İyice yaklaşınca Yahuda onun askerlere özgü o muhteşem aldırmazlığı taşımadığını gördü. Kasvetli yüzü asıktı, ara sıra ona tepki gösterenlere yönelttiği tehdit dolu bakışları ürkekleri titretecek türdendi.
Delikanlı, Birinci Sezar’dan gelen bir âdet olduğu üzere, başkomutanların rütbelerini göstermek için başlarına defne dalından bir taç taktıklarını duymuştu. Bu işaretle subayın yeni Yahuda valisi Valerius Gratus olduğunu anladı.
Doğruyu söylemek gerekirse, Romalı, genç Yahudi’nin sempatisini kazanmıştı; adam evin tam köşesine yaklaştığı anda delikanlı onu görmek için duvara iyice abandı ve eli uzun zaman önce yerinden oynadığı hiç fark edilmeyen bir kiremide değdi. Elinin baskısı bu parçayı yerinden koparıp aşağıya düşürmeye yetti. Delikanlı dehşet içinde ürperdi. Kiremidi yakalamak için uzandı. Ama bu hareketi daha ziyade bir şey fırlatıyormuş görüntüsü veriyordu. Çabası boşa çıktı, düşen kiremidi daha fazla itmekten başka bir işe yaramadı. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Askerler yukarı baktılar, vali de öyle; o anda düşen parça valiye çarpıp onu ölü gibi yere serdi.
Aşağıdaki alay durdu; muhafızlar aceleyle atlarından inip valiyi kalkanlarının altına sakladılar. Olaya tanık olan insanlar, bu darbenin isteyerek yapıldığından hiç kuşku duymaksızın, duvarın üzerinde durup gördüklerinden dolayı donakalmış bir hâlde başına gelecekleri bekleyen delikanlıyı alkışlamaya başladılar.
Kötü niyet, geçit töreni boyunca çatıdan çatıya inanılmaz bir hızla yayılıp insanları etkisi altına alarak benzer şekilde davranmaya yöneltti. Ellerini siperlere doğru uzatıp çatıların çoğunu oluşturan kiremitleri ve güneşte kuruyan çamur topaklarını yerlerinden kopardılar. Körü körüne bir öfkeyle bunları aşağıda duraklamış olan lejyonerlerin üzerine yağdırdılar. Bir çatışma koptu. Tabii ki disiplin sağlandı. Bir tarafın becerisi olan mücadele ve kıyım ile diğer tarafın çaresizliği bizim hikâyemiz için gerekli olan konular değil. Biz her şeyin faili olan zavallıya bakalım.
Siperlerden doğrularak kalkan delikanlının yüzü sapsarıydı.
“Ah Tirzah, Tirzah! Şimdi ne olacak?”
Tirzah aşağıda olanları görmemişti, sadece bağırtıları duyuyor, etraftaki evlerin çatılarındaki insanların yaptıklarını izliyordu. Korkunç bir şeyler olduğunun farkındaydı ama bunun neden kaynaklandığını, kendisinin ve sevdiklerinin tehlikede olduğunu bilmiyordu.
“Ne oldu? Bütün bunlar ne demek oluyor?” diye sordu, dehşet içinde.
“Romalı valiyi öldürdüm. Kiremit üzerine düştü.”
Sanki görünmez bir el kül serpmiş gibi bembeyaz oldu kızın yüzü. Koluyla sardı ağabeyini ve tek kelime etmeden dalgın bir şekilde gözlerine baktı. Delikanlının korkusu kıza da geçmişti, bunu gören genç daha da güçlendi.
“İsteyerek yapmadım, Tirzah, kazayla oldu.” dedi biraz daha sükûnetle.
“Şimdi ne yapacaklar?” diye sordu kız.
Delikanlı sokakta ve çatıların üstünde iyiden iyiye artan kargaşaya bakıp Gratus’un somurtan yüzünü düşündü. Eğer ölmediyse intikamının sınırları ne olacaktı? Eğer öldüyse lejyonerleri taşlayan insanların şiddetleri nasıl bir zirveye ulaşacaktı? Bunun cevabından kaçınmak için tekrar siperlerin arasından bakarken muhafızların Romalıyı ata bindirdiklerini gördü.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/lew-wallace/ben-hur-69428002/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Görünüşte Le Comte de Gabalis, ou entretiens sur les sciences secretes’in yazarı, ama aslında Abbé Montfaucon de Villars’ın bir çalışması olan hayali bir karakter. Bu esrarlı kitap 1670 yılında Paris’te yayınlanmış ve on yıl sonra iki İngilizce versiyona tercüme edilmişti. Wallace’ın bu kitaba nasıl ve nerede rastladığı ve içeriğini ne kadar ciddiye aldığı bilinmemektedir.

2
Johan Paul Friedrich Richter (1763-1825), Jean Paul takma adıyla yazan Alman romancı. Hesperus adlı romanı 1795 yılında yayınlanmıştır.

