Büyük Evin Küçük Hanımefendisi

Büyük Evin Küçük Hanımefendisi
Jack London
Başarılı bir çiftçi olan Dick Forrest ile zeki ve güzel eşi Paula’nın sakinleri oldukları Büyük Ev’de konukları hiç eksik olmazdı. On iki yıllık güvenli ve huzurlu bir birlikteliğin ahengi, eve gelen Evan Graham’ın misafirliği ile bozulmaya başladı. Paula’nın sahip olduğu olağanüstü cazibe, Graham’ın da dikkatini çekmiş ve başını döndürmüştü. Bayan Forrest’ın ise bu yasak ilişkinin heyecanı ile ayakları yerden kesilmiş en az kocası Dick kadar kalbinde Graham’a da yer vermişti. Bu aşk üçgeninde acı çeken Dick Forrest, Paula’ya bir seçim hakkı tanıyarak onun hislerini özgür bıraktı. Ancak Paula, her ikisini de istiyordu. Sonunda, Graham’la birlikte Gypsy Trail şarkısını her zamanki neşesiyle söyledikten sonra Forrest’a kararını, onu ne kadar çok sevdiğini söyleyerek bildirdi. “Yalnız neredeyse iç içe yaşayan bir erkek ve bir kadının, tereddütsüz şekilde birbirlerinden ayrı durmalarını sağlamak son derece imkânsızdır.”

Jack London
Büyük Evin Küçük Hanımefendisi

Jack London, 12 Ocak 1876’da San Francisco’da doğmuştur. Müzik öğretmeni Flora Wellman ve Astrolog William Chaney çiftinin oğludur. Ancak Chaney oğlunu kabul etmeyince annesinin intihar girişimi ve bunalımı sebebiyle Jack’in bakımı ile Virginia Prentiss ilgilenmiştir. Çocukluğu yoksulluk içinde geçen Jack, erken yaşlardan itibaren pek çok işte çalışmak zorunda kalmıştır.
1893 yılında gazetecilik ödülü kazanmıştır. Ancak 19 yaşındayken liseye başlayabilmiş ve kendisini sınavlara hazırlayarak üniversiteyi kazanmıştır. Fakat kısa bir süre sonra yoksulluk yüzünden eğitimini yarıda bırakmıştır. Bu süreçte kitaplarla arası hep iyi olmuş, sürekli Marx, Darwin, Spencer, Nietzche okuyarak kendi düşüncesini belirlemeye çalışmıştır. Yazmaya başladıktan sonra, onu üne kavuşturan eseri de Vahşetin Çağrısı olmuştur.
London, eserlerinde hayat mücadelesini duygusal bir bakışla anlatmış ve aynı zamanda çoğunlukla şiddetli bir kapitalizm eleştirisi yapmıştır. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş ABD’li yazarlardan olmuştur. Henüz 40 yaşındayken 22 Kasım 1916’da hayata veda etmiş olan Jack London’ın ölümü üzerine üç iddia söz konusu olmuştur: Böbrek yetmezliği, intihar ve kazara aşırı doz morfin. Vasiyeti üzerine cesedi yakılmış ve “Öldüğüm zaman küllerimin bu tepede dinlenmesini istiyorum.” dediği yere götürülmüştür.

Eserleri:
Açlar Ordusu, Âdem’den Önce, Alaska Kid, Alın Teri, Altta Kalanlar, Atalarının Tanrısı, Ateş Yakmak, Ay Vadisi, Beyaz Diş, Beyaz Sessizlik, Buck’ın Maceraları, Büyük Serüven, Can Yoldaşı, Cinayet Şirketi, Dehşet Ülkesi, Demir Ökçe, Demiryolu Serserileri, Deniz Kurdu, Direniş, Doğu Yakası (Uçurum İnsanları), Dönek, Düş Ülkelerine Yolculuk, Güneş Çocuğu, Halk Avcısı, İstiridye Korsanları, Japon Kıyılarında Dehşet, John Barleycorn, Kaptan David Grief, Kıyametten Sonra, Kız Kar ve Kan, Kızıl Veba, Kurt Dölü, Martin Eden, Meksikalı Devrimci, Midas’ın Müritleri, Ormandan Gelen Ses, Seçme Öyküler, Sevgili Jerry, Sevginin Katıksızı, Şampiyon, Tanrılar ve Köpekler, Uçurum İnsanları, Uzak Diyarlarda, Vahşetin Çağrısı, Yanan Gün, Yanan Günışığı, Yıldızlar Korsanı, Yol.
Semra Eşlisoy, İlk ve orta öğrenimini Amerika Birleşik Devletleri’nde tamamladı. Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Çeşitli kurumlarda İngilizce öğretmenliği yaptıktan sonra yine aynı üniversitenin Yabancı Diller Yüksek Okulu, hazırlık bölümünde okutman olarak görev yaptı ve aynı bölümden emekli oldu. Türkçeye kazandırdığı eserler arasında Kazananlar ve Kaybedenler, 4 Kadın, Sherlock Holmes seri kitapları yer almaktadır. Deniz’in annesidir.

1. BÖLÜM
Gecenin karanlığında uyandı. Açılan gözlerinin hareketleri dışında uyanışı rahattı, doğaldı ve işte o an karanlığın farkına vardı. Etrafındaki dünyayı hissetmesi, el yordamıyla hareket etmesi, dinlemesi ve temas etmesi gereken birçoğu gibi olmayan bu adam, uyandığı andan itibaren zamanı, yeri ve kişiliği ile kendisini özdeşleştirebiliyordu. Uyku saatlerinden sonra hiç çaba harcamadan düzeni bozulmuş günlerinin hikâyesine başladı. Uykuya dalmasından saatler önce mahmur hâlde okumaya başladığı “Road Town” adlı kitabının sayfaları arasına bir kibrit koyup elektrikli okuma lambasını kapatırken kendisini çok geniş arazilere sahip Dick Forrest olarak biliyordu.
Yakında bulunan uyuşuk bir çeşmeden bir çağıltı ve dalgalanma duyuluyordu. Uzaktan ve sadece hassas bir kulağın duyabileceği sesi duyduğunda memnuniyetle gülümsedi.
Belirsiz, alçak haykırışın King Polo’dan geldiğini biliyordu. Şampiyon Short Horn’un boğasıydı, King Polo. Üç kez Grand Şampiyonluğu kazanmış ve Sacramento’da bulunan Kaliforniya Eyalet Panayırı’ndaki bütün boğalardan daha üstün kılınmıştı. O sene King Polo’nun Doğu çiftlik hayvanları çevresinde kazanacağı yeni zaferleri düşündükçe Dick Forrest’ın yüzündeki ifade, kolay kolay silinmedi. Kaliforniya doğma ve büyüme bir boğanın, Lowa’da mısır ile beslenmiş en iyi boğalarla ve çok eski zamanlardan beri var olan Short Horns’tan denizaşırı ithal edilen boğalarla bile yarışabileceğini gösterecekti onlara.
Birkaç saniye sonra gülümsemesi kayboldu, karanlıkta uzanıp sıralı hâldeki düğmelerin ilkine bastı. Bu düğmeler üç sıraydı. Tavanın altına gizlenmiş ışıklandırmanın büyük çanağından saçılan ışık; üç tarafı ince örgülü, bakır perdeli uyku verandasını ortaya çıkarıyordu. Tamamen betondan yapılmış evin dördüncü duvarında ise girişi sağlayan Fransız balkonu bulunuyordu.
Sıradaki ikinci düğmeye bastı; parlak ışık, beton duvarın belirli bir bölgesine odaklanarak sırasıyla bir saat, bir barometre ve hem santigrat hem de fahrenhayt termometrelerini aydınlattı. Kadranın üzerindekilere hemen bir göz attı; saat 04.30, hava basıncı 2980 mb ki yükseklik ve mevsime göre bu son derece normaldi… Ve derece fahrenhayt 36°. Bir düğmeye daha bastığında sıcaklık ve hava ile ilgili ölçüm değerlerinin görüntüleri karanlıkta kayboldu.
Üçüncü bir düğme okuma lambasını açıyordu. Gözlerine parlamadan yukarıdan ve arkadan aydınlatma sağlayan üstteki gizli aydınlatmayı ilk düğme ile söndürdü. Okuma sehpasında bulunan yığın hâlindeki matbaa taslaklarına uzandı ve elinde kurşun kalemi varken, sigarasını yakarak düzeltmelere başladı.
Bu konutun, kendisini çalışmaya adamış birine ait olduğu belliydi. Temel ilkesi üretkenlikti ama rahatlık da önemliydi ve bu refahtan tamamen yoksun olunmamalıydı. Beton duvarla uyum içinde olması için gri renkli emaye ile kaplı demir yatak vardı. Yatağın baş ucunun karşısında, kuyrukları sallanan kurt postlarından oluşan bir örtü bulunuyordu. Üzerinde bir çift terliğin bulunduğu zeminde ise kalın derili bir dağ keçisinin postu serilmişti.
Düzenli bir şekilde yerleştirilmiş kitaplar, magazin dergileri ve karalama defterlerinin yanı sıra büyük okuma sehpasında kibrit, sigara, kül tablası ve bir termos bulunuyordu. Dikte etme amacıyla kullanılan bir fonograf, menteşe ile tutturulmuş bir raf üzerine oturtulmuştu. Duvarda barometre ve termometrelerin altında yuvarlak ahşap çerçevenin içindeki fotoğrafta, gülümseyen bir kız yer alıyordu. Duvarda anahtarlama panelinin üzerinde, sıra sıra dizilmiş düğmeler, açık olan kılıfından dışarı çıkmış bir 44 kalibrelik Colt otomatik tabancanın dipçiği görünüyordu.
Saat tam altıda günün ilk gri ışıkları tel ağdan içeriye süzülmeye başladığında Dick Forest, gözlerini matbaa taslaklarından ayırmadan sağ elini uzatıp ikinci sırada bulunan bir düğmeye bastı. Beş dakika sonra bir Çinli nazikçe içeriye girip uyuma verandasında belirdi. Adamın elinde cilalanmış bakır küçük bir tepsi vardı, üzerinde bir fincan ve tabağı, ufak gümüş bir cezve ve ona uyumlu ufak gümüş bir krema sürahisi bulunuyordu.
“Günaydın Oh My.” diye selamladı Dick Forrest, bunu söylerken hem gözlerinde hem de dudaklarında içten bir gülümseme vardı.
“Günaydın efendim.” diye karşılık verdi Oh My, sonra da okuma sehpasında tepsi için yer açıp kahve ve kremayı bardağa koymakla meşgul oldu.
İşi bittiğinde efendisinin bir eliyle kahvesini yudumladığını, diğeriyle de matbaa taslaklarında fark ettiği bir hatayı düzelttiğini gördü. Efendisinin işine çoktan daldığını anlayınca vereceği başka emirleri beklemeden Oh My, yerden gül rengi, ince, dantelli bir kepi alarak odadan sessizce ayrıldı. Açık olan Fransız pencerelerden bir gölge gibi süzülüp gitti.
Dakikası dakikasına, tam saat 06.30’da daha büyük bir tepsiyle geri döndü. Dick Forrest taslakları kaldırdı, “Kurbağaların Çiftleşme Ticareti” adlı kitaba uzandı, yemeğini yemeye hazırlandı. Kahvaltısı sade ama oldukça zengindi: Biraz daha kahve, yarım greyfurt, bir bardağa konulmuş çok sıcak iki tane az pişmiş yumurta ve azıcık tereyağı ile kendisinin yetiştirdiği ve otlattığını bildiği fazla pişmemiş bir parça domuz eti.
O ana kadar güneş ışığı, pencere telinden içeri doğru süzülerek yatağa uzanıyordu. Telin dış tarafına mevsimine göre erken yumurtlamış ve gecenin soğuğunda uyuşmuş birkaç karasinek yapışmıştı. Forrest, yemeğini yerken otobur sarı ceketlilerin avlarının peşinden gittiklerini izledi. Ayaza karşı arılardan daha dayanıklı ve güçlü olan bu türler çoktan kanadın üzerine yerleşmiş, uyuşmuş sinekleri avlıyorlardı. Nadiren ıskalayan havadaki bu sarı avcılar, uçarken çıkardıkları külhanbeyi gibi vızıltılarla âciz kurbanlarının üzerine atlıyor ve birlikte uzaklara uçuyorlardı. Forrest, kahvesinin son yudumunu içmeden, “Kurbağaların Çiftleşme Ticareti” adlı kitabın arasına kibriti koymadan ve matbaa taslaklarını eline almadan son sinek çoktan uçup gitmişti.
Aradan bir süre geçince tarla kuşunun yumuşak ve akıcı sesiyle günün ilk vokalini yapması, ara vermesine neden oldu. Saate baktı. Yediyi gösteriyordu. Matbaa taslaklarını bir kenara bıraktı. El becerisiyle kolayca ayarladığı telefon santralinden bir dizi sohbete başladı.
“Merhaba Oh Joy.” diyerek ilk konuşmasına başladı. “Bay Thayer uyandı mı? Pekâlâ. Onu rahatsız etme. Yatakta kahvaltı yapacağını sanmıyorum ama yine de öğren… Doğru. Sıcak suyu nasıl çalıştıracağını da göster ona. Belki bilmiyordur… Evet, doğru. Bulabilirsen bir çocuk daha alalım. İyi havalar geldiğinde her zaman kalabalık oluyoruz… Tabii ki. Sağduyunu kullan. Güle güle.”
“Bay Hanley? Evet…” diğer düğmeye basarak ikinci konuşmasına başlamıştı. “Buckeye’deki baraj hakkında düşünüyordum. Çakıl nakliyesi ve kaya kırma işlemleri için sayısal veriler istiyorum… Evet, doğru. Öyle sanıyorum ki çakıl nakliye ücreti bir yardada[1 - 1 yarda= 91 cm. (ç.n.)] altı ve on sent arasında değişecek yani kaya kırma işleminden daha fazla. Tepedeki o son taş döşeme yeri bizim takımdakileri oldukça yoracaktır. Sayısal olarak çözün… Hayır, iki haftadan önce başlayamayız… Evet, tabii, eğer gönderirlerse yeni traktörler atları çift sürmekten kurtaracaktır. Ama kontrol için tekrar geri göndermek zorundayız… Hayır, o konuda Bay Everan ile görüşmelisiniz. Hoşça kalın.”
Ve üçüncü telefon görüşmesi:
“Bay Dawson? Ha! Ha! Şu anda verandamda otuz altı tane var. Düzlükler ayazdan bembeyaz olmuştur. Ama büyük ihtimalle bu sene bir daha olmaz… Evet, traktörleri iki gün önce teslim edeceklerine yemin etmişlerdi… Merkez acentesini arayın… Bu arada Hanley’e benim adıma baskı yapın. Sinek tuzakları için ikinci bir tesisatın yerleştirilmesi ve “fare tuzaklarını” başlatmasını söylemeyi unutmuştum da… Evet, süratle ulaşın. Bu sabah tel kapıma iki düzine kadarı tünemişti… Evet… Hoşça kalın.”
O anda Forrest, pijamaları içinde sessizce yataktan kalktı, terliklerini ayaklarına geçirdi, Fransız pencerelerinden geçerek Oh My’ın çoktan hazırladığı banyosuna girdi. On iki dakika sonra tıraşını da olmuş yatağına geçmişti. Kurbağa kitabını okurken dakikasına kadar sadık olan Oh My, bacaklarına masaj yapıyordu.
Seksen bir kilo ağırlığında, bir metre seksen santim boyunda yapılı vücuda sahip bir adamın biçimli bacaklarıydı bunlar. Dahası bu adamın hikâyesini anlatıyorlardı. Sol kalçasındaki yirmi beş santim uzunluğundaki bir yara izi, görüntüyü bozuyordu. Sol ayak bileğinde ayağının üst kısmından topuğuna kadar yarım dolar büyüklüğünde en az yarım düzine dağınık hâlde yara izi bulunuyordu. Oh My, sol dizini bir tık daha sert dürttükçe ve çekiştirdikçe Forrest, hafifçe kıpırdanıyor ve kendini suçlu hissediyordu. Aynı zamanda sol baldırın ön kısmı birkaç derin yara izi ile renklendirilmişken dizinin hemen altındaki büyük yara da kemikte oyuk yapmıştı. Diz ve kasığının orta yerinde garip bir şekilde, benek benek olmuş ufak dikiş izleriyle dolu eski ve derin bir yara izi daha vardı.
Dışarıdan ansızın neşeli bir kişneme sesi duyulduğunda ve Oh My efendisini giydirmeyi sürdürürken -ki buna çorapları ve ayakkabıları dâhildi- efendisi yan tarafa kıvrılarak kişnemenin geldiği yöne doğru gözlerini dikip camdan dışarı baktı. Yolun aşağısında erken açmış mor leylaklar rüzgârda sallanırken volta atan haşmetli atın üzerinde resmedilmeye değer bir kovboy vardı. At, sabah güneşinin ışıkları arasında kanlı canlı ışıldıyor, güçlü topuk eklemlerinde biriken kar tanelerini savuruyor, heybetli yelesini silkeliyor, kırlara bakınıyor ve sıçrayan topraklarda gezinirken ilan ettiği aşk şarkısı yankılanıyordu.
Dick Forrest aynı anda hem sevinçli hem de kaygılıydı: Etrafı çevrili leylekler arasında dolaşan o olağanüstü hayvandan dolayı sevinçli; duvarda asılı o yuvarlak ahşap çerçevedeki kızı uyandırabileceğinden dolayı kaygılıydı. Altmış metre uzunluğundaki avludan kızın bulunduğu uzun, karanlık ve çıkıntılı bölüme hemen göz attı. Yatak odasının perdeleri kapalıydı. Hiç hareket yoktu. At tekrar kişnedi, tek harekete geçen yalnızca yabani kanarya sürüsüydü. Çalılık ve çiçeklerin arasından yukarı doğru süzülerek gün doğumunda yeşil ve altın renklerden oluşan ışık demeti gibiydiler.
Atın, leylaklar arasından gözden uzaklaşmasını izlerken kusursuz, kemik ve vücut yapısı güçlü, güzel Shire taylarının hayalini kurdu. Sonra dönerek her zaman olduğu gibi yanında bulunan uşağı ile konuştu.
“Son aldığımız çocuk nasıl, Oh My? İşe yarıyor mu?”
“O iyi bir çocuk sanırım: Genç, yeni ve oldukça yavaş. Her şeye rağmen yine de iyi.”
“Neden? Neden öyle düşünüyorsun?”
“Üç dört sabahtır onu çağırıyorum. Bebek gibi uyuyor. Uyanınca sizin gibi hep gülümsüyor. Bu, çok iyi bir şey…”
“Ben hep gülümseyerek mi uyanıyorum?” diye sordu Forrest.
Oh My, kafasını hızlıca salladı.
“Birçok kez, yıllardır size hizmet ettim. Her zaman gözleriniz açılıyor, gözleriniz gülümsüyor, ağzınız gülümsüyor, yüzünüz gülümsüyor, her yeriniz gülümsüyor, öylesine, öylece çabucak. Bu, çok iyi… Böyle uyanan adam sağduyulu olur. Ben biliyorum; yeni çocuk da böyle. Merak etmeyin, pek yakında iyi çocuk olacak. Göreceksiniz. Adı Chow Gam. Burada ona hangi ismi vereceksiniz?
Dick Forrest biraz düşündü.
“Hâlihazırda hangi isimlerimiz var?” diye sordu.
“Oh Joy, Ah Well, Ah Me ve ben. Ben, Oh My.” diye bir çırpıda konuştu Çinli. “Oh Joy der ki yeni çocuğa…”
Bir an duraksadı ve parıldayan gözlerle meydan okurcasına efendisine dik, dik baktı.
“Oh Joy der ki ona, ‘Oh Hell’ diyelim.”
“Oh ho!” Forrest içten bir kahkaha attı. “Oh Joy, şakacıdır. İyi bir isim olabilir ama kullanamayız. Hanımı da düşünmemiz gerek. Başka bir isim bulalım.”
“ ‘Oh Ho’, bu iyi isim.”
Forrest’ın haykırışı hâlâ zihninde çınlıyordu dolayısıyla Oh My’ın esin kaynağını onayladı.
“Pekâlâ. Çocuğun adı ‘Oh Ho’ olacak.”
Oh My, başını eğerek Fransız balkonundan hızla gözden kayboldu ve bir o kadar hızla Forrest’ın geri kalan giyim kuşamıyla tekrar gelip fanila ve gömleğini giymesine yardım etti, bağlaması için boynuna bir kravat koydu ve diz çökerek tozluk ve mahmuzları giydirdi. Kıyafetini bir Baden Powel şapkası ile kısa bir kamçı tamamlıyordu: Bileğinden sarkan deri halkalı bu kısa kamçı Kızılderili örgüsüyle ham deriden yapılmıştı, dip kısmının içine neredeyse üç yüz gram kurşun konulmuştu.
Ancak Forrest, henüz serbest kalamamıştı. Oh My, birkaç mektup uzatarak bir önceki gece, o uyuduktan sonra istasyondan getirdiklerini açıkladı. Mektupların sağ üst köşelerinden başlayarak diğer tarafa doğru yırttı ve bir tanesi hariç içeriklerine hızla göz attı. Bir sonraki mektupta kaşları sinirle çatıldı, bir an duraksadı, sonra da duvarda duran kayıt aygıtını çıkardı, silindiri döndüren düğmeye bastı ne bir kelime ne de bir düşünce için hiç duraksamadan son sürat dikte etmeye başladı.
“14 Mart 1914 tarihli mektubunuza cevaben domuz kolerasına yakalanmanıza -doğrusunu söylemek gerekirse- gerçekten çok üzüldüm. Bütün sorumluluğu da benim üzerime atmanıza bir o kadar daha müteessir oldum. Bunun yanı sıra size göndermiş olduğumuz domuzun ölmesi de beni bir kere daha üzüntüye boğdu.
Burada koleranın olmadığının güvencesini verebilirim ve iki yıl önce Doğu’dan yaptığımız iki ithalat dışında sekiz yıldır koleradan arındırılmış durumdayız. Geleneklerimiz gereğince onlar gelir gelmez tecrit edildiler ve hastalık sürülerimize bulaşmadan imha edildiler.
Bana hastalıklı mal gönderdiklerinden dolayı satıcılardan hiçbir şekilde ücret talep etmediğim konusunda sizi bilgilendirmeliyim. Aksine şunu bilmelisiniz ki domuz kolerasının kuluçka dönemi dokuz gündür. Hayvanların sevkiyat tarihlerine baktığımda yola çıktıklarında onların sağlıklı olduklarını biliyorum.
Koleranın yayılması konusunda demir yollarının büyük ölçüde sorumlu oldukları aklınıza hiç geldi mi? Kolera mikrobunu taşıyan bir vagonu demir yollarının tütsülediğini ya da dezenfekte ettiğini hiç duydunuz mu? Tarihlere bakın: İlki, ben ne zaman göndermişim, ikincisi size ne zaman ulaşmış, üçüncüsü, domuzlardaki belirtiler ne zaman ortaya çıktı? Dediğiniz gibi boşaltmalardan dolayı domuz beş gündür yoldaydı. Hayvanları teslim aldıktan yedi gün sonra belirtiler görülmeye başlanmış olmalı. Ben elimden çıkardıktan sonra bu on iki gün yapar.
Hayır. Size kesinlikle katılmıyorum. Sürünüzün başına gelen bu faciadan ben sorumlu değilim. Ayrıca daha da emin olmanız için Hayvancılık Bakanlığına yazarak benim arazimde kolera mikrobunun olup olmadığını incelemelerini sağlayın.
En derin saygılarımla…”

