Kelile ve Dimne

Kelile ve Dimne
Beydeba
Kelile ve Dimne, bir Hint bilgini olan Beydeba tarafından Hint kralı Debşelem’e Sanskritçe olarak sunulmuştur. Bir sosyoloji ve siyaset kitabı olan eser, iki çakaldan biri olan Kelile, dürüstlüğü ve ahlakı; diğeri Dimne ise hilekârlığı ve yalanı temsil eder. Brahmanların önde gelen filozoflarından olan Beydaba, katı bir hükümdar olan Debşelem’i usulüyle uyarabilmek ve onu doğru yola sevk etmek adına öğütlerini hayvanların dilinden hikâyelerle vermiştir. “Malın en kötüsü, harcanmayandır. Eşlerin en kötüsü, birbirine uygun olmayandır. Evlatların en kötüsü, ana babasına karşı gelendir. Arkadaşların en kötüsü, yıkım ve bunalım anlarında arkadaşına yardıma koşmayandır. Hükûmetlerin en kötüsü, günahsızları korkutandır. Ülkenin en kötüsü, güvensiz olandır. Yurtların en kötüsü, çorak olandır.”

Beydeba
Kelile ve Dimne

Beydeba, MÖ 1. yüzyılda yaşamış olan Hint kökenli bir yazardır. Hayatının üzerinden çok uzun yıllar geçtiği için Beydeba hakkında farklı rivayetler öne sürülmüştür. Gerçek isminin ne olduğu ve aslen nereli olduğu üzerine birtakım tartışmalar vardır. Bakü’de doğduğu ve daha sonra Hindistan’a yerleştiği, onun hakkında rivayet edilen bilgiler arasındadır. Bununla birlikte vefat ettiği yer ve ölüm tarihi ile ilgili de kesin bir bilgiye ulaşılamamıştır.
Onun yaşadığı dönemde hükümdarlık makamında olan Debşelim, elinde bulundurduğu gücün büyüsüne kapılarak halkına zorbalık hatta eziyet etmeye başladı. Bir bilge olarak bu duruma sessiz kalmak istemeyen Beydeba, maiyeti altındaki öğrencileriyle bir araya gelerek bu duruma bir çözüm aramaya koyuldu. Önce hükümdara yönelttiği sözlü eleştiriler yüzünden idamın eşiğinden kıl payı kurtulan ve uzun bir süre hapsedilen Beydeba, en sonunda Kelile ve Dimne’yi kaleme alarak bu eser üzerinden ahlaki, ailevi ve siyasi terbiyeler verdi.
Sadece kendi döneminde değil, bugün de önemli eserler arasında gösterilen ve pek çok dile çevrilerek dünya edebiyatına kazandırılan Kelile ve Dimne, Beydeba’nın zekâ ve hikmetini yansıttığı on beş ana hikâyeden oluşan ölümsüz bir fabl derlemesidir.
Ömer Rıza Doğrul, 1893 yılında Kahire’de dünyaya geldi. Mehmet Akif Ersoy’un damadıdır. Kahire’de bulunan El-Ezher Üniversitesinden mezun oldu. Daha sonra gazetecilik yapmaya başladı. Balkan Savaşı’ndan sonra ve I. Dünya Savaşı sırasında Kahire’de es-Siyâse gazetesinde edebî makaleler yayımladı. İstanbul’a döndükten sonra Tasvîr-i Efkâr gazetesinde muhabir olarak çalıştı. Türkiye-Mısır ilişkileri hakkındaki bazı yazılarından dolayı 1925’te İstiklal Mahkemesi’nce tutuklandı, bir süre sonra serbest bırakıldı. Türk ve Arap edebiyatları, dinler tarihi ve dinî konularda incelemeler yaptı. İstanbul Radyosu için haber bültenleri hazırladı. 1950 seçimlerinde DP’den Konya milletvekili oldu. Eserleri, Tasvîr-i Efkâr, İkdam, Akşam, Son Posta, Tan ve Cumhuriyet gazetelerinde yer aldı. Telif ve çeviri olmak üzere yüze yakın eseri bulunmaktadır. 1952’de İstanbul’da vefat etti.
Eserleri: Kur’an Nedir, Müslümanlık Nedir, Tanrı Buyruğu, Mehmed Akif Hayatı ve Eserleri, Kanlı Gömlek, Ekber: Bir Türk Dâhisi, Cennet Fedaileri: İslâm Tarihinde Gizli ve Yıkıcı Teşekküller, İslam’ın Özü ve Kur’an’ın Ruhu, Yeryüzündeki Dinlerin Tarihi, İslamiyetin Geliştirdiği Tasavvuf, Hazret-i Rabiatü’l-Adeviyye, İstanbul’da İktidarın Temelleri.

ESER HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ
Bu eser, Şark kafasının yarattığı ölmeyen abideler arasındadır. “Dünyada bu eser ölçüsünde başarılı olan, onun kadar dünya dillerine tercüme olunmak bahtiyarlığı kazanan eserler pek nadirdir.”[1 - Browne, İran Edebiyatı Tarihi, C. 2, s. 350.]
Eserin aslı Sanskrit dili ile yazılmıştır. Batılı bilginler eserin bu dil ile yazılan metnini bulmak için çalışmışlar; Hint kitaplarından Panca Tantra’da ilk beş bölümünü, Mahabharata’da daha sonraki üç bölümünü ve Hitopadeşa’da da iki bölümünü bulmuşlar, bu yüzden metnin eski Fars şekline çevrildiği sırada tek bir eser hâlinde toplanmış olmadığına hükmetmişlerdir. Batılı Bilgin Benfey bu fikirdedir. Doğu bilimciler bu bölümleri bir araya getirerek neşretmişler, bunlardan Doğu Bilimci Hertel ile Batılı Bilgin Kosegarten tarafından yayımlanan nüshalar şöhret kazanmıştır.[2 - Brockelman İslam Ansiklopedisi, Kelile ve Dimne maddesi.]
Eserin Beydeba namında bir Hint filozofu tarafından yazılmış olduğu söylenmekte ve onun ismi çeşitli şekillerde tespit olunmaktadır. Batı’da ona Bidbay denildiği gibi Arapçada Bidba ve Bidbah da deniliyor. Kitabın Pehlevî dilinden (eski Farsça) hazırlanmış olan Süryani metninde yazara Biddog ve Bidvog adı verilmiştir. Bu şeklin kökü, Benfey’e göre, Sanskrit dilindeki “Vidyapati” kelimesidir ki ilmin sahibi manasındadır.[3 - Wensinck, İslam Ansiklopedisi (Türkçe tercüme, s. 602.)]
Eserin Yazarı:
Kelile ve Dimne yazarının asıl adı hakkında dikkate değer bir söylenti Sultan Murat Hüdavendigâr çağdaşlarından Mehmet Küşteri adlı bir Türk yazarının Şeceretü’l-Beşer adlı yazmasında göze çarpmaktadır.
Bu Türk yazarına göre Kelile ve Dimne’nin yazarı, miladın birinci asrında Bakü şehrinde doğmuş ve sonradan Hindistan’a gitmiş “Ketku” isminde bir Türk âlimidir.
Türk yazarı diyor ki:
“Ketke b. Huret, Bakü’de doğdu. İsa’nın doğumundan seksen bir yıl sonradır. Musiki ilminin mucidi olup Bafer devrinde yazdığı kitap, bu fende emsalsizliğini ispat eder. Kelile ve Dimne adlı meşhur eser bunundur. Nasihat-El-Külliye adıyla diğer bir eseri Arapçaya çevrildi. Bakü b. Türk evladındandır.”[4 - Mehmet Küşteri b. Hasan b. Ahmet, (Şeceretü’l-Beşerif-i Hakikat-il-Haber). Konya Memleket Kütüphanesi Müdürü Mesut Koman’daki 913 tarihli yazma nüsha, s. 39, Mesut Koman’ın bize yazdığı hususi bir mektuptan naklen.]
Mehmet Küşteri’nin bu anlattığını neye dayanarak yazdığını bilmiyoruz ve onun için bu söylentiyi tenkit için kendimizde yetki görmüyoruz. Kim bilir, belki araştırmalar bu söylentiyi değerlendirecek neticeler verir.
Eserin Pehlevî Diline Tercümesi:
Fakat şüphe götürmez bir hakikat, eserin Hindistan’da yazılmış olduğudur. Miladın 300 senesi sıralarında Vişnu mezhebine bağlı bir Brahman tarafından yazılmış olduğu en kuvvetli ihtimal sayılıyor. Sanskrit dilindeki adı “Kratka Dimnaka”dır.
Hindistan’da yazılan ve Hint hükümdarının hazinesinde saklı olan bu eser, miladın altıncı asrında Pehlevî diline tercüme edilmiş ve bu tercüme Kisra Nuşirevan’ın doktoru Bürzuye (Berzeveyh) tarafından başarılmıştı. Eserin ön sözlerinden biri bu zatın Hindistan’a nasıl gittiğini, eseri nasıl ele geçirdiğini ve nasıl tercüme ettiğini anlattığından bu bahsi burada uzatmaya lüzum görmüyoruz.
Süryanice ve Arapça Tercüme ile Diğer Tercümeler:
Eser, Pehlevî diline naklolunduktan sonra 570 yıllarında eski Süryaniceye çevrilmiş ve bu tercüme metin, Almanca tercümesiyle birlikte 1911’de basılmıştır.
Eserin Arapçaya tercümesi ise sekizinci asrın başlarında Abdullah İbnü’l Mukaffa tarafından başarılmıştır.[5 - Hümayunname sahibi Ali Çelebi onun hakkında der ki: “Ser defteri bulâga-yi asr ve ser âmed-i fuseha-yi dehr idi.”]
Aslen Firuzabadlı olan bu yazar, Mezdekiliği bırakarak İslamiyet’e girmiş ve Arapçanın en yüksek nesir üstatları arasında yer almıştır. Onun yaptığı tercüme Arap memleketlerinde sık sık basılmaktadır. Bu eseri bütün dünyaya tanıtmaya en çok yardım eden eser bilhassa bu Arapça tercümedir.
İran Edebiyatı Tarihi yazarı Browne’a göre dünyada Kelile ve Dimne’nin aslından yapılan biricik tercüme, Tibet lisanına çevrilmiş olanıdır. Diğer tercümelerin hemen hepsi Arapçadan yapılmış ve bu sayede eser Yunanca, Farsça, Yahudice, Latince, İspanyolca, İtalyanca, Slavca, Türkçe, Almanca, İngilizce, Danca, Felemenkçe ve Fransızcaya geçmiştir. Bu da Abdullah İbnü’l Mukaffa tarafından yapılan tercümenin bu eseri bütün medeniyet âlemine yaymak hususunda yaptığı büyük hizmeti bütün açıklığıyla göstermektedir.
Farsça Tercümeler:
Eserin Pehlevî diline yapılan tercümesi kaybolduğundan daha sonraları bu eser Arapçadan Farsçaya çevrilmiş[6 - “Samanilerden Ebül-Hasen Emir Nasr bin Ahmed Samani, efadıl-ı zamandan birisine emredip ol nüshayı (Arapça nüshayı) lisan-ı Farisiye naklettirdi ve Rudegi şair ki san’ati sıyagat-i şiirde mahir idi, ol cevahir-i zevahire rişte-i nazmda intizam verdi.” Ali Çelebi’den naklettiğimiz bu sözler, eserin Farsçaya Nasrullah tarafından yapılan ve Browne tarafından ilk Farsça tercüme sayılan eserden evvel de tercüme edilmiş olduğunu gösteriyor.] ve ilk tercümeyi Ebü’l-Meali Nasrullah bin Muhammed bin Abdülhamid yaparak Gazneli Behram Şah’a ithaf etmiştir.[7 - Ali Çelebi’nin bu tercüme hakkındaki hükmü çok şiddetlidir. Der ki: “İrad-ı lügat-i garibe ve elfaz-ı vahşiyeden tehaşi etmeyüb, tarz-ı kelâmı mehasin-i Arabiyat üzere tarh edüb elfaz ve ibarat-ı muğlâkayı serhadd-i itnaba ve istiârat ve teşbihat-ı müğrikayı iksar ve ishaba yetiştirdiği için…”]
Fakat Fasça tercümelerin en güzelini Hüseyin bin Ali el-Vaizü’l-Kâşifî on beşinci asırda yapmış ve eserine Envar-ı Süheylî ismini vermiştir.[8 - Ali Çelebi bu tercümeyi son derece metheder.]
İyar-ı Danişî ismini taşıyan üçüncü bir tercüme de Hüseyin Vaiz’in tercümesinden iktibas olunmuş, Hindistan’ın Türk-Moğol imparatoru Ekber Şah’a takdim edilmek üzere Ebü’l Fazl tarafından başarılmıştır.[9 - Browne, İran Edebiyatı Tarihi, ikinci cilt.]
Envar-ı Süheylî sahibi Hüseyin bin Ali el-Vaiz, Nasrullah’ın daha önce yaptığı çeviriyi sadeleştirmek ve böylece eserin bütün halk tarafından okunmasını temin etmek istemişse de eseri daha geniş ve süslü bir üslup ile yazmaktan kendini alamamış ve eserin aslına sadık kalmaya özenmekle beraber tercümeyi genişletmiş; eseri, Browne’un dediği gibi “manasız abartmalarla, anlaşılmaz kelimelerle, lüzumsuz sıfatlarla, birbirini tutmayan benzetmelerle, kulağı tırmalayan süslü kelimelerle” doldurmuştur.
Eserin Türkçe Tercümeleri:
Kelile ve Dimne Türkçeye birçok defalar tercüme edilmiştir. Bu tercümelere dair elde edebildiğimiz bilgiyi burada özetliyoruz.
Kelile ve Dimne’nin Türkçeye, ihtimal ki ilk tercümesi, Aydınoğlu Umur Bey namına, miladın 1360 yılında Kul Mesud’un Nasrullah’tan naklettiği nüshadır. Daha sonra meçhul bir yazarın bu eseri şiire çevirerek I. Murad’a hediye ettiği anlaşılıyor. Fakat bu eserin en meşhur mütercimi Ali Çelebi’dir.[10 - Vefatı H 950.]Envar-ı Süheylî’yi tercüme ederek Kanuni Süleyman’a hediye etmiş ve ondan ödül almıştır.
Fakat Ali Çelebi’nin Hümayunname adını verdiği bu eser, ancak üç dilde hakkıyla bilgi sahibi olan kimselerin anlayabileceği koyu Osmanlıca ile yazılmış ve bugün ancak ihtisas sahiplerinin okumaya imkân bulacakları bir çeviridir.
Ali Çelebi, tercümesine yazdığı ön sözde “lügat-i garibeden ve elfaz-ı vahşiyeden tehaşi” ettiğini söyler ve bunun sebebini de şu şekilde anlatır:
“Tâ dîde-i her bina bî-nazar-ı taammuk ve taammuk-i nazar visal-i gavani-i maanisinden behremend olmak müyesser ve dil-i her dânâ bî-tekellüf-i tahayyül ve tahayyül-i tekellüf ol nazperverin harem-i hücre-i hayalinden berhudar olmak mutasavver ola.”
Eseri niçin sade ve açık bir lisanla yazmak istediğini ve niçin kimsenin anlayamayacağı kelimeler ve yabani sözler kullanmaktan çekindiğini bu derece karışık bir ibare ile anlatmaya özenen Ali Çelebi, sade yazmak iddiasında olmasaydı, kim bilir daha ne büyük hünerler gösterir ve içinden çıkılmaz ne yaman bilmeceler yaratırdı!
Gerçekten Ali Çelebi’nin bu tercümesi, eseri okutmaya ve yaymaya değil, rahmetli Ahmet Mithat Efendi’nin dediği gibi, eseri “büsbütün unutulmuş hâle sokmuş” yani eseri büsbütün uyutturmaya yardım etmiştir. Onun için Ahmet Mithat Efendi 1304’te Matbaa-i Âmire’de basılan Hulâsa-i Hümayunname’siyle bu eseri yaşatmaya çalışmıştır.
Burada şunu söylemek icap eder ki Ali Çelebi’nin tercümesi eserin Fransızca ve İspanyolcaya geçmesine yardım etmiştir.
Ali Çelebi ile Ahmet Mithat Efendi dışında da aynı eseri tercüme veya hülasa eden birkaç kişi ile karşılaşıyoruz. Bunlardan biri, Hilalî namında bir şairin manzum tercümesidir. Keşfel-Zunun’a göre İftiharuddin Muhammed Bekrî el-Kazvinî de Envar-ı Süheylî’yi Türk diline çevirmiştir. Aynı kaynağa göre meşhur Şeyhülislam Yahya Efendi Hümayunname’yi üçte birine indirerek özetlemiştir. H 1136’da vefat eden Osmanzade Tâib de Mısır’da kaldığı sırasında Hümayunname’nin güzel bir özetini yapmıştır. Bunun ismi: Zübdetü’l-Ezhar’dır. Daha sonra 1227’de Vidin Valisi Hafız Ali Paşa’nın divan efendisi Şerif İbrahim Mahir Efendi, Hümayunname’yi sadeleştirmeye çalışmış, daha sonra Tanzimat Devri’nde Adanalı Ramazanizade Abdünnâfi Efendi yine Hümayunname’ye dayanarak manzum bir tercüme vücuda getirmiştir. Bu manzum tercümenin adı Nâfiü’l-Âsâr’dır ve eser, 1849’da (H. 1266) yazılmıştır. Nihayet merhum Ahmet Mithat Efendi de Hümayunname’nin hem özetini yapmış hem de açıklamıştır.
Ahmet Mithat Efendi’nin Hulâsa-i Hümayunname’ye yazdığı ön sözden anlaşıldığına göre, bu eseri çevirmek fikrini kendisine Sultan II. Abdülhamid vermiş, ona kendi kütüphanesinden nefis ve tam bir nüshayı göndererek: “Ahmet Mithat bu nüshayı esas tutsun da yapacağı özeti ona göre yapsın, anlaşılmaz cümlelere girişmesin. Diğer yazdığı kitaplar gibi bunu da sade, güzel ve sehlülfehm (kolay anlaşılır) bir yolda yazsın. Hikâyelerin netayicinde çıkacak hikmetlerden şayan gördüklerini şerh ve izah etsin.” diye de haber göndermiş, o da bu ferman-ı hümayuna uyarak eseri yazmış ve eserin birinci sahifesinde kaydedildiği gibi bu hülasa “Bâ irade-i seniyye-i hazret-i hilâfetpenahî Matbaa-i Âmire’de tabolunmuştur. (H. 1304)”
Ahmet Mithat Efendi’nin altmış seneye yakın bir zaman önce bu özeti yaptığı sırada eserin Arapça metniyle ilgilenmediği açıkça görülmektedir. Çünkü eserin özeti bile Arapça metninden çok daha büyüktür ve bu tercüme ile eser, bir Hint eseri olmaktan çıkarak Binbir Gece Masalları’nın sahnelerini yaşatan bir şekil almaktadır. Ahmet Mithat Efendi’nin bazı hikmetleri izah için yazdığı açıklamalar eseri büyütmüştür.
Ahmet Mithat Efendi’nin bu eserde kullandığı lisan, Ali Çelebi’nin lisanıyla ölçülmeyecek derecede açık ve sadedir. Osmanlıca kültürü sağlam olanlar, bugün dahi bu eseri kolay kolay okuyabilirler.[11 - II. Abdülhamid, her nedense kendi bastırdığı bu eseri, sarayın bir odasına doldurarak neşir sahasına çıkartmamıştır.]
Eserin Türkçe tercümeleri bundan ibaret değildir. Eser, Doğu Türkçesine Taşkentli Fazlullah bin İsa tarafından tercüme olunmuş, bundan başka Kazan’da da Abdü’l-allam Faiz Han oğlu tarafından tercüme edilerek 1889’da basılmıştır.
Bizim Tercümemiz:
Bizim tercümemize gelince Abdullah İbnü’l Mukaffa’nın Arapçasından yapılmıştır. Bu yüzden Ali Çelebi’nin Hümayunname’sinden ve Ahmet Mithat Efendi’nin hülasasından çok farklıdır. Hatta eserin mühim bir kısmı ile Hümayunname arasında hiçbir alaka bulunmadığını söyleyebiliriz. Ali Çelebi ile ona uyanlar da Ahmet Mithat Efendi’ye kadar Envar-ı Süheylî adını taşıyan Farsça tercüme veya Hümayunname’yi esas aldıkları için eserin ilk defa olarak bizim tarafımızdan doğrudan doğruya Arapçadan Türkçeye çevrilmiş olduğunu zannediyoruz.
Gerek Ali Çelebi gerek Ahmet Mithat Efendi eserin aslına fazla bağlı olmaya lüzum görmemişlerdi. Ali Çelebi, üç dildeki bilgisini göstermek için İslamiyet’ten çok önce yazılan bu eseri “âyât-ı zaruriyetü’z-zikir ve ehâdis-i mensure ve âsâr ve eş’ar ve emsali meşhure” ile açıklık getirmek yolunu tutmuş, Ahmet Mithat Efendi de eserin aslı ile ilgilenmeyerek açık bir üslup ile mealini anlatmayı ve kendi düşüncelerini ilave etmeyi seçmiştir. Biz ise eserin, Arapça metnine bağlı kaldık ve metne azami sadakati göstermek için elimizden geleni yaptık. Bundan başka, eseri en açık ve en sade dil ile çevirerek bugünün okuyucuları tarafından anlaşılmayacak hiçbir kelime bırakmamaya dikkat gösterdik.
Eserin Mahiyeti:
Ali Çelebi’nin Hümayunname’ye yazdığı ön sözde anlattığı gibi bu kitap, pratik bilgi esasları üzerine kurulmuştur. Pratik bilgiden maksat, insanın iradesine tabi olan işlerini, menfaatlerini ve tabii hareketlerini idare edecek esasları tanıması ve ona göre hareket ederek hayatından umduğu olgunluğa ermesidir. Pratik bilgiden ferde ait olanına “ahlaki terbiye”, aileye ait olanına “ailevi terbiye”, cemiyete ve memlekete ait olanına “siyasi terbiye” denir. Bu eserde bilhassa ailevi terbiye ile siyasi terbiyeye önem verilmiş, ahlaki terbiyeye ait pratik bilgiler ancak istitrat yolu ile anlatılmıştır.
Pratik bilgi, hayat tecrübelerinin, hayat icaplarının telkin ettiği iş, felsefe demek olduğu için bunun aile ve cemiyet yaşayışını düzenleyen esaslarını herkesin anlayacağı hikâyelerle öğretmek ve bu hikâyeleri hayvanlara söyletmek, Doğu’nun başardığı yüksek bir edebî hünerdir. Bu eser ise bu yolda gösterilen hüner ve kazanılan başarının en yüksek şahikasıdır.
Eserin faydalı olmasını temenni ederek çalışmamızın bu naçiz verimini okuyucularımıza sunuyoruz.
Burada, eserin aslına girmeden önce eseri Pehlevî dilinden tercüme eden ve dünya dillerinin çoğuna hediye eden büyük âlim İbnü’l Mukaffa’nın hayatı hakkında biraz bilgi vermeyi de faydalı bulduk.

