Paul ile Virginie

Paul ile Virginie
Bernardin Saint-Pierre
Biri erkek diğeri kız çocuğuna sahip iki dul kadının kaderi bir adada birleşir. Gözlerden uzakta yaşayan, hiçbir çıkar ilişkisi gütmeyen bu iki annenin -sanki olması gereken buymuş, başka bir şeyin olması imkânsızmış gibi- çocukları küçüklüklerinden itibaren birbirlerine aşkla bağlanarak büyürler. Ancak uzaklardan gelen bir haber, iki âşık gencin arasına girer. Her ne kadar aralarındaki aşk küllenmese de acı kader bu andan itibaren peşlerini bırakmaz… Bernardin De Saint- Pierre’in Fransız Devrimi’nin hemen arifesinde kaleme aldığı bu aşk hikâyesi, yüksek romantik duyguların işlendiği, 18. yüzyıl Fransız toplumundaki sosyal bölünmelerin insanların arasına ördüğü duvarların gözler önüne serildiği, köleci sistemin eleştirildiği bir roman olarak edebiyat dünyasının değerli eserleri arasında kendine yer edinmiştir. İhtiyar: “Ah, evladım! Ben eminim ki o seni seviyor. Sebepleri çok fakat en büyük sebebi onun faziletli oluşudur.” Bu sözüm üzerine Paul sevincinden boynuma atıldı. Paul: “Fakat komedilerde ve bana verdiğiniz kitaplarda tasvir olunan yalancı Avrupa kadınlarına inancınız var mı?” İhtiyar: “Kadınlar, erkeklerin nobran oldukları memleketlerde yalancı olurlar. Zorbalık her yerde

