İki Şehrin Hikâyesi

İki Şehrin Hikâyesi
Charles Dickens
İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü? İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi kadar kolay olmasa gerek. Bu anlamda, Millî Eğitim Bakanlığı'nın ilköğretim ve ortaöğretime yönelik 100 Temel Eser seçimi; öğrencilere, velilere ve öğretmenlere, kısacası kültür dünyamıza katkıda bulunacak herkese yararlı olacak niteliktedir.

Charles Dickens
İki Şehrin Hikâyesi

Bölüm 1
Hayata Dönüş

Dönem
En iyi zamanlardı; en kötü zamanlardı. Bilgelik çağıydı; ahmaklık çağıydı. İnanç dönemiydi; şüphecilik dönemiydi. Aydınlığın mevsimiydi; karanlığın mevsimiydi. Umut baharıydı; umutsuzluk kışıydı. Öncemizde her şeyimiz vardı; öncemizde hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğrudan cennete gidiyorduk; hepimiz doğrudan cehenneme gidiyorduk. Kısacası o dönem de bugünkü gibiydi; öyle ki, dönemin en gürültücü yetkililerinden kimileri, hem iyisi hem de kötüsü için “en” ile başlayan karşılaştırmalarda ısrarcıydılar.
Koca çeneli bir kralla çirkin suratlı bir kraliçe vardı İngiltere tahtında; yine koca çeneli bir kral ama güzel yüzlü bir kraliçe ile oturmaktaydı Fransa tahtında. Her iki ülkede de gününü gün eden devlet adamları için düzenin sonsuza dek böyle devam edeceği apaçık ortadaydı.
Yıl, İsa’dan sonra bin yedi yüz yetmiş beşti. Manevi dünyaya ait fikirler, o ayrıcalıklı dönemde, İngiltere’yi teslim almıştı; tıpkı bugünkü gibi. Bayan Southcott, yirmi beşinci kutlu yaşına henüz basmıştı ki, onun ulvi bir şekilde ortaya çıkışını, muhafız alayından kehanetlerde bulunan bir er, Londra ve Westminster’in ele geçirilmesi için planlar yapıldığını ilan ederek müjdelemişti. Cock yolu hayaleti bile, geçen yılın olağanüstü bir şekilde orijinallikten yoksun ruhları gibi, mesajlarını ağzından kaçırmış, on iki yıldır dinlenmekteydi. Amerika’daki İngiliz vatandaşlarının bir toplantısından İngiliz Kraliyet Ailesi’ne ve halkına dünyevi olaylarla ilgili haberler gelmişti. Gariptir ki bu haberler insan ırkı için, şimdiye kadar Cock yolunun ödlekleri tarafından alınan mesajlardan çok daha önemliydi.
Ruhani konularda olduğu gibi hemen her alanda, üç dişli mızraklı ve kalkanlı kardeşinden daha az avantajlı durumdaki Fransa, kâğıtları para yapıp harcayarak tepeden aşağı fazlaca rahat bir şekilde yuvarlanıyordu. Bunun yanında, bir gencin, elli altmış metre uzağından geçen bir alay aşağılık keşişi onurlandırmak üzere yağmur altında dizlerinin üzerine çökmediği gerekçesiyle ellerinin kesilmesi, dilinin kerpetenle çekilmesi ve bedeninin diri diri yakılması cezasına çarptırılması gibi insanca davranışlarla, Hristiyan papazlarının kılavuzluğunda kendini eğlendiriyordu. Büyük bir ihtimalle, bu kurban idama mahkûm edilirken, Fransa ve Norveç ormanlarında büyümekte olan ağaçlar, kesilmek ve hızarda bir bıçakla çuvalı olan tarihin, o korkunç hareketli sistemine dönüştürülmek üzere “oduncu kader” tarafından işaretlenmişti bile. Büyük bir ihtimalle Paris civarındaki fırtınalı topraklarda, tarım araçlarının bulunduğu kaba hangarlarda hava şartlarından korunan, köyün çamurlarına bulanmış, domuzlar tarafından koklanmış ve kümes hayvanlarına tüneklik etmiş ilkel arabalar vardı; “çiftçi ölüm” tarafından Devrim’de (Fransız Devrimi) suçluların idam yerine götürülmesinde kullanılmak üzere ayrılan. Fakat o oduncu ve o çiftçi, durmaksızın çalışmalarına rağmen, öyle sessizlerdi ki, ortalık yerde ayaklarının ucuna basarak dolaşırlarken kimse onları duymuyordu. Zaten onların uyanık olduğundan şüphe etmek, dinsizlik ve hainlik demekti.
İngiltere’de, neredeyse, ulusal övüncü haklı çıkaracak herhangi bir düzen ve güvenlik yoktu. Silahlı adamların gerçekleştirdiği pervasız soygunlar ve yol eşkıyalıkları başkentte bile her gece yaşanıyordu. Aileler, eşyalarının güvenliği için, onları mobilyacı dükkânlarına bırakmadan şehirden çıkmamaları konusunda alenen uyarılıyordu. Geceleri yol kesen eşkıyalar, gündüzleri şehirde ticaret yapan kişilerdi. Çete lideri kılığında durdurdukları tüccar arkadaşları tarafından tanınıp itirazla karşılaştıklarında, hiç çekinmeden onları başlarından vurup yollarına devam ediyorlardı.
Yedi soyguncu tarafından yolu kesilen posta arabasının muhafızı, eşkıyalardan üçünü vurmuş, ancak “kurşununun bitmesi sonucunda” diğer dördü tarafından vurularak öldürülmüş ve soygun rahatça gerçekleştirilmişti. Büyük nüfuzuyla Londra Belediye Başkanı, Turnham Green’de bir eşkıya tarafından durdurulmuş; dillere destan serveti, beraberindekilerin gözleri önünde yağmalanmıştı. Londra hapishanelerindeki mahkûmlar, gardiyanlarıyla savaşıyor ve yüce adalet, kurşun ve fişek dolu tüfekleriyle onların üzerine ateş açıyordu. Sarayın kabul odalarında soyguncular, soylu lortların boyunlarından elmas haçları kesip alıyordu. Silahşörler St. Giles’a girip kaçak mal arıyor, çeteler onlara, onlar çetelere ateş açıyor ve kimse de bu olanları garipsemiyordu. Bunlar olurken, olabildiğince çok çalışan ve olabildiğince gaddar cellatlara sürekli ihtiyaç vardı. Uzun kuyruklar oluşturan türlü türlü suçlunun boynuna yağlı urganı geçiriyorlar; salı günü yakalanan bir ev hırsızını cumartesi günü asıyorlar; Newgate’teki düzinelerce kişinin ellerini yakıyor ve Westminister Sarayı’nın kapısındaki broşürleri kül ediyorlardı. Bir gün zalim bir katilin, ertesi gün ise bir çiftçinin oğlundan altı peni çalan biçare bir hırsızın canını alıyordu cellatlar.
Tüm bunlar ve benzeri binlercesi, bin yedi yüz yetmiş beş yılında yaşandı. İşte bu ortamda, oduncu ve çiftçi hiçbir şeye aldırış etmeden çalışırken, iki koca çeneliyle güzel ve çirkin yüzlüler, gereken heyecanla yollarına devam etmekte ve ilahi haklarını kibirli bir şekilde kullanmaktaydılar. Böylece bin yedi yüz yetmiş beş yılı onların yücelikleriyle şekillendi ve bir sürü zavallı kul, yani onların dışındaki diğer varlıklar, yollarda önlerinde eğildiler.

Posta Arabası
Kasım ayında, bir cuma akşamının ilerleyen saatlerinde, bu hikâyenin kahramanlarından ilkinin önünde Dover yolu uzanmaktaydı. Dover Postası, Shooter Tepesi’nden yukarı ağır ağır ilerlerken, ona göre önündeki yol Dover yoluydu. Tıpkı diğer yolcular gibi o da posta arabasının yanında, çamur içindeki yolda tepeyi tırmanıyordu. Bu koşullarda yürümekten zevk aldıklarından dolayı değil tabii ki. Koşumlar, posta, çamur ve tepe öylesine ağır şartlar oluşturmuştu ki, atlar üç kez neredeyse durma noktasına geldiler. Ayrıca bir kez de Blackheat’e geri dönmek ister gibi asi bir tavırla arabayı yoldan çıkardılar. Buna karşın arabacı ve muhafız, dizginler ve kamçıyla bu savaşın galibini belirlediler. Vahşi hayvanlar yola gelip teslim oldular ve görevlerine devam ettiler.
Yorgunluktan düşmüş başları ve titrek kuyruklarıyla yolları üzerindeki kalın çamur tabakasını eziyor, sanki eklemleri parçalara ayrılıyormuş gibi batıp çıkarak, sendeleyerek ilerliyorlardı atlar. Sürücüleri onları “Hooo!” veya “Çüşşş!” nidalarıyla durdurup nefes almalarına fırsat verdikçe en öndeki at, arabanın tepeye çıkabileceğini kabul etmezmiş gibi şiddetle başını ve başındaki koşumları sallıyordu. Atın bu gürültüyü her çıkarışında, her gergin yolcu gibi bu yolcular da ürküyor ve akıllarındaki düşünceler uçup gidiyordu.
Çukur bölgelerin tamamını kaplayan yoğun sis, huzur arayan ancak asla bulamayan kötü bir ruh gibi ümitsizce bütün tepede dolaşmıştı. Hastalıklı bir denizin dalgaları gibi, nemli ve oldukça soğuk olan sis, havada dalga dalga yayılmaktaydı. Yoğun posta arabasının ışıkları sadece kendilerini ve önündeki yolun birkaç metresini aydınlatmaya yetiyordu. Büyük çaba harcayan atların yaydığı buğu, sise karışıyordu. Öyle ki, sanki sisin tamamını bu buğu oluşturuyordu.
Hikâyemizin kahramanının yanı sıra iki yolcu daha posta arabasının yanında ağır ağır ilerlemekteydi. Üçünün de başları, kulaklarını da içine alacak şekilde yanaklarına kadar sarılıydı ve balıkçı çizmeleri giyiyorlardı. İçlerinden hiçbiri, gördüklerine dayanarak diğer ikisinin neye benzediğine dair bir şey söyleyemezdi. Her biri öyle sarıp sarmalanmıştı ki; hem beden gözlerinden hem de ruh gözlerinden saklanmaya çalışıyorlardı. O günlerde yolcular kısa sürede samimi olma konusunda oldukça çekingendiler; çünkü yoldaki herhangi biri soyguncu ya da onların iş birlikçisi olabilirdi. Her postane ve birahanede çete başından maaş alan birileri çıkabilirdi. Bunlar bir toprak sahibi de olabilirdi, alelade bir fukara da. İşte böyle düşünüyordu Dover Postası’nın muhafızı, bin yedi yüz yetmiş beş yılında Kasım ayının o cuma gecesi, Shooter Tepesi’ne ağır ağır tırmanırken. Arabanın arkasında kendine ayrılmış yerde dururken bir yandan üşüyen ayaklarına vuruyor, bir yandan da elini ve gözünü, içinde palalar, altı ila sekiz dolu tabanca ve üzerlerinde dolu bir tüfek bulunan önündeki sandıktan ayırmıyordu.
Dover Postası’nda, her zamanki dostane hava hâkimdi; muhafız yolculardan, yolcular birbirlerinden ve muhafızdan, kısacası herkes herkesten şüpheleniyordu. Arabacı ise atlarının durumu dışında her şeyden tereddüt içindeydi. Onların bu seyahate uygun olmadıklarına dair her iki ahit üzerine de rahat bir vicdanla yemin edebilirdi.
“Hoo!” diye bağırdı arabacı, “Son bir gayret ve sonra tepedeyiz. Kahrolası hayvanlar! Amma uğraştırdınız beni!” Ardından seslendi: “Joe!”
“Nee!” diye cevapladı muhafız.
“Saati kaç ettik Joe?”
“On biri on geçiyor!”
“Aman Tanrım!” diye haykırdı kızgın arabacı. “Ve biz hâlâ Shooter’ın tepesine varamadık! Deehhh, hadi deehh!”
Başı çeken at, sert bir kamçı darbesiyle hamle yaptı ve diğer üçü de onu izledi. Dover Postası, ayaklarındaki balıkçı çizmeleriyle toprağı ezerek yanında yürüyen yolcularıyla birlikte, bir kez daha yola koyuldu. Araba durunca onlar da duruyor ve yanı başından ayrılmıyorlardı. Şayet üçünden biri sisin ve karanlığın içinde birazcık önden gitmeye cesaret etseydi, bir yol eşkıyası sanılıp kolaylıkla vurulabilirdi.
Bu son hamle posta arabasını tepenin zirvesine ulaştırdı. Atlar tekrar nefeslenmek üzere durduruldu. Muhafız arabanın kaymaması için tekerleğin önüne takozu yerleştirdi ve yolcuların binmesi için arabanın kapısını açtı.
“Şşşt! Joe!” diye bağırdı arabacı sert bir sesle, oturduğu yerden aşağıya bakarak.
“Ne diyorsun Tom?”
Her ikisi de dinliyordu.
“Baksana yukarı doğru eşkin gelen bir at var Joe.”
“Bence at dörtnala geliyor Tom.” diye cevapladı muhafız kapıyı bırakıp çevik bir hareketle yerine çıkarken. “Beyler! Hadi içeri, hepiniz!”
Bu telaşlı talebin ardından tüfeğini hazır duruma getirip saldırı konumuna geçti.
Hikâyemizin kahramanı olan yolcu, arabanın basamağında içeri girmek üzereydi. Diğer iki yolcu da hemen yanı başındaydı ve onu takip edeceklerdi. Yolcu, yarısı arabanın içinde yarısı dışında, basamakta kaldı; diğerleriyse arkasındaki yolda. Bir arabacıya bir muhafıza bakıp onları dinlediler. Arabacı geriye baktı, muhafız geriye baktı ve hatta baştaki at bile onlara uyup kulaklarını dikti ve geriye baktı.
Arabanın hareketinin çıkardığı tangırtının kesilmesi sonucu oluşan sessizlik gecenin sessizliğine eklenince çıt çıkmaz oldu. Atların nefes alış verişleri, sanki heyecanlanmış gibi arabanın hafifçe kıpırdamasına yol açıyordu. Yolcuların kalp atışları o kadar güçlüydü ki, neredeyse duyulacaktı. Bu sessiz bekleyişte nefesler tutulmuş; nabızlar, ihtimallerin etkisiyle hızlanmıştı.
Dörtnala koşan atın sesi hızla ve azgınca tepenin yukarısına doğru geldi.
“Hoo!” diye kükredi muhafız avazı çıktığı kadar. “Hey oradaki! Dur! Yoksa ateş ederim!”
Tempo birden yavaşladı; atın çıkardığı çamur sıçratma ve batıp çıkma sesleri arasında sisin içinden bir erkek sesi duyuldu: “Bu Dover Postası mı?”
“Bundan sana ne!” diye sert bir biçimde cevap verdi muhafız. “Sen kimsin?”
“Dover Postası mı diye sordum.”
“Neden bilmek istiyorsun?”
“Eğer öyleyse bir yolcuyu arıyorum.”
“Hangi yolcu?”
“Bay Jarvis Lorry.”
Hikâyenin kahramanı yolcu, bunun kendi ismi olduğunu hemen belli etti. Muhafız, arabacı ve diğer iki yolcu şüpheyle ona baktılar.
“Olduğun yerde kal,” diye bağırdı muhafız sisteki sese, “çünkü eğer bir hata yaparsan bunu ömrün boyunca düzeltmen mümkün olmayacak. Lorry ismindeki bey, cevap verin.”
“Mesele nedir?” diye sordu yolcu ardından hafif titreyen bir sesle. “Beni kim soruyor? Jerry mi?”
“Eğer Jerry ise Jerry’nin sesinden hiç hoşlanmadım.” diye homurdandı muhafız kendi kendine. “Sesi çok boğuk şu Jerry’nin.”
“Evet, Bay Lorry.”
“Konu nedir?”
“Şuradaki Tellson Bankası’ndan size bir haber gönderildi.”
“Bu haberciyi tanıyorum muhafız,” dedi Bay Lorry yola inerken. Arkasından gelen iki yolcuysa nezaketten uzak bir tavırla çabucak arabaya binip, kapıyı kapattılar ve camı indirdiler.
“Gelebilir, sorun yok.” diye ekledi Bay Lorry.
“Umarım öyledir ama bundan tam olarak emin olamayız.” dedi muhafız içinden aksi aksi. “Hey oradaki!”
“Evet, merhaba!” dedi Jerry öncekinden daha kısık bir sesle.
“Bir adım daha yaklaş. Duydun mu? Ve eyerinde silah varsa elinin ona yaklaştığını görmeyeyim. Ufak bir hata bile yaparsan kurşunu yersin. Haydi şimdi gel bakalım.”
Ortalığı kaplayan sisin içerisinde bir at ve binicisi yavaş yavaş yaklaşıp posta arabasının yanına, yolcunun bulunduğu yere geldi. Binici eğildi ve muhafıza bir bakış atarken yolcuya küçük, katlanmış bir kâğıt uzattı. Binicinin atı soluk soluğaydı ve her ikisi de, toynaklarından adamın şapkasına kadar çamur çerisindeydi.
“Muhafız!” diye seslendi yolcu kendinden emin bir sesle.
Sağ eli tüfeğinin dipçiğinde, sol eli namluda ve gözleri de atlının üzerinde bulunan muhafız kaba bir sesle cevapladı: “Buyurun efendim.”
“Endişelenecek bir şey yok. Ben Tellson Bankası’nda çalışıyorum. Londra’daki Tellson Bankası’nı biliyor olmalısın. Paris’e iş için gidiyorum. Sana içki parası olsun diye beş şilin vereyim. Bunu okuyabilir miyim?”
“Tamam o hâlde; fakat lütfen olabildiğinizce çabuk olun efendim.”
Mektubu arabanın ışığında açıp önce içinden sonra da sesli okudu: “ ‘Matmazeli Dover’da bekleyin.’ Gördün mü muhafız, uzun değil. Jerry, cevabımın ‘Hayata Dönüş’ olduğunu söyle.”
Jerry eyerinde kımıldandı. “Bu da çok çarpıcı bir cevap efendim.” diye cevap verdi her zamanki boğuk sesiyle:
“Mesajımı götür, onlar bu mesajı aldığımı anlayacaklardır, yazmış kadar olurum. Yolun açık olsun. İyi geceler.”
Bu sözlerin ardından yolcu kapıyı açıp arabaya bindi. Saat ve cüzdanlarını çabucak çizmelerinin içine gizleyen ve uyuyormuş gibi yapan yolcu arkadaşlarının ona yardımcı olduğuysa söylenemezdi. Başka türlü bir eyleme sebebiyet verme tehlikesinden kaçmak dışında belirli bir amaçları yoktu.
Etrafı kaplayan ve azalıyormuş gibi duran ağır sis dalgasının eşliğinde araba tekrar ağır ağır ilerlemeye başladı. Muhafız nihayet tüfeğini sandığa geri koydu ve diğer eşyalarını yokladı. Kemerindeki tabancaları, içinde birkaç alet edevat, bir çift el feneri ve çakmak taşı kutusu bulunan, koltuğunun altındaki küçük sandığı kontrol etti. Zira arabanın lambaları sönerse, ki bu sık sık olurdu, kapı ve pencereleri kapatıp fitili çakmak taşıyla kolayca ateşleyecek ve eğer şanslıysa güvenle ışık elde edecekti. Bu kadar çok şey bulundurmasının sebebi işte buydu.
“Tom!” diye seslendi arabanın çatısından yavaşça.
“Söyle Joe.”
“Mesajı duydun mu?”
“Duydum Joe.”
“Bundan ne anladın Tom?”
“Pek bir şey anlamadım Joe.”
“Ne tesadüf,” diye söylendi muhafız, “ben de.”
Sisin ve karanlığın içinde bir başına kalan Joe, hem bitkin düşen atını dinlendirmek hem de yüzündeki çamuru temizleyip şapkasının kenarında biriken neredeyse 3-4 litre ağırlığındaki suyu silkelemek için atından indi. Posta arabasının tekerlek sesleri iyice uzaklaşıp gece tam bir sessizliğe bürünene kadar çamurlu elleriyle dizginleri tutup bekledi ve ardından tekrar tepeden aşağı doğru yürümeye başladı.
“Temple Bar’dan bu yana dörtnala geldiğimiz için yaşlı bayan, düzlüğe çıkana kadar ön ayaklarına güvenmiyorum.” dedi boğuk sesli haberci, kısrağına bakarak. “ ‘Hayata dönüş.’ Bu gerçekten de çok garip bir mesaj. Bunun fazlası sana yaramazdı Jerry! Baksana Jerry. Eğer yeniden dirilmek moda olsaydı gerçekten hâlin haraptı Jerry!”

Gecenin Gölgeleri
“İnsan denen varlığın bir diğeri için gizem ve sırlarla dolu olduğu, yadsınamayacak bir gerçek. Geceleyin büyük bir şehre girdiğimde, bir düşünce kaplar içimi. Yan yana kümelenmiş karanlık her ev, kendi sırrını barındırır içinde. Her evin her odasında ayrı bir sır vardır. Ve oradaki yüz binlerce göğüste çarpan yürekler, en yakınındaki için bile bir sırdır! En korkuncu bile, hatta ölüm bile bundan iyidir. Sevdiğim bu kitabın sayfalarını çeviremiyorum artık, bir çırpıda tamamını okumak istesem de. Anlık ışıklar üzerine yansırken, içinde gömülü hazineler ve diğer batıkların görünüp kaybolduğu bu dipsiz suların derinliklerine bakamıyorum artık. Tek bir sayfa bile okusam bu kitap hemen kapanıverecek; sonsuza, sonsuza kadar. Su ebediyen buza dönüşecek üzerinde ışıklar oynaşırken ve ben habersizce duracağım kıyısında. Arkadaşım öldü; komşum öldü; aşkım, ruhumun can yoldaşı öldü. Bu acımasız ve ebedî sır daima benimle olacak. Hayatımın sonuna dek bunu içimde saklamalıyım. İçinden geçtiğim bu şehrin mezarlıklarında yatanların, şehrin meşgul sakinlerinin benim için olduğundan ya da benim onlar için olduğumdan daha esrarengiz olduğunu söylemek mümkün mü?”
Doğal ve soğukluktan uzak yapısıyla atının sırtındaki haberci, kralla, iç işleri bakanıyla ya da Londra’daki en zengin tüccarla tam olarak aynı duyguları paylaşıyordu. Eski bir posta arabasında bir araya gelen üç yolcu için de bu geçerliydi. Her biri, bir diğeri için gizemlerle doluydu. Sanki her biri kendi arabasındaydı ve aralarında bir ülke kadar mesafe vardı.
Haberci, birahanelerde boğazını ıslatmak için sıkça durarak rahat bir tırısla katetti dönüş yolunu. Gözlerinin üzerine indirdiği şapkasıyla, fikirlerini kendine saklama eğiliminde olduğu açıktı. Renk veya şekil derinliğinden yoksun şapkası, sanki bakışlarından bir şey anlaşılmasından korkarmış gibi birbirine çok yakın duran kara gözleriyle uyum içerisindeydi. Üç köşeli bir tükürük hokkasını andıran eski şapkasıyla boğazını ve çenesini sardığı, dizlerine kadar inen büyük atkısının arasında kalan gözlerinde tekin olmayan bir ifade vardı. İçki içmek için durduğunda sol eliyle atkısını açıyor, sağ eliyle kadehindekini içiyor ve bardağı boşalır boşalmaz tekrar sarınıyordu.
“Hayır Jerry, hayır!” dedi haberci; atının üzerindeyken hep aynı şeyi düşünüp duruyordu. “Bu senin işine gelmez Jerry. Jerry, seni dürüst tacir, bu senin iş alanına hiç uygun düşmez! Hayata dönüş! Adamın sarhoş olduğunu düşünmemişsem Tanrı cezamı versin!”
Mesaj kafasını öyle karıştırmıştı ki, birkaç kez şapkasını çıkarıp kafasını kaşımak zorunda kaldı. Kısmen kelleşmiş tepesinin haricinde dik, sert, siyah saçları vardı ve bu saçlar, büyük yuvarlak burnuna kadar uzanıyordu. Bir demircinin elinden çıkmış gibiydi; saçlı bir baştan çok çivili bir duvara benziyordu. En iyi birdirbir oyuncuları bile, üzerinden atlaması en tehlikeli kişi olduğu gerekçesiyle onu geri çevirebilirdi.
Temple Bar yakınındaki Tellson Bankası’nın kapısındaki kulübede duran gece bekçisine götürdüğü mesaj, içerideki daha yüksek makamlara iletilecekti. Ve o ilerlerken, gecenin gölgeleri, mesajın da etkisiyle garip şekiller alıyordu. Kısrağı bile sanki bu gölgelerden rahatsız olup huysuzlanmıştı. Her tarafı kaplamışlardı, atı yoldaki her gölgeden ürküyordu.
Posta arabası, içindeki üç esrarengiz adamla, usanç verici yolunda sallanarak, tıngırdayarak ve sarsılarak ağır ağır ilerlemeye devam ediyordu. Gecenin gölgeleri, bu üç adamın uyuklayan gözlerinde, zihinlerinde dolaşan düşüncelerde şekil buluyordu.
Posta arabası yolcunun kafasında Tellson Bankası oluveriyordu. Yanındaki yolcuya çarpmamak için bir eliyle onun köşesinde kalmasını sağlayan deri kayışı tutan bankanın yolcusu, arabanın her sarsıntısında yerinde sallanıyordu. Yarı kapalı gözlerine, arabanın küçük camlarından ışık geliyordu. Ve karşıdaki yolcunun büyük çuvalı banka oluveriyordu. Koşumların şakırtısı paranın şıkırtısına dönüşüyor, Tellson’da yapılan ödemelerin üç misli beş dakika içinde yapılıveriyordu. Ardından Tellson’un mahzeninde büyük paraların ve sırların saklı bulunduğu kasa odaları önünde beliriyor, elindeki büyük anahtarlarla kapıları titrek mum ışığında açıyor ve onları tıpkı en son gördüğü gibi güvende, güçlü ve sakin buluyordu.
Bankanın neredeyse her an onunla olmasına ve arabanın, uyuşturucuya rağmen hissedilen bir acı gibi kendisini hissettirmesine rağmen, tüm gece boyunca kaçamadığı bir düşünce daha vardı zihninde. Bu yolculuğa, birini mezardan çıkartmak için çıkmıştı.
Şimdi, gördüğü sayısız yüzden hangisi gömülü kişiye ait, belli değildi. Fakat tümü, kırk beş yaşlarında bir adamın simasını taşıyordu. İfadelerindeki tutku ile bitap ve tükenmiş hâlleriyse birbirinden ayırıyordu onları. Onur, küçümseme, meydan okuma, inat, itaat veya ağıt, ağır basıyordu birinde diğerinden. Türlü türlü çökük yüzler, bir deri bir kemik kalmış eller kadavra rengindeydi. Ama yüzleri temelde aynı, elleriyse bembeyazdı. Uyuklayan yolcu, yüzlerce kere, bu hayalete sordu:
“Ne kadardır gömülüsün?”
Cevap her zaman aynıydı: “Yaklaşık on sekiz yıldır.”
“Topraktan çıkma umudunu uzun zaman önce mi kaybettin?”
“Çok önce.”
“Hayata döneceğini biliyor musun?”
“Sen öyle diyorsun.”
“Umarım hayata dönmeye isteklisindir?”
“Bunu söyleyemem.”
“Onu sana göstereyim mi? Gelip onu görecek misin?”
Bu sorunun cevapları farklı ve çelişkiliydi. Kimi zaman kırık bir kalple “Bekle! Eğer onu hemen görürsem bu beni öldürür.” cevapı geliyordu. Kimi zaman gözyaşları içinde “Beni ona götür.” diyordu. Kimi zamansa şaşkın bir yüz, dik dik bakarak, “Onu tanımıyorum. Anlamıyorum.” cevabını veriyordu.
Bu hayalî konuşmanın ardından yolcu, hayalinde kâh bir kürekle, kâh büyük bir anahtarla, kâh da elleriyle kazıyor, kazıyor ve zavallı yaratığı topraktan çıkarmaya çalışıyordu. Nihayet yüzünden ve saçlarından topraklar sarkarak yer altından çıkan adam, birden toza dönüşüp savruluyordu. İşte bu hayallerle sıçrayan yolcu, pencereyi indirip yağmurun ve sisin gerçekliğini yüzünde hissetti.
Gözleri sis ve yağmurun içinde açıkken bile, lambalardan yayılan ışık kümelerinde ve sarsıntılarla yerinden oynayan yol kenarındaki çitlerde, içerideki gölgelere katılan yeni gölgeler vardı. Temple Bar yakınındaki banka, geçen günkü iş, kasa odaları, ardından yollanan haberci ve ilettiği mesaj, hepsi oradaydı. Bunların arasından yeniden o hayaletin yüzü beliriyor ve karşısına çıkıyordu.
“Ne zamandır gömülüsün?”
“Yaklaşık on sekiz yıldır.”
“Umarım hayata dönmeye isteklisindir?”
“Bilmiyorum.”
Kazdı, kazdı, kazdı; ta ki yolculardan biri ondan sabırsızca camı örtmesini isteyene kadar. Tekrar deri kayışı tutup pineklemekte olan iki yolcu hakkında düşünmeye başladı. Bir süre sonra ise onlar aklından silindi; tekrar banka ve mezar çıktı karşısına.
“Ne kadardır gömülüsün?”
“Yaklaşık on sekiz yıldır.”
“Topraktan çıkma umudunu tamamen yitirmiş miydin?”
“Çok önce.”
Konuşulanları hâlâ duyabiliyordu, hayatında konuşulan her söz kadar netti bunlar. Sesler kulaklarından gitmedi; ta ki bitkin düşmüş olan yolcu, günün ışıdığını ve gecenin gölgelerinin artık kaybolduğunu fark edene kadar.
Pencereyi indirip doğan güneşe baktı. Toprağı sürülmüş bir tepe gördü; üzerindeyse önceki gece, atlar boyunduruktan kurtulunca olduğu yerde bırakılmış bir pulluk vardı. Biraz ötesinde, pek çok kırmızı ve altın sarısı yaprakları hâlâ ağaçlarının üzerinde bulunan sakin bir koruluk vardı. Soğuk ve nemli toprağa rağmen hava açıktı; güneş tüm berraklığı ve güzelliğiyle usulca doğmuştu.
“On sekiz yıl.” dedi yolcu güneşe bakarak. “Yüce Yaradan! On sekiz yıl boyunca diri diri gömülü kalmak!”

