Keloğlan Masalları
Anonim
Türk ve Dünya edebiyatından seçilen eserler, çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandırılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Aynı eserleri okumuş, o eserlerdeki duygu ve düşünce zenginliğini kazanmış bireylerin oluşturacağı bir toplumun daha hoşgörülü ve paylaşımcı olacağını düşünüyoruz. Çocuklarımıza bu eserleri okutmayı başarabilirsek okuyan, bilinçli ve gelişmiş bir toplum olma yolunda ilk adımı atmış olacağız.
Keloğlan Masalları
Keloğlan’ın Evlenmesi
Evvel zamanlarda biri akıllı, öbürü akılsız olan iki kardeş vardı. Akıllı kardeşin vücudunda hiçbir özür yoktu ama akılsız kardeşin gözleri şaşı, başı da keldi.
Bu iki kardeşin yaşlı bir anaları vardı. Dünyada vakti sayılı olan bu kadının zayıflıktan bir deri bir kemik kalan mecalsiz vücudunu bit sarmıştı.
Akıllı kardeş, anasının hâline çok üzülüyor, onu bitlerinden kurtarmak istiyordu. Bir gün Keloğlan’a şöyle dedi:
“Dinle beni aptal! Bizi doğuran, emziren, bu hâle getiren, yetişkin birer adam yapan kıymetli anamızdır. Onun hakkını hiçbir vakit ödeyemeyiz. Bari zavallıyı bitlerinden kurtaralım.”
Keloğlan, kel kafasını kaşıyıp, şaşı gözlerini belerterek cevap verdi:
“Senin işin mi yok be ağa? Anamın üzerindeki bitleri temizlemek için bir hafta çalışmak gerekmez mi? Biliyorsun ki ben sıkıntılı biriyim böyle işlerle uğraşmaya hiç gelemem. Kendi bitlerimden kurtulmaya bile üşeniyorum.”
Akıllı kardeş, Keloğlan’ı azarladı:
“Sus be aptal! Sana haftalarca bit ayıklayalım mı dedim? Bu iş topu topu iki saat sürer. Sen ocağı yak, üzerine bir kazan su koy. Ben gelinceye kadar suyu iyice ısıt. Anamızı güzelce yıkayalım. Sonra giysilerini kaynatalım. Eğer bir tane bit kalırsa senin gibi kel olayım!”
Keloğlan, düşündü taşındı, bu iş aklına yattı.
“İyi olur ama sen şimdi nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Akıllı kardeş, “Evde ancak bir kazan su ısıtabilecek kadar odun var. Çamaşırları yıkamak için ısıtacağımız diğer kazana lazım gelen odunu bulmak için ormana gideceğim.” dedi ve bir balta ile bir ip alıp ormana gitti. Yalnız kalan Keloğlan, ocağı yaktı; üzerine su ile dolu olan koca bir kazanı oturttu. Su ısındı; kaynamaya başladı. Keloğlan, işi tek başına görerek kardeşinin gözüne girme hevesine kapıldı. Köşede oturan ihtiyar anasını kucaklayıp elbisesi ile birlikte kazanın içine oturttu. Zavallı kadın, kaynar suyun içine girince hemen can verdi; haşlanarak kıpkırmızı kesildi. Keloğlan, haşlanan anasını kazandan çıkardı; götürüp odanın köşesine oturttu.
“Nasıl?” dedi. “Vücudundaki bitler ölünce sesin çıkmaz oldu. Dünyayı dolaşsan benim gibi evlat bulamazsın.”
Sonra anasının gözüne gözlük taktı, eline örgüsünü verdi. Karnının aç olduğunu düşünerek sahanda yumurta pişirdi; anasının önüne koydu ve dedi ki:
“Artık kaşınmaktan kurtuldun. İşte önünde has tereyağı ile pişmiş bir sahan yumurta var; ekmek istediğin kadar… Karnın acıktıkça yemek ye, canın sıkıldıkça örgü ör. Şimdilik bana eyvallah!”
Tam sokak kapısından dışarı çıkacağı zaman ormandan dönen kardeşi ile karşılaştı. Kan ter içinde kalan akıllı çocuk, sırtındaki yükü yere fırlattıktan sonra:
“Nereye gidiyorsun Keloğlan?” diye sordu.
Keloğlan, büyük bir iş yapmış gibi anlatmaya başladı:
“Sana iş kalmadı. Suyu adamakıllı kaynattım. Anamı kucaklayıp bu kaynar suyun içine oturttum; sırtındaki bitler tamamen ölünceye kadar beklettim. Zavallı kadın şimdi öyle rahat ki… Keyfinden önüne koyduğum yumurtayı bile yemiyor.”
Akıllı kardeş, vaziyeti bütün acılığı ile kavradı. Ağlamaklı bir sesle:
“Allah senin gözlerini kör etsin!” diye bağırarak içeri koştu. Zavallı anasını haşlanmış hâlde görmez mi? Hemen dışarı fırlayıp Keloğlan’ın yakasına yapıştı:
“Yaptığın işi beğendin mi kel kafalı? Anamıza nasıl kıydın? Yüreğin hiç sızlamadı mı?”
Keloğlan, yaptığı işin farkında değildi. Kardeşini tersleyerek
“Zaten ezelden beri senin huyundur. Hiçbir işimi beğenmezsin. Çekemezsin beni. Fena mı oldu? Seni zahmetten kurtardım. Öldürdüğümü söylüyorsun ama anamızın köşede keyifli keyifli nasıl oturduğunu görmedin mi? Has tereyağında pişirip önüne koyduğum yumurtayı yemiyorsa suç bende mi?” dedi.
Akıllı kardeş, bu kel kafalı aptalla başa çıkmanın mümkün olamayacağını düşündü.
“Ey şaşkın adam!” dedi. “Sen iyilik yapayım derken kötülük yapmışsın, anamızı kaynar suda haşlayarak öldürmüşsün, artık onun dirilmesine imkân yoktur. Bari cenazenin başında bekle. Ben gidip bir mezar kazayım; onu gizlice gömelim lakin gevezelik yapıp kimseye bir şey söyleme! Sonra vay hâlimize!”
Keloğlan, anasının öldüğüne hâlâ inanamıyordu. Ağasına yine çıkıştı:
“Fazla uzatma ağa! Yaptığım işi çekemediğin için ne iftirada bulunacağını bilmiyorsun. Eğer benim yıkadığımı beğenmiyorsan bir kere de sen yıkayıver. Elimden gelen budur!”
Akıllı kardeş, bir şey söylemedi. Kazma ile küreği aldı, köyün oldukça uzak bir yerinde bir mezar kazmak üzere gitti.