Bernardin de Saint-Pierre
Paul ile Virginie

Fransa Adası’nın[1 - Bugün Maurice Adası. (ç.n.)] idare merkezi olan Port Louis’nin arkasında yükselen dağın doğu yanında, vaktiyle ekilmiş bir yerde iki küçük kulübenin yıkıntıları görülür. Bu kulübeler, büyük kayalarla çevrilmiş, yalnız şimal[2 - Şimal: Kuzey. (e.n.)] tarafı açık kalmış bir havzanın hemen hemen ortasındadır. Solda Morne de la Découvere denilen bir dağ ki adaya yanaşan gemiler için buradan işaret verilir ve bu dağın eteğinde Port Louis adını alan şehir; sağda Port Louis’den Pamplemousses Mahallesi’ne giden yol; daha sonra aynı isimde bir kilise ve bu kilisenin geniş bir ovada iki sıra bambu ağacı ile gölgelenen yolları; nihayet uzaklarda adanın öbür ucuna kadar devam eden bir orman görülür. Önünüzde deniz kıyısında Tombeau Koyu, biraz sağda Malheureux Burnu, onun ötesinde engin bir deniz, bu denizin yüzünde birkaç ıssız adacık ve bunların arasında dalgalara karışmış bir tabyayı andıran Coin de Mire Adası göze ilişir.
Havzanın bütün bu şeyleri görmeye elverişli methalinde[3 - Methal: Giriş. (e.n.)] dağdan gelen sürekli yankılar, durmadan civardaki ormanları sallayan rüzgârların ve uzaktaki sığ kayalarda kırılan dalgaların iniltilerini tekrarlar durur. Fakat asıl kulübelerin bulunduğu yerde hiçbir gürültü duyulmadığı gibi duvar şeklinde yükselen kocaman, sarp kayalardan başka da hiçbir şey görülmez. Bu kayaların diplerinde, yarıklarında hatta bulutlar durağı tepelerinde ağaç kümeleri büyür. Sivri tepelerinin çektiği yağmurlu bulutlar, o kayaların yeşil ve esmer yamaçlarında eleğimsağmalar gösterdiği gibi diplerinde de küçük Lataniers Deresi’ni doğuran kaynakları besler. Derin bir sükût o dolaylara sinmiştir. Orada her şey -hava, ışık ve sular- hepsi sessizdir. Dağın yüksek düzlüklerinde yetişen hurmaların daima rüzgârlarla salındığı görülen yaprakları da bu yerleri derin uykusundan pek uyandıramaz. Tatlı bir ışık havzanın derinliklerini aydınlatır ve güneş oraya ancak öğle zamanı düşer fakat daha şafak sökerken dağın karanlıkları üzerinde sivrilen tepelerine vurarak onları göğün mavi zemininde güya altın ve erguvandan yapılmış gibi gösterir.
Derin sessizlik içinde geniş ve zengin bir panorama gösteren bu yere gitmekten pek hoşlanırdım. Bir gün o kulübelerden birinin eşiğinde oturmuş, yıkıntılara bakarak derin düşüncelere dalıp gitmiştim ki oralardan yaşlı başlı bir adam geçti. Adanın eski ahalisi gibi kısa bir ceket ve uzun bir şalvar giymişti. Bir abanoz değneğe dayanarak yalın ayak yürüyordu. Saçları bembeyaz, yüzü asil ve temizdi. Saygıyla kendisini selamladım. Selamımı aldı ve beni biraz süzdükten sonra yaklaştı, yanıma oturdu. Bana güvenini gösteren bu hâli hissime dokundu.
“Baba!” dedim. “Bu kulübelerin vaktiyle sahibi kimmiş biliyor musunuz?”
İhtiyar cevap verdi:
“Oğlum, yıkıntılarını gördüğün bu kulübelerle şu sahipsiz kalmış yerleri, aşağı yukarı yirmi yıl önce burada saadete kavuşan iki aile şenlendirirdi. Onların hikâyesi acıklıdır fakat Hindistan yoluna düşen bu adada, meçhul kalmış birkaç kişinin başından geçenler, hangi Avrupalıyı ilgilendirebilir? Burada yoksul ve bilinmeyerek yaşamak şartıyla en mesut bir hayatı bile kim ister? İnsanlar ancak kralların, büyük adamların maceraları gibi hiç kimsenin işine yaramayacak şeyleri öğrenmek isterler.”
“Babacığım!” dedim. “Hâlinize, durumunuza göre sizin büyük bir tecrübe sahibi olduğunuza kolayca hükmolunabilir. Eğer vaktiniz varsa bu ıssız yerleri eskiden kimler şenlendirmiş, bunu bana anlatır mısınız? İnan olsun ki dünyanın hurafeleriyle en çok bozulmuş bir kimse bile tabiat ve faziletin verdiği saadet hikâyelerini dinlemekten zevk alır.”
İhtiyar, eski hatıraları yoklamak isteyenlerde görülen bir düşünce ile bir zaman şakaklarını tuttuktan sonra hikâyesini anlatmaya başladı:
1726 tarihinde M. de la Tour adında Normandiyalı bir genç, ailesinden yardım görmediği gibi Fransa’da yaşamak için bir iş de bulamadığından bu adaya gelmişti. Meramı para yapmaktı. Yanında genç bir kadın vardı. İkisi de birbirini çok seviyorlardı. Kadın eyaletinin eski ve zengin bir ailesine mensuptu. Fakat ailesi, asil olmayan bu delikanlı ile evlenmesine razı olmadığından kız servetini, çeyizini bırakarak delikanlıya kaçmış. Adaya geldikleri zaman delikanlı, karısını Port Louis’de bırakarak kendisi bir gemi ile Madagaskar’a geçti. Maksadı oradan hemen birkaç zenci satın alıp getirerek burada yerleşmekti. Madagaskar’a çıkışı ilkteşrin[4 - İlkteşrin: Ekim ayı. (e.n.)] ortalarında başlayan fena mevsime rastladı ve çok geçmeden orada vebaya tutularak öldü. Avrupalıların buralarda yerleşmelerine devamlı bir engel olan bu korkunç hastalık yılın altı ayında oraları yıkasıya kırar geçirir. Yâd ellerde ölenlerin eşyası ne olur?.. Hepsini yağma ederler. Zavallı kadın gebe iken dul kaldı, bir zenci kadından başka kimsesi yoktu. Fransa Adası’nda ne tanıdığı ne de bir koruyucusu vardı. Cihanda biricik sevdiği kocasının ölümünden sonra başka hiçbir erkekten bir şey beklemediği için felaketi ona cesaret verdi. Halayığıyla birlikte ufak bir yeri ekip biçerek ekmeğini oradan çıkarmaya karar verdi.
Hemen hemen ada boştu. İstediği yeri seçerek ekebilirdi. Fakat o en verimli ve en işlek yerleri bıraktı, herkesten ayrı yaşamak için dağın kuytu bir boğazına yerleşmek istedi. Şehirden uzaklaştı. Kendine bir yuva bina etmek için şu kayalara doğru yollandı. Bütün duygulu ve kederli insanlar için bu böyledir. Onlar bir içgüdü ile en ücra ve en yabani yerlere sığınırlar. Sanki kayalar bahtsızlığa karşı birer istihkâmdır ve sanki tabiatın sessizliği onların ruhundaki uğursuz fırtınayı dindirmeye yarayacaktır.
Kanaatkâr olduğumuz vakit daima imdadımıza yetişen Allah, Madam de la Tour’un da imdadına yetişti. Bu, ne mansıpla[5 - Mansıp: Makam, yüksek memuriyet. (e.n.)] ne de zenginlikle bulunamayacak bir lütuftu: Vefalı bir arkadaş, iyi bir kadın.
Bu kadının adı Marguerite idi. Bir yıldan beri bu yerde oturuyordu. Hem çok iyi, duygulu hem de hamarat bir kadındı. Bretanya’da fakir bir köylü ailesi içinde doğmuş ve ailenin göz bebeği olmuştu. Kendisini alacağına söz vererek aldatan bir asilzadeye eğer kanmamış olsaydı belki bu aile içinde mesut olacaktı. Fakat âşığı hevesini aldıktan sonra, hem de karnındaki yavrusunun nafakasını bile düşünmeden ondan uzaklaşmıştı. Böyle fakir bir kızın biricik çeyizi ünü ve namusudur. Onu da kaybettikten sonra genç kadın memleketinde kalamadı. Suçunu örtmek için köyünden, memleketinden uzak yerlere, sömürgelerden birine gitmeye karar verdi. Köyünü ve ailesini temelli bırakarak buraya gelip yerleşti. Ödünç para ile ucuzca satın aldığı yaşlı bir zenci ile beraber küçük bir yeri çapalayıp ekmeye başladı.
Madam de la Tour zenci kadını ile birlikte buraya geldiği vakit Marguerite’i yavrusunu emzirmekle meşgul buldu. Hemen hemen kendi gibi acılı bir kadına rastlaması onu memnun etti. Birkaç kelime ile ona başından geçenleri anlattıktan sonra şimdiki durumunu bildirdi. Marguerite, Madam de la Tour’un başından geçenleri çok acıklı buldu. Onun saygısından ziyade emniyetini kazanmak için kendi işlediği suçu hiçbir noktasını gizlemeden anlattı.
“Şüphesiz…” diyordu. “ben layık olduğum cezayı çekiyorum. Fakat siz, madam, bu kadar dürüst hareket ettiğiniz hâlde gene bu kadar bahtsız olmanız pek yazık!”
Ona ağlayarak gönlünü ve kulübesini sundu. Marguerite’in bu candan ikramı Madam de la Tour’un çok hissine dokundu. Onu kucaklayarak “Ah!..” diyordu. “Allah bana artık çektirmeyecek, anlıyorum. Çünkü yabancınız olduğum hâlde, kendi hısımlarımdan görmediğim iyilikleri sizden görüyorum.”
Marguerite’i tanıyordum. Kulübem Uzun Dağ’ın arkasındaki ormanda ve buraya bir buçuk fersah uzak olmakla beraber kendimi ona komşu saydım. Avrupa şehirlerinde bir sokak, bir duvar aynı aileden olanların yıllarca bir araya gelmesine engel olabilir. Bu yeni sömürgelerde ise aralarında dağlar, ormanlar bulunanlar komşu sayılırlar. Hele eskiden, yani daha bu adanın Hindistan’la ticarete pek girişmemiş olduğu zamanlarda bir komşu demek candan bir dost demektir. Yabancılara karşı misafirseverlik bir borç ve bir zevkti. Komşumun bir de arkadaşı olduğunu işittiğim zaman onu görmek istedim. İkisine de faydalı olabileceğimi düşünüyordum. Madam de la Tour’un hüzünlü, asil yüzünü dikkate değer buldum. O zaman vakti de yakın görünüyordu. Bu iki kadına çocuklarının ilerisini düşünerek, bir de asıl başka birinin gelip oralarda yerleşmemesi için yirmi dönüm kadar olan şu yeri aralarında paylaşmalarını teklif ettim. Payları ayırma işini bana bıraktılar. Araziyi iki eş parçaya ayırdım; biri bu dolayın yukarı kısmı olmak üzere, bulutlara bürünen şu sivri tepeden -ki Lataniers Irmağı’nın kaynağı oradadır- karşı dağda gördüğünüz sarp ve yalçın boğaza kadar -ki ona da Mazgal diyorlar çünkü gerçekten bir topun mazgalına benzer- uzanıp giderler. Bu parça çok taşlı, çakıllıdır. Sellerin açtığı yollar ve çukurlarla üzerinde yürünemez bir hâle gelmiştir. Böyle olmakla beraber büyük ağaçlar yetiştiren pınarları, dereleri çoktur.
