Yunan ve roma mitolojisi

Yunan ve roma mitolojisi
Otto Seemann
Mitolojiler tamamen hayal ürünü müydü, yoksa başka dünyaların hikâyeleri miydi? Birçok farklı kültürün ve coğrafyanın mitolojisini tek tek ele alacak dizimizin beşinci kitabı, Batı medeniyetinin şekillenmesinde büyük payı olan Yunan ve Roma Mitolojisi.

Mitoloji deyince akla, hayatın birçok alanında ilham vermeyi sürdüren Yunan ve Roma mitolojisi gelir. Bu araştırma kitabı da Yunan ve Roma mitolojisindeki yaratılış mitleri; tanrı, titan ve kahramanların hayatları ve birbirleriyle mücadelelerini mercek altına alıyor. Evrenin işleyişinin Yunan ve Roma kültüründeki dışavurumu olan bütün bu mitolojik figürlerin ve çok daha fazlasının detaylı bir şekilde ele alındığı bu kitapla, mitoloji dünyasının önemli bir alanına hâkim olabilirsiniz.

Otto Seemann
YUNAN VE ROMA MİTOLOJİSİ



GIRIS

I. Yunan ve Roma Mitolojisinin Konuları
Mitler doğumun, hayatın ve eski çoktanrılı inanışlardaki tanrıların, kahramanların ya da yarı tanrıların eylemlerinin şiirsel anlatıları olarak tanımlanabilir. Hem mit hem de efsane[1 - Almanca sage (destan) sözcüğü aslında Yunanca mitos sözcüğünün çevirisinden ibarettir ve sıkça bu anlamda kullanılır. Ancak son zamanlarda mitos terimini tanrıların hayatları ile eylemlerinden bahsederken ve sage terimini kahramanlarınkinden bahsederken kullanma geleneği türemiştir.], Mährchen ya da başka bir deyişle popüler hikâyeden ayrılır. Bunun tek nedeni ikincisinin bütünüyle hayal ürünü olması değildir. İster doğanın sık sık görülen bir iyileşme aşaması, ister açık seçik ve gerçek bir doğa olayı olsun daima önceden var olan bir gerçekliğe dayanır. Genellikle ozanlar tarafından gerçekleştirilen değişiklikler ve eklemeler sayesinde bir mitin gerçek kaynağını kesin olarak bilmek en zahmetli şeydir. Bu nedenle belirli bir geleneğin mit olup olmadığına karar vermek oldukça zordur. Bir yandan tanrıda ya da yarı tanrıda bir kabilenin kahramanının belirli bir kuşağın takdiriyle süper insan boyutlarına büyütülmesini görme arzusundayızdır. Diğer yandan ise farklı uluslardan ailelerin efsanelerinin kıyaslanması sadece yarı tanrıda ya da kahramanda değil, fabllardaki hayvanlar ve çocuk hikâyelerinin geleneklerinde ortaya çıkan doğanın işleyişine işaret eder.
Bu mitlerin büyük bir kısmı, insanların doğaya dair gözlemleri ve canlı güney hayallerine yegâne doğaüstü varlıkların dışavurumu olarak görünen doğanın çeşitli aktif ve yaratıcı güçlerinden kaynaklanır. Bu güçler insanlara artık dostça ya da düşmanca görünüyordu. İnsanlar bu yüzden öfkelerini dindirmek için olduğu kadar fayda sağlamak için de hevesle uğraşmışlardır. Kendilerini doğanın işleyişinde bu şekilde dışavuran ilahların ortaya çıkışıyla insanlar, önceleri ister istemez çok ilkel ve mantıksız düşünceler kurdular. Ancak daha sonra başlardaki ataerkil dönemin basit koşullarından kurtulup düzenli siyasi topluluklarda yaşamaya başladıklarında, tanrıları doğa güçlerinin salt kişileşmesi olarak görmeye yavaş yavaş son verdiler. Aksine tanrıları değişmez ahlaki kanunlara göre hareket eden ve kendilerine insanlarınkine benzer vücutlar bahşedilmiş yaratıklar gibi görmeye başladılar (antropomorfizm[2 - İnsan biçimcilik, insanî vasıfların başka bir varlığa atfedilmesi.]). Büyük ölçüde yapay olan soyağaçları sayesinde kendilerini tanrılarla ilişkilendirip merkezinde “tanrıların ve insanların” babası olan Zeus’un bulunduğu çok büyük bir siyasi sistem kurdular.
Ancak işin ilginç yanı bu gelişim sisteminin hüküm sürmesi sadece Yunanlar arasında gerçekleşmiştir. İtalya halkları kendilerine soğuk, tuhaf bir biçimde tepeden bakan tanrılarını, yaşama biçim ve yöntemleri hakkında hiçbir açık fikirleri olmayan salt doğa güçleri olarak görmeye devam etmişlerdir. Romalıların tanrılar hakkındaki popüler Yunan kavramlarını benimsemeleri, ancak Yunan komşularıyla entelektüel anlamda temasa geçip onların dil ve edebiyatlarını incelemeye başladıktan sonra gerçekleşmiştir. Hemen var olan mitleri kendilerine aktarmışlar ve Yunan ilahlarına en yakın benzerliği olan kendi tanrı ve tanrıçalarını yaratıp kendi doğal yorumlamalarına layıkıyla uydurmuşlardır. Dolayısıyla Romalıların Jüpiter’i Yunanların Zeus’uyla, Juno Yunanların Hera’sıyla ve Minerva da Athena ile özdeşleştirilmiştir. Ancak Janus gibi sıradışı tanrılar için hiçbir Yunan ilah modeli bulamamışlardır.

II. Tanrılarla İlgili Popüler Düşünceler
Eski uygarlıkların kendi tanrıları hakkında oluşturdukları kavramlara dair en kapsamlı bilgiyi, eserleri bizlere kadar ulaşan ve mitlerin tertip edilmesinde büyük katkısı olan sayısız Yunan ve Romalı ozandan öğreniyoruz. Bunlar arasında en eski ve en önemli olanların başında Homeros gelir. Eserlerinde halihazırda kurulmuş olan ve başında Zeus’un bulunduğu Olimpos’un siyasi sistemini sunar.
Bundan böyle, en azından dış görünüşü bakımından, tanrılara tamamen insani biçimler bahşedilmeye başlanmıştır. Daha görkemli ve güzel, ayrıca daha heybetlidirler. Ancak hâlâ çok korkunç ya da olağanüstü değillerdir.
Artık tanrılar insanları sadece güzellik ya da görkemde değil, güç ve kuvvette de geride bırakmaktadır. Hele Zeus mükemmel lülelerini bir savurdu mu koca Olimpos zangırdardı. Diğer ilahlara da azımsanmayacak kuvvetler bahşedilmişti. Aslında fiziksel olarak uzamsal anlamda sınırlılardır ve aynı anda her yerde var olmaları mümkün değildir. Ancak en uzak mesafelere yıldırım hızında ulaşabildiklerinden ölümlülerle kıyaslandığında bu kısıtlama onları pek etkilemez. Mesela Athena bir anda Olimpos’un tepelerinden Ithaca’ya (İthaka) iniverir. Okyanus Tanrısı Poseidon üç ya da dört adımda Samothrace’ten (Sema-direk) Euboia’daki (Eğriboz) Ægæ’ye (Aigai) geçerdi. Dahası, tanrıların insanlara göre çok daha uzak mesafelerden duyabilme ve görebilme yetenekleri vardı. Özellikle işitme hususunda sınırsız güçlere sahip gibi görünüyorlardı. Şahsen dua edilen yerde bulunmasalar da dualar her yerden onların katına yükselip kulaklarına çalınırdı. Benzer biçimde, Olimpos’un yükseklerindeki tahtından Zeus, insanlar arasında geçen her şeyi görebiliyor ve İda Dağı’nın zirvesinde otururken Truva önlerindeki kıyasıya savaşta olup bitenleri izleyebiliyordu.
Diğer yandan tanrılar da insanlarla aynı cismani ihtiyaçlara bağımlıydılar. Tıpkı insanlar gibi onlar da uykuyla kendilerini dinlendirmek ve bedenlerini yiyecek ve içecekle desteklemek zorundadırlar. Yine de bu ihtiyaçlarını gidermeden çok daha uzun süre dayanabildiklerinden ölümlülere kıyasla çok daha az bağımlı sayılırlardı. Ayrıca yemekleri insanların yemeği kadar bayağı değildi. Tanrı yemeği (ambrosia) ve içkisi (nectar) ile beslenirlerdi. Bir başka gereksinim ise tanrıçaların seçerken sıradışı bir özen gösterdikleri giyim kuşamdı. Bunda da diğer birçok bakımdan olduğu gibi büyük ölçüde Havva’nın kızlarına benziyorlardı. Her ne kadar sanat eserleri daha sonraları ilahların bazılarını kısmen giyinik ya da oldukça çıplak biçimde temsil etmekten zevk alsa da bu, eski uygarlıkların tanrılarını bu şekilde tasavvur ettiklerine dair popüler düşünceyi kanıtlamaz.
Kendilerine ölümlüler gibi bir beden bahşedilen tanrıların insanlara benzer biçimde doğmaları ve hem beden hem de zihin bakımından günbegün gelişmeleri gerekir. Ancak bu konuda da her şey en yüksek hızda ilerler. Örneğin yeni doğan Hermes, Apollon’un öküzünü çalmak için beşiğinden kalkıp gider. Sabahleyin dünyaya varır, öğleden sonra kendi icat ettiği lirini çalar vaziyette bulunur. Ölümlülere üstün geldikleri en önemli noktaysa şudur: Fiziksel ve entelektüel güçlerine tam olarak sahip oldukları zaman asla yaşlanmazlar. Aksine daima genç ve güzel kalıp hastalık ve ölümden uzak olurlar. Gereksinimlere bağımlı olup eziyete maruz kalan insan ırkı ile kıyaslandığında “mutlu” ve “kutlu” tanrılardır. Her tür arzuyu hemen giderebilen, “huzurlu bir biçimde yaşayan” tanrılardır. Ancak bu durum her ne şekilde olursa olsun arada sırada tasa ve keder sancıları çekmelerine mâni olamaz. Kanlı canlı insanlar gibi her türden ıstıraba maruz kalır ve kolayca incinirler. Bu sebeple Yunanlar ve Romalılar, tanrılarını insani tutkulara maruz bırakmıştır.
Ruhsal niteliklere gelince, doğal olarak insanlardan çok daha üstünlerdir. Her şeyden önce ahlaki olarak daha yüksek mertebede bulunurlar. Şer, ahlaksız ve adaletsiz olandan sakınırlar ve insanoğlunun haksızlığını ve kutsal olana karşı saygısızlığını cezalandırmaktan bahsederler. Fakat bu durum bile hile, yalan, nefret, zulüm, kıskançlık vb. gibi her türden ahlak bozukluğu ve ahmaklığa kendilerini kaptırmalarına engel olamaz. Bu yüzden “kutsal varlık”tan bahsettiğimiz anlamda bir kutsallıktan çok uzaktırlar. Kaldı ki her şeyi bilen ve her şeye kadir olarak tasavvur edilirler. Aslında tabii ki güçleri de, bilgileri de muazzamdır. Doğanın gidişatına engel olabilirler; ansızın fırtınalar, veba salgınları ve diğer musibetleri yaratabilirler. Kendilerini ve diğerlerini diledikleri biçime sokabilir, ancak peri masallarında okuyabileceğimiz birçok şeyi yapabilirler. Fakat aldatılması ve kandırılması katiyen ihtimal dahilinde olmayan, diğer tanrılardan çok daha muazzam bir mertebede güç tahsis edilen ve tüm evrenin işleyişinin iradesine dayandığı Zeus bile kaderin kesin iradesine tabidir.
Tanrıların uğraşlarına bakacak olursak bunların keyif ve tembellikten ibaret olduğunu anlarız. Zengin insanlar gibi çok sevdikleri meşgalelerle keyiflerine bakarak zamanlarını hızla geçirmeye çalışırlar. Yemeklerini birlikte yerler ve bunun için Olimpos’un rüzgârlı semalarında, Zeus’un sarayında toplanırlar. Hebe isteklerine hizmet ederken, Apollon’un udunun tellerinden nağmeleri ve hoş sesli ilham perilerini (Musalar) dinleyip aralarında hoş sohbetler ederler, kendilerini tazelerler. Ama doğruyu söylemek gerekirse bu toplantılar daima bu kadar sakin ve keyifli değildir. Bazen bu büyük tanrıların arasında hararetli tartışmalar yaşanır. Hatta İlyada’nın on beşinci kitabında anlatılan Hera, Poseidon ve Athena’nın Truva Savaşı’nda Zeus’a karşı düzenledikleri gibi, varlıklarının birliğini bozacak küçük komplolar da ortaya çıkar.
Son olarak, insanlara benzerliklerinde muhtemelen hiç atlanılmaması gereken nokta: Tüm farklı ilah grupları için geçerli olan tek bir büyük ailede birleşmeleridir. Ailenin başında ve merkezinde, hem insanların babası hem de tanrıların hükümdarı olan Zeus vardır. Buna rağmen, Zeus’un sadece gökyüzündeki ilahlar üzerinde özel bir hükmü vardır. Deniz ve sulardaki ilahlar Poseidon’a, yeraltı dünyasındakiler ise Hades ya da Pluto’ya bağlıdırlar.