Hazırlık
Posta arabası kuşluk vakti sağ selamet Dover’a vardığında, Royal George Oteli’nin şef garsonu, sanki kendi göreviymiş gibi arabanın kapısını açtı. Bunu şatafatlı bir seremoni gibi yaptı; zira kış günü posta arabasıyla Londra’dan gelen maceracı yolcular, kutlanmayı hak edecek bir başarıya imza atmışlardı.
O sırada kutlanacak tek bir yolcu kalmıştı arabada; çünkü diğerleri yol üzerinde inmişlerdi. İçerdeki nemli ve kirli samanların yol açtığı nahoş küf kokusu ve karanlığıyla araba, daha ziyade büyükçe bir köpek kulübesini andırıyordu. Üzerini kaplayan samanlardan temizlenmeye çalışan yolcu Bay Lorry de, boynuna doladığı kalın atkısı, kulaklıklı şapkası ve çamurlu bacaklarıyla iri cins bir köpeğe benziyordu.
“Yarın Calais’e bir posta vapuru var değil mi?”
“Evet efendim. Hava uygun olursa ve rüzgâr da sakin eserse öğleden sonra iki gibi hareket edecek. Oda ister misiniz efendim?”
“Geceye kadar yatmayacağım fakat bir oda ve bir berber istiyorum?”
“Peki ya kahvaltı efendim? Evet efendim. Bu taraftan lütfen efendim.” Şef garson yolcunun arzularını sorarken bir yandan da “Büyük odayı gösterin. Beyefendinin valizini odaya taşıyın ve sıcak su götürün. Odada beyefendinin çizmelerini de çıkartın.” diye etrafındakilere emirler veriyordu. “İçerde güzel bir ateş bulacaksınız efendim.” dedikten sonra emirlerine devam etti: “Berberi büyük odaya çağırtın. Haydi çabuk olun.”
Büyük yatak odası daima posta arabalarının yolcuları için hazır tutulurdu. Her zaman başlarından ayaklarına kadar sarınmış tek tip yolcularsa Royal George’un bu odasından farklı farklı kişiler olarak çıkarlardı. Yine aynı şey oldu. Bir başka garson, iki taşıyıcı, birkaç hizmetli ve ev sahibesi, kahve salonuyla büyük oda arasındaki farklı noktalarda adamı görmek için oyalanırken, kalın yenleri ve ceplerinin üzerinde büyük kapakları olan, oldukça eski fakat iyi muhafaza edilmiş kahverengi takımıyla resmî giyinmiş altmış yaşlarında bir beyefendi odadan çıkıp kahvaltısını etmek için ilerledi.
O kuşluk vakti kahve salonunda, kahverengili adam dışında kimse yoktu. Kahvaltı masası şöminenin önüne hazırlanmıştı. Ateşin yanında oturmuş kahvaltısını beklerken üzerine yansıyan ışıklarla öyle sakin duruyordu ki resminin yapılması için poz veriyor gibiydi.
Ellerini dizlerinin üzerine koymuş olan adam, ciddi ve yaşlı görünüyordu. Yeleğinin cebinde gürültüyle çalışan saati, canlı ateşin geçiciliği ve ciddiyetsizliği karşısında ağırbaşlılığı ve uzun ömürlülüğü simgeliyor gibiydi. Güçlü bacakları vardı, güzel bir dokusu olan kahverengi çorapları düzgün ve sıkıydı. Ayakkabıları ve ayakkabısının tokası da sade olmasına karşın biçimliydi. Uzun, dalgalı, düzgün fakat biraz da garip bir peruk takmıştı. Gerçek saçtan yapılmış olması muhtemeldi; ancak daha çok ipek veya cam liflerinden yapılmış gibi görünüyordu. Çorapları kadar güzel olmasa da gömleği, sahilde kırılan dalgaların köpükleri ya da gün ışığında açık denizlerde parıldayan yelkenler kadar beyazdı. Yüzü her zaman dingin ve sesiz, gözleri acayip peruğunun altında pırıl pırıldı. Geçen yıllarda derinliklerine acılar gömmüş olan bu gözlerde sakin ve sessiz bir ifade vardı. Yanaklarının rengi oldukça sağlıklıydı ve çizgiler bulunmasına rağmen yüzünde pek az asabiyet belirtisi vardı. Ancak belki de Tellson Bankası’nın güvenilir çalışanları asıl olarak diğer insanların sıkıntılarıyla ilgilenmiş ve belki de bu ikinci el tasalar kolaylıkla gelip geçmiştir.
Resminin yapılmasını bekleyen bir adam gibi oturan Bay Lorry, uyuklamaya başladı. Onu, kahvaltısının gelişi uyandırdı. Sandalyesini yaklaştırırken garsona, “Bugün gelecek olan genç bir bayan için oda ayırtmak istiyorum.” dedi. “Bay Jarvis Lorry’yi sorabilir ya da sadece ‘Tellson Bankası’ndan bir bey’ der. Lütfen bana haber verin.”
“Peki efendim. Londra’daki Tellson Bankası değil mi efendim?”
“Evet.”
“Londra ve Paris arasındaki seyahatlerinde bankanızdan beyleri ağırlama şerefine sık sık erişiyoruz efendim. Tellson çalışanları epey seyahat ediyor efendim.”
“Evet, bir İngiliz şirketi olduğumuz kadar Fransız şirketi de sayılırız.”
“Evet efendim. Siz pek seyahat etmiyorsunuz sanırım efendim.”
“Son yıllarda pek etmedim. Biz… Ben Fransa’dan geleli on beş yıl oluyor.”
“Gerçekten mi efendim? O zamanlar ben burada çalışmıyordum, buradaki hiç kimse çalışmıyordu efendim. George Oteli’nin sahipleri o zaman başkaydı efendim.”
“Ben de öyle sanıyorum.”
“Ama bahse girerim, Tellson şirketi on beş değil elli yıl önce de vardı, öyle değil mi efendim?
“Bu rakamı üçe katlayabilirsin. Aslında şirket yüz elli yıldır ayakta.”
“Gerçekten mi efendim!”
Gözleri ve ağzı açık kalan garson masadan uzaklaşırken sağ kolundaki peçeteyi sol koluna aldı ve rahat bir tavırla, tıpkı bir rasathane ya da gözetleme kulesindeymiş gibi misafirinin yiyip içmesini seyretmeye başladı. Bu her dönemde garsonların yaptığı bir hareketti.
Bay Lorry kahvaltısını bitirince kumsalda bir gezinti için dışarıya çıktı. Çarpık kentleşmiş küçük Dover şehri, kendisini kumsaldan uzağa saklamış ve tıpkı denizde yaşayan bir devekuşu gibi başını kireç kayalıklara gömmüştü. Kumsal, başıboş bir şekilde yuvarlanan taş ve kum kümeleriyle dolu bir çöl gibiydi. Deniz yine pek sevdiği o yıkım işini yapmıştı. Şehrin, kayalıkların üzerinde gök gürlüyordu ve bulutlar gelip tüm yükünü sahilde bıraktı. Evlerin üzerindeki havada öyle kesif bir balık kokusu vardı ki; hasta insanların denize girdiği gibi hasta balıkların da denizden çıkıp havaya karıştıkları sanılabilirdi. Limanda pek fazla olmasa da balıkçılık yapılıyordu. Geceleri halk deniz kıyısında gezintiye çıkıyordu; özellikle de dalgalar kabarıp sel basmasına ramak kala. Pek iş yapamayan küçük tüccarlar bazen esrarengiz bir şekilde büyük servetler kazanıyordu ve civardaki kimsenin lambaları yakmakla görevli kişilere katlanamadığı göze çarpıyordu.
Öğleden sonraya girilirken ve kimi zaman Fransa kıyılarının görülmesine fırsat verecek kadar açılan hava tekrar nem ve sisle ağırlaşırken, Bay Lorry’nin düşünceleri de bulutlanmış gibiydi. Karanlık çökünce kahve salonundaki ateşin önüne oturdu ve tıpkı kahvaltısını beklediği gibi akşam yemeğini beklemeye başladı. Zihni karmakarışık bir hâlde kızıl korları kurcaladı, kurcaladı, kurcaladı…
Yemekten sonra içilecek bir şişe Bordeaux şarabının, kızarmış kömürleri karıştıranlara bir zararı yoktur; başka bir şey yapıyor olsaydı işini yapmasını engellemesi ise büyük ihtimaldi. Bay Lorry uzun zamandır aylak aylak oturuyordu ve son kadehini ancak şişenin dibini görmüş, zinde görünümlü geçkin bir erkekte görülebilecek bir tatminle doldurmuştu ki, yan sokaktan tekerlek sesleri duyulan bir araba gürültüyle otelin avlusuna girdi.
Bardağındakine dokunmadan bıraktı: “Bu matmazel!”
Birkaç dakika içerisinde garson, Londra’dan Bayan Manette’in geldiğini ve Tellson’dan gelen beyefendiyi görmekten memnun olacağını bildirdi.
“Bu kadar çabuk mu?”
Bayan Manette yolda bir şeyler içtiği için daha fazlasına ihtiyaç duymuyordu ve Tellson’dan gelen beyefendiyi bir an önce görmek için epey sabırsızlanıyordu, tabii eğer bu onun için de uygunsa.
Tellson’dan gelen beyefendi bardağındakini büyük bir ümitsizlik içinde bitirip küçük, garip peruğunu düzeltti ve Bayan Manette’in odasına doğru garsonun peşi sıra gitti. Bu, cenaze ortamını andıran siyah at kılından yapılmış kumaşla kaplanmış mobilyalar ve ağır, koyu renk masalarla döşenmiş büyük ve karanlık bir odaydı. Masalar öylesine cilalanmıştı ki, odanın ortasındaki masanın üzerinde duran iki mumun loş ışığı masanın her kanadına yansıyordu. Sanki siyah maundan derin mezarlarda gömülü gibilerdi ve oradan çıkmadıkça konuşmaları beklenemezdi.
Loş ortama uyum sağlamak o kadar güçtü ki, güzel dokunmuş bir Türk halısının üzerinde yürümekte olan Bay Lorry bir an için Bayan Manette’in bitişikteki başka bir odada olduğunu sandı; ta ki iki uzun mumu geçip ateşin önündeki masanın yanında kendisini bekleyen genç bayanı görene kadar. Üzerinde bir binici pelerini olan ve hasır seyahat şapkasını hâlâ kurdelesinden tutmakta olan bu kız, on yedisini aşmış olamazdı. Bu kısa, narin, hoş görünüşlü vücuda, sarı saçlara, kendisine merakla bakan bir çift mavi göze ve şaşkınlık, endişe, telaş veya dikkat ifadelerinin yalnızca birini değil, dördünü birden barındıran bir alna –ne kadar genç ve yumuşak olduğu hâlâ hatırımda– bakakalan adamın gözlerinin önünden, yağmurun tüm gücüyle yağdığı ve denizin kabardığı soğuk bir günde Manş Denizi’ni geçerken kollarında tuttuğu bir çocuğun görüntüsü geçti bir an için. Bu görüntü, kızın arkasında duran ve çerçevesinde siyah tanrıçalara siyah sepetlerde Ölü Deniz meyveleri sunan zenci aşk tanrıçaları bulunan boy aynasına yansıyan bir nefes gibi gelip geçti. Adam Bayan Manette’i resmiyetle selamladı.
“Lütfen oturun bayım.” dedi masum ve hoş sesi, çok az aksanlı konuşmasıyla.
“Elinizi öpmeme izin verin.” dedi Bay Lorry eski zamanlardan kalan bir edayla tekrar kızı selamlarken. Ardından yerine oturdu.
“Dün bankadan bir çeşit bilgi ya da keşifle ilgili bir mektup aldım efendim.”
“Bunun bir bilgi mi ya da keşif olarak mı nitelendirileceği pek önemli değil bayan, her ikisi de söylenebilir.”
“Çok önce ölen ve hiç göremediğim zavallı babamdan kalan küçük bir mülkle ilgiliymiş.”
Bay Lorry sandalyesinde kıpırdandı ve zenci aşk tanrıçalarına sıkıntılı bir bakış attı. Sanki onların anlamsız sepetlerinde birilerine yardım edecek bir şey bulmayı umar gibiydi!
“Paris’e gitmem ve bu amaçla kendisi de oraya gönderilen bankanın görevlisiyle irtibata geçmem gerektiği yazıyordu.”
“Bu kişi benim.”
“Duymayı beklediğim de buydu efendim.”
Onun kendinden ne kadar olgun ve bilgili olduğunu düşündüğünü gösterme arzusuyla kız, adamın önünde reverans yaptı (O zamanlar genç bayanlar reverans yaparlardı.) Adam da selamla karşılık verdi.
“Ben de bankaya cevap yazıp; Fransa’ya gitmem gerektiğini bilen ve bana da nazikçe bunu tavsiye eden kişilerce gerekli görüldüğünden bu seyahati gerçekleştireceğimi; ancak bir yetim olduğum için bana eşlik edebilecek hiçbir arkadaşım bulunmadığından yolculuğum boyunca bu saygıdeğer beyefendinin himayesinde olmama izin verilmesi hâlinde şükran duyacağımı ilettim. Beyefendi Londra’dan ayrılmıştı; fakat sanırım beni burada bekleme nezaketini göstermesini istemek üzere arkasından bir haberci gönderildi.”
“Bu vazifeyle görevlendirildiğim için şeref duyuyorum.” dedi Bay Lorry. “Başarabilirsem çok daha mutlu olacağım.”
“Ben de teşekkür ederim efendim. Size minnet borçluyum. Banka bana bu işin detaylarını görevli beyefendinin açıklayacağını ve kendimi sürpriz gelişmelere hazırlamam gerektiğini söylemişti. Ben hazırım ve tüm detayları öğrenmek için güçlü bir istek duyuyorum.”
“Bu doğal.” dedi Bay Lorry. “Evet, ben…”
Kısa bir duraklamadan sonra tekrar garip peruğunu düzelterek ekledi: “Başlamak çok zor.”
Bir türlü söze başlayamadı, ancak bu kararsızlık anında kızın bakışlarıyla karşılaştı. Genç alnı hoş ve karakteristik bir ifade almıştı. Kız, sanki geçen bir gölgeyi istemsizce yakalıyor ya da tutuyor gibi elini kaldırdı.
“Siz benim için gerçekten bir yabancı mısınız efendim?
“Öyle değil miyim?” dedi Bay Lorry, ellerini açıp yüzündeki gülümsemeyle bir şeyler kanıtlamak ister gibi.
Kaşlarıyla, olabildiğince narin hoş ve kadınsı küçük burnu arasındaki ifade, şimdiye dek yanında ayakta durduğu sandalyeye düşünceli düşünceli otururken derinleşti. Onun düşüncelere dalışını seyreden adam, kız gözlerini yeniden kaldırınca devam etti:
“Burada sizin genç bir İngiliz hanımefendisi olduğunuzu düşünerek hitap etmeliyim sanırım, izin verir misiniz Bayan Manette?”
“Nasıl isterseniz efendim.”
“Bayan Manette, ben görevli bir kişiyim. Yapmam gereken bir iş var. Benim konuşan bir makineden daha fazlası olduğumu düşünmeyin; gerçekte de daha fazlası değilim. İzin verirseniz bayan, size müşterilerimizden birinin hikâyesini aktaracağım.”
“Müşteri mi?”
Kızın tekrarladığı bu kelimeyi bilinçli olarak yanlış kullanmıştı ve aceleyle ekledi: “Evet, müşteriler, bankacılık işinde irtibatta bulunduğumuz kişileri genellikle ‘müşteri’ olarak adlandırırız. Bu bir Fransız beyefendisiydi; bir bilim adamı, büyük kazançları olan bir adam, bir doktor.”
“Beauvais’ten mi?”
“Evet, Beauvais’ten. Tıpkı babanız Mösyö Manette gibi o da Beauvais’ten bir beyefendiydi. Tıpkı babanız Mösyö Manette gibi o da Paris’te saygı duyulan bir beydi. Onu tanımaktan onur duydum. İlişkimiz iş ilişkisiydi fakat gizliydi. O zamanlar Fransa’daki şirketimizdeydim ve ben, ah tam yirmi yıl geçti.”
“O zamanlar dediniz efendim, ne zaman olduğunu sorabilir miyim?”
“Yirmi yıl öncesinden bahsediyorum bayan. Bir İngiliz hanımefendisiyle evlenen bu beyin işlerini ben yürütüyordum. Pek çok diğer Fransız beyefendisi ve Fransız ailesi gibi onun işleri de tamamen Tellson’un kontrolündeydi. Benzer şekilde pek çok müşteriyle ilgilendim ve ilgilenmekteyim. Bunlar katıksız iş ilişkileridir bayan. İçinde arkadaşlık yoktur; özel bir ilgi ya da duygudan eser yoktur. İş yaşamım boyunca bir müşteriden diğerine geçtim; kısacası benim duygularım yoktur, ben sadece bir makineyim. Devam etmek gerekirse…”
“Fakat bu benim babamın hikâyesi efendim.” İlgiyle kırışan alnı adama yönelmişti. “Düşünüyorum da, babamın ve sadece iki yıl sonra da annemin ölümüyle yetim kaldığımda beni İngiltere’ye götüren sizdiniz. Bundan neredeyse eminim.”
Bay Lorry kendi elini tutmak üzere güvenle uzanan küçük, çekingen eli alıp nezaketle dudaklarına götürdü. Sonra genç kızı yeniden sandalyesine oturttu. Sol eliyle sandalyenin arkasından tutarken diğer eliyle de bazen çenesini kaşıyor, bazen peruğunu kulaklarının üzerine çekiyor, bazen de konuşmasına uygun hareketler yapıyordu. Kız gözlerinin içine bakarken o da ayakta durmuş kızın yüzüne bakıyordu.
“Bayan Manette, o bendim. Ve size duygularım olmadığını, ilişkilerimin tamamen iş ilişkisi olduğunu söylerken ne kadar dürüst olduğumu, sizi o günden beri görmediğimi düşündüğünüzde anlayacaksınız. Hayır, o günden beri siz Tellson Şirketi’nin vesayeti altındasınız ve ben de o günden beri Tellson Şirketi’nin diğer işleriyle meşguldüm. Duygular! Duygular için vaktim yok, onlara sahip olma şansım yok. Ben, tüm hayatımı uçsuz bucaksız bir para çarkının içinde geçirdim bayan.”
Günlük hayatına dair bu garip tanımlamanın ardından Bay Lorry, hiç gerekli olmadığı hâlde iki eliyle başının üzerindeki peruğunu düzeltti ve önceki tavrını yeniden takındı.
“Kısacası bayan, anladığınız üzere, bu zavallı babanızın hikâyesi. Bir farkla; ya babanız öldüğünde gerçekten ölmediyse? Durun, korkmayın! Nasıl da titriyorsunuz!”
Kız adamın bileğini iki eliyle sıkıca kavradığında gerçekten titriyordu.
“Lütfen!” dedi Bay Lorry, teselli eden bir ses tonuyla. Sandalyenin arkasındaki sol elini, kendisini delice bir titremeyle yalvarır gibi sıkan parmakların üzerine koydu. “Lütfen sakin olun, bu bir iş meselesi. Söylediğim gibi…”
Kafası karmakarışık olmuştu; bu nedenle durdu, biraz düşündü ve yeniden başladı:
“Söylediğim gibi şayet Mösyö Manette ölmemiş olsaydı; aniden ve sessizce ortadan kaybolmuş olsaydı; buhar olup uçmuş olsaydı; peşinde hiçbir iz bırakmamasına rağmen ne korkunç bir yerde olduğunu tahmin etmek güç olmasaydı; benim, zamanında en cesur kişinin bile fısıldamaktan korktuğu bir imtiyazı, örneğin birinin hayat boyu hapiste unutulmasını sağlayacak boş formları doldurma imtiyazını kullanılabilecek bir düşmanı olsaydı; karısı krala, kraliçeye, mahkemeye, rahiplere ondan haber almak için yalvarmış olsaydı; o zaman babanızın hikâyesi, bu talihsiz beyefendinin, Beauvais’li doktorun hikâyesi olurdu.”
“Size yalvarırım lütfen anlatın efendim.”
“Anlatacağım. Buna dayanabilir misiniz?”
“Beni şu an içine düşürdüğünüz belirsizlik dışında her şeye dayanabilirim.”
“Sakin konuşuyorsunuz, öyle olduğunuz açık. Bu iyi!” Oysa söylediklerinden kendisi pek emin değildi. “Bu bir iş meselesi. Buna bir iş gözüyle bakın, yapılması gereken bir iş. Şayet bu doktorun karısı, büyük bir cesarete ve güçlü bir karaktere sahip olmasına karşın, küçük bebeği doğmadan önce bu sebeplerle çok büyük acılar çekmişse…”
“O küçük bebek bir kızdı efendim.”
“Evet, bir kız. Bu bir iş meselesi, üzüntüye kapılmayın. Bayan, şayet bu zavallı hanımefendi küçük bebeği doğmadan önce çok büyük acılar çekmişse ve mazlum çocuğunun da bizzat yaşadığı ıstırapların bir parçası olmasını engellemek için onu babasının öldüğü fikriyle büyütmüşse… Yoo, diz çökmeyin. Tanrı aşkına neden önümde diz çöküyorsunuz?”
“Gerçekler için. Ah! Sevgili merhametli beyefendi, gerçekler için!”
“Bir, bir iş meselesi. Kafamı karıştırıyorsunuz. Bu hâlde nasıl işimi yapabilirim? Lütfen sakin olalım. Bana, mesela dokuz tane dokuz peninin kaç ettiğini ya da yirmi ginenin kaç şilin ettiğini söyleyebilir misiniz? Bunu yapabilirseniz sakin olduğunuza daha rahat ikna olabilirim.”
Bu soruya cevap vermese de kız çok sakin oturuyordu. Adam kibarca kızı yerden kaldırdı. Bileğini tutmaya devam eden eller ise eskisi kadar titremiyordu artık. Bu Bay Lorry’nin içini rahatlattı.
“İşte böyle, İşte böyle. Cesaret! İş meselesi! Önünüzde yapmanız gereken bir iş var, faydalı bir iş. Bayan Manette, anneniz bu yolda sizinle ilerledi. Babanızı bulmak için gösterdiği nafile çabasından hiç vazgeçmemişti. Ve inanıyorum ki, kırık bir kalple fani dünyadan çekilip sizi iki yaşında öksüz bıraktığında, babanız hapisten kurtulacak mı; yoksa orada yıllar boyunca tükenip gidecek mi diye düşünmenin yarattığı belirsizliğin kara bulutları olmadan genç, güzel ve mutlu bir şekilde yetişmenizi istemişti.”
Bu sözleri söylerken, hayranlık dolu bir merhametle kızın altın rengi saçlarına baktı. Onların daha şimdiden kırlaşmaya başladığını hayal etti bir an için.
“Biliyorsunuz ki ebeveyninizin çok büyük bir serveti yoktu, olanlarsa sizin ve anneniz için muhafaza edildi. Yeni bir para ya da daha başka bir mülk bulunmuş değil; ancak…”
Bileğinin daha sıkı kavrandığını hissetti ve durdu. Özellikle dikkatini çeken ve o anda hareketsiz duran genç alındaki acı ve korku ifadesi daha da derinleşmişti.
“Ancak o, o bulundu. Yaşıyor. Çok fazla değişmiş olması büyük ihtimal, neredeyse mahvolmuş bir hâlde olması muhtemel; ama biz yine de en iyisini umalım. Hâlâ hayatta. Babanız Paris’te eski uşağının evine götürüldü ve biz de oraya gidiyoruz. Ben, becerebilirsem onun kimliğini tespit etmek; siz de onu hayata, sevgiye, yükümlülüklerine, huzura ve rahata yeniden kavuşturmak için.”
Kızın bedenini bir titreme sardı, ondan da adama geçti. Alçak, farklı ve kuşku dolu bir sesle, sanki rüyasında konuşuyormuş gibi “Bir hayaleti görmek için gidiyorum. Bu babam değil, onun hayaleti olacak.” dedi.
Bay Lorry sessizce kolunu tutan elleri okşadı. “Sakin olun. Artık iyiyi de kötüyü de biliyorsunuz. Artık bu haksızlığa uğramış beyefendiye ulaşmak üzeresiniz. Güzel bir deniz ve sonra güzel bir kara yolculuğunun ardından sevgili babanızın yanında olacaksınız.”
Aynı tonda, daha ziyade bir fısıltı gibi tekrarladı: “Özgürdüm, mutluydum, bugüne kadar onun hayaleti hiçbir zaman beni rahatsız etmemişti.”
“Bir şey daha var.” dedi Bay Lorry kızın dikkatini çekmek için bastıra bastıra. “Babanız başka bir isim altında bulundu. İsmini unutmuş ya da gizlemiş olabilir. Bunlardan hangisi olduğunu araştırmak, hapiste unutuldu mu yoksa kasten mi bırakıldı diye sormak, fazla kurcalamak, şu aşamada faydadan çok zarar getirir; çünkü bu, tehlikeli olabilir. En iyisi, herhangi bir yerde veya herhangi bir şekilde bu konudan bahsetmemek ve onu Fransa’dan çıkarmak olacak. Ben bile, İngiliz ve Fransızlar için önem taşıyan Tellson’un bir çalışanı olarak güvende de olsam, bu konuyu anmaktan sakınıyorum. Bu konuyla alenen ilişkili tek bir kâğıt parçasını bile üzerimde taşımıyorum. Bu tamamen gizli bir görev. Tüm belge, kayıt ve notlarımda her anlama gelebilecek tek bir satırla ifade ediliyor: ‘Hayata dönüş’. Fakat sorun nedir? Tek bir kelime anlamıyorsunuz! Bayan Manette!”
Büyük bir sakinlik ve sükûnet içerisinde, sandalyesinin arkasına bile dayanmadan elinin altında tamamen duygusuz bir ifadeyle oturan genç kız, gözlerini adama sabitlemişti. Yine o deminki ifade alnına kazınmış ya da işlenmiş gibi durmaktaydı. Kolunu öyle sıkı tutuyordu ki, adam onu incitmekten korktuğundan ellerini açamadı ve hiç kıpırdamadan yardım için seslendi.
Vahşi görünümlü bir kadın, oda hizmetçilerinden önce koşarak odaya girdi. Bay Lorry o heyecanının arasında kadının tamamen kırmızıya bürünmüş olduğunu fark etti. Saçları kızıldı ve üzerinde sıra dışı dar bir kıyafet vardı; başındaysa tahtadan bir asker miğferini ya da büyük bir Stilton peynirini andıran mükemmel bir şapka vardı. Kadın güçlü elleriyle adamı göğsünden tutup en yakın duvara iterek zavallı genç kadını Bay Lorry’den ayırdı.
Duvara çarpmasıyla nefessiz kalan Bay Lorry’nin tepkisi “Bu bir erkek olmalı.” oldu.
“Haydi, neden bakıp duruyorsunuz!” diye bağırdı kadın oda hizmetçilerine. “Orada durup bana bakmak yerine neden gereken şeyleri getirmiyorsunuz? Bana hemen amonyak, soğuk su ve sirke getirmezseniz gününüzü görürsünüz.”
Emirleri hemen yerini bulan kadın yavaşça hastayı koltuğa yatırdı. Kıza büyük bir beceri ve nezaketle davranan kadın ona “Canım!”, “Kuşum!” diye hitap ediyor ve büyük bir özenle omuzlarına düşen sarı saçlarını okşuyordu.
“Ve sen kahverengili!” dedi kadın kızgın bir hâlde Bay Lorry’ye dönerek. “Söylediğin her neyse onu ölümüne korkutmadan söyleyemez miydin? Şu kızcağızın bembeyaz yüzüne ve buz kesmiş ellerine bir bak. Buna bankacılık mı diyorsun sen?”
Bay Lorry cevaplanması güç olan bu suçlayıcı soruya epey bozulmuştu; sadece hafif bir acıma ve tevazu ile biraz öteden bakıyordu. Bu esnada, oda hizmetçilerini gününü göstermekle korkutan güçlü kadın, bir dizi teselliyle kızı kendine getirmiş ve hâlsiz başını omzuna koyması için ona dil dökmüştü.
“Umarım şimdi daha iyidir.” dedi Bay Lorry.
“Öyle olsa bile bu senin sayende değil kahverengili. Benim sevgili kızım!”
“Umarım,” dedi Bay Lorry yine hafif bir acıma ve tevazu göstererek, “umarım Bayan Manette’e Fransa’ya kadar eşlik edersiniz.” dedi.
“Hiç sanmam!” diye cevapladı güçlü kadın. “Tuzlu suları aşmamı isteseydi Tanrı, benim kaderimde, bir adada yaşayacağımı yazmaz mıydı?”
Bay Lorry, cevaplanması yine zor olan bu soru üzerinde düşünmekten çekindi.