    Ömer Rıza Doğrul

ABDULLAH İBNÜ’L MUKAFFA
Bu eseri eski Farsçadan Arapçaya çeviren, belki bir dereceye kadar yazan Abdullah İbnü’l Mukaffa, Arap edebiyatının en kuvvetli şahsiyetlerinden, İran kültürünü Arap âlemine yaymak hususunda ebedî başarılar kazanan ölmez simalardan ve kendi devrine göre büyük sosyal devrimcilerden sayılmaya layık adamlardandır.
Kendisi aslen Farslıdır ve asıl adı Ruzbih’tir. Babasının adı Dazuyeh’tir. Babası İran’ın Gur nahiyesindendi. Fakat oğlu, Basra’da ve en temiz Arapçayı konuşmakla tanınmış Ethem oğullarının himayesi altında yetişti ve bu sayede en iyi Arapçayı öğrendi. Yazıcılıktaki hüneri sayesinde devrinin en yüksek prenslerine kâtiplik etti ve bu hizmeti ifa ederek devrin bütün içyüzüne nüfuz etti, devrin yüksek tabakasına mensup olan kimseleri ve bu kimselerin bütün yakınlarını; ihtiraslarını, düşünüş, yaşayış tarzlarını tanıdı ve kavradı.
Emevîlerin son halifesi olan Mehmet oğlu Mervan’ın Irak Valisi Ömer ibn Hübeyre oğlu Yezid’in ve kardeşi Davud’un kâtipliklerini, daha sonra Abbasîlerden Seffah’ın ve Halife Mansur’un amcaları olan İsa oğlu Ali’nin kâtipliğini yapmış olduğunu söylemek onun sanatı sayesinde kazandığı mevki ve görmeyi başardığı âlem hakkında bir fikir verebilir.
Devrinin ileri gelen şahsiyetlerine kâtiplik yapmak yüzünden mühim bir servet kazandığı ve servetiyle dostlarına ve değerli olduklarına inandığı kimselere faydalı olduğu da anlaşılıyor.
Fakat bu adamı on iki asırdan beri yaşatan ve sonuna kadar yaşatacağı muhakkak olan meziyet, devrinin yüksek mevki sahibi adamlarına kâtiplik etmesi değildi, eserleri idi. Bu eserlerden elimize geçenler, dört taneden ibaret olmakla beraber onun hakiki hüviyetini bize tanıtmaya kâfi gelmektedir.
İbnü’l Mukaffa’nın İran hükümdarlarının tarihi olan Hüdaname’yi, İranlıların nizamlarından, örf ve âdetlerinden bahseden Âyinname’yi, Kisra Nuşirevan’ın hâl tercümesini anlatan ve kendisi tarafından Tac adı verilen kitabı, Mezdek’ten bahseden ve onun dinini anlatan bir eseri ve daha başka eserleri Farsçadan tercüme ettiğini gerçi biliyoruz. Çünkü Mes’udî, Murucü’z-Zeheb’inde ve İbnü’l Nedim, Fihrist’inde bunlardan bahsetmektedir. Fakat bunlardan biri de henüz elimize geçmemiştir. “Henüz” diyoruz çünkü İbnü’l Mukaffa’nın birkaç eseri ancak yirminci asırda keşfolunmuş ve basılmıştır. Onun için diğer eserlerinin de ele geçmesinden büsbütün ümit kesilmeyebilir. Fakat onun şu dört eseri elimizdedir.
1. El-Edebü’s-Sagîr,
2. El-Edebü’s-Kebîr,
3. Risaletü’s-Sahabe,
4. Kelile ve Dimne.
Bu adamın bütün hüviyetini ve bu hüviyetin büyüklüğünü bize anlatan eserler bunlardır.
El Edebü’s-Sagîr, ahlaka ait ve atasözlerine benzeyen felsefi sözlerden oluşmuştur. Fakat bu sözlerin her biri deney mahsulü olduğu için yalnız edebî bir parlaklık değil, hayat teneffüs eden bir canlılıkla da göze çarpar. Mesela bakınız yazar ne diyor: “Dört şey var ki küçüğünü küçümsememek gerektir; yangın, hastalık, düşman ve borç!” Bu ancak yaşayan ve tecrübe eden bir adamın söyleyebileceği bir sözdür. Yahut şu sözüne bakınız: “Sonunda ziyan getiren kazancı, kazanç; sonunda kazanç getiren ziyanı, ziyan; dostlardan ayrılmak pahasına yaşanılan hayatı, hayat saymayınız!” Bu da ancak zararı ve kazancı çok iyi tanıyan, bunların değerini çok iyi tartan, derin duyuşlu bir adamın sözü olabilir. Abdullah İbnü’l Mukaffa; bu sözleri ister kendisi söylemiş ister Fars filozoflarından almış olsun, hayatında böyle yaşamış olduğu için söylediği sözlere kendi hayatından ruh vermiştir.
Gerçi bu kitabın vecizeleri arasında bağ gözetilmediği ve yazarın karşılaştığı her tecrübeyi en güzel tarzda belirtmekle yetindiği göze çarpmaktadır. Fakat bu düzensizlik de eserin değerinden bir şey kaybettirmiyor.
El-Edebü’l-Kebîr de aynı tarzda yazılmış bir eserdir. Fakat sözler daha uzundur ve vecizeler arasında düzen de gözetilmiştir. Çünkü bu vecizeler bilhassa iki konu etrafında toplanmaktadır. Birincisi hükümdarlara, valilere ve bunlara bağlı olanlara, yani yazarın içyüzlerini yakından tanıdığı kimselere hitap eder. İkincisi bilhassa dostluktan ve dostlardan bahseder. Onun hükümdarlara ve onlarla ilgili olanlara hitap etmeye yetkisi vardı. Çünkü emirlere ve valilere kâtiplik etmiş, bunların dostlarıyla ve düşmanlarıyla temaslarda bulunmuş, bunlarla bazen dost bazen düşman olmuş, Halife Mansur ile amcaları arasında kopan uyuşmazlıklara, ihtilaflara karışmış; bu ihtilaflara, uyuşmazlıklara ait olayları kaydetmiş, bu olaylar esnasında halifenin amcasına danışmanlık etmiş, sonra İran tarihinde bu hadiselerin nice nice eşleriyle karşılaşmış bir adamdı. Onun için bu konuyu tam bir yetkiyle ele almış ve eskilerle yenilerin tecrübelerinden faydalanarak onu tam bir başarıyla yazmıştır. Dostluk ve dostlar bahsi ise onun hayatta en çok sevdiği konu idi. Çünkü ona göre dostluk hayatın belkemiğidir. Dost, insan ruhunun aynasıdır. Sır ancak dosta emanet edilir. Samimiyet ancak dostla ilerletilir. Onun için dost seçmek, hakikaten güç bir iştir ve yazar, dost seçmenin şartlarını açıklarken kılı kırk yararcasına davranır. Fakat bütün hayatı, onun bu şekilde hareket ettiğini ve yazdığına inanarak yaşadığını gösterir. Çünkü kendisi valilerle düşüp kalkan, emirlerle en içten yakınlıklar kuran, tenkit etmek yüzünden hayatta en çetin güçlüklerle karşılaşan, özellikle sosyal bir bozukluğu düzeltmek adına türlü türlü entrikalarla ve dedikodularla savaşan bir adam olduğu için, dostun ancak bu türlüsüne ve en iyisine muhtaçtı.
İbnü’l Mukaffa’nın bu eserinden onu, devrin düzenini tenkit eden ve düzeltmesi için uğraşan inkılapçı hüviyetiyle gösteren eserine yani Risaletü’s Sahabe adlı eserine geçebiliriz.
Bu eserin, o devre göre bir harika sayılması icap eder. Çünkü İbnü’l Mukaffa bu eseriyle on iki asrı aşarak âdeta bizimle konuşuyor hatta bizim devrimizde dahi liberal sayılacak bir dille söz söylüyor.
İbnü’l Mukaffa’nın bu eseri, Halife Mansur gibi şüphelendiği her kimsenin vücudunu ortadan kaldıran bir adama sunmaya cesaret etmesi karşısında hayret etmemek mümkün değildir. Fakat onun eseri bu halifeye sunmuş olduğuna şüphe yoktur.
Yazar bu eseri niçin yazdığını anlatırken vaziyeti şu şekilde özetliyor: “Öyle valiler var ki ortalığı düzenlemeye ehemmiyet vermiyor. Vermek isterlerse de ne yapacaklarını bilmiyorlar. Ne yapacaklarını biliyorlarsa yapmak istedikleri işi başarmaya yetecek irade ve güç sahibi değiller yahut yapacakları işi başarmak için etraflarında yardımcı bulamıyorlar. Çünkü etraflarındaki kimseleri, hükümdar huzurunda sahip oldukları itibar yüzünden atamıyor ve onun için bu kusurları gidermek ve bu kötülükleri ortadan kaldırmak mümkün olamıyor.”
Onun her şeyden evvel düzelmesini istediği şey “ordu”dur ve ona göre, ordunun düzelmesi için alınacak ilk tedbir, ordunun bir kaide veya kanuna uymasıdır. Bu kanun, ordunun bilmesi icap eden her şeyi bildirmeli, askerlerin ne yapacaklarını ve nelerden sakınacaklarını anlatmalı, bütün ordu kumandanları ve eratı bu kanun dairesinde harekete mecbur olmalıdır. Yoksa kanunsuz bir ordu ancak anarşiye yol açar. Ordu, devletin mali işlerine, vergi toplamaya ait faaliyetlere katiyen karışmamalıdır. Çünkü para işleriyle uğraşmak orduyu fesada uğratır. Sonra ordunun başına yetenekli komutanlar tayin etmek, askerin ilmî ve ahlaki terbiyesine önem vermek, ordunun tahsisatını intizam içinde ödemek ve orduyu daima gözetmek ve denetlemek gerekir.
İbnü’l Mukaffa bu konuda tam bugünün adamı gibi konuşmuyor mu? Fakat onun ileri sürdüğü düzeltme çaresi sırf ordu için değildir. Onun, adliye sistemini düzeltmek için anlattıkları ve tavsiye ettikleri de aynı derecede ileridir. Abdullah İbnü’I Mukaffa o zaman adliye sistemindeki anarşiyi de belirtmiş, bu sistemin yalnız fikre dayanmak ve kanuna dayanmamak yüzünden birçok yolsuzluklara fırsat verdiğini anlatmış, onun için âdeta bir medeni kanun lüzumunu ileri sürmüş ve bu kanunun her yerde uygulanmasını istemiştir.
Bu vadide modern bir adam kafasıyla konuşan İbnü’l Mukaffa, devrinin bir yarasına daha dokunuyor ve onu da aynı görüşle inceliyor. Emevîlerin hâkimiyeti devrinde Irak halkı daima suçlu idi ve bu yüzden Emevîler Iraklılara karşı her baskıyı haklı görürlerdi. Emevîlerin Irak halkına karşı yükledikleri suçlamalar hiç olmazsa kısmen Abbasîlerin kafasına da yerleşmiş olduğu ve Iraklıların Ali oğullarını Abbas oğullarına tercih etmelerinden korktukları için onlar da Iraklılara karşı aynı şekilde hareket ediyorlardı. İbnü’l Mukaffa bu yoldaki hareketin doğru olmadığını, Iraklılara karşı uydurulan iftiraların esassız olduğunu anlattıktan başka, Emevîlere bağlılıkları iddia edilerek düşman gözüyle görülen Şam halkına da itimat gösterilmesi lüzumunu müdafaa etmiş ve o zamanın halkını teşkil eden bütün ülkelere de en iyi şekilde davranılmak icap ettiğini izah ederek devleti sağlamlamak ve dâhilî karışıklıkları önlemek için en esaslı çareyi tavsiye etmiş ve İslam devletlerinin çökmesine sebep olan en mühim sebebin önüne geçmek istemişti.
İbnü’l Mukaffa, devrin iktisadi sistemini de kusurlu gördüğü için onunla da meşgul olmuş, bu cephede de hüküm süren anarşiyi anlatarak ona göre tavsiyelerde bulunmuş ve hakikaten bir yenilikçi, bir devrimci kafası taşıdığını göstermiştir.
Yazar, bu eserinde hükümdarı da unutmamış, ona da birtakım bayağı adamları yanına almaması lazım geldiğini ihtar ederek yanında bulunması icap eden insanların şerefli, kafalı, kudretli, iffetli ve temiz kimseler olmaları ve her birinin mütehassıs oldukları işte çalışmaları icap ettiğini anlatmıştır.
Bu eserin, İbnü’l Mukaffa tarafından büyük bir ihtimal, kırkına varmadan evvel yazıldığını düşünürsek onun hakikaten olgun, kafalı, yüksek görüşlü ve devrimci bir hızla donanmış bir genç olduğunu derhâl anlarız.
Kelile ve Dimne’ye gelince bu eser de İbnü’l Mukaffa’nın başarmak istediği yenileşmeyi kolaylaştırmak ve yenilik ruhunu yaymak için tercüme ettiği ve yazdığı bir eserdir.
İbnü’l Mukaffa’nın pek haklı olduğunda tereddüt edilmeyecek bir kanaati, devrinde hüküm süren fenalıklardan birçoğunun özellikle işbaşında bulunan kimselerin yolsuzluklarından, zulüm ve kötülüğünden ileri geldiği idi. O zaman bu şahısları doğrudan doğruya tenkit etmek zordu ve son derece tehlikeli idi. Kendisi gerçi, demin ana hattını anlattığımız risaleyi yazmıştı fakat devrinin bütün edebî hünerlerini kullanarak fikirlerini ifadeye imkân bulmuştu. Biraz daha ileri gittiği takdirde son derece üzücü bir sonuçla karşılaşabilirdi. Zaten bu fikirleri yüzünden “zındık” diye şöhret bulmuş ve aleyhinde türlü türlü dedikodular alıp yürümüştü. Fakat İbnü’l Mukaffa’nın parlak zekâsı, hükümdarı eleştirmenin, onun neler yaptığını anlatmanın çaresini kolaylıkla buldu ve İran edebiyatı onun bu yoldaki isteğini yapmasına yardım etti. Çünkü bu sayede hayvanları konuşturarak iktidar mevkisinde bulunan kimseleri dilediği gibi hırpalamak imkânı belirmişti. O da Kelile ve Dimne eserinden faydalanarak bu şekilde hareket etmiş, bu kitabı tercüme etmek, daha doğrusu Arapçalaştırmak suretiyle devrinin padişahı olan Halife Mansur’a karşı, eserin metnindeki Filozof Beydeba’nın Kral Debşelim’e karşı rolünü almış ve bu sayede devrinin padişahını istediği gibi eleştirmiş, alaya almış ve halkı kralların kötülüğünden korumak için ne söylemek mümkünse hepsini söylemişti.
Onun için İbnü’l Mukaffa bu eserin yalnız çeviricisi değil, aynı zamanda yazarıdır. Fakat onun ne dereceye kadar çevirici ne dereceye kadar yazar olduğunu belirlemek son derece güçtür. Çünkü eserin aslı elimizde bulunmamaktadır.
Acaba İbnü’l Mukaffa’nın dinsizlikle suçlandırılmasının ve nihayet öldürülmesinin sebebi; düzen taraftarı olması, devletin bütün zayıf noktalarını eleştirmek, işbaşında bulunanların yolsuzluklarını yüzlerine vurmak ve bütün bu fenalıkların ortadan kalkmasını istemek miydi? Yoksa daha başka sebepler var mıydı? İhtimal ki onun Araplar arasında yetişmiş olmasına rağmen atalarının dini olan ateşperestlikten ayrılmaması ve ancak ömrünün son senelerinde yani tam manasıyla olgun bir adam olduğu sırada Müslümanlığa girmesi onun dinsizlikle itham edilmesini kolaylaştırmış; hür fikirleri ve bilhassa kanunu hâkim kılarak şahsi ve keyfî idareye son vermek yolundaki uğraşmaları, bu girişimlerinden hoşnut olmayan nüfuzlu kişilerin, aleyhinde propaganda yapmalarına neden olmuştur. Gerçek olan nokta: Halife Mansur’un, yazdığı bir kitap yüzünden öldürülmesini emrettiği ve bu işi de Basra valisi olan Süfyan’a yaptırdığıdır. Süfyan, İbnü’l Mukaffa’nın şahsi düşmanı idi. O da bu şahsi düşmanını ele geçirdikten sonra bir fırın yaktırmış, daha sonra İbnü’l Mukaffa’nın organlarını teker teker kestirerek her organı onun gözü önünde fırına attırmış, nihayet gövdesini de fırına atmış ve fırını kapamıştı.[12 - İbn Ebi’l Hadîd, Nehcü’l-Belâga Şerhi.]
Bir söylentiye göre Halife Mansur’un, Abdullah bin Ali’ye vereceği af beratı, İbnü’l Mukaffa tarafından yazılmış ve yazar, beratın halife tarafından bozulmasına imkân vermeyecek en sağlam, en ihtiyatlı lisanı kullanmış olduğundan Mansur’un öfkesine uğramış, halife bu yüzden öldürülmesini istemiş[13 - Cehşiyari, s. 110.] ve yazar, hicretin ya 142’nci (miladi 762) ya 143’üncü ya da 145’inci senesinde yukarıda anlattığımız şekilde öldürülmüştür.
Cahiz’in anlatışına göre yazar, Abdullah bin Ali’yi Halife Mansur’a karşı kışkırtmış, Mansur bunun farkına vararak onu bu yüzden öldürtmüştür.[14 - Cahiz’in Üç Risalesi, s. 47.]
İbnü’l Mukaffa’nın ölüm tarihi az çok bilinmekle beraber, onun ne zaman doğduğu pek belli değildir. Yalnız onun 106 senesinde doğduğunu anlatan bazı söylentiler vardır ve bundan, onun kırkına dahi varmadan öldürülmüş olduğu anlaşılmaktadır.
Fakat kırkına varmadan veya kırkını biraz aştıktan sonra öldürülen bu adam, şüphe yok ki bir deha idi ve eserleri bunu apaçık göstermektedir. Sonra bu adam, yalnız üstün bir zekâ değildi. Yüksek karakterli bir insandı ve birçok kayıtlar onun asil ahlaklı, ince ruhlu, cömert, vefalı bir insan olduğunu, kendisini daima terbiye ederek daha iyi ve daha ileri bir seviyeye varmak için uğraştığını anlatmaktadır.
Menkıbelerinden biri şudur:
Said ibn Selâm diyor ki: “Kûfe’ye gitmiştim. İbnü’l Mukaffa’yı gördüm. Beni çok iyi karşıladı ve sordu:
‘Burada işin ne?’
Hâlimi anlatarak:
‘Borç yükü altında kaldım da geldim!’ dedim.
Sordu:
‘Bir kimseyi gördün mü?’
‘Evet, Şubrume oğlunu gördüm. İleri gelen kimselerden birinin çocuklarını okutmakla ve terbiye etmekle meşgul olmam için yardımcı olacağına söz verdi.’ dedim.
‘Vah vah, bu kadar yaşlandıktan sonra bakıcılık mı yapacaksın?’ dedi.
Sonra sordu:
‘Evin nerede?’
Ben de evimi tarif ettim. Ertesi gün geldi. Ben, ders okuyan kimselerle uğraşıyordum. Karşıma bir mendil bırakıp gitti. Mendilin içinde kırk bir bilezik ile dört bin dirhem kadar nakit vardı. Ben de bunları alarak Basra’ya gittim ve işlerimi gördüm.”
Cehşiyari ondan bahsederken der ki: “Alicenap ve cömert bir kimse idi. Herkesi ağırlayarak yemeğe alıkoyar ve kendisine başvuran her kişiye yardımda bulunurdu. Ömer oğlu Davud’a kâtiplik etmekten dolayı bir hayli para edinmişti. Onun için Basra’da ve Kûfe’de tanınmış birçok kimselere beş yüz ile iki bin dirhem arasında aylık tahsisat bağlamıştı.”
İbnü’l Mukaffa kendisi gibi Arap nesrinin hükümdarlarından olan Abdülhamid el-Kâtib’in dostu idi. Günün birinde onun da öldürülmesi için, ferman çıkmıştı. Bu sırada Abdülhamid ile İbnü’l Mukaffa beraber bulunuyorlardı. Fermanın çıkması üzerine cellatlar, Abdülhamid’i aramaya çıkmışlar ve nihayet onu İbnü’l Mukaffa ile beraber bulmuşlardı. Bunların yanına giren cellat sordu:
“Abdülhamid hanginiz?”
İkisi birden cevap verdi:
“Benim!”
İbnü’l Mukaffa, dostunun canını korumak için ileriye atılmıştı. Fakat Abdülhamid ona mâni oldu ve gelenlere:
“Abdülhamid benim!” diye ısrar ederek kendisini teslim etti.
Dostluğu bu derece derinden duyan, dostundan mahrum olmaktansa kendi hayatını feda etmeyi göze alan adam, yalnız bu fıkrasıyla, menkıbesiyle ölmeyen bir sima olmaya layık değil mi?
Arap nesrinin bir şehriyârı olan Cahiz, belki onun bu hâlini göz önüne alarak der ki:
“Alicenap, kahraman ve güzel bir adamdı!”
Nihayet İbnü’l Mukaffa hakkında şu hükümle karşılaşıyoruz:
“Dört kişi vardır ki İslam âlemi her birinin kendi vadisinde eşini görmemiştir. Bunlar: Halil, İbnü’l Mukaffa, Ebu Hanife ve Fezarî’dir.”[15 - Halil, Arap edebiyatının en yüksek simalarındandır ve aruz fennini icat edendir. Kitabü’l-Ayn sahibidir. H. 170 senesinde yetmiş yaşında ölmüştür. Ebu Hanife, İmam-ı Âzam’dır. 131’de ölmüştür. Fezarî ise gök bilimcidir ve İslam tarihinde ilk usturlabı yapan adam olmakla ve daha birtakım aletleri imal etmekle ün yapmıştır. İbnü’l Mukaffa’nın Halil ile görüştüğü ve uzun sohbetlerde bulunduğu rivayet olunmaktadır. İmam-ı Âzam, onun ölümünden birkaç sene evvel vefat etmiş olduğuna göre onunla da aynı asırdadır. Fezarî’nin de bu üç zatla aynı asırdan olup olmadığını anlayamadım.]
İşte bu defa eserini Türkçeye çevirdiğimiz ölmez adam budur. Ve biz bu eseri Türk halkına sunmakla derin bir haz duyuyoruz.