Keloğlan içeri girdi. Yumurta sahanını nasıl bıraktı ise öyle buldu. Buna canı sıkıldı. Anasını hâlâ canlı zannederek:
“Ana!” dedi. “Yemeğe küsmek olmaz. Şu yumurtayı ye bakalım. Bilirsin ben böyle nazlara gelemem; aksiliğim tutarsa dünyayı ters yüz ederim!”
Kadında hiçbir hareket görülmeyince büsbütün kızdı. Hayli kötü sözden sonra ölünün omzuna dürttü. Zavallı anası, bir yana devriliverdi. Keloğlan, dudak bükerek “Gerçekten ölmüş… Demek canı bitlerin canına bağlıymış.” diye mırıldandı ve bacağına bir ip bağlayıp anasını sürükleye sürükleye köyden dışarı çıkardı. Giderken ihtiyar bir kadına rast geldi.
Kadın, “Oğlum!” dedi. “Bu kadıncağızı neden böyle sürüklüyorsun, yazık değil mi?”
Keloğlan, işine karışanlara çok kızardı. Yerden bir taş alıp bütün gücü ile kocakarının kafasına fırlattı. Kadın hemen ölüp oraya yıkıldı.
Bizim kel kafa, bir ip de onun bacağına bağladı. İkisini birden sürüklemeye başladı. Derelerden, tepelerden aşarak hayli zaman ilerledikten sonra mezar kazılan yere yaklaştı.
“Mezar iki kişilik olsun, ağa!” diye bağırdı. Bunu duyan akıllı kardeş, ne cevap vereceğini bilemedi. Mezarı iki kişilik kazmak mecburiyetinde kaldı. Defnetme işi bitince köye döndüler.
Akıllı kardeş: “Ey akılsız Keloğlan!” dedi. “Vakit geçirmeden mirası paylaşalım. Hakkını al da ne cehenneme gidersen git! Senin yüzünden dertsiz başımı derde sokamam.”
Keloğlan itiraz etmedi. Derhâl mirası paylaşıp birbirlerinden ayrıldılar. Keloğlan alıp başını gitti.
Akıllı kardeş, sırlarının meydana çıkacağını düşünerek bir koç kesti. Gece yarısı gidip mezarı açtı. Koçu ölülerin üzerine yerleştirdi. Mezarı kapayıp geri döndü. Ertesi gün sokaklarda dolaşan tellallar:
“Dün ihtiyar bir kadın kayboldu; gören, bilen varsa Allah için söylesin!” diye bağırıyorlardı. Bizim akılsız Keloğlan, tellallardan birinin yanına gitti.
“Arkadaş!” dedi. “Böyle ne bağırıp duruyorsunuz! Derdinizi bana söylesenize… Aradığınız kocakarıyı ben öldürdüm; filan yerde gömülüdür.”
Bu sözleri duyan tellal, akılsız keli yakaladı. Etraftan da bir sürü insan geldi. Yumruklar sıkıldı, küfürler savruldu. Tellal olmasaydı, zavallının pestilini çıkaracaklardı.
Hep beraber mezarın bulunduğu yere gittiler. Henüz toprağı kurumayan mezarı kazdılar.
Tellal, “Keloğlan…” dedi. “Öldürdüğün kocakarıyı çıkarmak sana düşer; ben ölüden çekinirim.”
Ortalık kararmaya başlamıştı. İnsan iki adım ilerisini göremiyordu; Keloğlan, istemeye istemeye elini mezara soktu. “Tellal, bu kadının boynuzları var mıydı?” diye sordu.
Tellal, “Kadının boynuzu olur mu ahmak?” dedi.
Keloğlan, elini tekrar mezara sokup çıkardıktan sonra “Tellal! Bu kadın iki ayaklı mıydı yoksa dört ayaklı mıydı?” diye bağırdı.
Tellal, “Allah Allah!” der gibi başını salladı:
“Gevezelik yapma! Sen hiç dört ayaklı insan gördün mü?”
Keloğlan, üçüncü defa olarak elini mezara sokup çıkardı:
“Tellal, kadının postu var mıydı?”
O zamana kadar söze karışmayan diğer adamlar tellaldan daha çabuk davrandılar:
“Bu kel kafalı ne söylediğini bilmiyor. Zaten kel kafada akıl aramak hatadır; kadını öldürdüm diyerek bizi kandırdı, buraya getirdi. Şimdi de alay ediyor.”
Bu sözlere üzülen Keloğlan, yemin etmeye başladı:
“Vallahi yalan söylemiyorum! Önce anamı, sonra aradığınız kadını öldürdüm. Eğer bana inanmazsanız gidip ağama da sorun.”
Tellal ve yanındaki adamlar boşa vakit kaybettiklerini düşünüp oradan ayrıldılar. Mezarın başında yalnız kalan Keloğlan, köyüne dönmek istemedi, başka bir köye gitti.
Burası, büyük bir yerdi. Köyden ziyade şehire benziyordu. Çarşısı, pazarı, her şeyi mükemmeldi. Burada kendisine iş bulacağına emindi.
Çarşıda aylak aylak dolaşırken bir kocakarıya rastladı. Yanına sokulup:
“Ana!” dedi. “Ben bu köyün yabancısıyım. Beni evine Tanrı misafiri olarak alır mısın?”
Kocakarı, sesini çatlata çatlata:
“Oğlum…” dedi. “Burası köy değil, koskoca bir şehirdir. Mademki yabancısın, seni bu gecelik evime alırım.”
Keloğlan, kocakarının evine gitti; karnını doyurduktan sonra yattı uyudu. Sabaha kadar iyi bir uyku çekti. Sabahleyin, “Ana!” dedi. “Ne olur birkaç gün daha yanında kalayım da aklım başıma gelsin.”
Kocakarı, itiraz etmedi ama “Evladım…” dedi. “Ben seni besleyecek kadar zengin değilim. Kocam ördek alıp satardı. Zavallı bir hafta önce ölüverdi, kocamın zamanından kalma dört tane cılız ördek var. Bugün onları satmaya götür ama ahmaklık edip de ördekleri elinden kaptırma.”
Keloğlan, gözlerini açtı, kocakarıya gösterdi:
“Sen beni aptal mı sandın? Kafamda tüy yok ama içinde dolu dolu akıl var. Hele şu ördekleri ver de götürüp bir kere dolaştırayım.”
Kocakarıdan ördekleri aldı. Biraz gezdirdikten sonra bir konak sahibine sattı. Konak sahibi, içeri girip kapıyı kapadı ve bir daha görünmedi. Keloğlan, konağın kapısı önünde bekleyip dururken içeriden bir ses duydu; kalın sesli bir erkek diyordu ki:
“Ördekleri kızartıp arka kapıdan hamama gönderin. Ön kapıda bekleyen şaşkını da sepetleyin.”