Şarap Dükkânı
Büyük bir şarap fıçısı sokağın ortasında düşüp parçalanmıştı. Kaza, onu bir arabadan çıkartırken meydana gelmişti; fıçı arabadan aşağıya yuvarlanmış, kasnağı kırılmıştı. Bir ceviz kabuğu gibi açılan fıçı, şarap dükkânının kapısının hemen önünde, taşların üzerinde yatıyordu.
Yakınlardaki herkes işlerine veya aylaklığa ara verip şaraptan içmek üzere olay yerine koşmuştu. Sokağın kaba, düzensiz ve üzerinde yürüyen her canlıyı sakatlamak için özellikle döşenmiş gibi duran taşlarında küçük birikintiler oluşmuştu. Bunların büyüklüklerine göre etrafında insanlar toplanmış, itişip kakışıyorlardı. Bazı adamlar diz çökmüş, iki ellerini kepçe gibi kullanarak şaraptan içiyor ya da şarabın tamamı parmaklarının arasından akıp gitmeden bir yudum almak için omuzlarının üzerinden eğilen bayanlara yardım ediyorlardı. Diğerleri şarap birikintilerine küçük toprak kupalar daldırıyor ve hatta kadınlar başlarındaki örtüyü çıkarıp şaraba batırıp çocuklarının ağızlarına sıkıyorlardı. Bazıları şarabın akıp gitmesini engellemek için topraktan küçük setler yapmış, üst pencerelerden izleyenlerce yönlendirilen bazılarıysa kendine akacak yeni yollar bulan şarabın akışını engelleyebilmek için oraya buraya koşturuyorlardı. Kimileri de fıçının sırılsıklam olmuş, kızıla boyalı parçalarının peşine düşmüştü. Hatta bazıları şarap kokulu bu parçaları büyük bir iştahla kemiriyorlardı. Şarabı çekmenin bir yolu yoktu, ancak toplanan kalabalık sayesinde hepsi temizlenmiş, üstelik de epey bir çamur da onunla birlikte gitmişti. Öyle ki, sokaktan bir çöpçü geçtiği zannedilebilirdi; fakat buralarda bir çöpçüye rastlamak mucizevi bir olaydı.
Bu şarap oyunu süresince erkek, kadın ve çocukların neşeli sesleri, kahkahaları, sokakta yankılandı durdu. Bu oyun, sertlikten çok maskaralık dolu bir oyundu. Özel bir çeşit dostluk vardı bu eğlencede. Herkes birbirinin yanına gidiyor, özellikle de daha şanslı veya daha gamsız olanlar neşeyle kucaklaşıyor, birbirinin sağlığına içiyor, el sıkışıyor ve hatta bir düzine kadarı el ele tutuşup birlikte dans ediyorlardı. Şarap bitip en bol olduğu yerler tırmık gibi kullanılan parmaklar yüzünden bir ızgarayı andırır bir hâle geldiğindeyse, tıpkı bu insanların ortaya çıkıverdikleri gibi bu gösteri de aniden kesiliverdi. Testeresini, kesmekte olduğu ağaca saplayıp gelen adam işinin başına geçti; kendisi ve çocuğunun sefil parmaklarındaki acıyı hafifletebilme umuduyla kullandığı kızgın küllerle dolu kabı bir kapı eşiğinde bırakan kadın yerine döndü; mahzenlerden kışın soğuğuna çıkan çıplak kollu, keçeleşmiş saçlı ve ölü benizli bir adam tekrar yer altına girmek üzere uzaklaştı. Etrafı kaplayan hüzün, bu ortama gün ışığından daha uygun gibiydi.
Dökülen şarapla Paris’teki Saint Antoine banliyösünün bu dar sokağı kırmızıya boyanmıştı. Pek çok elde de kırmızı lekeler vardı; ve pek çok yüzde, pek çok çıplak ayakta, pek çok ahşap ayakkabıda. Odun kesen adam kütüklerde kırmızı izler bırakmıştı; bebeğini besleyen kadının alnı, başına bağladığı eski çaput parçasından sızan şarapla lekelenmişti. Fıçının parçalarına pisboğazlılıkla saldıranların ağızlarının kenarlarında avını yeni yemiş bir kaplanın ağzının kenarlarındaki gibi kırmızı lekeler vardı; ve başındaki oldukça pis şapkasıyla uzun boylu bir soytarı, çamurlu şaraba batırdığı parmağıyla bir duvara “KAN” yazıyordu.
Kanın yoldaki taşların üzerine saçılacağı, her tarafın kızıl lekelere bürüneceği o günler de gelmek üzereydi.
Kutsal yüzünde beliren bir anlık pırıltının ardından Saint Antoine’ın üzerini bir bulut kaplamış, ağır bir karanlık çökmüştü. Soğuk, pislik, hastalık, cehalet ve fukaralık, kutsal mekânlarında bekleyen tanrılardı. Tümü büyük bir güce sahip olan bu tanrılardan özellikle “fakirlik” ağır basıyordu. Bir sürü insan korkunç bir değirmende öğütülüyor gibiydi. Yaşlı insanları gençleştiren, her köşede kıpırdayan, her kapıdan girip çıkan, her pencereden bakan ve rüzgârın savurduğu her kıyafet parçasını havalandıran bu değirmen elbette ki hoş bir değirmen değildi. Onları altında ezen bu değirmen genç insanların saçlarına ak düşüren bir değirmendi. Çocukların yüzleri daha şimdiden yaşlanmış, sesleri mezarlık sesleri gibiydi. Ve bu ihtiyarlamış yüzlerde, yılların çizdiği her çizgide hep aynı şey görülüyordu: Açlık. Açlık her yeri sarmıştı. Açlık, iplerde asılı perişan kıyafetlerde yüksek evlerden atılmıştı. Açlık onlara saman olarak, çaput olarak, ahşap olarak, kâğıt olarak yamanmıştı. Açlık adamın kestiği her şömine odununa işlemişti. Açlık, tütmeyen bacalarda, yenecek tek lokma bulunmayan pis sokaklardaydı. Açlık, fırıncının raflarında duran az miktardaki bayat ekmek somunlarında, sosis dükkânında satılan ölü köpek etinden hazırlanmış mallarda yazılıydı. Açlık, kestanelerle birlikte kavrulan kurumuş kemiklerin çatırtısındaydı. Açlık, zar zor bulunan yağ damlacıklarında kızartılmış kabuklu patateslerin konulduğu küçücük kaplara serpilmişti.
Burası her açıdan bitmek bilmeyen açlığa uygun bir yerdi. Suç ve pislik dolu dolambaçlı her sokak başka bir dar, dolambaçlı sokağa açılıyordu. Herkesin üzerindeki kıyafetler ve şapkalar yırtık pırtık ve pis kokuluydu. Görünen her şeyin hastalıklı bir hâli vardı. İnsanların hapsolmuş zihinlerinde çirkin ve vahşi düşünceler gezmekteydi. Sıkıntılı ve sinsi hâllerinde ateşin gözleri eksik olmuyordu. Zapt etmeye çalıştıkları için bembeyaz kesilmiş, sıkıca kapanmış dudaklarında; gitmekten korktukları darağacının yağlı urganına benzer bir hâl almış alınlarında hep kötülük vardı. Tabelalar, tıpkı dükkânlar gibi fakirliğin amansız göstergeleriydi. Kasabın ve domuz eti satan dükkânların tabelalarında, en sıska hayvanlar resmedilmişti; ekmekçininkinde ise en adi ve yavan somun. Şaraphanelerde, kadehlerindeki az miktardaki kötü şarap ve birayı birbirlerine gizlice, kötü kötü bakarak içen adamların resmedildiği tabelalar vardı. Hiçbir şey hoş ve mamur bir ortamda sunulmamıştı, alet edevat ve silahlar dışında. Bıçakçının bıçakları ile baltaları keskin ve parlaktı, demircinin çekici ağırdı ve silahçının dipçiği öldürücüydü. Üzerlerinde su ve çamur dolu küçük birikintiler bulunan ve insanı sakat eden taşlarla döşenmiş yollarda kaldırım yoktu ve kapıların önlerinde aniden bitiveriyordu. Yağmur suları sokakların ortasından akıyor, yağış fazla olduğunda çukurda kalan evlerden içeri doluyordu. Sokaklarda geniş aralıklarla, bir ip ve makara yardımıyla kaldırılan zayıf lambalar vardı. Geceleri lambaları yakmakla görevli bir kişi bunları aşağıya çekip yakıyor ve sonra tekrar kaldırıyordu. Kararmış fitillerden oluşmuş bu seyrek koruluk, cansız ışıklarıyla başların üzerinde asılı duruyordu, sanki denizdeymişler gibi. Aslında denizdeydiler ve gemilerle mürettebatı fırtına tehlikesiyle burun burunaydı.
Zira zaman yaklaşmaktaydı. Bölgenin sıska korkulukları, fenercinin metodunu geliştirmeyi akıl edecek kadar avarelik ve açlık içerisinde onu izleyecek ve içinde bulundukları karanlığı aydınlatmak üzere insanları bu ipler ve makaralar yardımıyla asacaklardı. Fakat o zaman henüz gelmemişti ve Fransa üzerinde esen her rüzgâr, korkulukların paçavralarını boşuna savuracak, güzel tüylü ve hoş sesli kuşlar bundan ürkmeyeceklerdi.
Şarap dükkânı görünüş ve kalite açısından diğerlerinden çok daha iyi durumda olan bir köşe başı dükkânıydı. Dükkân sahibi sarı yeleği ve yeşil pantolonuyla kapının önünde durmuş, zayi olan şarap için verilen mücadeleyi seyrediyordu. “Bu beni ilgilendirmez.” dedi omuzlarını bir kez daha silkerek. “Bunu pazarcılar yaptı. Bir tane daha getirsinler.”
Duvara yazısını yazmakta olan soytarıyı gören adam yolun karşısına seslendi:
“Hey Gaspart, ne yapıyorsun orada?”
Meslektaşları gibi o da duvara yazdığı şakasını büyük bir önem atfederek gösterdi. Ama yine meslektaşları gibi yazısı son derece kötüydü.
“Bu ne şimdi? Tımarhaneden mi kaçtın?” dedi şarap dükkânının sahibi. Yolu geçip bir avuç çamur aldı ve yazının üzerini sıvadı. “Neden sokak ortasına yazılar yazıyorsun? Böyle şeyleri, sana söylüyorum, böyle şeyleri yazacak başka bir yer bulamadın mı?”
Bu sitemi ederken temiz olan elini –belki kazara belki bilerek– soytarının kalbinin üzerine koydu. Bu elin üzerine kendi elini koyan soytarı atik bir hareketle yukarı doğru sıçrayıp gülünç dans hareketleri yaparak aşağıya inerken kirli pabuçlarından birini tutup çıkardı. Bu hâliyle tam bir soytarıya benziyordu.
“Giy onu, giy onu.” dedi öteki. “Şarap şaraptır, kan değil.” Bu sözlerin ardından çamurlu elini soytarının elbisesine silip; ki bu kesinlikle bilinçli bir hareketti, çünkü eli onun yüzünden kirlenmişti; yolun karşısına geçerek şarap dükkânına girdi.
Şarap dükkânının sahibi otuzlarında, kalın enseli ve cesur görünen bir adamdı. Ateşli biri olmalıydı; o gün çok soğuk olmasına karşın paltosunu giymemiş, omzuna atarak taşımayı tercih etmişti. Gömleğinin kolları yukarı doğru katlanmıştı ve esmer kolları dirseklerine kadar açıktaydı. Başında da kıvır kıvır saçlarından başka bir şey yoktu. Bütünüyle esmer olan adamın gözlerinin arasındaki mesafe, cesaretini yansıtır gibiydi. Genel olarak iyi bir adama benziyordu; ama aynı zamanda da öfkeli bir adama. Kısacası hedefini belirlemiş azimli bir adamdı, dar bir geçitte karşılaşmak istenmeyecek bir adam; zira hiçbir şey onu yolundan döndüremezdi.
Madam Defarge, kocası içeri girdiğinde dükkânda, tezgâhın arkasında oturuyordu. Madam Defarge adamla aynı yaşlarda, iri yarı bir kadındı. Dikkatli gözleri nadir bir şeye odaklanmış gibiydi; büyük ellerine pek çok yüzük takmıştı; keskin hatları olan sabit bir yüzü ve epey sakin bir yapısı vardı. Takip ettiği hesap işlerinde nadiren hata yaptığı tahmin edilebilecek bir karakteri vardı. Soğuğa karşı dayanıksız olan Madam Defarge bir kürke sarınmıştı ve başında da parlak bir şal vardı; ancak bu şal büyük küpelerini örtememişti. Dişlerini bir kürdanla karıştırmak için örgüsünü önüne bırakmıştı. Sağ dirseğini sol eliyle tutmuş bu işle meşgul olurken kocası içeri girince Madam Defarge hiçbir şey söylemedi; yalnızca bir kez öksürdü. Koyu çizilmiş kaşlarını kaldırarak bu şekilde öksürmesi, kocası dışarıdayken gelen yeni müşterilere bakması için dükkânı dolaşmasının iyi olacağı anlamına geliyordu.
Şarap dükkânının sahibi bu yüzden dükkâna şöyle bir göz gezdirdiğinde, köşede oturan geçkince beyefendiyle genç hanımefendiyi gördü. Diğer müşteriler aynıydı. İkisi kâğıt, ikisi domino oynuyor, üç kişi de barın yanında ayakta durmuş az bir şarapla oyalanıp duruyorlardı. Tezgâhın arkasına geçerken yaşlı adamın genç kıza “İşte adamımız bu.” dediğini fark etti.
“Ne işler çeviriyorsunuz siz orada?” dedi Mösyö Defarge kendi kendine. “Sizi tanımıyorum.”
Fakat iki yabancıyı fark etmemiş gibi yaparak barda içkilerini içen üç müşteriyle sohbete daldı.
“Nasıl gidiyor Jacques?” diye sordu müşterilerden biri Mösyö Defarge’a. “Dökülen tüm şarabı içtiler mi?”
“Hem de her damlasını Jacques.” diye cevapladı Mösyö Defarge.
Aynı ismin bu şekilde değiş tokuşunun ardından dişini karıştırmakta olan Madam Defarge tekrar öksürüp kaşlarını kaldırdı.
“Bu sefil yaratıkların çoğu,” dedi ikincisi Mösyö Defarge’a hitap ederek, “şarabı ya da esmer ekmekle ölüm dışında herhangi bir şeyi nadiren tadıyorlar. Öyle değil mi Jacques?”
“Öyle Jacques.” dedi Mösyö Defarge.
Aynı isimlerin ikinci kez değiş tokuşunun ardından hâlen büyük bir rahatlıkla dişlerini karıştırmakta olan Madam Defarge bir kez daha öksürüp kaşlarını kaldırdı.
Adamlardan üçüncüsü, boşalmış şarap tasını masaya bırakıp dudaklarını şapırdattıktan sonra söze girdi:
“Ahh! Ne kadar kötü. Böyle zavallı insanların ağızlarında hep acı bir tat vardır ve hayatları da çok zordur Jacques. Haklı değil miyim Jacques?”
“Haklısın Jacques.” diye cevapladı Mösyö Defarge.
Bu üçüncü isim değiş tokuşu, kaşları hâlâ kalkık olan Madam Defarge’ın kürdanını bırakıp sandalyesini gıcırdatmasıyla kesildi.
“Bekle biraz!” diye mırıldandı kocası. “Baylar, karım!”
Üç müşteri şapkalarını Madam Defarge’a doğru sallayarak selam verdiler. Kadın başını öne eğerek ve kısa bir bakış atarak beylerin selamlarını aldı. Ardından şarap dükkânına şöyle bir göz gezdiren kadın, büyük bir sakinlik ve ruh dinginliğiyle örgüsünü eline alıp işine daldı.
“Beyler,” dedi parlak gözlerini dikkatle karısına yöneltmiş olan adam, “dışarı çıkarken benden istediğiniz, bekâr erkeklere göre döşenmiş oda, beşinci katta hazırlandı.” Ardından eliyle işaret ederek “Merdivenlerin başladığı antre, küçük avluda, sol tarafta.” dedi. “Fakat şimdi hatırladım, biriniz orada kalmıştınız. Size yolu gösterebilir. Beyler, iyi günler dilerim!”
Adamlar şarabın parasını ödeyip çıktılar. Yaşlı adam köşesinden yaklaşıp konuşmak istediğinde, Mösyö Defarge örgü ören karısını süzüyordu.
“Seve seve efendim.” diyen Mösyö Defarge sessizce adamla kapıya kadar yürüdü.
Konuşmaları oldukça kısa fakat özdü. Mösyö Defarge neredeyse daha ilk kelimede irkildi ve büyük bir dikkatle dinlemeye başladı. Başıyla selam verip çıktığında henüz bir dakika bile konuşmamışlardı. Yaşlıca bey de genç bayanı başıyla yanına çağırdı ve onlar da çıktılar. Kaşları sabit, çevik parmaklarıyla örgüsünü örmekte olan Madam Defarge ise hiçbir şey görmemişti.
Böylece şarap dükkânından çıkan Bay Jarvis Lorry ve Bayan Manette, biraz önce dükkân sahibinin arkadaşlarını yönlendirdiği antrede Mösyö Defarge ile buluştu. Antre, küçük, karanlık ve pis bir avluya açılıyordu. Burası, çok sayıda kişinin yaşadığı bir yığın evin ortak girişiydi. Karolarla döşenmiş kasvetli merdivenin karolarla döşenmiş kasvetli girişinde, Mösyö Defarge, eski patronunun çocuğu önünde bir dizini yere koyup eğildi ve kızın elini dudaklarına götürdü. Bu nazik bir davranıştı fakat pek nazikçe yapıldığı söylenemezdi. Birkaç saniye içinde dikkate değer bir değişim göstermişti. Yüzündeki iyi huylu adam ifadesi ya da açık görünümü kaybolmuş; gizemli, asabi ve tehlikeli bir adama dönüşmüştü.
“Çok yüksekte, çıkması biraz zor. En iyisi yavaş yavaş başlamak.” dedi Mösyö Defarge sert bir sesle merdivenleri çıkmaya başladıklarında.
“Yalnız mı?” diye arkadaki fısıldadı.
“Yalnız. Tanrı ona yardım etsin, yanında kim olabilir ki!” dedi diğeri aynı kısık sesle.
“O hâlde her zaman yalnız mı?
“Evet.”
“Bu kendi dileği mi?”
“Mecburen. Tıpkı beni bulup onu almam ve kendi güvenliğim için ağzımı sıkı tutmam istendiğinde olduğu gibi. O gün de yalnızdı, bugün de.”
“Çok değişti mi?”
“Değişmek mi!”
Şarap dükkânının sahibi durup duvara bir yumruk indirdi ve okkalı bir küfür homurdandı. Hiçbir cevap bu kadar etkili olamazdı. Bay Lorry, beraberindeki iki kişiyle merdivenleri çıktıkça ruhu daha da ağırlaşıyordu.
Kendine has aksesuarlarıyla böyle bir merdiven, Paris’in eski ve kalabalık yerleri için bile yeterince kötüydü; ama bu şartlara alışmamış ve zorluklarla karşılaşmamış kişiler için gerçekten de berbattı. Tek bir yüksek binadan oluşan bu kokuşmuş kuş yuvasındaki her oda aynı umumi merdivene açılıyor ve her ev çöp yığınlarını kendi sahanlığına bırakıyordu. Hava, yoksulluk ve mahrumiyetin elle tutulamayan pisliğiyle yüklü olmasa bile, bu kontrol edilemez ve çaresizce oluşan çöp yığınları, onu kirletebilirdi; ama bu faktörlerin tümü bir araya gelince soludukları hava gerçekten dayanılmaz olmuştu. Böyle bir atmosferde önlerindeki yol dik ve pis bir hâlde uzanıyordu. Zihnindeki karmaşa ve genç refakatçisinin her an artan heyecanı yüzünden Bay Jarvis Lorry iki kez dinlenmek için durdu. Bu duraklamaların ikisi de, bozulmadan kalmış az miktardaki temiz havanın kaçıp, pis ve hastalık yüklü buğunun içeri süzüldüğü kasvetli ızgaralarda yapılmıştı. Paslı demirlerden mahallenin karmakarışık yapısı görülebiliyordu. Notre Dame’ın iki harika kulesinin zirvesinden daha alçakta veya daha yakında sağlıklı bir yaşamdan ve de temiz bir nefesten eser yoktu.
En sonunda merdivenlerin tepesine ulaşıp üçüncü kez durdular. Ama önlerinde daha dik ve daha dar bir merdiven vardı ve ancak bunu da çıktıktan sonra tavan arasına ulaşabileceklerdi. Sürekli biraz önden giden genç kızdan yöneltilebilecek sorulardan çekindiği için Bay Lorry’nin tarafından yürüyen şarap dükkânının sahibi, o tarafa yöneldi. Bu arada omzunda taşıdığı paltosunun ceplerinde dikkatle aradığı anahtarı bulup çıkardı.
“Kapı kilitli mi yoksa dostum?” diye sordu Bay Lorry şaşkınlıkla.
“Evet.” dedi sertçe Mösyö Defarge.
“Bu talihsiz beyefendiyi gözden ırak tutmanın gerekli olduğunu düşünüyorsunuz, öyle mi?”
“Bence kapı daima kilitli olmalı.” diye adamın kulağına fısıldadı Mösyö Defarge somurtarak.
“Neden?”
“Neden mi? Çünkü çok uzun bir süre kilit altında yaşadı, işte bu yüzden kapısı açık bırakılırsa korkup deliye dönebilir ve kendine zarar verebilir hatta ölebilir. Ne olacağını Tanrı bilir.”
“Bu mümkün mü?” diye şaşırdı Bay Lorry.
“Mümkün mü!” diye tekrarladı Defarge sertçe. “Evet. Ve içinde yaşadığımız bu güzel dünyada bunun yanı sıra pek çok şey de mümkün. Sadece mümkün de değil, oluyor da. Anladınız mı? Bu gök kubbede her gün bunlar oluyor. Yaşasın şeytan! Neyse, işimize bakalım.”
Bu konuşma öyle kısık bir sesle yapılmıştı ki, tek bir kelimesi bile genç bayanın kulaklarına gitmemişti. Fakat bu arada yoğun duyguların etkisiyle titremekte olan kızın yüzünü derin bir endişe kaplamıştı. Öyle bir korku ve dehşet içindeydi ki Bay Lorry, onun içini rahatlatmak için bir iki kelime etmeye kendini mecbur hissetti.
“Cesaret sevgili bayan! Cesaret! Bu bir iş! Bir dakika içinde en kötü kısmı tamamlanmış olacak. Şu kapıyı da geçtikten sonra en kötü kısmı bitecek.”
Yavaşça ve sakince yukarı çıktılar. Bu ikinci merdivenler kısaydı ve az zamanda basamakların sonuna ulaştılar. Köşeyi döner dönmez, eğilip kafalarını birbirine yaklaştırmış, kapının yanında duvardaki çatlak ve deliklerden kapının ait olduğu odaya bakan üç adamla karşı karşıya geldiler. Ayak seslerini duyan üç adam dönüp ayağa kalktı. Şarap dükkânında içmekte olan aynı isimdeki üç adamdı bunlar.
“Sürpriz ziyaretinizle onları unutmuşum.” diye açıkladı Mösyö Defarge. “Bizi yalnız bırakın çocuklar, burada bir işimiz var.”
Üçü odadan çıkıp yavaşça aşağı indi.
Adamlar gitmiş, üçü yalnız kalmıştı.
Bu katta başka kapı yoktu. Şarap dükkânının sahibi de zaten bu kapıya yönelmişti. Bay Lorry, biraz da öfkeyle, fısıldayarak adama sordu:
“Mösyö Manette’i mi gösteriyordunuz?
“Gördüğünüz gibi sadece seçilmiş birkaç kişiye gösteriyorum.”
“Bu yerinde bir davranış mı?”
“Ben öyle olduğunu düşünüyorum.”
“Kim bunlar? Neye göre seçiyorsunuz?”
“Erkek adam olmalılar, isimleri de benimle aynı olmalı. Bu arada adım Jacques. Görmelerinin iyi olacağını düşündüğüm kişileri seçiyorum. Yeter, siz bir İngilizsiniz, bu başka bir konu. Lütfedip beni bir dakika burada bekler misiniz?”
Geride kalmaları yönünde yaptığı uyarının ardından eğilip duvardaki çatlaktan baktı. Sonra hemen başını kaldırıp, sadece gürültü olsun diye iki üç kez kapıya vurdu. Aynı maksatla anahtarı kilide sokmak için üç dört başarısız hamle yaptıktan sonra kilidi olabildiğince yavaş bir hareketle açtı.
Kapı yavaşça içeriye doğru açıldı. Adam odaya bakıp bir şeyler söyledi. Cılız bir ses cevap verdi. İkisi de birkaç heceden başka laf etmemişti. Omzunun üzerinden arkasına baktı ve onlara girmelerini işaret etti. Bay Lorry kolunu kızın bileğine dolamış onu tutuyordu; zira kızın fenalaştığını hissetmişti.
“Bir, bir iş bu, iş!” diye ısrar etti; alnındaysa işle hiç alakası olmayan terler parlamaktaydı. “İçeri gel, içeri gel!”
“Ondan korkuyorum.” diye cevapladı kız zangır zangır titreyerek.
“Ondan mı? Neden?”
“Ondan bahsediyorum, babamdan.”
Kızın durumu ve yol göstericinin çağrısı arasında ne yapacağını şaşıran adam, genç kızın kolunu boynuna dolayıp biraz yerden kaldırarak aceleyle odaya soktu. Hemen kapının içerisinde tekrar yere indirdi; fakat bir yandan da, kendisine sıkı sıkı sarılmış olan kızı tutmaya devam etti.
Defarge anahtarı çıkartıp kapıyı kapattı; içeriden kilitleyip anahtarı yeniden avucuna aldı. Sistemli olarak yaptığı tüm bu hareketler olabildiğince kaba ve gürültülüydü. Nihayet, ölçülü adımlarla odanın içinde pencereye doğru yürüdü. Orada durup arkasını döndü.
Odun ve benzeri şeyleri depo etmek üzere inşa edilen bu tavan arası karanlık ve kasvetliydi. Zira pencere aslında çatıya açılan bir kapıydı ve sokaktan mal yüklemek için kullanılan bir makara düzeneği vardı. Tıpkı diğer Fransız yapımı kapılar gibi ortada kapanan iki kanattan oluşuyordu ve sırsızdı. Soğuğun girmesine engel olmak için bu kapaklardan biri sıkıca kapatılmıştı; diğeri ise çok az açıktı. Bu şekilde içeri çok az ışık sızdığı için odaya ilk girildiğinde bir şey görebilmek çok güçtü. Sadece böyle bir yerde çok uzun süre kalmış biri bu karanlıkta titizlik gerektiren bir iş yapabilirdi. Ama yine de böylesine ışık gerektiren bir iş o çatı katında yapılmaktaydı. Zira sırtı kapıya, yüzü ise karşısında durup ona bakan şarap dükkânı sahibinin yanında bulunduğu pencereye dönük, beyaz saçlı bir adam, alçak bir banka oturup, öne doğru eğilmiş, ayakkabı yapmakla meşguldü.