    Ömer Rıza Doğrul

BİRİNCİ BÖLÜM

ASLAN VE ÖKÜZ
Kral Debşelim, filozof ve Brahmanlar başı Beydeba’ya dedi ki:
“Bana, yalancı ve düzenbaz birinin araya girmesiyle sevgileri sona eren, aralarında kin ve düşmanlık baş gösteren iki dostun hâlini bir örnek ile göster.”
Beydeba da şu cevabı verdi:
“İki dost, aralarına yalancı, düzenbaz birinin girmesi gibi bir felakete uğrarlarsa çok geçmeden araları bozulur ve birbirlerinden yüz çevirirler.” Bunun bir örneği şudur:
Evvel zaman içinde Destavend taraflarında yaşlı bir adam vardı ki üç evlat sahibi idi. Bunlar yetiştikten sonra babalarının servetine dadandılar ve bu serveti yemeye başladılar. İş güç sahibi olmadıkları için kendilerine hayırları dokunmuyordu. Babaları bunları bu hâlleri yüzünden azarladı. Onlara bu yanlış yoldan dönmek için öğüt vererek dedi ki:
“Oğullarım, dünya adamı üç şey peşinde koşar ve bunları ancak dört şeyle elde eder. Peşinde koşulan üç şey: Geçim bakımından geniş elli, insanlar arasında yüksek mevkili ve ahiret için hazırlıklı olmaktır. Bunları edinmek için lazım olan dört şey: Parayı en güzel yoldan kazanmak, kazanılan şeyi güzelce korumak, sonra onu meyvelendirmek, sonra da yaşamaya yarayacak, akrabayı ve arkadaşları sevindirecek tarzda harcamak ve böylece kazanılan şeyden ahirette de faydalanmak. Bunlardan birine saygı göstermeyen kimse dileğine varamaz. Çünkü para kazanmazsa geçinmek için bir şey bulamaz. Para kazanır da parasını korumazsa para elden gider ve yoksulluk baş gösterir. Parayı bir kenara kor da işletmezse az yemekle beraber hazırdan yemek yüzünden para, çarçabuk biter. Nasıl ki sürme, ancak milin uçlarına gelen miktarda alındığı hâlde süratle biter. Sonra para, harcedilmesi gereken yolda harcedilmez, konması yaraşan yere konmaz, haklı olana verileceğine haklı olmayana verilirse insan yine parasız kalır, fakirden farksız olur ve bu hâller parasının, birtakım sebepler yüzünden bitmesine karşı gelmez. Para, içinden su akan su yolu gibidir. Su yolunun ve su artıklarının bir çıkar yeri, fazla suları sarf edecek hava payı bulunmazsa harap olur. Çünkü birçok yerlerden sular sızar, belki bir yerden patlak verir ve bu yüzden sular boşuna akar.”
Yaşlı adamın bu sözleri oğulları üzerinde tesir etti. Onlar da bu sözlerin doğru olduğunu anlayarak ona göre harekete karar verdiler. Çocukların en büyüğü, adı Meyyun olan bir ülkeye hareket etti. Yolda, çamurlu olan bir yerden geçiyor ve arabasını birinin adı Şetrebe, diğerinin adı Bendebe olan iki öküz çekiyordu. Şetrebe, buralarda çamura batmış, sahibi ile arkadaşları onu çamurdan kurtarmak için takatleri kesilinceye kadar uğraştıkları hâlde muvaffak olamamışlardı. Bunun üzerine sahibi, yolundan kalmamaya karar vermiş ve Şetrebe’yi gözetleyecek bir arkadaşı yanında bırakarak çamurların kuruması ve hayvanın kurtulması üzerine peşinden gelmesini ve kendisine yetişmesini söylemişti. Geride bırakılan adam, burada gecelemekten sıkıldığı ve bu yeri ıssız bulduğu için öküzü bırakarak arkadaşlarına katılmış ve öküzün öldüğünü anlatarak demişti ki:
“Ecel geldi mi ve müddet bitti mi, ölümden sakınmak için yapılan her şey boştur, belki insanın başına bela olur. Nasıl ki adamın biri yırtıcı hayvanlar yüzünden tehlikeli olan bir yerden bile bile geçmiş ve bir müddet yürüdükten sonra kurtların en azılılarından biri karşısına çıkmıştı. Adamcağız kurdun kendisine doğru yürüdüğünü görerek korkmuş, kurttan korunmak için sağa sola bakmış ve bir vadinin ötesinde bir köy görmüştü. Adamcağız bunu görür görmez hemen o tarafa koşmuştu. Fakat köyü, bulunduğu yerden ayıran derenin üzerinde bir köprü bulamamış ve kurdun kendisine yetişmek üzere olduğunu görmüş. Bu durum karşısında iyi yüzme bilmediği hâlde kendisini dereye atmış. Köy halkından birkaçı tarafından görülmemiş ve imdadına yetişilmemiş olsaydı az kaldı batacak ve boğulacakmış. Fakat köy halkı yetişmiş ve onu ölmek üzere iken kurtarmışlar. Bu adam, köy halkı arasında bulunduğuna bakarak kurt gailesinden kurtulduğuna inandıktan sonra vadinin bir kıyısında tek başına duran bir evi görmüş, bari şu eve gireyim de dinleneyim demiş ve bu eve doğru giderek içeri girmiş. Fakat içeri girdiği zaman bir sürü hırsızın, yolunu kestikleri bir tacirin malını paylaşmakla ve kendisini öldürmek için bahaneler aramakla meşgul olduklarını anlamış. Bu manzara karşısında hayatının tekrar tehlikeye girmesinden korkan bu adam hemen köye dönmüş ve uğradığı kalp çarpıntısı ve yorgunluktan dinlenmek için bir duvara yaslanarak oturmuş. Fakat yaslandığı duvar üzerine yıkılmış, o da ölmüş…”
Öküzün sahibi de bu hikâyeyi dinledikten sonra:
“Haklısın, ben de bu hikâyeyi işitmiştim!” demişti.
Öküze gelince, içine battığı çamurlardan kurtularak gide gide yemyeşil, suyu ve otu bol bir yer bulur, burada yiye içe semizleşir ve rahata kavuşur. Şetrebe burada böğürüyor ve gittikçe sesi yükseliyordu. Meğer ona yakın bir koruda, bu bölgenin hükümdarı olan ünlü bir aslan bulunuyor ve emrinde bir sürü canavarlar, kurtlar, çakallar, tilkiler, parslar ve kaplanlar bulunuyormuş. Bu aslan, kendi düşüncesi ile hareket eder, arkadaşlarından hiçbirine bir şey danışmazmış. Aslan, öküzün bağırmasını işitince içine korku girmiş. Çünkü daha önce ömründe öküz görmemiş ve öküz böğürtüsü işitmemişti. Bu yüzden yerinde oturup bir yere gitmiyor ve hiçbir işe bakmıyordu. Ordusu onun yiyeceğini bulup getiriyordu. Onunla beraber olan yırtıcı hayvanlar içinde iki çakal vardı ki birinin adı Kelile, diğerinin adı Dimne idi; ikisi de zekâ, bilgi ve ilim sahibi idiler.
Bir gün Dimne, kardeşi Kelile’ye dedi ki:
“Kardeşceğizim, şu bizim aslana ne oluyor ki yerinden kımıldamıyor ve bir yere çıkmıyor?..”
Kelile cevap verdi:
“Sana ne? Bu işe karışmak bize düşer mi? Biz hükümdarımızın kapısında yaşayan kimseleriz. Onun dilediğini yapar, dilemediğinden yüz çeviririz. Sonra biz, hükümdarların sözü ile uğraşacak, onların işleriyle ilgilenecek kimseler miyiz? Onun için dilini tut ve bil ki her kim kendisine ait olmayan bir işe ve söze karışırsa maymunun dülgerden bulduğunu bulur.”
Dimne sordu:
“O nasıl oldu?”
Kelile de anlattı:
“Derler ki: Maymunun biri bir dülgerin bir ağaç üstüne binerek onu kestiğini ve bir arşın kadarını kestikçe içine bir kama soktuğunu görür. Bu manzara hoşuna giderek seyre dalar. Dülger, bir aralık başka bir iş görmek için gidince maymun da kalkar, kendisine ait olmayan bu işe burnunu sokarak dülger gibi ağacın üstüne biner fakat sırtını kamanın bulunduğu yere verir ve yüzünü öbür tarafa çevirir; kuyruğu da açık olan yarığın içinde sallanır. Bunun farkında olmayan maymun kamayı çıkarır çıkarmaz ağacın yarığı kuyruğunun üzerine kapanır, o da duyduğu acıdan bayılacak hâle gelir. Bu sırada geri dönen dülger, maymunu bu hâl üzere görünce ona dayak atmaya başlar ve maymunun dülgerden yediği dayak, kuyruğunun kısılması yüzünden çektiği acıdan kat kat beter olur.”
Dimne dedi ki:
“Haklısın kardeş! Fakat bil ki hükümdarlara yaklaşan her kimse, sırf karnını doyurmak için yaklaşmaz. Belki dostları sevindirmek ve düşmanları kahretmek için yaklaşır. İnsanlar içinde azla sevinen ve bir lokma ile kanan korkaklar, kupkuru bir kemik parçası bulup sevinen köpeğe benzerler. Erdemli ve insanlıkla dolu olanlarsa azla kanaat etmezler ancak layık oldukları ve kendilerine de layık olan yere yükselmek ve kavuşmak isterler. Bunlar o aslan gibidir ki bir tavşanı bırakır ve deve yavrusunu pençesine düşürür. Görmüyor musun ki köpek, kendisine bir lokma atılıncaya kadar kuyruğunu oynatıp durur. Fakat kuvvet ve kudret sahibi olarak tanınan fil, kendisine yemi verildiği zaman, yüzü okşanmadan ve kendisine türlü türlü sevgiler gösterilmeden yemini yemez. Kim ki servet sahibi olarak yaşar, akrabasına ve dostlarına iyilik ederse kısa bir ömür sürmekle beraber uzun ömürlü sayılır. Darlık, yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşayan, kendisini de başkalarını da sıkan kimseye gelince mezara girenler bile onlardan daha canlı sayılır. Yalnız karnını doyurmak için uğraşarak bununla kanaat eden ve daha ilerisine bakmayan kimse hayvanlardan sayılmaya layıktır.”
Kelile dedi ki:
“Senin ne demek istediğini anladım. Sen gene düşün ve bil ki her insanın kendine göre bir mevkisi, bir değeri vardır. Layık olduğu mevki ile kanaat etmesi icap eder. Bizim ise şimdiki hâlimizi hor görmeye sebep yoktur.”
Dimne şu cevabı verdi:
“Mevki dediğimiz şey, insanların çalışmasına bağlı ve insanlar arasında bu bakımdan birtakım savaşlara sebep olan yahut aralarında bir denkleşme sağlayan bir şeydir. İnsan çalışması sayesinde küçük mevkiden yüksek mevkiye varır. Tembel bir kimse, kendisini yüksek mevkiden alçak mevkiye düşürür. Şerefli mevkiye yükselmek güç olduğu hâlde yüksekten düşmek çok kolaydır. Nasıl ki ağır bir taşı yerden kaldırıp sırta yerleştirmek güçtür. Fakat sırttan indirip yere koymak kolaydır. Bize gereken bizden üstün olan mevkilere göz dikmek ve bunu gayretiyle istemektir. Biz bir mevkiden bir mevkiye geçebileceğimize göre ne diye kendi mevkimize kanaat edelim?”
Kelile buna karşı:
“O hâlde ne düşünüyorsun?” dedi.
Dimne de:
“Ben, bu fırsattan faydalanarak aslanla konuşmak istiyorum. Çünkü onun kafaca zayıf olduğunu görüyorum. Belki bu sayede kendisine yaklaşır, onun yanında bir mevki ve makam sahibi olurum.” dedi.
Kelile sordu:
“Aslanın bu işte şaşırmış olduğunu nereden anladın?”
Dimne cevap verdi:
“Bunu hissimle, düşüncemle kavradım. Fikir sahibi olan insan, arkadaşının dış görünüşünden ve bu dış görünüşün verdiği ipuçlarından hakiki hâlini ve içyüzünü anlar.”
Kelile gene sordu:
“Sen, aslanın dostlarından olmadığın ve aslana nasıl hizmet edilmesi lazım geldiğini bilmediğin hâlde aslanın yanında mevki sahibi olmayı nasıl umuyorsun?”
Dimne anlattı:
“Kuvvetli ve kudretli olan adam, yük taşımaya alışık olmasa da en ağır yükü taşıyabilir. Zayıf adam ise hamal da olsa yük taşımaktan âciz kalır.”
Kelile buna karşı:
“Hayvanların kralı, meclisinde bulunanlar içinde ahlak sahibi olanları aramaz, belki yakınlarına iltifat eder. O hâlde aslanın yakınlarından olmadığın hâlde onun yanında mevki sahibi olmayı nasıl umuyorsun?” dedi.
Dimne de şu cevabı verdi:
“Söylediğin sözlerin hepsini anladım ve düşündüm. Doğru söylüyorsun. Fakat hakkı olmadığı hâlde aslana yaklaşan ve onun meclisinde mevki sahibi olan kimse, uzak kaldıktan sonra yaklaşan kimse gibi değildir. Ona yakın olan kimselerin hakkı gözetilir ve bunlara saygı gösterilir. Ben de çaba harcayarak bunların mevkisine benzer bir mevki elde etmeye çalışacağım. Padişaha yaklaşmak isteyen kimsenin evvela gurursuz olması, eziyete katlanması, kızdığını belli etmemesi, herkese karşı yumuşak davranması icap ettiği ve bunları yapan kimsenin muradına ereceği söylenmektedir.”
Buna karşı Kelile:
“Diyelim ki aslanın yanına vardın. Başarmak için elinde ne var? Neyle onun yanında mevki sahibi olmak ve göze girmek istiyorsun?” dedi.
Dimne şu cevabı verdi:
“Ona yaklaşır ve huyunu öğrenirsem suyuna göre gider, ona karşı gelmemeye dikkat eder, doğru bir şey isterse onun doğruluğunu belirtir; onun üzerinde durmasını sağlar, ondaki iyiliği ve faydayı gösterir, o doğru şeyi yapması için her türlü teşvikte bulunur ve onu gerçekleştirerek sevinç duyması için çalışırım. Yahut zarar getirmesi ve şerefsizliğe sebep olabilecek bir şeyi yapmak isterse zararı ve şerefsizliği ve bunu yapmamaktaki fayda ve iyiliği belirtirim. Böylece aslanın yanında mevkimin yükselmesini ve başkasından görmediklerini bende görmesini ümit ediyorum. Bilgili ve yumuşak davranmasını bilen adam, bir hakkın değerini vermemek yahut bir yanlışı haklı göstermek isterse duvarlar üzerine resimler yapan ve bunları dışarı aksediyormuş yahut içeriye giriyormuş gibi gösteren hünerli ressam gibi hareket eder. Bu yüzden aslan beni anlar ve iyi düşündüğümü görürse beni ağırlar ve biz de kendisine yaklaşırız.”
Buna karşı Kelile:
“Şunu da söylesen bunu da söylesen…” dedi. “Aslana yaklaşmandan korkarım, onun dostluğu tehlikelidir. Diyorlar ki: Üç şey var ki bunlara ancak ahmaklar cüret eder ve bunlardan çok az kişi kurtulur. Bunlar: Padişaha arkadaş olmak, kadınlara güvenmek, tecrübe için zehir içmektir. Bilginler, devleti, güçlükle tırmanılır fakat güzel meyve ağaçlarla, kıymetli mücevherlerle, faydalı otlarla; bununla beraber yırtıcı aslanlarla, kaplanlarla, kurtlarla, korkunç ve zararlı her şeyle de dolu olan dağa benzetirler. Bu dağa tırmanmak çok güçtür fakat bu dağda yerleşmek daha çok güçtür.”
Dimne cevap verdi:
“Haklısın! Fakat tehlikelere dizgin vurmayan kimse de hiçbir meramına eremez. Kendisini, muradına erdirecek bir işi, korunabileceği bir korku yüzünden bırakan kimse de hiçbir büyük iş başaramaz. Deniliyor ki: Her şeyden fazla üç şey ancak yüksek bir gayretin, büyük bir düşüncenin yardımı ile elde edilebilir. Bunlar: Hükümdarla dost olmak, deniz ticaretine çıkmak ve düşmanla uğraşmaktır. Bilginler, iyi huylu ve ergin kimsenin ancak iki yerde görülebileceğini ve ancak bu iki yere layık olduğunu söylüyorlar. Bunlardan biri, hükümdar yanında ağırlanmak yahut zahitlerle birlikte ibadetle meşgul olmaktır. Nasıl ki bir file de ancak iki yerden biri yakışır. Ya vahşi bir hâlde yaşamak yahut hükümdarların bineği olmak.”
Bunun üzerine Kelile:
“Öyle ise Allah seni yapacağın işte başarılı eylesin!..” dedi.
Dimne de kalkıp gitti. Aslanın yanına girdi; yüzünü yerlere sürerek selam verdi.
Aslan yanında bulunanlara dönerek:
“Bu kim?” diye sordu.
Bunlardan biri:
“Bu filan oğlu filandır!” dedi.
Aslan:
“Evet, babasını tanırdım!” dedi.
Sonra Dimne’ye dönerek sordu:
“Nerelerdesin?”
Dimne cevap verdi:
“Efendimizin kapısında bulunuyor ve kafamla, gücümle efendimize yardım için imkân verecek bir işin çıkmasını bekliyorum. Çünkü hükümdarların kapısında, gözde olmayan kimselerin de yardım edebileceği işler çıkabilir. Nitekim bu kapıda duran hiçbir kimse küçük görülmez. Herkesten, kendi kudretince faydalanmak mümkündür. Hatta yere atılan bir çöp bile işe yarar ve onu yerden kaldıran adam icabında kullanmak üzere bir tarafa saklar.”
Aslan, Dimne’nin bu sözlerini dinledi ve beğendi. Kendi kendine, “Galiba bize vereceği bir nasihat veya anlatacağı bir düşünce var.” diyerek meclisinde hazır bulunanlara:
“Bazı kimseler, zekâ ve asalet sahibi oldukları hâlde bu meziyetleri tanınmaz ve bu yüzden mevkileri yükselmezse de bunların yetenekleri, kendilerini mutlaka ileri sürmek ister ve içlerindeki yükselme arzusu üflendikçe alevi şiddetlenen bir ateş gibi yanar.” dedi.
Dimne, aslanın kendisinden hoşlandığını anlayarak dedi ki:
“Ey hükümdar, halkınızın kapınızda bulunmalarının sebebi, geniş bilgilerini tanıtmak ümididir. Denildiğine göre, iki şeyde insanlar arasındaki üstünlük dikkate değer. Birincisi cenk adamının cenk adamına, ikincisi ilim adamının ilim adamına üstünlüğüdür. Yardımcılar denenmemiş kimseler olurlarsa onların çokluğu, belki de iş bakımından zararlı olur. Çünkü iş, yardımcıların çokluğu ile değil belki bunların özlülüğü ve yararlığı ile yürür. Yoksa yardımcıların çokluğu, kendini öldüresiye bir taş taşımaktan ve bu taşa bir değer bulamamaktan farksızdır. Ağaç gövdelerine muhtaç olan kimse, ağaç dallarının çokluğundan faydalanamaz. Onun için siz de ey hükümdar, derecesi küçük olan bir kişinin sahip olduğu meziyeti azımsamamak ve küçümsememek mevkisindesiniz. Çünkü küçük, büyüyebilir. Onun bu hâli, yay yapmak için ölülerin cesedinden alınan kiriş gibidir. Kiriş, ölülerin cesedinden alınan hor bir şey olduğu hâlde yaya gerildikten sonra mevkice yükselir ve hükümdarların eline geçerek kuvvetlerini göstermek ve eğlenmek için kullanılır.”
Dimne bunları söyledikten sonra, hükümdarın iltifatını kazanmış olmasının yalnız düşüncesinin kuvvetinden ve yeteneğinin yüksekliğinden ileri geldiğini yoksa aslanın babasını tanımış olmasından ileri gelmediğini anlatmak isteyerek sözüne şu şekilde devam etti:
“Hükümdar, insanları babalarını tanımak ve onlara vaktiyle mevki vermiş olmak yüzünden, kendisine yaklaştırmaz yahut babalarının kendisinden uzak kalmış olmaları dolayısıyla da onları kendinden uzaklaştırmaz. Belki her adamını dener ve onun ayarını tanır. İnsanın kendisine en yakın yeri, kendi gövdesidir. Gövdesi içinde ise kendisine zarar verecek hastalıklar bulunabilir, hastalık ise ancak tedavi ile giderilir.”
Dimne’nin sözlerini bitirmesi üzerine aslan bu sözleri son derece beğenerek ona çok güzel cevap verdi ve daha fazla sevgi gösterdi. Sonra meclisinde hazır bulunanlara şöyle dedi:
“Hükümdara gereken, hak sahibi olanların hakkını tanımazlık etmemektir. İnsanlarsa bu bakımdan iki çeşittir: Biri huysuzdur. Ve öyle bir yılan gibidir ki üzerine bir kere basılır da adamı sokmazsa adamın buna kanarak yılana bir kere daha basmaması gerçekleşir. Çünkü bir kere daha basarsa yılan da onu sokar. Biri de yumuşaktır ve soğuk sandal ağacı gibidir. Fakat bu ağacı da fazla ovarsanız zarar verici bir sıcaklık verir.”
Daha sonra Dimne, aslanla dost oldu. Onunla baş başa vererek görüşmeye başladı. Dimne bu fırsatların birinden faydalanarak aslana dedi ki:
“Hükümdarın bir yerde oturup dışarı çıkmadığını görüyorum. Bunun sebebi ne olabilir?”
İkisi bu yolda konuşuyorlar iken Şetrebe, şiddetle böğürmeye başladı. Bu böğürme aslanın üzerinde tesir etmekle beraber, aslan hâlini açığa vurmak ve Dimne’ye göstermek istemedi. Fakat Dimne bu sesin aslanı korkuttuğunu ve içine tesir ettiğini anlayarak sordu:
“Bu sesi işitmek hükümdarı rahatsız etti mi?”
Aslan da:
“Bundan başka bir şeyden rahatsız olmuyorum!” dedi.
Dimne:
“Fakat hükümdarın bir tek ses yüzünden yerini bırakması gerekmez. Çünkü bilginler: ‘Her sesten korkmak doğru değil.’ demişlerdir.” dedi.
Aslan sordu:
“Bunun temsili nedir?”
Dimne de anlattı:
“Tilkinin biri, bir ormana dalar. Meğer bu ormanın içinde bir ağacın üzerinde asılı duran bir davul varmış. Rüzgâr estikçe ağacın dalları davula çarpıyor, ortalığı müthiş bir ses kaplıyordu. Tilki sese bakarak bu tarafa doğru gider ve karşısında iri yarı bir şey görür. Bunun, mutlaka et ve yağ ile dolu olduğuna hükmederek davulu ele alır ve onu yarıncaya kadar uğraşır. Yardıktan sonra içinin bomboş olduğunu görünce: ‘Anlaşılan en yüksek sesli ve en iri gövdeli olanlar, içi kof olan şeylerdir!’ der.
Bu temsilden maksadım, sizi korkutan bu sesin sahibi ile karşılaştığımız takdirde, kendisinin sesinden daha çok ehemmiyetsiz olduğunu göreceğinizi söylemektir. Aslan arzu ederse kendisi beni bekler, ben de kalkar giderim ve ona bu sesin sahibi hakkında haber getiririm.”
Aslan razı oldu; Dimne de kalkıp o sesin geldiği tarafa gitti.
Dimne, gide gide Şetrebe’nin bulunduğu yere vardı. Fakat aslan, Dimne’nin gitmesi üzerine biraz düşünerek onu gönderdiğine pişman oldu ve kendi kendine şöyle dedi:
“Dimne’ye emniyet etmek ve sırrımı ona açmakla isabet etmedim. Çünkü Dimne, benim kapımda iltifat görmeyen kimseler arasında idi. Bir kimse, kabahat işlemediği, devlet nezdinde kendisini düşürecek bir vaziyet almadığı, ihtiras ve açgözlülük ile tanınmadığı yahut bir zarar ve sıkıntıya uğrayıp yardım görmediği, cezasından korktuğu bir suç işlemediği yahut kendisine faydası ve devlete zararı dokunacak bir şey peşinde koşmadığı, kendine faydalı olmasını umduğu bir şeyin zarar getirmesinden korkmadığı yahut devletin dostuna düşman ve düşmanına dost olmadığı hâlde uzun uzadıya iltifattan yoksun kalan bir adama birdenbire inanmamak ve güvenmemek gerektir. Dimne ise bir dâhi ve edip olduğu hâlde devlet kapısında iltifat görmeyen hatta hor görülen bir kimse idi. Belki de bu yüzden bana karşı kin gütmektedir. Bu yüzden belki bana ihanet eder, düşmanıma yardımda bulunur ve ona benim kusurlarımı anlatır. Belki de bu düşmanı benden kuvvetli bularak onunla birleşmeye özenir ve benden ayrılır.”
Aslan böyle düşündükten sonra yerinden kalkıp dolaştı ve Dimne’nin, geri dönmekte olduğunu görerek hoşnut bir gönül ile yerine döndü.
Dimne, aslanın yanına girince aslan dedi ki:
“Ne yaptın, ne gördün?”
Dimne de anlattı:
“Bir öküz gördüm. Böğüren o imiş. İşittiğimiz ses onun sesi imiş.”
Aslan sordu:
“Kuvveti nasıl?”
Dimne cevap verdi:
“Kuvveti yok. Yanına yaklaştım ve kendi dengimle konuşur gibi konuştum, muhavereler yaptım. Bana hiçbir şey yapamadı.”
Aslan anlattı:
“Onun bu hâline aldanma ve onu küçümseme! Çünkü en kuvvetli rüzgâr, otlara kıymet vermez. Fakat hurmaların en uzununu ve ağaçların en kuvvetlisini devirir.”
Dimne anlattı:
“Ondan yana asla endişe etmeyin ve onu büyük bir şey sanmayın. Ben, onu size getirir, sizi dinleyen ve emrinize boyun eğen kullarınız arasına katarım.”
Aslan:
“Pekâlâ, dilediğini yap bakalım!” dedi.
Dimne, hemen öküzün yanına gitti, zerre kadar korkmadan ve aldırmadan dedi ki:
“Aslan beni, sizi yanına götürmek üzere gönderdi. Bana şu emri verdi: Hemen itaat eder ve yanına gidersen şimdiye kadar huzuruna gitmek hususunda gösterdiğin kusuru affedecek. Şayet gecikir ve karar vermezsen hemen geri dönüp vaziyeti kendisine bildireceğim.”
Şetrebe sordu:
“Seni bana gönderen bu aslan kim? Nerededir ve ne hâldedir?”
Dimne anlattı:
“Bu aslan buradaki yırtıcı hayvanların kralıdır ve şurada oturur. Emrinde şu kadar asker vardır.”
Şetrebe, aslan ile yırtıcı hayvanlardan bahsolunması üzerine korktu ve dedi ki:
“Sen bana dokunulmayacağına dair ant verirsen seninle beraber hemen giderim!”
Dimne, öküzün kabul edeceği andı hemen verdi. Öküzü yanına alarak aslanın huzuruna götürdü. Aslan, öküze çok iyi davrandı. Yanına yaklaştırdı ve ona buralara ne zaman, nasıl ve niçin geldiğini sordu. Şetrebe de başından geçenleri anlattı. Aslan ona:
“Burada benimle kal. Bana arkadaş ol. Ben seni ağırlarım!” dedi.
Öküz aslana dua etti ve onu övdü.
Sonra aslan gittikçe öküzü daha çok ağırladı, kendine yaklaştırdı, sırlarını ona emanet ederek her işi ona danışmaya başladı. Gün geçtikçe öküze karşı hayranlığı artıyor, iltifatı çoğalıyor, onu kendisine yaklaştırdıkça yaklaştırıyor; bu sayede öküz, onun en yakın dostu oluyordu.
Dimne, öküzün herkes içinde aslanın en yakın dostu olduğunu, aslanın her şeyi ona danıştığını, onunla baş başa verip konuştuğunu, eğlencelerinde onunla düşüp kalktığını görünce öküzü fena hâlde kıskandı. Ona karşı derinden kin bağlayarak kardeşi Kelile’ye şikâyette bulundu ve dedi ki:
“Görüyor musun kardeşciğim? Ne kadar budalaca hareket ederek kendime neler ettiğimi!.. Aslana yaranayım derken kendimi ihmal ettiğimi ve aslanın yanına bir öküz getirerek kendi mevkimi kaybettiğimi gördün mü?”
Kelile de şu cevabı verdi:
“Zahidin başına gelen senin başına gelmiş!”
Dimne sordu:
“Zahidin başına ne gelmişti?”
Kelile anlattı:
Derler ki zahidin birine padişahlardan biri muhteşem bir elbise vermiş. Hırsızın biri bunu görmüş, “Şunu zahidin elinden alayım.” demiş. Bunun üzerine zahide giderek demiş ki:
“Ben sana arkadaş olmak, senin bildirdiklerini öğrenmek ve senin ilminle hareket etmek istiyorum.”
Zahit de:
“Pekâlâ!” diyerek onu yanına almış.
O ne yapıyorsa hırsız da aynını yapmış, üstelik zahide hizmet etmiş. Bunun neticesi olarak bir gün hırsız, elbiseyi alıp sıvışabilecek hâle gelmiş ve alıp götürmüş.
Zahit elbiseyi arayıp bulamayınca arkadaşının bunu alıp götürdüğünü anlar, onu bulmak için şehirlerin birine doğru yürür. Zahit yolda iki yaban keçisinin boynuz boynuza vuruştuklarını görür. İki keçinin vuruşa vuruşa kanları akar. Bu kanları gören bir tilki gelir, kanları yalamaya başlar. Tilki bu kanları yalayıp duruyorken dövüşen iki yaban keçisi adım adım onun kanları yaladığı yere varır ve tilki ikisinin boynuzları arasında kalarak bu çarpışmanın kurbanı olur!
Zahit, bu manzarayı gördükten sonra gide gide şehre girer fakat gece kalmak için bir kadının evinden başka bir yer bulamaz. Buraya iner ve misafir edilmesini ister. Meğer bu kadın, bazı genç kızları fuhşa sevk ederek geçinmekte olan bir ahlaksız imiş. Ev sahibi kadının ücret mukabilinde çalıştırdığı kızlardan biri, eve gelenlerden genç bir adamla sevişiyormuş. Fakat bu hâl, ev sahibi kadının kazancına engel olduğu için, zahidi misafir ettiği gece bu genci öldürmeye karar vermişti. Bu adam, her vakit gibi gelince ona içki verirler; adam sarhoş olarak sızar; genç kadın da yanı başına yatar. İkisi de uykuya iyiden iyiye dalınca ev sahibi kadın, erkeğin ağzına üflemek üzere bir kamışın içine koyduğu zehri alır, adamı öldürmek için yanına yaklaşır. Fakat tam zehri üfleyeceği anda adam birdenbire aksırır, zehir kadının boğazına kaçar ve kadın oraya düşerek ölür.
Zahit bütün bunları gözüyle görüyor ve kulağıyla işitiyordu.
Bunları gördükten sonra kalkar, başka bir ev bulmak ister ve bir eskicinin evinde misafir olur. Bu adam karısını çağırarak:
“Bu zahit adama bak. Kendisini ağırla, hizmetinde bulun! Ben bir arkadaşım tarafından içkiye davet olundum, oraya gideceğim!” der ve kalkıp gider.
Meğer kadının bir dostu varmış, hacamatçılık ile geçinen bir adamın karısı da bunların arasında aracılık ediyormuş. Eskicinin karısı, hacamatçının karısına haber göndererek:
“Kocam içki içmek için bir arkadaşının evine gitti. Her hâlde sarhoş olarak dönecektir. Dostuma haber ver, hemen gelsin, sen de ayrıca gel.” der.
Kadının dostu gelir, kapının önünde oturarak içeri girmek için izin bekler.
Bu sırada eskici gelerek herifi görür ve hâlinden şüphelenerek hiddet içinde karısının yanına girer, karıyı fena hâlde döver, sonra evin bir direğine bağlayarak yatağına girip sızar.
Bu sırada hacamatçının karısı gelerek kadına, dostunun uzun uzadıya beklediğini ve içeri girmek için izin istediğini söyler. O da der ki:
“Dilersen ve bana iyilik etmek istersen beni çözersin, ben de seni yerime bağlarım, dostuma gider ve süratle dönerim.”
Hacamatçının karısı razı olur. Kadını çözer, o da dostuna gider, kendisi onun yerine bağlı durur.
Fakat eskici, karısının dönmesinden evvel uyanarak karısına seslenir ve adıyla çağırır. Hacamatçının karısı cevap vermez ve herifin sesini tanıyarak rezalet çıkmasından korkar. Herif, karısını bir kere daha çağırır. Kadın cevap vermemekte ısrar eder. Fena hâlde hiddetlenen ve hınç içinde yerinden fırlayan eskici usturasını alarak kadının burnunu uçurur ve:
“Bunu al da dostuna hediye et!” der.
Eskici, vurduğu kadının karısı olduğundan şüphe etmiyordu. Derken eskicinin karısı gelerek hacamatçı karısının başına gelenleri görür, fena hâlde üzülür ve kocasının çok ileri gittiğini söyleyerek kadını çözer, o da kesik burnu ile kocasının evine gider.
Zahit bütün bunları görüyor ve işitiyordu.
Eskicinin karısı ise kendisine işkence eden kocasına beddua ediyor ve Allah’a, burnunu yapıştırması için yalvarıyordu. Nihayet sesini yükselterek, kocasını çağırarak der ki:
“Katı yürekli, kötü adam! Kalk da bak, sen bana ne yaptın? Allah ne yaptı ve bana nasıl acıyarak burnumu eski hâline çevirdi.”
Herif kalkarak kandili yakar ve karısının burnunu yerli yerinde görerek kadından af diler, suçundan tövbe eder ve Allah’ın da kendini affetmesi için yalvarır.
Hacamatçının karısına gelince o da evine gider, burnunun kesilmesi yüzünden kocasından nasıl af dileyeceğini, akrabasının karşısına nasıl çıkacağını düşünür. Şafak vakti hacamatçı uyanarak karısına:
“Bütün aletlerimi getir! Çünkü ululardan birine gideceğim!” der.
Fakat kadın ona yalnız usturayı getirir.
Hacamatçı tekrar anlatır:
“Bütün aletleri getir diyorum!”
Kadın yine usturadan başka bir şey getirmez.
Aynı hadise birkaç defa tekrarlandıktan sonra herif kızarak usturayı kadının suratına atar, kadın hemen yere kapanarak ağlamaya başlar:
“Burnum, burnum!” diye çığlıklar koparır.
Kadının bağırması çağırması yüzünden bütün akrabası ve tanıdıkları toplanarak onu bu hâl üzere görürler ve hacamatçıyı alarak mahkemeye götürürler.
Hâkim der ki:
“Ne diye karının burnunu kestin?”
Hacamatçı bir şey söylemediği için hâkim de kısasın uygulanmasına yani hacamatçının da burnunun kesilmesine karar verir.
Tam karar yerine getirileceği sırada mahkemeye gelmiş olan zahit, hâkime yaklaşarak:
“Ey hâkim! Bu işte sakın yanılma. Çünkü hırsız, benim elbisemi çalan kimse değil;[16 - Benim şahane bir elbise giymek için gösterdiğim hırs.] tilkiyi öldürenler iki yabani keçi değil;[17 - İki kişinin felaketinden faydalanarak onların kanını yalama hırsı.] mahut fahişeyi öldüren zehir değil;[18 - Yabancı bir adamı öldürmek hırsı.] hacamatçının karısının burnunu kesen kocası değildir.[19 - Elin kör ihtiraslarına hizmet ederek istifade hırsı.] Belki bütün bunları biz kendimiz kendimize yaptık!” der.
Hâkim bu sözlerin açıklanmasını istedi. Zahit açıkladı. Hâkim de hacamatçının serbest bırakılmasını emretti.