I. KISIM

Kozmogoni ve Teogoni
Kozmogoni denilince dünyanın yaratılmasına dair söylenceleri anlıyoruz. Teogoni ise tanrıların kökenleri hakkındaki söylenceler anlamına geliyor. Romalılar hiçbir zaman bu tip çalışmalardan zevk almadıkları için her iki konu üzerine de Yunanlar ile muhatap olmamız gerekir. Romalı ozanların bu konuda söyleyebileceklerinin tamamı istisnasız Yunanlardan ödünç alınmıştır.
Alışılagelen söylentiye göre dünya Kaos’tan oluşmuştur. Ancak bundan devasa ve biçimsiz bir kütleyi değil, salt karanlık ve sınırsız olan uzayı anlamamız gerekir. Ozanların dünyanın Kaos’tan nasıl türediği hakkındaki anlatıları bariz biçimde farklılık gösterir. En popüler olan düşünceye göre, ilk önce Gæa[3 - Gæa: (Tr.) Gaya; yeryüzü, toprak anlamına gelir. (ç.n.)] ya da Ge (toprak) kesinlikle idrak edilemeyecek bir biçimde Kaos’un rahminden çıkmıştır. Sonra Tartarus (yeryüzünün altındaki derin uçurum) kendini hemen ayırmış ve Eros (her şeyi oluşturan ve birbirine bağlayan aşk) hayat buluvermiş. Ardından Gæa kendi kendine Uranos’u (gökyüzü), dağları ve Pontus’u (deniz) vücuda getirmiştir.
Bu yeni dünyaya insanları yerleştiren ilk tanrılar, yeryüzü ile kısmen Uranos ve Pontus’un birleşmesi sayesinde yaratılmıştır. Yeryüzünün Uranos ile birleşmesinden Titanlar, Kikloplar (tepegözler) ve Centimane’ler[4 - Centimane: (Tr.) Yüz kollu yaratık. (ç.n.)] (yüz kollular); Pontus ile birleşmesinden de çeşitli deniz tanrıları doğmuştur.
1. Uranos nesli: Hesiod’a göre toplam on iki tane Titan vardı. Altısı erkek: Okeanos, Cœus (Koeus), Krius, Hyperian, İapetus, Kronus. Altısı da kadın: Theia, Rheia, Themis, Mnemosyne, Phoebe ve Tethys. Bu kutsal varlıkların isimlerinin yorumlanması kısmen zor olsa da şüphesiz doğanın temel güçlerini temsil ederler. Kiklopların sayısı üçtür: Brontes (gök gürültüsü), Steropes (yıldırım) ve Arges (yaprak yıldırım). Bu isimler, açıkça gördüğümüz üzere fırtınayı işaret eder. Centimaneler de üç tanedir: Kottos, Briareus ve Gyes. Bunlar da doğanın yıkıcı güçlerini ve muhtemelen depremi, çalkantılı denizi ve fırtına rüzgârlarını temsil eder.
2. Pontus nesli: Pontus sayesinde Gaya, olağanüstü deniz ilahlarının annesi oldu. Bunlar Nereus, Thaumas, Phorcys, Keto ve Eurybia idi. Onların da sayısız çocuğu oldu. Nereus, denizin dingin durumunu temsil eder. Daha sonra ondan ve kızlarından bahsetmemiz gerekecek. Thaumas bize göre denizin görkemini simgeler. Kendisi İris (gökkuşağı) ve Harpylerin (fırtına rüzgârlarının) babasıdır. Son olarak, Gorgonların ve Graiaların (kocakarı) birleşmesinden doğan korkunç Phorkys ve Keto denizin tüm tehlikelerini ve dehşetini temsil eder.
Titanlar arasında çok sayıda evlilik gerçekleşmiştir. Sayısız su perisi, Okeanos ve Tethys’ten doğmuştur. Işık ilahları Helios (güneş), Selen (ay) ve Eos (şafak) ilahları Hyperion ve Thia’dan doğmuştur. Gece ilahları Leto (karanlık gece) ile Asteria (yıldızlı gece) ise Koeus ve Phoebe’nin çocuklarıydı.
Ancak Titanlar arasında en önemli olanları, oğulları Zeus’un evrene hüküm sürmesini kolaylaştıran Kronos ve Rhea olmuştur.
Uranos, son doğan oğulları kudretli Kikloplar ve Centimanelerin bir gün gücünü elinden alabileceklerinden korktuğu için doğumdan hemen sonra onları toprağın altındaki derin uçuruma gömmüştür. Bu durum, anneleri Gaya’yı sinirlendirir ve Titanları babalarına karşı komplo kurmak üzere harekete geçirir. Titanlar arasında en genç ve cesur olan Kronos’u, babası Uranos’a karşı şiddet kullanmaya kışkırtır. Uranos hadım edildikten sonra mahkûm olur ve oğulları tarafından hükümdarlığından feragat etmek zorunda bırakılır. Hükümdarlığı artık Kronos’a geçmiştir. Ancak Kronos çok geçmeden yaptığının cezasını bulur. Onun da kendi oğlunun elinden aynı kaderi paylaşacağına dair kehanette bulunan Uranos’un laneti tamamlanır. Böyle kötü bir akıbete engel olmak için çabalar. Hatta o kadar endişelenir ki doğumlarından hemen sonra çocuklarını yutar. Çocuklarından beşi aynı kaderi paylaşır: Hestia, Demeter, Hera, Hades ve Poseidon. Çocuklarının yazgısına çok üzülen anneleri Rhea, bir sonraki oğlu Zeus’u bir hile yaparak kurtarmaya kararlıdır. Kuruntulu ve zalim kocasına yeni doğan çocuğunun yerine kundak bezine sardığı bir taşı verir. O da pek incelemeden taşı yutar. Bu şekilde hayatı kurtulan Zeus, Girit adasındaki Dikti Dağı’nda bir mağarada periler tarafından beslenir. Arılar ona yemesi için bal getirirken dişi keçi Amalthea onu emzirir. Çocuğun ağlaması kuşkucu babasına varlığını bildirmesin diye Kuretalar ya da Rhea’nın hizmetçi rahipleri silahlarını çarpıştırarak çocuğun sesini bastırırlar. Böylece Zeus genç ve güçlü bir tanrı olana dek gizlenir. Sonra da babası Kronos’a saldırıp tahtından eder. Gaya’nın bir hüneri yardımıyla daha önce yutulan çocukları geri getirmeye çabalar. Titanların bir kısmı, Okeanos, Themis ve Hyperian tereddüt etmeden dünyanın yeni sahibinin hükümdarlığına boyun eğer. Ancak diğerleri biat etmeyi kabul etmezler. Zeus on yıl süren bir çekişmenin ardından Kiklopların ve Centimanelerin yardımıyla onları yener. Ceza olarak, daha sonra Poseidon’un tunçtan kapılarla kapattığı Tartarus’a atılırlar. Doğal sarsıntıların en belirgin izlerinin bulunduğu toprak parçası olan Tesalya’nın bu muazzam savaşın geçtiği yer olduğu düşünülmektedir. Zeus ve onu destekleyenler Olimpos Dağı’ndan, Titanlar ise onun karşısındaki Othrys Dağı’ndan çarpışmışlardır.

Gerçekte bir ibadet nesnesi olmayan Titanlar, antik sanatta çoğunlukla tasvir edilmemişlerdir. Kronos, Romalıların hasat tanrısı Saturn ile özdeşleştirildiğinden bu konudaki tek istisnadır. Genellikle içine kapanık karakterinin sembolü olarak başının ardı bir peçeyle örtülü ve yüzünde hüzünlü, acı yüklü bir ifadeyle betimlenir. Bu şekilde iyi korunmuş bir büstü, 1. Şekil’de gösterdiğimiz gravürdeki gibi, Roma’daki Vatikan Müzesi’n-de bulunmaktadır.

1. Şekil: Kronos’un Büstü. Vatikan Müzesi.