2. BÖLÜM
Forrest, Fransız balkonundan odasına geçtiğinde ilk olarak, pencerenin hizasındaki divan, birçok kilitli dolap ve gösterişsiz bir şöminesi olan bir giyinme odası ile karşılaşır. Odaya açılan bir de banyosu vardır. İkinci olarak, işinin gerektirdiği bütün araç ve gereçlerin bulunduğu uzun bir ofisi mevcuttur. Alçak, kirişli tavan katında sıralı hâlde düzenlenmiş çalışma masaları, ses kaydedicileri, dosya dolapları kitaplıklar, magazin dosyaları ve evrak çekmeceleri bulunmaktadır.
Ofisinin orta yerinde bir tuşa bastı. Kitap yüklü birçok raf eksenleri üzerinde dönerken çelikten yapılmış ufak sarmal bir merdiven ortaya çıktı. Mahmuzları takılmasın diye dikkatle bu merdiveni çıkarken arkasında kalan kitap rafları tekrar yerlerine oturdular.
Merdivenlerin başında diğer bir tuşa basıldığında kitaplarla dolu başka raflar eksenlerinde dönmeye başladılar ve uzun, alçak tavanlı bir odaya geçiş sağladılar. Yerden tavana kadar dolu raflar vardı. Doğrudan bir kasaya, oradan da bir rafa uzandı. Elini doğrudan aradığı kitabın üzerine yanılmadan koydu. Bir dakika içinde sayfaları karıştırdı, aradığı bölümü buldu, kendisini haklı çıkarmak istercesine kafasını salladı ve kitabı tekrar yerine koydu.
Beton sütunlu kare biçimli çardak kapıya doğru uzanıyor, kızılağacın gövdesi üzerinden köprü gibi geçiyordu. Daha ufak kızılağaç gövdeleri de onun üzerine yerleştirilmişti. Parlak mor renkteki bu ağaç kabukları pürüzlü, eğri büğrü ve kaygandı.
Zahmetten kaçınmadığı gün gibi ortadaydı. Eve ulaşabilmek için birkaç yüz fit[2 - 100 fit: 30,48 metre (ç.n.)] olan beton duvarın kenarından gezinerek gidebiliyordu. Alabildiğince yayılan eski meşe ağaçlarının altında solgun altın sarısı -neredeyse bronza çalan altın sarısı- denebilecek kızıl kahverengi bir kısrak buldu. Yüksek bağlama kazıklarından, kemirilmiş ağaç kabuklarından ve çakıllardaki toynak izlerinden buranın birçok atın tepindiği bir yer olduğunu anlamak, hiç zor değildi. Ağaç tepelerinin kenarlarından sızan sabah güneşi, bakımlı tüylerini daha canlı ve parlak gösteriyordu. Şevkli ve ateşliydi. Damızlık olabilecek cüssedeydi. Çeşitli yabani atların soyundan geldiğini omurgasındaki şerit hâlindeki dar ve koyu yelesiyle ilan ediyordu.
“Yamyam bu sabah nasıl?” diye sordu boğazındaki ipi gevşetirken.
Bir atın sahip olabileceği küçücük kulaklarını geriye attı -öyle kulaklar ki vahşi kısrakların safkanlarla tepelerde yaşadıkları vahşi sevişmelere şahit olanlardan- sonra da haince parlayan gözlerle Forrest’ı harika dişleriyle ısırmaya çalıştı.
Forrest, eyerine atlamaya çalışırken o da sokulup şaha kalkmaya teşebbüs etti ve tekrar denese de taşlı yolu takip etmekten başka bir şey yapamadı. Şaha kalkardı kalkmasına ama kafasını aşağı doğru tutan martingal kayışı vardı ve kinle savurduğu kafasıyla binicisinin burnunu kırmasını, bu kayış önledi.
Kısrağa o kadar alışmıştı ki yaptığı soytarılıkların farkında bile değildi. İstemsizce çukurlu boynuna dizginle hafifçe dokunduğunda ya da mahmuzuyla gıdıkladığında veya dizini hayvanın üzerine bastırdığında onu istediği gibi hizaya getiriyordu. Bir keresinde kısrak, fırıl fırıl dönerken ve dans ederken Büyük Ev gözüne ilişti. Dağınık bir yapıya sahip olduğundan büyük görünüyordu ama göründüğü gibi değildi. Ön cephesi iki yüz kırk metre kadardı. Ne var ki bu uzunluk sadece koridorlar, beton duvarlar ve binanın bazı kısımlarını birbirine bağlayan ve örten kiremit çatıyı kapsıyordu. Araziyle orantılı olarak verandalar ve çardaklar bulunuyordu. Dik açılı girintileri ve çıkıntılarıyla bütün duvarların kenarlarında birçok dikili yeşillikler ve çiçekler yer alıyordu.
Özellikleri İspanyol tarzı olmasına rağmen Büyük Ev’in mimarisi Kaliforniya-İspanyol tarzının örneği değildi. Bu akım yüz yıl önce Meksikalılar tarafından tanıtılmış ve modern mimarlar günümüz Kaliforniya-İspanyol mimarisine uyarlamışlardı. Uzmanlar bu konuda hararetli tartışmalar yapsalar da tüm karmaşıklığıyla Büyük Ev, teknik olarak Hispana-Moreks[3 - Hispana: Amerika’da yaşayan Latin kökenliler. (ç.n.) Moreks: Fas. (ç.n.)] tarzı olarak sınıflandırılabilirdi. Konforsuz ama ferah oluşu ve gösterişsiz ama güzel oluşu, Büyük Ev’in en temel özellikleri arasındaydı. Uzun ve yatay ana hatları dikey çizgilerle ve her zaman dik açılı girintilerle ve çıkıntılarla kesişiyordu. Bu da bir manastır kadar yalın bir görüntü sunuyordu. Bununla beraber düzensiz çatı hattı monotonluğun belirtilerini bir nebze de olsa dengeliyordu.
Bodur sayılamayacak alçak ve biçimsiz kulelerin meydandaki yükselişleri ve bunların diğer kulelerden daha yüksek oluşları, gökyüzüne kadar uzanmamaları makul bir yükseklik uyumu sağlıyordu. Büyük Ev, orada bir dayanışma olduğu algısını veriyordu. Depreme dayanıklıydı. Yüz yıllığına inşa edilmişti. Hilesiz betonu, hilesiz çimentodan yapılmış krem rengi alçıyla kaplıydı. Ayrıca düz çatıların çoğundaki canlı kırmızı İspanyol kiremit olmasaydı, rengin monotonluğunun göze hitap etmediği kanıtlanmış olurdu.
Kısrak, fırıl fırıl dönmeye başladığında Dick Forrest’ın gözleri bir anlık bakışıyla Büyük Ev’in her tarafını taramaya çalıştı. Altmış metre uzunluğundaki avlunun karşısındaki ek binaya arzu dolu bakışlarla odaklandı. Sabah güneşinde al al olmuş kümelenmiş yüksek kulelerin altında bir yatak odası vardı. Kapalı perdeler onun hanımefendisinin hâlâ uyuduğunu gösteriyordu.
Bulunduğu ortamda dünyanın çevresinin üç çeyreğinde inişli çıkışlı tepeler yükselmekteydi. Çitle çevrili, ekili ve otlakların olduğu düzlük alanlar daha yüksek tepelere uzanıyor ve onlar da yükselerek daha dik ağaçlık yokuşlar ve muazzam dağlarla kaynaşıyordu. Bütün bunlardan bağımsız, geri kalan çeyreği ise dağlardaki yerleşim yerleri ve tepeler oluşturuyordu. Bu manzara yavaş yavaş gözden kaybolarak uzak, engin yaylalara dönüştü. Ayazın altında bu uzak ve engin yaylalara göz atmak zordu.
Altındaki kısrak homurdandı. Atı yeniden yola koymak için dizlerini sıktı ve yana doğru gitmesini sağladı. Çakılların üzerinde tıkır tıkır yürürken aşağı tarafta parıldayan beyaz, ipeğimsi bir ırmak akmaktaydı. Angora keçilerini görür görmez tanıdı. Ödüllü bu sürüsünün her birinin ayrı ayrı soy kütüğü ve ayrı ayrı kaydı vardı. Yaklaşık iki yüz tanesi orada olmalıydı. Seçimlerinin titizlikle yapılmasını emretmişti. Hiçbiri sonbaharda kırpılmamış, yanlarından sarkan parlak tiftikleri yeni doğmuş bir bebeğin saçları kadar kaliteli, albinolu bir insanın tüyleri kadar beyaz, belki de daha da beyaz olduğunu biliyordu. Otuz santimden daha uzun olan yünün birinci sınıf tiftiklerini istediğiniz renge boyayarak kadınların kafalarına uygun elli santimlik atkuyrukları yapabilir ve bunları acayip ve aşırı fiyatlarla satabilirsiniz.
Nitekim gördüğü manzaranın güzelliği karşısında dili tutulmuştu. Adama ve heyecanlı atına, hayran hayran bakan meraklı ama temkinli bakışlar arasından bu kıymetli cevherler, yolu ipek bir şerit hâline dönüştürmüştü. İki Bask[4 - Bask: İspanya’nın kuzeyi ve Fransa’nın güneybatısındaki özerk bölgede yaşayan bir halkın adı. (e.n.)] çobanı arkada kalanları toparladı. Kısa boylu, iri yarı, yanık tenli erkeklerdi. Siyah renkli gözleri, parlak yüzleri, düşünceli ve filozofça ifadeleri vardı. Forrest’ı görür görmez hemen şapkalarını çıkarıp başlarını öne eğdiler. Forrest, el bileğindeki kamçıyı sallarken sağ elini kaldırdı, işaret parmağını dümdüz tutarak yarı asker selamı verdi.
Tekrar sıçrayıp dönmeye başlayan kısrağa dizginleri şaplattı ve mahmuzuyla da gözdağı verdi. Sonra da pırıl pırıl beyazlıklarla dolu yola gözünü dikerek ipek gibi yumuşacık dört ayaklıların arkasından bakmaya başladı. Orada bulunmalarının önemini gayet iyi biliyordu. Yavrulama dönemleri gelmişti, üreme aşamasındaki titiz bakımlarını ve beslenmelerini sağlamak, kuluçkaya yatabilmeleri ve barınmaları için çalılık meralardan aşağıya getiriliyorlardı. Gözlerini dikip bakarken gördüğü en iyi Türk ve Güney Afrika tiftiğinin görüntüleri zihninde canlandı ve kendi sürüsüyle bir karşılaştırma yapmadan edemedi. Kendi sürüsü iyi idi. İyi görünüyorlardı. Hatta çok iyi görünüyorlardı.
Atıyla devam etti gezintisine. Çevrede gübre serpen makinaların gürültüleri yükseliyordu. Uzakta, hafif eğimli tepelerde, bir sürü çalışan ekipler gördü, hatta neredeyse göğüs göğüse çalışan üç ekip de… O bölgedeki kısrakların kendisine ait olduğunu biliyordu. Bir ileri, bir geri sabanları sürüyor, hatları belirleyerek yamaçlardaki yeşil çimleri bitkisel çürüklü toprakları verimli koyu kahverengine dönüştürüyorlardı. Çok organikti ve ince parçalı tohum yatakları yer çekimiyle eriyebilecek kadar ufalanıyorlardı. Bu verimli topraklar mısır -aynı zamanda ambarında saklayacağı sorgum pekmezi- içindi. Gezintisi esnasında gördüğü diğer yamaçlarda diz boyu arpa vardı ve ayrıca diğer yamaçlarda da kaliteli yeşil yapraklı yonca ve Kanada bezelyesi, fışkırıyordu.
Çevresinde gerek geniş araziler olsun gerekse küçük, her şey ulaşılabilirlik ile işlenebilirlik sistemine göre kurulmuştu. Titiz çalışan birçok verimlilik uzmanlarının yüreğini ısıtacak yapıdaydı. Her çit yaban domuzuyla boğalara karşı dayanıklı hâle getirilmişti ve çitlerin siperliklerinde hiç yabani ot çıkmıyordu. Düzlüklerin çoğunluğunda adi yonca buluyordu. Diğer arazilerde ise yine aynı yolun üzerinde bir önceki sonbaharda ekilmiş ürünler veriyor ya da ilkbaharda bitki dikimi için hazırlıklar yapılıyordu. Yine bir başka yerde kuluçka ağıllarına ve ambarlara yakın tombul Shropshire ve Fransız merinos koyunları otlatılıyordu ya da etrafta gezinen beyaz ve iri damızlıklar kırpılıyordu. Yanlarından dikkatle bakıp geçerken gözleri mutluluktan parlıyordu.
Neredeyse köy denebilecek bir yerden geçti. Doğru dürüst ne bir dükkân ne de bir iş yeri vardı. Azımsanamayacak kadar çok ve göze hitap eden evleri bungalov tarzındaydılar. Her biri büyük bahçelerin ortasında kurulmuş ve gülleri de dâhil olmak üzere geç gelen ayazın tehdidine rağmen daha iri çiçekler açıyor ve âdeta gülümsüyorlardı. Çocuklar çoktan harekete geçmişlerdi bile, ya çiçeklerin arasında gülüyor ve oynuyorlar ya da anneleri tarafından kahvaltıya çağrılıyorlardı.
Daha ileride Büyük Ev’in etrafını çevreleyen sekiz yüzlük mesafeden başlayarak bir sıra dükkânın yanından geçti. İlkinde duraksayarak içeriye göz attı. Bir nalbant demir ocağının başında uğraşıyordu. İkinci nalbant terazileri bin sekiz yüz ağırlığı ile bozabilecek yaşlı bir Shire atının ön ayağını henüz çivilemiş, toynağın dış çevresini törpüleyerek nalın parmak kısmını düzleştiriyordu. Forrest baktı, selamladı ve yoluna devam etti. Otuz metre ileride durdu. Arka cebinden çıkardığı bir deftere bir şeyler karaladı.
Başka başka dükkânların aralarından geçti: Boya dükkânı, yük arabası dükkânı, sıhhi tesisatçı, marangoz atölyesi. Sonuncusuna göz atarken yarı araba yarı kamyon olan bir hibrit vasıta son sürat yanından geçti ve ana yoldan on iki kilometre uzaklıktaki tren istasyonuna yöneldi. Seperatör binasında mandıranın günlük ürünlerini nakleden ve sabah saatlerinde işe başlayan tereyağı kamyonu olduğunu biliyordu.
Büyük Ev çiftlik şirketinin merkeziydi. Yaklaşık sekiz metre ilerisinde çeşitli çiftlik merkezleriyle çevriliydi. Çalışanlarına sürekli selam veren Dick Forrest, mandıranın yanından dörtnala geçti. Bina kalabalığı olan bu yerde yem kolileri, baş üstü raylara çıkan çöp toplayıcıları ve boşaltmalarını bekleyen gübre serpicileriyle doluydu. Birkaç kez onu, iş adamı görünümlü erkekler, yükseköğrenim görmüş insanlar, atlılar ya da at arabaları durdurup ona bir şeyler danıştılar. Bu insanlar işçibaşıydılar, konuştukları her neyse kısa ve özdü. Bir Arap melezi kadar zarif ama vahşi, bacakları ayrık, üç yaşında, altın renginde Palamina atının binicisi, en sonuncusu sadece selam vererek geçecekken patronu tarafından durduruldu.
“Günaydın Bay Hennessy, Bayan Forrest için ne zaman hazır olur?” diye sordu Dick Forrest.
“Bir haftanızı daha rica edeceğim.” diye cevapladı Hennessy. “Şimdi daha sakin, Bayan Forrest’ın istediği gibi. Ancak fazla gergin ve hassas. Onu düzene sokmak için bir hafta daha gerekecek.”
Aynı anda birbirlerine kafa salladılar ve veteriner olan Hennessy konuşmasına devam etti.
“Yonca tohumu takımında iki sürücü var. Onların işine son vermek istiyorum.”
“Sorun nedir?”
“Bir tanesi yeni bir adam, adı Hopkins. Eski bir asker. Devlette nasıl çalışılacağını bilebilir ama Shire atları konusunda hiç bilgisi yok.”
Forrest kafasını salladı.
“Diğeri iki yıldır yanımızda çalışıyor ama artık içki içmeye başladı, içki sersemliğinin acısını atlardan çıkarıyor.”
“O Smith, eski tip Amerikalı, sinekkaydı traşlı ve sol tarafında yüz maskesi var, değil mi?” diye sözünü kesti Forrest.
Veteriner kafasını salladı.
“Ne zamandır onu izliyorum.” diye cümlesini tamamladı Forrest. “Başlarda iyi bir adamdı ama son zamanlarda hatalar yapıyor. Evet, onu da gönderebilirsin. Ve şu, öteki adamı da… Hopkins miydi adı? Onu da işten çıkarabilirsin. Bu arada Bay Hennessy…” konuşmasına devam ederken Forrest not defterini çıkardı, içine karaladığı son notu yırttı ve elinde buruşturdu. Dükkânda yeni bir nalbant var. Sende nasıl bir izlenim bıraktı?”
“Karar vermek için fazla erken.”
“O hâlde diğer ikisiyle birlikte onu da işten çıkar. Senin emirlerini yerine getiremez. Yaşlı Alden Bessie’ye yeni bir nal takarken izledim biraz önce. Toynağından birkaç milimetre fazladan törpülüyordu.”
“Onu yapmayacak kadar akıllı davranmalıydı.”
“Onu işten çıkar.” diye tekrarladı Forrest, geviş hareketlerini yapan binek hayvanını dizginlerle dürtüp gıdıklarken. Sonra da kafasını sağa sola sallayıp şaha kalkmaya çalışan hayvanı yola doğru sürdü.
Gördüklerinin çoğu onu memnun etti. Bir keresinde, “Çok geniş arazi, çok geniş arazi…” diye sesli mırıldandı. Kendisini memnun etmeyen diğer şeyleri ise hemen not defterine karaladı. Büyük Ev’in etrafındaki turu tamamladığında sekiz yüz metre kadar ileriye gidip terk edilmiş bir grup baraka ve ağıla ulaştığında yapmış olduğu gezinti amacına ulaşmış oldu. Hastaneye girdiğinde iki yavru ineğe tüberküloz testlerinin yapıldığını ayrıca bir Duroc Jersey domuzunun da mükemmel durumda olduğunu gördü. İki yüz yetmiş kilogram ağırlığında, pırıl pırıl parlayan gözleri, seri hareketleri ve parlak tüyleriyle hiçbir hastalığının olmadığını âdeta haykırıyordu. Yine de Lowa’dan yeni ithal edildiğinden çiftliğin uygulamalarına göre süregelen olağan karantina döneminden geçiyordu. Kurumun sürü kayıtlarında adı Burgess Premier idi. İki yaşındaydı. Çiftliğe teslim edilmesi dâhil olmak üzere Forrest’a beş yüz dolara mal olmuştu.
Büyük Ev’in merkezinden başlayan tekerlek izleriyle dolu olan yoldan dörtnala ilerlemeye devam ederek domuzlara bakan yöneticisi Crellin’e arkasından yetişti. Beş dakikalık bir konuşmayla Burgess Premier’ın gelecekteki birkaç aylık kaderini ana hatlarıyla açıkladı. Bu arada O.I.C.’lerin en iyilerinin de en iyisi ve Seatle’dan San Diego’ya bütün şovların üstün nitelikli kurdelelerine sahip olan damızlık domuz Lady Isleton’un sağ salim on bir tane domuz yavrusu doğurduğunu öğrenmişti. Gecenin yarısına kadar başında beklediğini sonra da bir banyo ve kahvaltı için evine koşa koşa gittiğini de ilave etti Crellin.
“En büyük kızının liseyi bitirdiğini ve Stanford’a gitmek istediğini duydum.” dedi Forrest kısrağı kontrol altına alarak. Dörtnala gitmek için oradan ayrılma sinyalini verdi hayvana.
Crellin otuz beşinde genç bir adam, babacan görüntüsünün altında üniversiteye gitmenin izleri mevcut, açık havaya ve düzgün yaşamaya hevesli olan bu delikanlı adam işverenin ilgisine, esmer teni biraz kızararak ve kafasını sallayarak memnuniyetini gösterdi.
“Üzerinde biraz düşün.” diye öneride bulundu Forrest, “Üniversiteye giden kızların istatistiğini çıkar -ve evet standart okullara gidenlerin de- bilirsin işte. Kaç tanesi kariyerlerinin peşinden gidiyor ve kaç tanesi derecelerini alıp iki yıl içinde evlenip çocuk yetiştirmeye başlıyor?”
“Helen ciddiyetle bu konunun üzerine eğiliyor.” diye ısrar etti Crellin.
“Apandistini aldırdığın zamanı hatırlıyor musun?” diye sordu Forrest. “Gördüğüm en iyi hemşire benimle ilgilendi, iki güzel bacaklarıyla gördüğüm en zarif kızdı. Altı ayını henüz doldurmuştu o zamanlar ve tam donanımlı bir hemşire olmuştu. Bundan dört ay sonra ona evlilik hediyesi göndermek zorunda kalmıştım. Araba satıcısıyla evlenmişti. O günlerden sonra hep otellerde yaşamak zorunda kaldı. Bir daha hemşirelik yapma şansı kalmadı. Hastalandığında yanında olabileceği bir çocuğa da sahip olamadı. Ancak umutları var, bu umutlarının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilemiyorum. Bütün bunlara rağmen yine de mutlu. Ama işine yaradı mı aldığı hemşirelik eğitimi?”
O sırada içi boş bir gübre serpme aracı yanlarından geçerken yayan olan Crellini ve atın üzerinde olan Forrest’ı yolun kenarına yanaşmaya zorlanmıştı. Motorlu aracın yorgun atına göz attı Forrest. Büyük, kusursuz bir Shire atıydı. Kendisinin ve öncesindeki nesillerin aldığı mavi kurdeleler sayesinde bu atlara paha biçmek ve sınıflandırmak için işinde uzman bir muhasebeciye ihtiyaç duyulacağı kesindi.
“Fotherington Prensesi’ne bir bak!” dedi Forrest içini ısıtan ata doğru kafasını sallayarak. “Sıradan bir dişi… Binlerce yıldır onu ehlîleştirirken insanoğlu bu damızlık hayvanları evcilleştirdi ve tesadüfe bak ki türüne sadık yük hayvanına dönüştürdü. Ama yük hayvanı olması ikinci derecede önemli. Öncelikle o bir dişi. Genel anlamda ele alalım bu konuyu. Kendi kadınlarımız her şeyden önce biz erkekleri seviyorlar ve doğaları gereği araçtırlar. Günümüz kadınlarının oy hakkı ya da kariyer yapmak için onca gürültü patırtı yapmalarına gerek yok. Zaten biyolojik olarak uygun değiller.”
“Ama ekonomik yaptırım var.” diye karşı çıktı Crellin.
“Doğru.” dedi işvereni ve sonra da devam etti konuşmasına. “Günümüzün endüstriyel sistemi evliliklere engel oluyor ve kadınları kariyer yapmalarına zorluyor. Ama unutma ki endüstriyel sistemler gelir, endüstriyel sistemler gider ama biyoloji sonsuza kadar ilerleyerek sürer.”
“Bu günlerde genç kadınları evlilikle memnun etmek biraz zor.” dedi domuz ağılının yöneticisi biraz tereddüt ederek.
Dick Forrest kuşkuyla güldü.
“O konuda bir şey diyemeyeceğim.” dedi. “Mesela senin eşini ele alalım. Onun diploması var -hem de klasik eğitim almış- eh, peki diplomasıyla ne yaptı? İki oğlan, üç kız sanırım, değil mi? Yanlış hatırlamıyorsam son sınıfın ikinci döneminde seninle nişanlı olduğunu söylemiştin.”
“Doğru, ama…” diye ısrarcı oldu, o günleri gözleri parlayarak memnuniyet ile hatırladığında. “On beş yıl önceydi ve bizimkisi aşk evliliğiydi. Bunu yapmaktan başka çaremiz yoktu. Buraya kadar size katılıyorum. Eşim duyulmamış başarılar elde etmeyi planlıyordu. Bana gelince ben de Ziraat Fakültesinin Dekanlığından başka bir şey düşünmüyordum. Başka çaremiz yoktu. Ama bütün bunlar on beş yıl öncesiydi ve on beş yılda genç kadınların tutku ve ideallerinde çok büyük farklılıklar yaşandı tüm dünyada.”
“Sakın bu söylediklerine bir anlık bile inanma. Sana söylüyorum Bay Crellin, tüm bunlar sadece istatistikler. Tüm karşıt şeyler gelip geçicidir. Ama kadınlar hep ebedî, bakidir. Kız çocuklarımız oyuncak bebeklerle oynamaktan ya da aynalarda kendi cazibelerini incelemekten vazgeçtiğinde işte o zaman kadınlarımıza her zaman olduğundan farklı bir şekilde bakabiliriz. Ne var ki o her daim önce bir anne sonra da erkeğin eşi olarak kalacaktır. Bu bir istatistiktir. Bu aralar klasik okullardan mezun olmuş kızları araştırıyordum. Mezuniyetten önce evlenen kızları hariç tuttuklarını fark edebilirsin. Bununla beraber, mezunların öğretmenlik yaptığı ortalama zaman dilimi ise iki yıldan biraz fazla. Kötü dış görünüşlerine ve şanssızlıklarına rağmen çoğunu göz önüne aldığımızda, başarısızlığa mahkûm kız kuruları ve hayatları boyunca öğretmenlik yapmaya mecbur kadınlar olarak çıkıyorlar karşımıza. Evlenebilecek olanların öğretmenlik dönemlerinde ne kadar azaldıklarını görebilirsin.”
“Sadece erkekler söz konusu olduğunda, bir kadın, hatta genç bir kadın bile, kendi istediğini yaptırabilir.” diye mırıldandı Crellin, işverenin hesapları konusunda tartışmaktan âcizce. Ama onları daha sonra araştıracağına karar verdi.
“Ve senin kızın Stanford’a gidecek.” atını dörtnala koşturmaya hazırlanırken Forrest güldü. “Sen, ben ve bütün erkekler akıllarına estiği gibi davranmalarına izin vereceğiz.”
Patronu yoluna devam edip gözden kaybolurken Crellin kendi kendine gülümsedi. Kipling’i iyi biliyordu Crellin ve onun gülümsemesine neden olan düşünce şöyleydi: “Sizin çocuğunuz nerede Bay Forrest?” sabah kahvelerini içerken Bayan Crellin’e anlatmaya karar verdi.
Dick Forrest bir kez daha gecikmişti. Hızla Büyük Ev’e doğru yola koyuldu. Yolda önünü kestiği adama adıyla, Mendenhall olarak hitap etti. Mendenhall, atlara bakmakla sorumluydu ve mera konusunda uzmandı. Her şeyi bilmekle ünlüydü, çiftlikte bulunan her çim tanesini, uzunluklarını, çimlenme tarihlerine kadar bilirdi.
Forrest’ın işaret etmesiyle Mendenhall sürdüğü iki taylı at arabasını yaklaştırdı. Forrest’ın ona işaret etmesinin nedeni vadinin kuzey yamacının diğer tarafındaki millerce ötede, sıra sıra engin düz tepecikleri olan, güneş alan ve Sacramento Vadisi’nin kopkoyu yeşil olarak uzandığı geniş düzlüklerin gözüne ilişmesiydi.
Sonraki sohbetleri konuyu bilen ve birbirlerini anlayan iki erkek arasında kısa ve öz olarak geçti. Konuları çimdi. Kış yağışlarına ve geç gelen ilkbahar yağmurlarının yağma ihtimaline değindiler. Değişik isimlerden söz ettiler, mesela Küçük Coyote ve Los Cuatos dereleri, Yolo ve Miramar tepeleri, Büyük Havza, Yuvarlak Vadi ve San Anselmo ile Los Banos dağlık alanları bunların arasındaydı. Geçmişte, günümüzde ve gelecekteki sürü ve davarların faaliyetleri ile yayla meralarındaki saman için ekili alanların geleceği ve sürülerin kışı geçirdiği ve beslendiği kuytu dağ vadilerindeki ücra saman ahırlarında kış boyunca hâlâ mevcut olan samanın miktarı tartıştıkları konular arasındaydı.