Ayakkabıcı
“İyi günler.” dedi Mösyö Defarge öne doğru eğilmiş ayakkabı yapan ak saçlı adama bakarak.
Adam bir an için kafasını kaldırıp alçak sesle, sanki çok uzaklardaymış gibi bu selama cevap verdi:
“İyi günler.”
“Gördüğüm kadarıyla hâlâ çalışıyorsunuz, öyle değil mi?”
Uzun bir sessizliğin ardından başını kaldırıp “Evet… Çalışıyorum.” diye cevapladı adam. Bu kez, başını tekrar aşağı eğmeden önce bezgin gözlerle soru sorana bakmıştı.
Adamın dikkat çekecek şekilde zayıf çıkan sesi acınacak bir hâldeydi ve tüyler ürpertiyordu. Hapsedilmek ve başından geçen zorluklar etkili olsa da sesinin bu derece zayıf olması fiziksel düşkünlükten kaynaklanmıyordu. Yalnızlıktan ve kullanılmamaktan dolayı bu derece içler acısı hâldeydi sesi. Çok, çok uzun süre önce çıkan bir sesin, son güçsüz yankısı gibiydi. İnsan sesinin sahip olduğu ahengi ve canlılığı öylesine yitirmişti ki; zamanla zavallı bir lekeye dönüşen güzel bir renge benziyordu. Öyle bastırılmıştı, öyle derindendi ki; yer altından gelen bir ses gibiydi. Umutsuzluğu ve kaybolmuşluğu öylesine iyi ifade ediyordu ki; bir sahrada yapayalnız dolaşmaktan usanmış, açlıktan ölmek üzere olan bir seyyah, kendini ölüme bırakmadan önce ancak böyle bir sesle evini ve ailesini hatırlayabilirdi.
Birkaç dakika sessizce çalışmayla geçti ve ardından bezgin gözler yeniden yukarıya doğru baktı. Bu bakışlarda merak veya ilgiden eser yoktu. Sadece ziyaretçisinin orada olup olmadığını kontrol etmek ister gibiydi.
Bakışlarını ayakkabı imalatçısından ayırmayan Defarge “Buraya biraz daha ışık girmesini istiyorum. Buna tahammül edebilir misiniz?”
Ayakkabıcı işini bırakıp boş gözlerle adamın bir sağına bir soluna ve sonra da adama baktı.
“Ne dediniz?”
“Biraz daha ışığa tahammül edebilir misiniz?”
“Eğer bunu yaparsanız, tahammül etmek zorunda kalırım.” dedi, mecburiyetini ifade eden kelimeyi biraz daha vurgulu söyleyerek.
Çatı kapağının aralık kanadı biraz daha açıldı ve bu konumda sabitlendi. Tavan arasından içeri giren büyük bir ışık kütlesi, kucağında tamamlanmamış bir ayakkabı bulunan, işine ara vermiş olan adamın daha net görülmesini sağladı. Dizinin ve oturduğu bankın üzerinde birkaç alet edevatla deri parçaları duruyordu. Düzensiz kesilmiş ancak pek de uzun olmayan beyaz bir sakalı, çökmüş bir yüzü ve son derece parlak gözleri vardı. Dağınık beyaz saçları ve hâlâ kopkoyu olan kaşlarının altındaki gözleri, yüzünün bu zayıf ve çökmüş hâli nedeniyle, olduğundan büyük görünüyordu. Aslında doğal olarak büyüktü; fakat bu tezat nedeniyle anormal duruyordu gözleri. Eski püskü sarı gömleğinin açık yakasından pörsümüş yaşlı vücudunun kirliliği fark ediliyordu. Çadır bezinden tulumu, bollaşmış çorapları, paçavraya dönmüş tüm o giysileriyle adam, doğrudan ışık ve hava almaktan mahrum kaldığı günlerinde solmuş; benzi, sarı parşömen kağıdı gibi tekdüze bir matlık almıştı. O kadar ki hangisi kâğıt, hangisi adamın cildi anlamak çok zordu.
Bir elini kaldırıp ışığın gözlerine gelmesini engellemeye çalıştı. Elindeki kemikler şeffaf gibi duruyor, işine ara vermiş adam sabit boş bir bakışla oturuyordu. Adam sağına ve soluna bakmadan doğrudan önündeki kişiye hiç bakmıyordu; sanki ses ve yeri bağdaştırma yeteneğini kaybetmiş gibiydi. Benzer şekilde, asıl söyleyeceğini söylemeden önce abuk sabuk konuşuyor ve bazen de ne söyleyeceğini unutuyordu.
“Bu ayakkabıyı gün içinde bitirebilecek misiniz?” diye sordu Defarge, Bay Lorry’ye yaklaşmasını işaret ederek.
“Ne dediniz?”
“Bu ayakkabıyı bugün bitirmeye niyetli misiniz?”
“Niyetli olduğumu söyleyemem. Umuyorum. Bilmiyorum.”
Bu soru ona işini hatırlatmıştı ve tekrar öne doğru eğilip işe koyuldu.
Bay Lorry kızı kapının yanında bırakıp sessizce yaklaştı ve Defarge’ın yanında durdu. Bir iki dakika sonra kafasını kaldıran ayakkabıcı, yeni birini görmekten dolayı hiçbir şaşırma belirtisi göstermedi; sadece kararsız parmakları adama bakarken dudaklarının üzerinde gezindi. Dudakları ve tırnakları da aynı donuk kurşun rengindeydi. Sonra elini indirip tekrar işine eğildi. Bu hareket ve bakış onu sadece bir an için meşgul etmişti.
“Gördüğünüz gibi bir ziyaretçiniz var.” dedi Mösyö Defarge.
“Ne dediniz?”
“Bir ziyaretçiniz var.”
Ayakkabıcı elini işinden ayırmadan, önceki gibi yukarı baktı.
“Gelin!” dedi Defarge. “Burada iyi ayakkabıdan anlayan bir bey var. Üzerinde çalıştığınızı ona gösteriniz. Alın mösyö.”
Bay Lorry ayakkabıyı eline aldı.
“Söyleyin mösyö, bu ne tür bir ayakkabı ve imalatçısının ismi nedir?”
Ayakkabıcı cevap vermeden önce normalden uzun bir sessizlik yaşandı:
“Sorduğunuzun ne olduğunu unuttum. Ne dediniz?”
“Beyefendiye bunun ne tür bir ayakkabı olduğunu açıklar mısınız demiştim.”
“Bu bir bayan ayakkabısı. Genç bayanlar için yürüyüş ayakkabısı. Modaya uygun. Modayı hiç bilmiyorum. Ama bir keresinde elime bunlardan bir tane geçmişti.” Ayakkabıcı ayakkabıya belli belirsiz bir gurur ifadesiyle baktı.
“Ve imalatçısının ismi?” dedi Defarge.
Adam ara vermeden önce sağ elini sol avucuna, sonra sol elini sağ avucuna koydu; ardından önce bir elini, sonra diğerini sakallı çenesine götürdü. Konuşurken içine düştüğü avarelik hâlinden çıkmaya, çok zayıf ve ölmek üzere olan bir adamın ruhunu bedeninde tutma çabasıyla ayılmaya çalışıyor gibiydi.
“İsmimi mi sordunuz?”
“Evet, kesinlikle.”
“Yüz Beş, Kuzey Kulesi.”
“Hepsi bu mu?”
“Yüz Beş, Kuzey Kulesi.”
Bir ah ya da iniltiye benzemeyen, bıkkın bir sesle adam tekrar işine eğildi, ta ki sessizlik yeniden bozulana dek.
“Ayakkabıcılık mesleğiniz değil, öyle değil mi?” diye sordu kararlı bakışları adamın üzerinde olan Bay Lorry.
Ayakkabıcının bezgin bakışları, soruyu cevaplamasını ister gibi Defarge’a döndü; ancak o taraftan yardım gelmeyince gözler soru sorana yöneldi.
“Mesleğim ayakkabıcılık mı? Hayır, mesleğim ayakkabıcılık değil. Ben, ben burada öğrendim. Kendi kendime. Ben…”
Dakikalarca sessizliğe gömülüp ellerini ovuşturdu. Nihayet gözleri, uzaklaştığı yüze yavaşça döndü ve önceki gece bahsedilen konuyu hatırlayan yeni uyanmış biri edasıyla tekrar konuşmaya başladı.
“Ben, kendi kendime öğrenmek için izin istedim ve uzun bir sürenin ardından zorlukla öğrendim. O zamandan beri de ayakkabı yapıyorum.”
Elinden alınan ayakkabıya uzanırken, hâlâ adama bakmakta olan Bay Lorry, “Mösyö Manette, beni hiç hatırlamıyor musunuz?” dedi.
Bu soru karşısında adam, elindeki ayakkabıyı düşürmüştü. Sabit gözlerle soru sorana baktı.
“Mösyö Manette,” dedi elini Defarge’ın koluna koyan Bay Lorry, “bu adamı hiç hatırlamıyor musunuz? Ona bir bakın. Bana bir bakın. Zihninizde eski bankacınız, eski işiniz, eski uşağınız, eski zamanlar canlanmıyor mu Mösyö Manette?”
Yılların tutsağı sabit gözlerle bir Dafarge’a bir Bay Lorry’ye bakarken, zihninden çok önce silinen izler, adamın üzerini kaplayan karanlık sisten çıkmaya çalıştı; ancak tekrar silindiler. Anılar zayıftı ve kaybolmuşlardı; ancak orada oldukları belliydi. Tüm bunlar adamın alnında beliren ifadelerden okunabiliyordu. Ve bu ifadenin aynısı, duvarın kıyısından süzülüp, adamı görebileceği bir yere gelen genç kızın alnında da belirmişti. Durduğu yerden adama bakmakta olan kızın kolları, artık adamı uzak tutup onu görmemek için yüzünü kapatmak maksadıyla değil, ilk kez olarak korkuyla karışık bir acımayla kalkmıştı. Hayalete dönmüş yüzünü sıcak, genç sinesine bastırmak, onu tekrar hayata döndürecek umut ve sevgiyi vermek için şevkle titriyordu elleri. Genç yüzündeki ifade adamınkiyle öyle büyük bir benzerlik taşıyordu ki, sanki adamdan çıkan bir ışık ona geçmişti.
Adamın üzerine bir karanlık çökmüştü. İkisine, giderek azalan bir dikkatle baktı ve hüzünlü bir dalgınlık içindeki gözlerini tekrar yere çevirdi. Derin bir iç çekişin ardından ayakkabıyı eline alıp işine geri döndü.
“Onu tanıdınız mı mösyö?” diye sordu, Defarge fısıltıyla.
“Evet, bir an için. Önce umudum yoktu; fakat sonra, sadece bir an için, bir zamanlar çok iyi tanıdığım o yüzü gördüm. Hişt! Biraz geri çekilelim. Şşşt!”
Kız, çatı katının duvar kenarından ayrılıp adamın oturduğu banka iyice yaklaştı. İşine eğilmiş adamın, elini uzatıp kendisine dokunuverecek kadar yakında olan bir bedenin farkına varmaması çok korkunçtu.
Ne tek bir söz edildi ne de tek bir ses çıktı. Elindekiyle meşgul olan adamın yanında bir ruh gibi durdu.
En sonunda, adam elindeki aleti bırakıp bıçağını alması gerektiğinde, beklenen oldu. Bıçak kızın bulunduğu tarafta değil, adamın öteki yanındaydı. Bıçağı alan yaşlı adam işine geri dönüyordu ki, gözleri, kızın elbisesinin eteğine takıldı. İki izleyici onlara doğru hamle yaptı fakat kız eliyle onlara durmalarını işaret etti. O, adamın elindeki bıçakla, kendisine saldırmasından korkmuyordu.
Bir süre korku dolu gözlerle kıza bakan adamın dudaklarından birkaç kelime döküldü, ancak hiçbir şey duyulmadı. Hızla ve zorla alınan nefeslerin arasında “Bu da ne?” diye sorduğu işitildi.
Yüzünden gözyaşları süzülen kız, iki elini dudaklarına götürüp adama bir öpücük gönderdi ve sanki ellerini mahvolmuş adamın başıymış gibi, göğsüne bastırdı.
“Sen gardiyanın kızı değil misin?”
Kız içini çekti: “Hayır.”
“Kimsin sen?”
Sesinin titreyeceğinden korkan kız banka, adamın yanına oturdu. Yaşlı ayakkabıcının geri çekilmesine karşın elini adamın koluna koydu. Kızın bu davranışıyla heyecanlandığı yüzünden belli olan adam, yavaşça elindeki bıçağını yere bıraktı ve kıza bakmaya başladı.
Uzun, bukleli sarı saçları aceleyle iki yana bırakılmıştı ve boynunun iki yanından dökülüyordu. Elini yavaş yavaş kaldıran adam bu bukleleri tutup baktı. Yanlışlıkla yaptığı bu hareketin ardından derin bir iç çekip işine geri döndü; fakat bu pek uzun sürmedi. Adamın kolunu bırakan kız bu kez de omzunu tuttu. Sanki onun gerçekten orada olduğundan emin olmak istemiş gibi şüpheyle iki üç kez bu ele bakan adam tekrar çalışmaya başladı. Bir yandan da elini boynuna götürmüş, ucunda katlanmış bir paçavra bulunan kararmış bir ipi dışarı çıkarmıştı. Adam paçavrayı dizinin üzerinde itinayla açtı. İçinde azıcık saç vardı: Mazide kalmış günlerden birinde parmaklarına doladığı birkaç tel uzun sarı saç.
Adam kızın saçını tekrar eline aldı ve yakından baktı. “Bunlar aynı. Nasıl olabilir? Ne zamandı? Nasıldı?”
Alnı yeniden o yoğun ifadelerle kaplanan adam, aynı ifadenin kızda da olduğunu fark etmiş gibiydi.
“Götürüldüğüm gece, o, elini omzuma koymuştu; gitmemden korkuyordu. Bense korkmuyordum. Kuzey Kulesi’ne götürüldüğümde bunları kolumda buldular. ‘Bende kalmasına izin verir misiniz? Bedenen kaçmama kesinlikle yardımcı olamaz ama belki ruhumun kurtulmasını sağlayabilirler.’ Bunları söylemiştim; çok iyi hatırlıyorum.”
Kelimeler şekil almadan önce uzunca bir süre onlara dudaklarında şekil vermeye çalıştı. Uygun kelimeleri bulduğundaysa yavaş ve tutarlı konuştu.
“Bu nasıl olur? O sen miydin?”
Yaşlı adamın, ürkütücü bir çabuklukla kızı yakalaması üzerine, iki izleyici bir kez daha öne doğru atıldılar. Ancak adamın sımsıkı tuttuğu kız son derece sakindi ve alçak bir sesle “Size yalvarırım iyi kalpli beyler, bize yaklaşmayın, konuşmayın, hareket etmeyin!”
“Ne?” diye haykırdı adam, “Kimin sesiydi bu?”
Bu çığlığı atarken kızı bırakmış, kavradığı ak saçlarını çekiştiriyordu. Ayakkabı imalatı dışında hayatındaki her şeyin tükenip gitmesi gibi, bu davranışı da yavaş yavaş son buldu. Küçük paketini yeniden katlayıp güvencede olabilmesi için göğsüne koydu. Ancak hâlen kıza bakıyor ve ümitsizce başını sallıyordu.
“Hayır, hayır, sen çok gençsin, çok tazesin. Bu olamaz. Şu mahkûma bir bak. Bunlar onun tanıdığı eller değil, bu onun tanıdığı yüz değil, bu onun duyduğu ses değil. Hayır, hayır. O kız ve o adam, Kuzey Kulesi’nin zor geçen yıllarından asırlar önceydi. Sizin isminiz nedir benim nazik meleğim?”
Bu yumuşak ses tonu ve tavrı karşısında kız, adamın önünde dizlerinin üzerine çöktü ve yalvaran ellerini adamın göğsüne bastırdı.
“Ah, beyefendi, bir başka zaman ismimi, annemin ve babamın kim olduklarını, onların zor, çok zor hayatlarını neden bilemediğimi öğreneceksiniz. Fakat bunları şimdi size söyleyemem, burada olmaz. Size şimdi burada söyleyebileceğim tek şey, bana dokunup beni öpmeniz için size yalvardığımdır. Öpün beni, öpün. Ah sevgili beyefendi!”
Donuk beyaz saçları kızın ışıl ışıl saçlarıyla karıştı; bu altın sarısı saçların parıltıları, özgürlüğün ışığı gibi onu ısıttı ve aydınlattı.
“Eğer sesimde –öyle olup olmadığını bilmiyorum ama umuyorum– bir zamanlar kulaklarınıza melodi gibi gelen bir sesin hoş nağmelerini duyabiliyorsanız, ağlamaktan çekinmeyin. Eğer saçlarıma dokunduğunuzda genç ve özgürken göğsünüzde yatan bir başı hatırlıyorsanız, ağlamaktan çekinmeyin. Size sadakatle hizmet edip görevimi içtenlikle yapacağım bir evden bahsettiğimde, çok eskiden terk edilmiş bir ev zihninizde yeniden canlanıyor ve yüreğiniz burkuluyorsa, ağlamaktan çekinmeyin!”
Kız adamın boynuna daha sıkıca sarılıp başını bir çocuk gibi göğsüne bastırdı.
“Size ıstırabınızın sona erdiğini, buraya sizi huzur ve rahat bulacağınız İngiltere’ye götürmek üzere geldiğimi söylediğimde, değerli yaşamınızın boşa gittiğini ve ana vatanımız Fransa’nın size alçakça davrandığını düşünmenize sebep oluyorsam, ağlamaktan çekinmeyin! Ve size kendi ismimi, hâlen hayatta olan babamın ismini ve vefat etmiş annemin ismini söylediğimde, zavallı annemin sevgisi sebebiyle çektiklerini benden sakladığından, onun uğruna tüm gün çabalayıp uykusuz geceler boyu hiç ağlayamadığım için şerefli babamın önünde diz çöküp, ondan af dilemek zorunda kaldığımı öğrenirseniz, ağlamaktan çekinmeyin! O kız için ağlayın ve benim için! Sevgili bayım, Tanrı’ya şükürler olsun. Kutsal gözyaşlarını yüzümde hissedebiliyorum ve hıçkırıkları kalbimi dağlıyor. Ah Tanrı’m, sana şükürler olsun!”
Kızın kollarına gömülen adamın yüzü de göğsüne düşmüştü. Geçmişte yaşanan tüm acıların ve haksızlıkların gözyaşlarına dönüştüğü bu manzara öylesine dokunaklıydı ki, onları izlemekte olan iki adam, yüzlerini çevirmek zorunda kaldı.
Tavan arasında uzun süre sessizlik hâkim olmuştu; kızın göğsüne yaslanıp hıçkırıklarla titremeyen adam da her fırtınanın ardından gelen böyle bir sessizliğe teslim olmuştu. Yaşam denen fırtınanın nihayet dinip yerini huzur ve sükûnete bıraktığının simgesiydi bu. Dafarge ve Bay Lorry baba kızı yerden kaldırmak üzere yaklaştılar. Adam yavaşça yere düşüp tükenmiş bir hâlde, rehavet içerisinde uzandı. Kız da onun üzerine kapanıp başını kolunun üzerine kaldırdı. Saçları, adamın üzerine düşen ışığı perdeliyordu.
“Lütfen onu rahatsız etmeyin.” dedi kız, kendilerine doğru eğilen Bay Lorry’ye doğru elini kaldırarak. Hızlı solukları rahatlıkla duyulabiliyordu. “Bir an önce Paris’ten ayrılabilmemiz için gerekenleri yapın lütfen; şu kapıdan çıkarıp onu götürelim.”
“Fakat bir düşünün. Bu seyahati yapabilecek durumda mı?” diye sordu Bay Lorry.
“Gitmeye, kendisi için berbat olan bu şehirde kalmaktan çok daha fazla hazır.”
“Bu doğru.” diye onayladı konuşmaları duyabilmek için dizlerinin üzerine çökmüş olan Defarge. “Her hâlükârda Mösyö Manette için en iyisi Fransa dışına çıkmak. Bir araba ve at kiralamamı ister misiniz?”
“Bu bir iş,” dedi hemen eski sistemli tavırlarına dönen Bay Lorry, “ve bu yapılması gereken bir işse, en iyisi bunu benim yapmam.”
“O hâlde lütfen bizi burada bırakma nezaketini gösteriniz.” diye ısrar etti Bayan Manette. “Ne kadar sakinleştiğini gördünüz. Onu burada benimle bırakmaktan korkmamalısınız. Neden korkasınız ki? Rahatsız edilmememizi engellemek üzere kapıyı kilitlerseniz geriye döndüğünüzde onu bıraktığınız gibi sessiz bulacağınızdan şüphe etmiyorum. Her durumda siz dönene kadar onunla ilgileneceğim ve sonra da hemen onu buradan çıkaracağız.”
Hem Bay Lorry hem de Defarge bu talep karşısında pek isteksizdiler ve en azından birinin kalmasını tercih ediyorlardı. Fakat araba ve atların yanı sıra seyahat kâğıtları da hazırlanmalıydı ve zaman geçtikçe gün bitimi yaklaşıyordu. Nihayet yapılması gereken işleri bölüşüp aceleyle bitirmeleri gerektiğine karar verdiler.
Karanlık çökerken kız başını babasının yanına, sert zemine koydu ve onun yanında bekledi. Karanlık gitgide arttı. Duvardaki yarıklardan içeri bir ışık süzülene dek öylece yattılar.
Bay Lorry ve Mösyö Defarge yolculuk için gerekenleri hazırlayıp beraberlerinde getirmişlerdi. Bunların arasında paltolar, örtüler, ekmek, et, şarap ve sıcak kahve de vardı. Mösyö Defarge bu yiyecekleri ve taşıdığı lambayı ayakkabıcının bankına koydu. Tavan arasındaki odada ot bir şilteden başka hiçbir eşya yoktu. Defarge, Bay Lorry’nin de yardımıyla tutsağı kaldırdı ve ayakta durmasına yardım etti.
Hiçbir insanın zekâsı, yüzündeki korku dolu boş şaşkınlıktan, yaşlı adamın zihnindeki gizemleri okuyamazdı. Ne olduğunu anlayıp anlamadığı, kendisine söylenenleri hatırlayıp hatırlamadığı, özgür olduğunu bilip bilmediği, aklın çözemeyeceği sorulardı. Onunla konuşmaya çalıştılar; fakat kafası o kadar karışıktı ve o kadar yavaş konuşuyordu ki şaşkınlığa düşmesinden korktuklarından daha fazla kurcalamamaya karar verdiler. Yabani, kendini kaybetmiş tavırlar içerisindeydi. Daha önce hiç yapmadığı gibi sık sık başını ellerinin arasına alıyordu. Yine de kızının berrak sesinden hoşlanıyor, ne zaman konuşsa ona dönüyordu.
Uzun süredir baskı altında kalmanın verdiği itaatkârlıkla kendisine yiyip içmesi için ne verilirse onu yiyip içiyor, giymesi için kendine verilen palto ve diğer üstlükleri giyiyordu. Kızının, kolunu kendisininkine doğru çekmesine hemen cevap verdi ve kızın elini tutup iki eliyle kavradı.
Merdivenlerden inmeye başladılar. Mösyö Defarge lambayla önden gidiyor, Bay Lorry hemen arkasından onu takip ediyordu. Ana merdivenin daha ilk basamaklarındaydılar ki yaşlı adam durup çatıya ve duvarlara bakındı.
“Burayı hatırladınız mı baba? Buraya çıkışınızı hatırlıyor musunuz?”
“Ne dediniz?”
Fakat kız daha sorusunu yinelemeden cevabı mırıldandı:
“Hatırlamak mı? Hayır, hatırlamıyorum. Bu çok uzun zaman önceydi.”
Hapishaneden bu eve getirilişine dair herhangi bir şey anımsamadığını çok iyi biliyorlardı. “Yüz Beş, Kuzey Kulesi.” diye mırıldandığını duydular. Etrafına bakındığında, uzun yıllar çevresini kuşatan güçlü kale duvarlarını gördüğü açıktı. Avluya vardıklarında sanki bir asma köprüdeymiş gibi adımları değişti. Ve asma köprü yerine sokakta bekleyen arabayı gördüğünde kızının elini bırakıp yeniden başını ellerinin arasına aldı.
Kapının önü kalabalık değildi; çok sayıdaki pencerede kimse görünmüyordu, şans eseri oradan geçmekte olan biri bile yoktu. Doğal olmayan bir sessizlik ve terk edilmişlik egemendi. Sadece kapı dikmesinde öne eğilmiş örgüsünü örmekte olan Madam Defarge vardı; o da hiçbir şey görmedi.
Mahkûm arabaya bindi, kızı da onu takip etti. Bay Lorry de ayağını basamağa koymuştu ki yaşlı adam ayakkabı imalatında kullandığı araçları ve henüz tamamlayamadığı ayakkabıları istedi. Madam Defarge hemen kocasına seslenip bunları kendisinin getirebileceğini söyledi. Avluda koşarak karanlıkta kayboldu; istenenleri çabucak aşağıya getirip verdi. Hemen ardından da yine kapı dikmesindeki yerine geçip örgü örmeye devam etti ve hiçbir şey görmedi.
Defarge arabanın üzerine binip arabacıya istikameti söyledi: “Sınıra!”
Arabacı kamçısını şiddetle vurdu ve direklerde sallanan cılız lambaların ışığında gürültüyle yola koyuldular.
Güzel sokaklarda biraz daha parlak, kötü sokaklarda ise çok cılız yanan lambaların, ışıklı dükkânların, neşeli kalabalıkların, aydınlatılmış kahvehanelerin ve tiyatro kapılarının yanından geçen araba, şehrin kapılarından birine yaklaştı. Sınır karakollarında, ellerinde fenerler olan askerler vardı.
“Yolcular, kâğıtlarınız.”
“Buyurun memur bey.” dedi Defarge arabadan inip görevliyi arabadan uzaklaştırırken. “Bunlar içerideki beyaz saçlı beyin kâğıtları. Bana emanet edildiler. Onunla birlikte arabada…”
Adamın sesi kısıldı, askerlerin kullandığı fenerlerde bir hareketlenme vardı ve bu fenerlerden biri, üniformalı bir kol tarafından arabanın içine yöneltilmişti. Bu kolun ait olduğu bedendeki gözler sıra dışı bakışlarla beyaz saçlı adama baktı.
“Her şey yolunda. Geçin!” dedi üniformalı.
“İyi günler!” cevabı geldi Defarge’dan. Ve araba, cılız ışıklar saçan lambalar koruluğundan muhteşem yıldızlar koruluğuna doğru ilerledi.
Âlimler, bu küçük dünyadan çok uzaktaki yıldızların bazılarının ışıklarının henüz yer yuvarlağına ulaşmadığını söylerler. İşte bu hareketsiz ve ebedî ışık kemerinin altında, gecenin kapkara gölgeleri her tarafı kaplamıştı. Soğuk ve kasvetli saatler boyunca, şafak sökene dek gecenin gölgeleri, mezarından çıkarılan adamın karşısında oturup onun hangi özelliklerini yitirdiğini ve bunlardan hangilerinin geri gelebileceğini merak eden Bay Jarvis Lorry’nin kulağına bir kez daha aynı eski soruyu fısıldadılar.
“Umarım hayata dönmeye isteklisinizdir?”
Ve yine eski cevap:
“Bunu söyleyemem.”