Titanlar karşısında elde ettiği zaferin ardından Zeus, dünya imparatorluğunu iki erkek kardeşi Poseidon ve Hades ile paylaşmıştır. İlkini okyanuslar ve suların hâkimi kılar, ikincisini ise ölüler diyarının başına getirir. Geri kalan her yeri kendisine saklar. Ancak bu yeni düzen emniyetli bir şekilde tesis edilmemiştir. Gaya’nın küskünlüğü Tartarus ile birleşip en genç ve en güçlü oğlu, dev Typhon’u doğurmasına neden olur. Burnundan ateş çıkaran yüz ejderha başlı bu canavarı Zeus’un hükümdarlığını yıkmakla görevlendirir. Yerleri ve gökleri sarsan büyük bir savaş meydana gelir. Hiç bitmeyen yıldırımları sayesinde Zeus sonunda Typhon’u alt eder ve onu Tartarus’a gönderir. Daha sonraki yazarlara göre ise (Pindaros ve Virgil) onu Sicilya’daki Etna Dağı’nın altına gömer. İşte bu yüzden hâlâ arada sırada ateşten nefesini verip gökyüzüne alevler püskürtür.
Bazı ozanlar Zeus’un hükümdarlığına karşı bir başka isyanı, Devlerin başkaldırışını anlatır. Bunların Uranos’un kesilen vücudundan yeryüzüne dökülen kan damlalarından meydana geldiği söylenir. Tesalya’daki Flegra düzlüklerinden çıkıp Pelion Dağı’nı Ossa Dağı’nın üstüne yığarak Olimpos’a karşı hücum etmişlerdir. Ancak tüm tanrıların yer aldığı kanlı bir çarpışmanın ardından ikisi de ele geçirilmiş ve mağlup edilen Titanların kaderini paylaşmak üzere Tartarus’a gönderilmişlerdir. Zeus’un hükümdarlığı artık emniyetli bir şekilde tesis edilmiştir. Bundan sonra hiçbir düşman saldırısı Olimpos sakinlerinin huzurlu konforunu rahatsız etmemiştir.

Evren imparatorluğu için yaptığı savaşların yanı sıra Zeus’un hayatının ilk dönemi, genellikle Giganto-machia (Devler Savaşı) olarak bilinir ve Yunan sanatında gözde bir konu olmuştur. Bu sanat eserlerinin daha eskilerinde temsil edilen Devler, biçim ya da görünüş bakımından tanrılardan ya da kahramanlardan pek farklılık göstermez. Daha geç dönemlerde yaratılan eserlerde ise vücutlarının yalnızca üst kısmı insandır ve ejderha gövdesine sahip olarak gösterilirler. Nitekim Napoli Müzesi’ndeki meşhur kabartma değerli taştan minyatür (cameo) eserinde şu şekilde görünmektedir: İleri atılmış dört atın çektiği savaş arabasındaki Zeus, onların üzerine saldırır (2. Şekil).

2. Şekil: Athenion Cameo’su.


II. KISIM TANRILAR


I. Olimpos Tanrıları

Üstün İlahlar

1. Zeus (Jüpiter):
Romalıların Jüpiter ismini verdiği Zeus, evrenin denetimini sağlayan hükümdar olarak gökyüzü ilahlarının en önemlisidir. Göklerin en mükemmel tanrısı ve göklerin babası olduğundan hem uluslar için doğadaki tüm yaşamın kaynağıdır hem de tüm nimetler ve bereket onun elinden dağıtılır. Hava olaylarının hepsinin ondan türediği zannedilir. Bulutları toplayıp dağıtır, yıldırımlarını fırlatır ve gök gürültüsünü koparır. Yeryüzüne yağmur, dolu, kar ve bitkilere yaşam veren çiy döker. Ortasında Gorgon’un korkunç başının bağlandığı ve yüz altın püskülü olan delinmez zırhlı “aegis”i[5 - Aegis (İng.): Göğüs kalkanı (Tr.) (ç.n.)] ile fırtınaları ve boraları yaratır. Çoğunlukla zırh anlamına gelmesine rağmen siperi, gerçek zırhını destekleyen ve ona düzgünce bağlanmış bir keçi derisidir. Sonraları kısa bir pelerin ve hatta yılan püskülleri olan, balık pullarıyla kaplı bir göğüs zırhı olarak karşımıza çıkar. Aslında bu, Zeus’un tasvirlerinde pek sık görülmese de Leyden’deki bir heykel zırhı böyle göstermektedir. Bir minyatür içinde sol koluna sarılmış bir şekilde gösterilir. Benzer biçimde savunma amacıyla sol kolun etrafına bir chlamys[6 - Chlamys (İng): Pelerine benzeyen eski Yunan giysisi (Tr.) (ç.n.)] ya da şal sarılması da yaygındır. Aegis, genellikle İlyada’da onu babasından ödünç alan Athena’ya aittir. 9. Şekil’de bunu giyerken görünüyor.
Bununla birlikte eskiler Zeus’un salt doğanın kişileştirilmesi olarak görülmesinden memnun kalmamışlar, onu ahlaki bakış açısından da değerlendirmişlerdir. Öyle bir bakış açısı ki Zeus çok daha önemli ve korkunç görünür. Deyim yerindeyse onda hem fiziksel hem de ahlaki dünyaya yayılan, yolundan şaşmaz bir düzen ilkesi ve uyumun vücut bulduğunu görmüşlerdir. Tanrılar topluluğuna hükmeden katı değişmez kurallar, babası Kronos’un kaprisli emirleriyle güçlü bir tezat oluşturur. Dolayısıyla Zeus bütün siyasi düzenin koruyucusu ve savunucusu sayılır. Yeryüzünün kralları, hükümdarlıklarını ve tüm haklarını ondan alır ve görevlerini vicdanlı bir şekilde yürütmekte ona karşı sorumludur. Güçlerini hakkı olmadan aşanları ve adaletten sapanları cezalandırmadan bırakmaz. Dahası Zeus konseylere ve meclislere başkanlık eder, düzenli gidişata göz kulak olur ve onlara akıllıca tavsiyelerde bulunur. Siyasi topluluğun en önemli dayanağı yemindir. Bu nedenle Zeus, Horkios[7 - Zeus Horkios (İng.): Yeminlerin tutucusu Zeus (Tr.) (ç.n.)] (Romalılara göre yeminlerin tanrısı) olarak yeminleri gözetir ve yalan yere edilen yeminleri cezalandırır. Ayrıca sınırlara göz kulak olur ve ülkelerinin sınırlarını savunmak üzere savaşa giden gençlere eşlik edip onlara istilacılara karşı zafer armağan eder. Bütün sivil ve siyasi topluluklar onun korumasından yararlanır ancak siyasi yapının temeli olan birliğe yani aileye özellikle dikkat eder. Bu sebeple, bir anlamda her evin başı bir Zeus rahibiydi. Aile adına tanrıya adakları sunan oydu. Genellikle bahçenin ortasında duran sunağında (küçük evlerde bu şömine tabanıyla temsil ediliyordu) bütün yabancılar, firariler ve yardım dilenenler sığınacak bir yer bulurdu. Zeus Xenius (Konuksever Zeus anlamında) olarak gezginleri himaye eder ve kapısındaki yardıma muhtaç yabancıyı geri çevirerek antik konukseverlik kurallarını çiğneyenleri cezalandırırdı.
Erken zamanların batıl inancı, tüm gökyüzü olaylarını takdiri ilahinin gerçekleşmesi olarak göstermiştir. Bu sebeple göklerin baş ilahı elbette en yüksek esin kaynağı olarak görülüyordu ve insanlara iradesini gök gürültüsünde, yıldırımda, kuşların uçuşunda ve düşlerde gösterdiğine inanılıyordu. Üstün kehanet ilahı olduğu için Zeus’un Epir’deki Dodona’da, Yunanistan’ın en eskisi olan kendi kâhini olmasının yanı sıra en sevdiği oğlu Apollon’un ağzından geleceğe dair vahiylerde bulunuyordu. Romalılar arasında doğru dürüst bir kâhini olmasa da hava ve gökyüzüyle ilgili tüm olaylara giderek daha fazla ilgi ve merakla bakıyordu. Bunların doğru yorumlanması özel ve zor bir ilim dalını oluşturuyordu.
Zeus, Yunanların ilk ulusal tanrısıydı. Ona ibadet etmek, Yunanistan’ın her yerine yayılmıştı. Bununla birlikte tapınaklarının bazılarının özel bir önemi vardı. Bunlar arasında en eskisi, Pelasglar döneminde Zeus’a henüz Yunanistan’da herhangi bir tapınağın olmadığı bir dönemde ibadet edilen Dodona’daydı. Burada Zeus, meşhur kutsal meşe ağacı biçiminde tasvir edilmiştir. İlah, ağacın hışırdayan dallarında sadık inananlarına kendini gösterir. Ayrıca kendisine eteklerinde Dodona’nın uzandığı Tomarus Dağı’nın zirvesinde de ibadet ediliyordu. Böylece dağın tepesi, doğal olarak ilk ibadet yerleri olmuştu. Ancak önceki tapınakların hepsi, ünlü Olimpian oyunlarının kutlandığı İlia’daki Alpheus nehrinin kuzey kıyılarında bulunan Olimpia’daki Helen dönemi Zeus’un büyük ulusal ibadet merkeziyle gölgede bırakılmıştı. Meşhur heykeltıraş Fidias tarafından yapılan muhteşem heykeli, buraya her yerden akın akın gelen sofular için fazladan bir teşvik oluyordu.
Jüpiter’e (Zeus) tapınma İtalya’da da bir o kadar yaygındı. Onun bütün tapınakları içinde şüphesiz en ünlüsü Tarquinius’un Roma’daki Kapitol’de inşa ettirdiği mabetti. Sulla döneminde çıkan bir yangında neredeyse tamamen tahrip olduktan sonra eskisinden daha görkemli bir şekilde restore edilmiştir. Topraktan yapılan orijinal heykelin yerine Olimpian Zeus’u model alınarak Yunan sanatçı Apollonius’un eseri olan altın ve fildişinden bir heykel yapılmıştır.
Tanrıyı sanatta göründüğü gibi ele almadan önce sayısız aile üyesine kısaca bakmamız gerekir. Yunanların mitolojisi Zeus hakkında ölümsüz olduğu kadar, fazla sayıda ölümlü eşe ve aşırı derecede zürriyete sahip olduğu yorumunun yarattığı kötü şöhretiyle Romalıların mitolojisiyle tezat yaratır. Tanrının sayısız aşk macerası üzerine komik ozanların arada sırada yaptıkları esprilere ve bunları duyan Hera’nın kıskançlığına rağmen bunun, Yunanların göklerin yüce tanrısını şehvet ve zevk düşkünü bir varlık gibi temsil etme niyetinden daha öte olmadığını belirtmemiz gerekir. Bunun izahı, kısmen birbirinden bağımsız ortaya çıkan çok sayıdaki çağdaş yerli ibadet biçiminde bulunabilir. Kısmen de Yunanların eğlenceli düş gücünün her yeni eseri üreme kisvesi altında betimlemesi gerçeğindeydi. Mitolojinin tanrıların soyağacını öğreten bu kısmında, Zeus’un ilk eşi Okeanos’un kızı Metis (akıl) idi. Zeus, elde etmesi pahalıya mal olan imparatorluğundan kendisini mahrum bırakabilecek bir oğul doğuracağından korktuğu için onu bir çırpıda yiyip midesine indirdi. Bundan kısa süre sonra kendi kafasından Pallas Athena’yı çıkarmıştır. İkinci tanrıça eşi, birleşmesiyle Horae ile Moirae’nin (alın yazgıları) babası olduğu Titanlardan biri olan Themis’ti. Dione, Dodonalı Zeus’un karısı ve Afrodit’in annesi olarak görünmektedir. Diğer yandan Arkadyalı Zeus, Maia ile evlendirilir ve bu evlilikten Hermes doğar. Demeter (Ceres[8 - Topraktan gelen anlamına gelen Latince kökenli bir isim. Bereket tanrıçası Demeter için kullanılmıştır (ç.n.)]) ile evliliği sayesinde Persephone’un (Proserpine, bitkiler tanrıçası) babası; Okeanos’un kızı olan Eurynome ile evliliği sayesinde Charites’in (Graces) babası; Mnemosyne ile evliliğinden Musaların ve Leto ile evliliğinden de Apollon ve Artemis’in babası olmuştur. Kutsal eşleri arasında en genç olanı, daha sonra mitoloji tarafından tek meşru kraliçe olarak görülen kız kardeşi Hera’y-dı. Onunla evliliği sayesinde Ares (Mars), Hephæstus (Vulkan) ve Hebe’nin babası olmuştur.
Ölümlü metreslerinden en ünlüsü Thebai Kralı Kadmus’un kızı Semele’dir ve Dionysos’un annesidir. Diğer metresleri Leda, Danae, Alkmene, Europa ve İo’dan daha sonra bahsedilecektir.
Halihazırda fark ettiğimiz üzere Romalıların mitolojisi önceleri Jüpiter’i tüm aile bağlarından yoksun betimlemiştir. Dinleri Helenleştikten hemen sonra onu Saturn ile Ops’un oğlu olarak adlandırıp Juno’yu karısı ve Minerva’yı da kızı olarak saymışlardır.