3. BÖLÜM
Forrest, kale zindanını andıran heybetli keresteden yontulmuş, demir saplı bir kapıdan geçerek Büyük Ev’in bir bölümüne girdi. Zemin, betondu ve çeşitli odalara açılan kapılar vardı. Kapılardan birini açtığında bir jeneratörün alçak uğuldamaları yayıldı. Aynı anda karşısında üzerinde bir şefin takabileceği türden önlük ve kolalı kep giymiş bir Çinli göründü. İşte bu uğuldamaydı Forrest’ı yolundan saptıran. Duraksadı. Kapıyı hafifçe aralayarak serin, elektrik ışığı ile aydınlatılmış beton odanın içine bakındığında uzunca, ön kapağı ve rafları camdan yapılmış bir buzdolabı ve hemen yanında da bir buz makinasıyla jeneratör bulunuyordu. Yere çömelmiş, her tarafı yağ kaplı bir tulum giymiş ve üstü başı yağ içinde, ufak tefek bir adam patronuna dönerek selam verdi.
“Bir şey mi oldu Thompson?” diye sordu.
“Olmuştu.” diye cevap verdi kesin ve net olarak.
Forrest kapıyı kapatarak tünele benzeyen geçitten yoluna devam etti. Orta Çağ şatolarında okçular için hazırlanmış yarıklar gibi demir çubuklu aralıklar arasından dar ve loş aydınlatılmış bir yerdi burası. Bir diğer kapı ise uzun, alçak ve kirişli bir tavanı olan bir odaya açılıyordu. Bir öküzün dahi kızartılabileceği çok büyük bir şöminesi vardı. Kömür yatağının üzerinde iri bir kütük, alev alev yanıyordu. İki bilardo masası, birkaç oyun masası, dinlenme köşeleri ve minyatür bir bar belli başlı mobilyaları oluşturuyordu. İki genç adam istekalarını tebeşirliyorlardı. Forrest’ın selamına karşılık verdiler.
“Günaydın Bay Naismith. Breeders[5 - Breeders: Üreticiler (ç. n.)] Gazetesi için başka malzemeler mi üretiyorsun?” diye şakalaştı Forrest.
Otuzlu yaşlarda, genç görünümlü ve gözlüklü Naismith, mahcup mahcup gülümseyerek kafasını arkadaşına doğru kaldırdı.
“Wainwright bana meydan okudu.” diye açıkladı.
Forrest gülerek, “Bu da demek oluyor ki Lute ve Ernestine hâlâ güzellik uykularında. Genç Wainwright bu meydan okumayı kabul ettiği için kendi kendine sinirlenmişti ama dilinin ucuna kadar gelen cevabı yapıştıramadan ev sahibi konuyu değiştirerek Naismith’e döndü ve onunla konuşmaya başladı.
“Saat 11.30 gibi gelmek ister misin? Thayer ile Shropshirelara bir göz atmak için motorlu araçla oraya uzanıvereceğiz. Yaklaşık on vagon dolusu koç istiyor. Idaho taşımacılığı iyi mal satıyor. Sen de gel kendi gözlerinle gör. Fotoğraf makinanı da getir. Thayer’i bu sabah gördünüz mü?”
“Biz ayrılırken o kahvaltıya geliyordu.” diye kendiliğinden söyledi Bert Wainwright.
“Onu görürseniz 13.30’da hazır olmasını söyleyin. Sen davetli değilsin Bert, tamamen nezaketten. Kızlar o saate kadar uyanmış olurlar.”
“Rita’yı da beraberinizde götürün.” diye rica etti Bert.
Forrest kapıya giderken “Merak etme.” diye cevap verdi. “İş yapıyoruz burada. Ayrıca Rita’yı palanga takımıyla bağlı olduğu Ernestine’den koparamazsın.
Bert sırıtarak, “İşte bu yüzden merak ediyordum.” dedi.
“İlginç. Erkekler neden kendi kız kardeşlerini takdir etmezler ki?” Forrest fark edilecek kadar duraksadı. “Ben hep Rita’nın iyi bir kız kardeş olduğunu düşünmüşümdür. Onun nesi var ki?”
Sorduğu bu soruya cevap beklemeden kapıyı kapatmış ve geniş beton basamakları olan sarmal merdivenlere gelene kadar mahmuzlarını şıngırdatarak koridorda ilerlemeye başlamıştı. Merdivenlerin başından uzaklaşırken piyanodan tempolu müzik ve birdenbire atılan kahkahalar duyuldu. Neşeyle dolup taşan oturma odasını gözetlemeye başladı. Gül renkli kimono ve dantelli bir kep giyen genç bir kız enstrümanının başındaydı. Benzer giyimleriyle ve neredeyse kucak kucağa olan diğer iki kız ise dans okullarında asla öğretilmeyecek bir gösterinin parodisini yapıyorlardı. Erkeklerin göreceği türden tasarlanmış bir dans değildi bunlarınki.
Piyanodaki kız onu fark etti, göz kırptı ve çalmaya devam etti. Aradan bir dakika geçtikten sonra diğer dansçı kızlar da onu gördü. Birbirlerinin kollarında, çığlıklar ve kahkahalar atarak kendilerini yere attılar. Ve müzik durdu. Çok güzel, sağlıklı gençlerdi bu üçü. Forrest onlara bakarken yanıp tutuşuyordu, tıpkı Fotherington Prensesi’ne baktığında olduğu gibi.
Onları izlerken Forrest’ın zihninde düşünceler girdap gibi dönmeye başladılar, insanoğlunun gençliğinde edindiği türden düşüncelerdi bunlar.
“Sadece beş dakikadır buradayım.” diye iddia etti, Forest.
Şaşkınlıklarını gizlemek amacıyla dansçılardan ikisi onun dürüstlüğünden şüphelendiler ve yalancılığıyla ünlü olmuş ve dillere düşmüş olanları sıralamaya başladılar. Baldızı olan piyanodaki kız Ernestine ise eniştesinin ağzından gerçekleri duymak istediğini, odanın içine bakmak istediği andan itibaren onu fark ettiğini ve içerisini tahminen beş dakikadan fazla bir zamandır gözetlediğini söyledi.
“Her neyse.” dedi Forest kargaşalığa son vererek. “Tatlı, masum Bert sizin hâlâ uyanmadığınızı sanıyor.
“Uyanık değiliz, ona uyanık değiliz.” hayat dolu, genç Venüs gibi olan dansçılardan biri karşılık verdi. “Ne de senin için uyanık değiliz. Hadi uza genç adam. Hadi uza.”
“Bana bak Lute!” diye sertçe araya girdi Forrest. “Benim çökmüş, yaşlı bir adam olmam, senin on sekiz yaşında olman, sadece on sekiz ve tesadüfen eşimin kız kardeşi olman, bana karşı kendini beğenmiş, küstah davranışlara yeltenme hakkı vermiyor sana. Sakın unutma -ve gerçekleri söylüyorum, her ne kadar hoşuna gitse de gitmese de Rita’nın hatırı için- birçok yüz kızartıcı olayda senin popona o kadar çok şaplak attım ki onları sayıp dökmeye beni yeltendirme! Bunların da sadece son on yılda olduğunu unutma.”
“Evet, doğru. Bir zamanlar olduğum kadar genç değilim ama…” sağ kolunun pazılarına dokunarak gömlek kolunu kıvırıyormuş gibi yaptı. “Ama ben henüz bitmedim ve iki sent için…”
“Ne?” genç kadın kavgacı bir tavırla ona meydan okudu.
“İki sent için…” diye gizemli bir şekilde mırıldandı Forrest. “İki sent için… Ayrıca söylemekten üzüntü duyuyorum ama kepin düzgün değil. Üstelik hiç de zevkli bir kreasyon değil. Uyurken ayak parmaklarımla, hatta deniz tutmasını da yaşayarak sana çok daha güzelini yapabilirim.”
Lute sarı saçlarını küstahça savurdu, arkadaşlarının arka çıkmalarını bekleyerek onlara göz attı ve dedi ki:
“Ah, bilemiyorum. Üç kadının senin gibi yaşını başını almış, bizi aşağılayan bir erkekle başa çıkması mantığa uygun görünüyor. Ne dersiniz kızlar? Onu biraz koşturalım, kırk yaşının altında değil ve anevrizma[6 - Anevrizma : Kan damarlarında anormal genişleme. (ç. n.)] var onda. Aile sırlarını açığa vurmaktan nefret ederim ama Meniere hastalığı da var.”
On sekiz yaşında ufak tefek ama çetin bir kız olan Ernestine piyano oturağından fırladı ve iki arkadaşına eşlik ederek pencere önündeki koltukların minderlerine hücum ettiler. Yan yana her birinin elinde bir minderle ve minderleri sallayacak uygun mesafeyi ayarlayarak kurnazca düşmanın üzerine yürüdüler.
Forrest, savaşa hazırdı aslında ama barış görüşmesi yapmak için elini kaldırdı.
“Korkak!” diye alay ettiler önce cılız bir sesle, sonra koro hâlinde.
Kendisinden emin kafasını salladı Forrest.
“Sadece bunun için ve yaptığınız bütün saygısızlıklar için üçünüzü de cezalandıracağım. Hayatınız boyunca yaptığınız bütün yanlışlar şimdi zihnimde canlanıyor. Öfkeden deliye döneceğim birazdan. Ama önce şuna bir açıklık getirelim. Bir ziraatçı olarak sana hitaben konuşuyorum Lute. Allah aşkına, boynumu bükerek soruyorum, nedir bu Meniere hastalığı? Koyunlar da yakalanıyor mu bu hastalığa?”
“Meniere hastalığı…” diye başladı Lute. “Sende olan bir hastalık. Canlı türler arasında yalnızca koyunların yakalandığı bir hastalıktır.”
Bundan sonra savaş ve kaos başladı. Rugbi benimsenmeden önce Kaliforniya’da futbol gibi oyunlar oynanıyordu ve Forrest bir futbol oyuncusu gibi saldırıya geçti. Kızlar aralarından geçmesine izin vererek ona doğru dönüp her taraftan taarruza geçtiler. Sonra da minderlerle onu dövmeye başladılar. Olabildiğince açılmış kollarıyla, uzun ve kanca şeklini almış her bir parmağıyla Forrest kızlara dönerek üçünü de yakaladı. Birbirleriyle dolaşmaları bir hortuma dönüştü âdeta. Ortada mahmuzlu bir adam ve ondan saçılan ince ipekten döşemelik kumaşlar, ayaktan fırlamış terlikler, dantelli kepler ve saç tokaları vardı. Minderlerden patırtılar, adamdan homurdanmalar, kızlardan ciyaklamalar, viyaklamalar, kıkırdamalar ve bu muharebenin tümüne baktığınızda bastırılamayan kahkahalar ve narin bir kumaşın sökülmesi ya da yırtılması ortaya çıkan sonuçtu.
Dick Forrest, becerikli bir şekilde atılmış minderlerden bitap düşmüş durumda, aldığı darbelerden başı uğulduyor ve bir elinde uçuk mavi ipek ve pembe gül desenli yırtılmış ve parçalanmış bir kemerden arta kalanlarla yerde yığılmış hâlde kendini buldu.
Kapı eşiklerinin birinde Rita duruyordu, mücadeleden yanakları al al olmuş bir geyik gibi alarmda ve kaçmaya hazırdı. Diğer kapı eşiğinde ise keza onun da yanakları al al olmuş, Grachi Ana’nın buyurgan tavırlarıyla bekleyen Ernestine duruyordu. Kimonosundan geriye kalanlar üzerinden düşmesin diye etrafına doladığı kollarıyla kendine sıkıca sarılıyordu. Piyanonun arkasındaki köşeye sıkışmış olan Lute ise kaçmaya çalıştı ama Forrest’ın gözdağı vermesi üzerine geri püskürtüldü. Elleri ve dizleri üzerinde Forrest ahşap döşeme üzerine avuç içleriyle gürültülü bir şekilde vuruyor, kafasını vahşice sallıyor ve bir boğa gibi kükrüyordu.
“Ve hâlâ şu tarih öncesi efsaneye inanırlar.” diye açıkladı Ernestine güvenli bölgesinden. “Bir zamanlar o dış görüntüsü sefil, pislik içinde yüzükoyun yatmış adama benzer yaratığın Stanford üzerinden zafer kazanması için Berkeley’e yol göstericilik ettiğine kim inanır?”
Güç harcamaktan kızın göğüsleri hızla inip kalkıyordu. Diğer iki kıza hızlıca göz attığında onların da aynı şekilde nefes nefese kaldıklarını görebiliyordu. Kiraz renkli pırıl pırıl parlayan ipeğe dokunurken kendi nabız atışlarının haz ile hızlandığını da fark etti.
Sabah odasına uyumlu olması için zarif, beyaz ve altın rengi minyatür bir kuyruklu piyano yerleştirilmişti. Duvara dayalı olmadığından Lute’un herhangi bir tarafından kaçma olasılığı vardı. Forrest ayağa kalktı ve enstrümanının geniş, düz yüzeyi üzerinden kızla yüz yüze geldi. Üzerinden atlamakla tehdit ettiğinde Lute dehşet içinde bağırdı.
“Ama mahmuzların var Dick! Mahmuzların!”
“Onları çıkarmam için zaman ver.” dedi Forrest.
Onları çözmek için eğildiğinde Lute kaçmaya yeltendi ama piyanonun köşesine geri gitmek zorunda bırakıldı.
“Pekâlâ.” diye gürledi Forrest. “Sana kalmış bir şey. Eğer piyano çizilirse Paula’ya söyleyeceğim.”
“Şahitlerim var.” dedi nefes nefese. Neşeli, mavi gözleriyle kapı eşiğinde duran genç arkadaşlarını işaret etti.
“Peki, tatlım.” dedi Forrest vücudunu geri çekip piyanoya dayanmış olan avuç içlerini iyice açarak.
Harekete geçmesi ve hitabı eş zamanlı oldu. Elleriyle yana yatmış şekilde vücudunu piyanonun üzerinden fırlattı. Tehlikeli mahmuzları ise cilalı beyaz yüzeyin otuz santim üzerindeydi. Aynı anda Lute eğilip elleri ve dizleri üzerinde piyanonun altına saklandı. O anda başını çarpması büyük şanssızlık oldu ve kendine gelemeden Forrest çoktan piyanonun çevresinden dolaşarak kızı köşeye sıkıştırdı.
“Dışarı çık!” diye emir verdi Forrest. “Dışarı çık ve ilaçlarını al!”
“Ateşkes.” diye yalvardı kız. “Ateşkes şövalyem, aşk uğruna ve yardıma ihtiyaç duyan bütün kadınlar adına.”
“Ben bir şövalye değilim.” diye beyan etti Forrest en derin bas sesiyle. “Ben bir canavarım; pis, aşağılık ve tümüyle ahlaksız bir canavarım. Sisli bataklıklarda doğmuşum. Benim babam da canavardı, annem ise ondan daha beterdi. Önceden hükmü verilmiş, lanetlenmiş ölü bebekler arasında bana ninni gibi gelen fırtınalarda uyurdum. Mills Kız Okulunda eğitim görmüş bakirelerin kanıyla besleniyordum sadece. En sevdiğim lokantada her zaman ahşap döşeme, bir somun Kız Okulu bakiresi ve üstü düz bir piyano yemişimdir. Babamın canavar olmasının yanı sıra Kaliforniyalı bir at hırsızıydı. Ben babamdan daha menfur sayılırım. Daha çok dişlerim var. Annem de cadı olmasıyla beraber Nevadalı kitap satıcısıydı. Annemin bütün utançları açığa çıksın. Kadın dergilerine bile abonelikler vermek için yalvardı. Ben annemden daha kötüyüm. Ben, sokak sokak gezip tıraş makinaları sattım.”
“Vahşi gönlünüzü sakinleştirip tehlikelerden uzak duramaz mısınız, şövalyem?” Kaçma şansını hesaplayıp duygu yüklü bir ses tonuyla yalvardı.
“Tek bir şey acınası kadın, sadece tek bir şey. Dünyanın üzerinde, dünyanın üstünde ve dünyanın tahrip olmuş sularının altında…”
Çok iyi bildiği bir eserden alıntı yapması Ernestine’i unutmasını sağlamıştı.
“Bakınız, Ernest Dowson, sayfa yetmiş dokuz, ince bir kitap ama bilgi yüklü ve Mills Kız Okulunda alıkonulan genç hanımlara âdeta kepçe ile bilgi sunuyor.” diye devam etti Forrest. “Sizi tam bilgilendirecektim ki biri benim sözlerimi kaba bir şekilde kesti. Bu vahşi gönlüme merhem olup mühürleyebilecek bir şey ve sadece bir şey vardır. O da ‘Bakire Duası’dır. Beni bütün kulaklarınızla dinleyin yoksa hepsini bütün olarak koparıp çiğnerim! Beni dinle piyanonun altındaki budala, biçimsiz, bücür, kısa bacaklı çirkin kadın! Bakire Duası’nı ezbere söyleyebilir misin?”
Kapı eşiğindeki gençlerin sevinç çığlıkları doğru cevabın verilmesini engelledi ve piyanonun altına gizlenmiş olan Lute kapıda beliren Wainwright’a feryat etti.
“Kurtar beni, şövalyem! Kurtar beni!”
“Bakireyi bırak!” diye meydan okudu Bert.
“Sen de kimsin?” diye sordu Forrest.
“Kral George, pislik! Yani, ah, Aziz George.”
“O hâlde ben de bir ejderhayım.” diye açıklamada bulundu, alçak gönüllülükle. “Kıymayın bu yaşlı, onurlu adama. Sadece tek bir boynum var.”
“Koparın kafasını!” diye cesaret verdi gençler.
“Orada kalın bakireler, lütfen!” diye yalvardı Bert. “Ben önemsiz biriyim. Ama korkak değilim, ejderhaya sakal yapacağım. Hem de gırtlağına. Benim nahoşluk ve cesaretim karşısında o yavaş yavaş boğulup ölecek. Ve siz küçük, zarif hanımlar, vadiler üzerinize düşmesin diye derhâl dağlara doğru kaçın. Tsunami olacak ve birçok büyük balıklar Yolo, Petaluma ve Batı Sacremento’yu istila edecekler.”
“Kafasını koparın!” diye gençler tezahüratlarına devem ettiler. “Kanıyla katledin ve onu ızgara yapın.”
“Pes ediyorum.” Forrest sızlandı. “Bittim ben, 1914 yılındaki Hristiyan genç kadınların hâlâ sahip oldukları merhametlerine güveniyorum. Bir gün büyüyecekler ve yabancılarla evlenmedikleri sürece oy kullanacaklar. Benim kafam koparılmış gibi düşün, Aziz George. Bittim. Diğer şahitler de bir şey demesinler artık.”
Ve Forrest gerçekçi denilebilecek kadar hıçkırıklar, ağlamalar, titremeler, tekmeler ve mahmuzlarından çıkan yüksek sesler arasında kendini yere attı ve son nefesini verir gibi yaptı.
Lute emekleyerek piyanonun altından çıktı, Rita ve Ernestine’in katkısıyla maktulün yaptığı acımasızlıklar karşısında doğaçlama bir dans yaptılar.
Bunlar olurken Forrest karşılarına dikildi. Bu arada Lute’a anlamlı ve gizli bir göz kırpmayı da ihmal etmedi.
“Kahraman!” diye haykırdı Forrest. “Onu unutmayın. Çiçeklerle taçlandırın.”
Ve Bert, bir gün öncesinden suyu değiştirilmemiş vazoların çiçekleriyle taçlandırıldı. Lute güçlü koluyla erken açmış lalelerin içi su dolu saplarını sırılsıklam hâlde kulağın altındaki bölgeye değdirdiğinde adamcağız dayanamayıp kaçtı. Kovalamanın gürültüsü koridor boyunca yankılandı ve toplantı odasına giden merdivenlerden koşarlarken bu yankı yavaş yavaş kesildi. Forrest kendini hemen toparladı ama Büyük Ev’e doğru gülümseyerek, mahmuzlarını şangırdatarak ilerledi.
İki bahçe avlusunu geçti. Üstü İspanyol karolarıyla kaplı yürüme alanı süs bitkileri ve açmış çiçeklerle doluydu. Evin kanadı olan kısma hızlanarak yürüyorken hâlâ hızlı hızlı nefes alıyor, yaptıkları eğlenceyi düşünüyordu. Ofisine ulaştığında sekreterini kendisini bekliyor hâlde buldu.
“Günaydın, Bay Blake.” diye selamladı adamı. “Geciktiğim için özür dilerim.” Kol saatine göz attı. “Sadece dört dakika. Ne yazık ki daha erken gelemedim.”