Bölüm 2
Altın Bağ

Beş Yıl Sonra
Temple Bar yakınındaki Telson Bankası bin yedi yüz yetmiş beş yılı için bile modası geçmiş bir yerdi. Son derece küçük, karanlık, çirkin ve kullanışsızdı. Mekanın yanı sıra zihniyeti de eski modaydı. Zira şirketin ortakları onun küçük, karanlık, çirkin ve kullanışsız olmasıyla gurur duyuyorlardı. Aynı zamanda, onun bu özellikleriyle itibar kazandığını düşünüp böbürleniyorlardı. Daha hoş, daha yeni olursa saygınlığını yitireceğine dair aleni bir inanca sahiptiler. Bu pasif bir inanç değil, şirketin elverişli alanlarında hayata geçirdikleri aktif bir inançtı. Söylediklerine göre Tellson geniş ve rahat bir yer istemiyordu, Tellson ışık istemiyordu, Tellson süs istemiyordu. Noakes ve Ortakları veya Snooks Kardeşler bunu isteyebilirdi; ancak Tanrı’ya şükür, Tellson bunu istemiyordu.
Ortaklardan herhangi biri, Tellson’u yenilemek isteyen oğlunu mirasından men edebilirdi. Bu anlamda şirket, ülkeyle aynı zihniyetteydi. Bu ülke de, uzun zamandır şikâyet konusu olan fakat saygınlık unsuru olarak kabul edilen hukuk kuralları ve geleneklerde yenilikler, değişiklikler isteyen evlatlarını sık sık mirasından mahrum bırakıyordu.
Nitekim Tellson, rahatsızlık açısından kusursuz bir zafer kazanmıştı. Lüzumsuz bir hırçınlık eden kapıyı gürültüyle açtıktan sonra, iki basamak aşağıdaki Tellson’un içine düşüyordunuz. Burası iki gişenin bulunduğu sefil bir iş yeriydi. Gişelerin arkasında duran olabildiğince yaşlı iki adam, çeklerinizi rüzgâra kapılmış gibi sallayıp, Fleet Caddesi’nin çamurlu sularıyla sürekli duş alan ve kendi demir parmaklıklarıyla Temple Bar’ın büyük gölgesi yüzünden iyice kararan pencerelerden gelen cılız ışıkta üzerlerindeki imzayı kontrol ederlerdi. İşiniz bankaya gitmeyi gerektirmişse önce hücreye benzer bir tür bekleme odasına alınıyor, burada boşa geçen hayatınızı düşünmeye dalıyordunuz. Siz, insanı melankolik eden alaca karanlıkta zorla gözlerinizi açıp kapatırken, banka görevlisi, elleri ceplerinde geliyordu. Paralarınız, açılıp kapandıkça tozları burnunuza dolup genzinize giden kurtlu ahşap çekmecelerden geliyor veya bunlara konuyordu. Kâğıt paralarınız sanki çabucak çürüyüp dağılıverecek gibi küf kokuyordu. Bozukluklarınız lağım çukurlarının hemen yanında istifleniyor, bu nedenle bir iki gün içerisinde tüm parlaklığını yitiriyordu. Senetleriniz mutfak ve bulaşıkhanelerden bozma uyduruk kasa odalarına konuyor, bankanın havasındaki yağın tümü üzerlerine siniyordu. Aile kâğıtlarınızın konduğu daha önemsiz kutular üst katta, içinde, üzerinde hiç yemek yenmemiş büyük bir yemek masasının bulunduğu bir göz boyama odasına götürülürdü. Burada, bin yedi yüz seksen yılında bile, eski sevgilinizin veya küçük çocuklarınızın size yazdığı ilk mektuplar, Temple Bar’da en vahşi Afrika kabilelerine yaraşır gaddar ve zalim bir duygusuzlukla sergilenen kesik başlar tarafından pencerelerden seyredilmekten yeni yeni kurtuluyorlardı.
Fakat gerçekten de o dönemde ölüm cezası sadece Tellson için değil, tüm ticaret hayatında ve mesleklerde popüler olan bir yöntemdi. Ölüm doğanın her dert için sunduğu bir çareydi; neden kanunlar bu çareden faydalanmayacaktı ki? Bu nedenle sahtekârlar, kalpazanlar, bir mektubu izinsiz açanlar, kırk şilin altı peni çalanlar, at hırsızları, sahte şilin basanlar ya da suçlar âlemine bir şekilde bulaşanlar hep ölüm cezasına çarptırılıyordu. Suçları engellemek için iyi bir yol olarak görülmesine ilaveten –aslında bunun tam tersinin geçerli olması çok daha dikkat çekiciydi– aynı zamanda da her davanın yaratacağı farklı sorunlardan kurtarıyor ve geriye ilgilenilmesi gereken bir şey kalmıyordu. Bu nedenle o günlerde Tellson, aynı dönemde faaliyet gösteren büyük şirketler gibi pek çok can almıştı. Öyle ki bu başlar, gizlice yok edilmek yerine Temple Bar’da yan yana dizilse, zemin kata giren o birazcık ışık bile girmez olurdu.
Karanlık raflar ve dolaplar arasına sıkışmış, tıpkı bir mezardaymış gibi işlerini yapmakta olan yaşlı adamlar vardı. Tellson’un Londra şubesinde genç birini işe aldıklarında, yaşlanana kadar onu bir yerlerde saklarlardı. Tıpkı bir peynir gibi Tellson’un havası ve mavi küfleri üzerine sinene kadar onu karanlık bir yerde tutarlardı. Ancak bundan sonra görülmesine izin verilir, bu adamlar pantolon ve tozluklarıyla büyük defterlere gömülürlerdi.
Tellson’un dışında, çağrılmadıkça asla içeri girmeyen, işinin ne olduğu belli olmayan bir adam vardı. Genellikle kapıcılık ve habercilik yapan bu adam, şirketin ayaklı tabelası gibiydi. İş saatlerinde asla yerinden ayrılmayan bu adam getir götür işlerine baktığındaysa yerine oğlu bakardı. On iki yaşındaki bu afacan, babasının tıpkısının aynısıydı. İnsanlar, Tellson’un bu garip görev adamına büyüklük gösterip müsamaha ettiğini anlıyorlardı. Bu kapasitedeki insanları şirket daima hoş görmüştü ve kader bu insanı bu göreve getirmişti. Soyadı Cruncher’dı ve gençliğinde bulaştığı karanlık işleri bıraktığında Hounsditch’teki bölge kilisesinde kendisine Jerry ismi verilmişti.
Yer Bay Cruncher’ın Whitefriars’ta, Hangingsword yolundaki evi; zaman rüzgârlı bir Mart sabahı, saat yedi buçuktu. Yıl, İsa’dan sonra bin yedi yüz seksendi.
Bay Cruncher’ın evi pek de hoş bir muhitte değildi. İki odalı bir evdi; fakat tek penceresi olduğundan iki odalı demek zordu. Yine de oldukça iyi durumdaydı. O rüzgârlı mart sabahında, saatin oldukça erken olmasına karşın, Bay Cruncher’in yattığı oda temizlenmişti. Çam ağacından yapılmış masaya tertemiz beyaz bir örtü serilmiş, üzerine de kahvaltı için fincan ve tabaklar yerleştirilmişti.
Bay Cruncher kumaş artıklarından dikilmiş bir yatak örtüsünün altında uyuyordu. Yavaş yavaş uykusu hafifledi ve yatakta kımıldanmaya, sağa sola dönmeye başladı. Bir süre sonra uyandı; saçları örtüleri lime lime edecek kadar diken dikendi. Yataktan kalkar kalkmaz müthiş bir hiddetle bağırdı:
“Yine orada değilse Allah belamı versin!”
Hamarat ve tertipli olduğu dış görünüşünden belli olan yaşlıca bir kadın, dizlerinin üzerinde oturduğu köşeden kalktı. Telaş ve korkusundan bu paylamanın muhatabı olduğu belli oluyordu.
“Ne!” dedi Bay Cruncher yatağının yanında çizmesini ararken, “Yine orada mısın sen?”
Ve ardından kadının kafasına bir çizme fırlattı. Bu çizmeler epey çamurluydu ve Bay Cruncher’ın geçim kaynağıyla ilgili garip koşullar hakkında ipucu verebilirdi. Bay Cruncher’ın banka dönüşlerinde ayakkabısı pırıl pırıl olurdu. Ancak sabah uyandığında aynı çizmeleri çamur içinde bulurdu.
“Ne!” dedi yeniden Bay Cruncher, “Yine ne yapıyordun Aggerawayter?”
“Sadece duamı ediyordum.”
“Duanı ediyorsun, öyle mi! Ne iyi bir kadınsın! Dizlerinin üzerine çöküp bana beddua etmen ne demek oluyor?”
“Sana beddua etmiyordum, senin için dua ediyordum.”
“Hayır etmiyordun, eğer öyleyse özgürlüğümü görmeyeyim. Gör işte oğlum! Annen iyi bir kadın, genç Jerry, babanın mutlu olmaması için dua edip duruyor. Hürmetkâr bir annen var evlat. Dindar annen, tek çocuğunun ağzından yağlı ekmeğin alınması için dua ediyor.”
Baba Cruncher bu kötü sözleri ederken anneye dönüp kendisiyle ilgili edilen dualara şiddetle karşı çıktı:
“Seni kendini beğenmiş kadın,” dedi Bay Cruncher bilinçsiz bir tutarsızlıkla, “dualarının ne değeri var sanıyorsun? Kaç paralık dua ediyorsun?”
“Sadece yüreğimden geliyorlar Jerry. Bundan fazla bir değeri yok.”
“Bundan fazla değeri yok, öyle mi?” diye tekrarladı Bay Cruncher. “O hâlde beş para etmezler. Sana söylüyorum, bundan sonra benim için dua etmeyeceksin. Buna katlanamam. Senin sinsi dualarınla şans bulacak değilim. Dizlerinin üzerine çökeceksen bunu kocan ve çocuğun için yap, onlara karşı değil. Yapmacık olmayan bir karım olsaydı, bu çocuğun da yapmacık olmayan bir annesi olsaydı, aleyhime dualar edilmez, kötü şans etrafımı kuşatmaz, geçen hafta biraz para kazanabilirdim.”
Tüm bu zaman süresince giyinmekte olan Bay Cruncher, “Ettiğin dualar geçen hafta kötü şans olup, şeytan bu dürüst tacirin paçasına dolanmadıysa Allah belamı versin. Genç Jerry, giyin oğlum. Ve ben çizmelerimi temizlerken gözün daima annenin üzerinde olsun. Yine dua ettiğini görürsen hemen bana haber ver.” Bay Cruncher yeniden karısına dönüp konuşmaya devam etti: “Sana söylüyorum. Bu yüzden bir daha gitmeyeceğim. Köhne bir araba gibiyim, afyon içmiş gibi sersemim, öyle yorgunum ki bu acıyı çeken ben miyim, başka biri mi onu bile anlamıyorum. Ama yine de cebimde beş kuruş yok. Sabahtan akşama kadar para kazanmamam için dua ettiğinden şüpheleniyorum ve buna daha fazla katlanmayacağım, beni anladın mı Aggerawayter?”
Bir yandan da homurdanmaya devam ediyordu: “A, evet, sen çok dindarsın değil mi? Kocanın ve evladının çıkarlarının karşısında olamazsın, değil mi? Olmamalısın, değil mi!” Bay Cruncher, öfkeyle dolu iğneleyici sözler savurmaya devam ederek çizmelerini temizleyip iş için diğer hazırlıklarını sürdürmeye koyuldu. Bu arada kafası babasınınkilerden daha yumuşak ama yine de diken diken saçlarla kaplı, gözleri babasınınkiler gibi birbirine yakın çocuk, annesini gözetliyordu. Giyindiği odaya girip çıkarak annesini sürekli rahatsız eden çocuk birden, “Anne, seni gördüm, yine dua edeceksin!” diye bağırıp “Baba koş!” diye seslendi. Bu hayalî ikazının ardından saygısızca sırıtarak odaya girip çıkmaya devam etti.
Bay Cruncher kahvaltı masasına geldiğinde öfkesi henüz yatışmamıştı. Bayan Cruncher’ın sofra duasına büyük bir kinle cevap verdi:
“Bana bak Aggerawayter, ne yapıyorsun sen? Yine mi dua?”
Kadın sadece sofra duası ettiğini söylediyse de adamın cevabı değişmedi.
“Dua falan etme!” dedi Bay Cruncher, karısının dualarıyla sofradaki ekmek somununun yok olmasını beklermiş gibi etrafına bakınarak: “Evimin, yuvamın kutsanmasını istemiyorum. Soframdakilerin kutsanmasını istemiyorum. Kes sesini!” dedi.
Bir ziyafete katılıp tüm gece ayakta kalmış gibi, kan çanağına dönmüş gözleri berbat görünen Jerry Cruncher, kahvaltısını etmek yerine yiyecekleri için endişeleniyor, hayvanat bahçesinin dört ayaklı bir sakini gibi etrafına gürlüyordu. Dokuza doğru kızgınlığını bastırıp dışarıdan saygıdeğer bir iş adamı gibi görünmeyi becerdi ve bankaya doğru yola koyuldu.
Kendini “dürüst bir tacir” olarak tanımlamayı sevse de yaptığı işe ticaret demek zordu. Kırık bir sandalyeden bozma taburesinden başka sermayesi yoktu. Bu tabureyi her sabah babasının yanında yürüyen genç Jerry taşır ve bankanın Temple Bar’a en yakın penceresinin altına koyardı. Bu, böylesine garip işe sahip adamın ayaklarının altına, onu soğuktan ve nemden korumak üzere, geçen arabalardan dökülen bir avuç saman da konunca, o günkü karargâh hazırlanmış olurdu. Bay Cruncher bu görev yeri sayesinde Fleet Caddesi’nde herkes tarafından tanınırdı.
Dokuza çeyrek kala yerini alıp, bankaya giren yaşlı çalışanlara üç köşeli şapkasıyla selam veren Jerry, bu rüzgârlı mart sabahın da oğlunu yanına almıştı. Barışçıl emelleri için yoldan geçen yeterince küçük çocukları pataklamadığı zamanlar, oğlu genç Jerry de babasının yanında dikiliyordu. Birbirlerine tıpatıp benzeyen baba oğul, iki göz birbirine ne kadar yakınsa o kadar yakın duran başlarıyla sessizce Fleet Caddesi’nin sabah trafiğini izliyor, bu hâlleriyle bir çift maymuna benziyorlardı. Bu sadece tesadüfi bir benzerlik değildi. Baba Jerry bir saman çöpünü çiğneyip tükürürken oğlu Jerry de bir yandan Fleet Caddesi’ndeki olan bitenleri, bir yandan da babasını dikkatle seyrediyordu.
Tellson’un odacılarından biri başını çıkartıp, “Kapıcı, seni istiyorlar!” dedi.
Çocuk sevinçle, “Yaşasın baba. Erkenden iş çıktı bugün.” dedi.
Babasına selametle gitmesini böylelikle söyleyen genç Jerry, tabureye oturup babasının çiğneyip attığı samana bakmaya başladı.
“Her zaman paslı! Elleri her zaman paslı!” diye mırıldandı genç Jerry. Bu kadar pası babam nereden buluyor? Buraya hiç pas getirmiyor ki!”

Bir Manzara
“Şüphesiz Londra Ağır Ceza Mahkemesi’ni çok iyi biliyorsunuz değil mi?” diye sordu bankadaki yaşlı müdürlerden biri haberci Jerry’ye.
“Evet efendim.” diye cevapladı Jerry kararlı bir biçimde. “Ağır Ceza’yı bilirim.”
“Güzel. Ve Bay Lorry’yi de tanıyorsunuzdur.”
“Ağır Ceza’yı bildiğimden çok daha iyi bilirim Bay Lorry’yi.” dedi Jerry sorgudaki gönülsüz bir tanık gibi. “Dürüst bir tacir olarak Ağır Ceza’yı bilmek istediğimden çok daha iyi bilirim.”
“Çok güzel. Tanıkların girdiği kapıyı bulun ve kapıcıdan bu notu Bay Lorry’ye götürmesini isteyin. Daha sonra sizi içeri alacaktır.”
“Mahkemede değil mi efendim?”
“Evet mahkemede.”
Bay Cruncher’ın gözleri sanki birbirlerine daha da yaklaşmıştı. Sorgudaki tarafları değiştirmek için: “Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Mahkemede bekleyecek miyim efendim?” diye sordu.
“Size söyleyeceğim. Kapıcı notu Bay Lorry’ye iletecek ve siz de Bay Lorry’nin dikkatini çekecek bir haraket yaparak bulunduğunuz yeri belli edeceksiniz. Ardından ne yapacağınız, sizden ne yapmanızı isteyeceğine bağlı.”
“Hepsi bu mu efendim?”
“Hepsi bu. Mesajın elden getirilmesini istedi. Bu hareketler sizin orada olduğunuzu belli etmek için.”
Yaşlı banka müdürü ağır ağır mesajı katlayıp üzerini yazarken; iş, kağıdı kurutma aşamasına gelene kadar onu sessizce izleyen Bay Cruncher söze girdi:
“Sanırım bugün sahtekârlık yapanları yargılayacaklar, öyle değil mi?”
“Vatan hainlerini!”
“Bunun cezası parçalanmak.” dedi Jerry, “Ne barbarca!”
“Kanun böyle.” diye fikrini söyledi yaşlı banka müdürü gözlüğünün ardındaki şaşkın gözlerini Jerry’ye çevirerek. “Kanun böyle.”
“Kanun için bile bir adamı parçalarına ayırmak zordur sanırım. Birini öldürmek yeterince zor, bir de onu parçalamak çok zordur efendim.”
“Pek de değil.” dedi yaşlı müdür, “Kanun hakkında doğru konuşun. Hem siz kanunu bırakın da kendi göğsünüzü ve sesinizi koruyun sevgili dostum. Size tavsiyem budur.”
“Göğsümü rahatsız edip sesimi bozan nem efendim.” dedi Jerry. “Ne kadar rutubetli bir işim olduğunu sizin takdirinize bırakıyorum.”
“Evet, evet,” dedi müdür, “her birimiz farklı yollardan hayatımızı kazanıyoruz. Kimisininki yaş, kimisininki kuru. İşte mektup. Haydi gidin.”
Jerry mektubu alıp dışarıya gösterdiğinden daha hürmetsiz bir tavırla, içinden, “Sen de o dar kafalı adamlardan birisin.” dedi. Selam verip odadan çıktı, geçerken oğluna gideceği yeri haber verip yola koyuldu.
O günlerde mahkûmlar Tyburn’de asılırlardı. Bu yüzden o zamandan beri infazlarla anılan Newgate dışındaki cadde, kötü bir şöhrete sahip değildi. Fakat hapishane, berbat bir yerdi. Burada her tür ahlaksızlık ve canilik bulunur, korkunç hastalıklar buradan yayılırdı. Mahkûmlar tarafından mahkemelere taşınan hastalıklar kimi zaman da hâkimleri vurur, onu kürsüsünden ederdi. Öyle ki, siyah başlıklı hâkim kendi ölüm kararını da en az mahkûmunki kadar kesin bir dille telaffuz eder ve ondan önce hayata gözlerini kapatırdı. Diğerleri için Londra Ağır Ceza Mahkemesi, soluk benizli yolcuların arabalar veya faytonlar içerisinde ardı arkası kesilmez bir biçimde öteki dünyaya yolculuğa çıkarıldığı bir tür ölümcül han olarak ünlenmişti. Dört kilometrelik bu yol, iyi vatandaşları utandırıyordu, tabii şayet böyle vatandaşlar varsa. Başlangıçta iyi amaçlara hizmet etmesi arzulanmıştı. Şimdi de oldukça etkili bir amaçla kullanılıyordu. Burası aynı zamanda, eski ve boyutlarını kimsenin önceden tahmin edemeyeceği bir ceza şekli olan boyundurukla teşhir etme, yine eski bir yöntem olan, seyretmesi fazlaca insancıl ve sakinleştirici kırbaçlama cezaları ve ayrıca, dünya üzerinde işlenebilecek en korkunç suçların karşılığında diyet almak için yapılan korkunç işlemlerle de ünlüydü. Kısacası Londra Ağır Ceza Mahkemesi, o tarihte ahlakın alternatif tanımlarından biriydi.
Kötü kokulu kalabalığı yarıp bu korkunç sahnede toplanmış insanların aralarından buna alışık biri edasıyla geçen haberci, aradığı kapıyı buldu ve üzerindeki kapaklı delikten mektubu içeriye uzattı. Zira o dönemde insanlar, tıpkı Bedlam’da oynanan bir oyunu izlemek için ödedikleri gibi, Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nde sergilenen oyunu izleyebilmek için de ücret ödüyorlardı. Tabii bu gösteri çok daha kıymetliydi. Bu nedenle Londra Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki tüm kapılar çok iyi korunuyordu. Sadece mahkûmların içeri alındığı kapılar istisnaydı ve bunlar daima sonuna kadar açık bırakılırdı.
Bir müddet bekleyiş ve tereddüdün ardından kapı gönülsüzce aralandı ve Bay Cruncher mahkemeye süzüldü.
“Neler oldu?” diye kendini yanında bulduğu adama fısıltıyla sordu.
“Henüz hiçbir şey.”
“Bundan sonra ne var?”
“Vatana ihanet davası.”
“Parçalama davası, değil mi?”
“Ah!” diye cevapladı adam bir çeşit zevkle. “Önce ipe çekilip ölmeden indirilecek, ardından kendi gözleri önünde parçalara ayrılacak, daha sonra bağırsakları deşilip yakılacak ve başı kesilip bedeni dört parçaya ayrılacak. İşte ceza bu.”
“Tabii suçlu bulunursa demek istiyorsun öyle değil mi?” diye ekledi Jerry.
“Onu suçlu bulacaklar.” dedi diğeri. “Bundan şüphen olmasın.”
Bay Cruncher’ın dikkati, elindeki notla Bay Lorry’ye yaklaşan kapıcıya yöneldi. Bay Lorry peruklu adamlarla bir masada oturuyordu. Masaları, önünde bir yığın kâğıt bulunan peruklu savunma avukatından pek de uzak değildi ve tavana bakıp duran, elleri ceplerinde yine peruklu bir başka adamın çaprazındaydı. Kaba kaba öksürüp elini çenesine sürten ve eliyle işaretler yapan Bay Cruncher nihayet onu aramak için ayağa kalkan Bay Lorry’nin dikkatini çekebildi. Bay Lorry kendisini gördüğünü belli edecek şekilde başını sallayıp tekrar yerine oturdu.
“Onun bu davayla ne alakası var?” diye sordu konuştuğu adam.
“Biliyorsam ne olayım.” diye cevapladı Jerry.
“Peki senin ne alakan var, sorabilir miyim?”
“Bunu da biliyorsam ne olayım.” dedi Jerry.
Hâkimin salona girmesiyle kalabalıkta büyük bir hareketlenme oldu ve daha sonra herkes yerine oturup sustu. Şimdi sanık sandalyesi herkesin ilgi odağıydı. Burada ayakta durmakta olan iki gardiyan çıkıp mahkûmu getirdi ve yerine oturttu.
Artık herkes, tavana bakıp duran peruklu adam hariç, ona bakıyordu. Salonda nefes alan her canlı deniz gibi, rüzgâr gibi ya da ateş gibi ona dönmüştü. Köşelerdeki ve sütunların yanındaki sabırsız yüzler bir kez olsun adamı görebilmek için gayret sarf ediyor, arka sıralarda oturan seyirciler ayağa kalkıyor, ayakta duranlarsa önlerindekilerin omuzlarından destek alıp parmaklarının üzerinde yükselerek, pencere pervazlarına çıkarak onun her santimetrekaresini görmeye çalışıyorlardı. Newgate’in çivili duvarlarının hareketli bir parçası gibi göze çarpan Jerry, ayakta duruyordu. Yolda içtiği biraların kokusu nefesiyle etrafa yayılıyor, diğer bira, cin, çay ve kahve kokularıyla karışıp burnuna doluyor ve arkasındaki büyük pencerelerde pis bir buğu oluşturuyordu.
Tüm bu bakışların ve ilginin yöneldiği kişi, yirmi beş yaşlarında, iyi yetişmiş ve iyi görünümlü, kara gözleri ve güneşten yanmış yanakları olan genç bir adamdı. Genç bir beyefendi gibi görünüyordu. Siyah ya da füme sade bir elbise giymişti. Uzun siyah saçları, süs olmaktan ziyade yüzüne gelmesin diye başının arkasında bir kurdeleyle bağlanmıştı. Zihindeki duyguların kendini kıyafetlerde açığa vurması gibi içinde bulunduğu durumdan ötürü soluklaşan yüzünün yanaklarda kahverengiye dönmesi, ruhunun güneşten daha güçlü olduğunu gösteriyordu. Soğukkanlı bir tavırla hâkimi selamlayıp sessizce durdu.
Bakışlar ve fısıltılarla bu adama yönelen ilgi, insancıl bir ilgi değildi. Çok daha az ürkütücü bir cezaya çarptırılacak olsaydı, vahşet dolu ayrıntılardan birinden şans eseri kurtulabilecek olsaydı, tüm büyüsünü yitirecekti. Utanç verici bir şekilde parçalanacak olan bu beden, tüm bakışları çekmişti. Katledilip parçalara ayrılacak olan bu ölümsüz yaratık heyecan uyandırmıştı. İzleyiciler, kurnazlıkla ve kendilerini kandırarak bu ilgiyi neye yorarlarsa yorsunlar, aslında temelinde yatan şey tekti: Canilik.
Mahkemede sessizlik çağrısı yapıldı ve sanık hakkındaki iddianame okunmaya başladı: Büyük, şanlı, yüce vb. kralımız ekselansın şu şu sebeplerle şu şu koşullarda, Fransa Kralı Lewis’in desteğiyle büyük, şanlı, yüce vb. kralımıza karşı yürüttüğü savaşta, büyük, şanlı, yüce vb. krallığımızın dominyonları arasında gidip gelerek ahlaksızca, sahtekârca, haince ve şeytana yakışır diğer tüm sıfatlarla bahsi geçen Fransa Kralı Lewis’e büyük, şanlı, yüce vb. krallığımızın hangi kuvvetlerinin Kanada ve Kuzey Amerika’ya gönderilmek üzere hazırlık yaptığını bahsi geçen Fransa Kralı’na açıklamak suretiyle vatana ihanet suçuyla yargılanan sanık Charles Darnay, dün aleyhindeki suçlamaları reddedip, masum olduğunu savundu…”
Kafası hukuki terimlerle doldukça saçları daha fazla diken diken olan Jerry, muazzam bir tatmin duygusu içerisinde, olanları güç bela anlıyordu. Adı geçen ve defalarca yinelenen Charles Darnay, mahkeme heyeti karşısında ayakta duruyor, jüri yeminini ediyor ve başsavcı konuşmaya hazırlanıyordu.
Oradakiler tarafından zihinlerde çoktan asılmış, başı kesilmiş ve bedeni dörde ayrılmış olan ve bunu kendisi de bilen zanlı, ne vaziyetinden korkuyor ne de bunda teatral bir yan arıyordu. Sessiz ve dikkatliydi; ağırbaşlı bir şekilde açılış konuşmalarını dinledi ve ellerini önündeki tahta parmaklıklara dayayıp öyle sakin durdu ki, etrafa serpilen otların bir teki bile yerinden kımıldamadı. Mahkeme salonunun her yanı, hapishanedekilerden bulaşabilecek hastalıklara karşı sirkeyle ıslatılmış otlarla doluydu.
Mahkûmun başının üzerine, ışığı ona yansıtabilmek için bir ayna koyulmuştu. Ahlaksızlar ve alçaklar bu aynaya yansımış, tıpkı dünya üzerinden geçtikleri gibi görüntüleri bu aynadan da geçmişti. Denizin ölüleri bir gün yüzeye çıkarması gibi bu ayna da yansımalarını geri getirebilseydi, bu berbat yer hayaletlerle dolardı. Altında duran mahkûm da aynanın aksettirdiği kepazelik ve rezaleti aklından geçirmiş olabilirdi. Mahkûm, duruşundaki değişiklikle yüzüne düşen ışık demetini fark edip başını kaldırdı; yüzünün kızarmış olduğunu görünce sağ eliyle otları ileri doğru itti.
Yüzünün kızarması, başını mahkemenin diğer köşesine çevirdiğinde gördüklerindendi. O köşedeki iki kişiye gözleri takılı kalmıştı ve bunu fark eden diğer tüm gözler de bakışlarını bu iki kişiye çevirmişti.
İzleyiciler, yirmi yaşından biraz büyük genç bir bayan ve babası olduğu apaçık bir beyefendi gördüler. Adam, bembeyaz saçları ve tanımlanamaz bir yoğunlukla dolu, enerjik olmaktan ziyade derin düşüncelere dalmış gibi görünen yüzüyle oldukça göze çarpan biriydi. Bu ifadelerle yaşlı görünüyordu; fakat şimdi olduğu gibi ne zaman kızıyla konuşsa, hayatının baharında yakışıklı bir adama dönüşüyordu.
Kızı, yanında oturan babasının bir elini avucuna almış, diğerini de onun üzerine koymuştu. Bu ürkütücü ortamda babasına iyice sokulmuş, mahkûma acıyarak bakıyordu. Sanığın karşı karşıya bulunduğu tehlike karşısında alnını büyük bir korku ve merhamet ifadesi kaplamıştı. Bu ifade öyle fark edilir, öyle güçlü ve öyle doğal bir ifadeydi ki, sanığa karşı en ufak merhamet duymayan izleyiciler bile kızın bu hâlinden etkilenmişlerdi. Fısıltıyla sorulan soru hep aynıydı: “Kim bunlar?”
Kendi tarzıyla ortalığı gözlemleyen ve bir yandan da parmaklarındaki pası emen haberci Jerry, bu iki kişinin kim olduğunu öğrenmek için kulak kabarttı. Etrafındaki kalabalık bu kişilerin kim olduklarına dair bilgiyi ağızdan ağza dolaştırıyordu ve nihayet Jerry de sorunun cevabını öğrendi:
“Tanıklar.”
“Hangi taraftalar?”
“Aleyhte.”
“Hangi tarafın aleyhinde?”
“Mahkûmun.”
Bakışları herkesin baktığı tarafa dönen hâkim, arkasına yaslanıp bakışlarını bu kez de hayatı ellerinde olan adama yöneltti. Bu arada başsavcı ilmeği hazırlamak, baltasını bilemek ve darağacının çivilerini çakmak üzere ayağa kalkıyordu.