Hem kendisine geniş çapta ibadet edilmesi hem de Yunanistan’da var olan tapınaklarının fazlalığı nedeniyle Zeus heykelleri doğal olarak fazla sayıdaydı. Hepsinin arasında en ünlüsü, Atinalı heykeltıraş Fidias’ın (MÖ 500 – 432) eseri olan Olimpia’daki görkemli Zeus heykeliydi. Figür yüksek bir taht üzerine oturtulmuştu ve yaklaşık 12 metre yüksekliğineydi. Altın ve fildişinden yapılmıştı ya da büyük ihtimalle ahşap bir heykel altın ve fildişiyle kaplanmıştı. Kaplanmayan kısımlar -yüzü, boğazı, göğsü ve elleri- fildişinden yapılmıştı. Sağ elinde ayrıca altın ve fildişinden Zafer Tanrıçası’nın heykeli, sol elinde de tepesine kartal tünemiş bir kral asası duruyordu. Mevcut sayısız ayrıntılı betimlemeler bize sadece heykeltıraşın tanrının çehresine nüfuz ettiği yüce görkemi hakkında belli belirsiz bir fikir sunuyor. Fidias’ın amacı onu insanlığa sadece Olimpos’un her şeye gücü yeten hükümdarı hem gücü hem de bilgeliğiyle tüm tanrılar ve insanlardan üstün biri olarak değil ayrıca hepsinin şefkatli babası ve bütün güzel hediyelerin müşfik dağıtıcısı olarak göstermekti. Tam alnından çıkıp yüzünün iki yanına eşit parçaya dökülen saçları inançlı güce sahip bir aslan yüzü ifadesini andırıyordu. Bu ifade yüksek alnı ve sert biçim verilmiş burnuyla daha etkili kılınmıştı. Aynı zamanda hafif aralanmış dudaklarının görüntüsü insana tatlı bir yardımseverlik kanısı veriyordu. Anlatılanlara göre Fidias heykeli tamamladıktan sonra tanrıya eserini beğendiğini gösteren bir işaret göstermesi için dua etmiş. Bunun üzerine Zeus bir yıldırım şulesinin tapınağın açık çatısından içeri düşmesini sağlamış ve böylece kendi heykelinin görüntüsünü onaylamış.
Dünyanın yedi harikasından biri sayılan Fidias’ın bu muhteşem başyapıtı hiç zarar görmeden neredeyse 800 yıla kadar varlığını sürdürmüştür. Görünüşe göre III Theodosius döneminde çıkan bir yangında yok olmuş.
Bunun ardından gelenler Yunan ve Romalı heykeltıraşlar tarafından yapılan Zeus’un mevcut heykellerinin en önemlileridir; sanatsal değer bakımından ilk sıradaki geçen yüzyılda Otricolli tarafından keşfedilen -şu anda Roma’daki Vatikan Müzesi’nde bulunan- ve Carrara mermerinden yapılmış Zeus büstüdür (3. Şekil). Zeus’un yüce görkemi ve cömertliğinin birleşimi heykelin muhteşem çehresinin temel özelliğidir. Bir sonraki ise Verospi Jüpiter’i olarak bilinen ve yine Vatikan Müzesi’nde bulunan, devasa boyuttaki mermerden bir heykeldir (4. Şekil). Son olarak şu an Napoli Müzesi’nde bulunan, Pompei’de keşfedilmiş bir Zeus büstünün yanı sıra Epir, Paramythia’da (Aydonat) keşfedilen ve şu an British Museum’da bulunan eşit güzellikte bronz bir heykel vardır. Zeus’un bugüne ulaşan tüm heykellerinin karşılaştırılmasından, antik sanatın amacının onu özellikle evrenin sevecen hükümdarı olarak Olimpos’un yükseklerinde bilinçli bir görkem içinde, keyifli ve rahat biçimde temsil etmek olduğunu anlayabiliyoruz. Ayırt edici özellikleri, düzgün kavisli kaşlarının her iki yanından yele gibi dökülen kümelenmiş saçları ve gür dalgalı sakalıdır. Sembolleri arasında saltanatının simgesi olarak kral asası, yıldırım, kartal, ibadetinin sembolü adak tası vardır. Ayrıca hükmettiği evrenin sembolü olarak koltuğunun yanında ya da altında duran küre ve Zafer Tanrıçası’nın heykeli bulunur. Başı bazen, meşe onun için kutsal olduğundan, meşe yapraklarından bir çelenkle ve bazen zeytin dalı ya da sade bir şeritle süslenmiştir çünkü ikincisi genelde hükümdarlık işaretidir. 5. Şekil’de İlia’da basılmış iki sikkenin gravürü verilmektedir. Birisi Floransa, diğeri Paris Müzesi’nde bulunmaktadır.

3. Şekil Otricoli Zeus. Vatikan Müzesi


4. Şekil: Jüpiter Verospi. Vatikan Müzesi.


2. Hera (Juno):
Homeros’a göre Hera, Kronos ile Rhea’nın kızlarından en büyüğüdür. Hem erkek kardeşi hem de eşi olan Zeus’un dişi karşılığıdır. Havayı ya da atmosferi temsil eder ve bu nedenle Zeus gibi hava ile gökyüzü olaylarını kontrol ettiği düşünülürdü. Ayrıca göklerin kraliçesi olarak Zeus’un mevkiinin tüm saygınlığını paylaşıyordu. Kendisine yönelik tüm söylencelerin içeriğini oluşturan Zeus’la evliliği, şairlere hem ciddi hem de eğlencelik şiirleri için zengin ve yaratıcı malzemeler sağlamıştır. Zeus ile Hera’nın kutsal evliliği için türküler söylenmiştir. Düğünün anısına, bahar gelgiti döneminde festival adakları ve evlilik törenleri ile tanrıçanın mabedinin önünde kutlamalar yapılırdı. Gerek asil çiftin evliliğindeki anlaşmazlıklardan gerekse Zeus’un iyiliğine nail olan ölümlü kadınların başına gelen acımasız kaderden bahsetmeden edilmezdi. İşte bu yüzden kıskançlık ve rekabet, tanrıçanın karakterinin en önemli özellikleri oldu. Oysaki hem kendisine yapılan ibadette hem de sanatçılar tarafından betimlenmesinde, zarif ve nazik bir ilah ve kendi cinsinin hususi korumacısı olarak görünmektedir.


5. Şekil: Fidias’ın Zeus figürünü taşıyan İlya sikkeleri (Overbeck’ten sonra).

Hera’nın doğal manası Yunanlar arasında kolayca ortadan kaybolmuştur ve genel olarak evlilik bağının koruyucusu olarak onurlandırılmış gibi görünmektedir. Bu bağın bozulmamış kutsallığını koruyan kadının asaleti, en yüce ifadesini onda bulur. Evliliğin hususi kadın koruyucusu olarak evliliğin kutsallığına göz kulak olması, çocukların kutsanmasını ihsan etmesi ve kadınları doğum esnasında koruması gerekiyordu.
Aslında Hera’ya tapınma çok yaygın değildi. Onun tapınma merkezi Argos idi. Bu nedenle sıkça kendisine Argive ismi verilir. Argos, Miken ve Sparta, Homeros’un döneminde onun en sevdiği şehirler olarak belirtilir. Evlilik tanrıçası olarak edindiği yeni karakteri önem kazandıkça ona yapılan ibadet de doğal olarak yaygınlaştı. Boeotia ve Evia’da (Eğriboz) kendisine çok eskiden beri tapılıyordu ancak onun asıl tapınağı, Argos ile Mi-ken arasındaki Heraion’du. Burada, tanrıçanın Sikyonlu sanatçı Polykleitos[9 - Kendisi Sikyonlu olan Polykleitos heykeltıraş, mimar ve bronz dökümcüsüydü. Fidias ile aynı dönemde yaşamıştı ve antikçağlardaki en meşhur sanatçılardan biriydi.] tarafından yapılan altın ve fildişinden en görkemli heykeli bulunuyordu.
Juno (tam olarak Jovino) tıpkı Yunanlar arasında Hera’nın olduğu gibi Romalılar arasında doğum tanrıçası ve evlilik koruyucusu olarak aynı yeri alır. Juno’ya Regina adıyla Roma şehri ve imparatorluğunun koruyucu ilahı olarak da saygı duyulmuştur. Başlıca mabedi, Jüpiter Tapınağı’nda ayrı bir şapele sahip olduğu Capitol’deydi (başkent). Tanrıçanın başlıca festivali olan Matronalia, şehrin tüm evli kadınlarının geçit töreniyle Eszuilline tepesindeki tapınağa yürüyüp tanrıçaya çiçek ve işret[10 - İşret: Eski dilde içki.] sundukları martın ilk gününde kutlanıyordu. Juno’ya kurban edilenler genellikle küçük düvelerdi. Kutsal kuşları, sonradan Yunan Hera’nın tavus kuşunun da aralarına eklendiği kaz ve kargaydı.