Bu sözleri duyan Keloğlan, sopa yemek ihtimalini de düşünerek sıvışıp gitti fakat evde para bekleyen kocakarıya karşı çok mahcup olacaktı. Düşündü, taşındı, geri dönmeye karar verdi. Gidip konağın arka kapısını çaldı, içeriden “Kim o?” diye sordular.
“Ağa, kızartılmak üzere dört tane ördek bırakmış. Hamamdan ördekleri ve yeni elbiselerini istiyor.” dedi.
Konaktakiler istenilenleri teslim ettiler. Keloğlan, oynadığı oyunun sevinciyle eve döndü; başına geleni ve buna karşılık yaptığı işi anlattı.
“Ancak o heriften intikamımı tamamen almış değilim. Asıl bundan sonra onun başına çorap öreceğim.”
Meğer o adam, valinin efsuncubaşısıymış. Aradan saatler geçtiği hâlde ördeklerin gelmediğini görünce fena hâlde kızmış. Hamamdan çıkıp konağa dönmüş. Uşakları paylamış. Zavallılar neye uğradıklarını anlayamamışlar. İçlerinden bir tanesi:
“Aman efendim!” demiş. “Ördekleri ve yeni elbiselerinizi bir delikanlı ile gönderdik, siz istemişsiniz.”
Bir de sokak kapısına bakınca ne görsünler? Aynen şu satırlar yazılmamış mı?
“Bir efsuncubaşı olduğuna güvenme. Bana adımla, sanımla Keloğlan derler. Bak senin başına ne çoraplar öreceğim!”
Efsuncubaşı, bu oyunun, ördeklerini alıp da parasını vermediği delikanlı tarafından oynandığını anladı, hiç sesini çıkarmadı.
Başı gibi yüzü de tüysüz olan Keloğlan, ertesi gün kadın kıyafetine bürünüp konağın önünde dolaşmaya başladı.
(Hikâyenin gerisini Abdullah Ziya’nın “Keloğlan’ın Hatıratı” isimli kitabından aynen okuyacak ve doğrudan doğruya Keloğlan’ın ağzından dinleyeceksiniz.)
Efsuncubaşı pençeresinde oturup caddeyi seyrediyordu. Bir de baktı ki çok süslü bir kadın konağın önünde gidip geliyor.
“Herhâlde bana âşık olmuş!” diyerek işaretle yanına çağırdı.
“Hanımefendi fakirhaneme teşrif buyurmaz mısınız?”
Yüzümü daha fazla örterek kırıttım:
“Aman, korkarım efendim! Evde kimse olmazsa gelirim efendim.” dedim.
Efsuncubaşı da:
“Siz emrediniz yarından tezi yok evde kimseyi bırakmam!” deyip beni ertesi günü evine davet etti, konakta hemen o akşam bir haber çalkalandı. Beyefendi evde kim varsa hepsini pikniğe gönderiyordu. Yiyecek bir şeyler hazırlanmasını ve hep birden gitmelerini söylemişti. Biraz sonra ben eve geldim. Efsuncubaşı:
“Buyurun! Buyurun!” diye beni yukarıya aldı.
“Evde kimseler yok mu efendim?” diye sordum.
“Hayır efendim, kimseler yok. Emriniz ile herkesi evden gönderdim.”
“Bütün odaları gezmek istiyorum.”
“Emredersiniz efendim.” deyip Efsuncubaşı bütün daireleri gezdirdi:
“İşte bu, kızımın odası; şu çekmecede elmasları, şu dolapta giysileri vardır. Bu benim odam. Paralarım da şu köşededir!”
“Daha iyice gezelim!”
“Burası mutfaktır.”
“Şu tepede asılı olan nedir?”
“Ekmek zembili!”
“İndir aşağı da ben onun içine bineyim!”
“Fakat nasıl olur sultanım?”
“A! İsterim… İsterim! Zembile binmek isterim!” Efsuncubaşı ağladığımı görünce bir makara ile yukarı çıkıp zembili aşağı indirdi. Zembilin içine girip “Haydi çek!” dedim.
Efsuncubaşı zembili yukarı çıkarınca sevinçle ellerimi çırptım:
“Ne güzel! Ne güzel! Çayır gözüküyor. Sizinkiler oturmuş dolma yiyorlar, karın da vekilharç ile eğleniyor.”
Efsuncubaşının aklı başından gidip:
“Aman ben de çıkıp bakayım.” dedi.
Zembilin içinde Efsuncubaşıyı yukarı çıkarır çıkarmaz zembili bağladım. Efsuncubaşı tavanda asılı kaldı. Hemen koştum. Evde ne kadar pahada ağır, yükte hafif eşya varsa toparladım. Bütün kapıları açtım ve üzerlerine “Sen efsuncubaşıysan ben de Keloğlan’ım. Bak sana daha neler yapacağım!” diye yazıp ihtiyar kadının evine gittim. Akşamleyin hane halkı eve varınca bir de ne görsünler? Bütün kapılar açık!
“Zahir Efendi kömür satın almış…” dediler fakat her odadan bir ses geliyordu:
“Eyvah elmaslarımı çalmışlar!”
“Eyvah elbiselerim kaybolmuş!”
“Aman Allah’ım çıldıracağım! Paralarım kaybolmuş!”
İhtiyar Arap karısı yukarı gitti. Bir de baktı ki bey, ekmek zembilinin içinde tavanda asılı.
“Sen ne yapıyorsun orada? Nasıl çıktın oraya?”
Efsuncubaşı ağlar gibi bir sesle yalvardı:
“Aman bacı kimseye söyleme eve hırsızlar geldi; beni buraya çıkardılar. Makaranın ipini çöz de ineyim.”
“Efendi, hırsızlar paralarımızın hepsini çalmışlar.”
Bacı, efsuncubaşıyı indirdi. Zavallı adam bana oynadığı oyuna çoktan pişman olmuştu fakat ben daha bakınız ona neler yapacaktım.
Ertesi günü efsuncubaşı valinin konağına gitmek için yoldan geçerken bir de baktı ki ihtiyar bir adam oturmuş bağırıyor:
“Kayıptan haber veriyorum. Çalınan mallarınızı buluyorum. Ayağınıza getiriyorum.”
Efsuncubaşı benden başkası olmayan bu dervişe yaklaştı:
“Sen her kaybı bulabilir misin derviş?”
Takma sakalımı sıvazlayıp cevap verdim:
“Elbet, senin de mallarını çaldılar değil mi?”