Dimne bu hikâyeyi dinledikten sonra, dedi ki: “Anlattığın hikâyeyi dinledim. Bu hâl, benim hâlime benziyor. Hakikaten bana, benden başka bir zarar veren olmadı fakat olan oldu, buna karşı çare ne?”
Kelile sordu:
“Ne yapmak fikrindesin? Neye karar vermek üzeresin?”
Dimne anlattı:
“Ben aslanın yanında eskisinden daha ileri bir mevki kazanmak istemiyorum. Fakat eski mevkimi bulmak emelindeyim. Çünkü üç şey vardır ki akıl sahibi kimse onlara dikkatle bakmak ve çarelerini bulmak zorundadır. Birincisi: Geçmişte elde ettiği kâr ve uğradığı zarar. Çünkü geçmişte uğranılan zararın tekrarlanmasından korunmak ve kâr elde etmek için buna lüzum vardır. İkincisi: Elde edilmekte olan faydalara ve uğranılan zararlara dikkat ederek gelen faydayı sağlamlamak ve zarardan kaçınmak. Üçüncüsü: İleride umulan istifadeye ve korkulan zarara dikkat ederek ümidi gerçekleştirmek ve korkulandan sakınmak. Ben de mevkimi yeniden ele geçirmek için ne yapacağımı düşünmekle beraber bu mevkiyi niçin kaybettiğimi de düşünerek şu çareyi buldum: Ot yiyen bu öküzün ölümüne sebep olmak için her şeyi yapmak. Çünkü bu öküz ortadan kalkarsa ben de aslan yanındaki mevkimi kazanırım. Bu da belki aslan hakkında hayırlı olur. Çünkü aslanın, öküzü kendine bu kadar yaklaştırması, her hâlde onun şanını düşürür ve ona zarar getirir.”
Kelile itiraz etti:
“Ben aslanın, öküzü bu kadar kendine yaklaştırmasında, ona bu kadar mevki vermesinde şanını düşürecek yahut onu bir kötülüğe uğratacak hiçbir şey görmüyorum.” dedi.
Dimne de şu cevabı verdi:
“Hükümdarın işi altı şey yüzünden bozulur: Yoksulluk, karışıklık, ihtiras, kabalık, zaman ve ahmaklık. Yoksulluktan maksat onun fikir sahibi, yardımsever ve emniyetli iyi yardımcılardan, siyasi adamlardan yoksun kalması ve bu çeşit adamları arayıp bulamamasıdır. Karışıklıktan maksat, insanların birbirine düşerek dövüşmeleri ve birbirinin gırtlağına sarılmalarıdır. İhtirastan maksat; kadınlara kapılmak, söze sohbete dalmak, eğlenceye, içkiye, ava ve bunlara benzer şeylere dadanmaktır. Kabalık, aşırı derecede şiddet göstererek haksız yere dil ile sövüp saymak, eliyle kırıp geçirmektir. Zamana gelince, o da veba yüzünden davarların ölmesi, meyvelerin bozulması, istilaya vesaireye uğramak gibi şeylerdir. Ahmaklık ise sertlik yerinde yumuşaklık, yumuşaklık yerinde sertlik göstermektir. Aslana gelince, öküze kendini büsbütün kaptırmış bulunmaktadır. Ve bu hâl onun şanını alçaltacak ve kendisine zarar getirecek bir durumdur.”
Kelile sordu:
“Peki… Öküz senden daha kuvvetli; aslan yanında senden daha çok saygılı, senden daha çok arkadaşlığı olduğu hâlde onun hakkından nasıl geleceksin?”
Dimne cevap verdi:
“Sen benim küçüklüğüme ve zayıflığıma bakma! Çünkü işler zayıf ve kuvvetli yahut büyüklük veya küçüklük ile yürümez. Nice küçük ve zayıf kimse vardır ki zekâ, deha ve düşüncesiyle nice nice kuvvetlilerin başarmaktan âciz kaldıkları işi başarmıştır. Zayıf bir karganın müthiş bir yılana karşı zekâsıyla başarı kazanarak onu öldürdüğünü işitmedin mi?”
Kelile:
“Hayır.” dedi ve sordu: “Bu nasıl oldu?”
Dimne de anlattı:
Derler ki bir karganın bir dağ tepesindeki ağaç üzerinde bir yuvası varmış. Ona yakın bir yerde de büyük bir yılanın yuvası bulunuyormuş. Karga yumurtladıkça yılan onun yumurtalarını yutarmış. Karga bu yüzden sıkılıyor ve üzülüyormuş. Günün birinde bu hâli bir çakala anlatır ve ona:
“Seninle, yapmak istediğim bir iş üzerinde danışmak istiyorum.” der.
Çakal sorar:
“Bu iş nedir?”
Karga der ki:
“Yılanın uyumasını bekleyip gözlerini gagalamak ve onu kör ederek kurtulmak istiyorum!”
Çakal şu cevabı verir:
“Bu senin bulduğun çare, çarelerin en kötüsüdür. Öyle bir çare bulmalı ki canını tehlikeye koymadan yılanın hakkından gelsin. Yoksa ıstakozu öldüreyim derken kendini öldüren balıkçına benzersin.”
Karga çakala sorar:
“Bu nasıl oldu?”
Çakal da anlatır:
Derler ki bir balıkçın, balığı bol bir yerde yuva kurmuş, burada yaşayacağı kadar yaşamış, sonra ihtiyarlamıştı. Artık av tutamadığı için açlıktan bitkin bir hâlde idi. Bir gün, kederli kederli oturup düşünürken yanından geçen bir yengeç, somurtkanlığına ve küskünlüğüne bakarak:
“Ey balıkçın, neden bu derece üzgün ve tasalısın?” dedi.
O da şu cevabı verdi:
“Nasıl tasalanmayayım ve kederlenmeyeyim ki! Şuracıkta balık avlayarak geçiniyordum. Bugün ise buradan iki balıkçı geçti. Biri diğerine dedi ki:
‘Burada bol balık var. Önce bunları avlayalım.’
Öteki de:
‘Ben daha başka bir yerde, daha bol balık gördüm. Oradan başlayarak buraya gelelim. Ve ne kadar balık varsa bitirelim.’
İşte, bu balıkçıların bu işi bitirmeleriyle buraya da geleceklerini ve ne kadar balık varsa avlayıp gideceklerini anladım. Bunu yaparlarsa ben de açlıktan geberirim.”
Yengeç, bu sözleri dinledikten sonra hemen giderek işi balıklara bildirir, onlar da balıkçına gelerek akıl danışmak isterler ve derler ki:
“Biz, sana akıl danışmak için geldik. Çünkü akıllı bir kimse, düşmanından da akıl öğrenmeyi ihmal etmez.”
O da der ki:
“Avcıların gücüne karşı gelemem. Bulduğum çare, şuracıkta bulunan suyu bol, sazları çok ve balıkları bereketli olan bir ırmağa gitmektir. Siz de oraya geçmeyi başarırsanız kurtulur ve çoğalırsınız.”
Balıklar:
“Bu iyiliği olsa olsa senden bekleriz!” dediler.
O da kabul etti. Ve her gün iki balık taşıyarak götürmeye başladı. Fakat bunları bir tepeye götürüyor ve orada yiyordu. Vaziyet bir müddet için böyle devam ettikten sonra, yengeç dedi ki:
“Ben de buradan sıkıldım ve korkmaya başladım. Beni de o ırmağa götürüver.”
Balıkçın razı oldu. Onu da taşıyarak uçtu ve balıkları yediği tepeye götürürken yengeç, balık kılçıklarının toplu olarak durduğunu görünce, giden balıkların nereye gittiğini ve kendisinin de aynı sona uğrayacağını anlayarak kendi kendine:
“Bir kimse dövüşse de dövüşmese de öleceğini bildiği bir yerde düşmanıyla karşılaştı mı, canını korumak ve şerefini kurtarmak için dövüşmelidir.” dedi ve çengelleriyle balıkçının boynunu sıkarak onu öldürdükten sonra, kendi canını kurtararak balıklara döndü ve işi anlattı.
“Ben sana bu örneği, birtakım hilelerin, hile sahibini mahvettiğini anlatmak için söyledim. Fakat ben sana öyle bir şey öğreteyim ki yapabildiğin takdirde kendini tehlikeye atmadan yılanı öldürür ve kendini kurtarırsın.”
Karga sordu:
“Bu nedir?”
Çakal da anlattı.
“Şöyle bir uçar ve dikkat edersin. Kadınların süslendikleri mücevherlerden birini kapar gelir, bu mücevherleri onun yuvasına atarsın. İnsanlar bunu görürlerse mücevherleri kurtarmak için yılanı öldürürler. Sen de rahat edersin.”
Karga bu aklı öğrendikten sonra uçtu ve büyüklerden bir adamın kızının damda yıkandığını, elbiselerini ve mücevherlerini bir kenara koyduğunu gördü. Hemen alçalarak kızın mücevherlerinden bir gerdanlık kaparak uçtu. Onun bir gerdanlık kaptığını görenler peşine düştüler, o da gözlerden kaybolmayarak uça uça yılanın yuvasına vardı ve gerdanlığı oraya attı. Bunu görenler derhâl koştular, yılanı öldürdüler ve gerdanlığı alıp gittiler.
“Sana bu olayı anlatışımın sebebi, hilenin kuvvetle yapılmayacak işi yaptığını göstermek içindir.”
Kelile yine itiraz etti:
“Öküz, kuvvetiyle beraber düşünceli bir kimse olmasaydı iş dediğin gibi olurdu. Fakat öküz, kuvvetiyle beraber akıl ve dirayet sahibidir. Buna karşı ne yapabilirsin?”
Dimne şu cevabı verdi:
“Öküz, kuvvetçe ve dirayetçe dediğin gibidir. Fakat benim kendisine üstün olduğumu inkâr edemez. Ve ben onu tavşan aslanı nasıl mahvettiyse öyle mahvedeceğim.”
Kelile sordu:
“Bu nasıl oldu?”
Dimne cevap verdi:
Derler ki: Aslanın biri suyu, sazı bol bir yurt içinde idi. Bütün bu taraflarda yaşayan hayvanlar suyun ve otların bolluğuna rağmen aslandan korktukları için bunlardan faydalanamıyorlardı. Günün birinde hayvanlar toplanarak aslanın yanına gelmiş, şunları söylemişlerdi:
“Sen bizim içimizden bir hayvanı yakalamak için bir hayli yoruluyorsun. Biz buna karşı senin işine de bizim işimize de yarayacak bir çare bulduk. Sen bizim emniyet içinde yaşamamıza razı olur ve bizi korkutmazsan biz de sana her gün yemek vaktinde bir hayvan göndermeyi kabul ederiz.”
Aslan bu teklife razı oldu ve bu esas üzere hayvanlarla barıştı. Onlar da sözlerini yerine getirdiler.
Günün birinde kura bir tavşana isabet etti ve o gün aslan bu tavşanı yiyecekti. Tavşan hayvanlara dedi ki:
“Size hiçbir zarar getirmeyecek tarzda bana biraz kolaylık gösterirseniz, ben de sizi bu aslandan kurtarmayı umarım!”
Hayvanlar sordular:
“Ne istiyorsun?”
“Beni aslanın yanına kim götürecekse benim geride kalarak gecikmemi hoş görsün ve beni zorlamasın!”
Hayvanlar:
“Pekâlâ!” dediler.
Tavşan da ağır aksak yürümeye başladı ve bu yüzden aslanın yemek yiyeceği vakit geçti. Tavşan daha sonra tek başına yavaş yavaş ilerledi. Aslan acıkmış, kızmış ve yerinden kalkarak tavşana doğru yürümeye başlayarak sormuştu:
“Sen nereden geliyorsun?”
Tavşan cevap verdi:
“Ben yabani hayvanların elçisiyim. Yanıma bir tavşan vererek beni yanınıza göndermişlerdi. Fakat yolumuzda bir aslana rast geldik. O da getirdiğim tavşanı alarak:
‘Ben, buraya sahip olmaya daha layığım. Ve buradaki hayvanların bana bağlı olmaları gerektir.’ dedi.
Ona:
‘Ayol, bu benim hükümdarımın yiyeceğidir. Buradaki hayvanlar bunu ona gönderdiler. Sen de bizim hükümdarımıza karşı gelme!’ dedim. Fakat sözümü dinlemedikten başka size sövüp saydı.
Ben de koşa koşa gelip bunu size bildirmek istedim.”
Aslan emretti:
“Haydi, bu aslan neredeyse bana göster!”
Beraber yürüdüler. Ve tavşan aslanı içi bol ve berrak su ile dolu bir kuyu başına götürerek kuyunun içine baktı ve:
“İşte burası!” dedi.
Aslan kuyuya bakınca içeride kendi gölgesiyle tavşanın gölgesini gördü ve tavşanın sözünden şüphelenmemek lazım geldiğini anlayarak rakibi ile dövüşmek üzere kuyuya atıldı; kuyunun içinde boğuldu.
Bu hikâyeye karşı Kelile dedi ki:
“Aslana hiçbir zarar gelmemek şartıyla öküzü ortadan kaldırabilirsen dilediğini yap! Çünkü öküz bana da sana da aslanın ordusuna bağlı olan diğerlerine de zarar verdi. Fakat öküzü ortadan kaldırmak için aslanı da feda etmek lazım gelirse bundan sakın. Çünkü bu hareket senin hesabına da benim hesabıma da kötülük olur.”
Dimne, birçok günler aslanın yanına gitmedikten sonra, onunla baş başa kalabileceği bir gün yanına girdi. Aslan onu görünce:
“Yahu, bu kadar zamandır neredesin? Neden görünmedin? Herhâlde hayırlı bir iş yüzünden bize uğrayamamış olacaksın?” dedi.
Dimne:
“İnşallah hayırdır.” dedi.
Aslan şüphelenerek sordu:
“Yoksa bir şey mi oldu?”
Dimne:
“Evet, öyle bir şey oldu ki onu ne siz isterdiniz ne de emrinizde bulunan bir kimse.” dedi.
Aslan tekrar sordu:
“Nedir?”
Dimne cevap verdi:
“Çok fena birtakım sözler…”
Aslan emretti:
“Anlat!”
Dimne açıkladı:
“Bunlar öyle sözler ki dinleyeni tiksindirir ve söylenmesi istenmez. Siz iyi yürekli ve düşünce sahibi bir hükümdarsınız. Sizin hoşlanmayacağınız bir sözü söylemekten ne kadar incineceğimi elbet takdir edersiniz. Hayırseverliğim ve sizi kendimden üstün tuttuğumu biliyorsunuzdur. Bununla beraber size bildireceğim şeye inanmayacağınızı sanıyorum. Fakat biz yabanilerin, hep size bağlı olduğumuzu düşünerek sormasanız da sözümü dinlemek istemeseniz de size karşı borcumu ödemeyi bir vazife sayıyorum. Çünkü hükümdarına karşı hayırseverlik göstermeyen, dostlarından düşüncesini gizleyen kimse, kendi kendine ihanet etmiş olur.”
Aslan sordu:
“Ne var?”
Dimne anlattı:
“Gerçek sözlü ve sağlam özlü bir kimse bana anlattı ki Şetrebe ordumuzun başında bulunanlarla gizlice görüşmüş ve bunlara: ‘Ben aslanı denedim. Aklını, zekâsını ve kuvvetini ölçtüm biçtim, neticede onun zayıf ve âciz bir kimse olduğunu gördüm. Bu yüzden onunla aramızda önemli bir macera çıkacak.’ demiş. Ben bunu haber alınca Şetrebe’nin hain ve vefasız bir kişi olduğunu anladım. Siz ona ne yapmak mümkünse yaptınız ve onu kendi denginiz gibi tanıdınız. O ise kendisini sizden farksız sayıyor. Mevkinizin sizden boşalır boşalmaz kendisine geçeceğini sanıyor. Ve sizin aleyhinizde bulunmak için ne yapmak mümkünse yapıyor. Hâlbuki derler ki bir hükümdar bir başkasının kendisini kendisiyle denk saydığını görürse onu öldürmelidir. Yoksa kendisi öldürülür. Şetrebe bütün bu işleri biliyor ve ona göre hareket ediyor. Akıllı kimse, bir iş olmadan, başına bir bela gelmeden çaresini bulandır. Yoksa olması beklenen işin, çaresine bakılmadan gerçekleşmesini beklemiş olur.
Derler ki insanlar üç türlüdür. Biri sağduyuludur, biri daha sağduyuludur, biri de âcizdir. Sağduyulunun birincisi bir mesele ile karşılaştığı zaman şaşırmayan, sapıtmayan ve mutlaka bir çare, bir çıkar yol bulup o meselenin içinden çıkandır. Fakat daha sağduyulu kimse, meseleyi oluşundan evvel anlayan ve ona göre hazırlanan, bunun için işi olmadan evvel göz önüne getirip onu ne kadar büyütmek mümkünse büyüten ve meseleyi olmuş gibi karşılayarak dert gelmeden derman bulan, derdi daha uzaklarda iken yok eden kimsedir. Âciz olan ise karar veremez, aman zaman der ve nihayet yok olur. Bunun bir misali üç balık hikâyesidir.”
Aslan sorar:
“O nasıldı?”
Dimne anlattı:
Derler ki içinde üç balık yaşayan bir göl vardı. Bu balıklardan biri akıllı, biri daha akıllı ve biri âcizdi. Göl, yüksekçe bir yerde olduğu için aşağı yukarı semtine uğrayan kimse bulunmamakta idi. Bu gölün yakınlarında akan bir nehir vardı. Günün birinde bu nehrin yanından geçen iki avcı, gölü görürler ve ağlarını alıp buradaki balıkları avlamak için sözleşirler. Balıklar da bunların sözleştiklerini işitirler. Balıkların en akıllısı bu sözlerden işkillenerek ve korkarak gölün nehre aktığı yolu bulup gitmeden rahat edemez. Akıllı balık ise balıkçılar gelinceye kadar bekler ve bunlar gelip de ne yapacakları anlaşılınca gölün sularını nehre kavuşturan yoldan kaçıp gitmek ister. Fakat balıkçıların bu yolu kapadıklarını görür ve kendi kendine der ki:
“Kusur ettim, işimi anında yapmadım; gecikme ve kusurun sonu budur. Fakat bu derde bir çare bulmak gerektir. Gerçi acele ile telaş ile bulunan çare fayda etmez fakat akıllı kimse, aklın göstereceği yoldan ümidi kesmez ve uğraşmaktan vazgeçmez.”