Juno ile ilgili sanat eserleri arasında en ünlüsü; fotoğraflar ve modeller sayesinde oldukça iyi tanınan, kayda değer güzellikte devasa bir mermer büsttür. Mağrur ve buyurgan çehresi, nadir bir seviyede kadının başlıca övünç kaynağı olan izzet ve zarafetini birleştiren mükemmel kadınsı güzelliğin kusursuz örneğidir.
Bunun ardından kıyafetinin hayranlık uyandıran dökümü ile ayırt edilen, bütün ve dik duran büyük boyuttaki bir heykel olan Vatikan Müzesi’ndeki Juno Barberini gelir (6. Şekil). Şu an Napoli Müzesi’n-de bulunan Farnese Juno da bahsedilmeyi hak ediyor. Aynı müzede muhtemelen Polykleitos’un düşüncesini yansıttığı için üzerinde hakkı olduğu iddia edilen tuhaf bir güzellikteki Hera’nın büstü bulunmaktadır. Bunun da bir gravür çizimini 7. Şekil’de sunmaktayız.
Juno’nun karakteristik özellikleri arasında oldukça çıkık bir çene, kararlı bir irade gösteren yüz ifadesi, oldukça bükülmüş dudaklar, sınırları iyi çizilmiş burun delikleri, büyük gözler, yüksek soylu bir alın bulunuyordu. Tanrıçanın simgeleri; gücünü temsil eden asası ve tacı, evli bir kadının sembolü olan duvağı (daha geç dönemdeki sanatçıların eserlerinde çoğunlukla ihmal edilmiştir), elindeki adak kâsesi, aşkın sembolü olan nar, ayaklarının dibindeki tavus kuşu ve kaz, bazen de baharın müjdecisi olarak guguk kuşundan oluşuyordu.

6. Şekil: Barberini Juno. Vatikan Müzesi.


7. Şekil: Hera’nın başı, muhtemelen Polykleitos’tan sonra. Napoli.


3. Pallas Athena (Minerva):
Yunanların Pallas’ın doğumuna dair anlattıkları hikâyeler büyük ölçüde farklılık gösterir. En yaygını halihazırda bahsedilmiş olandır. Buna göre Zeus onu, Hephaistos’a yarıp açmasını emrettiği kendi başından çıkarmıştır. Tamamen zırhlı ve elinde dik duran mızrağı ile büyük savaş tanrıçası bir savaş şarkısı çığırarak babasının başından çıkmıştır. Bu sırada hem denizlerde hem de karada kopan muazzam kargaşa, bu büyük olayı dünyaya duyurmuştur. Fiziksel özellikleri bakımından Pallas, eskilerin içinde doğanın en yüksek gücünü gördükleri tamamen aydınlık havanın tanrıçası gibi görünür. Bu nedenle doğada ışığın, hayatın ve dünyevi nimetlerin dağıtıcısı olarak Zeus ile yakından ilişkilendirilir. Ahlaki bir bakış açısıyla incelendiğinde, bilgelik tanrıçası olarak Baba Zeus’un dünyanın kaderini kontrol ettiği büyük bilgelik ve sağgörünün yansıması, canlı örneği gibidir. Dolayısıyla karakterinin diğer özelliklerini kolayca anlayabiliriz. Her şeyden önce devletlerin koruyucusudur. Hepsinin savaşta ve barışta ihtiyaç duydukları refah ondan türemektedir. Bu sebeple savaşın olduğu kadar barışın da tanrıçasıdır. İkinci görevinde düşman üzerine yürüyen orduya eşlik eder, askerlere savaş gayreti aşılar ve onları zengin ganimetler ve zaferle ödüllendirir. Memleketlerindeki şehirlere ve kasabalara muazzam korumasını bahşeder. Ayrıca Homeros’un eserlerinde Odisseas, Akhilleus ve Diomedes gibi özgün kahramanların yardımsever kılavuzu ve koruyucusu olarak yer alır. İnsanlığa atları yetiştirmeyi, gemileri ve savaş arabalarını inşa etmeyi ilk öğreten odur. Savaş borazanı ile flütü de o icat etmiştir. Savaş tanrıçası olarak miğferin yanı sıra zırh ve mızrak kuşanıp korkutucu kalkanını giyerdi. Sanat eserlerinde kalkanı ejderha pulları ila kaplı ve etrafı yılanlarla kuşatılmış bir göğüs zırhı olarak temsil edilir. Ortasında ise kendisine bakan herkesi taşa dönüştüren Medusa’nın korkunç başı bulunur.
Barış tanrıçası olarak Athena lütuf konusunda da eşit derecede eli açıktır. İnsanlık adına ister fiziksel ister düşünsel, gereken her şeyin ondan çıktığına ve onun hükmüne bağlı olduğuna inanılıyordu. Dolayısıyla her türden yararlı icadın varlığı ona atfedilirdi. İnsanlara tırmık ve sabanı ilk veren oydu. Dokuma kumaşları boyama sanatını, öreke ve dokuma tezgâhını ve kadınlara özgü diğer birçok marifeti icat eden oydu.
Sanattaki bu beceri daha sonraki yazarlar tarafından diğer şeylere de yayılmıştır. Her bilim, sanat ve üretim dalının kadın destekleyicisi olarak temsil edilir.
Kendisi ayrıca Athena Hygiea (Sağlık Tanrıçası Athena) olarak da isimlendirilir çünkü salgınları engellemek, ülkenin gençlerinin sağlığını ve gelişimini desteklemek için saf ve temiz atmosferi yaydığına inanılıyordu.
Bu sebeple, böylesi iyiliksever ve insan yaşamı üzerinde önemli etkiye sahip bir tanrıçaya ibadet etmenin Yunanistan’da çok yaygın olmasına şaşırmamamız gerekir. Gerçekten koruyucu ilahı olduğu Atina şehrinin dışında başka hiçbir yerde bu denli yüksek bir saygı görmemiştir. En önemli mabedi Perikles tarafından Akropolis’te dikilen Partenon’du (bakire tanrıça tapınağı). Mabedin kalıntıları günümüzde bile dünya çapında ilgi ve merak uyandırmaktadır. Attika topraklarının tümü, aslında belirli bir ölçüde, tanrıçanın Poseidon ile yaptığı meşhur mücadelenin ardından kazandığı şahsi mülküydü. Zeus, Attika[11 - Atina ve çevresini kapsayan ve tarihi olarak önem taşıyan bölge (ç.n.).] üzerindeki hâkimiyetini ülkeye en yararlı hediyeyi ihsan edecek olan ilaha devredeceğini buyurdu. Bunun üzerine Poseidon atı yarattı. Ancak Athena zeytin ağacının yetişmesini sağladı ve böylece zaferi kazanmış kabul edildi. Bu şekilde yaratılan kutsal zeytin ağacı, Akropolis’teki Erechtheus Tapınağı’nda gösteriliyordu. Öyle müthiş bir yaşam gücüne sahipti ki Persliler şehri ele geçirdikten sonra ağacı yaktıkları anda taze bir filiz vermişti. Argos ile Corinth de, Pallas Athena’nın bilindik ibadet yerleri arasındaydı. Ayrıca Sparta, Boeotia, Tesalya, Arkadya ve Rodos da tanrıçanın en çok saygı gördüğü yerler arasındaydı.
Romalı Minerva çok erken bir dönemde Helenleştirilmiş ve Yunan Pallas olarak tanımlanmıştır. Ancak Roma’da tanrıçanın savaşçı karakteri, bilim ve sanatın yanı sıra kadınların tüm el işi eserlerinin barışçıl mucidi ve destekleyicisi kimliğine eklenmiştir. Burada kendisine, Jüpiter ve Juno’yla birlikte şehrin ve imparatorluğun koruyucu ilahı olarak ibadet edilmiştir. Bunun sonucu olarak Capitol Tepesi’nde kendi Jüpiter Tapınağı’na sahip olmuştur. Ayrıca Aventine ve Caelian tepelerinde de tapınakları bulunur, bunlara Pompei tarafından MÖ 61 yılında Campus Martius’ya bir üçüncüsü eklenmiştir.
Tanrıçanın festivalleri, Yunan Pallas’ın en önemli festivali olan Panathenaia şenlikleri, her dört yılda bir büyük gösterişle kutlanırdı. Heybetli bir geçit alayı Atina’nın sokaklarından geçip Akropolis’e doğru ilerler ve orada Atinalı bakirelerin özenle süslediği oldukça değerli bir giysi (peplos) suretinde tanrıçaya adak adanırdı. Aynı zamanda at yarışları, atletizm ve müzik yarışmaları yapılırdı. Küçük Panathenaia olarak adlandırılan ve görece daha az önemli olan bir başka festival ise tanrıçanın onuruna her yıl Atina’da kutlanırdı.
Roma’da Minerva’nın en önemli festivali olan Quinquatrus Majores, mart ayının on dokuzunda gerçekleşirdi. Sonraki dönemlerde beş güne yayıldı. Entelektüel uğraşları olanlar, artistler ve sanatçılar tarafından özellikle izlenirdi. Minerva okulların koruyucusu olduğu için okul çocukları da kutlamalarda yer alır ve hoş bir tatil geçirirlerdi.