4. BÖLÜM
Forrest, saat dokuzdan ona kadar kendisini sekreterine teslim etti. Toplumla ilgili, her türlü hayvancılık ve tarım yönetimi konularını içeren birçok yazışmayı tamamladılar. Olağan, önemsiz bir iş adamı destek almaksızın böyle bir durumda zorlanır ve başarıya ulaşmak için herhâlde gece yarılarına kadar uykusuz kalırdı.
Dick Forrest, gizliden gizliye gurur duyduğu, kendisinin kurduğu bir sistemin merkeziydi. Nasırlı parmaklarıyla önemli mektup ve dokümanlara imza atıyordu. Diğer mektuplar ise Bay Blake tarafından onaylanıyordu. O bir saat boyunca stenografiyle birçok mektuba verilen cevapları not alıyor, çözüm belirlemek amacıyla eline ulaşan diğer mektuplara da cevap yazıyordu. Bay Blake, patronundan daha uzun saatler çalıştığını gizli gizli düşünüyordu. Ayrıca başkalarının yapması için iş üretmekte patronunun üstüne yoktu. Böyle düşünüyordu Bay Blake.
Saat onda, tam tamına saat onda Forrest’ın gösteri yöneticisi Pittman ofisten içeri girdi. Bu arada Blake büyük bir yükün altına sokulmuştu. Tepsiler dolusu yazışmalar, tomarlar hâlinde dokümanlar ve silindir şeklindeki kayıt aygıtıyla kendi ofisine gitmek için gözden kayboldu.
Saat ondan on bire kadar birçok yönetici ve ustabaşı akın akın içeri girip çıktılar. Kesin üsluplu olma ve zamanı iyi kullanma konularında oldukça iyi eğitimliydiler. Kendisiyle geçirdikleri dakikaların düşünmek için harcanan dakikalar olmadığını hep aşılamıştır Dick Forrest. Rapor vermeden ya da bir öneride bulunmadan önce her zaman hazırlıklı olmalıydılar. Genel sekreter yardımcısı Bonbright her zaman saat onda Blake’in yerine geçmek için gelirdi. Bonbright, Dick Forrest’ın yanı başında durarak âdeta havada uçan kurşun kalemiyle yaylım ateşi gibi aktarılan bütün soru cevapları, beyanları, öneri ve planları not alıyordu. Çift olarak kopyalanmış ve daktilo edilmiş bu stenografi notlar onun kâbusu gibiydi, hatta bazen de yönetici ile ustabaşılarının da can düşmanları olabiliyorlardı. İlk olarak Forrest’ın mükemmel bir hafızası vardı, ikinci olarak da bunu kanıtlamak istercesine Bonbright’ın elindeki notları kelimesi kelimesine kaynak olarak gösterecek derecede yetenekliydi.
Beş on dakikalık bir görüşmeden sonra bir yöneticiyi odasından terleyerek, topallayarak ve tükenmiş hâlde çıkarken görebilirsiniz. Yine de yüksek gerilim altında geçen bir saatin sonunda Forrest, herkesi köşeye sıkıştırabiliyordu. İyi bir idareci olarak değişik departmanların, türlü türlü ayrıntılarını iyi biliyordu. Hızla geçen dört dakika içinde makinist Thompson’a Büyük Ev’in buzdolabının dinamosundaki arızanın nereden kaynaklandığını, evdeki diğer arızaları, istediği cildin bölümü ve sayfasına kadar söyleyerek Thompson’ın kütüphaneye gitmesini istediğini, Thompson’a mandıra yöneticisi olan Parkman’ın süt makinalarının kablo bağlantılarından memnun olmadığını ve kasaphanedeki soğutucuların yüklerinin normalden fazla olduğunu söyledi. Bir ara da Bonbright’a da bir not dikte ettirdi.
Her adam konusunda uzmandı ama Forrest kanıtlanmış bir biçimde onların uzmanlık alanlarındaki konularına hâkimdi. Toprak işçilerinin şefi olan Paulson, hasat yöneticisi Dawson’a gizli gizli şikâyette bulundu. “On iki yıldır burada çalışıyorum ve bir kez dahi kendi elleriyle saban sürdüğünü görmedim ama Allah kahretsin onun bile nasıl yapıldığını biliyor. Ben sana söyleyeyim. O bir dahi. Bir toprak parçasının nasıl çekip çevrileceğini bile bildiğini biliyor musun? Daha hayati tehlikesini atlatamayan o Man-Eater denen atla meşgulken sonra bir bakmışsın ertesi gün ne kadar derinlikte toprağın hangi sabanlarla sürülebileceğini anlatıyor. Poppy Merası’ndaki toprağı sürmeyi bir düşün. Hani Los Cuatos’taki Küçük Meadow’dan söz ediyorum. Bir türlü çaresini bulamıyordum. Toprağı altüst etmenin iyi fikir olacağını düşündüm. Ama patronu kandıramadım. İş bittikten sonra tesadüfen oralara geldi. Ben ona bakıyordum ama o bana bakmıyordu. Ertesi sabah ofisine çağrıldım. Hayır, kandırmıyorum, bu olaydan sonra asla kandırmıyorum.”
Saat tam on birde sürü yöneticisi Wardman saat on bir buçuğa bir toplantı ayarlamıştı. Shropshire boğalarına göz atmak için Idaholu bir alıcı olan Thayer ile arabaya gidip hayvanlara bakacaktı. Saat on birde aldığı notların üzerinde düzeltmeler yapmak isteyen Wardman ile Bonbright ofisten ayrıldığında Forrest, odada yalnız kalmıştı. Henüz çözümlenmemiş meselelerle dolu ve beşerli gruplar hâlinde birleştirilmiş birçok tel sepetten Lowa eyaletinin domuz kolerasıyla ilgili bastırdığı kitapçığı eline aldı ve göz atmaya başladı.
Bir metre seksen santim boylarında ve seksen kilo ağırlığında olan kaslı Dick Forrest kırk yaşında herhangi bir adam olabilirdi ama asla değersiz değildi. Büyük gri gözleri vardı, kaşları fazla kemerliydi, kaş ve kirpikleri koyu renkliydi. Olağan bir alna sahipti, saçları açık kahverengi ile kestane rengi arasındaydı. Alnının altında çıkık elmacık kemikleri ve altında ister istemez beraberindeki yapıyı getiren hafif çökükler oluşmuştu. Fazla iri olmayan güçlü bir çene yapısına sahipti. Burun delikleri büyüktü. Yeterince düzgün ve yeterince çıkıntılı olan burnuna gaga burun denemezdi. Kare biçimli alt çenesinde sertlikten eser yoktu. Çenesi yarıksızdı. Ağzı kızlarınki gibi sevimliydi ama bir dereceye kadar çünkü sert yapısını gizlemiyordu. En ufak bir kışkırtmada o dudaklardan dökülebilecek sözlere engel teşkil etmiyordu. Yanık tenli, pürüzsüz bir cilde sahipti. Ne var ki alnındaki esmerlik biraz daha açıktı çünkü Baden Powell şapkasının kenarı güneşten yayılan ışınları biraz engelliyordu.
Ağız ve göz çevresinde gülmekten oluşan çizgiler vardı. Ayrıca ağzının etrafında yanak çizgileri mevcuttu. Bu çizgiler de gülmekle oluşmuş gibiydiler. Ama yüzündeki her bir çizginin güçlü izler taşıdığı belliydi. Her bir çizginin anlamı kendinden emin olma duygusunun harmanıydı. Dick Forrest, kendinden emindi. Masasındaki herhangi bir nesneye uzandığında elinin o nesneye doğrudan erişeceğine ve bir santimlik bir parçayı bile el yordamıyla aramak zorunda olmayacağını ve ıskalamayacağından emindi. Domuz kolerası hakkındaki metnin önemli yerlerini atladığında bir nokta bile kaçırmadığından emindi. Döner sandalyede oturan dengeli vücudundan sandalyenin arkasındaki desteğin dengesi kadar emindi. Kalben ve zihnen yaşantısı ve iş hayatı yani sahip olduğu her şeyden ve en önemlisi kendinden emindi.
Kendinden emin olmak için nedenleri vardı. Vücudu, zihni ve kariyeri bunu çoktan kanıtlamıştı. Zengin bir adamın oğlu olarak babasının parasını har vurup harman savurmadı. Doğma büyüme şehirliydi ama topraklarına geri döndü. O kadar başarılıydı ki besiciler ne zaman bir araya gelip sohbet ederlerse mutlaka ondan söz ederlerdi. Hiçbir ortağı olmaksızın iki yüz elli bin akre[7 - Akre: Yaklaşık bin kilometre kare (ç.n.)] toprağın sahibiydi. Bu toprakların değeri akresi bin dolar ile yüz dolar arasında, bazı kısımları ise akresi yüz dolar ile on sent arasında değişiyordu. Bazı uzantıları ise bir peni dahi etmiyordu. Künklü, drenajlı meralardan tarakla temizlenmiş sisli bataklıklara, yeni yollardan su kullanma haklarındaki gelişmelere, çiftlik evlerinden Büyük Ev’e kadar bir milyon akrenin çeyreğinde yapılan yeniliklere harcananlar, kırsal alanlar için nefes kesen, kavranamaz bir meblağ oluşturuyordu.
Son ayrıntısına kadar her şey büyük boyutlu ve moderndi. Yöneticileri kira ödemeksizin -beş ila on bin dolarlık evlerde-yaşıyorlardı. Maaşları ise yetenekleri oranındaydı. Atlantik’ten Pasifik’e kadar uzanan kıtada bu uzmanlar özel olarak seçiliyor, kaymak tabakayı oluşturuyorlardı. Düz arazilerde yapılacak tarım için kullanılacak benzinli traktörlerin siparişini büyük sayılarla veriyordu. Dağlardaki gölcükleri setle çevrelediğinde yüzlerce milyon galon suyu tutuyordu. Sisli bataklıklarındaki çukurları kapatmak yerine onları sulama kanalı hâline getirdi, peşin parayla muazzam büyük kazıcılar aldı, kendisine ait bataklıklarda işler yavaşladığında büyük komşu çiftliklerin arazi sahiplerinin ve şirketlerin Sacramento Nehri’nin yaklaşık yüz elli kilometresi boyunca uzanan bataklıklarının kurutma işleri için sözleşmeler yapıyordu.
İhtiyaçlarını bilecek kadar yeteri düzeyde zekâsı vardı ve en yetenekli zekâları satın alabilmek için güncel piyasanın üzerinde bir fiyat ödemesi gerektiğini de biliyordu. Satın aldığı zekâları yönetecek kadar zekiydi ve bu zekâlar ona kârlı sonuçlar getirecekti.
Üstelik henüz kırk yaşına girmişti. Zeki, iyi kalpli, candan, erkekçe ve güçlüydü. Ama gençliğine baktığınızda otuz yaşına kadar aşırı derecede kaygısız ve kararsızdı. On üç yaşındayken milyonlarca değerindeki evinden kaçmıştı. Yirmi bir yaşından önce kıskanılacak ölçüde kolej dereceleri kazanmıştı. Ama ondan sonra süslü limanlarla dolu denizleri çok iyi bilen biri olmuştu. Macera dolu vahşi dünyada serinkanlılıkla, sıcak bir kalple ve kahkahalarıyla cenneti vadeden her türlü riski göze almaya başladı. Sadelik ve sıkıcılık onun kanunlarında yer almıyordu.
San Francisco’nun eski günlerinde Forrest adı oldukça etkiliydi. Forrest malikânesi Nob Hill’de saray tarzı evlerin öncülüğünü yapmıştır. Buralarda Flood, Mackay, Crocker ve O’Brien gibi aileler ikamet etmekteydi. Babası “Şanslı” Richard Forrest eski New England’dan Isthmus üzerinden gelmişti. Ticarete meraklıydı. Ülkesini terk etmeden önce yelkenlerle ilgileniyordu. Onları inşa etmeye pek hevesliydi. Yeni topraklara varır varmaz sahil gayrimenkulü, nehirlerdeki buharlı gemileri, madenleri ve tabii ki daha sonraları Nevada Comstock’ın drenaj yapım işi ve Güney Pasifik’in inşasıyla ilgilendi.
Büyük oynadı, büyük kazandı, büyük kaybetti ama her zaman kaybettiğinden daha fazlasını kazandı. Kumar oyunlarında bir eliyle verdiklerini öbür eliyle geri aldı. Comstock’tan kazandıklarını Eldorado bölgesinde Daffodil Grubu’nun dipsiz kuyusunda batırdı. Benica Hattı’ndaki yıkımdan kalanı Napa Birleşim’e yatırdı. Cesaret edip buna girişmesi ona yüzde beş bin kazandırmıştı. Başlarda hızla büyüyen Stockton borsasının çökmesi sonucu kaybettiği paralar Sacramento ve Oakland’daki emlak piyasasındaki paha biçilmez ana varlıklarıyla fazlasıyla dengelendi.
Ve üstüne üstlük bir dizi felaketler sonucu “Şanslı” Richard Forrest her şeyini kaybettiğinde -San Francisco, Nob Hill’deki malikânesinin ne gibi bir fiyat aralığında satılabileceği tartışıladursun- Forrest madenci avansı çekerek Del Nelson ile Meksika’da maden arama işine girişti. Tarihte kayıtlara geçsin diye söylüyorum; sözü edilen Del Nelson’ın kuvars kristalini araması sonucunda Harvest Grup’un doğmasına neden olmuştu. Bunun yanı sıra Tattlesnake, Voice, City, Desdemona, Bullfrog ve Yellow Boy gibi olağanüstü ve yorulmak bilmeyen şirketler de devlet arazilerinde hak talep etmeye başladılar. Başarıları karşısında hayretler içinde kalan Del Nelson ise bir yıl içinde çok büyük miktarda ucuz viskinin içinde boğulmuş olarak bulundu. Hısım akrabası olup olmadığı belirlenemediği için kendi yarı hissesi olduğu gibi Şanslı Richard Forrest’a kalmıştı.
Dick Forrest babasının oğluydu. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ve cesaretiyle Şanslı Richard iki kez evlenmiş ve iki kez dul kalmıştı. Ne var ki çocuğu olmamıştı. 1872 yılında üçüncü evliliğini yapmıştı. Elli sekiz yaşındaydı. 1874 yılında eşi doğum yaparken ölmüştü. Beş buçuk kilo ağırlığında, fıçı gibi şişman ve boğuk sesli olan bu bebek bir sürü hemşire tarafından büyütülmek üzere Nob Hill malikânesine götürülmüştü.
Genç Dick erken gelişti. Şanslı Richard ise bir demokrattı. Sonuç: Genç Dick özel öğretmenden her şeyi bir yıl içinde öğrendi. İlkokula gitseydi bu süre üç yıla çıkacaktı. Böylece arta kalan birikmiş yıllarını açık havada oynayarak geçirdi. Ayrıca oğlanın erken gelişmesi ve babanın demokrat olması sonucu Genç Dick son yılında ilkokula gönderilmişti. Okulda işçilerin, tüccarların, meyhanecilerin ve politikacıların oğulları ve kızlarıyla sorumluluk sahibi bir demokrat gibi yetiştirilmesini istiyordu babası.
Sınıfta ezberden okuma ve heceleme yarışmalarında babası bir tuğla taşıyıcı olan matematik dehası Patsy Halloran ile girdiği rekabette babasının milyonları ona yardımcı olmuyordu. Dul annesinin manav dükkânı işlettiği heceleme ustası Mona Sanguinetti ile yaptığı yarışmalarda da babasının parası işlemiyordu. Ceketini çıkarıp eldivensiz, rauntsuz dayak yediğinde veya dayak attığında babasının milyonları ve Nob Hill malikânesi Genç Dick’in imdadına yine yetişmiyordu. Jimmy Boots, Jean Choyinsky ve diğer geri kalan çocuklarla büyük zorluklarla tecrübe sahibi olmuştu. İşin ilginç yanı birkaç yıl sonra bu deneyimsiz ama enerjik, önemsiz ama genç çocuklar bütün dünyayı gezerek şan, şöhret ve para içinde yüzdüler. Hepsi birer profesyonel boksör olmuşlardı ve ancak San Francisco’nun sokaklarından yetişebilirlerdi.
Şanslı Richard’ın oğlu için yaptığı en akıllıca şey ona demokratik eğitim sağlamasıydı. Genç Dick birçok hizmetkârın bulunduğu bir malikânede yaşadığını ve babasının çok güçlü ve onurlu olduğunu asla unutmadı ve bunları hep kalbinin derinliklerinde sakladı. Ne var ki Genç Dick iki bacaklı, iki yumruklu demokrasiyi de öğrenmişti. Mona Sanguinetti sınıfta heceleme yarışını kazandığında öğrenmişti. Berner Miller onu fazla kovaladığında veya Black Man’i koşarak geçerken daha çevik davrandığında da öğrenmişti.
Tim Hagan belki de yüzüncü kez sol eliyle Dick’in kanayan burnuna ve ezilmiş ağzına vuruyordu. Ayrıca karnına aldığı darbeler de işin içine karışınca Onu serseme çeviriyordu. Başı dönüyor, nefesi ıslık gibi çıkıyor ve yırtılmış dudakları arasında hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu, işte böyle zamanlarda da ne malikâne ne de banka hesapları yardımına koşuyordu. İki bacağı ve iki yumruğu vardı. Ya Tim ya da o kazanacaktı. İşte o anda kan ter içinde ve demir gibi bir kalple Genç Dick kaybedilmek üzere olan bir kavgada kaybetmemeyi öğrendi. İlk darbeyle zorlu mücadele başlamıştı. Birbirlerini dövemeyeceklerini anlayana kadar da pes etmediler. Ama orta yolu bulmadan önce ikisi bulantı ve yorgunluktan kendilerini yere atmış, birbirlerine olan hiddet ve isyankârlığı durmaksızın akan gözyaşları arasında ancak uzlaşmaya varmışlardı. Bu olaydan sonra yakın arkadaş olmuşlar ve okul bahçesindeki herkese hükmetmeye başlamışlardı.
Genç Dick, ilkokulu bitirdiği ay Şanslı Richard ölmüştü. Genç Dick on üç yaşındaydı, cebinde yirmi milyon dolar vardı ve ona sorun çıkarabilecek tek bir akrabası bile yoktu dünyada. Hizmetkârlarla dolu bir malikâne, bir yat, ahırlar ve aynı zamanda zengin ve lükse düşkün insanların gittiği, yarımadanın yakınlarında bulunan Menlo’da bir yazlığa sahip olmuştu. Bir şey ama tek bir şey ona sıkıntı veriyordu, o da korumalarıydı.
Bir yaz günü, büyük kütüphanede, koruma komitesiyle öğleden sonra ilk toplantısına girmişti. Üç kişiydiler, hepsi yaşlı başlı, hepsi başarılı, hapsi yasal ve hepsi babasının iş arkadaşlarıydı. Onlar açıklamada bulunurlarken Dick’in ilk izlenimi iyi niyetli olmalarına karşın onlarla temasta bulunmak istememesiydi. Sağduyusuna göre onlar çocukluklarını çoktan geride bırakmışlardı.
Bunun yanı sıra besbelliydi ki kaygılandıkları bu özel çocuğu hiç anlamıyorlardı. Dahası dünyada onun için en iyisini bilecek tek kişinin kendisi olduğuna karar verdi.
Bay Crockett uzun sayılabilecek bir konuşmaya başladığında Dick, onu dikkatle dinliyor, doğrudan kendisine hitap edildiğinde veya ilgi odağı olduğunda hemen kafasını sallıyordu. Messrs, Davidson ve Slocum’ın da söyleyecekleri vardı ve onları da aynı saygınlıkla dinledi. Diğer şeylerin yanı sıra Dick babasının ne derece kaliteli ve namuslu olduğunu öğrenmiş oldu. Bu üç beyefendinin karar verdikleri program sayesinde Dick de kaliteli ve namuslu yetişecekti.
Bitirmelerine yakın Dick de birkaç şey söylemeyi üzerine vazife edindi.
“Düşünüyorum da…” diyerek söze başladı. “Ben seyahate çıkmayı planlıyorum.”
“O daha sonraları olabilecek bir şey oğlum.” dedi Bay Slocum teselli edici şekilde. “Mesela, diyelim ki sen üniversiteye gitmeyi planladığında, yılın o zamanlarında yurt dışı çok güzel olur… Doğrusu hem de çok güzel.”
“Evet, öyle.” dedi Bay Davidson kendiliğinden araya girerek. Çocuğun gözlerindeki kızgınlığı fark etmişti. Bilinçsizce dudaklarını ısırıyor ve büzüyordu aynı anda. “Tabii bu süre içinde bazı gezilere çıkabilirsin, okul tatillerinde sınırlı ölçüde bazı seyahatler mesela. Eminim mesai arkadaşlarım bana bu konuda katılacaklardır. Tabii uygun bir idare ve aynı zamanda emin ellerde olman şartıyla neden olmasın. Yarıyıl tatillerine ufak tefek geziler sıkıştırabiliriz. Bu akla yatkın ve hem de yararlı olur.”
“Benim değerim ne kadar demiştiniz?” diye sordu Dick bariz bir ilgisizlikle.
“Yirmi milyon -o da en muhafazakâr tahminle- sanırım tutar bu civarda.” diye gecikmeden cevap verdi Bay Crockett.
“Diyelim ki ben şu an yüz dolar istediğimi söyledim!” diye devam etti Dick.
“Neden? Ah! Öhö, öhö…” Bay Slocum akıl almak için etrafındakilere bakındı.
“Bu parayı ne için istediğini sormaya mecbur kalırdık.” diye cevap verdi Bay Crockett.
“Ve diyelim ki…” doğrudan Bay Crockett’ın gözlerinin içine bakarak yavaş, yavaş devam etti Dick. “Diyelim ki üzgün olduğumu ve ne için istediğimi anlatma taraftarı olmadığımı söylesem ne dersiniz?”
“O zaman alamazdın bu parayı.” Bay Crockett o kadar hızlı konuştu ki aksiliğini ve tavırlarındaki soğukluğu hemen sezebilirdiniz.
Bu bilginin kafasına girmesine izin vermek istercesine kafasını yavaşça salladı.
“Ama biliyorsunuz ki, oğlum…” diye apar topar söze girdi Bay Slocum. “Parayı idare etmek için fazla genç olduğunu anlıyorsundur. Biz senin yerine karar vermeliyiz.”
“Yani sizin izniniz olmadan bir peniye dahi dokunamayacağımı söylüyorsunuz.”
“Bir peniye dahi!” diye tersledi Bay Crockett.
Dick düşünceli bir şekilde kafasını salladı ve sonra da mırıldandı. “Anlıyorum.”
“Tabii doğal olarak biliyorsun adil davranmalıyız, özel harcamaların için sana cep harçlığı vereceğiz.” dedi Bay Davidson. “Mesela haftada bir dolar, belki de iki dolar. Büyüdükçe bu cep harçlığının miktarı da yükselecek. Ve yirmi bir yaşına geldiğinde şüphesiz hukuki niteliklere sahip olacaksın ve tabii aldığın bazı tavsiyelerle kendi işlerini idare edebileceksin.”
“Ve ben yirmi bir yaşıma gelmeden yirmi milyon dolarımın yüz dolarını istediğim gibi harcayamayacağım, öyle mi?” diye sessizce sorguladı Dick.
Bay Davidson yatıştırıcı sözlerle ona yardım etmeye çalıştıysa da Dick, onun sessiz olması için elini salladı ve sözlerine devam etti.
“Anladığım kadarıyla elime geçen paranın idaresi, dördümüz arasında sağlanan anlaşmaya bağlı olacak, öyle değil mi?”
Koruma heyetindekiler kafalarını salladılar.
“Yani biz neye karar verirsek öyle olacak.”
Koruma heyetindekiler yine kafalarını salladılar.
“O hâlde şu anda yüz dolar istiyorum.” dedi Dick.
“Ne için?” diye sordu Bay Crockett.
“Size söylemekte sakınca görmüyorum.” diye sakince cevap verdi. “Seyahate çıkacağım.”
“Bu akşam saat sekiz buçukta yatacaksın.” diye sertçe cevap verdi Bay Crockett. “Ayrıca yüz dolar falan da almıyorsun. Sözünü ettiğimiz yardımcı kadın saat altıdan önce gelecek. Daha önce açıkladığımız gibi onun günlük ve saatlik işleri olacak. Her zamanki gibi saat altı buçukta yemeğini yiyeceksin. O da seninle yiyecek ve sonra seni yatağına yatıracak. Söylediğimiz gibi annenin yerini dolduracak bu kadın. Kulakların temiz mi, boynun yıkanmış mı gibi kontrolleri yapacak.”
“Ve cumartesi gecesi banyomu yaptığımı da kontrol edecek.” Dick sesini hafifçe yükseltmişti.
“Aynen öyle.”
“Siz ne kadar, daha doğrusu ben ne kadar ödüyorum bu kadına hizmetleri için?” diye her zamanki alışkanlığıyla telaşlı ve dokunaklı bir şekilde konuşmuştu Dick. Okul arkadaşları ve öğretmenleri bu huyunu zor yoldan öğrenmişlerdi.
Zaman kazanmak için Bay Crockett ilk kez boğazını temizledi.
“Ona ben ödeme yapıyorum, öyle değil mi?” diye kışkırttı Dick. “Benim yirmi milyon dolarımdan gidiyor bu paralar biliyorsunuz.”
“Babasının kopyası!” diyebildi Bay Slocum kendi kendine.
“Bayan Summerstone ki ona bu şekilde hitap etmelisin, ayda yüz elli ve yılda toplam bin sekiz dolar alıyor.” dedi Bay Crockett.
“Resmen paramı israf ediyorsunuz!” Dick içini çekti. “Ve buna hem yiyecek hem de kalacak yer ilave edilecek!”
Ayağa kalktı. Kuşaklar boyunca süregelen aristokratlar gibi değildi belki ama Nob Hill malikânesinde on üç yıl boyunca bir aristokrat gibi yetiştirilmişti. Ayağa öyle bir kalktı ki koruma heyeti de deri koltuklarından kalkarak onunla ayakta dikilmek zorunda kaldılar. Tanımadıklarıyla rahatça konuşabilen, kibar ve iyi giyimli bir erkek çocuğu idi. İnsan hayatının iki yüzlü ve çok yönlü olabileceğini iyi biliyordu. Hece yarışmasında Mona Sanguinetti’ye yenilmesi boşuna değildi. Tim Hagan ile yorulana kadar mücadele etmesi ve sonra da iki arkadaş olarak okul bahçesindeki diğer çocuklara sözlerini geçirmeleri de boşuna değildi.
Çılgın altın avcılarının tavan yaptığı 1849’da doğmuştu. Aristokrat olarak yetişmiş ve ilkokul eğitimi almış bir demokrattı. Büyümüş ve küçülmüş toy hâliyle bile sosyal sınıf ile çoğunluk arasındaki farkı bilebiliyordu. Her şeyden önce iradesini kullanarak bir şeyler gerçekleştirmeye çalışmasını ve sessizce kendini güvence altına almasını bu üç beyefendinin anlamalarını beklemek biraz zordu. Bu üç beyefendi ondan ve kaderinden sorumluydular. Onlar yirmi milyon dolarına daha fazla para katacaklarına yemin etmişlerdi ve ondan öyle bir adam yaratacaklardı ki kendilerinin bir kopyası olacaktı.
“İyi niyetiniz için teşekkür ederim.” Genç Dick üçüne genel olarak hitap etti. “Sanırım sizinle iyi geçineceğiz. Ne de olsa benim yirmi milyonum var ve siz de parayı değerlendirmekle yükümlüsünüz. İş dünyasıyla ilgili bir bilgim yok ve…”
“Ve bu parayı senin için çoğaltacağız, oğlum, hem de güvenli ve muhafazakâr yollarla.” diye söz verdi Bay Slocum.
“Borsa yok ama!” diye ikaz etti Genç Dick. “Babam sadece şanslıydı. Zamanın değiştiğini ve bir insanın eskiden aldığı riskleri artık almaması gerektiğini hep söylerdi.”
Bütün bu olan bitenden yanlış bir şekilde çıkarılacak sonuca göre herkes Genç Dick’in gaddar ve paragöz biri olduğunu varsayabilirdi. Oysaki tam aksine yirmi milyonunu hiç umursamayarak ve tenezzül etmeyerek sır gibi sakladığı düşünceler ve planlarla kafasını meşgul ediyordu. Öyle ki paraya verdiği değer, sarhoş bir denizcinin üç yıllık maaşını deniz kenarlarında saçmasına eş değerdeydi.
“Ben sadece küçük bir oğlanım.” diye devam etti Genç Dick. “Ama siz beni daha tanımıyorsunuz. Zaman ilerledikçe birbirimize alışacağımıza eminim ve tekrar teşekkür ederim.”
Nob Hill malikânesindeki lortlar erken yaşlarda reverans yapmayı öğrenirler. Dick önce duraksadı sonra da kısa ama görkemli bir reverans yaptı üçüne. Duraksaması toplantının bittiğine işaretti. Gitmelerine izin vermesi bile korumalarında etkili olmuş ve bu da hiçbirinin gözünden kaçmamıştı. Babası gibi hepsi lort olan bu beyler kafaları karışık ve şaşkın bir hâlde oradan ayrıldılar. Büyük taş merdivenlerden yolun aşağısında bekleyen at arabasına doğru giderlerken Messrs, Davidson ve Slocum şaşkınlıklarını öfkeye dönüştürme noktasına kadar gelmişlerdi. Fakat aksi, huysuz Bay Crockett mest olmuşçasına homurdanmaya başladı. “Anasının gözü! Şu işe bak! Anasının gözü!”
At arabası onları Pasifik Sendikası Kulübü’nün önüne bırakmıştı. Orada bir saat daha Genç Dick Forrest’ın geleceğini ciddiyetle tartıştılar, şanslı Richard Forrest’ın onlara güvenmekle oluşan sadakatları için bir kez daha yemin ettiler. Atların geçişi için fazla dik ve boşluklarda çimlerin yetiştiği asfaltlı yollardan Genç Dick yokuş aşağı yayan olarak aceleyle koşturdu. Yüksek arazileri geride bıraktığında zenginlerin malikâneleri ve engin toprakları aniden yok oluyor, işçi sınıfının sefil sokakları ve ahşaptan yapılmış evlerinin oluşturduğu kalabalık mahalleler ortaya çıkıyordu. 1887 San Francisco’su gecekonduları ve malikâneleri harmanlamıştı, tıpkı Avrupa’nın eski şehirleri gibi. Herhangi bir Orta Çağ şatosu gibi, temelinde sığınak ve barınak sağlayabilen, Nob Hill yükseliyordu. Ortak yaşam biçiminin kargaşası ve sıradan insanlardan uzaktaydı.
Genç Dick bir köşe marketinin dibinde durdu. Buranın ikinci katı, bir polis olmanın avantajlarıyla ayda yüz dolar alan Kıdemli Timothy Hagan’a kiralanmıştı. Ayda kırk ya da elli dolar ile ailelerini geçindirmeye çalışan birçok kişiye göre şu anda ikamet ettiği ev pahalı sayılırdı.
Genç Dick anlamsız yere tel sürgüsü olmayan açık pencerelere doğru ıslık çaldı. Ast Tim Hagan evde değildi. Zatan Genç Dick ıslık çalarken nefesini fazla tüketmemişti. Tim Hagan’ın yakınlarda gidebileceği yerleri tahmin etmeye çalışırken elinde kapaksız bir konserve kutusu ve onun içinde de köpüklü sıcak bira ile Tim köşeden çıkageldi. Bir selam homurdandı Tim. Genç Dick de onun selamına aynı kabalıkla karşılık verdi. Sanki kısa bir süre önce o muhteşem şehrin en zengin üç tüccarıyla bir lort gibi vedalaşmamış, onları büyük bir kibarlıkla yanından göndermemiş gibiydi. Yirmi ve sürekli artan milyon dolarların sahibi olarak ne ses tonunda en ufak bir ihaneti ifşa ediyor, ne de aksi homurdanmasında en ufak bir belirtiyi ima ediyordu.
“Baban öldüğünden beri seni görmüyorum.” dedi Tim Hagan.
“Eh, beni şimdi görüyorsun ya.” diye karşılık verdi Genç Dick. “Bana bak Tim, seninle bir iş konusunda konuşmak için geldim.”
“Şu birayı benim yaşlı adama vereyim de önce.” dedi Tim, teneke kutu içindeki köpüğü deneyimli gözlerle incelerken. “Eğer köpüksüz götürürsem kıyametleri koparır.”
“Biraz sallarsan olur, biter.” diye onu rahatlattı Genç Dick. “Sadece bir dakikanı alacağım. Bu akşam yola çıkıyorum. Benimle gelmek ister misin?”
Tim’in küçük, mavi, İrlandalı gözleri merakla parladı.
“Nereye?” diye sordu.
“Bilmiyorum, gelmek istiyor musun? Eğer geleceksen yola çıktıktan sonra da konuşuruz. İşin yolunu yordamını biliyorsun. Ne diyorsun?”
“Benim adam beni öldüresiye döver.” diye karşı çıktı Tim.
“Daha önce de dövdü. Çok bir şey de kaçırmış sayılmazsın.” Genç Dick duyarsızca cevabı yapıştırdı. “Evet de ve bu akşam saat dokuzda Ferry Binası’nın orada buluşalım. Ne diyorsun? Ben orada olacağım.”
“Diyelim ki gelmedim?” diye sordu Tim.
“Ben yine de gideceğim.” Genç Dick ayrılıyor gibi yapıp sonra da ilgisizce durdu. Arkasına bakmadan, “Gelsen iyi olur.” diye seslendi.
Aynı duyarsızlıkla cevap verdi birayı sallarken, “Ah, tamam, orada olacağım.”
Genç Dick, Tim Hagan’dan ayrıldıktan sonra bir saatini dolu dolu geçirdi. Slovakyalı okul arkadaşı Marcovich’i arıyordu. Babasının şehirde en lezzetli, yirmi sentlik yemeğini servis yapmakla ünlü bir lokantası vardı. Genç Marcovich’in, Genç Dick’e iki dolar borcu vardı. Genç Dick ödemeyi bir dolar kırk sent olarak almaya razı oldu ve borcu sildi.
Biraz çekinerek ve endişe ile Genç Dick Montgomery Caddesi’nde gezinmeye başladı. İşlek caddenin tefecilerle bezenmiş birçok dükkânı arasında kararsız kaldı. En sonunda çaresizlikten birinin içine dalarak sekiz dolar ve bir bilet karşılığında en az elli dolar değerindeki altın saatini değiş tokuş yapmayı başardı.
Nob Hill malikânesinde akşam yemeği saat altı buçukta servis ediliyordu. Saat altı kırk beşte eve ulaştığında Bayan Summers-tone ile karşı karşıya geldi. İri yarı, yaşlıca, çökmüş ve nazik bir kadındı. Yetmişlerin ortalarında finansal kriz ile bütün Pasifik sahilini sarsmış ünlü Porter Rickington ailesinin kızıydı. İri yarı yapısına rağmen, kendi deyimiyle, yıpranmış sinirlerinden ıstırap çeliyordu.
“Bu hiç olmadı Richard, hiç olmadı!” diye çocuğu suçladı. On beş dakikadır akşam yemeğin seni bekliyor ve sen hâlâ ne ellerini ne de yüzünü yıkadın.”
“Çok özür dilerim Bayan Summerstone.” diye üzüntüsünü belli etti Genç Dick. “Sizi bir daha asla bekletmeyeceğim. Hatta sizi bir daha asla rahatsız etmeyeceğim.”
İhtişamlı akşam yemeğinde ikisi büyük yemek odasında otururken onun maaşını kendisinin ödediğini bilmesine rağmen Genç Dick, onu fazla yormamaya çabaladı. Bir ev sahibi bir misafirine nasıl davranıyorsa öyle davranmaya çalıştı.
“Burada çok rahat edeceksiniz.” diye söz verdi Dick. “Hele bir yerleşin. Burası güzel bir evdir ve birçok hizmetkâr burada çalışıyor.”
“Ama Richard…” dedi gülümseyerek fakat ciddiyetle. “Benim buradaki mutluluğumu hizmetkârlar sağlamayacak. Siz sağlayacaksınız.”
“Elimden geleni yapacağım.” dedi Dick kibarca. “Hatta daha iyisini yapacağım. Akşam yemeğe geç geldiğim için gerçekten üzgünüm. Önümüzdeki yıllarda benim geç geldiğimi bir daha asla görmeyeceksiniz. Sizi hiç rahatsız etmeyeceğim. Göreceksiniz. Bu evde sanki hiç yaşamıyormuş gibi davranacağım.”
İyi geceler dileyip yatak odasına gitmeden aklına son bir şey geldi ve ekledi:
“Sizi bir konu hakkında ikaz etmek zorundayım. Ah Sing -ahçımız- yıllardır bizimle, ah ne bileyim, belki yirmi beş belki de otuz yıldır babam için yemek hazırlamıştır. Hatta bu ev inşa edilmeden ya da ben doğmadan önce bile. O ayrıcalıklıdır. Kendi bildiğini okumaya o kadar alışık ki ona çok nazik davranmalısınız. Ama bir kez sizi sevdi mi sizi mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapar. Beni de çok sever. Eğer sizi sevmesini sağlarsanız burada çok eğlenceli vakit geçirirsiniz. Ve dürüstçe söylüyorum, ben de size hiç sorun yaratmayacağım. Ben de burada yokmuşum gibi davranıp hiç huysuzluk etmeyeceğim.”