İkinci parçası boylu boyunca Lataniers Irmağı’na yataklık eden aşağı kısımdır. Bu kısım şimdi bizim bulunduğumuz şu boğaza kadar gelir ve ırmakta buradan ta denize kadar iki tepe arasında akar gider. Bu kısımda bazı çayır sınırları ve oldukça düz tarlalar görüyorsunuz. Fakat aslında bu da ötekinin eşidir. Çünkü yağmur mevsiminde buraları bir bataklık olur. Kurak havalarda ise toprağın kurşundan farkı yoktur, o kadar sertleşir; bir ark açmak için onu balta ile kesmek icap eder. Bu taksimi yaptıktan sonra kadıncağızlara kura çekmelerini teklif ettim. Üst parça Madam de la Tour’a, aşağı kısmı da Marguerite’e düştü. Her ikisi de paylarından memnun kaldılar; yalnız kulübelerinin ayrı olmamasını benden dilediler. “Birbirimizi her zaman görmek, görüşmek, birbirimize yardımlarda bulunmak için…” diyorlardı. Bununla beraber ayrı ayrı oturacak birer yerleri olmak lazımdır. Marguerite’in kulübesi sahanın tam ortasında ve kendi arazisinin tam sınırı üzerinde bulunuyordu. Onun yanı başına ve Madam de la Tour’un yeri üzerine bir kulübe daha yaptım. Bu suretle iki ahbap kadın hem bir arada kapı komşu olacaklar hem de her biri kendi toprağı üzerinde bulunacaktı. Bu iki kulübeyi yapmak için kendi elimle dağlardan odun taşıdım, deniz kıyısından hurma yaprakları getirdim. Şimdi ne çatıları kaldı ne de kapıları. Ama dertlerimi depreştirmek için bu kadarı da fazla. İmparatorlukların anıtlarını o kadar çabuk yok eden zaman, sanki ömrümün sonuna kadar acılarımı tazelemek için şu ıssız yerlerde içten dostluğun kurduğu iki yuvaya âdeta büsbütün kıyamıyor.
Bu kulübelerin ikincisi daha tamamlanmamış idi ki Madam de la Tour bir kız doğurdu. Ben Marguerite’in oğlu Paul’ün isim babası idim. Madame de la Tour kendi kızına Marguerite’le beraber bir isim bulmamızı rica etti. Marguerite ona Virginie ismini uygun gördü.
“İsmi Virginie[6 - İsmet, bekâret anlamınadır. (ç.n.)] olsun.” diyordu. “O, bu ismin anlamı gibi masum kalacak ve bahtiyar olacak. Ben ancak ismetimi kaybettikten sonra felaket acılarını tattım.”
Madam de la Tour loğusa döşeğinden kalktığı zaman bu iki arazi az çok gelir getirmeye başlamıştı. Gerçi bunda benim ufak tefek yardımlarımın hissesi varsa da asıl iki kölenin yorulmak bilmek çalışmaları bu neticeyi temin etmişti. Marguerite’in Domingue ismindeki kölesi yaşlıca olmakla beraber daha dinç, Senegalli bir zenci idi. Hayatta tecrübeleri ve doğuştan bir kavrayışı vardı. Her iki tarafın arazisi üzerinde fark gözetmeden çalışır, verimli olduğunu sezdiği yerleri bulur, bu yerlere uygun gördüğü tohumları atardı. Toprağın kötü taraflarına kuş yemi ile mısır, kuvvetli yerlere buğday, batak yerlere de pirinç ekerdi. Kaya diplerine ise o kayalara tırmanacak çeşit çeşit kabaklarla helvacı kabağı dikerdi. Patatesi pek lezzetli yetiştiği kuru topraklara saklar, pamuğu yüksek sırtlarda, şeker kamışını kuvvetli topraklarda, kahve fidanlarını -taneleri, ufak olmakla beraber pek iyi geliştiği için- yamaçlarda yetiştirirdi. Irmak boyunca ve kulübelerin etrafında bütün yıl salkım salkım muzlar ve serin gölgeler veren muz ağaçlarından başka hem kendisi hem de hanımcıkları için biraz da efkâr dağıtacak tütün ekmeyi unutmazdı. Sonra dağa çıkar, ormandan yakacak odun keser, getirir, şurada burada kayaları parçalayarak yolları düzeltirdi. Bütün bu işleri, gayretle çalıştığı için zeki ve çalışkan bir surette görürdü.
Marguerite’e çok bağlı idi. Madam de la Tour’a olan bağlılığı da ondan aşağı değildi. Virginie doğduğu zaman Madam de la Tour’un halayığını almıştı. Marie adındaki karısını çıldırasıya seviyordu. Marie, Madagaskar’da doğmuş, oradan gelmişti. Fakat gelirken orada öğrendiği değerli sanatlarını da beraber getirmişti. Bu cümleden olarak ormanlarda yetişen sazlardan sepet ve hatta “pagne” denilen bir çeşit kumaş dokurdu. Becerikli idi, temizdi, kocasına çok bağlıydı. Yemeği itinalı pişirir, hazırlar, tavuklara bakar ve zaman zaman bu iki çiftliğin pek de büyük bir şey tutmayan fazla verimini Port Louis’ye götürüp satardı. Şu saydıklarımıza çocukların yanı sıra beslenen iki keçi ile geceleri dışarıda bekçilik eden kocaman köpeği de katacak olursanız o zaman iki küçük çiftliğin gelirleri ve sakinleri hakkında bir fikir edinmiş olursunuz.
İki ahbap kadına gelince: Onlar da sabahtan akşama kadar pamuk eğirmek ve örgü örmekle meşgul oluyorlardı. Bu uğraşmalar kendileriyle birlikte ailelerinin ihtiyaçlarına yetiyordu. Zaten onlar yalancılara mahsus rahatlıklardan o kadar mahrumdular ki ayakkabılarını ancak pazar günleri şu aşağıda gördüğünüz Pamplemousses Kilisesi’ne sabah duasına gittikleri zaman giyerler ve başka zamanlar hep yalın ayak gezerlerdi. Bununla beraber kilise Port Louis’den daha uzaktı. Fakat onlar şehre pek seyrek inerlerdi. Esirler gibi Bengale’nin o kaba mavi bezinden elbiseleriyle şehirde görünmekten çekinir ve hor görülmekten korkarlardı. Hem aslını ararsanız ne hükmü vardı? Herkes beğenmiş veya beğenmemiş, aile bahtiyarlığı yanında bunun ne değeri olabilirdi? Bu bayanlar dışarıda biraz üzüntü duydular mı hemen kendi yuvalarına can atarlar ve evvelkinden daha bahtiyar olurlardı. Marie ile Domingue onları şu tepeden Pamplemousses yolunda görmezler mi hemen koşar, dağın eteğinde onları karşılar ve çıkarken onlara yardım ederlerdi. Onlar da kendilerini görünce ne kadar memnun olduklarını esirlerinin gözlerinde okurlardı. Yuvalarında temizlik, hürriyet, kendi başarılarıyla vücuda gelmiş varlıklar ve becerikli, candan ve gayretli hizmetçiler bulurlardı. Onlar hemen aynı acıları duymuş ve aynı ihtiyaçlarla birleşmiş oldukları için birbirine “kardeşim”, “canım” gibi tatlı sözlerle hitap ederlerdi. Bunun için dilekleri, istekleri, iradeleri, çıkarları ve sofraları birdi. Hiçbir işte aralarında ayrı gayrı yoktu. Yalnız dostluk kaynağından daha yakıcı olan eski ateşleri ruhlarında uyandığı zaman -yerde yanacak madde kalmayınca göklere süzülen bir alev gibi- ismet duygularıyla bezenmiş saf bir itikat onları başka bir cihana sürükler götürürdü.
Tabiat onların geçimlerine başka bir mutluluk katmış bulunuyordu. Her ikisi de talihsiz bir sevgiden doğan çocuklarını gördükçe birbirini daha çok seviyor, daha sıkı dost oluyorlardı. Yavrularını aynı suda yıkamak, aynı beşiğe yatırmakta ayrı bir zevk vardı. Hatta çocukları emzirişlerinde bile ayrılık yoktu. Her biri yavruların hem anası hem sütninesi idi. Madam de la Tour “Kardeşim!” diyordu. “Bizim ikişer çocuğumuz, çocuklarımızın da ikişer anası var.” Bütün dalları fırtınadan kırılmış aynı cinsten iki ağacın üzerinde kalan gözler[7 - Göz: Çok küçük budak. (e.n.)] birbirine aşılanınca nasıl daha tatlı yemişler verirse bütün hısımlarından ayrı kalan bu iki yavru da kucak değiştirdikleri zaman bu hisleri duyarlardı. Anaları daha beşiklerinin başında onların ileride birbirleriyle evlenmelerinden söz açmaya başlamışlardı. Bu müstakbel evlilik saadetini düşünerek onlar mihnetlerini zevke döndürmenin yolunu bulur ve çok kere gözyaşlarıyla heyecanlarını yatıştırırlardı. Fakat gözyaşlarının her ikisinde de ayrı sebepleri vardı: Biri evlenme âdetine uyduğu, öteki de uymadığı için; biri bulunduğu seviyenin üstüne çıktığı, öteki de altına indiği için bu dertlere uğramışlardı. Bununla beraber günün birinde çocuklarının daha bahtiyar olacaklarını, Avrupa’nın göreneklerine bağlı olmayarak aşkın safasını ve müsavatın[8 - Müsavat: Eşitlik, denklik. (e.n.)] zevkini süreceklerini düşünerek avunuyorlardı.
Gerçekten bu iki yavrunun daha şimdiden birbirlerine gösterdikleri ilgi ve candan bağlılık hiçbir şeyle kıyaslanamazdı. Paul ağladığı zaman ona Virginie’yi gösterirlerdi. Onu görünce yatışır ve gülümserdi. Virginie’nin bir derdi olsa her şeyden evvel Paul’ün çığlığı bunu ilan ederdi. Fakat bu sevimli kız, Paul’ü üzmemek için o zaman kendi derdini hemen saklardı. Hiçbir gün bilmem ki ben buraya geleyim de onları beldenin âdeti üzere çırçıplak, el ele, kol kola yürümeye çalışır bir hâlde, Gemeaux (İkizler) Yıldız Kümesi’nin gösterildiği gibi bir vaziyette bulmayayım. Gece bile onları birbirinden ayıramaz, onları koyun koyuna, yanak yanağa bir döşekte ve kolları birbirinin boynuna dolanmış kucak kucağa uyumuş bulurdu.