Bunun üzerine bu akıllı balık kendini ölmüş gibi göstererek suyun üstüne çıkar ve kâh yüzüstü kâh sırtüstü yüzer. Balıkçılar da onu alarak göl ile nehir arasındaki yere bırakırlar. O da hemen nehre sıçrayarak canını kurtarır. Âciz olan balık ise şuraya gider, buraya gider ve nihayet yakalanır.
Aslan:
“Anladım fakat öküzün beni aldatmak ve başıma çorap örmek isteyeceğini zannetmiyorum. Çünkü bu şekilde hareket etmesine sebep olacak hiçbir fenalık yapmadım; aksine ona yapmadık iyilik bırakmadım ve onu her dileğine kavuşturdum.” dedi.
Dimne anlattı:
“Fena olan kimse, layık olmadığı yere yükselinceye kadar iyi ve faydalı görünür. Buraya yükseldi mi, daha ilerisine varmak ister. Bilhassa hain ve suçlu olan kimseler böyledir. Sözün kısası, böyle kötü olanlar hükümdara hizmet eder ve hayırseverlik gösterirlerse bunu ancak korku yüzünden yaparlar. Maksatlarına kavuşup da korkuları dinerse eski hâllerine dönerler. Bunlar, düz olsun diye bağlanan köpek kuyruğuna benzerler. Kuyruk bağlı kaldığı müddetçe doğru durur fakat çözülür çözülmez tekrar eğri büğrü olur. Demek ki ey aslan, iyiliğini seven kimselerin kendisine ağır gelen sözlerini dinlemeyen kimse, doğru hareket etmiş olmaz. Çünkü bu şekilde hareket edenler, doktorun öğütleri içerisinde hareket etmeyerek canı ne isterse onu yiyen hastaya benzerler. Hükümdara yardım etmek isteyen kimse ise hükümdarlığın kuvvetini artıracak ve şanını yükseltecek, zarar getiren ve mevki alçaltan her şeyden koruyacak hususlarda en geniş teşviki göstermekle vazifelidir. Arkadaşların, yardımcıların en iyisi, öğüt vermek hususunda bir şeyden çekinmeyen ve dalkavukluktan sakınandır. Yapılan işlerin en hayırlısı, sonu en iyi olandır. Nasıl ki kadınların iyisi, kocasına en uygun olanıdır. Övmenin en iyisi de iyi insanların ağzından çıkandır. Devlet ve nimetin en hayırlısı, nankörlük karışmayandır. Ahlakın en hayırlısı, kötülükten korunmaya en çok yarayandır. Deniliyor ki yastık diye başını ateşe dayayan, yatak diye yılanların üzerine yatan bir adam, emniyet ettiği bir dostundan düşmanlık sezen bir adamdan daha rahat uyur. Hükümdarların en âcizi, ağır yürekli olanı, işlerin ilerisini sezmeyeni, kuduran bir fil gibi hiçbir şeye ehemmiyet vermeyenidir. Böylesi bir şey yüzünden üzüldü mü, ona aldırış etmez ve kayba uğradı mı, sorumluluğu adamlarına yükler.”
Aslan buna karşı:
“Sözü, çok ağır söyledin. Fakat hayırsever ve iyilik eden kimsenin sözünü kabul etmek ve sözünün ağırlığına dayanmak gerektir. Şayet Şetrebe bana düşmansa ondan bana bir zarar gelmesine imkân yoktur. Bana nasıl zarar verebilir ki o, ot yiyen bir hayvandır, bense et yiyen bir aslanım. O her an bana yem olabilir ve benim ondan korkmama imkân yoktur. Ben onun burada emniyet ve selamet içinde yaşamasına söz verdim. Ona her türlü izzet ve ikramı gösterdim. Bu davranışımı değiştirecek olursam kendi kendimi düşürürüm, cahilliğimi kabul etmiş ve sözümü tutmamış olurum.” dedi.
Buna karşı Dimne dedi ki:
“ ‘O benim yemimdir. Benim ondan korkacak bir şeyim yoktur.’ diyerek kendini aldatma. Çünkü Şetrebe, kendi kuvvetiyle seni yenemezse başkasını kullanarak senin hakkından gelmeye uğraşır. Derler ki: Ahlakını tanımadığın bir kimse seni bir saat için misafir etmek isterse, ondan bir zarar gelmesi, onun yüzünden bitin başına gelenin başınıza gelmesi muhtemeldir.”
Aslan sordu:
“Bitin başına ne geldi?”
Dimne anlattı:
Derler ki bitin biri, zengin bir adamın yatağında yerleşmiş ve orada bir hayli zaman geçirmiş. Geceleri adam uyuduktan sonra usulcacık sokulur, yavaşçacık kanını emer ve onu rahatsız etmeden çekilirmiş. Böylece bir müddet geçtikten sonra bir gün bir pire, biti ziyaret eder, bit onu misafir etmek isteyerek şöyle söyler:
“Bu akşam bizde kal, yatak çok yumuşak ve kan çok bol!”
Pire kalır. Gece ev sahibi gelerek yatağına girer ve uyur. Pire de fırsat bu fırsattır, diyerek adamın üzerine çullanır ve öyle bir sokar ki adam hemen uyanır ve uykusu kaçtığı için yatağının aranmasını emreder. Arayanlar yatakta yalnız biti buldukları için onu alırlar ve öldürürler. Pire de hemen kaçar.
“Sana, bu örneği vermemin sebebi, fenanın kötülüğünden kimsenin kurtulamayacağını anlatmak içindir. Böylesi, kötülük edemeyecek hâle de gelse aynı şeyi yapmak için başka bir çare bulur. Onun için şayet Şetrebe’den korkmuyorsan ordu içinde sana karşı kışkırttığı, senin aleyhine çevirdiği kimselerden kork.”
Dimne’nin bu sözleri aslanın üzerinde tesir etti. O da sordu:
“O hâlde ne dersin? Ve ne yolda hareketi uygun bulursun?”
Dimne cevap verdi:
“Çürüyen bir diş, çıkarılıncaya kadar yalnız ızdırap verir. Mide içinde çürüyen bir gıdadan kurtulmanın çaresi de onu uzaklaştırmaktır. Korku veren düşmanın çaresi de öldürmektir.”
Buna karşı aslan şu sözleri söyledi:
“Artık beni Şetrebe’nin yanımda bulunmasından hoşlanmayacak hâle getirdin. Ona haber göndereceğim ve bu hislerimi ona anlatacağım.”
Daha sonra aslan, Dimne’ye izin verdi.
Fakat Dimne aslanın Şetrebe ile konuştuktan ve cevaplarını dinledikten sonra fikrini değiştireceğine, uydurmalarını ve yalanlarını anlayacağına hükmetti. Ve aslana şu sözleri söyledi:
“Şetrebe’yi çağırmanı doğru bulmuyorum ve akıl kârı görmüyorum. Bana kalırsa hükümdar, bu noktayı düşünsün. Çünkü Şetrebe bir şey sezerse korkarım ki küstahlığını birdenbire ileri götürür. Hele bu Şetrebe, sizinle dövüşmeye kalkışırsa herhâlde buna göre hazırlıklı davranır. Yahut sizden ayrılırsa bu hareketinin sizi küçük düşürmesini ve şanınızı lekelemesini ister. Düşünceli hükümdarlar, suçunu bildirmedikleri bir kimsenin cezasını beyan etmezler fakat her suçun bir cezası vardır. Açık suçlarınki açık, gizli suçlarınki de gizlidir.”
Aslan anlattı:
“Hükümdar, incelemediği ve işlenmiş olduğuna inanmadığı bir suç yüzünden ceza verecek olursa bu cezayı kendi kendine vermiş ve kendi benliğine eziyet etmiş olur.”
Dimne şu karşılığı verdi:
“Böyle düşündüğünüze göre Şetrebe’yi hazırlıklı bir hâlde karşılamanız icap eder. Sakın sizi gafil avlamasın. Nitekim siz onun huzurunuza girer girmez büyük bir işe kalkışmak üzere olduğunu hemen anlayacaksınız. Bunun belirtileri renginin uçmuş olması, dizlerinin titremesi, sağa sola bakıp durması, boynuzlarını savaşa girecekmiş gibi sallamasıdır.”
Aslan:
“Pekâlâ, ondan sakınırım. Şayet senin anlattığın gibi davranırsa benim de artık bir şüphem kalmaz.” dedi.
Dimne aslanı bu şekilde kışkırttıktan, aslanı iyice doldurduğuna inandıktan ve aslanın öküze karşı gayet ihtiyatlı ve hazırlıklı davranacağını anladıktan sonra öküzü de görüp onu aslan aleyhinde kışkırtmak istedi. Fakat kendiliğinden gittiği takdirde aslanın bundan haber alarak rahatsız olmasından endişe ettiği için aslanın, kendisini göndermesini istedi. Ve söze şöyle devam etti:
“Şetrebe’yi görüp sözlerini dinlememe, içyüzünü anlamama ve öğreneceklerimi size bildirmeme izin verir misiniz?”
Aslan buna izin verdi. Dimne de kalkıp gitti. Üzgün ve kırgın bir hâlde Şetrebe’nin yanına girdi.
Şetrebe, Dimne’yi çok iyi karşılayarak:
“Ayol, epeyce zamandır neredesin? Günlerden beri seni görmez olduk. Sen de bizi aramaz sormaz oldun. Hayırdır inşallah!” dedi.
Dimne cevap verdi:
“Kendi alın yazısına hâkim olmayan ve alın yazısını güvenmediği kimselerin eline vererek korku ve endişe içinde yaşayan, bir tek saatini huzur içinde geçirmeyen kimse, hayır yüzü görür mü?”
Şetrebe sordu:
“Ne oldu?”
Dimne anlattı:
“Olacak oldu. Zaten kim kadere karşı gelebilir? Kim dünyada biraz sevilir de nankörlük ile karşılaşmaz? Kim isteğine erer de aldanmaz? Kim arzu ve hevesine kapılır da zarar görmez? Kim kendini kadınlara kaptırır da başına bela gelmez? Kim kötürümlerden bir şey ister de mahrum kalmaz ve kim fena insanlarla düşer kalkar da selametten uzak düşmez? Velhasıl kim hükümdarların kapısına düşer de bir gün kötülüğe uğramaz? Ne doğru söylemişler. Hükümdarların arkadaş oldukları kimselere karşı vefasızlıkları ve kaybettikleri dostlara karşı üzüntüleri, bir dost kaybettikçe yenisini karşılayan fahişelerin vefasızlığına ve üzüntülerine benzer.”
Şetrebe:
“Senden öyle sözler işitiyorum ki aslandan yana şüpheye düştüğünü ve korktuğunu anlıyorum.” dedi.
Dimne:
“Evet, böyle bir şüpheye düştüm. Fakat kendim için değil!” dedi.
Şetrebe sordu:
“Ya kimin için?”
Dimne anlattı:
“Aramızdaki dostluk ve hukuku biliyorsun. Aslan beni senin yanına gönderdiği zaman, ben sana söz vermiş ve antlar içmiştim. Onun için bildiğimi sana bildirmek ve korktuğumu sana haber vermek isterim.”
Şetrebe sordu:
“Ne biliyorsun?”
Dimne açıkladı:
“Sözünden şüphe edilmeyecek gerçek sözlü ve tecrübeli bir kimse bana anlattı ki aslan bazı dostlarına ve meclisine devam edenlere: ‘Öküzün semizliği hoşuma gitti. Yaşamasına da lüzum yok. Onu yiyeceğim ve etini dostlarıma ikram edeceğim.’ demiş. Bu sözleri işitip onun sözünü tutmayacağını ve sana haksızlık edeceğini anladım. Onun için sana gelerek hakkını ödemek ve çare bulup başını kurtarmanı sağlamak istedim.”
Şetrebe bu sözleri dinleyince Dimne’nin vaktiyle kendisine verdiği fikirleri hatırladı. Aslanın hâl ve şanını düşünerek Dimne’nin kendisine dostluk gösterdiğini sandı. Vaziyetini, onun tarafından anlatıldığı gibi olacağına inanarak üzüldü ve şu sözleri söyledi:
“Aslana veyahut emrindeki kimselerden birine karşı hiçbir kusur ve kabahatte bulunmadığıma bakarak onun beni feda etmesini ummuyorum. Herhâlde aslana benim aleyhimde birçok yalanlar söylenmiş olacak ki o da bana karşı bu şekilde hareket etti. Çünkü aslan bir sürü fena kimselerle düşüp kalkıyor. Kendisi bunlardan aslı esası olmayan sözler işitmeye ve bunlara inanmaya alışmıştır. Fena kimselerle düşüp kalkmak, iyilerden şüpheye sebep olabilir ve bu hâl insanı hataya düşürebilir. Nasıl ki bir ördek suyun içinde bir yıldızın akseden ışığını görerek onu balık sanmış, bu balığı avlamak için uğraşmış, bu tecrübeyi birkaç defa tekrar ettikten sonra onun avlanmaz bir şey olduğuna hükmederek vazgeçmişti. Daha sonra ertesi gün aynı suyun içinde hakiki bir balık gören ördek, onu geceleyin gördüğü aksin tıpkısı sanarak onu avlamaya uğraşmamıştı.
Aslana da benim hakkımda birtakım yalanlar söylenmiş, o da bunları dinlemiş ve inanmış ise başkasının başına gelenler benim başıma da gelir. Şayet aslana benim aleyhimde bir şey söylenmediği hâlde, hiçbir sebebe dayanmadan bana kötülük etmek istiyorsa buna hayret etmemek mümkün değildir. Bir kimsenin başkasını hoşnut etmeye uğraşmasına karşılık, onu hoşnut etmeye muvaffak olamaması, hakikaten hayrete değer bir hâldir. Fakat insanı daha fazla hayrete düşürecek bir şey, memnun etmeye uğraştığı bir kimsenin öfkesine uğramasıdır. Şayet bu gazabı gerektiren bir sebep varsa, bu sebebin ortadan kalkmasıyla vaziyetin değişmesi ve rızanın kazanılması mümkündür. Fakat bu gazap sebepsiz ise her ümidi kesmek lazımdır. Çünkü ancak bir sebebe dayanan hiddet yatıştırılabilinir ve bu gazap rızaya çevrilir. Ben de vaziyetime baktım ve aslana karşı büyük küçük hiçbir kabahat işlediğimi görmedim. Fakat bir dost ile uzun bir arkadaşlık yapan kimsenin her hususta dikkatli davranmasına ve her hususa da aynı uyanıklığı göstermesine imkân yoktur. Bu yüzden belki de dostu üzecek büyük küçük birtakım yanlışlar yapılması olağandır. Ancak akıllı ve vefalı olan kimse, bu çeşit kusurların bir kasta bağlı olup olmadığına bakar, bu kusurun af ile karşılanması için bir engel bulunup bulunmadığına yahut bu kusura göz yummanın kendisini düşürüp düşürmeyeceğine dikkat eder ve göz yummaya yardım eden bir kusur yüzünden dostunu tenkitten çekinir. Aslan da benim bir kusurumu görmüş olabilir. Fakat ben farkında değilim. Bununla beraber benim mevkim itibarıyla nankörlük fakat aslana karşı dostluğum bakımından hayırseverlik sayılacak birtakım fikir ayrılıkları bulunabilir. O da bu ayrılığı, belki küstahlık saymıştır. Fakat ben bu yolda da son derece ihtiyatlı davrandım. Ancak sağduyu ve ahlak icaplarından ayrıldığını gördüğüm zaman ona karşı geldim. Bunu da kumandanlarının ve dostlarının yanında değil fakat baş başa kaldığımız zaman kendisine anlattım. Sözlerimi bir sır emniyet eder gibi söylemiş ve hürmet vazifesinde kusur etmemeye en büyük önemi vermiştim. Çünkü biliyorum ki danıştığı zaman dostlardan, hastalandığı zaman hekimlerden, şüpheye düştüğü zaman ilim adamlarından, gevşek davranarak gelişigüzel öğüt almayı bekleyen kimse, yanlışın en büyüğüne düşmüş, başından geçen dertleri çoğaltmış ve büyük vebal yüklenmiş olur.
Vaziyet böyle değil de aslanın hâli, hükümdarların uğradıkları sarhoşluk buhranlarından biri ise diyecek yok. Hükümdara; inanç, güven, sevgi ve saygı dairesinde dost olmanın dahi tehlikeli olduğunu bilirim. Şayet bu değil de benim bir parça bilgili olmam dolayısıyla bu hâl başıma geliyorsa buna karşı gelmeye de imkân yoktur. Fakat beni bu hâle uğratan sebep, bütün bunların hiçbiri değilse o hâlde kaza ve kaderin bir cilvesidir. Kaza ve kadere karşı gelmek ise kimsenin elinde değildir. Aslanın kuvvet ve satvetini mahveden ve onu mezara sürükleyen, zayi bir adamı kudurmuş bir filin sırtında taşıyan, zehirli yılanın üzerine zehirli dişlerini sökecek ve onu oynatacak kimseleri üşüştüren, âcize akıl veren, kuvvetli ve cesur kimseyi acze düşüren, eli dar olanın elini genişleten, korkağa cesaret veren ve cesurun içine korku salan kaza ve kaderdir.”
Dimne dedi ki:
“Aslanın sana karşı kastı, fena kimselerin kendisini kışkırtmalarından yahut hükümdarlık sarhoşluğunun nöbetlerine tutulmasından dolayı değildir, doğrudan doğruya gaddar ve hain olmasındandır. Çünkü aslan, içi kötü, hain ve namerttir. Onun insana verdiği yem, başı tatlı ve sonu öldürücü zehirle dolu bir şeydir.”
Şetrebe cevap verdi:
“Demek ben o tadı tadarak hoşlandım. Şimdi de sonu olan zehre vardım. Zaten ecelim gelmemiş olsaydı, ben bu aslanın yanına düşmezdim. Çünkü o et yiyen, ben ise ot yiyen bir hayvanım. Ben bu işte kokusunu ve tadını beğendiği nilüfer üzerine konan ve bu yüzden onun üzerinden ayrılmayan fakat ortalık kararır kararmaz yaprakları üzerine kapanan, böylece yapraklar içinde uğraşıp didişen ve nihayet ölen bir arı gibiyim. Zaten dünyada kısmeti ile kanmayan ve daha fazlasına göz diken kimse, ağaçlar ve çiçeklerle hoşnut olmayarak filin kulağından akan suya göz diken ve filin kulaklarından yediği darbelerle yok olan sinek gibidir. İyiliği ve sevgiyi şükretmeyen kimselere gösterenler, tuzlu toprağa ekin ekenler gibidirler. Kendisini beğenen kimseye söz söyleyenler, ölüden akıl danışan yahut sağıra sır emanet eden kimselere benzerler.”