5. BÖLÜM
Akşam saat dokuzda dakikası dakikasına bulabildiği en eski giysilerini giyerek Genç Dick, Ferry Binası’nda Tim Hagan ile buluştu.
“Kuzey’e gitmenin anlamı yok.” dedi Tim. “Orada kış çabuk gelir ve uyumamızı zorlaştırır. Doğu’ya gitmeye ne dersin? Nevada ve bütün çölleri görürüz.”
“Başka yer yok mu?” diye sordu Genç Dick şüpheyle. “Güney’e gitsek ne olur? Los Angeles, Arizona ve Meksika’ya gidebiliriz. Hatta Teksas’ı bile görebiliriz.”
“Kaç paran var?” diye ısrar etti Tim.
“Neden soruyorsun?” Genç Dick karşı atak yaptı.
“Buradan bir an önce gitmemiz gerekiyor ve başlangıçta paramızı kullanarak kaçarsak daha hızlı yol alırız. Bana bak, ben birinci sınıf giyinmişim ama sen öyle giyinmemişsin. Seni arayanlar bayağı gürültü patırtı çıkaracaklar. Sopa ile silkeleyebileceğinden daha fazla dedektifler peşine düşecekler. Onları atlatmamız gerek. Öyle yapmalıyız, evet.”
“O zaman biz de onları atlatırız.” dedi Genç Dick. Bir iki gün oraya buraya kısa geçişler yaparız, göze batmamaya çalışırız ve Tracy’e gidene kadar yol masraflarımızı öderiz. Sonra hiçbir şeye para vermeden Güney’e kaçarız.”
Düzenledikleri bu programı özenle yerine getirdiler. Yolculuğun parasını ödeyerek en sonunda Tracy’e ulaştılar. Bundan altı saat önce ise yerel şerif yardımcısı trenleri arama görevine son vermişti. Fazla tedbirli davranan Genç Dick Tracy’den de öteye Modesto’ya kadar tren ücretini ödedi. Ondan sonra Tim’in telkiniyle bir daha yolculuk için ödeme yapmadı. Onun yerine bagajların arasında saklanarak veya kapalı yük vagonları ve lokomotif mahmuzunun içine gizlenerek yollarına devam ettiler. Genç Dick gazete alıyor ve Forrest’ın milyonlarına sahip olan genç varisin kaçırılmasındaki dehşet verici hikâyeyi Tim’e okuyor ve onu korkutuyordu.
San Francisco’da ise Koruma Heyeti gözetim altındaki varisi için toplamda otuz bin dolar ödüller koyuyordu. Bir su tankının yanındaki çimlere uzanan Tim Hagan da aynı yazıyı okuyordu. Genç Dick’in kişiliğini düşündü. Arkadaşı için onurun maddiyatın ötesinde önemli olduğu ve yaşadığı yer ya da sahip olduğu servetin hiçbir değerinin olmadığını biliyordu. Yüksek bir arazide bir malikânede yaşıyor olabilirdin ya da düzlük bir yerde bir marketin üzerindeki bir konutta.
“Ah!” dedi Tim kırlara doğru göz gezdirirken. “O otuz bin dolar için seni ispiyonlasam herhâlde benim moruk sorun çıkarmazdı. Bunu düşünmek bile beni korkutuyor.”
Tim’in bu konuyu açık açık dile getirmesiyle Genç Dick de fikrini söyleyip bir polisin oğlunun ona asla ihanet etme ihtimalinin olmadığını açıkladı.
Altı hafta sonrasına kadar Genç Dick bu konuyu bir daha açmadı. Arizona’daydılar.
“Bak Tim!” dedi. “Benim bolca param var. Her dakika çoğalıyor ve ben bir sentini dahi harcayamıyorum, gördüğün gibi. Ama Bayan Summerstone benden yılda net bin sekiz yüz dolar alıyor, üstelik benim evimde kalıyor ve benim arabalarımı kullanıyor. Oysa seninle ben itfaiye erlerinin kamaralarındaki arta kalanları yemekten memnunuz. Her neyse benim param sürekli yükseliyor. Yirmi milyon doların yüzde onu ne kadardır?”
Tim Hagan çölün parlayan sıcaklık dalgasına gözlerini dikti ve bu matematik problemini çözmeye çalıştı.
“Yirmi milyonun onda biri kadardır?” Genç Dick sinirlenerek sordu.
“Hımm! İki milyon tabii.”
“O zaman yüzde beş yüzde onun yarısı eder. Yirmi milyon yüzde beş faizle ne kadar kazandırır?”
Tim duraksadı.
“Yarısı iki milyonun yarısı!” diye bağırdı Genç Dick. “Bu orana göre ben her yıl bir milyon daha zenginleşiyorum. Bunu unutma ve beni iyi dinle. Geri dönmek için hazır olduğumda -ama bu yıllar yıllar sonra- her şeye baştan başlarız: Sen ve ben. Sana söylediğimde babana mektup yazacaksın. Beklediğimiz yere bir koşu gelir, beni alır ve arabayla geri götürür. Sonra otuz bin dolarlık ödülü korumalarımdan alır, polis kuvvetlerinden ayrılır ve büyük ihtimalle meyhane açar.”
“Otuz bin dolar çok para.” Tim’in bu kendine özgü umursamaz tavrı aslında minnettarlığını belli ediyordu.
“Benim için değil.” Genç Dick cömertliğini küçümsemedi. “Otuz üç tane otuz bin bir milyonun içinde var ve bir milyon paramın bir yıllık cirosu eder.”
Ama Tim Hagan babasının bir meyhane açtığını hiç göremedi. İki gün sonra, çocuklar o işi yapmayacak kadar akıllı davranması gereken bir frenci tarafından boş bir yük vagonundan bir viyadükte kovuldular. Köprünün ayaklarında kuru, dar ve derin bir vadi vardı. Genç Dick yirmi metre aşağıdaki kayalıklara baktı ve tereddüt etti.
“Köprüde yer var.” dedi “Ama ya tren harekete geçerse?”
“Hayır, hareket etmeyecek, zamanınız varken kaçın!” dedi frenci. “Diğer taraftan motora su verilecek. Her zaman burada su doldurulur.”
Ne var ki motora su verilmedi. Resmî soruşturmanın kayıtlarında mühendis tankın içinde suya rastlamamıştı. Susuz devam etmişti yoluna. İki oğlan yük vagonunun yan kapısından güç bela dışarı çıkabilmişlerdi ve tren ile uçurum arasındaki dar geçitten birkaç adım atabilmişlerdi ki tren hareket etmeye başladı. Algı ve ayar konularında kendinden emin Genç Dick hemen elleri ve dizleri üzerine çömeldi, böylece daha geniş bir alanda daha rahat tutunabilmiş yük vagonlarının çıkıntılarının altına eğilebilmişti. Tim ise algılama ve ayarlama konusunda onun kadar hızlı değildi. Bir yandan da Kelt[8 - Kelt: Cesur, savaşçı. (ç.n.)] öfkesine kapılmıştı. Bu nedenle elleri ve dizleri üzerine çömeleceğine frenciye bağırmak için dimdik ayakta kaldı. Korkunç sözler, Kelt ataları gibi hiddetli sözler sarf edecekti frenciye.
“Aşağı eğil! Aşağı!” diye bağırdı Genç Dick.
Ama maalesef o fırsatı kaçırmıştı. Son sürat yokuş aşağı giden motor hızlanarak trene yetişti. Arkasında hava boşluğu ve altında uçurum, Tim hareket eden vagonları karşısına alarak elleri ve dizleri üzerine çömelmeye çabaladı. Vagonla ilk teması omuzlarında bükülmeye neden oldu ve bu yüzden neredeyse dengesini kaybedecekti. Şans eseri dengesini yeniden sağlayabildi. Dik durdu ama tren gitgide daha da hızlanıyordu çömelmesi artık imkânsızdı.
Genç Dick çömelmiş ve tutunarak onu izliyordu. Tren bayağı yol almaya başlamıştı. Vagonlar süratleniyorlardı. Tim serinkanlılıkla arkası uçuruma, yüzü geçen vagonlara dönük hâlde, kolları yanlarında, onu ayakta tutan sadece ufak bir alan ayaklarının altında, kâh dengesini sağlıyor kâh sallanıyordu. Tren daha da hızlı hareket ettikçe o da daha çok sallanıyordu, ta ki bütün gücünü harcayarak kendisini kontrol altına alana dek. Nihayet sallanması son buldu.
Ve her şey iyi ve hoş olacaktı eğer o tek vagon olmasaydı. Genç Dick onun hızla geldiğini gördü ve ne olacağını biliyordu. Diğer tren vagonlarından daha geniş on beş santimlik bir çıkıntı oluşturuyordu. Adı saray at arabasıydı. Tim’in o vagonu gördüğünü fark etti Dick. Tim’in kendisini olumsuz bir şeye hazırlamak üzere dengesini kurmaya çalıştığı dar alandan o, on beş santimlik beklenmedik çıkıntıyı karşılamak üzere olduğunu gördü. Tim’in yavaş yavaş ve ne yaptığını bilerek dışarı doğru uzandığını, uzanabileceği en uzak noktaya ulaşmaya çalıştığını gördü. Ama bu yeterli değildi. Sonuç fiziksel olarak kaçınılmazdı. İki buçuk santim, sadece iki buçuk santim daha gidebilseydi Tim kurtulacaktı. İki buçuk santim daha uzanabilseydi vagondan darbe almadan düşecekti. İşte o iki buçuk santimlik aralıkta onu yakaladı ölüm ve gerisin geriye fırlatarak yan döndürdü. Başını ve boynunu kayalıklara çarpmadan önce iki defa fırıl fırıl dönerek yana doğru fırlatıldı.
Çarpmadan sonra bir daha hiç hareket etmedi. Yirmi metre yükseklikten düşmesiyle boynu kırıldı, kafatası ezildi. İşte tam bu sırada Genç Dick ölümün ne olduğunu öğrendi. Uygarlığın getirdiği, doğru düzgün olmayan ölümler; doktorların hemşirelerin ve anestezi uzmanlarının acı çekeni karanlığa doğru uğurlarken rahatlatması ve merasim, görevler, çiçekler, cenaze işleri kurumunun hepsinin iş birliği ile mutlu bir veda ve öleni onun için ayrılmış alana göndermesi… İşte bu şekilde ölümün ne olduğunu öğrenmeliydi Dick. Ama ani ölümler, ilkel ölümler, çirkin ve sade ölümler -mezbahada bir dananın katledilmesi ya da şişman bir domuzun şah damarının kesilmesi gibi- olmamalıydı. Genç Dick, daha da fazlasını öğrendi: Yaşam ve kaderin aksi rastlantıları, insanoğluna düşman olan evreni, ayrımsamayı harekete geçmeyi, görmeyi ve öğrenmeyi, emin ve hızlı olmayı, canlıları ilgilendiren güçler dengesinin aniden değişebileceğini ve ona uyum göstermeyi. Ve tam oradayken, bir dakika önce arkadaşı olan o tuhaf büzülmüş ve küçülmüş kalıntının yanında duran Genç Dick yalanı hiçe saymayı ve gerçeğin asla yalan olmadığını öğrendi.
Meksika’da Rosewell’in kuzeyinde Pecos Vadisi’nde Genç Dick amaçsızca dolaşırken kendisini Jingle Bob Çiftliği’nde buldu. Henüz on dördünde bile değildi ve çiftliğin maskotu oluvermişti. Yasal evraklarda meşru imzalarıyla Wild Horse, Willie Buck, Boomer Deacon ve High Pockets gibi gerçek kovboylar tarafından “sahici” bir kovboya dönüştürülmüştü.
Yumuşak mizaçlı kolay kolay kırılmayan Genç Dick, bu çiftlikte kaldığı altı aylık dönem sırasında atlar, binicilik ve aynı zamanda kaba saba, terbiye görmemiş erkekler konularında epey bilgi sahibi oldu. İşte bu dönem ona hayat tecrübesi kazandırdı. Örneğin Bosque Grande de Jingle Bob’un sahibi John Chisum vardı ve uzakta Black River ve onun da ötesindeki diğer sığır çiftlikleri de vardı. Çiftliğin gelişeceğini öngören John Chisum sığır kralıydı. Dağlık alanlar yerine dikenli teller ile çevreledi çiftliğini ve bunu yapmaya yönelik olarak içinde su bulunan her biri yüz altmış bin metrekarelik alanlar satın aldı. Ayrıca milyonlarca akre bitişik alanları da avanta olarak aldı çünkü sulama sistemleri kendi kontrolünde olmazsa bu arazilerin değeri yoktu. Kamp ateşi ve yük arabalarının etrafında toplanıp yaptıkları sohbetler sırasında John Chisum’un öngördüğü ama ayda kırk dolara razı olan kovboyların öngöremediği şeyleri öğrendi. Binlerce yaşıtı John Chisum için düşük maaşla çalışırken onun neden ve nasıl sığır kralı olduğunu da öğrendi Genç Dick.
Ne var ki Genç Dick soğukkanlı değildi. Onun kanı kaynıyordu. Tutkuları vardı. İçindeki ateş yanıp tutuşuyordu ve erkeklik gururu vardı. Yirmi saat eyer üzerinde kalmaktan neredeyse ağlayacak hâle gelmişti. Vücudunun her köşesindeki ağrıları görmezden gelmeyi öğrendi, akşam olup da battaniyelerin altına girdiğinde sessizce acıya katlanabildiği ve dayanabildiği için kendisiyle övünüyordu ta ki aynı yolları tekrar aşındırmak zorunda kalıncaya kadar. Ona dayatılan atın üzerine bindi -gece sürüsüyle çıkmak konusunda ısrar etmişti- üzerinde uçuşan muşamba yağmurluğu ile panikle bir yere kaçışan sürüsünü doğru yola çevirirken Genç Dick de kararsız kalmanın en ufak bir izi dahi yoktu. Risk alabilirdi. Risk almaya bayılıyordu. Ne var ki böyle zamanlarda yerine getirmesi gereken sorumlulukları asla yapmamazlık etmedi. Erkeklerin narin olduklarını ve sert kayalıklarda kolayca bir yerlerini yaralayabileceklerinin ya da tepinen toynakların altında kalabileceklerinin farkındaydı. Bir gün bir at binmeyi reddetti ama hayvanın bacakları aniden ona bir şekilde dolandı ve Genç Dick tökezledi. Vücudunun herhangi bir yerinin çatlamasından korktuğundan değil, sadece bir yerine zarar gelecekse daha sonraları John Chisuma’nın da söylediği gibi “masrafların karşılanmasını” istediğini açıklamıştı.
Jingle Bob’da ikamet ederken Genç Dick korumalarına bir mektup yazdı. Şikagolu bir sığır yetiştirici tarafından postaya verilmişti. Çok dikkatli davranarak zarfın üzerine “Ah Singe” diye yazmıştı. Sahibi olduğu yirmi milyon dolar onun pek derdi olmadığı hâlde Genç Dick bu paraları hiç unutmadı ve arazilerinin İngiltere’ye yerleşme kararı alan uzak akrabaları tarafından paylaşılmasından korktuğu için korumalarına hâlâ hayatta olduğunu ve birkaç yıl içinde evine döneceğini haber verdi. Ayrıca Bayan Summerstone’a maaşını düzenli ödemeleri için talimat verdi.
Ama Genç Dick bulunduğu yerden uzaklaşmak istedi. Altı aydır Jingle Bob’daydı ve bu sürenin gereğinden fazla olduğuna karar verdi. Boş gezenin boş kalfası olarak Amerika’da oradan oraya sürüklendi. Güvenlik görevlilerini, polis hâkimlerini, göçebe kanunlarını ve hapishaneleri öğrendi. Ve birinci elden serseriler, gezgin işçiler ve adi suçlular ile tanıştı. Bütün bunların yanı sıra çiftlikler gördü, çiftçiler ile tanıştı. Hatta bir keresinde New York’tayken Amerika’da ilk defa kurulan siloları yaşama geçiren Hollandalı bir çiftçi için bir hafta boyunca böğürtlen topladı. Edindiği bilgilerin hiçbiri araştırma ruhuyla öğrenilmemişti. Onda sadece küçük bir oğlan çocuğunun merakı vardı ve kafasının içinde insan doğası ile sosyal yaşam hakkında çok fazla bilgi toplamıştı. Bu bilgiler gelecek yıllarda ona çok faydalı olacak ve kitapların yardımıyla bütün bu öğrendiklerini sindirecek ve sınıflandıracaktı.
Yaşadığı maceralar ona zarar vermiyordu. Orman kamplarında tanıştığı hapishane kıdemlileriyle bile zaman geçirdi ve onların görgü kuralları hakkındaki düşünceleriyle hayat felsefelerini dinlediğinde hiç etkilenmemişti. O, bir gezgindi ve onlar da yabancı bir tür. Yirmi milyonun güvencesiyle çalmak ya da birilerini soymak için ne ihtiyacı ne de özendirilmeye lüzum vardı. Değişik şeyler ya da değişik yerler onun ilgisini çekiyordu çekmesine de onu alıkoyacak ne bir yer ne de bir ekmek kapısı vardı. Görmek istiyordu, daha çok ve daha çok ve görmeye devam etmek istiyordu.
Üç yılın sonunda neredeyse on altısına girecekken elli dokuz kilo ağırlığında ve daha güçlü bir vücuda sahipken eve gitmenin zamanının geldiğini ve kitaplarını açıp çalışmayı tasarladı. Böylece ilk uzun yolculuğunu yapacaktı. Yelkenli ticaret gemisine bir oğlan çocuğu olarak adını yazdırdı. Delaware Dalgakıran’ından Horn’un etrafından dolaşıp San Francisco’ya ulaşacaktı. Yüz seksen gün süren zorlu bir yolculuktu fakat bittiğinde dört buçuk kilo daha ağırdı.
Kapıdan içeri girdiğinde Bayan Summerstone çığlık atmış ve onun kimliğinin saptanması için mutfaktan Ah Sing’in çağrılması gerekmişti. Bayan Summerstone ikinci kez çığlık attı. Bu sefer onunla tokalaştığında oldu. Genç Dick urgan tutmaktan nasırlaşmış elleriyle sertçe onun elini kavradığında kadının hassas cildi tahriş olmuştu.
Çekingendi, apar topar ayarlanan toplantıda korumalarını selamlarken mahcup görünüyordu. Fakat bu onu dobra dobra konuşmaktan alıkoymadı.
“Artık dediğim gibi olacak.” dedi Genç Dick. “Ben budala değilim. Ne istediğimi biliyorum ve istediğimi de alacağım. Bu dünyada yalnızım. Tabii sizin gibi arkadaşlarımın dışında kimsem yok. Kendime ait fikirlerim var ve ne yapmak istediğimi biliyorum. Herhangi birine karşı görev anlayışıyla geri dönmedim eve. Döndüm çünkü zamanı gelmişti ve kendime karşı görev anlayışım vardı. Üç yıl boyunca dolanıp durdum ve çok daha iyi durumdayım. Artık kendi düşünceme göre eğitimime devam etmeliyim, yani demek istediğim kitaplarla olan eğitimime.”
“Belmont Akademisi.” diye önerdi Bay Slocum. “Sizin için çok uygun bir üniversite olacağına…”
Dick kararlılıkla kafasını salladı.
“Orada eğitimimi tamamlamam üç yılımı alır. Bu lise için de geçerli. Bir yıl içinde Kaliforniya Üniversitesine gitmekte kararlıyım. Bu çalışmak demek, zihnim asit gibi… Canla başla ders çalışacağım. Bir özel öğretmen tutacağım, belki de yarım düzine, kim bilir ve onunla gideceğim. Ve bu öğretmenleri kendim tutacağım; gerektiğinde işe alacağım, gerektiğinde kovacağım. Bu da demek oluyor ki para meseleleriyle ilgilenmeliyim.”
“Ayda yüz dolar.” diye önerdi Bay Crockett.
Dick kafasını salladı.
“Üç yıldır param olmadan kendime bakabildim. Düşünüyorum. Yine de kendime bakabilirim ama burada San Francisco’da paramın bir miktarını istiyorum. Ticari işlerle meşgul olmak niyetinde değilim henüz ama bir banka hesabım olsun istiyorum. Hem de hatırı sayılır miktarda. Neye ve nasıl uygun görürsem öyle harcamak istiyorum.”
Korumalar dehşete düşmüş hâlde birbirlerine baktılar.
“Çok saçma. İmkânsız!” diye söze başladı Bay Crockett. “Buralardan ayrılmadan önceki gibi mantıksız davranıyorsunuz.”
“Bu da benim tarzım sanırım.” Dick iç çekti. “Param ile ilgili anlaşmazlıklar yaşamıştık. O zamanlar yüz dolar istemiştim.”
“Bizim durumumuzu bir düşünün Dick.” diye ısrarcı davrandı Bay Davidson. “Korumalar olarak on altı yaşındaki bir çocuğa para konusunda sınırsız hareket özgürlüğü verirsek, bu nasıl bir tepki alır başkalarından?”
“Şu anda Freda’nın değeri nedir?” Dick gelişigüzel sordu.
“Her zaman yirmi bine satılabilir.” diye cevap verdi Bay Crockett.
“O zaman satın onu. Benim için çok büyük ve her geçen yıl değeri sürekli düşüyor. Koylarda rahatça gezebilmek için dokuz metrelik tekne istiyorum. Bu da bin dolar dahi etmez. Freda’yı satın ve parasını hesabıma yatırın. Şimdi siz, üçünüz bu parayı kötü kullanacağımdan korkuyorsunuz; içki içeceğimi, at yarışlarında oynayacağımı ve koru kızlarıyla har vurup harman savuracağımı düşünüyorsunuz. Bu konuda içinizi ferahlatmak için bir öneride bulunacağım. Dördümüz için ortak vadesiz hesap olsun. Benim bu parayı kötüye kullandığıma karar verdiğiniz an bakiyeyi hemen çekersiniz. Bu arada ek bilgi vermek amacıyla size şunu da söyleyeyim. Bir iş uzmanını buraya getirteceğim ve işin mekanik tarafıyla yani benim ihtiyacım olan bütün bilgilerle beni eğitmesini sağlayacağım.”
Dick itiraz etmelerini beklemedi, konunun mutlak olarak değişmezliğini varsayarak devam etti.
“Menlo’daki atlar ne durumda? Neyse boş verin. Ben onlara göz atıp hangilerini tutacağıma karar veririm. Bayan Summerstone buradaki işine devam edecek. Evin yetkilerini ona veriyorum. Çünkü ayrıntılarıyla planladığım çok işim var. Size söz veriyorum, özel işlerim için bana sınırsız hareket özgürlüğü verdiğiniz için asla pişman olmayacaksınız. Evet, son üç yıldır neler yaptığımı öğrenmek istiyorsanız size hikâyemi anlatmaya hazırım.”
Dick Forrest, zihninin asit gibi olduğunu ve canla başla çalışacağını söylediğinde haksız sayılmazdı. Böylesi bir eğitimin var olduğunu söylemek zordu. Tavsiye almadan her şeyi kendisi yönlendirdi. Zeki insanların nasıl işe alınacağını babasından ve Jingle Bob’daki John Chisum’dan öğrenmişti. Kamp ateşi ile at arabası etrafında toplanıp uzun uzun sohbet eden çobanların yanında sessizce oturup düşünmeyi öğrenmişti. İsim ve görev yerlerini araştırarak profesörler, üniversite rektörleri ve finansal yönetim alanında eğitilmiş iş adamlarıyla görüşmeler gerçekleştirdi. Saatlerce onların konuşmalarını dinledi, nadiren konuştu, nadiren soru sordu, sadece onların sunduklarını dinledi. Birkaç saat içinde onlardan bir fikir ya da bir bilgi öğrenmenin memnuniyeti içindeydi ve ne tür ve nasıl bir eğitim alacağına karar vermesindeki yardımlarına minnettardı.
Sıra özel öğretmenlerini tutmaya gelmişti. Hiç böylesine işe alma ve işine son verme, kiralama ve kovma yaşanmamıştı. Bu konuda kesinlikle alçak gönüllü davranmıyordu. Bir aylığına ya da üç aylığına ücret karşılığında tek bir kişiyi işe alabiliyorken diğer taraftan da ilk günden ya da ilk haftadan bir düzine çalışanı da kovabiliyordu. Onun eğitimi için onlar belki bir saatlerini bile harcamamışken yine de işten kovulanlara bir aylık maaşlarını takdim etmekten geri kalmıyordu. Bunları adil ve asilce yapıyordu çünkü adil ve asil davranmak için parası yetiyordu.
İtfaiye erlerinin kamaralarından artıklarını yiyen ama aynı zamanda su deposunun orada yahni yemeğini küçümseyen o, paranın değerini adam akıllı öğrenmişti. Her şeyin en iyisini satın alıyordu çünkü en ucuzu olduğundan emindi. Bir yıl süreliğine lise kimyası ve lise fiziği alması üniversiteye girmesi için gerekliydi. Cebir ve geometri derslerine çalışırken Kaliforniya Üniversitesinin Fizik ve Kimya Bölümlerinin başkanlarını aradı. Profesör Carey ona kahkahalarla güldü… Ama ilk başta.
“Sevgili oğlum…” diye başladı söze Profesör Carey.
Dick sabırla onun konuşmasını bitirmesini bekledi. Sonra da Dick başladı ve sadede geldi.
“Ben bir ahmak değilim, Profesör Carey. Lise ve akademi öğrencileri hep çocuk. Dünyayı tanımıyorlar. Ne istediklerini bilmiyorlar. Her şey onlara kepçeyle sunulduğu için neyi istediklerini bile bilmiyorlar. Ben ise dünyayı tanıyorum. Ne istediğimi ve neden istediğimi biliyorum. Onlar iki dönem boyunca haftada iki defa birer saat fizik dersi alıyorlar. İki tatilleri var, bu da bir yılı kapsıyor. Pasifik sahilinde en iyi fizik öğretmenisiniz. Dönem yeni bitiyor. Eğer bana tatilinizin ilk haftasını ayırırsanız her dakikasını bana harcayarak, o zaman bir yıllık fizik dersini tamamlamış olurum. Bir haftalık ederiniz ne kadar?”
“Bin dolara bile satın alamazsınız.” Profesör Carey durumu hallettiğini düşünerek cevabını yapıştırdı.
“Maaşınızın ne kadar olduğunu biliyorum.” diye söze başladı Dick.
“Nedir peki?” Profesör Carey ters ters konuşuyordu.
“Haftada bin dolar değil.” Dick aynı terslikle cevap verdi. “Haftada beş yüz dolar değil, hatta iki yüz elli bile değil.” Sözünü kesmemesi için elini havaya kaldırdı. “Biraz önce zamanınızın bir haftasını bin dolara satın alamayacağımı söylediniz. Almayacağım zaten. Ama o haftayı iki bin dolara satın alacağım. Tanrı’m! Yaşamak için o kadar çok yılım var ki.”
“Ve yılları mı satın alacaksınız?” Profesör Carey kurnazca sorguladı.
“Tabii ki. O nedenle buradayım. Üç yılınızı bir defada istiyorum. Ayrıca konuştuğumuz o bir hafta da anlaşmanın bir parçası olsun istiyorum.”
“Ama kabul etmedim.” Profesör Carey güldü.
“Eğer miktar size yeterli değilse, neden size adil gelen fiyatı söylemiyorsunuz?” dedi Dick sertçe.
Ve Profesör Carey boynunu eğdi. Tıpkı Kimya Bölüm Başkanı Profesör Barsdale gibi.
Sacramento ve San Joaquin göletlerinde haftalarca ördek avındayken Dick, aynı anda matematikten özel ders almıştı. Sırasıyla fizik ve kimyadan özel ders aldıktan sonra edebiyat ve tarihten ikişer ders aldığında Güneybatı Oregon’un Curry ilçesinin av bölgesinde bulunuyordu. Çalışarak, oyun oynayarak, açık havada zaman geçirerek üç yıllık geleneksel bir ergenlik eğitimini bir yılda, hem de hiç zorlanmadan tamamladı. Bu hileyi babasından öğrenmişti. Balığa çıktı, ava çıktı, yüzdü, egzersiz yaptı ama aynı zamanda kendisini üniversiteye hazırladı. Hiç hata yapmadı. Neden hata yapmadığını iyi biliyordu. Çünkü babasının yirmi milyon doları derin bilgisine yatırımdı. Para bir araçtı. Paraya ne çok ne de az değer verdi. Sadece almak istediklerine kullandı.
“Hiç böyle tuhaf bir israfla karşı karşıya kalmamıştım.” dedi Bay Crockett Dick’in o yılki banka cüzdanını havaya kaldırarak. “Eğitime on altı bin harcandı. Hepsini madde madde sıralamış. Buna tren ücretleri, hamalların bahşişleri ve öğretmenleri için tabanca fişekleri de dâhil.”
“Yine de sınavlarını verdi.” dedi Bay Slocum.
“Hepsini de bir yılda başardı.” diye homurdandı Bay Davidson. “Kızımın oğlu aynı tarihte Belmont’a kabul edilmişti. Eğer şansı yaver giderse ancak iki yıl sonra üniversiteye kabul edilecek.”
“Benim söyleyecek tek bir sözüm var.” dedi Bay Crokett. “Bundan böyle bu çocuk para konusunda ne istiyorsa yapacak.”
“İşte ben buna parmak ısırırım.” dedi Dick korumalarına. “Ben yine de ders konusunda onlarla başa başım ve yıllardır evrenin bilgisi konusunda ilerdeyim. Öyle şeyler öğrendim ki, iyi veya kötü, önemli veya önemsiz, erkekler ve kadınlar hakkında, bazen gerçek olup olmadıkları konusunda ben bile şüpheye düşüyorum. Ama doğru olduklarını da biliyorum.
“Bundan böyle acele etmeme gerek yok. Herkese yetiştim, belli bir düzene girdim. Tek yapmam gereken sınıfın hızına ayak uydurmak ve böylece yirmi bir yaşına girdiğimde mezun olacağım. Bundan böyle eğitimim için daha az paraya ihtiyacım olacak. Artık özel dersler olmayacak, bilirsiniz işte ama iyi vakit geçirmek için daha çok para harcayacağım.
Bay Davidson şüpheyle bakındı.
“Daha iyi vakit geçirmekle ne demek istiyorsunuz?”
“Ah, okul derneklerine katılacağım, futbol için, formumu korumalıyım, bilirsiniz işte bir de benzinli motorlar ilgimi çekiyor. Dünyanın ilk denizde giden benzinli yatını inşa edeceğim.”
“Kendinizi havaya uçuracaksınız!” diye itiraz etti Bay Crockett. “Aptalca bir düşünce! Benzin için düşünmeden bir işe kalkışan takıntılı kimseler bunlar.”
“Ben kendi güvenliğimi sağlayabilirim.” diye cevap verdi Dick. “Ve bu deneyi yapmak demek para demek. Bu nedenle bana iyi bir banka hesabı sağlayın -tıpkı eskisi gibi- dördümüz de bu hesaptan çekebilelim.”