Bakire tanrıça her zaman antik sanatın sevilen bir teması olmuştur. Bronz ya da mermer oymacılığında kalıba dökmenin henüz bilinmediği ve tanrılarının görüntülerinin kabaca ahşap üzerine oyulduğu en eski dönemlerde bile Pallas sıkça resmedilen bir temaydı. Bu ahşap tasvirler tanrıçayı genellikle elinde mızrağı ile çarpışmaya hazır biçimde ayakta temsil ediyordu ve o zamanlar Palladion olarak adlandırılıyordu. İnsanlar bunların göklerden düştüğüne ve düşman saldırılarına karşı kati bir korunma aracı olduğuna inanmaktan memnundu. Yunan sanatı olgunluk dönemine girdiğinde ilk usta sanatçılar tanrıçayı betimlemede birbirleriyle yarışmaya başladılar. Akropolis’teki tapınakta duran meşhur Athena Parthenos heykeli ile Fidias hepsini geride bıraktı. Heykel yaklaşık on iki metre yüksekliğindeydi ve fildişi ile altından yapılmıştı. Muhteşem güzelliği doğal olarak olağanüstü tapınağın en ilgi çekici ögelerinden birini oluşturuyordu. Göçebe kabilelerinin şiddetli istila döneminde ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldu. Tanrıçanın mevcut en önemli heykellerini açıklamaya başlamışken ilk olarak daha önceden Roma’daki Villa Albani’de bulunan ve Bavyera Kralı I. Ludwig tarafından Münih koleksiyonu için temin edilen muhteşem mermer büstten bahsetmemiz gerekir. Bu eserde tanrıça, tepesi bilgelik amblemi olan bir yılanla süslenmiştir ve sıkı bir miğfer giyer. Kenarları yılanlarla süslenmiş göğüs zırhı, omuzlarından aşağı bir pelerin gibi inmekte olup korkunç fakat tanrıçanın saf ve soylu çehresiyle çarpıcı bir tezatlık oluşturan Gorgon’un başı ile ortasından bağlanmıştır. Narin ve genç bir yüz ifadesine sahip olan güzel bir büst, Roma’daki Vatikan Müzesi’nde muhafaza edilmektedir.
Güzellikte pek geri kalmayan ancak sıkıcı ve neredeyse erkeksi özellikleri olan bir başka heykel, Pompeii kazılarında keşfedilmiş olup halen Napoli Müzesi’nde bulunmaktadır. Mevcut (tam boy olarak) heykelleri arasında Roma’daki Vatikan Müzesi’nde bulunan Pallas Giustiniani, en güzeli olarak kabul edilir (Şekil 8). Daha önceden Minerva’nın bir tapınağının yer aldığı bir yerde bulunmadan önce muhtemelen eskiden bir Roma tapınağında durmaktaydı. Bu heykel, her ne kadar mızrak ve siperi eksik olmasa da Romalı anlayışına uygun olarak daha barışçıl bir karaktere sahiptir. Bunun ardından Velletri yakınlarında bulunan iki heykel gelir. Bunlardan biri Roma’daki Copitoline Müzesi’nde iken diğeri Paris’teki Louvre koleksiyonunun önemli bir parçasını oluşturur. Her iki heykel de tanrıçayı nazik ancak ağırbaşlı bir yüz ifadesiyle bütün barışçıl işleri teşvik eden sevecen bir karakterde temsil eder.
Napoli Müzesi’ndeki Farnese Minerva ile Londra’daki Hope kopyası benzer özellikler gösterir. Diğer yandan, Herkulaneum’da (şu an Napoli’de) keşfedilen bir heykelde Minerva apaçık saldırgan bir pozda savaşçı bir tanrıça gibi görünür (10. Şekil). Bu durum, tanrıçanın taktığı kolyeden dolayı genellikle Minerve au Collier (Boyunluk) olarak adlandırılan Louvre’daki meşhur heykel için ve yine miğferin yerini başının üstüne örtülmüş aslan postunun aldığı Villa Albani’deki heykel (9. Şekil) için de geçerlidir.
Minerva’nın kendine has özelliklerini bir araya getirmeye çalışırken bakire tanrıçanın en önemli niteliğinin gösterişsiz, ağırbaşlı karakterine güzelce yakışan mağrur bir ciddiyet olduğunu anlıyoruz. Çehresi ile duruşu gücün ve yüceliğin işaretini gösterirken, kapalı dudaklarıyla öne çıkık çenesi kararlı ve iradeli bir yaradılışı göstermektedir.
Minerva’nın gözde hayvanları arasında yılan, baykuş ve horozdan bahsedebiliriz. İlki bilgelik, ikincisi derin tefekkür ve sonuncusu savaş için ateşli bir arzu sembolüdür. Minerva’nın simgeleri arasında göğüs kalkanı (siper olarak kullanılan), mızrak ve miğfer bulunur. Miğfer bazen takanın baskın kudretinin simgesi olan Griffon[12 - Aslan vücutlu ve kartal başı olan kanatlı bir mitolojik yaratık (ç.n.)] figürleriyle süslenir. Heykellerin tümü tanrıçanın iffetli karakteriyle uyumlu olarak tamamen kıyafetlidir.

8. Şekil: Pallas Giustiniani. Vatikan.


9. Şekil: Athena Polias. Villa Albani.


10. Şekil: Pallas Athena. Napoli.


4. Apollon:
Athena’nın Zeus’un en gözde kızı olması gibi Apollon da oğulları arasında en görkemli ve yakışıklı olanıdır. Zeus’un diğer oğulları gibi o da ışık tanrısıdır ve aslında doğadaki bu kudretli gücün en saf ve en yüce temsilcisidir. Annesi Leto (Latona) gecenin karanlığının temsilcisidir. Kutsal efsaneye göre, hamile kaldığında insanoğlu kudretli tanrının görünüşünden korktuğundan onu kabul etmeyi reddettiği için etrafta dolaşmaya mecbur bırakıldı. Bu söylence daha sonra Hera’nın kıskançlığını onun gezintilerine atfeden sonraki yazarlar tarafından değiştirilmiştir. Leto sonunda bir zamanlar yüzen bir ada olan ve devasa sütunlarla denizin dibine bağlanmak zorunda olan Delos’ta bir sığınak buldu. Ahlaksız ve dine aykırı her şeyden nefret eden, göklerin aydınlık tanrısı olarak Apollon’u doğumundan kısa süre sonra karanlığın şeytani güçleri ile çarpışmaya hazırlanırken görüyoruz. Oklarıyla hem dev Tityos’u hem de yılan Pithon’u katletmiştir. İkincisi Delphi yakınlarındaki Plistus vadisinde yaşayan ve insanlarla büyükbaş hayvanları yok eden bir canavardı. Bu ve benzeri söylenceler âdeta baharın yumuşak ılık havasının kışın karanlık kasveti üzerinde uyguladığı galip kudreti üzerine yazılan bir methiyedir.
Ancak her ne kadar Apollon şeytani ve ahlaksız olan her şeyin düşmanı gibi görünse de eski söylenceler onu hedefini şaşmaz okları sayesinde insanların ve hayvanların üzerine öldürücü salgınlar gönderip afetler yayan korkunç bir ölüm tanrısı olarak da temsil eder. Bu durum yine de tanırının doğal manasına bakılarak kolayca açıklanabilir. Doğrusu, güneşin ışınları kışın soğuğunu bozguna uğratır fakat sıcaklıkları yükseldikçe ışınların kendileri sonunda hastalık ve ölüme neden olur. Bu durum Hyacinth’in ölümünü anlatan fablda güzel bir şekilde betimlenmektedir.
Işığın tanrısı olarak kişiliğini derinlemesine incelemeye devam edecek olursak, Apollon daha sonra caddeler ile evlerin koruyucusu olarak ortaya çıkar. Onun sembolü ve tüm büyülere karşı bir savunması olarak evlerin kapılarının yanına genellikle koni biçiminde bir sütun inşa edilirdi. Sağlık tanrısı olarak ünü bununla ilintiliydi. Aslında hastalık ve ölüm yayan ancak diğer yandan fiziksel hastalıklara karşı mutlak güce sahip olan bir tanrıydı. Yine de kişiliğindeki bu özellik, oğlu Asklepios’un şahsında daha yaygın bir biçimde gelişmiştir. Ancak bu harikalar yaratan ilahın iyileştirebildiği tek şey harici hastalıklar değildi. Günah ve suçtan gerçek kurtarıcı olarak yalnızca o, suçlu ruhlara teselli verebilirdi. Hatta Furialar (Erinyeler[13 - Mitolojide evrenin düzeni ve doğa yasalarına bekçilik ettiği düşünülen ilahelerdir (ç.n.).]) tarafından kovalananlar için bile Orestes’in hikâyesinde bulunan türden şefkat ve merhametin güzel bir örneğini taşır. İşte burada, insanların ruhları üzerinde yatıştırıcı ve sakinleştirici bir etkisinin olduğu gerçeğinden yola çıkarak müzik tanrısı kişiliğinin tanımını araştırmamız gerekir. Favori çalgısı lirdi ve bunu tanrıların verdiği ziyafetlerde Musaların fevkalade nağmeleri eşliğinde mükemmel bir beceriyle çalmaya alışıktı. Bu yüzden Apollon, onların lideri olarak görülürdü. Orfe ile Linus gibi antik dönemin en büyük şairlerinin hepsi, efsanelerde onun oğulları olarak temsil edilirdi.
Ancak Apollon, Yunanlar arasındaki en büyük önemini kehanetin tanrısı olarak elde etmiştir. Kehanetleri son dönemlere kadar bile sosyal ve siyasi hayat üzerinde önemli bir etki kurmaya devam etmiştir. Apollon’un esin kaynağı oldukça ayırt edilebilirdi çünkü tanrı, geleceği görünen işaretlerden ziyade; kehanetlerini aracılığıyla ortaya çıkarmak istediği kişilerde deliliğin sınırlarında gezinen coşkulu bir akıl durumu teşvik ederek ortaya çıkarıyordu. Bu kişiler genellikle ya alışılmadık derecede özel tapınaklarda ya da Sibylla gibi yalnız başına ikamet edip tanrının yanıtlarını yayan kadınlar ya da bakirelerdi. İlk zamanlarda sayıları bir hayli fazlaydı. Kolofon yakınlarındaki Claros’ta bir tane, Milet yakınlarındaki Didyma’da bir ve Thebai yakınlarındaki İsmenus’ta da bir tane kâhin bulunurdu. Ancak bu kâhinlerin hepsi nihayetinde Delfi’deki tarafından gölgede bırakıldı. Bu kâhinin yanıtları Yunan tarihinde uzun bir süre, özellikle de Doiralı kavimler üzerinde baskı kurmuştur. Pythia’nın ya da Apollon’un rahibesinin kasılmalarının nedeni, kısmen defne ağacı yapraklarını çiğnemesinden kısmen de kutsal sehpanın altında yerdeki bir yarıktan yayılan hafif dumandı. Sadece üyeliğe kabul edilmiş rahipler tarafından anlaşılan yanıtları verdiği esrik hali, ağzından fışkıran köpükler ve vücudunun kasılmalarında açığa çıkar.
Delfi doğal olarak Apollon’un başlıca tapınma merkezi oldu. Görkemli tapınak, eskisinin bir yangında yıkılmasının ardından Peisistratos’un döneminde yeniden inşa edildi. Bağışlardan elde edilen servet öyle çok arttı ki değeri 10.000 talent[14 - Eski Yunan ve İbrani altın ya da gümüş parası (ç.n.)] (2.000.000 İngiliz sterlininden fazla) oldu. Pythian oyunları Delfi yakınlarında her olimpiyatın üçüncü yılında kutlanırdı.
Doğum yeri olan Delos’taki tapınağı daha az tanınıyordu. Mabet, Cynthus Dağı’nın eteklerinde bulunuyordu ancak adanın tamamı tanrı adına kutsaldı ve bu nedenle hiç kimse buraya gömülmezdi. Burada da Theseus tarafından başlatıldığı söylenen oyunlar, tanrının şerefine dört yılda bir düzenleniyordu. Bunun yanı sıra Apollon’un sadece Yunanistan’da değil, Anadolu’da ve Yunan kolonilerinin uzandığı her yerde daha az tanınan çok sayıda mabedi ile tapınak yeri vardı.
Romalıların Apollon’u, isminden de belli olduğu üzere Roma’ya Yunanistan’dan devredilmişti. Görece oldukça erken bir dönemde insanlar, her ne kadar geleceğe dair ipuçları ihsan etseler de yanıtları sadece evet ya da hayırla sınırlı olan Romalı tanrılar gibi kâhince ilahlara gereksinim duymaya başladılar. Dahası, Apollon’a gerçekten ithaf edilen ilk tapınağın ağır bir salgının baskısı altında MÖ 429’da inşa edildiği gerçeğinden anladığımız kadarıyla şifa tanrısı özelliğiyle çok daha önceden Roma sistemine kabul edilmiştir. Apollon’a ibadet etmek, Aktium Muharebesi’ndeki zaferini söz konusu tanrıya atfeden İmparator Augustus tarafından özellikle yüceltilmiştir. İmparator, Palatino Tepesi’ne Apollon adına heykeltıraş Skopas’ın meşhur Apollon Citharoedus heykeliyle süslenmiş görkemli bir tapınak inşa ettirmiştir.