Buna karşı Dimne şunları söyledi:
“Sen bu sözleri bırak da başının çaresini ara!”
Şetrebe cevap verdi:
“Kendime nasıl çare bulayım? Mademki aslan benim etimi yemeyi kurmuştur ve kendisi anlattığın gibi fena düşünceli ve fena huyludur, artık benim için yapılacak bir şey kalmamıştır. Hâlbuki ben, onun bana karşı iyilikten başka bir şey düşünmediğini sanıyordum. Fakat kendisi böyle düşünmüş ve dostları benim öldürülmemi istemiş olsalar da yine kurtuluş imkânı kalmazdı. Çünkü iyi ve suçsuz bir kimse etrafında düzenbaz ve zalim kimseler toplanacak olurlarsa onu muhakkak ki ölüme uğratırlar. Onların zayıf olmaları ve zulme uğrayan kimsenin kuvvetli olması da buna karşı fayda etmez. Nasıl ki kurt, karga ve çakal bir olarak devenin öldürülmesine sebep olmuşlar ve bunu yapmaları için ona hıyanet etmeleri ve onu aldatmaları kâfi gelmişti.”
Dimne sordu:
“Bu nasıl oldu?”
Şetrebe anlattı:
Bir aslan, insanların geçtikleri bir yola yakın bir ağaçlıkta barınıyormuş; bir kurt, bir karga ve bir çakaldan ibaret üç arkadaşı varmış. Günün birinde birtakım çobanlar buradan geçmişler. Yanlarında birtakım develer de bulunuyormuş. Develerden biri geride kalarak ağaçlığa girmiş ve aslanın yanına varmış. Aslan deveyi görerek sormuş:
“Nereden geldin?”
“Şuradan geldim!”
Aslan tekrar sormuş:
“Ne diliyorsun?’’
Deve cevap vermiş:
“Efendimiz ne emrederse onu yapmak!”
Aslan şu sözleri söylemiş:
“Öyle ise yanımızda kal. Burada bolluk, genişlik ve emniyet var!”
Deve de burada kalmış, aslan ve arkadaşlarıyla birlikte uzun bir zaman yaşamış. Derken günün birinde aslan ava çıkmış büyük bir fil ile karşılaşarak şiddetli bir savaşa tutuşmuş, sonunda yaralı bereli bir hâlde filin elinden kurtulmuş ve yaralarından kan aka aka geri dönmüş. Dönmüş ama döner dönmez kımıldayamayacak, avlanamayacak bir hâlde yere serilmiş. Kurt, karga ve çakal, aslanın artıklarıyla geçindikleri için günlerce yiyecek bulamamak yüzünden zayıfladıkça zayıflamışlar, aslan da onların bu hâline bakarak:
“Yahu, çok bozuldunuz ve beslenmeye muhtaç bir hâle geldiniz.” demiş.
Üçü de birden:
“Biz kendimizi asla düşünmüyoruz. Fakat efendimizi bu hâlde gördükçe ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Elimizden gelse de size yiyecek bulsak…” demişler. Aslan da:
“Sizin, iyilikseverliğinize inanıyorum. O hâlde sağa sola bir başvursanız da bir av bulsanız, bu sayede ben de siz de biraz bir şeyler yesek!..” demiş.
Kurt, çakal ve karga aslanın yanından çıkarak bir kenara çekilmişler, oturup konuşmuşlar ve:
“Bizimle şu ot yiyen hayvan arasındaki münasebet ne? Onun hiçbir hâli bizim hâlimize benzemez ve kafası bizim kafamız gibi işlemez. O hâlde aslanın şunu parçalayıp yemesini, etinden de bize yedirmesini tavsiye etsek?..” demişler.
Çakal:
“Hayır, bunu aslana söyleyemeyiz. Çünkü deveye söz vermiş ve onun burada huzur içinde yaşayacağını söylemiştir.” demiş.
Buna karşı karga şu cevabı vermiş:
“Ben aslanla konuşur, meseleyi hallederim.”
Ve hemen yerinden kalkıp aslanın yanına gitmiş, aslan sormuş:
“Bir şeyler buldunuz mu?”
Karga şu cevabı vermiş:
“Ancak çalışan ve gören bir kimse bir şeyler bulur. Bize gelince, uğradığımız açlık yüzünden gözümüz görmüyor ve çalışmaya da takatimiz yok. Fakat bir çare bulduk ve bu çare üzerinde birleştik. Hükümdar da razı olursa mesele kalmaz.”
Aslan sordu:
“Bulduğunuz çare ne?”
Karga anlattı:
“Şu deve yok mu? O, ot yiyen hayvan olduğu, bize hiçbir faydası dokunmadığı, hiçbir zararı gideremediği hâlde aramızda dönüp dolaşıyor ve hiçbir işe yaramıyor.”
Aslan, bu sözlerden fena hâlde kızarak der ki:
“Ne fena düşünüyor ve ne bayağı sözler söylüyorsun. Vefalılığa ve merhamete ne kadar aykırı şeylerden bahsediyorsun. Senin bana karşı bu kadar küstahlık göstermeni, bana bu çeşit sözlerle hitap etmeni hiç beklemezdim. Biliyorsun ki ben deveye söz verdim. Onun burada emniyet ve huzur içinde yaşayabileceğini kendisine bildirdim. Dünyada yapılacak en büyük iyilik, korku içinde yaşayan bir kimseyi emniyete kavuşturmak, boşu boşuna akıtılacak bir kanı korumaktır. Ben deveye bu yolda söz vermiş bulunuyorum. Verdiğim sözden dönmeye imkân yoktur.”
Buna karşı karga der ki:
“Bütün bunları biliyorum. Fakat bir ev halkını kurtarmak için bir can, bir kabileyi kurtarmak için bir ev halkı, bir şehir halkını kurtarmak için bir kabile ve bir devleti kurtarmak için bir şehir feda edilebilir. Şimdi ise devlet ihtiyaç içindedir. Hükümdar kabul ettiği takdirde ben, ona hiçbir eziyet çektirmeden verdiği sözden kurtarırım. Ona göre çare bulur ve bu çare sayesinde vaziyeti düzelterek mükemmel bir netice elde ederiz.”
Buna karşı aslan susar ve karga, aslanın susmasını “evet” sayarak arkadaşlarının yanına gider, der ki:
“Aslanla, deveyi yemek bahsini konuştum. Hepimiz deveyi alarak aslanın yanına gider, aslanın hâlinden yana yakıla bahseder, onun vaziyetinden endişe ettiğimizi, bu vaziyetin içinden çıkmak için çare aradığımızı anlatırız. Daha sonra her birimiz kendini aslan uğrunda fedaya hazır olduğunu ve aslanın kendisini yiyerek açlıktan kurtulmasını istediğini söyleriz. Diğerlerimiz, onun bu işe yaramadığını ve ileri sürdüğü düşüncenin boş olduğunu, onun etini yemenin zarardan başka bir şey getirmeyeceğini anlatırlar. Bunu yaptığımız takdirde hepimiz kurtuluruz, aslan da memnun olur.”
Bunun üzerine hepsi aslanın yanına giderler. Evvela karga söze başlayarak der ki:
“Ey hükümdar! Hayatını devam ettirmek için gıdaya muhtaç oldun. Biz senin uğrunda fedayız. Çünkü senin sayende yaşıyoruz. Ölecek olursan, ölümünden sonra yaşayamayız. Birimiz de hayattan zerre kadar zevk alamaz. Onun için hükümdardan rica ediyorum. Beni yiyiniz! Ve ben bunu gönül rızasıyla kabul ediyorum.”
Kurt ile çakal hemen ileri atılarak derler ki:
“Ne diyorsun yahu? Seni yemekten ne hayır gelebilir? Aslanın karnını doyuramazsın ki…”
Daha sonra çakal söze devam ederek der ki:
“Ben ise hükümdarımızın karnını doyurmaya yeterim. Çok rica ederim, aslan beni yesin. Ben buna gönül hoşluğu ile razıyım!”
Kurt ile karga hemen atılırlar:
“Ne diyorsun! Senin etin yenilir mi hiç? Sen çirkef, kokmuş etlinin birisin!”
Kurt şunları ilave eder:
“Fakat benim etim senin etin gibi değildir. Hükümdar benim etimi yesin. Ben bunu gönül rızasıyla kabul ediyorum. Etim, hükümdara helal olsun!”
Bu defa karga ile çakal itiraz ederek derler ki:
“Hekimler, ‘Kim kendini öldürmek istiyorsa kurt eti yesin.’ diyorlar.”
Deve, bu vaziyet karşısında, kendini sunarak etinin yenmesini teklif ederse onu da korumak için birtakım bahaneler bulacaklarını, bu sayede kurtulacağını ve aslanı da hoşnut ederek her tehlikeden korunacağını zanneder ve der ki:
“Benim etim aslanı doyurur. Çünkü etim lezzetlidir, şifalıdır ve karnımın içi tertemizdir. Hükümdar beni yesin, doysun ve arkadaşlarını, hizmetkârlarını doyursun. Ben buna razıyım. Etim hükümdara helal olsun.”
Kurt, çakal ve karga:
“Deve çok doğru söyledi; iyi hareket etti ve bildiğini anlattı!” derler ve derhâl üzerine atılarak parçalarlar.
“Sana bu misali anlatmamın sebebi, şunu iyi bildirmektir: Şayet aslanın arkadaşları ölümümü istemek hususunda birleşmişlerse bunlardan korunmaya ve bunlara karşı gelmeye imkân yoktur. Hatta aslan onlar gibi düşünmüyorsa da onun bu hâli bana fayda vermez ve beni korumaz. ‘Gerçi hükümdarların en hayırlısı insanlar arasında adaleti gözetendir.’ deniliyor fakat aslan bana karşı yalnız iyilik ve merhamet hissiyle hareket edecek olursa muhakkak ki aleyhimde söylenen sözler, onun da değişmesine sebep olur ve bu sözler çoğaldıkça bana karşı hissolunan esirgeme ve koruma hissi de gönüllerden silinir. Görmüyor musun ki su, söz gibi değildir. Taş, insanlardan da sudan da serttir. Fakat su, taşın üzerinden aka aka onu aşındırır ve deler. Sözün de insan üzerindeki tesiri böyledir.”
Dimne sordu:
“O hâlde ne yapmak fikrindesin?”
Şetrebe cevap verdi:
“Kavga için hazırlanmaktan ve uğraşmaktan başka çare yoktur. Çünkü canını kurtarmak için uğraşan kimsenin kazanacağı sevap, en büyük sevaptır.”
Dimne itiraz etti:
“Başka bir çare bulunduğu hâlde, bir kimsenin kendisini tehlikeye atması reva değildir. Akıllı kişi, kavgayı en son çare sayar. Daha önce daha başka çarelere başvurur ve bu çareleri dener. Derler ki zayıf sayılan, hor görülen düşmanı, sakın hor görme. Hele bu türlü düşman, becerikli ise ve yardımcı toplamaya gücü yetiyorsa onu mutlaka hor görmemek icap eder. Zayıf düşmana bu şekilde saygı göstermek gerektiğine göre cesur ve cüretli düşmana karşı ne yapmak lazım geldiğini düşünmek isabetli olur. Düşmanını, zaafı yüzünden hor gören kimse, deniz perisinin Taytava kuşundan uğradığı hâle uğrar.”
Şetrebe sordu:
“Bu nasıl oldu?”
Dimne anlattı:
“Deniz kuşlarından Taytava adlı birinin yurdu, deniz sahili üzerinde idi ve karısıyla birlikte yaşamakta idi. Yavrulamak zamanları erişince dişi, erkeğe dedi ki:
“Sağlam bir yer bulsak da orada yavrularımızı çıkarsak. Çünkü deniz perisinin, suları kabartınca yavrularımızı silip süpürmesinden korkuyorum.”
Erkek şu cevabı verdi:
“Olduğumuz yerde yavrula! Burası bize çok uygun bir yerdir. Su ve çiçekler yakınımızdadır.”
Dişi:
“Budala! Dikkat et, ben deniz perisinden korkuyorum.” dedi.
Erkek ısrar etti:
“Sen buracıkta yavrula! Deniz perisi bize dokunmaz.”
Dişi:
“Amma inatçısın. Onun bizi nasıl korkuttuğunu ve neler söylediğini hatırlamıyor musun? Sonra kendine ve yavrularına bir değer vermiyor musun?” dedi.
Fakat dişi, erkeğine söz anlatamadı. Dişi bir hayli söylendikten sonra dedi ki:
“İyilikseverlerin verdiği öğüdü dinlemeyenin başına, ördeklerin sözünü dinlemeyen kaplumbağanın başına gelen gelir.”
Erkek sordu:
“Bu, nasıl oldu?”
Dişi de anlattı:
Derler ki sazlı bir gölde iki ördek yaşıyordu. Burada bulunan bir kaplumbağa ile bu ördekler arasında sevgi ve dostluk vardı. Çok geçmeden gölün suyu çekildi, ördekler de kaplumbağaya veda etmek için onun yanına geldiler:
“Selam, biz suların çekilmesi yüzünden gidiyoruz.” dediler.
Kaplumbağa:
“Ayol, suların çekilmesi, sizden fazla beni rahatsız eder. Çünkü ben, gemi gibi susuz yaşayamam. Siz ise her nerede bulunursanız yaşar gidersiniz. Onun için beni de beraber götürünüz.” dedi.
“Pekâlâ.” dediler.
Kaplumbağa sordu:
“Beni nasıl taşırsınız?”
Anlattılar:
“İkimiz bir çubuğun iki ucunu tutarız. Sen de ağzınla onun ortasını yakalarsın. Biz de uçarız, seni de götürürüz. Yalnız bizi gören insanların söylediklerini işitirsen sakın onlara cevap vermeye kalkışma!”
Kaplumbağa razı olduğu için, onu kaldırıp götürdüler ve havaya yükselttiler. Bunları görenler:
“Ne tuhaf şey, iki ördek bir kaplumbağayı almış uçurmuşlar!” dediler.
Kaplumbağa bu sözleri işitince dilini tutamadı ve:
“Gözleriniz kör olsun!” diye bağırdı. Fakat ağzını açar açmaz yere düştü ve öldü.
Erkek bu sözleri dinledikten sonra da:
“Korkma, deniz perisi bize bir şey yapmaz!” dedi.
Vakta ki sular kabardı, kabaran sular yavruları da alıp götürdü. Dişi kuş:
“Ben bunun böyle olacağını başından biliyordum.” dedi.
Erkek:
“Ben de ondan öç alacağım.” dedi.
Sonra kalktı, kuşların yanına giderek:
“Siz benim kardeşlerimsiniz ve ben ancak size güvenirim. Onun için sizden yardım diliyorum.” dedi.
Bunlar ona sordular:
“Ne yapmamızı istiyorsun?”
O da cevap verdi:
“Birlikte toplanalım ve öbür kuşlara giderek deniz perisinin bana yaptıklarını anlatalım. Onlara: ‘Siz de bizim gibi kuşsunuz ve bize yardım etmelisiniz.’ diyelim.”
Bu kuşlar ona şu cevabı verdiler:
“Anka kuşu bizim efendimizdir, kraliçemizdir. Ona gidelim. Kapısında bağıralım; çağıralım, o bize görününce deniz perisinden şikâyet edelim, ondan intikam almasını isteyelim.”
Bunun üzerine hepsi Anka’ya giderek bağıra çağıra ondan yardım istediler. Anka kuşu da onlara göründü ve şikâyetlerini dinledi.
Bunlar hâllerini anlattıktan sonra Anka’nın deniz perisiyle muharebe etmek üzere başlarına geçmesini istediler, Anka razı oldu.
Deniz perisi olandan bitenden haber alıp Anka’nın kuşları toplayarak kendisiyle harp etmek üzere hareket ettiğini anlayınca hakkından gelemeyeceği bir kraliçe ile uğraşmaktan korktu. Taytava’nın yavrularını geri vererek onunla barıştı ve Anka da dönüp gitti.
“Sana bunları anlatmamın sebebi, aslanla muharebe etmeni doğru bulmamamdandır.”
Buna karşı Şetrebe de şu sözleri söyledi:
“Ben aslanla dövüşmeyeceğim, ona karşı gizli, açık hiçbir düşmanlıkta bulunmayacağım. Kendisinden beni korkuya düşürecek bir hâl görmedikçe eski durumumu değiştirmeyeceğim!”
Dimne bu sözlerden hoşlanmadı ve aslanın öküz üzerinde bildirdiği belirtileri görmezse kendisinden şüphe edeceğini, ona fena bir gözle bakacağını anladı ve onun için Şetrebe’ye şu sözleri söyledi:
“Sen kalk, aslanın yanına git. Onun sana bakışından ne düşündüğünü anlayacaksın!”
Şetrebe sordu:
“Nasıl anlarım?”
Dimne izah etti:
“Aslanın yanına girdiğin zaman kuyruğu üzerine oturduğunu; göğsünü sana doğru kaldırdığını, gözlerini sana diktiğini, kulaklarını yaydığını ve ağzını açtığını velhasıl hücum için hazırlandığını göreceksin!”
Şetrebe:
“Peki, bu durumu görürsem doğru söylediğine inanırım.” dedi.
Dimne bu suretle aslanı öküze, öküzü aslana karşı kışkırttıktan sonra, Kelile’nin yanına gitti. İkisi karşılaşınca Kelile sordu:
“Yaptığın iş ne netice verdi?”
Dimne de şu cevabı verdi:
“Başladığım iş, dilediğim ve dilediğin şekilde tamamlanmak üzeredir.”
Sonra Kelile ile Dimne aslanla öküzün dövüşmesini seyretmek, aralarında neler olacağını görmek ve işin nereye varacağını anlamak üzere gittiler.
Şetrebe, aslanın yanına girince onun Dimne tarafından tarif olunan şekilde, kuyruğunun üzerinde oturduğunu gördü ve kendi kendine:
“Hükümdarlara arkadaş olmak, göğsünde bir yılan taşımak gibidir, yılanın ne zaman zehrini akıtacağı anlaşılamaz.”
Aslan öküze bakarak Dimne’nin anlattığı belirtileri görünce öküzün kendisiyle dövüşmek üzere geldiğine hükmetmiş, yerinden fırlamış ve ikisi arasında dövüş başlamıştı. Dövüş uzamakta ve kanlar akmakta idi. Kelile aslanın uğraşıp didiştiğini görerek Dimne’ye döndü.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/beydeba/kelile-ve-dimne-69427987/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Browne, İran Edebiyatı Tarihi, C. 2, s. 350.