6. BÖLÜM
Dick Forrest kendisinin bir deha olmadığını üniversitede kanıtlamıştı, ilk yılında diğer öğrencilerden çok daha fazla dersleri asmıştı. Bunun nedeni o derslere ihtiyaç duymamasıydı, bunu da biliyordu. Onu giriş sınavlarına hazırlayan özel öğretmenleri üniversitenin ilk yılını kapsayacak şekilde neredeyse her şeyi öğretmişlerdi. Şans eseri birinci sınıfın takımına girmişti. Ufak bir takımdı ve karşılarında oynayan her lise ve akademiye yenilmişlerdi.
Ama Dick kimsenin başaramadığı işleri başardı. Çok geniş yelpazeli ve derin metinler okuyordu ve büyük denizleri aşmak için kendisinin inşa ettiği benzinli yatıyla o yaz ilk kez tura çıktığında ise ona eşlik eden neşeli gençlerin oluşturduğu bir grup yoktu. Bunun yerine misafirleri aileleriyle gelen edebiyat, tarih, hukuk bilimi ve felsefe profesörleriydi. Uzun süre bu tur, “entelektüel deniz gezisi” olarak anıldı üniversitede. Dönüşlerinde profesörler çok eğlenceli zaman geçirdiklerini söylediler. Belirli profesörlerin uzmanlık alanlarını büyük oranda kavrayarak döndü Dick. Oysa okulda onların derslerini dinleseydi bu bilgilere ulaşması yıllarını alırdı. Ve zaman geçtikçe edindiği bu bilgiler onun daha fazla dersleri kırmasına ve laboratuvarlara daha fazla odaklanmasına olanak sağladı.
Bu arada üniversitede iyi zaman geçirmeyi de ihmal etmedi. Üniversitenin dul kadınları onunla yatıyorlar, genç kızları ise ona bayılıyorlardı, yorulmak bilmez hâlde dans ediyorlardı. Sigara içenlere, bira âlemcilerine, kızlara kur yaparken hiç kırıcı davranmadı. Pasifik sahilindeki Banjo ve Mandolin kulüplerinde turladı.
Yine de bir deha değildi. Hiçbir şeyde mükemmel sayılmazdı. Arkadaşlarının yarım düzinesi ondan daha iyi banjo ve mandolin çalabiliyorlardı. Bir düzine arkadaşı ise ondan daha iyi dans ediyordu. Futbolda ikinci yılında en iyi takıma kabul edilmiş, sağlam ve güvenilir bir oyuncu olarak bakılıyordu. Ne var ki bu kadarıyla sınırlıydı. Blue&Gold ev sahipliği yaptığında tribünler inlerken topu kapıp saha boyunca gitme şansı hiç olmadı. Yağmurlu, çamurlu, yürekler acısı sert bir mücadelenin sonunda skor berabereyken oyunun ikinci yarısının bitmesine az süre kala Stanford beş yardlık çizgisinde, top Berkeley’de, iki oyuncusu yerde ve üç yardlık avantajdaydı. İşte o zaman Blue&Gold uyandı ve Forrest’ın sertçe merkeze vurması için tezahürat yaptılar.
Hiçbir şeyde üstün başarı elde edemedi. Büyük Charley Everson bira âlemlerinde ondan daha fazla yudumluyordu. Çekiç atmada Harrison Jackson her zaman Dick’in sınırını altı metreyle aşıyordu. Carruthers boksta daha çok sayı yapıyordu. Dick’in çok çabalamasına rağmen her üç karşılaşmanın ikisinde Anson Burge, her zaman onun omuzlarını mindere değdirebiliyordu. İngilizce kompozisyon dersinde sınıfın beşte biri ondan üstündü. Rus Yahudi’si Edlin, “mülkiyet soygunculuktur” tezini tartışırlarken daha iyi iddialar atmıştı ortaya. Schultz ve Debret daha yüksek matematik notları alarak onu ve sınıfı geride bırakmışlardı. Ve Japon Otsuki kimyada sorgusuz sualsiz ondan üstündü.
Belki Dick Forrest hiçbir şeyde sivrilememişti ama hiçbir şeyde de çuvallamadı, fazla çaba harcamadı belki ama zayıflık ve eksikliklere ihanet de etmedi. Boyun eğmeyen, iyi davranışları sayesinde ona mükemmel bir kariyer hayali kuran korumalarıyla bir sohbet sırasında Dick’e ne olmak istediğini sordular.
“Hiçbir şey. Sadece çok yönlü olmak istiyorum. Bakın, ben bir uzman olmak zorunda değilim. Babam bana parasını bırakırken bunu çoktan ayarlamıştı bile. Ayrıca istesem bile uzman olamam. Elimde değil.”
Böylelikle uyum içinde olmasının yanında amacını da açıkça ifade etmişti. Hiçbir şeye hevesi yoktu. Normal, ortalama, dengeli, ender bireylerden biriydi sadece.
Yerleştiğinden bu yana Dick’in hiçbir çılgınlık yapmamasından memnuniyet duyduğunu ifade eden Bay Davidson arkadaşları korumaların huzurunda konuştu. Dick de cevap verdi:
“Ah, istediğim zaman kendimi engelleyebilirim.”
“Anlıyorum.” dedi Bay Slocum usulca. “Vahşi maceralarını erken yaşta yaşayıp kontrol altına alabilmen herhâlde dünyadaki en iyi şey.”
Dick Ona garip biçimde baktı.
“Onlar çocukça maceralar sayılmaz.” dedi. “Onlar çılgınlık değildi. Ben daha çılgınlaşmadım bile. Ama başladığım zaman siz görün beni. Kipling’in ‘Diego Valdez’in Şarkısı’nı biliyor musunuz? Sizin için birazcık ondan alıntı yapacağım. Bakın Diego Valdez benim gibi bahtı açık biriydi. İspanya’da o kadar yüksek hızla amiral oldu ki zar zor tattığı zevk için zaman bulamadı. Dinçti, güçlüydü ama zamanı yoktu. Yüksek mertebelere ulaşmakla meşguldü. Sonsuza kadar dinç ve güçlü kalacağına ve yüksek amiral olduktan sonra zevke zaman ayırabileceğine inandırdı kendisini. Böyle düşünmekle aslında kendisini kandırıyordu. Bu satırları hiç unutmadı:
Yoldaşlar
Yeni denizlerdeki eski okul arkadaşlarım,
Zırnıklarımızı takas ettiğimizde,
Barbarlar arasında,
Güneye beş bin kilometre yol gideriz.
Ve bertaraf olmuş otuz yıl,
Onurlu Valdez’i tanımıyorlar.
Tanıdıkları ve sevdikleri bendim.
Sonra onlar has içki buldular.
Yalnız içmediler,
Adilce talan ettiler,
Hepimize söylediler.
Cennet odalarımızın ardında,
Ya da balık sürülerimizin arasında,
Uzun seferlerimizden sersemlemiş,
Kargaşa yaratmak için toplanmışız.
Demir çubukların ışıkları yanarken,
Sönük kalmışlar sahil boyunca.
Orada eskimiş çadırımız yükseliyor,
Bir küreğin üzerinde bir yelken,
Özlem dolu çapalar parlarken,
Tutku dolu, tatlı denizlerimizde,
Dikkatsiz kaptanlarımız süratli,
Her biri arzularına kürek çekerken.
Gevşemiş zırhlarımızı nereye serdik?
Çıplak ayaklarımızı nereye çevirdik?
Palmiye ağaçlarının arasındaki han kimin?
Sıcakta ateşimizi kim söndürecek?
Ey çöldeki çeşme!
Ey telef olmuş sarnıç!
Ey gizlice yediğimiz ekmek!
Ey telaş içinde döktüğümüz fincan!
Gençlik yeni yeni öğrenmiş hasreti,
Zapt edilmiş solgun dul.
Hayırlı zevce mevsiminde mağrur,
Erkeklerin farındadır bakire,
Dindirilmemiş, tüketilmiş canlar,
Rötarlarda dolandırılmış.
Af olmaktan başka bir şey istemiyorum,
Ceza olarak kaybettiğim o günleri.
“Ah anlayın onu anlayın, siz üç ihtiyar. Benim anladığım gibi! Sonra ne dediğini anlayın…”
Zevklerimi beklediğimi hayal ettim,
Değişmez baharımı sabırla bekledim:
Nedense hep zevkimi bekledim,
Baharı bir kenara koydum.
İlk önce bahtımın karşısında,
Ve son olarak fazlasıyla hor görerek,
Ben Diego Valdez’i,
İspanya’nın Yüksek Amirali yaptım!
“Beni dinleyin korumalarım!” Dick’in yüzü bağırırken hırstan alev alev olmuştu. “Benim dindirilemeyeceğimi, tüketilemeyeceğimi bir an için bile unutmayın. Öyleyim. Yanıyorum ben. Sadece kendimi tutuyorum. Üniversitede iyi, saygıdeğer bir çocuk olduğum için ölü olduğumu sakın düşünmeyin. Gencim. Yaşıyorum. Dinç ve güçlüyüm. Hata yapmıyorum. Kendimi tutuyorum. Şimdilik böyle bir yola koyulmuyorum çünkü hata yapmak istemiyorum. Daha yeni başlıyorum. Benim de zamanım gelecek. İyice düşünüp taşınmadan harekete geçmeyeceğim. Ve en sonunda Diego Valdez gibi ağlayıp sızlamayacağım!”
Cennetin altında rüzgâr esmiyor,
Dalgalar da eski hâline dönüşmüyor.
O eski kargaşa dolu isyan,
Ve şamatalı kalabalık kıyılar,
Ey çöldeki çeşme!
Ey telef olmuş sarnıç!
Ey gizlice yediğimiz ekmek!
Ey telaş içinde döktüğümüz fincan!
“Beni dinleyin korumalarım! Bir adama yumruk atmanın nasıl bir şey olduğunu bilir misiniz, hem de çok sinirliyken -tam çenesinin üzerine- sonra da onu soğukkanlılıkla bırakıp gitmeyi? İşte benim istediğim bu. Ve sevmek istiyorum, öpüşmek istiyorum ve risk almak istiyorum. O dinç ve güçlü budala olmak istiyorum. Şansımı denemek istiyorum. Kargaşa dolu isyanlar yaşamak istiyorum ve bunları gençken yapmak istiyorum. Çok toyken değil ama. Ve bunların hepsini yapacağım. Bu süre içinde üniversitede kurallara göre oynarken kendimi tutacağım, kendimi eğiteceğim. Bağları kopardığımda en iyisinin en iyisi benim olacak. Ah, inanın bana, bazen akşamları iyi uyuyamıyorum.”
“Ne demek istiyorsunuz?” diye sordu Bay Crockett.
“Evet. Tam da onu demek istiyorum. Henüz çılgınca şeyler yapmadım ama başladığım zaman görün beni.”
“Mezun olduktan sonra mı başlayacaksınız?”
Şaşırtıcı genç kafasını salladı.
“Mezun olduktan sonra Ziraat Fakültesinde en az bir yıllık yüksek lisans dersleri alacağım. Görüyorsunuz işte hobimi geliştiriyorum; çiftçilik. Bir şey yapmak istiyorum: Yaratıcı bir şey. Babam başarılı bir adam olacak kadar başarılı değildi. Aynı şey sizin için de geçerli beyler. Tesadüfen ilk günlerde bir toprak parçası geçti elinize. Sonra da bu bakir yerlerdeki kum birikintileri arasından o kadar çok altın külçeleri buldunuz ki paraya para demediniz.”
“Oğlum, Kaliforniya çiftçiliği hakkında benim de biraz deneyimlerim var.” Bay Crockett alınmış bir hâlde araya girdi.
“Kesinlikle öyledir ama yaratıcı değildiniz. Aslında siz -doğruya doğru- yıkıcıydınız. Bolluk, bereket içinde bir çiftçiydiniz. Peki, bu durumda ne yaptınız? Sacramento Vadisi’nin en iyi kırk bin akre toprağını alıp yıllarca saman ektiniz. Bir tarlada her dönem birbirinden farklı ürünler yetiştirmeyi düşünemediniz bile. Toprağın on santim altını sabanla sürdünüz sonra da beton bir kaldırım gibi altına sabanla tabanlık yaptınız. O, on santimlik bölümü helak ettiniz ve şimdi de ektiğiniz tohumu geri alamıyorsunuz.”
“Yıkıcı oldunuz. Benim babam gibi. Herkes öyle yaptı. Her neyse ben babamın parasıyla yaratıcı olacağım. Ben işe yaramayan buğday ekili alanları çok ucuza satın alacağım, sabanla yapılan tabanları söküp alacağım ve işim bittiğinde çok daha fazla ürün yetiştirmiş olacağım. Hem de siz beylerin ilk toprağı işlediğinden de fazla.”
Okulun üçüncü yılının sonuna gelindiğinde Bay Crockett, Dick’in çılgınlık dönemi ile ilgili verdiği gözdağlarından söz etti.
“Hayvancılık eğitimini bitirir bitirmez.” diye cevap vermişti Dick. “Sonra satın alacağım, stoklayacağım ve adam gibi bir çiftlik inşa edeceğim. Ondan sonra da bir isyankâr gibi davranacağım.”
“Ne büyüklükte bir çiftlik düşünüyorsunuz?” diye sordu Bay Davidson.
“Belki elli bin akre, belki de beş yüz bin akre. Bazı şeylere bağlı. Kendi emeği ile kazanılmamış kıymet artışının sınırını zorlayacağım. İnsanlar henüz Kaliforniya’ya gelmeye başlamadı. Gözümü kırpmadan, elimi kaldırmadan akresi on dolara alabileceğim toprakların değeri on beş yıl sonra elli dolar olacak. On beşe alabileceğim toprakların değeri de beş yüz olacak.”
“Akresi on dolardan yarım milyon akreye verilecek para beş milyon dolar eder.” Bay Crockett ciddiyetle uyardı genç adamı.
“Elli de yirmi beş milyon eder.” Dick güldü.
Çılgınca davranacağı konusunda verdiği gözdağlarına gelince korumaları ona hiç inanmamışlardı. Modern çiftçiliğe parasını ziyan edebilirdi belki ama hep kendine hâkim olarak geçirdiği onca yıldan sonra abartısız şekilde çılgınca davranışlarda bulunması düşünülecek şey değildi.
Dick belgesini üstün başarı ile almamıştı. Sınıfında yirmi sekizinciydi ve üniversite hayatıyla pek ilgisi yoktu. Onun dikkate değer en büyük başarısı birçok iyi huylu kızlara ve o birçok iyi huylu kızların annelerine gösterdiği direnç ve şaşkınlık oldu. Bundan sonraki dikkat çeken başarısına gelince, son sınıftayken beş yıldır Stanford takımına hep yenilen Varsity takımına ilk zaferini tattırmasıydı. Yüksek maaşlı futbol koçlarının olduğu günlerden önce bireysel randımana önem veriliyordu ama Dick takım ruhunu ve bireylerin takımları için fedakârlıklarda bulunmalarını aşıladı. Hatta Şükran Günü’nde onlardan çok daha parlak başarılar elde eden on bir kişilik bir diğer takıma karşı zaferlerini kutlamak için Blue&Gold San Francisco’daki Market Caddesi’nde kavisli yollardan neşe ile bağırarak ilerlediler.
Ziraat Fakültesinde yüksek lisans yapan Dick, kendisini laboratuvar çalışmalarına adamıştı ve diğer derslere girmiyordu. Aslında kendine öğretim üyelerini tutuyor ve Kaliforniya’ya seyahat masraflarını karşılamak için büyük paralar harcıyordu. Tarımsal kimya alanında dünyanın en iyi uzmanlarından biri olarak saygınlık kazanan Jacques Ribot, Fransa’da yıllık iki bin kazanırken Kaliforniya Üniversitesi tarafından altı bin verilerek ayartılmıştı. O da yetmedi, Hawaii’deki şeker kamışı üreticileri de ona on bin vererek ayarttılar. En sonunda onu tekrar ayartan Dick Forrest oldu. Ona on beş bin verdi ve daha hoş, ılıman iklimi olan Kaliforniya’da beş yılık sözleşme imzaladı.
Crockett, Slocum ve Davidson dehşet içinde ellerini havaya kaldırdılar. Dick Forrest’ın önceden tasarladığı çılgın kariyer buydu demek.
Ne var ki Dick Forrest’ın benzer aşırılıklarından sadece biriydi bu. Federal Hükûmet’ten, savurganlık denebilecek bir maaşla hayvancılık konusunda en üstün uzmanı transfer etti. Aynı şekilde görevini kötüye kullanarak Nebraska Üniversitesinden süt inekleri konusunda en iyi profesörlerinden birine göz koydu. Kaliforniya Üniversitesinin Ziraat Fakültesinin dekanı da kalbini kırdı ve çiftlik yönetiminde çok yetenekli olan Profesör Nirdenhammer’ı sahiplendi.
“Fiyatları çok ucuz, fiyatları çok ucuz.” diye açıklamada bulundu Dick korumalarına. “Yarış atları ve aktrisler satın alacağıma, paramı profesörler satın alarak harcadığımı görmeye tercih etmez misiniz? Ayrıca sizin sorununuz beyler, zekâ satın almadaki oyunu hiç bilmiyorsunuz. Ben biliyorum, oysa. Bu uzmanlık alanım. Onların üstünden para kazanacağım ve onlardan daha iyisini yapacağım. Tükettiğiniz topraklarda yarım çim tanesinin yetişmesi için bile yer bırakmadığınız topraklarda en az bir düzine çimin büyümesini sağlayacağım.
Böylelikle, çılgın bir kariyer, öpüşmek, risk almak, erkeklerin çenelerine yumruk atmak gibi kendine verdiği sözleri kolay kolay yerine getiremeyeceğine inandı korumaları. “Bir sene sonra.” diyerek tehlikeyi önceden haber vermiş oldu. O sırada tarımsal kimyayı, toprak analizi, çiftlik yönetimi konularındaki araştırmalarına devam ediyor, yüksek ücretli uzmanlar topluluğu ile Kaliforniya’da geziyordu. Dick ergenliğe ulaştığında, servetinin sorumluluğunu üstlendiğinde ve tarım konusundaki çılgınlıklarına gerçekten girişimde bulunduğunda Forrest’ın milyonları hızla ve çok miktarda tüketilecekti ve korumalarının tek yapabildikleri ise korkuyla beklemekti.
Yirmi bir yaşına bastığında satın aldığı araziler mükemmeldi. Sacramento Nehri’nden batıya doğru, dağların tepelerine kadar uzanıyordu.
“Olağanüstü bir fiyat.” dedi Bay Crockett.
“Olağanüstü ucuz.” dedi Dick. “Toprak analizi raporlarını görmelisiniz ve de su analizlerini. Ve benim şarkı söylememi duymalısınız. Dinleyin korumalarım. Bu şarkı gerçek bir hikâye. Beni anlatıyor ve şarkıcı da benim.”
Bunun üzerine tuhaf, titrek, tiz bir sesle Kuzey Amerikalı Kızılderililerin, Eskimoların ve Moğolların hislerine hitap edecek bir sesle başladı Dick.
Hu’-tim yo’-kim koi-o-di’!
Wi’-hi yan’-ning koi-o-di’!
Lo’-whi yan’-ning koi-o-di’!
Yo-ho’ Nai-ni’, hal-u’-dom yo nai, yo-ho’ nai-nim’!
“Bu şarkı benim.” diye özür dilercesine mırıldandı. “Bu şekilde kulağı okşadığını düşünüyorum. Bakın, bu şarkıyı hiç kimse duymadı, şimdiye kadar. Nishinamlılar Maidululardan onlar da bu şarkıyı bize kazandıran Konkaululardan aldı. Ne var ki Nishinamlılar, Maidulular ve Konkaulular artık yoklar. Bu çobanların bulunduğu en son köy yok oldu. Toprağı pullukla sürüp havalandırırken siz onları yok ettiniz Bay Crockett, kazanç kaynağınız olan çok bıçaklı pulluklarınız ve toprağı çift sürdüğünüz çiftçiliğinizle. Ve ben bu şarkıyı bir etnolojik rapordan aldım, Amerikan Pasifik Sahil Coğrafyası ve Yer Bilimi Araştırması’nın üçüncü cildinden. Gökyüzünde şekillenmiş ‘Kırmızı Bulut’ bu şarkıyı yıldızlara ve dünyada sabahları açan dağ çiçeklerine ilk olarak söylemiş. Ve ben de size şimdi İngilizcesini söyleyeceğim.”
Kızılderililerin çıkardıkları o tiz sesle, zafer kazanmanın mutluluğu ile havalara uçarak, baldırlarına vurup ayaklarıyla tempo tutarak Dick tekrar söylemeye başladı.
“Meşe palamutları cennetten geliyor!
Kısa palamutları vadiye ekiyorum!
Uzun palamutları vadiye ekiyorum!
Filizleniyorum, ben kara meşe palamudu, filizleniyorum, ben filizleniyorum!”
Ürkütücü bir sıklıkla Dick Forrest adı gazetelerde yer almaya başlamıştı. Kaliforniya’da bir boğaya on bin dolar veren ilk adam olarak şöhret olmuştu. Federal Hükûmet’ten transfer ettiği hayvancılık uzmanı İngiltere’de Rothschilds ilçesi çiftliğinden daha fazla fiyat vererek Hillcrest Başkanlığını aldı. Forrest’ın çılgınlığı olarak hemen anılmaya başlandı çünkü orada bulunan bir tane azametli hayvana beş bin gineden daha az bir fiyat ödemediği söyleniyordu.
“Gülsünler.” dedi Dick eski korumalarına. “Kırk tane Shire tayı ithal edeceğim. İlk on iki ayda onlara ödediğim paranın yarısını silmiş olacağım. Birçok oğul ve torunun babası ve büyük babası olacak. Kaliforniyalılar benden satın almak için çok istekli olacaklar ve üç bin ila beş bin dolara alabilmek için birbirleriyle yarışacaklar.”
Reşitliğin ilk aylarında Dick Forrest buna benzer birçok çılgınlıklar yapmaya devam etti. Ama en akıl almaz olanı ise milyonlarını ilk çılgınlığında batırdıktan sonra bizzat uzmanlarına işlerini devretmesiydi. Dick’in şart koştuğu genel ana çizgileri geliştirmeleri için önlerine öyle çekler koydu ki feci boyutta hatalar yapmaları zaten olanaksızdı. Sonra da iki direkli yelkenli tekneye bir yolcu bileti alarak çılgınlıklar yapmak için Tahiti’ye gitti.
Zaman, zaman korumaları ondan haber alıyorlardı. Bir keresinde dört direkli çelik yelkenli bir geminin hem sahibi hem de efendisiydi ve İngiliz bayrağı asılı olan bu gemide Newcastle’dan kömür taşımacılığı yapmıştı. Bu kadarını öğrenebilmişlerdi çünkü alış fiyatı konusunda ziyaret edilmişlerdi, talihsiz Orion Gemisi’nin yolcuları Dick’in sahibi olduğu gemi tarafından kurtarıldıklarını gazetelerde okumuşlardı ve Fiji kasırgasında mürettebatıyla beraber Dick’in gemisi kaybolduğunda sigortasından parasını almışlardı. 1896’da Klonike’deydi; 1897’de Kamchatka’da ve iskorbüt hastalığı ile boğuşuyordu ve ondan sonra da Amerikan bayrağı ile Filipinler’de görülmüştü. Bir keresinde nasıl ve niçin olduğunu hiç öğrenememelerine rağmen Lloyd tarafından uzun zaman önce terk edilmiş tuhaf bir şilebin sahibi ve efendisi olarak Siyam’ın himayesinde denize açılmıştı.
Zaman zaman iç yazışmaları yapmak zorunda olduğu için çeşitli liman ve çeşitli şehirlerden Dick’ten haber alabiliyorlardı. Bir keresinde Rusya’da yaşadığı bir sıkıntıdan kurtarmak amacıyla Pasifik sahilinin bütün politik tanıdıklarını Washington ile ilişkiye geçmeleri için araya sokmak zorunda kalmışlardı. Üstelik günlük basın bu meseleyle ilgili tek bir satır dahi yazmamıştı. Ama bu olay Avrupa’nın yüksek mevkideki yargıçlarına gizliden gizliye bir keyif ve haz verdi.
Mafeking’de yaralandığını, Guayaquil’de sarıhumma hastalığına yakalandığını ama daha sonra atlattığını ve New York’un açık denizlerinde barbarlık suçundan hâkim karşısına çıktığını tesadüfen öğrendiler. Basından üç kez öldüğünü öğrendiler, bir kere Meksika’da bir dövüş sırasında, iki defa da Venezuela’da idam edildi. Böyle asılsız haberlerden sonra korumaları kendilerini daha fazla heyecanlandıracak haberlere inanmaya başladılar. Sarı Deniz’i nehir kayığı ile geçtiğini duyduklarında, Beriberi hastalığından öldüğü dedikodusu yayıldığında, Mukden’de Japonların Onu Rusların elinden alıp Japonya’da bir askerî hapishanede esir olarak tutulduğu gibi.
Onları çok heyecanlandıracak bir şey olmuştu aslında, sözüne sadık kalarak otuz yaşındayken çılgın davranışları dinmiş, Kaliforniyalı bir eş ile dönmüştü. Açıklamasına göre birkaç yıldır evliydiler ve işin ilginç yanı üç korumasının her birinin de Onu tanıdığı ortaya çıkmıştı. Amerika Birleşik Devletleri gümüşü tedavülden kaldırdığında ve Chihuahua’daki Los Cocos Madeni’nde yaşanan son facianın akıbetinde Bay Slocum sekiz yüz bin dolar kaybetmişti borsada, bunun yanı sıra da bu kızın babası da servetinin tamamını kaybetmişti. Bay Davidson ise Last Stake’den bir milyon çekip çıkarırken, kızın babası da batan ama sonradan diriltilmeye çalışılan Amador Country’den sekiz milyon kazanmayı başarmıştı.
O zamanlar daha genç olan Bay Crockett ise ellilerin sonlarına doğru âdeta kaşık ile altın aramıştı kızın babasıyla, Stockton’da kızın annesiyle evlendiğinde ise nikâh şahitleri olmuştu ve Grants Pass’te babasıyla ve o zamanlar teğmen olan U. S. Grant ile poker oynamıştı. Batı dünyası o teğmenin Kızılderililerle iyi dövüştüğünü ama çok kötü bir poker oyuncusu olduğunu biliyordu.
Ve Dick Forrest, Philip Desten’in kızıyla evlenmişti! Dick’e şans dilemek çok gereksizdi. Ne kadar şanslı olduğunu söylemek boşa konuşmaktı. Korumaları yaptığı çılgınlıkları için onu affettiler. Başarmıştı. En nihayetinde mantıklı davranmıştı. Hatta daha da ötesi dâhiyane bir fikirdi. Paula Desten! Philip Desten’in kızı! Desten kanı! Destenler ve Forrestler! Bu yeterliydi. Eski altın günlerinden Forrest ve Desten’in üç yaşlı arkadaşıydı bunlar, hatta ikisi de aynı zamanda poker arkadaşıydılar. Dick’e sert davrandılar. Aşırı derecede değerli bir hazineye sahip olduğunu, böyle bir izdivaçla kutsal bir görev yüklendiğini, Desten ve Forrest kanının geleneklerine ne kadar bağlı olduğunu ve bunun erdemlerini anlattılar. Ta ki Dick kahkahalarla araya girerek onların bir grup meraklı ve ırkçı saplantıları olan insanlar gibi konuştuklarını söyleyene kadar. Aslında tam da öyle konuşuyorlardı ama yine de böyle kabaca ikaz edilmekten bu üç kafadar hiç de alınmıyorlardı.
Her nasılsa Büyük Ev’in planlarını ve binanın ölçülerini gösterdiğinde onun bir Desten ile evlenmiş olması kafalarını kesin bir onaylamayı belirten sallamalarına neden oldu. Paula Desten sayesinde onun akıllıca ve iyi harcamalar yaptığı konusunda hem fikirlerdi. Dick’in çiftçilik becerilerine gelince Harvest Grup’un tereddütsüz üretim yaptığı su götürmezdi ve bu nedenle hobilerine zaman ayırmasına imkân sağlayabilirdi. Yine de Bay Slocum düşüncelerini şöyle ifade ediyordu: “Bir iş atı için sadece yirmi beş bin dolar vermek budalalık. İş atları sadece iş atlarıdır ama koşu hayvanlarına yatırım yapılsaydı…