Lakırtı söylemeye başladıkları vakit birbirlerine söylemek için ilk öğrendikleri isimler “kardeşim” ve “kız kardeşim” olmuştu. Okşamaları daha yumuşak olan çocuklukta bundan daha tatlı bir çağırış olamaz. Birbirlerinin karşılıklı isteklerini yerine getirmeye yöneltilen terbiye sistemi bağlılıklarını iki kat ediyordu. Çok geçmeden temizlik, iktisat ve açık havada yemek hazırlamak vazifeleri Virginie’ye düştü. Ve onun her gördüğü iş kardeşinin öpücükleri ve takdirleriyle karşılanır oldu. Paul’e gelince: O da hiç boş durmuyordu. Ya Domingue ile beraber bahçeyi beller yahut elinde bir küçük balta, orman yolunda onun arkasından giderdi. O sırada yoluna güzel bir çiçek, olgun bir yemiş veya bir kuş yuvası çıksa onu kardeşine getirmek için sırasına göre bir ağacın tepesine tırmanmaktan çekinmezdi.
Bunlardan birine bir yerde rastlandı mı emin olabilirdiniz ki öbürü uzakta değildir.
Yağmurlu bir gündü, şu dağın tepesinden iniyordum. Bahçenin öbür ucunda Virginie’nin eve doğru koşmakta olduğunu gördüm. Sağanaktan korunmak için eteğini arkadan kaldırarak başını örtmüştü. Uzaktan onu yalnız gidiyor sandım. Kendisine yardım için adımlarımı sıklaştırdığım vakit gördüm ki Paul’ün kolundan tutmuş; kendi icat ettikleri bu şemsiyenin altında yağmurdan iyice korunarak güle eğlene gidiyorlar. Bu etek şemsiye altında gizlenen iki güzel baş bana esatiri Leda’nın bir kabukta saklanan çocuklarını hatırlattı.
Bütün gayretleri birbirine hoş görünmek, birbirine yardımda bulunmaktı. Zaten kara cahildiler; ne okumaları ne de yazmaları vardı. Geçmiş zamanların, kendilerinden uzak kalan işleri onları ilgilendirmezdi. Şu dağın ötesinde ne var, onu bile merak etmezlerdi. Adalarının bittiği yerde dünyanın da bittiğini sanırlar ve kendilerinin bulunmadığı yerde sevilecek bir şey bulunacağına ihtimal vermezlerdi. Analarının sevgisi ve kendi karşılıklı sevgileri bütün ruhi faaliyetlerini dolduruyordu. Faydasız bilgiler onlara gözyaşlarını akıtmamış; kuru ahlak öğütleriyle hiçbir zaman canları sıkılmamıştı. Onlar hırsızlık nedir bilmezlerdi çünkü evlerinde her şey müşterekti. Pisboğazlık nedir bilmezlerdi çünkü yemekleri sade idi. Yalan nedir bilmezlerdi çünkü gizlenecek şeyleri yoktu. Nankör ve dikbaşlı çocuklar için ahirette büyük cezalar olduğu söylenerek onlar hiçbir vakit korkutulmamışlardı. Onlarda anaya sevgi, analarındaki sevgiden doğmuştu. Din bilgisi namına kendilerine öğretilen şeyler ancak din sevgisini artıran şeylerdi. Kilisede uzun uzadıya ibadet etmiyorlarsa da evde, tarlada, ormanlarda, nerede bulunsalar masum ellerini ve analarının sevgisiyle dolu kalplerini göğe yöneltirlerdi.
İşte onların çocuklukları böylece, daha güzel bir gün müjdeleyen güzel bir seher gibi geçti. Ev işlerinde çoktan analarına yardıma başlamışlardı. Daha şafak zamanını bildiren horozlar öterken Virginie kalkar, su getirmek için pınar başına gider, oradan eve gelince kahvaltıyı hazırlardı. Çok geçmeden güneş gördüğünüz şu tepeleri yaldızlarken Marguerite de oğlu ile birlikte Madam de la Tour’a gelirdi. O zaman hepsi bir arada sabah duasını okur, sonra kahvaltıya otururlardı. İkide bir bu kahvaltıyı kapının önünde çimenlerin üstünde ve muz ağaçlarının rüzgârdan beşiklenen dalları altında yapmaktan hoşlanırlardı. Bu ağaçlar, yemişleriyle onlara hazır ve besleyici bir yemek; geniş, uzun ve parlak yapraklarıyla da mükemmel bir sofra örtüsü yerini tutardı. Bol ve sıhhi bir gıda sayesinde bu iki gencin vücudu vaktinden evvel gelişip gürbüzleşiyor, yumuşak bir terbiye, ruhlarının temizliğini ve hoşnutluğunu yüzlerinde belirtiyordu. Virginie daha on iki yaşında idi. Fakat boyu bosu hemen gelişmiş gibiydi; gür, kumral saçları başını gölgelendiriyor, mavi gözleri ve mercan dudakları körpe yüzünün tazeliğine görülmemiş bir parıltı veriyordu. Söz söylediği vakit o gözler ve dudaklar birlikte gülümsüyor fakat sustuğu vakit de onların göğe doğru tabii bir süzülüşü son derece duygulu hatta biraz da melankolik bir ifade alıyordu. Paul’e gelince: Artık çocukluktan çıkan bu ergen gencin o ilk taze güzellikleri içinde, yetişkin bir delikanlının kuvvet ve karakteri görülüyordu. Boyu Virginie’nin boyundan daha yüksek, çehresi güneşten daha kararmış, burnu daha tümsekli idi. Fırça gibi uzun kirpikleri o kadar cana yakın olmasa idi belki kara gözlerinde biraz gurur bulmak mümkün olurdu. Hiç durup dinlenmek bilmeyen bu çocuk, kız kardeşini görünce sükûn bulur, gider onun yanına otururdu. Aralarında bir söz geçmeden yemek yedikleri çok olurdu. Onların bu sükûtlarına, saf durumlarına, çıplak ayaklarının güzelliğine bakanlar Niobe’nin çocuklarından bazılarını tasvir eden beyaz mermerden bir grup gördüklerine hükmederlerdi; her vakit birbirini arayan gözleri ve daha tatlı gülümsemelerle karşılanan çok tatlı gülümsemeleri onların gökten inmiş çocuklardan, o evliya çocuklardan oldukları hissini verirdi, öyle çocuklar ki yalnız sevgi için yaratılmışlardır; hislerini düşüncelerle belirtmeye, sevgilerini sözle anlatmaya muhtaç olmazlar.
Bununla beraber Madam de la Tour kızının böyle güzelleşip geliştiğini gördükçe ona karşı sevgisi ile birlikte kaygısı da arttığını anlıyordu. Bana ikide bir şöyle derdi:
“Günün birinde ben ölecek olursam bir parasız Virginie’nin hâli neye varır?..”
Fransa’da yaşlı, zengin, sofu bir halası vardı ki Mösyö de la Tour’a varması üzerine yeğeniyle alakasını kesmiş, Madam de la Tour da onun bu hareketi üzerine ne kadar muhtaç olsa da gene halasının ocağına düşmemeye ahdetmişti. Fakat bir ana için iş başka idi. Reddolunmak onun için artık utanılacak bir şey olamazdı. Halasına yazdı: Kocasının vakitsiz ölümünü, bir kız dünyaya geldiğini, başında bir çocuk, gurbet elinde, kimsesiz, yardımsız çok sıkıntı içinde kaldıklarını bildirdi.
Mektubuna hiçbir cevap alamadı. Madam de la Tour -ki yüksek bir kadındı- zillete katlanmaktan çekinmedi. Bütün bu hâllerin halası tarafından başına kakılacağım biliyordu. Çünkü o hala faziletli olsa da soyu sopu belli olmayan bir adama vardığından dolayı kendisini asla affetmemişti! Böyle olmakla beraber, onun merhametini çekecek şeyler yazmaktan geri kalmıyordu. Böylece yıllar geçti. Halası tarafından hatırlandığını gösterecek en ufak bir işaret belirmedi.
Nihayet 1738’de, yani Mösyö Bourdonnaye’in adaya gelişinden üç yıl sonra Madam de la Tour valide kendi namına halasından bir mektup olduğunu öğrendi. Kıyafetinin düşkünlüğüne bakmayarak koştu. Analık duygusu onu insanların saygısından daha üstün tutuyordu. Denildiği gibi Mösyö Bourdonnaye ona halasından gelen bir mektubu verdi. Bir haylaza, bir serseriye vardığından dolayı halası ona tam layığını bulduğunu yazıyordu. Her taşkınlık cezasını da yanı sıra beraber taşırmış. Kocasının vakitsiz ölümü ilahi bir cezadan başka bir şey değilmiş. Fransa’da kalıp aile namusunu berbat etmedense böyle ücra adalara gitmesi ayrıca isabetmiş. Zaten bulunduğu yerler, tembellerden başka herkes için bir servet kaynağı olabilecek güzel yerler imiş. Hala hanım bu ağır sözlerle zehrini döktükten sonra kendini övmeye başlıyordu: Kendisi izdivacın bu uğursuzluklarına uğramamak için hiç evlenmemiş! İşin doğrusu şu idi ki gözü yüksek tabakada olduğu için er geç böyle biri ile evlenmeyi aklına koymuştu. Gerçekten kendisi çok zengindi. O zaman sarayda da geçen yalnız bu idi. Öyle olmakla beraber zenginliğinin hatırı için kimse onun kadar çirkin, onun kadar kalpsiz bir kıza koca olmayı gözüne aldıramadı.
Hamiş[9 - Hamiş: Mektup kâğıdının boş bir yerine yazılan ek düşünce, çıkma, not. (e.n.)] olarak mektubunda her ihtimale karşı kendisini Mösyö Rourdonnaye’e tavsiye etmiş olduğunu yazıyordu. Fakat bu, günün modasına uygun o çeşit tavsiyelerdendi ki sahibini açıkça düşmanlığını gösterenlerden daha korkulacak bir hâle getirir: Kadıncağıza karşı haksız hareketlerini haklı göstermek için görünüşte ona acır gibi iken aslında iftiralarıyla onu batırmıştı.
Madam de la Tour -ki her gören mutlaka hakkında saygı ve ilgi besler- kendisini fitledikleri vali tarafından önce pek soğuk karşılandı. Kadıncağızın hem kendi hem de kızı için sayıp döktüğü kaygıya karşı “Bakalım… Vakte muhtaç… Daha ne biçareler var… Halanız gibi saygıdeğer bir kadını ne diye rahatsız etmeli?.. Kabahat sizin…” tarzında kısa ve tek tek sözlerden başka bir cevap vermedi.
Madam de la Tour acıklı bir yüzle küskün küskün geri döndü. Eve gelince okuduğu mektubu masanın üstüne atarak Marguerite’e “İşte…” dedi. “on bir yıllık sabrın sonu!..”
Fakat orada bu mektubu kendinden başka okuyacak kimse olmadığı için gene eline aldı ve toplu aile içinde okudu. Mektup bittiği vakit Marguerite sıcağı sıcağına “Ne oluyoruz Allah aşkınıza!..” dedi. “Senin hısımlarına biz bu kadar da muhtaç mıyız? Allah bizden yüz mü çevirdi? Bizim asıl sahibimiz o değil mi? Şimdiye kadar bizi mesut yaşatan gene o değil mi? Neye üzülüyorsun? Hiç de mi tahammülün yok a kardeşim?” Ve Madam de la Tour’un ağladığını görünce boynuna atılarak ve onu kollarının arasında sıkarak “Ah benim sevgili kardeşim, benim bir tanecik yoldaşım!” derken kendi de hıçkırıklara boğuldu. Bu manzara karşısında Virginie, annesiyle Marguerite’in arasında birinin elini bırakıp ötekini alıyor ve bu elleri gözyaşlarıyla ıslatarak kâh ağzına götürüp öpüyor kâh kalbinin üstüne bastırıyordu. Paul’e gelince: Gözleri alevli, yumruğunu sıkarak, ayağını yere vurarak öfkesini kimden alacağını bilemiyordu. Bu gürültüye Domingue ile Marie de koştular. İşe onlar da karıştılar. Ortada bir çığlıktır gidiyordu:
“Ah!.. Madam!.. Güzel hanımcığım!.. Ağlama anneciğim!..”
Madam de la Tour etrafını saran bu şefkat çemberi içinde derdini unuttu. Bir taraftan Paul’ü bir taraftan Virginie’yi kucağına alarak hoşnut bir tavırla “Yavrularım!..” dedi. “Bütün bu derdim sizden geliyor! Fakat en büyük zevkim yine sissiniz. Ah güzel çocuklarım! Felaket bana çok uzaklardan geldi. Saadet ise burada, yanımdadır.” Paul ile Virginie bu sözlerden bir şey anlamadılar. Fakat onu öyle sakinlemiş görünce gülmeye ve kendisini öpüp sevmeye başladılar. Hepsi tekrar eski mesut hayatlarına devam ettiler ve bu hadise bir bahar kasırgası gibi gelip geçti.
Bu iki çocuğun güzel huyları günden güne beliriyordu. Bir pazar şafak sökerken, anneleri Pamplemousses Kilisesi’nde bulunduğu sırada, kulübeyi kucaklayan muz ağaçlarının altında kaçak bir zenci kadın göründü. Bir iskeletten farkı olmayan bu zavallı kadının sırtında yalnız kalçalarını örten kaba bir bez parçası vardı, öğle yemeğini hazırlamakta bulunan Virginie’nin ayaklarına kapanarak inledi.
“Güzel hanımcığım!” diyordu. “Şu kaçak esire merhamet edin. Bir ay var ki yarı aç yarı tok, bir canlı cenaze hâlinde dağdan dağa başıboş geziyorum. Avcılarla köpekleri peşimi bırakmıyorlar. Sahibimden kaçtım. Kara Dere’nin zengin zorbalarından biri. Bakınız bana nasıl işkence ediyor.” Bunu söylerken vücudundaki kırbaç yaralarının derin izlerini gösteriyordu. “Gidip kendimi ırmağa atacaktım. Fakat sizin burada oturduğunuzu biliyordum. Mademki dedim bu memlekette oturan merhametli beyazlar var, bir kere onlara gitmeden ölüme atılmak doğru değil.”
Kadının hâli, sözleri Virginie’ye dokundu.
“Talihsiz kadın!” dedi. “Hiç merak etme. Otur da her şeyden önce karnını doyur!”
Bunu söylerken aile için hazırladığı kahvaltıyı kadının önüne koydu. Esir kadın çabucak bunun hepsini sildi süpürdü. Virginie doyduğunu görünce “Bedbaht kadın!” dedi. “Ben efendine gider, seni affettiririm. O da elbet bu hâlini görünce merhamete gelir. Beni oraya götürür müsün?”
Zenci kadın “Melek hanımcığım!” dedi. “Nereye isterseniz arkanızdan gelirim.”
Virginie kardeşini çağırdı ve beraber gelmesini söyledi. Kaçak esir kadın onları ormanların arasında izbe yollardan götürdü. Bin zorlukla yüksek dağlar aştılar ve geniş ırmaklar geçtiler, sonunda öğleye doğru bir tepenin eteğinde Kara Dere’nin kıyısına vardılar. Orada güzel yapılı bir ev, geniş fidanlıklar ve çeşitli işlerde çalışan birçok esir gördüler. Efendileri, ağzında bir pipo, elinde bir kamış baston, aralarında geziniyordu. Kara çatma kaşlı, çakır gözlü, yağsız yüzlü, iri yapılı kuru bir adamdı. Virginie heyecan içinde, Paul’ün kolundan tutarak bu adama yaklaştı ve birkaç adım geride duran esiri göstererek Allah rızası için onun suçunu bağışlamasını diledi. Mülk sahibi önce bu kılıksız iki çocuğa aldırmadı. Fakat Virginie’nin zarif endamı birdenbire dikkatini çekti. Mavi bir başlık altında güzel kumral başı, söz söylerken bütün vücudu gibi titreyen sesinin tatlı musikisiyle yalvarışını görünce piposunu ağzından çıkardı. Kamış bastonunu havaya kaldırarak Allah rızası için değil bu güzel kızın hatırı için esirini affettiğini kaba bir sözle temin etti. Virginie esir kadına efendisine doğru ilerlemesi için işaret etti, sonra oradan kaçtı. Paul de arkasından koştu. İndikleri yerden dağa tekrar tırmandılar. Tepeye varınca açlık, susuzluk ve yorgunluktan bitkin bir hâlde bir ağacın altına oturdular. Sabahtan beri aç karnına beş fersahtan ziyade bir yol almışlardı. Paul “Kardeşim!” dedi. “Vakit öğle oldu; geçti bile. Sen açsın, susuzsun. Buralarda yiyecek hiçbir şey bulamayız. Gene aşağı inelim. Bu kadının efendisinden yiyecek bir şey isteyelim, ne dersin?”
Virginie cevap verdi:
“Yok, aman kardeşim! O adamın hâli beni korkuttu. Bilmez misin annem bazı kere ‘Kötünün ekmeği ağızda olur.’ demez mi?”
“Peki o hâlde ne yapacağız? Bu ağaçların yemişleri pek fenadır, burada senin susuzluğunu giderecek bir demirhindi veya bir limon bulamayız.”
“Allah elbet bize acır. O kendisinden gıda isteyen küçük kuşların bile cıvıltısını duymuyor mu?”
Sözünü yeni bitirmişti ki yakınlardaki bir kayadan dökülen bir suyun şarıltısını duydu. Hemen o tarafa koştular. Gerçekten yakınlarında bir yerde billur gibi bir sudan içtiler. Suyun kenarında biten terelerden biraz yediler. “Daha besleyici bir gıda bulamaz mıyız?” diye iki tarafa bakındıkları sırada Virginie ormanın ağaçları arasında genç bir palmiye gördü. Bu ağacın tepesindeki yaprakları arasında lahana biçimindeki topaç, değme yemeklere değişilmez. Fakat ancak bacak kalınlığında, tepeye kadar biteviye[10 - Biteviye: Tekdüze. (e.n.)] uzanan gövde altmış ayaktan fazla yüksekti. Gerçi bu ağacın odunu elyaftan ibarettir fakat ağacın kendisiyle kabuğu arasında o kadar sert bir madde vardır ki en iyi baltalar işleyemez. Paul’ün yanında ise bir bıçak bile yoktu. Ağaca dibinden ateş vermeyi düşündü. Fakat ne ile ateş verecekti? Yanında çakmak filan yoktu. Her tarafı taşlık olan bu adada arandığı zaman bir çakmak taşı bulunabileceğini de ummuyorum. İhtiyaç sanat doğurur ve en faydalı icatlar en muhtaç kimselerin kafasında filizlenmiştir. Paul adanın yerlileri gibi ateş yakmayı kurdu. Sivri bir taşla çok kuru bir dalın ortasına ufak bir delik açtıktan sonra dalı ayağının altına yerleştirdi. Sonra bu taşın keskin tarafıyla başka bir kuru dalın bir ucunu sivrilterek ayağının altındaki deliğe uydurdu. Birini ayağıyla tespit ettikten sonra çikolata köpüğü yapmak için çevrilen el değirmeni gibi hızla çevirmeye başladı. Çok geçmeden temas noktasından dumanlar ve kıvılcımlar çıkmaya başladı. Bunun üzerine Paul topladığı kuru yaprakları ve dalları da tutuşturarak onlarla ağacı ateşledi. Biraz sonra koca gövde büyük bir gürültü ile devrilmişti. Yakılan ateş ağacın tepesindeki topacı dikenli ve katı yapraklardan ayırmaya da yaradı. Virginie ile beraber bunun yarısını çiğ olarak, yarısını da külde pişirerek yediler ve her ikisini de birbirinden lezzetli buldular. O sabah bir zavallıya iyilikte bulundukları düşüncesiyle bu sade yemek pek neşeli geçti. Fakat çok uzun süren bu uzaklaşmanın annelerini nasıl meraka düşüreceği hatırlarına gelince neşeleri kaçtı. Virginie ikide bir bu konuya geliyordu. Bununla beraber Paul’ün karnı doymuş, gücü kuvveti yerine gelmişti. Çok geçmeden eve dönebileceklerini ve annelerini meraktan kurtaracaklarını temin etti.
Yemekten sonra büyük bir üzüntüye düştüler çünkü onları evlerine götürecek bir kılavuzları yoktu. Hiçbir şeyden yılmayan Paul buna da çare buldu.
“Bizim kulübeler…” diyordu. “öğle güneşi tarafındadır. Bu sabah yaptığımız gibi şu karşıda gördüğün üç tepeli dağın üstünden aşmalıyız. Hadi yavrum yürüyelim.”
Gösterdiği dağın adı Üç Meme’dir. Çünkü üç yuvarlak tepesi tam birer meme biçimindedir. Şimal yamacından Kara Dere tepesini indiler. Bir saat yürüdükten sonra karşılarına çıkan ve yollarını kesen geniş bir derenin kıyısına vardılar. Adanın her tarafı ormanlık olan bu büyük parçası hâlâ o kadar meçhul kalmıştır ki birçok dağlarının ve ırmaklarının daha adı bile yoktur. Kıyısına vardıkları derenin yatağı kayalıktır, kaynayarak akar. Suların şarıltısı Virginie’yi ürküttü. Geçit yerinde bir türlü ayağını suya koyamıyordu. Paul o zaman Virginie’yi sırtına aldı ve suların şamatasına aldırmayarak kıymetli yükü ile kaygan taşlara basa basa dereyi geçti.
“Korkma!” diyordu. “Seninle beraber olunca ben kendimi çok kuvvetli buluyorum. Eğer Kara Dere senin o esir kadın hakkındaki dileğini raddedeydi kendisiyle vuruşacaktım.”
Virginie “Nasıl?” dedi. “O dev gibi kötü herifle mi? Bilmeyerek başına ne işler açacakmışım. Ya Rabbi iyilik etmek ne zor şey! Fenalıktan başka kolay şey yok!”
Karşı kıyıya vardıkları zaman Paul, sırtında kardeşi, yoluna devam etmek istedi. Hatta ötede yarım mil uzakta gördüğü Üç Meme Dağı’na da böylece çıkabileceğini sanarak böbürleniyordu. Fakat çok yorulmuştu. Takati kesildi. Virginie’yi yere bırakmaya ve yanına oturup yorgunluk almaya mecbur oldu.
Virginie o zaman “Kardeşim!” dedi. “Akşam oluyor, bende takat kalmadı. Sen ise biraz dinlendikten sonra yoluna devam edebilirsin. Beni burada bırak ve bir an evvel annelerimizi meraktan kurtarmak için kulübemize varmaya bak!”
Paul “Hiç olur mu?” dedi. “Ben seni burada bırakıp gidemem. Eğer gece bu ormanlarda kalırsak gene ateş yakarım, bir hurma deviririm, karnımızı doyururuz, sonra dallarından, yapraklarından sana bir kulübecik yaparım. Sabaha kadar içinde barınırsın.”