2
Brockelman İslam Ansiklopedisi, Kelile ve Dimne maddesi.

3
Wensinck, İslam Ansiklopedisi (Türkçe tercüme, s. 602.)

4
Mehmet Küşteri b. Hasan b. Ahmet, (Şeceretü’l-Beşerif-i Hakikat-il-Haber). Konya Memleket Kütüphanesi Müdürü Mesut Koman’daki 913 tarihli yazma nüsha, s. 39, Mesut Koman’ın bize yazdığı hususi bir mektuptan naklen.

5
Hümayunname sahibi Ali Çelebi onun hakkında der ki: “Ser defteri bulâga-yi asr ve ser âmed-i fuseha-yi dehr idi.”

6
“Samanilerden Ebül-Hasen Emir Nasr bin Ahmed Samani, efadıl-ı zamandan birisine emredip ol nüshayı (Arapça nüshayı) lisan-ı Farisiye naklettirdi ve Rudegi şair ki san’ati sıyagat-i şiirde mahir idi, ol cevahir-i zevahire rişte-i nazmda intizam verdi.” Ali Çelebi’den naklettiğimiz bu sözler, eserin Farsçaya Nasrullah tarafından yapılan ve Browne tarafından ilk Farsça tercüme sayılan eserden evvel de tercüme edilmiş olduğunu gösteriyor.

7
Ali Çelebi’nin bu tercüme hakkındaki hükmü çok şiddetlidir. Der ki: “İrad-ı lügat-i garibe ve elfaz-ı vahşiyeden tehaşi etmeyüb, tarz-ı kelâmı mehasin-i Arabiyat üzere tarh edüb elfaz ve ibarat-ı muğlâkayı serhadd-i itnaba ve istiârat ve teşbihat-ı müğrikayı iksar ve ishaba yetiştirdiği için…”

8
Ali Çelebi bu tercümeyi son derece metheder.

9
Browne, İran Edebiyatı Tarihi, ikinci cilt.

10
Vefatı H 950.

11
II. Abdülhamid, her nedense kendi bastırdığı bu eseri, sarayın bir odasına doldurarak neşir sahasına çıkartmamıştır.

12
İbn Ebi’l Hadîd, Nehcü’l-Belâga Şerhi.

13
Cehşiyari, s. 110.

14
Cahiz’in Üç Risalesi, s. 47.

15
Halil, Arap edebiyatının en yüksek simalarındandır ve aruz fennini icat edendir. Kitabü’l-Ayn sahibidir. H. 170 senesinde yetmiş yaşında ölmüştür. Ebu Hanife, İmam-ı Âzam’dır. 131’de ölmüştür. Fezarî ise gök bilimcidir ve İslam tarihinde ilk usturlabı yapan adam olmakla ve daha birtakım aletleri imal etmekle ün yapmıştır. İbnü’l Mukaffa’nın Halil ile görüştüğü ve uzun sohbetlerde bulunduğu rivayet olunmaktadır. İmam-ı Âzam, onun ölümünden birkaç sene evvel vefat etmiş olduğuna göre onunla da aynı asırdadır. Fezarî’nin de bu üç zatla aynı asırdan olup olmadığını anlayamadım.

16
Benim şahane bir elbise giymek için gösterdiğim hırs.

17
İki kişinin felaketinden faydalanarak onların kanını yalama hırsı.

18
Yabancı bir adamı öldürmek hırsı.

19
Elin kör ihtiraslarına hizmet ederek istifade hırsı.
Kelile ve Dimne Beydeba
Kelile ve Dimne

Beydeba

Тип: электронная книга

Жанр: Сказки

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kelile ve Dimne, bir Hint bilgini olan Beydeba tarafından Hint kralı Debşelem’e Sanskritçe olarak sunulmuştur. Bir sosyoloji ve siyaset kitabı olan eser, iki çakaldan biri olan Kelile, dürüstlüğü ve ahlakı; diğeri Dimne ise hilekârlığı ve yalanı temsil eder. Brahmanların önde gelen filozoflarından olan Beydaba, katı bir hükümdar olan Debşelem’i usulüyle uyarabilmek ve onu doğru yola sevk etmek adına öğütlerini hayvanların dilinden hikâyelerle vermiştir. “Malın en kötüsü, harcanmayandır. Eşlerin en kötüsü, birbirine uygun olmayandır. Evlatların en kötüsü, ana babasına karşı gelendir. Arkadaşların en kötüsü, yıkım ve bunalım anlarında arkadaşına yardıma koşmayandır. Hükûmetlerin en kötüsü, günahsızları korkutandır. Ülkenin en kötüsü, güvensiz olandır. Yurtların en kötüsü, çorak olandır.”

  • Добавить отзыв