“Kim çaldı bilir misin?”
“Bir ördekçi!”
Efsuncubaşı benim her şeyi bildiğimi görünce “Aman benim kayıp mallarımı bul!” dedi.
“Sen bu akşam bütün arkadaşlarını evine çağır. Kardeşimi evlendiriyoruz, geliniz, dersin. Tam kırk kişi olsunlar. Sonra eve gelince meselenin doğrusunu söylersin.” dedim.
O akşam efsuncunun kırk arkadaşı en yeni elbiselerini giyinip geldiler. Efsuncubaşı meselenin aslını anlattı. Biraz sonra koltuğumda büyük bir kitapla eve girdim.
“Kırk hasır hazırlayın.” dedim. “Ben okudukça siz soyunacaksınız. Her bismillahta bir, arkanızdan bir şey atacaksınız. Nihayet çırılçıplak kalınca hasırlara sarınırsınız. Ben gene okuyacağım, âmin deyince çıkarsınız. Sakın âmin demeden hasırlardan çıkmayın.”
Okumaya başladım. Her bismillahta adamlar arkalarından bir şey çıkarıp yerdeki çarşafın üstüne atıyorlardı. Nihayet son bismillahta çırılçıplak kalınca hasırlara büründüler. Hemen çarşafı toplayıp sırtladığım gibi kapıların üzerine tekrar “Sen efsuncubaşıysan ben de Keloğlan’ım. Bak sana daha neler yapacağım!” diye yazıp gittim. Şimdi adamlar beklediler, baktılar ki âmin diyen yok nihayet içlerinden biri:
“Yahu! Ben dayanamıyorum çıkacağım!” dedi.
Bir de başını çıkarıp baksın ki ne hoca var ne elbiseleri. “Eyvah! Mahvolduk!” diye bağrıştılar. Bu iş valinin kulağına gitti. “Şu Keloğlan’ı görmek istiyorum.” dedi; fakat nereden bulunacaktı? İçlerinden biri, “Bir deve süsleyip sokağa bırakalım.” dedi. “Bunu Keloğlan alır. Eğer devenin arkasına bir gözcü koyarsak onu buluruz.” Bir deve süsleyip şehrin içine bıraktılar. Arkasına da bir gözcü koydular fakat ben gözcünün gözlerine bir avuç kül serptim. Zavallı adam, gözlerini ovuştururken deveyi alıp götürdüm.
Bunun sonucunda daha önce deveyi şehre salıvermeyi akıl eden adam:
“Bu sefer bir tellal çıkaralım. ‘Vali hastadır. Deve pastırması istiyor.’ diyelim.” dedi. “Herhâlde Keloğlan bu deveyi pastırma yapmıştır. Hangi evden deve pastırması verilirse tellal üzerine işaret koysun!”
Ertesi günü bir tellal çıkıp bağırdı:
“Vali rahatsızdır. Kimde bir parça deve pastırması varsa versin, karşılığı verilecektir.”
Ben kahvede olduğumdan ihtiyar kadın:
“Bir parça deve pastırmasından ne çıkar? Sevaptır vereyim gitsin.” demiş. Tellal pastırmayı alınca evin kapısına kırmızı bir işaret koymuş. Ben kahvede tellalın bağırdığını duyunca “Sakın bizim kocakarı pastırma vermesin!” diye koşa koşa eve geldim. Bir de baktım ki kapının üzerinde kırmızı işaret var. Yapılan kurnazlığı anladım. Bütün o sokaktaki kapıların üstüne aynı işareti koydum.
Bu hile de bir sonuç vermeyince vali başka bir tellal çıkardı:
“Bu Keloğlan kimse meydana çıksın, faydam dokunur zararım dokunmaz!”
“Teyze....” dedim. “Senin eski kocan, kestiği ördeklerin tüylerini ne yapardı?”
“Yastık yapardı.”
“Getir o yastıkları. Bakkaldan iki okka da bal al, bir de büyük zembil bul.”
Çırılçıplak soyunup bal süründükten sonra yastıkların içindeki tüylerin üzerinde yuvarlandım. Başıma çıngıraklı bir külah geçirdim. Sırtıma bir zembil aldım. Doğru efsuncubaşının evine gittim. Zavallı adam kederinden hasta olmuş yatıyordu; kapıyı çaldım.
“Kim o?” dediler.
“Açın, Azrail geldi. Beyefendinin canını alacağım.”
Uşaklar korkudan kaçıştılar. Efsuncubaşının yanına gittim.
“Sen kimsin? Ne istiyorsun?” dedi.
“Azrailim, canını alacağım.” dedim.
Sonra tuttuğum gibi onu zembile tıkarak doğru valinin konağına gittim. Beni tüylü tüylü ve başımda bir çıngırak ile gören valinin adamları kaçışıyorlardı. Orada da:
“Azrailim, vali hasta imiş, canını almaya, geldim.” dedim.
Vali bu sözümü duyunca işi anlayıp gülerek:
“Bırakın gelsin!” demiş.
Valinin yanına çıkıp selam verdim.
“Sen kimsin?” dedi.
“Azrailim, canınızı alacağım.” dedim.
Gülerek “Efsuncubaşı nerede?” dedi.
“Bağırın, cevap verir.” dedim.
Vali bağırdı: “Ey efsuncu, neredesin?”
Efsuncubaşı korkudan titreyerek zembilden başını çıkardı:
“Buradayım efendim.”
“Seni efsuncubaşılıktan azlettim. Yerine Keloğlan’ı tayin ettim, yıkıl karşımdan!”
(Keloğlan’ın anlattıkları burada bitti. Şimdi onun macerasını anlatmaya biz devam edelim.)
***
Köyünden akılsız olarak çıkan, kısa zaman içinde kurnaz bir delikanlı kesilen Keloğlan, valinin yanında uzun müddet kalmadı. Yeni bir maceraya atılma hevesine kapıldı. Evinde yatıp kalktığı kocakarıya:
“Ana....” dedi. “Ben başımı alıp gideceğim; hakkını helal et çünkü kendime münasip bir kız arayacağım. Bulursam derhâl evleneceğim. Bulamazsam ne yapacağımı ben bilirim.”
Ev sahibi, kendisine çok yardımı dokunan Keloğlan’ın gitmesini hiç arzu etmiyordu fakat onu yolundan alıkoymak elinde değildi.
“Ah evladım!” dedi. “Gitmesen çok iyi olurdu. Sen kararını verdikten sonra, yolun açık olsun demekten başka elimden ne gelir? Eğer beni unutmayacağına söz verirsen sana bir tılsım öğreteceğim. Bu tılsım sayesinde bütün canlı mahlukları birbirine yapıştırabilirsin.”