Bununla beraber Virginie de az çok dinlenmişti. Dalları dereye sarkan bir ağacın uzun yapraklarından birkaçını kopardı. Taşlı yolların kan içinde bıraktığı ayaklarına sardı. İyilik etmek hevesi ile ayakkabılarını giymeyi unutmuştu. Bu taze yapraklar ayaklarının ateşini aldı, acısını savdı. Bunun üzerine bambu ağacından bastonluk edecek bir dal kırdı. Bir eliyle değneğine, öbür eliyle kardeşine dayanarak yürümeye başladı.
Böylelikle ormanın içinde yavaş yavaş gidiyorlardı. Çok geçmeden yüksek ağaçların balta görmemiş sık dalları içinde kaldılar. Hedefleri olan Üç Meme Dağı’nı ve hatta batmak üzere olan güneşi gözlerinden kaybetmişlerdi. Bir müddet sonra gittikleri keçi yolundan da nasılsa ayrılmış bulundular. Şimdi kayalıklarla, sarmaşıklarla çevrilmiş sonsuz ağaçlar içinde ve ucu bucağı olmayan bir orman labirenti içinde kalmışlardı. Paul, Virginie’yi bir yere oturttu. Kendisi şaşkın bir hâlde şuraya buraya başvurmaya başladı. Bu belalı durumdan kurtulmak için bir çare, bir yol arıyordu. Fakat boşuna yoruldu. Üç Meme Dağı’nı olsun görebilmek umuduyla yüksek bir ağacın tepesine kadar çıktı. Etrafında bazıları güneşin son ışıklarıyla aydınlanan ağaç tepelerinden başka bir şey göremedi. Dağların gölgesi artık vadideki ormanları alaca karanlığı ile örtmüştü. Güneş batarken her zaman olduğu gibi rüzgâr dinmişti, derin bir sessizlik ortalığı kapladı. Bu ıssız ormanda sığınacak yer aramaya gelen geyiklerin sesinden başka bir ses duyulmaz oldu. Acaba şu koca ormanda bir tek insan, mesela bir tek avcı yok muydu? Paul avazı çıktığı kadar haykırdı:
“İmdat! İmdat! Koşun Virginie’yi kurtarın!”
Ormanlar boğuk boğuk tekrarladı:
“Virginie’yi kurtarın, Virginie’yi kurtarın!”
Yorgun ve bezgin ağaçtan indi. Şimdi burada geceyi geçirmeye bir çare düşünüyordu. Fakat oralarda ne bir pınar ne bir hurma ağacı ne de ateş yakmak için kuru odun vardı. Düşünebildiği son çarelerin de bu beyhudeliği karşısında öfkesinden ağlamaya başladı.
Virginie “Ağlama!” dedi. “Beni, bütün bütün üzmek istemezsen ağlama! Zaten bu işler hep benim yüzümden oldu. Sen bu kadar zahmetlere girdin, annelerimiz kim bilir meraklarından ne oldular? Demek büyüklerine danışmadan insan iyilik bile etmemeliymiş. Ah! Ne sersemlik ettim!” Gözyaşlarını silerken de şöyle dedi:
“Gene Allah’a yalvaralım kardeşim, o bize acır elbet!”
Dualarını henüz bitirmişlerdi, uzaktan uzağa bir köpeğin havladığını duydular.
Paul “İşitiyor musun?” dedi. “Gece inlerine geyikleri vurmaya gelen avcılardan birinin köpeği olacak.” Biraz sonra köpeğin havlamaları arttı.
Virginie “Hayır!” dedi. “Bana öyle geliyor ki bu bizim Fidèle’in sesi. Ben onun sesini tanırım. Bizim dağın eteklerine bu kadar yaklaştık mı dersin?”
Gerçekten biraz sonra ayaklarının dibinde idi; Fidèle havlayarak, uluyarak, inleyerek sık ormanlığın içinden göründü ve üzerlerine atılarak bin türlü şaklabanlıklarıyla yaltaklanmaya başladı. Onların bu şaşırmaları daha geçmeden köpeğin geldiği taraftan Domingue’in de kendilerine doğru koştuğunu gördüler. Bu iyi kalpli Arap’ın sevincinden ağladığını görünce Paul ile Virginie de kendisine hiçbir şey söylemeden ağlamaya başladılar. Domingue kendini toplayınca “Ah efendilerim!” diyordu. “Anneleriniz sizi ne kadar merak etti bilseniz! Kiliseye beraber gitmiştik. Dönüşte sizi evde bulamayınca öyle şaştılar ki! Marie bahçenin bir köşesinde çalışıyordu, ona sorduk, hiç haberi olmadığını anladık. Hemen oracıkta öteye beriye başvurup sizi arıyordum. Daha doğrusu sizi ne tarafta arayacağımı bilemiyordum. En sonra eski elbiselerinizi aldım. Fidèle’e koklattım, anlayışlı hayvan ne demek istediğimi sezmişti. Derhâl izlerinizi koklayarak sizi aramaya koyuldu. Daima kuyruğunu sallayarak beni Kara Dere’ye kadar götürdü. Orada oturanlardan birinden anladım ki siz kendisine affettirmek için kaçak bir zenci kadın götürmüşsünüz. Onu sizin hatırınız için affetmiş. Ama ne affediş! Kadını bana gösterdi: Ayağından zincirle bir kütüğe bağlanmış, boynuna köşeli çengelli bir halka geçirilmişti. Sonra hep etrafını koklayarak Fidèle beni Kara Dere tepesine çıkardı. Orada durdu, sesinin bütün kuvvetiyle havladı. Baktım: Orada kayalardan akan bir pınar, devrilmiş bir hurma ağacı ve hâlâ tüten bir ateş vardı. Nihayet beni buraya kadar getirdi. Biz şimdi Üç Meme Dağı’nın eteğindeyiz. Yerimize ferah ferah dört fersah uzaktayız. Buyurun biraz şunlardan yiyin, için, canlanırsınız…”
Bunu söylerken elindeki çöreği, yemişleri ve bir su kabağı içinde Hindistan ceviziyle limon, şarap ve şekerden yapılmış bir şerbeti uzatıyordu. Anneleri bu kuvvet ve ferahlık verici şerbeti onlar için hazırlamışlardı. Virginie zavallı esir kadının hâlini düşünerek içini çekti. Annelerinin merakta kalması da onu üzüyordu. İkide bir “Ah iyilik etmek ne zor şeymiş!” diyordu. Paul ile Virginie bir taraftan kahvaltılarını ederken Domingue öbür tarafta ateş yaktı. Kayaların arasında yemyeşilken çıra gibi alev saçarak yanan dalları eğri büğrü bir nevi ağaçtan bir meşale yaptı. Zira artık karanlık basmıştı. Fakat asıl güçlükler yola çıktıkları vakit kendini gösterdi: Paul ile Virginie adım atamayacak bir hâldeydiler; ayakları şişmiş, kızarmıştı. Domingue bir çare bulmak için onlardan ayrılıp uzaklara gitmek mi yoksa geceyi burada geçirmek mi daha doğru olacağını kestiremiyordu. Onlara bakıp gülerek “Nerede o günler?..” diyordu. “Sizin ikinizi birden kucağımda taşırdım! Siz büyüdünüz, ben ise ihtiyarladım, çöktüm…”
O, böyle ne yapacağını düşünürken birdenbire yirmi adım ötelerinde bir sürü kaçak zenci peyda oldu. Başkanları Paul ile Virginie’ye yaklaşarak “İyi kalpli küçük beyazlar, sakın korkmayınız.” dedi. “Biz bu sabah Kara Dere’den geçerken sizi gördük. Yanınızda zavallı bir kadın vardı. Zalim efendisine onu affettirmeye gidiyordunuz. Bu iyiliğinize karşı biz de sizi evinize kadar omzumuzda götüreceğiz.”
Adamlarına işaret etti. Ve en dinçlerinden dört kaçak zenci ağaç dallarından ve sarmaşıklardan çabucak bir sedye yaptılar. Paul ile Virginie’yi üstüne oturttular ve omuzladılar. Domingue meşalesiyle öne geçti ve bütün o vahşi sürüsünün haykırışmaları ve hayır duaları arasında kafile yola koyuldu. Bu hâllerden çok mütehassis olan Virginie, Paul’e “Görüyor musun kardeşim?..” diyordu. “Cenabıhak hiçbir iyiliği mükâfatsız bırakmıyor.”
Gece yarısına doğru kendi dağlarının eteğine vardılar. Tepesinde ateşler, ışıklar yanıyordu. Dağa çıkarlarken “Yavrularım, siz misiniz?” sesleriyle karşılandılar.
Hepsi birden “Evet biziz!” diye cevap verdiler. Çok geçmeden ellerinde yanan çıralarla, anneleriyle Marie’nin geldiğini gördüler.
Madam de la Tour “Yaramaz çocuklar!” dedi. “Ne yaptınız? Bizi merakımızdan çıldırtıyorsunuz… Nereden geliyorsunuz?”
Virginie cevap verdi: “Kara Dere’den geliyoruz, oraya kaçak esir bir kadının suçunu bağışlatmak için gitmiştik. Kadın sabahleyin buraya geldiği zaman açlıktan ölüyordu. Evin kahvaltısını ona verdim. İşte bu zenciler bizi getirdiler.”
Madam de la Tour kızına sarılarak hiçbir söz söyleyemeden öptü. Virginie annesinin gözyaşlarıyla yanaklarının ıslandığını görerek “Bana bütün çektiklerimi unutturdunuz anneciğim!” dedi.
Ötede Marguerite de pek şendi. Paul’e sarılarak “Sen de oğlum, sen de iyilik ettin değil mi?” diyordu. Çocuklarıyla birlikte kulübelerine döndükleri zaman kaçak zencilerin karınlarını doyurdular. Onlar da kalanlara sağlıklar dileyerek ormanlarına döndüler.
Bu mesut aileler için her gün bir huzur ve sükûn günü oluyordu. Kalpleri ne hırsın ne de kıskançlığın ezalarını duymuştu. Entrika ile kazanılan ve iftira ile kaybedilen dünya şereflerinde hiç istekleri yoktu. Kendi şahitleri ve kendi hâkimleri gene kendileri olmak onlara yetiyordu. Bütün Avrupa müstemlekelerinde olduğu gibi dedikoduya fazla kıymet verilen bu adada onların faziletlerini hatta adlarını bilen tanıyan yoktu. Yalnız bir yolcu Pamplemousses civarından geçerken “Şu yukarıki küçük kulübelerde oturanlar kimlerdir?” diye soracak olsa alacağı cevap “Pek iyi insanlardır!” olurdu. O menekşeler gibiydiler ki dikenli fundalar içinde onları kimse görmez fakat güzel kokuları ta uzaklardan duyulur.