Bir Hayal Kırıklığı
Başsavcı, karşılarındaki mahkûmun yaşça genç olmasına karşın, canına mal olacak vatana ihanet suçlarını epey bir süredir gerçekleştirdiğini jüriye anlattı. Ona göre bu halk düşmanının mektupları, bugünkü, dünkü ya da geçen yılki bir iş değildi. Mahkûmun çok uzun senelerdir dürüstçe açıklayamadığı gizli bir iş için Fransa ve İngiltere arasında gidip geldiği kesindi. Şayet hainlikleri istediği gibi tıkırında gitseydi –ne mutlu ki bu olmadı– kötülükleri ve suçları asla ortaya çıkmayabilirdi. Tanrı’nın takdiriyle, korkusuz ve ayıplanmaması gereken bir adam, mahkûmun entrikalarını ortaya çıkarıp ele geçirdiği dehşet verici bilgileri Majesteleri’nin Dış İşleri Bakanı’na ve Kraliyet Danışma Meclisi’ne sunmuştu. Bu vatansever daha sonra jüri üyelerine takdim edilecekti. Konumu ve davranışı tam anlamıyla yüceydi. Mahkûmun arkadaşı olan bu milliyetperver şahıs, hayırlı bir zamanda onun kepazeliklerini fark etmiş, daha fazla bağrına basamayacağı dostunu vatanının kutsal sunağında kurban etmeye karar vermişti. Antik Yunan ve Roma’da olduğu gibi vatana hayırlı kişilerin heykelleri İngiltere’de de dikilseydi, bu olağanüstü vatandaşın da heykeli muhakkak dikilirdi. Fakat böyle yapılmadığı için maalesef onun da bir heykeli dikilemeyecekti. Jürinin muhakkak ezbere bildiğinden emin olduğumuz dizelerinde şairler, erdemin, özellikle de vatanseverliğin, ülke aşkının bulaşıcı olduğunu söylemişlerdir. Oysa jürinin suçlu yüz ifadelerinden bu dizeler hakkında hiçbir şey bilmediği açıktı. Kraliyetin bu saf ve masum tanığı; ki layık olmasa da başsavcı için, ondan bahsetmek bir şereftir; mahkûmun uşağıyla temasa geçip onu patronunun çekmecelerini ve ceplerini karıştırarak bulduğu kâğıtları saklama kararlılığını göstermeye ikna etmişti.
Başsavcı, bu takdire şayan uşak hakkında bazı aşağılamalar duymaya kendini hazırlamıştı; fakat ondan kendi kardeşi gibi bahsediyor, onu ebeveyninden daha çok onurlandırıyordu. Jüriyi de bu şekilde davranmaya çağırıyordu. Daha sonra sunulacak olan kanıtlarla iki tanığın şahitlikleri de eklendiğinde mahkûmun, Majesteleri’nin denizde ve karadaki kuvvetlerinin konuşlandıkları yerler ve hazırlıklarına dair belgeler ele geçirdiği ortaya çıkacak, bu bilgileri düzenli olarak düşman bir güce temin ettiğinden şüphe edilmeyecekti. Bu listelerin mahkûmun kendi el yazısıyla hazırlanmış olduğu kanıtlanmamış da olsa bu bir şey değiştirmezdi. Aslında bunlar mahkûmun kurnazlıklarını gösterdiği için davanın seyri açısından önemliydi. Beş yıl öncesine dayanan kanıtlar mahkûmun bu sakıncalı göreve daha o zamanlarda, İngiliz kuvvetleri ile Amerikalılar arasındaki ilk çatışmalar olmadan birkaç hafta önce başladığını ortaya koyacaktı. Bu sebeplerden dolayı jüri, vefalı –başsavcı öyle olduklarını biliyordu– ve sorumluluk sahibi –jüri üyeleri öyle olduklarını biliyordu– bir jüri olarak, mahkûmu suçlu bulmalı ve hoşlarına gitse de, gitmese de hayatına bir son vermeliydi. Mahkûmun başı kesilmedikçe kendileri, eşleri ve çocukları, kısacası hiç kimse huzur içinde başını yastığa koyamayacaktı. Başsavcı, mahkûmun ölmesinin herkes için en iyisi olacağı fikrine dayalı konuşmasına olan inancıyla jürinin tüm değer verdikleri uğruna mahkûmun suçlu bulmasını talep ederek sözlerine son verdi.
Başsavcının susmasıyla mahkemede bir uğultu koptu. Sanki bir yeşil sinek ordusu, başına gelecekleri önceden tahmin edip mahkûmun başı üzerinde oğul veriyordu. Tekrar sessizlik sağlandığında, dürüst vatansever tanık sandalyesinde belirdi.
Başsavcının izindeki başsavcı yardımcısı, vatanseverin sorgusuna başladı. Adamın ismi John Barsad idi. Temiz ruhunun hikâyesi tam olarak başsavcının anlattığı gibiydi. Bir hata yapmışsa bile bu çok önemsiz olmalıydı. Cesur bağrındaki yükü boşaltıp mütevazı bir şekilde tanık sandalyesinden çekilecekti ki, önünde kâğıtlarla Bay Lorry’den pek de uzakta oturmayan peruklu adam, birkaç soru sormak için izin istedi. Karşıdaki peruklu adamsa hâlâ tavana bakmaktaydı. Sorgulama başladı:
“Tanığın kendisi hiç casusluk yaptı mı?”
“Hayır.” dedi tanık küçümsediğini ima ederek.
“Neyle geçiniyorsunuz?”
“Kendi mal varlığımla.”
“Mal varlığınız nerede?”
“Nerede olduğunu tam olarak hatırlamıyorum.”
“Bu servet nelerden ibaret?”
“Bu kimseyi ilgilendirmez.”
“Miras mı kaldı?”
“Evet.”
“Kimden?”
“Uzak bir akrabadan.”
“Hiç hapse girdiniz mi?”
“Tabii ki hayır?”
“Borçlarınız yüzünden hiç hapis yatmadınız mı?”
“Bununla ne alakası var anlamıyorum.”
“Borçlarınız yüzünden hiç hapis yatmadınız mı? Bir kez daha soruyorum. Hiç yatmadınız mı?”
“Evet.”
“Kaç kez?”
“İki ya da üç kez.”
“Beş ya da altı olmasın?”
“Belki.”
“Mesleğiniz nedir?”
“Mevcut servetimle geçiniyorum.”
“Hiç tekmelenerek dövüldünüz mü?”
“Olabilir.”
“Sıkça mı?”
“Hayır?”
“Hiç merdivenlerden aşağı itildiniz mi?”
“Şüphesiz hayır. Bir keresinde merdivenlerin başında tekme yemiş ve kendiliğinden aşağı düşmüştüm.”
“Kumarda hile yaptığınız için mi tekmelenmiştiniz?”
“Evet, sonucu bu olmuştu. Sarhoş bir yalancı beni bu şekilde suçlamıştı; fakat bu doğru değildi.”
“Doğru olmadığına yemin eder misiniz?”
“Ederim.”
“Oyunlarda hile yaparak para kazandığınız oldu mu?”
“Asla.”
“Oyun oynayarak para kazandığınız oldu mu?”
“Diğer beyefendilerin kazandığından fazla değil.”
“Mahkûmdan hiç borç para aldınız mı?”
“Evet.”
“Ona geri ödediniz mi?”
“Hayır.”
“Mahkûmla olan samimiyetiniz pek de fazla değildi ve onun bulunduğu arabalarda, gemilerde veya hanlarda sizin zorlamanızla gelişmişti öyle değil mi?”
“Hayır.”
“Mahkûmu elinde bu listelerle gördüğünüzden emin misiniz?”
“Kesinlikle.”
“Listeler hakkında daha fazlasını biliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Bunları siz temin etmiş olabilir misiniz?
“Hayır.”
“Bu kanıt karşılığında bir şey elde etmeyi bekliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Bu tuzakları kurmak için hükûmetten düzenli bir olarak para alıyor musunuz?”
“Ah Tanrı’m, hayır!”
“Ya da başka bir şey yapmak için?”
“Hayır! Tanrı’m hayır!”
“Buna yemin eder misiniz?”
“Tekrar tekrar ederim.”
“Katıksız vatan sevginiz dışında sizi buna teşvik eden başka bir sebep yok muydu?”
“Hayır, kesinlikle.”
Erdemli Uşak Roger Cly yeminini edip tanık sandalyesine oturdu. Dört yıl önce mahkûmun yanına hizmetkâr olarak girmişti. Calais posta gemisinde kendisine becerikli bir yardımcı isteyip istemediğini sormuş, mahkûm da kendisini göreve almıştı. Mahkûmdan kendisini “hayır olsun” diye göreve almasını istememişti, asla böyle bir şey düşünmemişti. İşe alındıktan kısa bir süre sonra mahkûmdan şüphelenmeye ve gözünü üzerinde tutmaya başlamıştı. Seyahat esnasında, mahkûmun kıyafetlerini düzenlerken, benzeri listeleri ceplerinde defalarca görmüştü. Bu listeleri mahkûmun çalışma masasının çekmecelerinden almıştı. Önceleri listeleri buraya koymuyordu. Kendisini, buna benzer listeleri Calais ve Boulogne’da Fransız beylere gösterirken görmüştü. Ülkesini seviyordu ve buna tahammül edemezdi; bu yüzden bilgiyi yetkililere iletti. Asla gümüş bir çaydanlık çaldığından şüphelenilmemişti; bir keresinde hardallık çaldığına dair iftiraya uğramıştı ama onun da kaplama olduğu ortaya çıkmıştı. Biraz önceki tanığı yedi ya da sekiz yıldır tanıyordu ve tanışmaları tam anlamıyla bir tesadüftü. Buna çok tuhaf bir tesadüf denemezdi; zira tesadüflerin çoğu tuhaftı. Bunu yapmaya onu teşvik eden tek şeyin de yine gerçek bir milliyetperverlik olması da garip bir tesadüf değildi. Kendisi tam bir İngiliz’di ve pek çok kişinin de kendisi gibi olmasını umuyordu.
Yeşil sinekler tekrar uğuldadı. Başsavcı, Bay Jarvis Lorry’yi çağırdı.
“Bay Jarvis Lorry, Tellson Bankası’nda müdürsünüz değil mi?”
“Evet.”
“Bin yedi yüz yetmiş beş yılının Kasım ayında bir cuma gecesi iş sebebiyle posta arabasıyla Londra’dan Dover’a seyahat ettiniz mi?”
“Evet ettim.”
“Posta arabasında başka yolcu var mıydı?”
“İki kişi vardı.”
“Gece boyunca yolda arabadan indikleri oldu mu?”
“Evet oldu.”
“Bay Lorry, lütfen mahkûma bakın. Bu yolculardan biri mahkûm muydu?”
“O olduğunu söyleme sorumluluğuna giremem.”
“Bu iki yolcudan herhangi birine benziyor mu?”
“Her ikisi de sarıp sarmalanmışlardı; gece çok karanlıktı ve hepimiz birbirimizden çekiniyorduk. Dolayısıyla bunu bile söylemem mümkün değil.”
“Bay Lorry, mahkûma tekrar bakın. O geceki iki yolcu gibi sarıp sarmalandığını farz edin, boy ve cüsse bakımından onlardan biri olmasını mümkün kılmayan bir tarafı var mı?”
“Hayır.”
“Onlardan biri olmadığına yemin edemezsiniz, öyle değil mi Bay Lorry.”
“Hayır.”
“Öyleyse en azından onlardan biri olabileceğini söyleyebilirsiniz.”
“Evet. Sadece onların da benim gibi eşkıyalardan çekindiğini hatırlıyorum; fakat mahkûmun ürkek bir havası yok.”
“Hiç yapmacık bir ürkeklik gördünüz mü Bay Lorry.”
“Kesinlikle evet.”
“Bay Lorry, mahkûma bir kez daha bakın. Onu daha önce gördüğünüzü hatırlıyor musunuz?”
“Evet.”
“Ne zaman?”
“Birkaç gün sonra Fransa’dan dönüyordum; kendisi Calais’te benim bulunduğum posta gemisine bindi ve benimle yolculuk etti.”
“Gemiye kaçta bindi?”
“Gece yarısından biraz sonraydı.”
“Gecenin bir köründe yani. Böyle zamansız bir vakitte gemiye binen tek yolcu o muydu?”
“Öyle denk gelmiş.”
“Bunu bir kenara bırakın Bay Lorry. Gecenin bir köründe gemiye binen tek yolcu o muydu?”
“Oydu.”
“Yalnız mı seyahat ediyordunuz Bay Lorry, yoksa size eşlik eden birileri var mıydı?”
“İki kişi vardı. Bir beyefendi ve bir bayan. İşte oradalar.”
“Evet buradalar. Mahkûmla aranızda konuşma geçti mi?”
“Pek sayılmaz. Hava fırtınalıydı, yol da uzun ve zor. Neredeyse tüm yolculuk boyu bir sedirde yattım.”
“Bayan Manette!”
Daha önce olduğu gibi yine tüm gözlerin döndüğü genç kadın oturduğu yerde ayağa kalktı. Babası da ayağa kalkıp kızının elini tuttu.
“Bayan Manette, mahkûma bakın.”
Böyle merhametle bakan genç ve güzel biriyle yüzleşmek, zanlı için salondaki tüm kalabalıkla yüzleşmekten çok daha zordu. Kendine yönelen meraklı bakışlardan çok, kızla sanki mezarı başındaymışlar gibi durmak, o an için adamın sakin hâlini yitirmesine neden olmuştu. Sağ eliyle çabuk hareketlerle önündeki otları bir bahçedeki hayali çiçek yataklarına itelemişti. Nefes alış verişlerini düzene sokma çabaları, rengi kalbine akan dudaklarını titretmişti. Büyük sineklerin vızıltısı yine artmıştı.
“Bayan Manette, mahkûmu daha önce gördünüz mü?”
“Evet efendim.”
“Nerede?”
“Şimdi bahsedilen posta gemisinde, aynı vesileyle efendim.”
“Bahsi geçen genç bayan siz misiniz?
“Ne yazık ki benim.”
Merhamet dolu ağlamaklı sesi hâkimin pek de hoş olmayan sesiyle kesildi. Sert bir şekilde “Size sorulan soruları cevaplayın ve yorumda bulunmayın.” dedi.
“Bayan Manette, Manş Denizi’ni aştığınız bu yolculukta mahkûmla hiç konuştunuz mu?”
“Evet efendim.”
“Bize de anlatır mısınız?”
Ağır bir sessizlik içerisinde zayıf bir sesle anlatmaya başladı: “Beyefendi gemiye bindiğinde…”
“Mahkûmdan mı bahsediyorsunuz?” diye sordu hâkim kaşlarını çatarak.
“Evet Sayın Hâkim.”
“O hâlde mahkûm deyin.”
“Mahkûm gemiye bindiğinde babamı gördü.” dedi babasına sevgi dolu gözlerle bakarak. “Babamın çok yorgun olduğunu ve sağlığının da kötü olduğunu fark etti. Babam çok zayıf olduğundan onu açık havaya çıkartmaktan korkuyordum. Bu sebeple onun için kamara merdivenlerinin yanına, güverteye bir yatak hazırlamıştım. O gece dördümüzden başka yolcu yoktu. Mahkûm bize çok iyi davranmış, babamı rüzgâr ve hava koşullarından nasıl daha iyi koruyabileceğime yönelik tavsiyelerde bulunmak üzere benden izin istemişti. Limandan çıkınca rüzgârın hangi yönden eseceğini kestiremediğim için bunu nasıl yapacağımı pek bilemiyordum. Bunu benim için yaptı. Babamın durumu karşısında son derece nezaket ve yardımseverlik gösterdi; bunu içinden gelerek yaptığından da eminim. İşte bu şekilde konuşmaya başladık.”
“Bir dakika sözünüzü kesmeme izin verin. Gemiye yalnız mı geldi?”
“Hayır.”
“Kaç kişilerdi?”
“İki Fransız beyefendi vardı.”
“Birbirleriyle konuştular mı?”
“Son dakikaya kadar, Fransız beylerin kendi botlarına binmesi gerekene kadar konuştular.”
“Birbirlerine buna benzer kâğıtlar verdiler mi?”
“Ellerinde bazı kâğıtlar vardı fakat bunlar ne kâğıtlarıydı bilemiyorum.”
“Şekil ve büyüklükleri buna benziyor muydu?”
“Muhtemelen, fakat çok yakınımda fısıldaşmalarına rağmen gerçekten de bilemiyorum. Çünkü onlar kamara merdivenlerinin başında, bir lambanın altında konuşuyorlardı; lamba çok zayıftı ve çok alçak sesle konuşuyorlardı. Konuştuklarını duymadım ve sadece bazı kâğıtlara baktıklarını gördüm.”
“Şimdi mahkûmla olan sohbetinize gelelim, Bayan Manette.”
“Mahkûm babama karşı nazik, iyi ve yardımsever olduğu kadar çaresizliğimi görerek bana da oldukça güvenmişti. Sanırım…” dedi gözyaşlarına boğularak, “bugün ona zarar vererek borcumu ödeyemem.”
Yeşil sinekler vızıldadı.
“Bayan Manette, şayet mahkûm sağlamakla mükellef olduğunuz ve bundan kaçamayacağınız kanıtları gönülsüzce sağladığınızı anlamıyorsa, bu konumda bulunan yegane insan odur. Lütfen devam edin.”
“Bana, insanların başının derde girebileceği hassas ve zor bir görev için seyahat ettiğini, bu nedenle de farklı bir isim kullandığını söylemişti. Bu görev nedeniyle birkaç günlüğüne Fransa ile İngiltere arasında gidip geldiğini, bunun epey bir süre böyle süreceğini anlatmıştı.”
“Amerika hakkında bir şey söylemiş miydi Bayan Manette? Lütfen net konuşun.”
“Bu anlaşmazlığın nasıl ortaya çıktığını bana anlatmaya çalışmıştı. Ona göre İngiltere açısından bu yanlış ve aptalcaydı. Şakayla karışık, belki de George Washington’un tarihte III. George kadar büyük bir isim edinebileceğini ekledi. Fakat bunda kötü bir taraf yoktu; söylerken gülüyordu ve hoşça vakit geçirmek için söylenmiş bir sözdü.”
Tüm gözlerin yöneldiği sahnedeki başrol oyuncusunun yüzündeki ifade, izleyiciler tarafından bilinçsizce taklit edildi. Bu kanıtı verirken kızın alnından acılı bir kaygı ve dikkat okunuyordu. Hâkimin not alması için durduğu zamansa bunun avukatlardaki olumlu ve olumsuz etkilerini anlamaya çalıştı. Mahkemenin her köşesindeki izleyicilerde de aynı ifade vardı; o kadar ki hâkim notlarından başını kaldırıp George Washington hakkındaki aykırı düşünceler sebebiyle sert sert baktığında, salondaki yüzlerin büyük çoğunluğu tanığı yansıtan aynalar gibiydi.
Başsavcı, usul ve tedbir açısından genç bayanın babası Doktor Manette’in tanık sandalyesine çağrılmasının gerekli olduğuna inandığını açıkladı. Bunun üzerine Doktor Manette yüce mahkemenin huzuruna çağrıldı.
“Doktor Manette, lütfen mahkûma bakınız. Kendisini daha önce gördünüz mü?”
“Bir kez. Londra’da kaldığım pansiyonu ziyaret ettiğinde, üç ya da üç buçuk yıl önce.”
“Posta gemisinde onunla beraber yolculuk ettiğinizi ya da kızınızla konuşmalarını hatırlıyor musunuz?”
“Bu ikisini de yapamam efendim.”
“Bunun belirli bir nedeni var mı?”
Alçak bir ses tonuyla cevapladı: “Var.”
“Bu sebep, ana vatanınızda mahkemeye çıkarılmadan ve hatta hakkınızda suçlama bile olmadan, talihsiz bir şekilde uzun bir tutukluluk dönemi geçirmeniz miydi, Doktor Manette?”
Herkesin yüreğini dağlayan bir sesle cevapladı: “Çok uzun bir tutukluluk.”
“Bahsi geçen seyahatte henüz serbest kalmıştınız, öyle değil mi?”
“Bana söylenen bu.”
“Seyahat hakkında hiçbir şey hatırlamıyor musunuz?”
“Hiçbir şey. Zihnimde bir zaman dilimi ki, tam olarak ne kadar olduğunu bile söyleyemem, tamamen silinmiş durumda. Esaretimde ayakkabı yapımını kendime meşgale edindiğim dönemle kendimi sevgili kızımın yanında Londra’da yaşıyor bulduğum dönem arası benim için tam bir boşluk. Tanrı’m yetilerimi bana tekrar verdiğinde kızım bana tanıdık gelmeye başladı; ancak bunun nasıl olabildiğini bile söyleyemem. Bu süreci hiç anımsamıyorum.”
Savcının yerine oturmasının ardından baba kız da yerlerine oturdular.
Bunun ardından mahkemede tuhaf bir gelişme yaşandı. Amaç, mahkûmun beş yıl önce kasım ayında o cuma gecesi kimliği belirsiz bir yandaşıyla Dover posta gemisinden inip yaklaşık 20 kilometre ilerdeki bir garnizon veya tersaneye giderek orada bilgi topladığını göstermekti. Mahkûmu, bu garnizon veya tersane şehrinde bulunan bir otelin kahve salonunda, belirtilen zamanda birini beklerken gördüğünü iddia eden bir tanık, mahkemenin huzuruna çağırıldı. Savunma avukatının sorgusundan, bu kişinin mahkûmu başka bir yerde görmediği dışında bir sonuç alınamamıştı; ki tüm bu zaman süresince tavana bakıp duran peruklu beyefendi, önündeki küçük kağıda bir iki kelime yazıp katladı ve avukata doğru attı. Bu kâğıt parçasını açan savunma avukatı, büyük bir dikkat ve merakla mahkûma baktı.
“Gördüğünüz kişinin mahkûm olduğundan emin olduğunuzu tekrar edebilir misiniz?”
Tanık son derece emindi.
“Daha önce mahkûma benzeyen birini gördünüz mü?”
Tanık, hata yapacak kadar benzeyen birini görmediğini söyledi.
“Şuradaki beyefendiye, bilge dostuma iyice bakın.” dedi kendisine kâğıt atan adamı göstererek. “Ardından da mahkûma iyice bakın. Ne diyorsunuz? Birbirlerine benziyorlar mı?”
Bilge dostumuzun özensiz ve hırpani kılığını bir tarafa bırakırsak, mukayeseye tâbi tutulan iki kişinin birbirlerine tıpatıp benzemeleri, sadece tanığı değil mahkemede buluna herkesi çok şaşırtmıştı. Hâkimin bilge dostumuzdan peruğunu çıkarmasını istemesi ve onunda buna razı olmasıyla benzerlik daha da belirginleşti. Hâkim, mahkûmun avukatı Bay Stryver’dan, bir sonraki aşamada bilge arkadaşımız Bay Carton’a vatana ihanet suçu ile ilgili sorular sorup sormayacağını öğrenmek istedi. Bay Stryver’ın cevabı “hayır” oldu; fakat tanığa bir kez olanın bir daha olup olamayacağını, bu örneğin kendisine ihtiyatsızlığını gösterip göstermediğini, hâlâ gördüğü kişinin tanık olduğundan emin olup olmadığını ve benzeri şeyleri soracaktı. Bu netice tanığın söylediklerini değersiz hâle getirmişti.
Bay Cruncher, bu gelişmeler yaşanırken, kendine, parmaklarındaki paslarla bir öğle yemeği ziyafeti çekmişti. Şimdi de Bay Stryver’ın davanın seyrini mahkûm lehine çevirip jüriyi kendi taraflarına çekişini, vatansever Barsad’ın aslında kiralık bir ajan ve hain olduğunu, özünde utanmaz bir kaçakçının yattığını, dünya üzerinde melun Yehuda’dan –ki zaten görünüşü de benziyordu– bu yana görülmüş en büyük alçaklardan biri olduğunu anlatışını izliyordu. Avukat, erdemli Uşak Cly’ın, Barsad’ın dostu ve yandaşı olduğunu, böyle kişilerle arkadaşlık etmeye layık olduğunu söylüyor, sahtekâr ve yalancı şahitlerin aslen Fransız olan mahkûmu kurban seçtiklerini izah ediyordu. Mahkûm, Fransa’daki bazı aile meselelerinden ötürü Manş Denizi’ndeki bu seyahatleri yapmak zorundaydı; ancak sevdikleri ve yakınlarını düşündüğü için tüm hayatı boyunca bu seyahatleri gizli tutması gerekmişti. Tanık olduklarını açıklarken acı çeken genç bayana zorla söyletilen sözler ve çarpıtılan tanıklığı nasılsa artık bir şey ifade etmiyordu. Herhangi bir genç beyefendiyle genç bayan arasında geçebilecek nezaket ve inceliğe dayalı küçük ve masum sohbet de unutulmuştu. Tabii George Washington’la ilgili kısmı hariç. Bu ölçüsüzce bir hareketti ve sadece bir eşek şakası olarak kabul edilebilirdi. Ulusal nefret ve korkulardan çıkar sağlamaya dayalı bu girişimler karşısında hükûmetin direnç gösterememesi, zayıflık olurdu. Başsavcı da bunu kullanmıştı. Bununla beraber bu suçlamaların hiçbir dayanağı yoktu. Alçak ve rezil tanıklar ise devlet mahkemelerini fazlasıyla meşgul eden böyle davaları çirkinleştirmekteydi. Fakat başsavcı bu noktada itiraz edip sanki söylenenler yanlışmış gibi sert bir yüz ifadesi takınarak, avukatın bulunduğu konumdan dolayı böyle kinayelerde bulunmaması gerektiğini söyledi.
Bay Stryver bundan sonra az sayıdaki tanıklarını çağırdı. Bay Cruncher bu kez de başsavcının jüriyi kendi tarafına çekme çabalarını izledi. Başsavcı, Barsad ve Cly’ın, avukatın kendilerine düşündürdüğünden yüz kat daha iyi, mahkûmun da yüz kat daha kötü olduğunu göstermeye çalıştı. Nihayet söz hâkime geldi ama onun da mahkûm için kefen dikmeye kararlı olduğu kesindi.
Ve artık jürinin karar verme vakti gelmişti. Büyük yeşil sinek ordusu yeniden oğul verdi.
Çok uzun zamandır tavana bakmakta olan Bay Carton, bu heyecanlı anda bile ne yerini ne de tavrını değiştirdi. Takım arkadaşı Bay Stryver önündeki kâğıtları düzenliyor, yanında oturanlara fısıltıyla bir şeyler söylüyor ve ara sıra heyecanla jüriye bakıyordu. Bu esnada izleyiciler az ya da çok yer değiştirmiş, aralarında yeni gruplaşmalar olmuştu. Hâkim ise koltuğundan kalkmış, kürsüsünde bir aşağı bir yukarı yürümekteydi. Bu hareketleri neticesinde izleyiciler onun da heyecanlı olduğundan hiç şüphe etmediler. Sadece tek bir kişi, yarısı yırtılmış cübbesi ve biraz önce çıkarılıp özensizce takılan peruğuyla kavgadan yeni çıkmış gibi görünen adam, hiç heyecan belirtisi göstermeksizin elleri cebinde tüm gün yaptığı gibi tavanı seyrediyordu. Pervasız tavrı onu itibarsız biri gibi göstermekle kalmıyor, aynı zamanda da mahkûma olan benzerliğini azaltıyordu. Birbirleriyle karşılaştırıldıklarındaki bir anlık ciddiyeti ise bu benzerliği kuvvetlendirmişti. Dikkatlerini ona yöneltmiş olan kişilerse aralarında, mahkûmla avukatın aslında pek de benzemediklerini söylüyorlardı. Bay Cruncher da böyle düşünenlerden ve yanındakiyle bunu paylaşanlardan biriydi. Ve ekledi: “Bahse girerim hiç dava alamıyordur. Dava kazanabilecek birine benzemiyor, öyle değil mi?”
Buna karşın Bay Carton, dışarıdan görünenin aksine, mahkemedeki her detayı yakalıyordu. Nitekim Bayan Manette’in başının babasının göğsüne düştüğünü ilk gören de o oldu ve yüksek sesle görevliyi çağırdı: “Mübaşir! Şu genç bayana bakın. Beyefendiye onu dışarı çıkarması için yardımcı olun. Görmüyor musunuz, düşecek!”
Dışarı çıkarılırken kıza karşı büyük bir acıma hissi vardı; herkes babasının acısını paylaşıyordu. Esaret günlerini hatırlamanın babası için büyük bir ıstırap olduğu açıktı. Sorgulanırken içinde büyük çalkantılar yaşıyordu. Derin düşüncelere dalıp gitmesi onu olduğundan yaşlı gösteriyordu. İçindeki üzüntü kapkara bir bulut gibi yıllardır yüreğine çöreklenmişti.
Jüri bir karara varamamıştı ve dinlenmek istiyorlardı. Belki de George Washington’u unutamamış olan hâkim uzlaşamadıkları için şaşırmıştı, ancak nöbetleşe dinlenebileceklerini belirterek jüri üyeleri gibi kendisi de memnuniyetle dinlenmeye gitti. Dava tüm gün boyunca sürdü; artık salondaki lambalar yanıyordu. Jürinin çok uzun süredir salonda olmadığı konuşulmaya başlanmıştı. İzleyiciler içecek bir şeyler almak üzere dışarı çıkmışlardı; mahkûm ise sanık sandalyesine oturtulmuştu.
Genç bayanla babası dışarı çıktıklarında salondan ayrılan Bay Lorry, tekrar göründü ve azalan bir ilgiyle beklemekte olan Jerry’yi yanına çağırdı. Jerry rahatça yanına ulaşabildi.
“Jerry, yiyecek bir şeyler almak istiyorsan çıkabilirsin. Fakat yakınlarda ol. Jüri içeri geldiğinde burada olmalısın. Kararı bankaya götürmeni istiyorum; o yüzden bir dakika bile gecikme. Sen tanıdığım en hızlı habercisin ve benden çok daha önce Temple Bar’da olabilirsin.”
Jerry’nin kırıştırabilecek kadar geniş bir alnı yoktu, yine de söylenenleri anladığını göstermek için biraz olsun alnını kırıştırdı. O esnada Bay Carton yaklaşıp Bay Lorry’nin koluna dokundu.
“Genç bayan nasıl?”
“Oldukça üzüntülü; fakat mahkeme salonu dışında olduğundan daha rahat ve babası da onu rahatlatıyor.”
“Mahkûma bunu ileteceğim. Siz de takdir edersiniz ki herkesin gözü önünde sizin gibi bankada çalışan saygıdeğer bir beyefendinin onunla konuşurken görülmesi doğru olmaz.”
Bay Lorry, kendisinin, bunu aklından geçirdiğini sanki adam fark etmiş gibi kızardı. Bay Carton sanığın bulunduğu yere doğru gitti. Mahkemenin çıkışı da bu yöndeydi. Jerry de onu pür dikkat izlemekteydi.
“Bay Darnay!”
Mahkûm hemen ileri doğru atıldı.
“Doğal olarak tanık Bayan Manette’ten haber almak için sabırsızlanıyorsunuzdur. Merak etmeyin, kendisi gayet iyi. Sadece fazlaca heyecanlandığı bir ana denk geldiniz.”
“Bunun sebebi olduğum için derin bir üzüntü duyuyorum. Bunu benim için ona iletir misiniz ve kendisine minnettar olduğumu da.”
“Tabii iletebilirim. Siz isterseniz bunu yaparım.”
Bay Carton’un tavrı dikkatsiz olduğu kadar cüretkârdı. Mahkûma yarım dönmüş, dirseğini de mahkûmun önündeki parmaklıklara dayamıştı.
“Evet istiyorum. İçten teşekkürlerimi kabul edin lütfen.”
Carton duruşunu bozmadan, “Ne sonuç bekliyorsunuz Bay Darnay?”
“En kötüsünü.”
“Bu en akıllıca olanı ve tabii en muhtemeli de. Fakat jürinin çekilmesi benim düşünceme göre sizin lehinize.”
Mahkeme salonuna girmesine izin verilmediği için çıkış yolunda oyalanan Jerry, bundan daha fazlasını duyamadı. Simaları birbirine son derece benzeyen fakat davranışları açısından da bir o kadar farklı olan bu iki adamı yan yana bıraktı; yansımaları yine tepelerindeki aynadaydı.
Bir buçuk saat, ellerinde bira ve etli tartlarla aşağıdaki koridorları dolduran serseri ve çapulcular arasında geçti. Boğuk sesli haberci, biraz atıştırdıktan sonra pek rahatsız bir biçimde oturduğu yerde uyuyakalmıştı ki, büyük bir uğultuyla uyandı ve mahkeme salonuna çıkan merdivenlere yönelen insan dalgası onu da beraberinde sürükledi.
Kapıya vardığında Bay Lorry kendisini çağırmaya başlamıştı bile: “Jerry! Jerry!”
“Buradayım efendim! Geri gelebilmek için âdeta savaş vermek gerekiyor. Buyurun efendim.”
Bay Lorry kalabalığın arasından kendisine bir kâğıt uzattı. “Aldın mı? Çabuk!”
“Evet efendim.”
Aceleyle yazılmış kağıdın üzerinde şu sözler yazıyordu: “Beraat etti.”
“Yine mesajı ‘Hayata Dönüş’ diye gönderseydiniz,” diye mırıldandı Jerry dönerken, “bu kez ne demek istediğinizi anlardım.”
Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nden çıkana kadar Jerry başka bir şey söylemeye hatta düşünmeye fırsat bulamamıştı. Zira mahkemeden dışarı akan kalabalık arasında neredeyse ayakları yerden kesilecekti ve sokağı öyle bir uğultu kaplamıştı ki, sanki şaşkın yeşil sinekler başka bir leş aramak üzere ortalığa yayılmıştı.