7. BÖLÜM
Dick Forrest Lowa eyaletinin domuz kolerası hakkında bastığı kitapçığa göz atarken, açık olan penceresinden geniş avlunun karşı tarafından bir kızın uyanma sesleri duyuluyordu. Yatağının kenarındaki ahşap çerçeveden gülen bir kızdı bu. İnce düşünceli Oh My’ın Dick’in yatak odasının zemininde unuttuğu o gül rengi, kumaşı ince, dantelli kepi yerden almasının üzerinden henüz o kadar uzun saatler geçmemişti.
Dick, onun sesini duydu, uyanmıştı, bir kuş gibi şarkısıyla beraber. Evin ona ait ek binanın bütün açık pencerelerden titrek sesiyle söylediği şarkısını duyabiliyordu. Dick onu bahçe avlusunda da şarkı söylerken duydu. Ama aynı zamanda kadın Teriyer’i ile tartışmaktan ve çoban köpeğini azarlamaktan da kendini alamadı, çünkü fıskiyeli havuzdaki kırmızı, portakal renkli, kısa yüzgeçli ve çok kuyruklu Japon balıkları hayvanların ilgisini fazlasıyla çekmişti.
Uyandığından duyduğu mutluluğun farkındaydı. Asla yok olmayacak bir mutluluktu, kendisi saatler öncesinden kalkıyordu ama Paula’nın sabahları avluda söylediği şarkıları duyana kadar aslında Büyük Ev’in uyanmadığı hissine kapılıyordu.
Uyanık olduğunun farkındalığının mutluluğunu tattıktan sonra Dick, her zamanki gibi kendini işlerine verdi. Tekrar domuz kolerasının Lowa istatistikleriyle meşgul olurken kadın aklından uçup gitmişti bile.
“Günaydın, mutlu sabahlar.” diye duydu yanı başında, yine o her zaman taptığı sesti bu. O sabah giydiği kimonosu içinde yumuşacık ve diri vücuduyla içeri süzülerek Dick’in yanına gitti ve kolunu boynuna dolayarak bir dizinin üzerine oturdu, sonra da kendisini kollarına bıraktı. Washington Lowa’da, Simon Jones’un çiftliği için Profesör Kenealy’nin domuz aşılama konusunda tespit ettiği sonuçların bütününü incelemek amacıyla yarım dakika daha göz atmasına rağmen, Dick ona sımsıkı sarıldı ve onun varlığını ve yakınlığını hissettiğini ilan etti.
“Ah!” diye itiraz etti kadın. “Sen çok şanslısın. Zenginliklere boğulmuşsun. Senin hanımefendin yanına geliyor, senin küçük ‘tepedeki ay ışığın’ geliyor yanına ve sen ona ‘Günaydın küçük hanımefendi, iyi ve rahat uyuyabildin mi?’ bile demiyorsun.”
Ve o an Dick Forrest, Profesör Keneally’nin aşılama konusundaki istatistiksel veriler yazısını okumaktan vazgeçerek karısını yanına çekip öptü, ama yine de ısrarla sayfanın üzerine sağ işaret parmağını koyarak kaldığı yeri kaybetmedi.
Buna rağmen, kadının serzenişleri ona sorması gereken soruyu sormaktan alıkoydu: Adamın verandasında unutulan dantelli kepten bu yana geceyi rahat geçirip geçiremediği idi bu soru. Kaldığı yerden devam etmek amacıyla kitapçığı sağ işaret parmağının üzerine kapatarak sol kolunu karısına doladı.
“Ah!” diye çığlık attı kadın. “Ah! Ah! Dinle!”
Dışarıdaki bıldırcınların şarkıları duyuluyordu. Keyifli ve yumuşak notalar arasında duyduğu memnuniyet ile kocasına dayanarak ürperdi.
“Kuş sürüsü dağılıyor.” dedi Dick.
“İlkbahar geliyor!” diye bağırdı Paula.
“İyi havanın da işareti.”
“Ve aşkın!”
“Ve yuva yapıp yumurtlamanın.” diyerek güldü Dick. “Dünya hiç bu sabahki kadar bereketli görünmemişti gözüme. Leydi Isleton’un doğurduğu domuz yavrularının sayısı on bir. Angora koyunları bu sabah üremeleri için getirildi. Onları görmeliydin. Ve yabani kanaryalar verandada saatlerdir birlikteliklerini müzakere ediyorlar. Bence özgürlük yanlısı bir âşık modern aşk kuramlarıyla onların tek eşlilik cennetlerini sonlandırmaya çabalıyor. Ve bu sohbet sırasında senin uyuyabilmen şaşılacak bir şey. Dinle! Yine başladılar. Bu bir alkış mı? Yoksa isyan mı?”
Önce yaramaz civcivler gibi bir cıvıltı yükseldi, sonra da en üst perdeden heyecanlı acı acı bağrışmalar duyuldu. Dick ve Paula keyifle kulak kabarttılar. Ta ki birdenbire ani bir kıyamet habercisi gibi kocaman bir gürültüyle bu ufak, altın sarısı renkli âşıkların mikrofon etkisi yaratan koro sesleri sürüklenip yok olana kadar. Bu yeni ses daha az vahşi, daha az ahenkli, daha az aşk ile tutkulu değildi ama kendisi muazzamdı, baskındı ve cüssesi çok iriydi.
Açık Fransız balkonu ve yatak odasının tel kapısının biraz ilerisinde bulunan ve leylaklarla bezenmiş yolun arasındaki mecraya doğru kadın ve adam ateşli gözlerle baktılar. Kendisi gözükmeden aşk çağrısını yapan o muhteşem damızlık atın ortaya çıkmasını nefeslerini tutup beklediler. Görünmeyen at bir kez daha aşk çağrısını ilan etti. Bunun üzerine Dick:
“Sana bir şarkı söyleyeceğim, tepedeki ay ışığım. Bu şarkıyı ben yazmadım. Mountain Lad’in şarkısı. Bak hafifçe kişneyerek söylüyor. Dinle! Tekrar söylüyor. Onun söylemek istediği aslında şu: Beni dinleyin. Ben Eros’um. Tepelerde dolaşırım. Geniş vadileri doldururum. Kısraklar beni duyuyor ve ürküyorlar sessiz otlaklarında çünkü beni tanıyorlar. Çimler gitgide daha verimli oluyor, topraklar ise daha bereketli ve ağaçlar bitki özüyle dolu. Artık ilkbaharı yaşıyoruz, ilkbahar benimdir. İlkbaharda kendi varlığımın hükümdarıyım. Kısraklar benim sesimi hatırlıyorlar. Beni önceden tanıyorlar. Tıpkı annelerinin de tanıdığı gibi. Beni duyun! Ben Eros’um. Ben tepelerde dolaşırım ve yaklaşırken çıkardığım seslerin yankısıyla geniş vadiler benim teşrifimi haber veriyor.”
Paula ve Dick birbirlerine biraz daha yaslandıklarında, Paula dudaklarını kocasının alnına dokundurdu. İkisi de leylaklarla dolu boş yola gözlerini dikip bakarlarken birdenbire Mountain Lad’in heybetli ve güçlü görüntüsü belirdi. Şaşılacak biçimde ufak, tatarcık görünümlü bir adam vardı atın sırtında. Kısrakların göz çevresindeki o mavi parıltıyla vahşi ve arzu dolu bakıyordu. Ağzı köpük püskürtmekten benek benek olmuştu. Âdeta öfkesiyle keyiflenmişti. Parlak tüylü kuyruğunu dizlerine aceleyle, sabırsızlıkla hareket ettiriyordu. Kafasını göğe doğru kaldırdı, havada asılı kalan o güçlü ve etkileyici sesiyle aşk çağrısını yineledi.
Neredeyse aynı anda, uzaklardan ona cevap verircesine ince, tatlı bir kişneme sesi duyuldu.
“Forherington Prensesi!” dedi Paulo hafifçe nefes alarak.
Mountain Lad çağrısını tekrar ilan etti ve Dick şöyle dedi:
“Duyun beni, ben Eros’um! Ben tepelerde gezinirim!”
Ve neredeyse bir anlık da olsa kocasının kolları arasında Paula kocasının o muhteşem hayvana olan hayranlığına içerledi. Doğruya doğru, kocasının bu huyunu kabullendiği için, hissettiği içerleme hemen yok oldu ve neşeyle bağırdı.
“Evet artık Red Cloud! Meşe Palamudunun Şarkısı’nı istiyorum!” Dick parmağını arasına koyduğu kitaptan başını hafifçe kaldırarak ona boş boş baktı ve sonra aynı neşeli ses tonuyla şarkısını söylemeye başladı:
“Meşe palamutları cennetten geliyor!
Kısa palamutları vadiye ekiyorum!
Uzun palamutları vadiye ekiyorum!
Filizleniyorum, ben, kara meşe palamudu, filizleniyorum, ben filizleniyorum.”
Şarkı söylediği sırada Paula kocasına iyice sokulmuştu ama birkaç dakika geçtikten sonra domuzlarla ilgili kitapçığın arasına parmağını koyan elin huzursuz hareketlerini hissetmeye başlamıştı. Zamanın 11.25 olduğunu gösteren saate hızla ama isteksizce göz attığını da yakaladı. Kocasına yeniden sarılmaya çalıştı ama artık ikisi de isteksizdi. Yaptıkları boşunaydı. Bu da kocasına karşı biraz alıngan olmasına neden oldu.
“Sen tuhaf ama muhteşem bir Red Cloud’sun.” diye yavaşça söze başladı Paula. “Bazen sapına kadar senin Red Cloud olduğuna inanıyorum, meşe palamutlarını ekerken ve bu ekim sırasındaki acımasız neşeni şarkına yansıtırken. Ve bazen de sen bana göre ultra modern bir adam oluveriyorsun. İki bacaklı erkek türünün son örneğisin. İstatistiklerin kuşatması altındayken Truva maceraları arayan ve ellerin deney tüpleri ve şırıngalarla doluyken değişik mikroorganizmalarla âdeta gladyatör dövüşü yapan bir kişi oluveriyorsun. Zaman zaman senin gözlük takman gerektiğini düşünüyorum. Zaman zaman öyle görünüyor ki…”
“Ufak tefek bir kadına hükmedecek enerjimin olmadığını söylüyorsun.” diye tamamlayıverdi onun için. Paula’yı biraz daha kendine çekti. “Ben gülünç, bilimle ilgilenen bir canavarım. Ve gururlu, tatlı, gül renkli çiçek tozunu hak etmiyorum. Bak, dinle beni. Bir planım var. Birkaç gün içinde…”
Ama planı ortaya çıkmadan bitmişti. Tedbirli davranarak arkalarından uyarı niteliğinde saygılı bir öksürük sesi geldi. İkisi de aynı anda kafalarını çevirdiklerinde yardımcı sekreter Bonbright’ı karşılarında gördüler. Elinde sarı kâğıt demeti vardı.
“Dört telgraf geldi de.” diye mırıldandı özür dilercesine. “Bay Blake ikisinin çok önemli olduğunu söylüyor. Bir tanesi Şili’den gönderilmiş boğalarla ilgili.”
Paula yavaşça kocasından uzaklaştı, ayağa kalktı. Masasındaki istatistikler ile hayvanları yükleme masraflarının faturalarına ve ayrıca sekreterlerine, ustabaşılarına ve yöneticilerine yoğunlaşmıştı artık kendisinden uzaklaştığını hissedebiliyordu Paula.
“Ah, Paula.” Sessizce kapıdan çıkarken Dick arkasından bağırmıştı. “O son alınan çocuğu vaftiz ettim ona artık Oh Ho diyeceğiz. Ne dersin beğendin mi?”
Yanıtı üzgünlüğünü ifade ediyordu ama bu üzgünlüğü gülümsemesiyle kayboldu. Dick’i uyardı:
“Uşakların isimleriyle taş kaydırma oyununu oynuyorsun.”
“Safkanlarla asla böyle bir şey yapmam.” diye inandırdı onu ciddiyetle. Ama gözlerindeki meydan okuyan parıltısını gizleyemedi.
“Onu demek istemedim.” diye sitem etti Paula. “Dildeki olasılıkları tükettiğini söylemek istedim. Çok geçmeden onlara Oh Bell, Oh Hell[9 - Hell: Cehennem, Go to hell: Cehenneme git. (ç.n.)], ya da Oh Go To Hell demek zorunda kalacaksın. Kullandığın ‘Oh’ların hepsi yanlış. Red[10 - Red: Kırmızı. (ç.n.)] ile başlamalıydın. O zaman ‘Red Bull, Red Horse, Red Dog, Red Frog, Red Fern[11 - Bull: Boğa, Horse: At, Dog: Köpek, Frog: Kurbağa, Fern: Eğrelti otu. (ç.n.)]’ diyebilirdin ve geri kalan bütün Red’leri kullanabilirdin.”
Paula odayı terk ederken ikisinin kahkahaları birbirine karışmıştı ve hemen ardından işine dalan Dick, önündeki telgrafa bakıyor, yükleme detaylarını inceliyordu. Her birinin fiyatı iki yüz elli dolardan Şili’deki sığır meralarına üç yüz adet kayıtlı ve bir yaşında boğalar gönderecekti. İşleriyle uğraşırken bile evin uzun kanadındaki verandasına giderken Paula’nın belli belirsiz ama biraz sevinçle şarkı söylediğini duydu. Ne var ki onun sesindeki az ama çok az olan durgunluğu fark edememişti.