Onlar bir kere konuşma programından dedikoduyu büsbütün çizip çıkarmışlardı ve bunda hakları vardı. Dedikodu her şeyin hakkını söylemek bahanesini taşıyarak mutlaka kin ile beslenir ve riyakârlığa bürünür. Çünkü insanların fenalığı hakkındaki inancımızı teyit eden bu dedikodular, onlara karşı tabii bir nefret uyandırmamak ve kötülere karşı sahte iyimserlik perdesi altında kinimizi saklamaksızın onlarla birlikte yaşamak olacak şey değildir. Böylelikle dedikodu başkalarıyla yahut bizzat kendimizle aramızı bozar. Bu bayanlar ise insanlar hakkında ayrı ayrı hükümler vermeksizin bütün insanlara karşı iyilik çarelerinden başka bir şey konuşmazlardı. İyilik için ellerinden bir şey gelmemekle beraber öyle yıkılmaz bir iyilik etmek arzuları vardı ki içlerini her zaman dışarı yayılmaya elverişli bir iyilikseverlikle dolduruyordu. Bunun için insanlardan ayrı yaşamakla onlar vahşileşmek şöyle dursun bütün bütün insanileşmişlerdi. El âlemin rezaletine ait dedikodular olmayınca konuşmalarının konusunu tabiattan alırlardı ve bu mevzular onlara zevk ve neşe verirdi. Bütün olanları ve olacakları elinde tutan gizli bir varlığa coşkunca hayran kalırlardı. Hep o varlığın bir ihsanı değil miydi ki şu yalçın kayalar arasında, kendi elleri vasıta olarak, feyiz ve bereket fışkırmış, aile muhitinde temiz, sade ve her zaman yenileşen masum zevkler yaşamakta bulunmuştu.
On iki yaşında iken on beş yaşındaki Avrupalı çocuklardan daha gürbüz, daha anlayışlı olan Paul, zenci Domingue’in kaba ziraatçiliğine bir güzellik vermişti. Onunla beraber civardaki ormanlara gidip orada rastladığı limon, portakal ve yuvarlak başının yeşili pek hoş olan demirhindi fidanlarını söker; meyvesi portakal çiçeği kokan şekerli bir kaymakla dolu hurma fidanlarıyla beraber bunları şu havzanın etrafına dikerdi. Ağaç tohumları dikerdi ki daha iki yaşında iken çiçeklenir, yemiş verirdi. Salkım salkım uzun beyaz çiçekleri bir avizenin billurları gibi sarkan agatisler, keten esmeri elmas küpelerini havaya doğru kaldıran Acem leylakları, incir yaprakları gibi geniş yapraklı başlığıyla, dalsız yeşil kavun rengindeki dimdik gövdesiyle göze çarpan papaya ağaçları…
Bunlardan başka elma, armut, bademiye, Hint armudu, Hint kirazı, avukat armudu, jacgs ve jamrose çekirdekleri de dikmişti. Bunların çoğu artık genç sahiplerine yemişlerini ve gölgelerini veriyordu. Onun hamarat elleri bu havalinin en çorak yerlerine de feyiz ve bereket vermişti. Sarısabırların türlüsü, kırmızı çizgilerle bölünmüş sarı çiçekleriyle Frenk incirleri ve bunların dikenli cinsleri kayaların kara tepelerinde yükseliyor ve dağın şurada burada sarp yamaçlarında sarkan mavi veya kızıl çiçeklerle süslü uzun Amerika sarmaşıklarına yetişmek ister gibi uzanıyorlardı.
Bu bitkiler öyle bir plan dairesinde dikilmişti ki bir bakışta hepsini birden görmek mümkün olabilirdi. Bu maksatla ortalarda az yükselen otlar, sonra ağaççıklar, daha sonra orta boylu ağaçlar, nihayet çevrenin sınırını teşkil eden yüksek ağaçlar geliyordu. Bir hâlde ki buğday ve pirinç tarlalarıyla geniş çayırları, sebzeleri, çiçekleri ve yemişleriyle bu koca saha, yeşil merkezinden bakılınca bir amfiteatr manzarası gösteriyordu. Şu kadar var ki Paul bu işleri kendi planına göre yaparken tabiatın planından ayrılmıyordu. Tabiattan aldığı ilhamlarla rüzgârla savrulan tohumların yüksek yerlerde, suda batmayanların su kenarında iyi yetiştiğine dikkat etmişti. Bu suretle her bitki kendi muhitinde yetişir ve her yer kendi yetiştirebileceği nebatın tabii süsleriyle bezenirdi.
Coşkun bir hâlde kayalardan taşıp akan sular ovanın şurasında burasında pınarlar, kaynaklar yapar, sonra bütün bu ağaçları, çiçekleri, yeşillikleri ve göklerin maviliğini göğsünde kucaklayan gümüş aynalar vücuda getirirdi.
Bu havalide arazi pek arızalı olmakla beraber bütün bu saydığımız şeyler bir bakışta görülebildiği kadar elle de tutulacak gibi idi. Doğrusu biz de kendisine bu işi başarması için yardım ediyor ve akıl öğretiyorduk. Havzanın etrafına önce bir yol açmıştı. Sonra bu yol çemberini ortasına birleştiren birçok yolcuklar daha yapıldı. İnişli yokuşlu yollardan istifade çaresini bularak ince bir düzenle bunlardan geziciler için kolaylıklar çıkarmış, yabani ağaçları ötekilerin arasında daha şirin göstermeye muvaffak olmuştu. Şimdi şu yolları tıkayan ve adanın her tarafını dolduran çakıl taşlarından şurada burada kümeler yapar, diplerine toprak döşedikten sonra gül fidanları ve Amerika sinamekisi gibi taşlı yerlerden hoşlanan fidancıklarla oralarını süslerdi. Çok geçmeden bu cansız ve neşesiz kümelerden, hayat fışkırmaya başladı. Dilber yeşillikler arasında parlak renkli çiçekler gülümsedi. İki tarafı ağaçlı hendekler, kenarlarına dikilen ağaç dallarıyla öyle kubbeli mağaralar vücuda getirmişti ki oraya güneş nüfuz edemezdi ve günün sıcak zamanlarını gidip onların serinliklerinde geçirirlerdi. Bu yollardan biri sizi yabani ağaçların bir kümesine götürür ki rüzgâr değmeyen ortasında yemiş yüklü bir ağaç büyür. Ötede bir harman yeri, beride bir yemiş bahçesi; yolların birinden kendi evleri, öbüründen tepeleri bulutlara karışan dağlar görünür.
Sarmaşıklara dolanan sık bir koru o kadar loştur ki güpegündüz bile göz gözü görmez. Onun yanında dağdan ayrılan şu büyük kayanın tepesinden bakılınca bütün bu havza, uzakta bir deniz ve o denizin lekesiz, parlak düzlüğünde ara sıra bir geminin, Avrupa’dan gelen veya oraya dönen bir yelkenlinin kanat açtığı görülürdü. İşte bu kayanın üzerinde idi ki akşamüstü bütün aile efradı toplanır, sessiz havanın serinliği içinde çiçeklerin kokusunu içine çeker, suların şarıltısını dinler, ışık ve gölgelerin son oyunlarına gözleri dalardı.
Bu labirentin böyle izbe güzel yerlerine vermiş oldukları adlar kadar hiçbir isim şirin olamaz. Demin size anlattığım şu kayanın bulunduğu yerden baktıkları vakit benim geldiklerimi pek uzaklardan seçebildikleri için oraya “Dost Yolunun Gözcüsü” adı verilmişti. Denizde bir gemi görüldüğü vakit dağın tepesine sancak çektikleri gibi, Paul ile Virginie de beni ta uzaktan gördükleri vakit burada kendi yetiştirdikleri bambu ağacının tepesinde bir mendil sallandırırlardı. Ben de bu ağaçta bir hatıra bırakmak, gövdesine bir şey kazımak istedim. Ne zaman yolculuk ederken eski bir anıt veya bir heykel görsem onu görmekteki zevkim yazılarını okumakla bir kat daha artar. O zaman bana öyle gelir ki asırlardan süzülen bir insan sesi o taşları dile getiriyor ve mermerden sızarak çöller içinde yükselen o ses oradaki adama yalnız olmadığını, kendisinden başka birçok kimselerin aynı yerlerde duymuş, düşünmüş ve muzdarip olmuş olduklarını söyler. Eğer bu kazıntı artık izi kalmamış eski bir millete ait ise o zaman ruhumuz geçmiş devirlerin sonsuz derinliklerine dalarak ve bir düşüncenin imparatorluk harabeleri üstünde bile kalıp yaşayabileceğini bildirerek kendisinin ölmezliği hissini verir. Bunun için Paul ile Virginie’nin bayrak direği yerine kullandıkları bu küçük ağaca Horatius’tan şu beyitleri kazıdım:
“… Fratres Helena, lucidas sidera,
Ventorumque regat pater,
Obsrictis aliis praeter lapiga.”
Sizler gibi güzel bir yıldız olan Helene’nin kardeşleri ve rüzgârların babası kılavuzunuz olsun ve sizin için yalnız sabah rüzgârını estirsin.
Vergilius’un şu beyitini de bir tatamak ağacının kabuğuna kazıdım (Paul bazı kere onun altına oturur ve uzaktan dalgalı denize bakardı.):
“Fortunatus et ille deos qui novit agrestes!”
Bahtiyarsın oğlum ki Tanrı’nı tabiatın sinesinde buldun!
Nihayet şu beyiti de ailenin toplantı yeri olan Madam de la Tour’un kapısının üzerine kazıdım:
“At secura quies, et nescia faîtere vita.”
Burada temiz bir vicdan ve aldatmak bilmeyen hayat vardır.
Bunları hep Latince yazıyordum. Fakat Virginie benim Latincemden hoşlanmıyordu. Kendi bayrak direğinin altına kazıdığım yazıyı fazla uzun ve bilgince buluyordu. Mesela bu son beyitin yerine “daima muzdarip fakat sadık ve vefalı” denmiş olsa daha uygun olacağını söylüyordu.
“Bu söz…” dedim. “daha ziyade faziletin remzi olmaya yaraşır.” Yüzüme baktı ve kızardı.
Bu iki mesut aile, ruhlarındaki incelikleri bütün muhitlerine de aşılıyorlardı. Görünüşte bayağı sayılacak şeylere en ince manalar taşıyan isimler vermişlerdi. Paul ile Virginie’nin ara sıra gidip dans ettikleri bir yer vardı. Muz, portakal ve gül fidanları ile çevrilmiş olan bu çimenlik ortası “Konkordiye” adını almıştı. Gölgesinde Madam de la Tour’la Marguerite’in ilk defa olarak birbirine başlarından geçen felaketi anlattıkları yaşlı ağacın adı “Silinmiş Gözyaşları” idi. Buğday, nohut veya çilek yetiştirdikleri küçük tarlalara “Bretanya, Normandiya” isimlerini vermişlerdi. Domingue ile Marie de hanımlarına bakarak Afrika’da doğdukları yerlerin “Adgola, Foullepointe” diye isimlerini sepet örnek için yetiştirdikleri iki sazlığa vermişler ve oraya bir de bal kabağı dikmişlerdi. Yurtlarından ayrı düşen bu aileler memleketlerinin mahsullerini bu uzak yerlerde yetiştirerek gurbet acılarını azaltır ve yurtlarına ait tadı, hülyalarını böylelikle beslemiş olurlardı. Ah! Ben burada ağaçlara, kayalara, pınarlara verilmiş ne isimler bilirim ki şimdi yerlerinde yıkıntıdan başka bir şey kalmadığı için eski Yunan harabelerini hatırlatırlar ve insanı rikkate getiren isimleri kalmıştır.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/bernardin-de-saint-pierre-21064054/paul-ile-virginie-69427984/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Bugün Maurice Adası. (ç.n.)