3
John Milton (1608-74) İsa’nın Doğuşu Sabahı şiirini 1629 yılında yazmıştır.

4
Magilerin buluştuğu mekânın Qatrana’nın 70-100 km. doğusunda ve antik Petra’nın yaklaşık aynı mesafe kuzeyindeki Mavera-i Ürdün’de yer aldığı düşünülmektedir.

5
Birinci Pers imparatorluğu olan Ahameniş İmparatorluğu’nun kurucusudur. Büyük Kiros, Güneybatı Asya’nın çoğunu ele geçirmiş, ilk insan hakları bildirgesi olarak kabul edilen Kiros Silindiri’ni yazdırmıştır. (ç.n.)

6
Kuşitler veya Kuş Krallığı, Sudan ve Güney Mısır’ın Nil Vadisi’nde yer alan Nübye’de kurulmuş eski bir krallıktır. (ç.n.)

7
Ham’ın oğlu (Yaradılış: 10: 6, 13). Mısır halkının kurucu babası olarak tanımlanır ve Mısır topraklarına adını vermiştir.

8
Kutsal Kitap: Samuel 17:18.

9
MÖ 6.

10
Dünyanın en eski kutsal metinleri olan Vedalar, Aryan din edebiyatının tamamını içine alan ve Hinduizm dinine inananlar için kutsal olan bilgileri ihtiva eder. (ç.n.)

11
Afganistan’ın kuzeyinde yer alan eski bir yerleşim yeridir.

12
Mısır Tanrısı Serapis’e adanmış tapınaklar. (ç.n.)

13
Antik Roma’da Forum yakınlarında, kamu toplantıları için kullanılan bir yer.

14
Mark Antony’nin Decimus Brutus’tan Transalpine Gaul’u alamayışına gönderme yapılmaktadır.

15
İncil dönemlerinde, kendisi için katı şekilde yasaklanan şarap içme, saç kesme vb. şeylerden sakınma yemini eden, kendini dinine adamış Yahudi. (ç.n.)

16
Kral Uzziya (2. Tarihler 26: 21).

17
Gnaeus Pompeius Magnus (Büyük Pompey). Filistin’e yaptığı sefer (MÖ 63) Yücelerin Yücesi’ni ele geçirmesini sağlamıştır. Pompey bu kutsal alana girmiş, ama yağmalamamış ya da oradaki ayin objelerine zarar vermemiştir.

18
Kutsal Kitap: 2 Samuel 1: 19, 25, 27.

19
Zealotlar, Celile Yahudileri tarafından MS 6’da Yahudiye’nin Roma İmparatorluğu’na katılmasına karşı direnmek üzere oluşturulan bir harekettir. Roma’ya muhalefet başlangıçta haraç ve vergi ödenmemesi şeklindedir, ama sonunda MS 70’te silahlı bir isyana dönüşmüş ve MS 73’te Zealotların masada da yenilmesiyle sonuçlanmıştır. Yahuda’nın yolunu Zealotlarınkiyle karşılaştırmak Wallace’ın stratejisidir. (ç.n.)

20
O zamanlar Filistinlilerin elinde olan Beytüllahim kapılarındaki kuyudan su alınmasına ilişkin başarı 2 Samuel 23: 14-16’da tanımlanmaktadır.

21
Emliler, “berbat olanlar” Moav’ın sakinleriydiler; Horlular Seir Dağı’nda mağaralarda oturuyorlardı.

22
Melodik duaları yöneten, şan sanatı konusunda eğitim almış Yahudi müzisyen. (ç.n.)

23
Kutsal kitabı okumak üzere tayin edilen kişi. (ç.n.)

24
Musevi ayin sisteminin ilk kelimeleri: “Dinle, ey İsrail…” (ç.n.)

25
Yeni Ahit’te “üç bilge adam” olarak söz edilen, Kudüs’e gelerek doğuda bir yıldız gibi ortaya çıkan bebek İsa’nın bir gün Yahudilerin kralı olacağını söyleyen efsanevi kişilerdir. (ç.n.)

26
İbranilerin yüksek mahkemesi. (ç.n.)

27
Kutsal Kitap: Matta 2: 6. (ç.n.)

28
İdumealıdan: Yahudi İncil’inde Esav’a ve onun soyundan gelen kavme verilen isimdir. (ç.n.)

29
Tanrı Jüpiter genç Ganymede’e âşık olur, kendisini bir kartala dönüştürerek ölümlü delikanlıyı Parnassus Dağı’na götürür. Orada Ganymede Jüpiter’in homoseksüel partneri ve sakisi olur.

30
Kuzeybatı Yunanistan’daki Delphi’de bulunan Apollon Tapınağı dünyanın en eski kehanet merkezlerinden biridir. Rahibe Pythia, Tanrı Apollon’un sesi olarak kabul edilirdi.