Keloğlan sevinerek “Çabuk söyle ana, zira bu tılsım benim çok işime yarar.” dedi.
Kocakarı, koynundan mavi bir boncuk çıkarıp Keloğlan’a uzattı:
“Bu boncuğu al, başın dara düşünce dudaklarına sürdükten sonra üç kere ‘yapışın’ veya ‘ayrılın’ diye bağır. Yapışın dediğin zaman yapıştırmak istediğin mahluklar yapışırlar; ayrılın dediğin zaman ise ayrılırlar.”
Keloğlan, mavi boncuğu alır almaz yola çıktı. Az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti. Nihayet bağ ve bahçeleri bol bir kasabaya ulaştı. İlk defa karşılaştığı güzel bir kıza âşık oldu.
“Beni buraya kısmetim çekip getirmiş.” dedi ve kızın peşine takıldı. On dakika kadar ilerledikten sonra kız büyük bir bahçe kapısından içeri daldı; arkasından da Keloğlan. Bahçenin ortasındaki köşke giren kızın çıkmasını beklemek üzere çiçeklerin arasına saklandı.
Köşkün öte tarafında bir sürü kaz ve ördeğin dolaştığını gördü. O tarafa gitti; koynundan mavi boncuğu çıkardı. Dudaklarına sürdükten sonra “Yapışın!” diye bağırdı. Kazlarla ördekler hemen birbirlerine yapıştılar. Tılsımlı boncuğu veren kocakarının yalan söylemediğine bu şekilde kanaat getiren Keloğlan, son derece memnun oldu.
Meğer o bahçe, kasabanın en zengin adamına aitmiş. Bu adam, kaz ve ördek meraklısı imiş.
Biraz sonra gelip onları yapışmış bir hâlde görünce şaşıp kaldı. Bir de baktı ki ilerideki ağaçlardan birinin altında bir kel oğlan oturuyor; köşkün pencerelerine bakıyor. Yanına gidip sordu:
“Burada ne geziyorsun Keloğlan? Yoksa ördeklerle kazları sen mi yapıştırdın?”
Keloğlan, pervasız bir sesle:
“Evet.” dedi. “Bu benim maharetimdir. İstersen onlara seni de yapıştırayım.”
Bahçe sahibi fena hâlde korktu çünkü kellerden korkulması gerektiğini gayet iyi biliyordu.
“Aman Keloğlan!” dedi. “Ördeklerimle kazlarımı birbirinden ayır da benden ne istersen iste!”
Keloğlan, fırsatı kaçırmadı:
“Ağam....” dedi. “Benim para ile işim yoktur. Bana sadece kızını versen yeter.”
Ağa, ne dediyse bir faydası olmadı. Kızını vereceğine dair namusu üzerine yemin etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine Keloğlan, “Ayrılın ey kazlar, ördekler!” dedi.
Başlarına böyle iş gelmeyen zavallı hayvanlar birbirlerinden ayrıldılar. Ağa, köşke girip meseleyi kızına açtı. Gerçekten eşi az bulunur güzellerden olan kız, babasına çıkıştı:
“Dünyadaki delikanlıların kökü mü kurudu? Yer yerinden oynasa ben o kel kafalıya varmam! Hem sen ne biçim adamsın böyle? Benim nişanlı olduğumu hiç aklına getirmiyor musun?”
Ağa, kızına karşı haksızlık yaptığını biliyordu fakat Keloğlan’ın elinden kurtulmanın imkânı yoktu. Kazlarla, ördeklerle yapışık olarak yaşamak asla işine gelmiyordu:
“Kızım....” dedi. “Sana yerden göğe kadar hak veririm. Ne yapayım ki başka türlü hareket etmek elimde değil. Sen bu işe razı olmuş görün; sonra baş başa verip bir kurtuluş çaresi düşünür; başımıza musallat olan bu kelden yakamızı sıyırırız. O zaman ikimizin de başı dinç olur.”
Böylece düğün hazırlığına başladılar. Keloğlan’ı atlatmak için güzel bir plan yapmışlardı. Gerdeğe başka biri girecekti. Keloğlan her nasılsa bu planı öğrendi fakat hiç sesini çıkarmadı. Gerdek gecesi ansızın ortadan kayboldu. Gerek kız gerek babası son derece sevindiler. Asıl damat olacak delikanlının adamakıllı yüzü güldü.
Yatsı namazından sonra damat ile gelini bir odaya kapattılar. Meğer Keloğlan tavan arasına çıkıp saklanmış; ufak bir delik açmış, gelin odasını gözetlemeye başlamış.
Damat, gelinin boynuna yüz görümlüğü takarken Keloğlan tavan arasından “Yapışın!” diye bağırdı. İkisi birbirlerine yapıştılar. Neye uğradıklarını bilemediler; korkularından feryat figan etmeye başladılar. Bütün ahali içeri doldu. Kızın babası, darbenin nereden geldiğini anladı:
“Bu işi mutlaka Keloğlan yapmıştır; onun elinden kurtulmanın imkânı yoktur.” diye mırıldandı.
Tam o sırada Keloğlan içeri daldı:
“Ağa!” dedi. “Bende hünerin haddi hesabı yoktur. Köşkünle beraber havalanıp sonra düşerek parça parça olmak istemiyorsan kızını mutlaka bana vermelisin; bu sefer yaptığın hileyi hoş görüyorum. İkinci bir hile yapmaya kalkışırsan kendini ölmüş bil!”
Kızın babasından evvel davranan damat:
“Ey Keloğlan!” dedi. “İşte kız, işte sen! Güle güle oturun fakat vakit geçirmeyip beni bu vaziyetten kurtar.”
Keloğlan, kendisine yalvaran damadı kurtarmak için “Ayrılın!” dedi. Bu söz üzerine kurtulan damat, bir ölüm tehlikesi atlatmış gibi derin bir oh çekti ve gitti. Onun yerine Keloğlan’ı güvey yaptılar.
Fakat kız, kocasından hiç memnun olmadı. Kendisini zorla alan bu kel kafalı gençten yakasını kurtarmak için çare aramaya başladı. Aradan birkaç hafta geçince:
“Baba....” dedi. “Bizim için memleketi değiştirmekten başka kurtuluş çaresi yoktur. Eğer Keloğlan’dan habersiz kaçabilirsek ne âlâ.... Arkamızdan o da gelirse ileride bir deniz var; oraya varınca Keloğlan’ın yatağını tam denizin kıyısına yayalım. Gece yarısı olunca onu denize itelim. Elinden başka türlü kurtulamayız.”