2
Şimal: Kuzey. (e.n.)

3
Methal: Giriş. (e.n.)

4
İlkteşrin: Ekim ayı. (e.n.)

5
Mansıp: Makam, yüksek memuriyet. (e.n.)

6
İsmet, bekâret anlamınadır. (ç.n.)

7
Göz: Çok küçük budak. (e.n.)

8
Müsavat: Eşitlik, denklik. (e.n.)

9
Hamiş: Mektup kâğıdının boş bir yerine yazılan ek düşünce, çıkma, not. (e.n.)

10
Biteviye: Tekdüze. (e.n.)
Paul ile Virginie Bernardin Saint-Pierre
Paul ile Virginie

Bernardin Saint-Pierre

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Biri erkek diğeri kız çocuğuna sahip iki dul kadının kaderi bir adada birleşir. Gözlerden uzakta yaşayan, hiçbir çıkar ilişkisi gütmeyen bu iki annenin -sanki olması gereken buymuş, başka bir şeyin olması imkânsızmış gibi- çocukları küçüklüklerinden itibaren birbirlerine aşkla bağlanarak büyürler. Ancak uzaklardan gelen bir haber, iki âşık gencin arasına girer. Her ne kadar aralarındaki aşk küllenmese de acı kader bu andan itibaren peşlerini bırakmaz… Bernardin De Saint- Pierre’in Fransız Devrimi’nin hemen arifesinde kaleme aldığı bu aşk hikâyesi, yüksek romantik duyguların işlendiği, 18. yüzyıl Fransız toplumundaki sosyal bölünmelerin insanların arasına ördüğü duvarların gözler önüne serildiği, köleci sistemin eleştirildiği bir roman olarak edebiyat dünyasının değerli eserleri arasında kendine yer edinmiştir. İhtiyar: “Ah, evladım! Ben eminim ki o seni seviyor. Sebepleri çok fakat en büyük sebebi onun faziletli oluşudur.” Bu sözüm üzerine Paul sevincinden boynuma atıldı. Paul: “Fakat komedilerde ve bana verdiğiniz kitaplarda tasvir olunan yalancı Avrupa kadınlarına inancınız var mı?” İhtiyar: “Kadınlar, erkeklerin nobran oldukları memleketlerde yalancı olurlar. Zorbalık her yerde

  • Добавить отзыв