Bu açıklama bizi bu tanrının farklı heykelleri hakkında düşünmeye sevk eder. Apollon, heykellerinde daima genç bir görünüme sahiptir ve sakalsızdır. Tasvirlerinde güçlü ve yakışıklıdır, başı kümelenmiş sarı saç lüleleriyle kaplıdır. Görkemli bir yüz ifadesi taşımasına karşın çehresinden neşe veren bir dinginlik yayılır. Genellikle tanrının betimlenmesinde izlenen orijinal ve temel tipleme işte böyledir. Bu tipleme esasen Büyük İskender’in saltanatına karşı yapılan Peloponez Savaşı’nın ardından gelişen geç Attika ekolüne ait Skopas ve Praksiteles tarafından geliştirilmiştir. Skopas’ın başlıca eseri, tanrıyı ayaklarına kadar uzanan cüppe içinde ve elinde liriyle bir Pythian Citharoedus olarak temsil eden mermerden bir heykeldi.
Bu paha biçilmez eser Augustus tarafından Palatino Tepesi’nde inşa ettirilen tapınak için yaptırılmıştı. Skopas’ın genç çağdaşı olan Praksiteles ise genç Apollon’u bir kertenkeleyi kovalarken betimlediği (Apollo Sauroctonos[15 - Apollo Sauroctonos: Kertenkele katili Apollon anlamına gelen bir unvan (ç.n.).]) bronz heykeli ile epey ün kazandı.
Mevcut sanat eserlerinde bazen savaşçı ve intikam peşinde koşan bir ilah düşüncesi de bulunur. Bu gibi durumlarda tanrı tamamen ya da neredeyse çıplak bir şekilde, yalnızca bir ok kılıfı ve yay ile silahlanmış olarak temsil edilir. Diğer durumlarda ise uysal ve iyiliksever bir çehresi bulunur. İşte o zaman elindeki ut ve tamamen üstüne örttüğü chlamys (pelerini) ile ayırt edilir. Mevcut tüm heykelleri arasında türün ilk, en güzel ve meşhur olanı Belvedere Apollonu olup 1503 yılında Anzio yakınlarındaki Nettuno’da keşfedilmiştir. Şu an ise Vatikan’da bulunmaktadır. Bu eserde galip bir ilahın görkemli öz bilinci taklit edilemez biçimde bütün bir duruşunda açığa çıkar. Sağ eli ile bacağı bir ağaç gövdesine yaslanmış, sol elini ileriye doğru içinde muhtemelen korku ve dehşet sembolü olarak aegis’i tutmaktadır. Ağaca tırmanan yılan ise tanrı tarafından mağlup edilmiş karanlığın güçlerinin sembolüdür (11. Şekil). Fevkalade güzelliğinin daha belirgin anlaşılması için Belvedere Apollonu’nun başının daha büyük bir gravür çizimine de yer verdik (12. Şekil).
Floransa Sanat Galerisi’nde Apollino adıyla anılan savaş sonrası dinlenen bir gencin heykeli, güzelliği bakımından hiç de azımsanmayacak bir eser niteliğindedir. Tamamen çıplak olan vücudunun biçimi mükemmel derecede ince ve narindir. Tanrı sol koluyla bir ağaca yaslanmış, sol elinde yayını kayıtsızca tutmaktadır. Diğer yandan sağ elini düşüncelere dalmış gibi başına doğru kaldırmıştır. Napoli

11. Şekil: Belvedere Apollonu. Vatikan.


12. Şekil: Belvedere Apollonu’nun Başı.

Müzesi’ndeki Farnese Apollonu da buna eş derecede zarif bir görünüşe sahiptir. Tanrı, bu heykelde sağ eli tellerin üzerinde süzülürken sol elinde lir tutan bir müzisyen olarak tasvir edilir. İcra ettiği sanata adanmışlığını gösteren neşeli yüz ifadesi muhteşem bir güzelliğe sahiptir. Antikçağ insanları tarafından bile müzik seven kuşlar olarak kabul edilen ve ayaklarının dibinde duran kaz, kendinden geçmiş bir biçimde sanki cennetten dökülen tınıları içiyor gibi görünür.
Tanrıyı uzun bir İyonya kıyafeti içinde bir Pythian udi olarak temsil eden bu çalışmalardan neredeyse kadınsı bir figür ve hayalperest bir yüz ifadesi seziyoruz. Bu tür eserlerin en önemlileri arasında; daha önceden Barberini Musa olarak adlandırılan ve bir şekilde daha sakin tavırlar sergilediği belirtilen Münih koleksiyonundan Apollon Citharoedus ile heykelin çok canlı dans eder gibi hareketiyle tanımlanan ve genelde Skopas’ın daha önce bahsettiğimiz başyapıtının bir taklidi olarak görünen Vatikan koleksiyonundan Apollon Musagetes isimli heykel bulunur. Defne yapraklarından taç giymiş tanrının yüz hatlarına insanüstü ve saf bir ilham yayılmış gibidir. Tınılarına şarkılarıyla eşlik eder gibi görünen büyük liri göğsünden çaprazlama geçen bir kemere asılmış ve uygun bir biçimde bozguna uğramış rakibi Marsias’ın portresiyle süslenmiştir.
Son olarak zarif Apollon Sauroctonos (Kertenkele Katili) heykelinden de bahsetmek gerekir. Suretlerinden birçoğu günümüze dek ulaşmıştır ve en önemlisi Vatikan koleksiyonuna ait mermerden yapılmış bir heykeldir. Çocukluk ile ergenliğinin ortalarında görünen tanrının narin figürü, üzerinde bir yılanın yukarı doğru süründüğü ağaç gövdesine kaygısızca yaslanmaktadır. Tanrı, okuyla ağaca çivilemek için uygun anı yakalamak üzere hevesli bir şekilde yılanın hareketlerini izlemektedir.
Apollon’un başlıca simgeleri yay, ok, ok kılıfı, defne yapraklarından tacı ve liridir. Bunlara kehanet güçlerinin sembolü olarak üçayak ve omphalos[16 - Omphalos (Yun.): Göbek anlamına gelen antik dinsel bir eser (ç.n.)] (navel[17 - Navel (İng.): Bir şeyin merkezi ya da ortası anlamına gelir (ç.n.)]) eklenebilir ve ikincisi Delfi’deki tapınakta yeryüzünün merkezini simgelemekte olup Apollon sıkça bunun üzerinde otururken temsil edilmektedir. Tanrı ayrıca yakın zamanlarda Dionysos’un tiyatrosunda bulunan mermer bir heykelde olduğu gibi omphalos’un üzerinde ayakta duru vaziyette de görünmektedir. Kutsal hayvanları kurt, dişi geyik, yarasa, kuğu, kaz ve yunustur ve son üçü müzikten hoşlanan varlıklardır.

13. Şekil: Apollon Citharoedus. Münih.


5. Artemis (Diana):
Artemis, ikiz erkek kardeşi Apollon’un dişi suretidir ve fiziksel görünüşü bakımından ele alındığında onunla tam olarak uyumludur. Tıpkı onun gibi güzel ve merhametli bir ilahtır. Yine onun gibi bazen insanlara ölüm ve yıkım dağıtır. Apollon gibi fidanların gelişmesine yardımcı olur, şeytani ve ahlaksız olan her şeye onun kadar düşmandır. Yay kullanmada Apollon kadar beceriklidir. Bundan da sıkça yararlanır, üstelik sadece canavarları yok etmek için değil, arada sırada insanların küstahlığını cezalandırmak için de kullanır. Niobe’nin çocuklarının ölümü buna kanıttır. En sevdiği eğlence avlanmaktır. Ok kınını ve yayını kuşanıp bir grup nimfa (orman perisi) eşliğinde dağlarda ve vadilerde gezinir. Takip bittiğinde tatlı su kaynağında yıkanmaktan ya da kıl payı üstün geldiği perilerle etrafı çevrili bir şekilde çiçekli çayırlar üzerinde sevdiği danslardan birini başlatmaktan zevk alırdı. Annesi Leto’nun kalbi ise sevgili kızının masum oyunlarını izlerken neşeyle dolardı.
Bakire bir tanrıça olarak, özellikle evliliklerine dek koruyucusu olduğu ve kendileri için iffet örneği sağladığı genç kızlar tarafından saygı görür. Bir geyiğe dönüştürülen ve sonra kendi köpekleri tarafından parçalanan Akteon’un hikâyesi, Artemis’in bakire iffetine verilen zararın cezasız kalmadığını gösterir (Bu hikâye için Thebai efsanelerine bakınız).
Artemis, tıpkı erkek kardeşi Apollon’un güneşle açıkça özdeşleştirilmesi gibi aslen ay tanrıçası olarak görülür. Ancak bu anlayış dinlerin birbirine karıştığı günlere kadar giderek zayıflamış, sonra yeniden canlanmıştır. Artemis sıkça Selene ya da Phoebe (Luna) ile karıştırılmıştır.
Yunanların ulusal Artemis’i, aslında adına Lakonya’da insan kurbanlar sunulan zalim ve karanlık ilah Artemis Orthia’dan oldukça farklıydı. Likurgus bu barbar geleneği kaldırdı fakat onun yerine yıllık festivalinde tanrıçanın heykeli önünde birkaç erkek çocuğun zalimce kırbaçlanmasına neden oldu. Bu, Agamemnon’un Yunanlar Truva’ya yola çıkmadan önce kızı İfigenia’yı Aulis’te sunmak üzere olduğu aynı Artemis’tir. Tauris’te İskitlerin de insan kurban ederek gönlünü aldıkları bir tanrıçaları vardı. Bu durum onun Artemis Orthia ile karıştırılmasına neden oldu. İfigenia’nın tanrıça tarafından Tauris’e nakledildiği ve oradan kardeşinin yardımıyla tanrıçanın heykelini Yunanistan’a getirdiğine dair hikâye ortaya çıkmıştır.
Bizim için “Efeslilerin Dianası” olarak bilinen Efesli Artemis, bahsedilenlerin hepsinden oldukça farklıydı. Aslında bir Helen ilahından çok Asyalı bir tanrıydı.
Önceden Yunan Artemis olarak tanımlanan Romalı Diana, aynı şekilde aslen bir ay tanrıçasıydı. Bu itibarla Tusculum yakınlarındaki Algidus Dağı’nda çok eski bir mabede sahipti. Yunan Artemis’i gibi o da kadınların koruyucu tanrıçasıydı ve doğumda kadınlar tarafından kendisine dua edilirdi. Her ne kadar Yunan evli kadınları, bu hususta daha fazla korumayı Hera’nın ellerinde arasalar da benzer bir durum Artemis için de geçerliydi. Bununla birlikte Servius Tullius tarafından Latin Birliği’nin koruyucu ilahı yapıldıktan sonra Roma’da mutlak bir siyasi önem kazanmıştır. Nitekim Aventine Tepesi’nde kutsal bir koruya ve tapınağa sahip oldu.