Baba, kızının bulduğu çareyi çok beğendi. Hemen yol hazırlığı yaptılar. Kız, kendilerine iki hafta yetecek kadar gözleme yaptı, bir çuvala doldurdu.
Hâlbuki Keloğlan, onların konuşmalarını dinlemişti. Bir kolayını bulup gözleme çuvalının içine girdi.
Kız, kızın anası ve babası sabahleyin erkenden yola çıktılar. Birkaç saat ilerlediler. Çuvalın içinde sıkışan Keloğlan, idrarını tutamayıp salıverdi. Çuvaldan su aktığını gören baba:
“Kızım!” dedi. “Gözlemeyi o kadar yağlı yapmışsın ki sıcaktan yağlar eriyip akmaya başladı.”
Artık kurtulduğuna emin olan kız, “Evet, acele ile fazla yağ kullanmışım fakat yağı karar kullansaydım, gözlemeler bu sıcakta kururlardı.” dedi.
Bunlar öğle vakti bir köye girdiler, kalabalık bir köpek sürüsünün hücumuna uğradılar.
Kızın babası, “İşte Keloğlan burada olmalıydı; bu köpeklerin hakkından gelirdi.” dedi.
Bunu duyan Keloğlan, çuvalın içinden, “Merak etmeyin, buradayım!” diye bağırarak fırlayıp çıktı, köpekleri bir anda dağıttı.
“Yahu! Böyle nereye gidiyorsunuz? Sizde hiç akıl yok mu ki beni ta köyden buraya kadar çuvalın içinde taşıdınız? Eğer köpek hücumuna uğramasaydınız, rahatımı bozmak niyetinde değildim.”
Kız, üzüldü fakat işi bozuntuya vermedi:
“Senin çuvalda olduğunu sanki ben bilmiyor muydum? Mahsus sesimi çıkarmadım.”
Keloğlan, alay etmeye başladı:
“Şimdi tam dört kişiyiz. Bakalım dönüşte kaç kişi olacağız?”
Hep birlikte yollarına devam ettiler. Gece yarısı olunca denizden tarafa Keloğlan, onun yanına kaynatası, kaynatasının yanına kaynanası, kaynanasının yanına da yavuklusu, uzanmak üzere kıvrılıp yattılar. Aradan bir iki saat geçince Keloğlan yavaşça kalktı. Horul horul uyuyan kaynanası ile kaynatasının arasına girdi. Biraz sonra uyanan kız, anasını uyandırdı. Anası da kocası zannederek Keloğlan’ı dürttü. Fısır fısır konuştular ve hep beraber iterek kızın babasını denize yuvarladılar.
Zavallı adam, denizin dibine birkaç kere batıp çıktı. Sonra dalgalara karıştı; göze görünmez oldu.
Çok sevinen ana ile kız, yaptıkları hatanın farkında olmadılar. Sabahleyin Keloğlan’ı yanlarında görünce ne yapacaklarını şaşırdılar, ağlamaya başladılar. Keloğlan, kızı avutup susturduktan sonra dedi ki:
“Ey canımın canı, kanımın kanı, gönlümün sultanı! Ne yapsan elimden kurtulamazsın çünkü benim kısmetimsin. Güzellikle razı ol da evlenip rahatımıza bakalım. Aksi takdirde, babanı kaybettiğin gibi ananı da kaybedersin.”
Bu sözleri duyan Keloğlan’ın kaynanası, kocasının acısını unuttu. Kendi tatlı canını kurtarmak derdine düştü. Kızından önce davranarak:
“Ah benim gül kafalı evladım! Kızımı senden iyisine mi vereceğim? Ömrünüzün sonuna kadar mutlu yaşayın!” dedi. Kız da razı olmak zorunda kaldı. Oradan ayrılıp köye döndüler. Kırk gün kırk gece düğün yaparak gerdeğe girdiler ve ölünceye kadar mutlu yaşadılar.
Keloğlan’ın Eşeği
Yüzlerce sene evvel, Anadolu şehirlerinden birinde zengin bir adam yaşardı. Parasının, mülkünün hesabını Allah’tan başka kimse bilmezdi fakat bu adam çok cimriydi. Bir yere on kuruş vereceğim diye ödü kopardı ve iki lokma ekmeğe katık olabilecek kadar peynirle üç dört öğün karnını doyururdu.
Bu cimri zenginin, yirmi beş yaşından fazla olmayan bir karısı vardı. O kadar güzeldi ki yüzüne bakan gözler kamaşırdı.
Bu kadın, kocası gibi hasis değildi. Onun aksine olarak çok müsrifti. Sağa sola avuç dolusu para sarf eder; gönlünün her dilediğini yerine getirirdi. Bunu gören kocası, için için kudurur ancak bir kelime söyleyemezdi çünkü aynı zamanda kılıbık bir adam olduğu için ondan fena hâlde korkardı.
Güzel kadın, bir gün kocasına şöyle dedi:
“Biz evleneli beş sene oldu. Şimdiye kadar en aşağı üç çocuğumuz olması gerekirken bir tane bile olmadı. Acaba bu kabahat hangimizde; sende mi yoksa bende mi?”
Cimri zengin, korkunç bir manzara karşısında kalmış gibi gözlerini dört açtı. Çatlak sesini titrete titrete:
“Ağzını hayıra aç! Çoluk çocuk sahibi olmak kolay ama onları besleyip büyütmek var. Allah hâlimizi biliyor da bize çoluk çocuk vermiyor. Yoksa bu işte ikimiz de kabahatli değiliz.”
“Sen aklını mı kaçırdın? Sendeki para, kırk haneli kırk köyün, kırk sene geçinmesine kâfi gelir de artar bile. Sana bir sene veriyorum. Bu müddet zarfında bir çocuğumuz olursa ne âlâ, ama olmazsa senden ayrılıp başka bir kocaya varacağım bilesin!”
Cimri adam, bu şartı canına minnet bildi:
“Pekâlâ, mademki ayrılmak istiyorsun bugünden, hatta bu saatten tezi yok derhâl ayrılalım. Zaten senin müsrifliğinden bıktım, usandım. Bu israfa dağlar taşlar altın olsa gene dayanmaz.”
“Bugünden itibaren ayrılmaya razıyım ama bana söylemekten çekinmediğin büyük sırrı açıklayacağımdan korkmuyor musun? O zaman hâlin nice olur?”
Adam, bu tehditten fena korktu. Hemen karısının ayaklarına kapandı. Yalvarmaya başladı:
“Aman karıcığım, ben ettim, sen etme! Mademki çocuk istiyorsun; Allah’a yalvaralım; bize bir Keloğlan ihsan etsin çünkü Keloğlanlar yaman olurlar; kuru taştan ekmek çıkarırlar.”