8. BÖLÜM
Paula onun yanından ayrıldıktan beş dakika sonra saniyesi saniyesine dakik davranarak dört telgrafın da icabına bakılmış şekilde Dick, Idaholu alıcı Thayer ve Breeders Gazetesi’nin özel muhabiri Naismith ile çiftliğin motorlu taşıtına biniyordu. Davarlardan sorumlu yönetici Wardman ağılda onlara katıldı. Birkaç bin genç Shropshire koçunu toplamış ve kontrol edilmeleri için sürüyü orada bekletiyorlardı.
Çok az konuşma oldu. Bu nedenle Thayer açıkça hayal kırıklığına uğramıştı, ne de olsa on vagon dolusu böyle pahalı hayvan satın almak yeterince ciddi bir işti ve sohbeti hak ediyorlardı doğrusu.
“Lafa gerek yok.” diye ikna etti adamı. Sonra da Naismith’e dönerek Kaliforniya ve kuzeydoğudaki Shropshire koçları hakkında yakında gazetesine yazacağı makale için bazı veriler vermeye başladı.
Dick on dakikanın sonunda Thayer’a “Aralarından seçmek için endişe duymamanızı tavsiye ederim.” dedi. “Hepsi birinci kalitedir. On vagonu doldurmak için bir haftanızı seçerek geçirebilirsiniz ama size ilk elden vereceğimizden daha kaliteli olmayacaklardır.”
Satış çoktan tamamlanmış gibi serinkanlı tavırlar sergileyen Dick’in karşısında Thayer’ın aklı karışmıştı. Aslında hiç bu kadar yüksek kaliteli koçu daha önce görmemişti ve siparişini yirmi vagon olarak değiştirmeyi bile düşündü.
Büyük Ev’e tekrar döndüklerinde yarıda kalan oyunlarını tamamlamak için istekalarına tebeşir sürerken Thayer Naismith’e konuyu açtı.
“Bu benim Forrestlere ilk ziyaretim. O bir deha. Ben Doğu’dan satın alıyordum ve ithal ediyordum. Ama o Shropshire koçları benim karar vermemi sağladı. Fark ettiyseniz siparişimi ikiye katladım. Idoholu alıcılar onları görünce çıldıracaklar. Sadece altı vagon dolusu almak için emir almıştım ve beklenmedik bir olay karşısında iki vagon daha alabilecektim. Ama o koçları gören her alıcı siparişini ikiye katlamazsa ve geride kalanlar için izdiham yaşanmazsa ben de koyun ticaretinden bir şey anlamıyorum demektir. Onlar gerçekten en iyisi. Idaho’nun bu koyunlarını kapmak için hevesle üzerlerine atlamazlarsa… Eh, işte o zaman ne Forest iyi bir üretici ne de ben alıcıyım. O kadar.”
Öğle yemeğinin hazır olduğunu bildiren gonk çaldı. Kore’den gelmiş devasa bronz bir gonktu bu ama Paula’nın kesin olarak uyanık olduğundan emin olana kadar asla vurulmazdı. Büyük verandada Japon balıklarının bulunduğu fıskiyenin etrafında toplanan gençlerin yanına gitti Dick. Bert Wainwright’a kız kardeşi Rita ve Paula ile onun kız kardeşleri Lute ve Ernestine tarafından çeşitli tavsiyeler ve emirler yağdırıyorlardı. Bert, elinde kepçeyle balıkların arasına dalmıştı çünkü Paula kendi gizli verandasındaki fıskiyenin içinde bulunan özel damızlık tankına ayırmak için çok güzel bir tanesini yakalamasını istemişti. Balığın boyutu, rengi, yüzgeç ve kuyruğundaki çeşitlilik Paula’nın hayran kalmasına neden olmuştu. Heyecan, neşe, ciyaklamalar ve kahkahalar arasında eylemi gerçekleştirebilmişlerdi. Büyük balık bir kavanoza konulmuş, orada bekleyen İtalyan bahçıvana götürmesi için verilmişti.
“Şimdi kendini savun bakalım ne diyeceksin?” Dick yanlarına katıldığında Ernestine ona meydan okurcasına bakmıştı.
“Hiçbir şey.” diye üzgünce cevap verdi. “Çiftliğimi tükettiler. Üç yüz adet çok güzel, genç boğalarımdan yarın Güney Amerika’ya gitmek üzere yola çıkacaklar ve Thayer -onunla dün akşam tanışmıştınız- koçlarımdan yirmi vagon dolusunu götürecek. Tek söyleyebileceğim benim kutlamalarım Idaho ve Şili’yi de kapsamı içine alıyor.”
“Daha çok palamut ekersin.” diyerek kahkaha attı Paula, kız kardeşlerine kollarını dolamış, hepsi de kaçınılmaz maskaralığın beklentisiyle bakıyorlardı.
“Ah, Dick, meşe palamudu şarkısını söylesene!” diye yalvardı Lute.
Dick tüm ciddiyetiyle kafasını salladı.
“Daha iyisini söyleyeceğim. İnanç doğruluğunun en saf, temiz hâli. Red Cloud ve meşe palamudu şarkısını idama götürecek nitelikte. Dinleyin! Bu Doğu yakasında yaşayan küçük bir kızın Pazar Okulunun yardımlarıyla taşraya yaptığı ilk gezisiyle ilgili. Oldukça genç bir kız. Özellikle peltek konuşmasına dikkat edin.
Ve sonra da Dick şarkısına peltek, peltek konuşarak başladı:
Japon balıkları çanakta yüzüyor,
Ağaçların üzerinde bir ardıç kuşu var;
Onların ağaçta bu kadar rahat oturmalarını sağlayan nedir?
Göğüslerine bu tüyleri kim yapıştırdı?
Tanrı’m! Tanrı’m! O yaptı!
“Kopya çekmişsin.” dedi Ernestine kahkahalar yavaş yavaş kesildiğinde.
“Öyle oldu.” diye hem fikir oldu Dick. “Rancher ve Stockman’den[12 - Çiftçi ve sığır çobanı. (ç.n.)] çaldım, o da Swine Breeders Journal’’dan[13 - Domuz üreticileri dergisi. (ç.n.)] büyük ihtimalle o da Western Advocate’den[14 - Batı’nın avukatı. (ç.n.)] o da Public Opinion’dan[15 - Kamuoyu görüşü. (ç.n.)] çalmıştır. Onlar da şüphesiz şarkıdaki küçük kızın ta kendisinden ya da belki Pazar Okulundaki öğretmeninden öğrenmişlerdir. Aslında bu meselenin ‘Our Dumb Animals’ta[16 - Bizim aptal hayvanlarımız. (ç.n.)] ilk olarak basıldığına inanıyorum.”
Bronz gonk ikinci kez çaldığında Paula bir kolunu Dick’e, diğerini de Rita’ya dolayarak evin içine yöneldi. Arkada kalanlara gelince, Bert Wainwrite, Lute ve Ernestine’e yeni bir tango adımını göstermekle meşguldü.
Bir şey daha var Thayer.” dedi Dick, ona bir kenarda, kızlardan ayrılmıştı Dick, onlar da itiş kakış içinde merdivenlerin başında karşılaştıkları Thayer ve Naismith ile yemek odasına doğru yola koyuldular. “Bizden ayrılmadan önce merinoslara göz atmanızı çok isterim. Onlar gerçekten benim gurur kaynağım. Amerikalı çiftçiler mutlaka gelip onlara bakmalı. Tabii ben ithal üretime başladım ama Kaliforniya damızlıklarından öyle bir seçim yaptım ki Fransız üreticileri bile bana şapka çıkarır. Gidip Wardman ile görüşebilir, seçiminizi yapabilirsiniz. Naismith de sizinle birlikte onları inceleyebilir. Hazır trenleriniz buradayken arasına yarım düzine katın, tamamen benim hediyem olsun ve tek istediğim Idaholu üreticilerin onlara göz atıp gerekli bilgiye sahip olmalarını sağlamanız.”
Hepsi istenildiği kadar uzatılabilen masaya oturdular. Uzun, alçak tavanlı yemek odası, eski Kaliforniya’nın Meksikalı arazi krallarının büyük çiftliklerindeki yemek odalarının kopyasıydı. Zeminde büyük kahverengi döşemeler vardı, kirişli tavan ile duvarlar kireç badanalıydı ve devasa, süssüz, beton şömine ise irilik ve sadelik bakımından büyük bir başarıydı. Derin pencere boşluklarından yeşillikler ve çiçekler âdeta selamlıyordu içerisini ve oda temizlik, saflık ve sakinlik kavramlarını çok güzel ifade ediyordu. Duvarlarda çok fazla olmasa da birkaç kanvas asılıydı. İçlerindeki en iddialısı odanın başköşesine asılmıştı. Xavier Martinez’in hüzünlü gri renklerle donattığı alaca karanlıkta bir Meksika manzarasının tablosuydu bu. Kasvetli, engin bir Meksika arazisinde bir köle ön planda, elinde eğri büğrü bir kürek ile iki öküzle gamlı gamlı saban sürüyordu. Eski Meksika-Kaliforniya hayatından daha neşeli tablolar da vardı tabii. Reimers tarafından pastellerle yapılmış alaca karanlıkta bir okaliptus ağacı ve arkasındaki dağın tepelerinde güneşin batışı resmedilmişti. Peters’in bir ay ışığı tablosu vardı. Ve Griffin’in Kaliforniya yazlarında bir tepenin ışıltısı ve sarımsı kahverengi sis kaplı ormanlıklar arasında için için yanan kanyonları yansıtan anız merasında bir tablosu mevcuttu.
“Bakar mısınız?” diye alçak sesle mırıldandı Thayer Maismith’e. O sırada Dick ve kızlar çığlık çığlığaydılar, şakalaşıyorlardı. “Eğer Büyük Ev hakkında bir şey yazacaksanız makaleniz için bazı bilgiler vereyim. Ben hizmetkârların yemek odasını görmüş biriyim. Her öğünde kırk kişi o yemek masasında oturuyor. Buna bahçıvanlar, şoförler ve dışarıdan gelen yardımcılar da dâhil. Kendi içinde bir misafirhane gibi. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum, bunu yapan müthiş bir zekâ ve müthiş bir sistem kurmuş. O Çinli çocuk mesela. Adı Oh Joy. O tam bir sihirbaz. Ona evin idarecisi diyebilirsiniz ya da ne isterseniz onu diyebilirsiniz ama hepsini birden idare ediyor ve her şey saat gibi işliyor, hiç duraksamadan.”
“Esas sihirbaz Forrest.” Naismith kafasını sallayarak onayladı. “Akıllı insanları seçen akıllı adam o. Bir orduyu, bir kampanyayı, hükûmeti hatta Dingo’nun ahırını bile yönetecek kapasitesi var.”
“Son örnek pek övgü doluydu.” Thayer içtenlikle onunla hemfikir olduğunu paylaştı.
“Ah, Paula!” Dick karşısında oturan eşine seslendi. “Yarın sabah Graham’ın geleceğini haber aldım biraz önce. Oh Joy’a söyleyelim de onu saat kulesine yerleştirsin. Oldukça büyük bir konut. Belki tehdidini yerine getirir de kitabı üzerine çalışmalarını yoğunlaştırır.”
“Graham mı? Graham?” Paula hafızasını yoklayarak sesli düşündü. “Ben onu tanıyor muyum?”
“İki yıl önce tanışmıştınız, Santiago’da, Venüs Kafe’de. Bizimle akşam yemeği yemişti.”
“Ah, denizcilerden biri mi?”
Dick kafasını salladı.
“Hayır, sivil. O iri yarı, sarışın çocuğu hatırlamıyor musun? Siz ikiniz yarım saat boyunca müzikten söz ederken Kaptan Joyce Amerika Birleşik Devletleri’nin Meksika’yı bütün saldırı tehditlerinden temizlemesi gerektiğini söyleyerek kafamızı şişirmişti.”
“Ah, pek emin olamadım.” Paula hayal meyal hatırlar gibi oldu. “Siz daha önce bir yerde karşılaşmıştınız. Güney Afrika mıydı? Yoksa Filipinler miydi?”
“Evet, o. Güney Afrika’ydı. Adı Evan Graham. Daha sonra Sarı Deniz’de ‘Times’ kurye botunda buluşmuştuk. Ondan sonra yollarımız en az bir düzine daha kesişmişti ama hiç karşılaşamamıştık ta ki Venüs Kafe’de birbirimizi gördüğümüz o geceye kadar.”
“Tanrı’m Doğu’ya gitmek üzere o Bora Bora’dan ayrıldığında ben de Batı’ya Samoa’ya gitmeden önce orada demir atmıştım. Hem de iki gün arayla. O gelmeden bir gün önce ben Apia’dan ayrılmıştım. Hatta elimde Amerikan Konsolosluğundan ona gönderilmiş mektuplar vardı. Levuka’da birbirimizi üç gün arayla kaçırmıştık. O zamanlar Wild Duck ile denizlere açılmıştım. Bir İngiliz teknesinde misafir olarak Suva’dan ayrılmıştı. Pasifik’in Güney Denizlerinin İngiliz Üst Düzey Temsilcisi olan Sör Everard Im Thurm, ona iletilmek üzere bana birkaç mektup daha verdi. Resolution ve Yeni Hebrides Vila limanlarında da kaçırdım onu. Tekne devlet hesabına seyretmekteydi de. Santa Cruz Grubu’nda da onun önüne geçmiştim. Aynı şey Solomons’ta da oldu. Langa Langa’daki yamyam köylerinin bombalanmasının ardından teknemiz oradan o sabah hışımla ayrıldı. O gün öğleden sonra yelkenlimle seyirdeydim. Şahsen o mektupları ona hiç ulaştıramadım. Onu bir daha iki yıl önce Venüs Kafe’de gördüm.”
“Ama o kimdir, nedir?” diye merakla sordu Paula. “Ve bu kitap meselesi de neyin nesi?”
“Evvela sondan başlayacağım. Meteliksiz kaldı; yani kendisine göre meteliksiz kaldı. Yılda birkaç bin dolarlık geliri kaldı, babasının ona bıraktığı miras tamamen yok oldu. Hayır, şansını heba etmedi, sadece boyundan büyük işlere kalkıştı ve bunun yarattığı panikle bir yıl önce her şeyini kaybetti ama kesinlikle sızlanmıyor.
“İyi bir insan eski Amerikan soyundan, bir Yale adamı. Kitaba gelince, biraz para kazanmak istiyor onun üzerinden Güney Amerika’nın doğu sahilinden batı sahiline kadar gitmişti geçen yıl. İşte onun masraflarını çıkarmak istiyor. Brezilya’nın ayak basılmamış bölgeleriyle ilgili araştırmalarını ifşa ettiği için Brezilya hükûmeti onu on bir dolar parayla ödüllendirdi. Ah, o bir erkek, tam bir erkek! Onun hakkını ona vermek lazım. Öyle tipleri bilirsiniz; temiz, büyük, güçlü, basit, her yere gitmiş, her şeyi görmüş, birçok konuda tecrübe sahibi, dürüst, namuslu, dikkatle gözlerine bakan, yani kısacası adam gibi adam.”
Ernestine ellerini çırptı, sonra da hayal kırıklığına uğramış, meydan okurcasına ama davetkâr bir bakışla Bert Wainwright’a bağırdı. “Ve yarın gelecek bu adam!”
Dick onaylamayan tavırda kafasını salladı.
“Ah, sakın o yönde bir şey düşünme, Ernestine. Daha önce senin gibi iyi kızlar da Evan Grahama’a kancayı takmaya çalışmışlardı. Ve aramızda kalsın, onları suçlayamam. Ama o gizli gizli sokulur sonra da kaçmasını çok iyi bilir ve bu kızlar onu ne yavaşlatabildiler ne de köşeye sıkıştırabildiler. Evet, bazen sersemleyip nefessiz kaldığında mekanik olarak bazı şeylere evet demiştir. Ama bu transtan çıkması uzun sürmüyor ve kendisini halatla bağlanmış, atılmış, damgalanmış ve en sonunda evlenmiş gibi durumlardan hemen kurtarabiliyor. Onu unut Ernestine. Altın çağını yaşamaya bak ve altından yapılmış elmalar önüne bir düşsün. Onları ve gençliğini topla. Bazen başarısız olacaksın, bazen de kapana sıkıştırılmış gibi hissedeceksin ama unutma ki her zaman hızla akan gençliğin var önünde. Graham artık eskisi gibi koşamıyor. Benim gibi yaşlandı. Hemen hemen aynı yaştayız ve o da benim gibi, o keyifsiz yarışlarda çok koştu. O, bir olaydan nasıl kurtulacağını çok iyi biliyor. Dikenli tel ile kesildi, burnunu yamulttular, boynu yakıldı ama yine de kolayca üstesinden geldi. Belki zaman zaman boyun eğdi ama yine de onu yakalamak zor. Genç kızlara önem vermiyor. Aslında onu dengesiz olmakla suçlayabilirsin ama ben onun yaşlı, pişkin ve çok akıllı olduğunu söyleyebilirim.

9. BÖLÜM
“Kısa pantolonlu oğlum nerede?” diye bağırdı Dick. Büyük Ev’de şangırdayan mahmuzlarıyla gezinerek küçük hanımefendisini arıyordu.
Paula’nın uzun kanata girişini sağlayan kapıya gelmişti. Tokmağı olmayan, ahşap panelli duvarda yer alan aynalık tahtasından yapılmış büyük ahşap bir kapıydı bu. Dick, kapının içinde gizli bir yay olduğu sırrını eşiyle paylaşmıştı. Yaya bastı ve kapı ardına kadar açıldı.
“Kısa pantolonlu oğlum nerede?” diye bağırdı ve kadının meskeni boyunca yürümeye başladı.
Zeminden mermer basamaklarla inilen Roma tarzı hamam olan banyoya göz attı ama nafile, orada yoktu. Paula’nın gardıroplarının bulunduğu odayla giyinme odasına da göz attı, yine görünürlerde yoktu. Kısa, geniş merdivenleri geçerek Paula’nın Juliet Kulesi diye adlandırdığı pencere kenarındaki divana geldiğinde oranın da boş olduğunu gördü. Ancak gördüğü manzara karşısında çok heyecanlandı. Düzenli olarak etrafa yayılmış ince, hoş, dantelli kadın çamaşırları vardı. Onları Paula, kendi duygularına hitap ettiğinden ortaya yaymıştı, onlara bakmaktan büyük haz alıyordu. Bu huyunu Dick, iyi biliyordu. Tam çıkarken ressam sehpası gözüne takıldı, ne olduğuna bakmak için önünde durdu. Şaşkınlıktan neredeyse çığlık atacakken eskize daha dikkatli baktı, gördüğünü tanıdı, beğendi, kendi kendine gülümsedi. Annesini istediğinden çılgınca kişneyen, ana hatlarıyla biçimsiz, iri kemikli, topuzlu ve yeni sütten kesilmiş bir taydı.
“Kısa pantolonlu oğlum nerede?” diye bağırdı yatak odasına doğru ama karşısında otuz yaşlarında, çekingen, çatık kaşlı Çinli bir kadını buldu. Kadın mahcubiyetini saklamaya çalışarak ona bakıp gülümsedi.
Bu kadın Paula’nın hizmetçisi Oh Dear idi. Yıllar önce Dick tarafından adı konulmuştu çünkü zarif kaşları hep endişe içinde kasılıyormuş gibi duruyordu ve her zaman “Oh Dear!”[17 - Vah, vah! (ç.n.)] demek üzereymiş gibi bir hâli vardı. Aslında Dick onu çocuk denilecek yaşta Paula’ya hizmet etsin diye yanına almıştı. Sarı Deniz’deki bir balıkçı köyündendi. Dul annesi balıkçılar için ağlar yapıyor ve eğer şansı yaver giderse yılda dört dolar kazanıyordu. Oh Dear’in, Paula’ya hizmeti üç direkli yelkenli “All Away”de başlamıştı. Aynı zamanda kabin görevlisi Oh Joy da işinde hızlılığını ve verimliğini göstermiş bu da ona Büyük Ev’in baş hizmetçisi olmaya olanak sağlamıştı.
“Hanımın nerede, Oh Dear?” diye sordu Dick.
Oh Dear utanç içinde geriye gitti.
Dick bekledi.
“Belki o genç hanımlarla birlikte, bilemiyorum.” Oh Dear kekeledi. Dick de acıma duygusuyla topukları üzerinde dönüp uzaklaştı.
“Kısa pantolonlu oğlum nerede?” diye bağırdı. Garaj kapısının altından geçerken bir çiftlik limuzini leylaklar arasındaki virajdan içeriye giriyordu.
“Biliyorsam kahrolayım!” İnce, yazlık takım giymiş uzun boylu, sarışın bir adam arabadan karşılık verdi. Bir dakika sonra Dick Forrest ve Evan Graham tokalaşıyorlardı.
Oh My ve Oh Ho el valizlerini içeriye taşırlarken Dick de misafirlerine gözetleme kulesi konutuna kadar eşlik etti.
“Bize alışman gerekecek.” diye açıklamada bulundu Dick. “Bu çiftlikte her şey tıkır tıkır işler ve hizmetkârlar mucizeler yaratır. Elbette ara sıra gevşeyip rahatlamak için kendimize izin de veriyoruz. Eğer iki dakika daha geç gelseydin Çinli çocuklardan başka kimse seni karşılayamazdı. Ben de şimdi gezintiye çıkacaktım ve Paula yani Bayan Forrest da ortalıklarda gözükmüyor.”
İki adam aynı irilikteydi. Graham belki ev sahibinden iki üç santim daha uzun olabilirdi ama omuzlarının ve göğsünün genişliği kıyaslanınca o iki üç santimlik fark ile Dick önde gidiyordu. Graham Forrest’ın aksine daha sarışındı ama ikisinin gözleri de grinin aynı tonundaydı, gözlerinin beyazı da aynı berraklıktaydı, güneşe ve her türlü hava koşullarına maruz kaldıkları için hemen hemen aynı derecede bronzdular. Graham’ın bazı özellikleri biraz daha biçimliydi, örneğin gözleri biraz daha uzundu, ama göz kapakları daha düşüktü. Burunlarına gelince, Graham’ınki biraz daha düzgün, biraz daha büyüktü. Dudakları ise daha kalın, daha kırmızı, daha eğri ve dolgundu.
Forrest’ın saçları açık kahverengi ile kestane arasında bir tondayken, güneşin kavurucu sıcağı altında kum rengine dönüşmeseydi Graham’ın saçları ipeksi dokusuyla neredeyse sapsarı olabileceğini ufak bir fısıltıyla ilan ediyordu. Forrest’ın elmacık kemiklerinin altındaki çukurlar daha belirgin olmasına rağmen ikisinin de elmacık kemikleri iriydi. Her ikisinin de burun delikleri geniş ve hassastı. Ve her ikisinin de düzgün, orantılı ağızları bir genç kızın sevimliliği ve saflığı izlenimi veriyordu ama aynı zamanda dudak kasları sert ve haşin bir görüntüye dönüşebiliyor, bunu da kare şeklindeki çukursuz çeneleri yalanlamıyordu.
Ama boyunun iki üç santim daha uzun olması ve göğüs çevresinin de iki üç santim daha dar olması Evan Graham’ın vücudu ve duruşunu daha zarif hâle getiriyordu, Dick Forrest ise buna sahip değildi. Bu yapıdaki insanlar birbirlerinin kıymetini daha iyi anlarlar. Graham neşeli ve şirin hâliyle beyaz atlı bir prensi hatırlatıyordu ama ufak, çok ufak bir benzetmeydi bu. Forrest ise daha etkileyici ve heybetli bir organizmaydı, başkalarına tehlikeli ama kendi hayatı söz konusu olunca yiğitti.
Konuşurlarken Forrest kol saatine göz attı, duraksamadan, odaklanmadan, sıkıntı çekmeden aynı anda iki işi bir arada yapabilme yeteneğiyle, kadranı o bir anlık bakışıyla okudu.
“Saat on bir otuz.” dedi Dick. “Hemen benimle gel, Graham. Saat on iki otuza kadar yemek yemiyoruz. Boğa siparişimi gönderiyorum. Hepsi üç yüz adet ve açıkçası hepsiyle çok gurur duyuyorum. Onları gerçekten görmelisin. Biniş kıyafetlerini boş ver. Oh Ho benim tozluklarımdan bir çift getir. Ve sen Oh Joy, hemen Altadene’ya eyer koydur. Ne tür bir eyer istersin, Graham?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/dzhek-london/buyuk-evin-kucuk-hanimefendisi-69427972/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
1 yarda= 91 cm. (ç.n.)

2
100 fit: 30,48 metre (ç.n.)

3
Hispana: Amerika’da yaşayan Latin kökenliler. (ç.n.) Moreks: Fas. (ç.n.)

4
Bask: İspanya’nın kuzeyi ve Fransa’nın güneybatısındaki özerk bölgede yaşayan bir halkın adı. (e.n.)

5
Breeders: Üreticiler (ç. n.)

6
Anevrizma : Kan damarlarında anormal genişleme. (ç. n.)

7
Akre: Yaklaşık bin kilometre kare (ç.n.)

8
Kelt: Cesur, savaşçı. (ç.n.)

9
Hell: Cehennem, Go to hell: Cehenneme git. (ç.n.)

10
Red: Kırmızı. (ç.n.)

11
Bull: Boğa, Horse: At, Dog: Köpek, Frog: Kurbağa, Fern: Eğrelti otu. (ç.n.)

12
Çiftçi ve sığır çobanı. (ç.n.)

13
Domuz üreticileri dergisi. (ç.n.)

14
Batı’nın avukatı. (ç.n.)

15
Kamuoyu görüşü. (ç.n.)

16
Bizim aptal hayvanlarımız. (ç.n.)

17
Vah, vah! (ç.n.)
Büyük Evin Küçük Hanımefendisi Джек Лондон
Büyük Evin Küçük Hanımefendisi

Джек Лондон

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Elips Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Başarılı bir çiftçi olan Dick Forrest ile zeki ve güzel eşi Paula’nın sakinleri oldukları Büyük Ev’de konukları hiç eksik olmazdı. On iki yıllık güvenli ve huzurlu bir birlikteliğin ahengi, eve gelen Evan Graham’ın misafirliği ile bozulmaya başladı. Paula’nın sahip olduğu olağanüstü cazibe, Graham’ın da dikkatini çekmiş ve başını döndürmüştü. Bayan Forrest’ın ise bu yasak ilişkinin heyecanı ile ayakları yerden kesilmiş en az kocası Dick kadar kalbinde Graham’a da yer vermişti. Bu aşk üçgeninde acı çeken Dick Forrest, Paula’ya bir seçim hakkı tanıyarak onun hislerini özgür bıraktı. Ancak Paula, her ikisini de istiyordu. Sonunda, Graham’la birlikte Gypsy Trail şarkısını her zamanki neşesiyle söyledikten sonra Forrest’a kararını, onu ne kadar çok sevdiğini söyleyerek bildirdi. “Yalnız neredeyse iç içe yaşayan bir erkek ve bir kadının, tereddütsüz şekilde birbirlerinden ayrı durmalarını sağlamak son derece imkânsızdır.”

  • Добавить отзыв