Kutlama
Mahkemenin loş koridorlarından tüm gün boyunca orada kaynamış olan son insan tortuları da boşalırken Doktor Manette, kızı Lucie Manette, Bay Lorry, savunma avukatı Bay Stryver, henüz serbest kalan Bay Charles Darnay’in etrafında toplanmış, onun ölümden kurtuluşunu kutluyorlardı.
Daha parlak bir ışık altında, aydın yüzü ve dik duruşuyla Doktor Manette’le, Paris’teki tavan arasında yaşayan ayakkabıcı arasında bir bağ kurmak imkânsızdı. Bir bakan bir daha bakıyordu ancak hiçbir bakış onun mezardan geliyormuş gibi çıkan sesindeki kederi ve ara sıra sebepsizce dalıp gitmesini açıklayamıyordu. Dışarıdan bakanlar onun yıllar boyu süren ıstırabının ruhunun derinliklerinden sürekli –tıpkı davada olduğu gibi– yüzeye çıktığını düşünüyorlardı. Ancak bu onun doğasında vardı ve üzerine bir hüzün çöktüğünde onun hikâyesini bilmeyenler, beş yüz kilometre uzakta olmasına rağmen bir yaz güneşinde Bastille Hapishanesi’nin gölgesinin adamın üzerine düştüğünü sanarak buna anlam veremezlerdi.
Sadece kızı, onun üzerindeki kara bulutları dağıtabilecek sevimliliğe sahipti. O, adamı acılarının ötesindeki geçmişe ve ıstırabının ötesindeki geleceğe bağlayan altın bir bağdı. Sesinin melodisi, yüzünün ışıltısı ve elinin dokunuşu neredeyse daima adamın üzerinde güçlü bir ilaç gibi etkiye sahipti. Bunu tam olarak her zaman yapamıyordu; çünkü kimi zaman gücünün yetmediği bazı şeyleri anımsatıyordu ona. Fakat böyle anlar çok nadir ve önemsizdi; ayrıca bunları aşabileceğine inancı vardı.
Bay Darnay, kızın elini coşkuyla ve minnettarlıkla öptü ve samimiyetle teşekkür etmek üzere Bay Stryver’a döndü. Bay Stryver otuzunu henüz aşmıştı ama bundan yirmi yaş daha büyük gösteriyordu. İri yarı, gür sesli, kanlı canlı, açık sözlü ve kibarlığı elden bırakmayan bir adamdı. Arkadaşlıklara ve sohbetlere hem manevi hem de fiziksel olarak kolayca girebilen bir yapısı vardı ki, bu onun hayatta yükselmesini kolaylaştırmıştı.
Hâlen peruğunu ve cübbesini çıkarmamıştı. Müvekkilinin yanına yaklaşabilmek için zavallı Bay Lorry’yi neredeyse ezip geçmişti. “Size itibarınızı iade edebildiğim için çok mutluyum Bay Darnay. Bu utanç verici bir davaydı, son derece utanç verici. Ayrıca böyle bir sonuç alınması da pek muhtemel değildi.”
“Size hayatım boyunca minnettar kalacağım.” dedi müvekkili elini tutarak.
“Sizin için elimden gelenin en iyisini yaptım Bay Darnay; inanıyorum ki bunu herkes de yapabilirdi.”
Birinin “Bunu sadece siz başarabilirdiniz.” demesi mecburi hâle gelmişti. Belki de konuşmaya yeniden dahil olabilmek için bu görevi Bay Lorry üstlendi.
“Öyle mi düşünüyorsunuz?” dedi Bay Stryver. “Pekâlâ, bütün gün buradaydınız, biliyor olmalısınız. Hem siz de bir iş adamısınız, öyle değil mi?”
Bay Lorry, az önce bir omuz darbesiyle onu grubun dışına itip şimdi de yeniden aralarına dahil eden avukata “Tıpkı Doktor Manette’ten bu konuşmaya burada bir son verip evlerimize gitmemizi söylemesini rica edeceğimi bildiğim gibi.” dedi. “Bayan Lucie iyi görünmüyor, Bay Darnay berbat bir gün geçirdi ve bizler de çok yorulduk.”
“Kendi adınıza konuşun Bay Lorry.” dedi Stryver, “Hâlâ gece yapmam gereken bir iş var. Lütfen kendi adınıza konuşun.”
“Kendi adıma konuşuyorum,” diye cevapladı Bay Lorry, “ve Bay Darnay adına ve Bayan Lucie adına ve… Bayan Lucie, hepimiz adına konuşabilir miyim?” Bu yerinde soruyu kıza yöneltirken babasına da kısa bir bakış atmıştı.
Adamın yüzü yine donmuş, gözleri tuhaf bir bakışla Bay Darnay’a kilitlenmişti. Dalan gözlerinin derinliklerinde hoşnutsuzluktan kaynaklanan bir kızgınlık, güvensizlik ve hatta korku vardı. Yüzündeki bu garip ifadeyle tüm düşünceleri uçup gitmişti.
“Baba.” dedi Lucie usulca elini adamın elinin üzerine koyarak.
Adam yavaşça başındaki bulutları dağıtıp kızına döndü.
“Babacığım, eve gidelim mi?”
Derin bir nefes alıp cevap verdi: “Gidelim.”
Suçsuz bulunan mahkûmun arkadaşları, kendisi bu gece serbest bırakılamayacağını söylediği için dağılmışlardı. Koridorlardaki ışıkların tamamı neredeyse söndürülmüştü; demir kapılar büyük bir gıcırtı ve sarsıntıyla kapatılmıştı. Kasvetli mekân ertesi sabaha dek terk edilmişti. Yarın, idam sehpaları, boyunduruklar, kırbaçlama direkleri ve dağlama demirlerinin yeni talihlilerini ilgiyle izlemek üzere yine insanlarla dolacaktı burası.
Babası ve Bay Darnay’in yanında yürüyen Lucie Manette, açık havaya çıktı. Babasıyla birlikte, çağırılan kiralık arabaya bindi.
Bay Stryver onları koridorda bırakarak soyunma odasına gitmişti. Gruba katılmayan ve hatta onlarla tek kelime etmeyen ancak en karanlık yerinde duvara dayanmış duran bir adam herkesten sonra dışarı çıkıp arabanın gözden kayboluşunu seyretti. Daha sonra kaldırımdaki Bay Lorry ve Bay Darnay’in yanına gitti.
“Evet Bay Lorry! İş adamlarının Bay Darnay ile konuşmasının artık bir sakıncası yok değil mi?”
Hiç kimse bugün davanın seyrindeki katkısından dolayı Bay Carton’a teşekkür etmemişti; hatta kimse bundan haberdar değildi. Cübbesini çıkarmış olmasına karşın görünüşünde hiçbir iyileşme olmamıştı.
“Vicdanla iş meseleleri karşı karşıya gelince iş adamlarının zihninde ne türlü çatışmalar yaşandığını bilseniz şaşardınız Bay Darnay.”
Bay Lorry, kızarıp samimi bir şekilde, “Bunu daha önce de söylemiştiniz efendim. Biz iş adamları şirketimiz için çalışırız, patronlarımız için değil. Şirketi kendimizden daha fazla düşünmeliyiz.” dedi.
“Biliyorum, biliyorum.” diye pervasızca atıldı Bay Carton. “Sinirlenmeyin Bay Lorry, diğerleri kadar iyi olduğunuzdan eminim; hatta daha iyi olduğunuzu söyleyebilirim.”
“Ve gerçekten efendim,” diye devam etti karşısındakine kulak vermeden, “bu konuyla neden ilgilendiğinizi bilmiyorum. Sizden yaşça büyük olmama karşın beni bağışlayın ama bunun sizi ilgilendirdiğini sanmıyorum.”
“İş mi? Çok yaşayın emi! Benim işim gücüm yok.”
“Olmaması sizin açınızdan üzücü efendim.”
“Ben de öyle düşünüyorum.”
“Eğer bir işiniz olsaydı,” diye devam etti Bay Lorry, “belki de onunla meşgul olurdunuz.”
“Alemsiniz doğrusu! Hayır, olmamalıydım.” dedi Bay Carton.
“Pekâlâ beyefendi!” dedi senini yükselterek Bay Lorry; adamın kayıtsızlığı onu iyice çileden çıkarmıştı. “İş gerçekten çok iyi bir şeydir ve çok da saygıdeğerdir. Ve beyefendi, iş, beraberinde kısıtlamalar, suskunluklar ve engeller getiriyorsa da, asil genç beyefendi Bay Darnay bunları hoş görmesini bilecektir. Bay Darnay, iyi geceler. Tanrı sizi korusun efendim! Umarım kurtuluşunuzla bağışlanan hayatınız size refah ve mutluluk getirir… Hey arabacı!”
Avukata olduğu gibi biraz da kendisine kızan Bay Lorry arabaya binerek Tellson’a doğru yola çıktı. Porto şarabı kokan ama pek de sarhoş durmayan Carton adamın arkasından gülerek Bay Darnay’ye döndü.
“Sizinle beni bir araya getiren garip bir şans. Bu sokak taşları üzerinde benzerinizle yalnız kalmak sizin için garip olmalı.”
“Hâlâ bu dünyada olduğumu ancak fark ediyorum.” diye cevapladı Charles Darnay.
“Buna şaşırmadım; öbür tarafa giden yolun kıyısından döneli pek fazla olmadı. Sesiniz güçsüz geliyor.”
“Güçsüz olduğumu düşünmeye başlıyorum.”
“O zaman Tanrı aşkına, neden akşam yemeği yemiyorsunuz? Jürideki mankafalılar sizin hangi dünyaya ait olduğunuzu tartışırken ben yemeğimi yemiştim. Size güzel bir yemek yiyebileceğiniz yakınlardaki bir meyhaneyi göstermeme izin verin.”
Adamın kolunu kendi koluna doğru çekip, Ludgate Tepesi’nden Fleet Caddesi’ne doğru inerek bir meyhaneye girdiler. Kendilerine küçük bir oda gösterildi. Sade ancak güzel bir yemek yiyip şarap içen Bay Darnay gücünü yeniden kazanırken Carton da kendi şişesindeki Porto şarabını yudumlayarak adamın karşısında oturup bir parça küstah tavırlarını sürdürüyordu.
“Artık bu dünyada olduğunuza inandınız mı Bay Darnay?
“Ürkütücü bir biçimde zaman ve mekan karmaşası yaşıyordum ama şimdi daha iyiyim.”
“Bu muazzam bir tatmin olmalı!”
Bunu çok kesin bir dille söylemişti. Tekrar kocaman kadehini doldurdu.
“Benim en büyük arzum bu dünyada olduğumu unutmak. Ne benim için onda iyi bir taraf var, tabii bunun gibi şaraplar hariç, ne de onun için bende. Yani birbirimize bu yönden benzediğimiz söylenemez. Gerçekten de, düşünüyorum da aslında siz ve ben pek de benzemiyoruz.”
Günün duygusal yoğunluğuyla karmakarışık olmuş ve bu kaba tavırlı ikiziyle birlikte olmak ona rüya gibi gelen Charles Darnay, nasıl cevap vereceğini bilemediğinden susmaya karar verdi.
“Artık yemeğinizi yediniz,” dedi Carton, “neden birinin sağlığına içmiyoruz Bay Carton, neden kadeh kaldırmıyorsunuz?”
“Kadeh kaldırmak mı? Kimin sağlığına?
“Dilinizin ucunda Bay Darnay. Orada olması lazım, olmalı, orada olduğuna yemin edebilirim.”
“Bayan Manette’e o hâlde!”
“Bayan Manette’e!”
Kadehini yuvarlarken gözünü içki arkadaşının yüzüne diken Carton, içkisini bitirince kadehini omzunun arkasından duvara fırlatıp tuzla buz etti. Ardından garsonu çağırmak için zile basıp bir tane daha istedi.
“O, karanlıkta arabaya binmesine yardım etmek için çok güzel bir genç bayan Bay Darnay!” dedi Carton yeni kadehini bitirirken.
Darnay biraz da sinirlenerek kısaca “Evet” cevabını verdi.
“Size merhamet edip sizin için ağlayacak çok güzel bir genç bayan Bay Darnay! Bu nasıl bir duygu? Böyle bir merhamet ve şefkat için ölüm cezasıyla yargılanmaya değer mi Bay Darnay?”
Darnay yine tek kelime etmedi.
“Mesajınızı ona ilettiğimde çok mutlu oldu. Memnuniyetini belli etmedi fakat ben öyle olduğunu sanıyorum.”
Bu ima Darnay’ye can sıkıcı içki arkadaşının kendi arzusuyla bugünkü sıkıntılarda yardımcı olduğunu anımsattı. Konuyu oraya getirip mesajı kendisi için iletmesinden ötürü Carton’a teşekkür etti.
“Teşekkür istemiyorum, bunu hak etmeyi de.” diye sert bir cevap verdi Carton. “Öncelikle bu önemsiz bir şey, ikincisi bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bay Darnay, size bir soru sormama izin verin.”
“Seve seve! Bir nebze olsun bugünkü iyiliklerinizin karşılığı kabul edin.”
“Sizce ben sizi seviyor muyum?”
“Doğrusunu isterseniz Bay Carton,” dedi garip bir zihinsel karmaşaya düşerek, “bunu hiç düşünmedim.”
“O hâlde şimdi düşünün.”
“Seviyor gibi davrandınız ancak böyle olduğunu düşünmüyorum.”
“Ben de öyle.” diye katıldığını belirtti Carton. “Çok zeki olduğunuzu düşünmeye başlıyorum.”
“Bununla beraber,” diye devam etti Darnay, zili çalmak üzere ayağa kalkarken, “umarım hesabı istememde bir sakınca yoktur; dargın ayrılmayalım.”
“Asla!” diye cevapladı Carton. Darnay zili çaldı.
“Hesabın tamamını siz mi ödeyeceksiniz?” diye sordu Carton. Olumlu cevap alınca “O hâlde aynısından bir şişe daha,” dedi garsona “ve gelip beni saat onda uyandır.”
Hesabı ödeyen Charles Darnay, ayağa kalkıp ona iyi geceler diledi. Carton da ayağa kalktı, karşısındakini meydan okumayla tehdit eder gibi. “Son bir söz daha,” dedi, “sizce ben sarhoş muyum?”
“İçkili olduğunuzu düşünüyorum Bay Carton.”
“Düşünüyor musunuz? Ben içkili olduğumu biliyorum.”
“Doğrusu bunu ben de biliyorum.”
“O hâlde neden içtiğimi de bilmelisiniz. Ben talihsiz bir köleyim efendim. Bu dünyadaki hiç kimseyi önemsemiyorum ve kimse de beni önemsemiyor.”
“Çok üzücü. Yeteneklerinizi daha iyi kullanmalıydınız.”
“Belki dediğiniz gibi Bay Darnay, belki de değil. Ayık hâlinizin sizi gururlandırmasına izin vermeyin, başınıza ne geleceğini bilemezsiniz. İyi geceler.”
Odada yalnız kaldığında eline bir mum alıp duvarda asılı aynaya baktı.
“Bu adamı gerçekten seviyor musun?” diye mırıldandı aynadaki yansımasına. “Kendine benzeyen bir adamı neden sevesin ki? Sevilebilecek hiçbir yanı yok, bunu biliyorsun. Kahrolası! Kendine ne yaptın böyle! Neden yoksun olduğunu ve ne olabileceğini gösteren bir adamdan neden hoşlanasın ki! Onunla yer değiştirsen ona bakan mavi gözler sana da bakıp tedirgin bir yüzle acır mıydı? Haydi, şunu açıkça söyle! Ondan nefret ediyorsun!”
Teselli bulmak için şaraba sığınıp tüm şişeyi birkaç dakikada içti. Ardından da kollarını masaya koyup sızdı. Saçları masaya dağılmıştı. Eriyen mumdan kocaman bir damla, uykuya teslim olan adamın üzerine damladı.