O günden sonra “Ya Rabbi! Bize bir çocuk ver; kel de olsa razıyız.” diye yalvarmaya başladılar. Aradan bir buçuk ay kadar bir zaman geçince kadının karnında bir şişkinlik oldu. Nihayet dokuz ay on gün sonra istedikleri çocuk dünyaya geldi. Öyle güzel bir kadından böyle acayip ve çirkin bir çocuk doğması cidden şaşılacak şeydi.
Çocuk büyüdü; on beş yaşında bir delikanlı oldu ama çok yaman bir şeydi. Ele avuca sığmıyordu. Yalnız evin içini altüst etmekle kalmıyor; hemen her gün bir kavga çıkararak mahalle halkını da rahatsız ediyor, birbirine düşürüyordu. Adı, doğduğu günden beri Keloğlan kalmıştı.
Keloğlan, bir gün anasının karşısına dikildi. Akıllı, uslu biri gibi ciddi bir tavır takınarak:
“Ana!” dedi. “Artık beni evlendir fakat şehrimizdeki kızlardan hiçbirini istemem. Alacağım kız mutlaka benden güzel olmalıdır.”
Kırk bir yaşına basmış olan anası, eski güzelliğini korumakla beraber çok değişmişti. Artık avuç dolusu para sarf etmiyor; hatta evden dışarı çıkmıyordu. Daha doğrusu, biçimsiz bir oğul anası olduğu için insanların yüzüne bakmaktan utanıyordu
“Yavrum....” dedi. “Dünyada sana kız bulmaktan daha zor iş yoktur çünkü sende bütün noksanlıklar toplanmış. Güzel değilsin, akıllı değilsin, iyi huylu değilsin, doğru söylemekten hoşlanmazsın. Sana kız verecek ana ile babanın hem kör hem de sağır olması lazımdır.”
Keloğlan katıla katıla gülmeye başladı:
“Amma yaptın ha! Yeryüzünü karış karış gezseler benden güzel delikanlı bulamazlar. Benim bir gözüm herkesin iki gözüne bedel; bacaklarım lüzumundan fazla uzun değil, tenim biraz esmerce ama boynum herkesin boynundan uzun ve kibar; dudaklarımın eğriliği, zaten güzel olan ağzıma başka bir güzellik veriyor; kulaklarımı, burnumu görenler hep maşallah diyorlar; yüzümü gören kızlar fazla bakmaya dayanamayıp başlarını çeviriyorlar; kafam, gümüş gibi parıl parıl parlıyor. Bana ancak bir peri kızı layıktır.”
Anası, kendisini cidden beğenen Keloğlan’ı başından savmak için:
“İşte şimdi doğru söyledin!” dedi. “Sana gerçekten bir peri kızı layıktır fakat baban varken bana söz düşmez. Git, derdini ona söyle; sana bir peri kızı bulana dek yakasını bırakma çünkü senin kel olmanı Allah’tan baban istemişti.”
Keloğlan, doğru babasının yanına gitti. Oğlundan yana dertli olan adam, onu başından savmak için bundan daha iyi bir fırsat bulamazdı.
“Mademki evlenmek ve bir peri kızı almak istiyorsun, o hâlde sana güzel bir akıl öğreteyim.”
Keloğlan, sabırsızlanarak dinliyordu.
“Çabuk söyle baba, çabuk söyle!” diye bağırdı.
“Buradan kırk gün uzakta gayet büyük bir şehir ve şehrin ortasında göz kamaştırıcı bir saray vardır. Bu sarayda bir hükümdar oturur ki birkaç ülkeye hükmeder. İşte senin aradığın kız, bu hükümdarın kızından başkası değildir. Vakit geçirmeyip yola çık; o şehri bul, saraya gir, kendini tanıt. Çalış, çabala, mutlaka o kızı al!”
Keloğlan, bu sözleri gerçek sandı. Ertesi gün, satın aldığı bir eşeğe binip yola çıktı. Az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti. Nihayet bir şehre ulaştı. Çarşıda, pazarda dolaşmaya başladı. Baktı ki bir kahvede saz çalınıyor.
İçeri girdi. Saz çalıp türkü söyleyen şairlerin karşısına dikildi:
“Ustalar!” dedi. “Ben de şairim, sizinle imtihan olmak istiyorum.”
Hepsi de ak saçlı, ak sakallı olan şairlerden bir tanesi, kaşlarını çatarak bağırdı:
“Git buradan, saygısız çocuk! Sen daha söz söylemeyi bilmiyorsun, türkü söylemeyi ne bilirsin. Hele saz çalmaktan hiç anlamazsın. Koltuğunda sazın bile yok.”
Keloğlan, “Kızma usta!” dedi. “Ben saz çalmayı bilmem lakin türkü söylemeyi iyi bilirim.”
Şairler, Keloğlan’ın iddiasına şaşırdılar ve bir türkü söylemesini istediler. Keloğlan da şöyle söyledi:
“İyi dinleyin ustalar sözümü!
Aşk uğruna harcamışım özümü.
Yenmez isem eğer sizi türküde,
Kör etsin Allah iki gözümü.
Sevdim ama yâr yüzünü görmedim,
Uzun, kara saçlarını örmedim,
Sevdiğimin işitmedim adını,
Aşk bağında vuslat gülü dermedim.
Yârdan haber vermezseniz siz bana,
Benzetirim hepinizi çaputa!
Lakin varsa siz de biraz cesaret
Dövüşelim, haydi, çıkın meydana!
Ustalar fena hâlde kızdılar. Yerlerinden fırlayıp Keloğlan’a hücum ettiler. Kahve bir anda karmakarışık oldu.
Biraz sonra kavga, gürültü bitti; ortalık sütliman oldu fakat Keloğlan ortada yoktu. Herhâlde kaçmıştı.
Aradan yarım saat kadar bir zaman geçmiş; herkes çekilip gitmişti. Kahvede şairlerle kahveciden başka kimse kalmamıştı. Büyük zarara giren biçare adam, şairlerin karşısına dikildi:
“Bana bakın erenler! Artık sizi burada yatıramayacağım. Hem Keloğlan’ın türküsüne cevap veremediniz hem de üzerine hücum edip kavga çıkardınız. Asıl kabahat Keloğlan’da değil, sizdedir!”
“Biz buradan bir yere gidemeyiz. Asıl kavgaya sebep olan sensin!”
“Ben miyim?”
“Evet, sensin!”
“Neden benmişim?”
“Çünkü isteseydin o Keloğlan’ı içeri sokmazdın. Şimdi ne hakla bize kabahat buluyorsun.”