31
Delphi kâhini. (ç.n.)

32
Suriye Bölge Valisi için kullanılan bir İncil terimidir. Messala’nın konuştuğu dönemde bu görevi Lucius Vitellius yürütüyordu.

33
Önce çocuk doğumu, sonra kaderle ilişkilendirilen Roma tanrıçaları. Kader anlamındaki Moria bunlardan biridir.

34
Eski bir Yahudi mezhebi. (ç.n.)

35
Kader tanrıçaları olan üç Moira’dan biri. Adı “geri adım atmaz, bildiğinden şaşmaz, bükülmez” anlamına gelir ve hayat ipliğini kesen Moira’dır. (ç.n.)

36
Esau, Yakup’un oğlu, Edom’u kurduğu söylenmiştir.

37
Hristiyan inanışına göre Hz. İsa’nın ölüm cezasına çarptırılması üzerine, haçı sırtında taşıyarak çarmıha gerilinceye kadar Kudüs şehri içerisinde izlediği güzergâha verilen isimdir. (ç.n.)

38
Kutsal Kitap: Levililer 25: 10: “Ellinci yılı kutsal sayacak, bütün ülke halkı için özgürlük ilan edeceksiniz. O yıl sizin için özgürlük yılı olacak. Herkes kendi toprağına, ailesine dönecek.” (ç.n.)

39
Kutsal Yol, Antik Roma’nın Capitol Tepesi’nden başlayıp en önemli dinsel yapıların bulunduğu Forum’dan Kolezyum’a kadar uzanan ana caddesi. (ç.n.)

40
Kutsal Kitap, Yaratılış 22: 18. (ç.n.)

41
Kutsal Kitap: Yaratılış 28: 13. (ç.n.)

42
Marcus Junius Brutus, MÖ 42’de ölmüştür.

43
Nebukadnezar tarafından yönetilen Asurlular MÖ 597’de tapınağı yıkmışlar; II. Alaric tarafından yönetilen Vizigotlar MS 410’da Roma’yı ele geçirmişlerdir.

44
Gelenekler ve dine itaat ile sınırlanan bir yaşam şekli.

45
İbranicede dinî yazıları yazabilen bir Yahudi yazardır. (ç.n.)

46
Ustaca işlenmiş ya da işleyen anlamına gelen bu isim, Yunan mitolojisinde eli her sanata yatkın olan bu kişiye verilmiştir. (ç.n.)

47
Keruv, Tanrı’nın manevi elçisi ve hizmetçisi olan melek. (ç.n.)

48
Kutsal Kitap: Mısır’dan Çıkış: 15: 1’e gönderme. (ç.n.)

49
Tevrat’ta yer alan, ahşaptan telli bir çalgı. (ç.n.)

50
Tyre şehrinde ezilmiş deniz salyangozu kabuklarından kırmızımsı mor bir boya elde ediliyordu. Çok az bir miktar boya elde etmek için çok fazla deniz hayvanı toplandığından, bunun maliyeti mor giyinmeyi zenginler ve Roma’da imparatorluk yöneticileriyle sınırlamıştı.

51
Orta Doğululara özgü bir su çarkı. (ç.n.)

52
Romalı bir generalin kamp içindeki çadırı. (ç.n.)

53
Romalıların kullandıkları büyük ve kıvrımlı, nefesli bir çalgı. (ç.n.)
Ben-Hur Lew Wallace

Lew Wallace

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ben-Hur’un hikâyesi, Hz. İsa’nın peygamberliğinden yaklaşık 4 yıl kadar öncesiyle başlar. Judea Prensi Ben-Hur, hiç hak etmediği hâlde çocukluk arkadaşı Romalı General Messala’nın ihanetine uğrayarak bir anda özgürlüğünü, sevdiği kadını ve ailesini yitirmiş, kendisini kadırgaya zincirli hâlde bulmuştur. Artık küreğe her asıldığında içinde uğradığı ihanetin intikamını alma ateşini hissetmektedir. Ben-Hur, Hristyanlığın hikâyesi olarak da bilinir. Eserdeki kutsal olaylara Lew Wallace, güçlü bir tasvir ve betimleme ile yaklaşmıştır. "Tanrı bizim daha iyi olan bir başka yaşam için yaratıldığımızı bilmemizi istemiştir, bu da mizacımızın en büyük ihtiyacıdır. Ama ne yazık ki uluslar ne alışkanlıklar edindiler! Sanki şu an her şeymiş gibi sadece günü yaşıyorlar ve ‘Ölümden sonra artık yarın falan yok veya olsa bile bu konuda hiçbir şey bilmediğimizden kendi hâline bırakalım.’ diyerek dolaşıyorlar. Bu yüzden de ölüm onları çağırdığında, uygunsuzlukları nedeniyle ölümden sonraki yaşamın muhteşemliğinin keyfine varamıyorlar."

  • Добавить отзыв