Çakal
O günler içkinin bolca tüketildiği günlerdi ve erkekler sıkı içicilerdi. Zaman alışkanlıklarda öyle değişiklikler yaptı ki bir gecede tek bir kişinin içtiği şarabın miktarını söylesek bugün gülünç bir mübalağa gibi gelir. Üstelik bu, içen kişinin mükemmel bir beyefendi olarak saygınlığını azaltmazdı da. Hukukla ilgilenenler de içki âlemlerinde diğer meslek grubundakilerden geri kalmazlardı. Aynı şekilde önemli ve kazançlı işleri kolayca alabilen Bay Stryver da yasal yarışın diğer alanlarında olduğu gibi içki konusunda da arkadaşları kadar hızlıydı.
Londra Ağır Ceza Mahkemesi’nin ve hatta oturumların gözdesi Bay Stryver, tırmandığı merdivenin alt basamaklarını dikkatle kesmeye başlamıştı. Mahkeme ve oturumların baş davetlisi olan ve kendine mahkeme başkanının görebileceği bir yer seçen Bay Stryver’ın kırmızı yüzü, bir bahçe dolusu göz kamaştırıcı çiçek arasından güneşe uzanmaya çalışan büyük bir ayçiçeği gibi, peruklar denizinde rahatça seçilebilirdi.
Bir keresinde baroda, Bay Stryver’ın konuşkan, vicdansız, becerikli ve gözü pek biri olmasına karşın, çok sayıdaki ifadelerin özünü ortaya çıkarma yeteneğine sahip olmadığı söylenmişti ki bu, bir avukat için en can alıcı becerilerden biriydi. Fakat o zamandan bu yana büyük ilerleme katetti. Aldığı dava sayısı arttıkça konunun iliklerine kadar inme yeteneği gelişti. Gece geç saatlere kadar Sydney Carton’la içki âlemlerinde olsa da davanın tüm detayları sabah elinin altında olurdu.
İnsanların en avaresi ve en gelecek vadetmeyeni Sydney Carton, Stryver’ın en iyi ahbabıydı. İki arkadaşın, adli yılla Aziz Michael yortusu arasında içtiği içki, bir kraliyet gemisini yüzdürebilirdi. Stryver’ın her davasında Carton bulunur, elleri cebinde tavanı seyrederdi. Bu durum istisnasız her davada aynıydı. Aynı yerlerde dolaşır, gecenin geç saatlerine kadar uzayan âlemlerinde beraber olurlardı. Hatta Carton’un güpegündüz pansiyonuna ayyaş bir kedi gibi sallanarak gizli gizli gittiği bile söylenirdi. Sonuç olarak Sydney Carton’un asla bir aslan olmasa bile oldukça iyi bir çakal olduğu ve mütevazı tavrıyla davalarda Stryver’a yardımcı olduğu konuşulmaya başlandı.
“Saat on oldu efendim.” dedi kendisini uyandırmakla görevlendirdiği garson. “Saat on efendim.”
“Ne oldu?”
“Saat on efendim.”
“Ne demek istiyorsun? Gece on mu?”
“Evet efendim. Beni sizi uyandırmakla görevlendirmiştiniz.”
“Tamam hatırladım. Çok iyi, çok iyi.”
Tekrar uykuya dalabilmek için birkaç girişimde daha bulundu ancak beş dakikadır yanında sürekli ateşi karıştıran adam yüzünden Carton’un çabaları boşa çıktı. Nihayet yerinden kalkıp şapkasını başına geçirerek dışarı çıktı. Temple’a doğru gidip, banklar yerleştirilen kaldırımlarda ve gazete binalarının önünde ayılmak için birkaç kez turladıktan sonra Stryver’ın odasına yöneldi.
Bu toplantılarda kendisine hiç asistanlık etmeyen kâtibi çoktan eve gitmişti. Kapıyı Stryver’ın kendisi açtı. Ayağında terlikleri, üzerindeyse kolay giyilebilmesi için yakası açık olan bol bir gecelik vardı. Gözlerinin etrafını gergin mor halkalar kaplamıştı. Bunlar özgür yaşamayı seven herkeste rastlanan bir durumdu. Zaten içki düşkünlüğünün fazlaca olduğu dönemlerde yapılan portrelerde de bu morluklar gözlemlenebilirdi.
“Biraz geciktin Bay Akıl.” dedi Stryver.
“Her zamanki saat; belki bir on beş dakika gecikmiş olabilirim.”
Kitap ve kâğıtlarla dolu pis bir odaya girdiler. Odada şömine ışıltılar saçarak yanmaktaydı. Ocaktaki çaydanlıktan buhar çıkıyordu. Dağılmış kâğıtlar arasında bir masa, üzerindeki bol miktarda şarap, brendi, rom, şeker ve limonlarla ışıldamaktaydı.
“Anladığım kadarıyla bu geceki şişeni içmişsin Sydney.”
“Sanırım iki şişe oldu. Bugünkü müvekkille yemek yedim, daha doğrusu o yedi ben seyrettim. İkisi de aynı kapıya çıkar nasılsa!”
“Benzerliğinize dikkat çekmek olağanüstü bir hamleydi Sydney, bunu nasıl başardın? Ne zaman fark ettin?”
“Oldukça yakışıklı biri olduğunu düşündüm. Ben de böyle biri olabilirdim diye düşündüm, tabii biraz şansım olsaydı.”
Puncu hazırlamakta olan Bay Stryver güldü:
“Sen ve şans mı Sydney? Hadi, hadi, biz işimize bakalım.”
Somurtkan çakal elbisesinin yakasını gevşetip yan odalardan birine geçti. Döndüğünde elinde bir sürahi soğuk su, bir leğen ve bir iki tane havlu vardı. Havluları suya batırıp biraz sıktı ve çirkin bir şekilde başına sarıp oturarak aslana döndü: “Artık hazırım.”
“Bugün detaya inilmesi gereken pek iş yok Bay Akıl.” dedi neşeyle Bay Stryver önündeki kâğıtlara bakarken.
“Kaç tane?”
“Sadece iki dosya.”
“Önce en kötüsünü ver.”
“İşte Sydney, başla bakalım.”
Aslan içki masasının yanındaki sofaya arkasını dayayıp oturdu; çakalsa içki masasının diğer yanındaki, üzeri kâğıtlarla kaplı kendi masasında oturmaktaydı. Böylece içki şişeleri ve kadehler sürekli elinin altındaydı. İkisinin de içki masasını ziyaretlerinin haddi hesabı yoktu; ancak tavırları farklıydı. Aslan ekseriyetle bir eli kemerinde ateşi seyrediyor, ara sıra da önemsiz belgelere göz gezdiriyordu. Çakal ise kaşlarını çatmış dikkatli bir yüzle işine öylesine dalmıştı ki; şişeye uzandığında elinin nereye gittiğine bile bakmıyor, bardağı bulup dudaklarına götürebilmesi için birkaç dakika el yordamıyla araması gerekiyordu. İki ya da üç kez üzerinde çalıştıkları dava içinden çıkılmaz hâle geldi. Böyle durumlarda çakal yerinden kalkıp havlusunu yeniden ıslatma ihtiyacını duyuyordu. Sürahi ve leğene yaptığı bu ziyaretlerden kelimelerle tarif edilemeyecek garip bir ıslak başlıkla dönüyor, bu da onun ağırbaşlı tavrıyla birleşince iyice komik bir hâl alıyordu.
En sonunda çakal, aslana mükellef bir yemek hazırlayıp sundu. Aslan bunu dikkatle alıp içinden beğendiklerini seçti, kendi düşüncelerini söyledi ve çakal da bu işlemlerde ona yardımcı oldu. Yemekte iyice tartıştıktan sonra aslan yeniden elini kemerine koyup konuyu özümsemeye yattı. Çakal ise kendine yeniden enerji kazandırabilmek için boğazını ıslatıp zinde bir kafayla ikinci yemeğin hazırlanmasına koyuldu. Bu yemek de aynı şekilde aslana sunuldu. İşler tamamlandığında saatler sabahın üçünü gösteriyordu.
“Ve işte bitirdik Sydney, bir kadeh punç doldur.” dedi Bay Stryver.
Çakal başındaki kurumuş havluları çıkardı, esneyip gerindikten sonra kadehini yuvarladı.
“Savcının yalancı tanıkları konusunda çok haklıydın bugün Sydney. Her soru onları ele verdi.”
“Ben her zaman haklıyım, doğru değil mi?”
“Bunu reddedemem. Neye sinirlendin sen? Bir punç içip rahatlasana.”
Memnuniyetsizlikle homurdanan çakal bu kadehi de bitirdi.
“Hâlâ eski Shrewsbury Okulu’nun eski Sydney Carton’usun.” dedi Stryver, sanki geçmişle bugünün mukayesesini yapar gibi başını sallamıştı. “Eski kararsız Sydney. Bir öylesin, bir böyle. Bir neşeli, bir depresif!”
“Ah!” diye iç çekti öteki, “Evet. Aynı şanssız eski Sydney. O zaman bile diğer çocukların ödevlerini yapardım. Kendiminkiniyse nadiren.”
“Peki neden?”
“Tanrı bilir. Galiba ben buyum.”
Ellerini cebine sokup ayaklarını uzatarak ateşe bakmaya koyuldu.
“Carton.” dedi hükmeder bir edayla ona dönen arkadaşı; sanki şömine, içinde bitmek bilmeyen çabaların dövüldüğü bir demirci ocağıydı ve yapılabilecek en hayırlı iş, eski Shrewsbury Okulu’nun eski Sydney Carton’unu bir omuz darbesiyle bu ocağa itivermekti. “Tuttuğun yol sakat bir yol, eskiden de böyleydi. Ne gücün var ne de bir amacın. Oysa bana bir bak!”
“Off, daraldım!” diye karşılık verdi Sydney keyifle gülerek: “Bana ahlak hocalığı yapma!”
“Başardıklarımı nasıl başardım?” dedi Stryver, “Bugünlere nasıl geldim?”
“Kısmen, sana yardım etmem için bana para vererek sanırım. Fakat bana laf anlatmak için zamanını harcamaya değmez. Ne yapmak istersen onu yapıyorsun. Sen daima ön sıralardaydın, bense hep arkada.”
“Ön sıralarda olmak zorundaydım; nihayetinde orada doğmadım, öyle değil mi?”
“Doğumunda yanında değildim fakat bence öyle.” diyerek yeniden güldü Carton. Stryver da onun kahkahalarına katıldı.
“Shrewsbury’den önce, Shrewsbury’de ve Shrewsbury’den bugüne dek,” diye devam etti Carton, “sen de hep layık olduğun muameleyi gördün, ben de. Paris’te Fransızca, Fransız hukuku ve diğer Fransız zırvalıklarını öğrenirken de farklıydık; sen hep bir yerlerdeydin, bense hiçbir yerde.”
“Peki bu kimin hatası?”
“Ben, senin hatan olmadığından pek emin değilim. Sen daima tuttuğunu koparıyordun ve benim rüyalarımda bile göremeyeceğim bir yere geldin. Ancak gün ağarmaya yaklaşırken insanın geçmişi hakkında konuşması çok can sıkıcı. Haydi, gitmeden konuyu değiştirelim.”
“Peki o hâlde! Güzel tanığın şerefine içelim.” dedi Stryver kadehini kaldırarak. “Bu konu hoşuna gitti mi?”
Gitmediği açıktı; zira yeniden kederlenmişti.
“Güzel tanık.” diye mırıldandı kadehinin içine bakan Carton, “Tüm gün ve gece çok sayıda tanık vardı. Hangisi senin güzel tanığın?”
“Enteresan doktor’un kızı Bayan Manette tabii ki?”
“O kız güzel mi?”
“Değil mi?”
“Hayır.”
“Ne! Sen hâlâ hayatta mısın? Tüm mahkeme ona hayran kaldı!”
“Boş ver şimdi mahkemedekileri. Ağır Ceza Mahkemesi ne zamandan beri güzellik uzmanı oldu? O sadece sarı saçlı bir bebek!”
“Biliyor musun Sydney,” dedi Bay Stryver karşısındakinin yüzüne dik dik bakıp bir yandan da elini kırmızı yüzüne götürerek, “o sarı saçlı bebeğe acıdığında, o sarı saçlı bebeğe ne olduğunu hemen gördüğünde, ne düşündüm biliyor musun?”
“Ne olduğunu hemen görmek mi! Şayet bir kız, bebek ya da değil, bir adamın burnunun dibinde bayılırsa, bunu görmek için dürbüne ihtiyacı olmaz. Şerefine içiyorum ama güzel olduğu fikrine karşıyım. Zaten daha fazla da içmeyeceğim. Gidip yatacağım.”
Ev sahibi aşağı inen merdivenleri aydınlatmak için elinde bir mumla konuğunun arkasından giderken, gün kirli camlara soğuk yüzünü vurmuştu. Carton evden çıktı. Dışarıda hava soğuk ve kasvetliydi; gökyüzünü bulutlar kaplamıştı; nehir karanlık ve bulanıktı. Bu hâliyle şehir, hayat olmayan bir çöle benziyordu. Şafak arifesinde tozlar, etrafta daireler çizerek uçuşuyordu; sanki çölün tüm kumu ayağa kalkmış, bu kumların ilk durağı da şehir olmuştu.
Etrafını kaplayan çölde, içinde acısını duyduğu harcanmış çabalarıyla bu adam, yolunun üzerindeki nehrin kıyısında durup önündeki vahşi sularda bir an için onurlu ihtirasların, özverinin ve azmin serabını gördü. Hayalindeki bu güzel şehirde sevgi ve zarafetin yukarıdan kendisine baktığı havadar balkonları vardı; hayatın olgun meyveleri ağaçlarında sallanıyordu bahçelerinin. Sadece bir an için… Sonra hepsi kayboldu. Evlerden oluşan bir kuyunun üst katlarındaki odasına çıktı, kendisini kıyafetleriyle bakımsız bir yatağa attı. Yastığı, dökülen yaşlarla ıslandı.
Güneş kederle yükseldi gökyüzünde. Üstün becerilere ve güzel hislere sahip olan ancak bunları kendisi için, kendi mutluluğu için değerlendirmekten aciz bu adamın üzerinde daha da büyük bir kederle yükseldi. Ve adam, kendisini yiyip bitiren acılara teslim oldu sessizce.

Yüzlerce İnsan
Doktor Manette’in huzurlu yuvası, Soho Meydanı’ndan çok da uzakta olmayan sessiz bir köşe başındaydı. Vatana ihanet davasının üzerinden dört ay geçmiş, zamanla birlikte insanların ilgisi ve anıları da unutulup gitmişti. Gerçekten güzel bir pazar gününün öğleden sonrasında Bay Lorry, yaşadığı Clerkenwell’in güneşli sokaklarında, akşam yemeğini Doktor’la yemek üzere yola koyulmuştu. İş sebebiyle Doktor’la birkaç kez daha bir araya gelen Bay Lorry, onun arkadaşı olmuş ve bu sessiz köşe başı da hayatının güneşli bir parçası olmuştu.
Bu gerçekten güzel pazar gününde Bay Lorry, ikindinin erken saatlerinde, Soho’ya doğru üç alışkanlık vesilesiyle yürüyordu. Öncelikle havanın güzel olduğu pazarları akşam yemeğinden önce Doktor ve Lucie’yle yürüyüşe çıkardı. İkincisi, havanın yürüyüş için müsait olmadığı pazar günleri bir aile ahbabı gibi onlarla konuşmaya, kitap okumaya, camdan dışarıya bakmaya ve genellikle de günü tüketmeye alışmıştı. Son olarak da içinden çıkamadığı kararsızlıkları olduğunda Doktor’un ve kızının bu sorunlara çözüm yolları gösterebileceğini ve bunların da genellikle işe yaradığını biliyordu.
Londra’da Doktor’un yaşadığı köşe başından daha eski ve hoş bir köşe daha yoktu. Önünden yol geçmiyordu ve evin ön pencerelerinden esintisiz sokağın hoş manzarası görülebiliyordu. O zamanlar Oxford yolunun kuzeyinde az sayıda bina vardı. Bugün tarihe karışan tarlalarda ağaçlar yetişir, akdiken çiçekleri açar, yabani çiçekler her tarafı sarardı. Dolayısıyla kır havası, kalacak yeri olmayan fukaralar gibi kiliseye sığınmak yerine Soho üzerinde özgürce eserdi. Çok uzakta olmayan güney duvarında ise mevsimi geldiğinde şeftaliler yetişirdi.
Günün ilk saatlerinde güneş, ışıklarını tüm şiddetiyle köşe başına gönderirken sokaklar ısınınca bu köşe gölgede kalırdı. Ancak bu loş hâliyle bile köşe başının bir pırıltısı vardı. Seslerin ahenkle yankılandığı bu serin, ağırbaşlı ancak neşeli köşe, sokaklarda şiddetle esen rüzgârdan kaçanlar için tam bir sığınaktı.
Böyle bir limanda mutlaka huzurlu bir gemi olmalıydı ve vardı da. Doktor, yüksek bir evin iki katını işgal ediyordu. Gün içerisinde pek çok ziyaretçisi olurdu ancak bunların sesleri işitilmezdi; geceleri ise kimsecikler gelmezdi. Avludaki çınar ağacının yeşil yapraklarından çıkan hışırtı eşliğinde geçilen arka binada kilise orglarının yapıldığı söylenirdi. Burada gümüşlerin kabartmalarını işleyen ve altını çekiçleyen gizemli devler, sanki tüm ziyaretçilerini kaçırmak için kendi kendilerini dövmüşler gibi, ön taraftaki antrenin duvarından altın kollarını uzatırlardı. Burada yapılan işlerin, üst katta yaşadığı söylenen yalnız pansiyonerin ya da alt katta yaşadığı iddia edilen kalın kafalı araba süslemecisinin tarafından görüldüğü ya da duyulduğu söylenemezdi. Genellikle paltosunu giymiş başıboş bir işçi geçerdi holden ya da bir yabancı görünürdü. Ara sıra da uzaktan gelen bir şıngırtı duyulurdu avluda ya da altın devin yumruğu. Ancak bunlar istisnaydı ve evin arkasındaki çınar ağacında yaşayan serçelerle köşe başında yankılanan sesler, pazar sabahından cumartesi gecesine dek tek hâkimi olurlardı oranın.
Doktor Manette’in eski ünü ve onu buraya getiren hayata dönüş hikâyesinin kulaktan kulağa yayılması sayesinde burada da hastaları vardı. Bilimsel birikimi, ihtiyatlılığı ve yaratıcı deneyler yapmadaki becerisi sayesinde tercih edilen bir doktordu ve istediği kadar da para kazanıyordu.
Bay Lorry de o güzel pazar sabahı köşe başındaki huzurlu evin kapısını çalarken bunları biliyor ve düşünüyordu.
“Doktor Manette evde mi?”
“Birazdan gelir.”
“Bayan Manette evde mi?”
“Birazdan gelir.”
“Bayan Pross evde mi?”
Muhtemelen evdedir ancak hizmetçi kızın, Bayan Pross’un niyetlerini sezmesinin imkânsız olduğu kesin, tıpkı bu soruya olumlu ya da olumsuz cevap vermesinin imkânsız olduğu gibi.
“Madem evde yalnızım, üst kata çıkacağım.”
Doktorun kızı, doğduğu şehir hakkında hiçbir şey bilmese de kısıtlı imkânlarla çok şeyler başarabilme yeteneğini bu şehirden almıştı; ki bu da onun en faydalı ve makbul özelliğiydi. Evdeki eşyaların son derece sade olmasına karşın bunlar, pek bir değeri olmayan, ancak ortama renk katan süs eşyalarıyla güzelleştirilmişlerdi ve ortaya çıkan sonuç gerçekten de hoştu. En büyük objeden en küçüğüne kadar odalarda kullanılan her şey, renklerin bir araya getirilişi, ucuz süslemelerle yaratılan mükemmel çeşitlilik ve kontrast; tümü, nazik eller, masum gözler ve ince bir zevkin eseriydi. Bunların hepsi de son derece hoştu ve yaratıcılarını yansıtıyorlardı. Bay Lorry etrafına bakınırken de sanki masa ve sandalyeler, artık çok iyi bildiği ifadeyle, beğenilip beğenilmediklerini soruyorlardı.
Bu katta üç oda vardı ve aralarındaki kapılar, havalanmanın sağlanması için açık bırakılmıştı. Etrafındaki her şeyde fark ettiği garip benzerliği gülümseyerek tetkik eden Bay Lorry, açık kapılardan bir odadan diğerine geçiyordu. İlk oda en güzeliydi. İçinde Lucie’nin kuşları, çiçekleri, kitapları, çalışma masası ve bir kutu sulu boya vardı. İkincisi Doktor’un muayene odasıydı ki, burası aynı zamanda yemek odası olarak da kullanılıyordu. Avludaki çınar ağacının yaprakları kımıldadıkça duvarlarında gölge oyunları sahnelenen üçüncü oda ise Doktor’un yatak odasıydı. Bu odanın bir köşesinde, ayakkabıcının sırası ve alet tablası duruyordu; tıpkı Paris’in Saint Antoine banliyösündeki şarap dükkânının yanındaki kasvetli evin beşinci katında durduğu gibi.
“Acaba,” dedi Bay Lorry etrafa bakınmaya ara vererek, “kendisine acılarını anımsatan bu eşyaları neden saklıyor?”
“Bunu neden merak ediyorsunuz?” sorusuyla birden irkildi Bay Lorry.
Bu Bayan Pross’tu. Bu, güçlü elleri olan kızıl saçlı yabani kadınla Dover’daki Royal George Oteli’nde tanışmışlar ve o zamandan beri de dostlukları ilerlemişti.
“Düşünmüştüm de…” diye başladı Bay Lorry.
“Peh! Düşünmüş müydünüz!” dedi Bayan Pross. Bay Lorry de konuşmaktan vazgeçti.
“Nasılsınız?” diye sordu kadın bunun üzerine sertçe. Ancak ona karşı kötü bir niyet beslemediğini anlatmak ister gibiydi.
“Çok iyiyim, teşekkür ederim”, diye cevapladı Bay Lorry alçak gönüllülükle. “Siz nasılsınız?”
“Pek iyi olduğum söylenemez.” dedi Bayan Pross.
“Öyle mi?”
“Evet, gerçekten!” dedi Bayan Pross. “Uğur böceğim için çok endişeleniyorum.”
“Öyle mi?”
“Tanrı aşkına ‘Öyle mi?’den başka bir şey söyleyin yoksa delireceğim.” dedi Bayan Pross. Bedeninin aksine karakteri az gelişmişti.
“O hâlde, gerçekten mi?” dedi Bay Lorry düzelterek.
“ ‘Gerçekten mi?’ lafı da yeterince kötü ama bunu tercih ederim.” diye karşılık verdi Bayan Pross. “Evet, gerçekten de onun için endişeleniyorum.”
“Sebebini sorabilir miyim?”
“Uğur böceğime layık olmayan düzinelerce adamın onunla ilgilenip buraya gelmelerini istemiyorum.”
“Düzinelerce kişi bu amaçla buraya mı geliyor?”
“Yüzlercesi.” dedi Bayan Pross.
Abartmayı sevenler her zaman olmuştur. Kendi fikri sorulduğunda mübalağa etmek Bayan Pross’un da huyuydu.
“Aman Tanrım.” dedi Bay Lorry düşünebildiği en güvenli yorumu söyleyerek.
“On yaşından beri bebeğimle birlikte yaşıyorum ya da o benimle yaşıyor ve bunun için bana para ödüyor; ki buna gerek bile yok. Onun yanında hiçbir karşılık almadan kalabilirdim. Ve bu gerçekten çok zor.” dedi Bayan Pross.
Zor olanın ne olduğunu tam olarak anlamayan Bay Lorry başını salladı. Bu, her anlama gelebilecek bir hareketti.
“Sevgili yavrumun tırnağı bile olamayacak her türlü adam çıkıp geliyor.” dedi Bayan Pross. “Siz başlattığınızda…”
“Neyi başlattığımda Bayan Pross?”
“Siz yapmadınız mı? Onun babasını siz hayata döndürmediniz mi?”
“Ah, eğer buysa evet, ben başlattım.” dedi Bay Lorry.
“Bitirdiniz diyemezdim herhâlde. Diyeceğim o ki, bunu başlattığınızda her şey zaten zordu. Doktor Manette’in bir hatası yok ancak böyle bir kızın babası olmaya layık değil. Doktor’u itham etmek istemem; zira bu şartlarda kimsenin suçlu olması beklenemez. Ancak uğur böceğimin sevgisini benden almak için Doktor’un peşine takılıp gelenlere tahammül etmek çok zor. Yine de bu onun kabahati değil. ”
Bay Lorry, Bayan Pross’un kıskanç olduğunu biliyordu; ancak ne kadar garip olursa olsun, saf bir sevgi ve hayranlıkla kaybettikleri gençliğe, asla sahip olamadıkları güzelliğe, asla elde edebilecek kadar şanslı olmadıkları yeteneklere ve kendi hüzünlü yaşamlarında asla parlamayan ışıltılı hayallere gönüllü kölelik eden fedakâr insanlardan biri olduğunu da biliyordu. Böylesi bir fedakârlık da ancak kadınlarda görülebilirdi. Dünyada vefalı bir yüreğin desteğinden daha değerli bir şey olmadığını bilecek kadar hayatı tanıyordu Bay Lorry. Hiçbir çıkar gözetmeden içtenlikle sunduğu bu hizmetler nedeniyle kadına büyük bir saygı duyuyordu. Zihninde yaptığı sıralamada –ki bu sıralamaları az ya da çok hepimiz yaparız– Bayan Pross’u, Tellson’da hesabı olan, mizaç ve hüner bakımından ondan üstün diğer kadınların çok üzerinde, meleklere yakın bir sıraya koymuştu.
“Benim uğur böceğime layık kimse yok, gelecekte de olmayacak; sadece bir adam hariç.” dedi Bayan Pross. “Bu kişi de benim kardeşim Solomon’du. Tabi hayatındaki o hatayı yapmamış olsaydı…”
Bayan Pross’un özel hayatına yönelik olarak sorduğu sorularla Bay Lorry, kadının kardeşi Solomon’un kalpsiz bir alçak olduğu, kız kardeşine büyük bir kazık atıp sahip olduğu her şeyi son kuruşuna kadar alarak bir zerre bile vicdan azabı duymadan onu ebediyen yoksulluğa mahkûm ettiği gerçeğini öğrendi. Bayan Pross’un Solomon’a olan inancını vefayla sürdürmesi ve küçük hatasını önemsiz olarak addetmesi, Bay Lorry için çok önemli bir husustu ve ona karşı beslediği güzel hisleri kat kat artırdı.
“Şu an burada yalnız olduğumuza göre ve ikimiz de vazifeli olduğumuza göre,” dedi Bay Lorry misafir odasına geçip arkadaşça oturduklarında, “size bir soru sormama izin verin. Doktor, Lucie ile konuşurken ayakkabıcılık yaptığı zamanlardan şimdiye kadar hiç bahsetmedi mi?”
“Asla.”
“Ama yine de o bankı ve aletleri yanı başında tutuyor.”
“Ah!” diye cevapladı Bayan Pross başını sallayarak. “Size kendi içinde bunu düşünmediğini söylemedim ki…”
“Bu konuda çok fazla düşündüğüne inanıyor musunuz?”
“İnanıyorum.” dedi Bayan Pross.
“Hayal ediyor musunuz ki…” diye başlamıştı Bay Lorry söze, fakat Bayan Pross sözünü kesti:
“Asla hayal kurmam. Zaten hayal gücüm de yoktur.”
“Düzeltiyorum o hâlde, tahmin ediyor musunuz ki… Bazen varsayımlarda bulunuyorsunuzdur sanırım, öyle değil mi?”
“Ara sıra.” dedi Bayan Pross.
Kadına şefkatle bakan Bay Lorry gözlerinde bir gülümseme pırıltısıyla devam etti: “Doktor Manette’in bunca yıldır ifşa etmemesine karşın sıkıntısıyla ilgili bir teorisi bulunduğunu hatta belki bunların mesulünün kim olduğuna dair bir fikri olduğunu tahmin ediyor musunuz?”
“Bu konuda bir şey düşünmüyorum; ancak uğur böceğimin bana söylediğine göre…”
“Evet?”
“O, babasının bildiğini düşünüyor.”
“Tüm bu soruları sorduğum için bana kızmayın. Nihayetinde ben sadece sıkıcı bir iş adamıyım, siz de bir iş kadını.”
“Sıkıcı mı?” diye sordu Bayan Pross sükûnetle.
Bu sıfatı hiç kullanmamış olmayı yeğleyerek “Hayır, hayır. Tabii ki öyle değilsiniz. İşimize dönmek gerekirse, hepimizin emin olduğu gibi kesinlikle masum olmasına rağmen Doktor Manette’in bu konuya hiç değinmemesi garip değil mi? Yıllardır iş ilişkimiz olmasına ve artık samimi olmamıza karşın benimle değil, birbirlerine özveriyle bağlı olan baba kız arasında dahi böyle bir konuşma geçmemesi gerçekten ilginç. İnanın bana Bayan Pross, size bu soruları meraktan değil onlara değer verdiğimden soruyorum.”
“Şeyy! Anladığım kadarıyla,” dedi Bayan Pross az önceki özürle yumuşamış bir ses tonuyla, “Doktor bu olaydan korkuyor.”
“Korkuyor mu?”
“Bu yeterince açık bence, neden korkmasın ki? Bu tüyler ürpertici bir mazi. Bunun yanında hafızasını da bu yüzden kaybetti. Her şeyi nasıl unuttuğu ya da nasıl kendine geldiğine dair bir fikri olmadığı için de hafızasını yeniden kaybetmeyeceğinden asla emin olamayacak. Sadece bu bile konuyu yeterince hassaslaştırıyor kanaatimce.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/charlz-dikkens/iki-sehrin-hikayesi-69427978/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
İki Şehrin Hikâyesi Чарльз Диккенс
İki Şehrin Hikâyesi

Чарльз Диккенс

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İlk gençlik heyecanlarıyla okunan kitapların etkisini, o ilk okumanın verdiği benzersiz hazzı unutmak mümkün mü? İletişim ve bilgi edinme imkânlarının son hızla arttığı bir çağda, gençlerimizi ve çocuklarımızı kitapların dünyasıyla buluşturmak eskisi kadar kolay olmasa gerek. Bu anlamda, Millî Eğitim Bakanlığı′nın ilköğretim ve ortaöğretime yönelik 100 Temel Eser seçimi; öğrencilere, velilere ve öğretmenlere, kısacası kültür dünyamıza katkıda bulunacak herkese yararlı olacak niteliktedir.

  • Добавить отзыв