O sırada kahve ocağının altındaki boşluktan bir ses yükseldi:
“Ben, ömrümde yalan söylemiş insan değilim! Bu işte kahvecinin hiç kabahati yoktur. Siz, şairlikle alakası olmayan Keloğlan’ın türküsüne cevap vereceğiniz yerde utanmadan kendinize şair payesi veriyorsunuz. Sizi gidi sahtekârlar sizi!”
Ocağın altındaki boşluktan yükselen ses devam etti:
“Eğer kahveyi derhâl terk etmezseniz bu gece hepinizi boğarım. Bana ‘göze görünmez adam’ derler. Ona göre aklınızı başınıza toplayın!”
Korkudan yüzleri sapsarı kesilen şairler, sazlarını almaya, pabuçlarını giymeye bile cesaret edemediler. Kendilerini sokağa zor attılar ve derhâl ortadan kayboldular.
Kahvede tek başına kalan kahveci, korkusundan tir tir titriyordu. Biraz sonra ocağın altındaki boşluktan birisi çıkıp bayılacak bir hâle gelen kahvecinin karşısına dikildi:
“Merhaba beybaba!”
Kahveci, başını kaldırdı; karşısına dikilenin yüzünü görünce afalladı. Afallamakta hakkı vardı çünkü bu, Keloğlan’dan başkası değildi.
“Hınzır kel! Dertsiz başıma bu işleri açtın da iyi mi yaptın? Şimdi ölümlerden ölüm beğen; yahut zararı tazmin et.”
Keloğlan güldü. “Unutma ki ben hemen göze görünmez olur ve sana istediğim her fenalığı yapabilirim. Benimle iyi geçinmeye mecbursun. Nasıl, kaybolayım mı ortadan?”
“Aman Keloğlan! Ben ettim sen etme, bu dükkân sana feda olsun!”
Keloğlan yumuşadı. “Hah şöyle! Yoksa az daha göze görünmez oluyordum. O vakit elimden kurtulamazdın.”
“Ben, başında saç olmayanlara daima hürmet ederim. Ne emrin varsa derhâl yerine getirmeye hazırım.”
Keloğlan, “Bu şehrin hükümdarı filan var mı?” diye sordu.
“Var fakat sarayı şehrin içinde değildir.”
“Nerededir?”
“İki saat uzaklıkta.”
“Hükümdarınızın kızı var mı?”
“Hem öyle güzel bir kızı var ki yeryüzünü karış karış dolaşsan eşini bulamazsın.”
“Ben....” dedi. “O kızın nişanlısıyım. Yavukluma kavuşup murada ermeye geldim. Onu sıkıntılı saray hayatından kurtarıp rahat köy hayatına alıştıracağım.”
Kahveci bir kere yere kapanıp doğruldu. “Evet, tabii!” dedi.
Keloğlan, devam etti: “Eğer hükümdar bana kızını vermek istemezse koca sarayın içinde bir tane canlı bırakmayacağım; hatta belki bu şehri yıkacağım.”
“İnanırım sultanım! Yalnız, senden rica ederim, bana, çoluğuma çocuğuma kıyma!”
Şafak sökerken Keloğlan eşeğine bindi; kahvecinin tarif ettiği yere doğru ilerlemeye başladı.
Nihayet hükümdarın sarayına varmış, eşeğini sarayın kapısı önündeki ağaçlardan birinin altına bağlamış ve içeri girmişti. Sanki babasının evindeymiş gibi koridorlarda dolaşıp duruyordu. Kendisine hiç kimse bir şey söylemiyordu.
Bir aralık dolaşmaktan canı sıkıldı; ıslık çalmaya başladı. O sırada da karşısına dev yapılı bir adam dikildi; korkunç bir sesle:
“Burası saraydır; ıslık dağ başında çalınır küstah adam!” dedi.
“Sen ne karışıyorsun? Bu saray benim sevgilimin sarayıdır. Islık çalmak şöyle dursun, yüksek sesle türkü bile söylerim. Bana kimse karışamaz!”
“Vay! Demek bu saray sevgilinin sarayıdır ha? Söyle Allah aşkına, senin sevgilin kimdir, ne biçim biridir?”
Keloğlan kısaca macerasını anlattı ve hükümdarın kızı ile evlenmek üzere geldiğini söyledi.
Dev yapılı adam bir kahkaha savurdu:
“İyi ama, bakalım hükümdarımızın kızı seni isteyecek mi? Bana kalırsa o, kellerden hiç hoşlanmaz.”
Bu cevap üzerine Keloğlan çok kızdı; dev yapılı herifin göğsüne şiddetli bir yumruk indirdi. Dev öfkelenip Keloğlan’ı belinden yakaladı, bir bebek gibi havaya kaldırdı; başının üzerinde birkaç kere döndürdükten sonra yere fırlattı.
Keloğlan bayılmıştı, yerde hareketsiz yatıyordu. Başına belki yirmi kişi toplanmıştı. Onu ayıltmaya çalışıyorlardı.
O sırada hükümdarın kızı çıkageldi. Baktı ki koridorda bir kel oğlan yatıyor; ses seda çıkarmıyor. Oradakilere sorup soruşturdu; meseleyi öğrendi. Sonra dev yapılı adama dedi ki:
“Aklı başında olmayan bir zavallıyı bayıltmak kolaydır ama ayıltmak kolay değildir. Bunu derhâl benim odama götür. Orada kendi kendine ayılır.”
Nice zaman sonra odasına dönen hükümdarın kızı, Keloğlan’ı hakikaten ayılmış buldu. Ona saraya niçin geldiğini sordu. Keloğlan anlatmaya başladı:
“Ben buraya sebepsiz gelmedim. Seni babandan istemek için geldim. Verirse ne âlâ, vermezse ne yapacağımı ben bilirim.”
Hükümdarın kızı bir kahkaha attı.
“Ne yaparsın, Keloğlan?”
“Ne mi yaparım? Başımı alır giderim ve bir daha semtinize uğramam, hatta adınızı bile ağzıma almam! Dünyada benim kadar inatçı adam yoktur.”
Hükümdarın kızı, bir kahkaha daha savurmaktan kendisini alamadı.
“Farz edelim ki evlendik, hiçbir yuvaya benzemeyen bir yuva kurduk; bana bakabileceğine emin misin?”
Keloğlan, ciddiyetle cevap verdi:
“Bunu merak etme. Seni bizim köye götüreyim. Orada yiyebildiğin kadar ekmek, içebildiğin kadar su.... Canın tatlı istedi miydi verirsin sekiz on yumurta, alırsın bir çanak dolusu pekmez. Sonra iş yok güç yok…”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/neizvestnyy-avtor-24202785/keloglan-masallari-69427996/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.