Artemis geç Attika ekolünün ustaları arasında gözde bir tema olmuştur. Daima genç, narin, çevik ve kadınsı dolgunluklardan yoksun olarak temsil edilir. Avlanmaya düşkünlüğü genellikle taşıdığı ok kılıfı, yayı, ormanın sık çalılıklarından serbestçe geçmesini sağlayan yüksek kuşaklı elbisesi ve Girit sandaletleriyle açıkça gösterilir.
Mevcut heykellerden en meşhuru Tivoli’deki Hadrian Villa’sından gelen Versay Dianası’dır (14. Şekil). Artık Louvre koleksiyonunun başlıca parçasıdır ve güzellikte ona denk olmayan Belvedere Apollonu’nun değerli bir refakatçisidir. Bu heykelde tanrıça kadın avcı olarak değil, daha çok vahşi hayvanların koruyucusu olarak görünür. Sanki tam avlanmış bir geyiği kurtarmaya geliyormuş gibidir ve avcılara öfkeli bir ifadeyle baktığı anlaşılır. Sağ eliyle ok kılıfından bir ok kavramakta ve sol eliyle yayı tutmaktadır.
Vatikan koleksiyonundaki gerçekten güzel bir heykel, tanrıçayı en çarpıcı pozuyla tasvir ediyor. Ölümcül okunu henüz göndermiş ve hevesle yerine ulaşmasını izlemektedir. Yanındaki av köpeği iz sürme arzusuyla ileri atılmak üzeredir, dolayısıyla vahşi bir hayvan olduğu açıkça anlaşılıyor. Sol elinde tuttuğu yayı hâlâ gergin dururken sağ elindeki okunu henüz doğrultmuş durumdadır. Bir ayağını âdeta zafer hissiyle kaldırmıştır ve vücudunun tamamının duruşu onurlu bir galibiyet sevincini ifşa etmektedir. Diana’nın başlıca simgeleri arasında yay, ok kılıfı, mızrak, ışık ve hayat dağıtma gücünün sembolü olarak meşale bulunur. Dişi geyik, köpek, ayı ve yabandomuzu onun adına kutsal sayılırdı.

14. Şekil: Versay Diana’sı.


6. Ares (Mars)
Zeus ile Hera’nın oğlu Ares, çarpışmaların bilge dağıtıcısı Athena’dan açıkça ayırt edilebilen ölümcül ve yıkıcı yönüyle savaşın temsilcisidir. Aslen, fırtına kaplı gökyüzünün canlı bir örneğini olması muhtemeldir. Homeros’a göre evi haşin ve kasvetli fırtınaların yurdu olan Trakya’dır. Her ne kadar Yunanistan’da çok yaygın bir şekilde kendisine tapınılmasa da bu bölgenin savaşçı sakinleri arasında büyük saygı görür. Homeros, İlyada eserinde kaba ve “insan katili” savaş tanrısını özellikle canlı renklerle betimler. Burada sadece savaşın vahşi şamatasından zevk alan, kavga ve katliamdan asla bıkmayan bir ilah olarak görünür. Baştan aşağı pirinçten zırhla kaplanmıştır; tepesinde kuştüyü dalgalanan miğferi, havaya kaldırdığı mızrağı ve sol kolunda boğa derisinden kalkanıyla önüne çıkan herkesi şiddetli öfkesiyle devirerek savaş alanında gezinir. Gücünü müthiş kıvraklığıyla birleştirir ve Homeros’a göre tanrıların en çeviğidir. Ancak ne kadar kuvvetli olursa olsun Atina’daki savaşta Athena tarafından mağlup edilir. Mütevazı cesaretin çoğunlukla fevri şiddetten başarılı olduğunun aşikâr göstergesi.
Ares’in her zamanki yardımcıları ve hizmetçileri Korku ve Terör’dür. Bazı yazarlar tarafından oğulları olarak tasvir edilirler fakat Homeros’ta ona karşı dövüşürler. Yunanistan’daki başlıca mabetleri hakkında söylenecek çok şey yoktur. Thebai’de veba tanrısı sayılır ve başka her yerde Hephaistos’un eşi olarak görünen Afrodit ona eş olarak verilmiştir. Onun sayesinde Kadmos ile evlenip Thebai’deki Kadmos ırkının kadın atası olan Harmonia’nın babası olmuştur. Atina’dan yerel bir efsaneye göre Poseidon’un bir oğlunu katletmesi, Areopagos’un[18 - Ares Tepesi olarak bilinen cinayetlerin ve dinsel suçların yargılandığı yer. Efsaneye göre Ares’in cinayetinin ardından Poseidon tüm tanrılardan bir araya gelip Ares’i burada yargılamalarını istemiştir (ç.n.)] kurulmasına neden olur. Ares burada intikam tanrısı olarak görülürdü. Alcamenes tarafından yapılan meşhur bir heykel Atina’daki tapınağını süslemektedir. Ayrıca Sparta’nın savaşçı insanları arasında Ares’e tapınmak oldukça yaygındı.
Bu ilaha Roma’da, Mars ya da Mavors adı altında çok daha büyük bir saygıyla tapılmıştır. Hatta en eski İtalyan kabileleri arasında bile önemli bir yer edinmiş gibi görünüyor. Ancak burada ona barışçıl hayvan yetiştiriciliği ve çiftçilik uğraşları sebebiyle pek ilgi göstermedikleri savaş tanrısı olarak değil, kışın güçlerine karşı zafer kazanan bahar tanrısı olarak ibadet ediliyordu. İlkel insanların, sürülerinin ve tarlalarındaki mahsullerin bolca olması için aradıkları onun cömertliğiydi. Kötü havalar ve yıkıcı salgınlara karşı koruma için yalvardıkları Mars’tı.
Ancak savaşçı Roma’da bu ilah, kısa süre içinde barışçıl karakterini bir kenara bıraktı ve savaş tanrısının görkemli zırhını kuşandı. Hatta Roma devleti ve halkının Jüpiter’den sonra en önemli tanrısı olduğu kabul edildi. Numa, ona kendisine ait bir rahip verip onuruna Salii papazlık müessesesini yarattı ya da inşa etti. Kutsal efsaneye göre önemli olay bu vesileyle gerçekleşmiş oldu. Kral Numa, bir gün Palatino Tepesi’nin eteklerindeki eski saraydan genç Roma devletinin iyiliği ve korunması için ellerini kaldırıp Jove’ye yakarıyordu. Bu sırada tanrı lütfunun bir emaresi olarak göklerden dikdörtgen bir pirinç kalkan (ancile) indirmişti. Numa, daha sonra Mars’ın kalkanı olarak bilinen bu kalkanın dikkatlice korunmasını sağladı. Çalınmasını engellemek için bir sanatçıya kalkanın aynısından on bir tane daha yapmasını emretti. Bunların korunması adına Roma’daki en soylu ailelerden seçilmiş on iki, tam olarak kalkanların sayısı kadar, rahipten oluşan Salii Papazlık Okulu’nu kurdu. Her yıl Mars için kutsal sayılan mart ayında kutsal kalkanları kuşanıp Roma’nın sokaklarında geçit törenine katılıyor, savaş dansları edip antik savaş şarkılarını söylüyorlardı. Kral Numa’nın döneminden sonra “Baba Mars”a ibadet etmek giderek popülerleşti. Sefere çıkılacağı zaman Roma ordusu ayrılmadan önce imparator, her defasında eski saraydaki tanrının mabedine giderdi. Orada Mars’ın heykelinin kutsal kalkanı ve mızrağına dokunup “Kolla bizi Mars!” diye haykırırdı. Popüler inanışa göre ordu savaşa giderken tanrı kendisini gizleyerek önlerinden gidermiş ve bu nedenle “Gradivus” ismini almış. Lukanlar ve Bruttianlara karşı yapılan savaşta (MÖ 282) konsül üyeleri saldırıya geçip geçmeme konusunda tereddüde düştüğünde boylu boslu ve yakışıklı, ismi meçhul bir genç, birlikleri düşman karargâhına saldırıya geçmek üzere cesaretlendirmiş ve duvara ilk tırmanan olmuştur. Daha sonra bu gence hak ettiği pahalı ödülü verebilmek için arandıklarında ardında hiçbir iz bırakmadan gözden kaybolduğunu fark etmişler. Bu kişinin Baba Mars’tan başkası olamayacağını düşündüklerinden, konsül üyesi Fabricius onun adına üç gün boyunca şükran kutlaması yapılmasına karar vermiş.
Böylece Mars savaşta elde edilen tüm ganimet üzerinde makul bir hak elde etmişti. Yenilginin nedeni ise insanların olağanüstü bir kefaretle engellemeye çalıştıkları gazabına atfediliyordu.
Yaygın inanış Mars’ı, iffetli bir bakireyle birlikteliği sayesinde Roma şehrinin efsanevi kurucuları olan Romulus ile Remus’un babası kılmıştır. Eşi, Nerio gibi görünür fakat Nerio Roma’da hiç saygı görmemiştir.
Mars’ın hizmetinde, şimdiye kadar bahsedilen Yunan ilahlarına hesap veren Metus ve Pallor’u ve Yunanistan’da olmasa da Pontus ve Kapadokya’da tapınılan ve Enyo’ya karşılık gelen kız kardeşi Bellona’yı görüyoruz. Bellona’nın Campus Martius’ta bir tapınağı vardı.
Romalı gençlerin ünlü talim alanı olan Campus Martius (Mars’ın Sahası), Quirinal Tepesi’nden batıya Tiber Nehri’ne kadar uzanıyordu ve savaş tanrısına adanmıştı. Sezar’ın katillerini devirdikten sonra Augustus, yani manevi babası, Mars adına güzelliği ve ihtişamıyla tanrının diğer tüm tapınaklarını geride bırakan Yunan stilinde bir mabet inşa ettirdi. Tapınağın üç kolonu, artık tarihe karışan görkemin sessiz tanıkları gibi hâlâ dimdik ayakta duruyor. Mars’ın onuruna mart ayında çok sayıda festival düzenlenmiştir. Saliilerin geçit töreni festivalin başlıca etkinliğini oluşturuyordu. Bunun yanı sıra festivalde yarışmalar ve oyunlar da bulunuyordu. Ayrıca ekim ayının ortasında Mars onuruna iki tekerlekli araba yarışları düzenleniyordu. Yarışta zafer kazanan takımın arabasının solundaki atın tanrıya sunulması geleneği hüküm sürüyordu. Şehrin en eski iki konutunda yaşayanlar, katledilen hayvanın başı uğruna çarpışıyordu. Atın başına sahip olmanın muazzam bir bereket getireceği düşünülüyordu.


15. Şekil: Mars Ludovisi.

Antik dönem sanatçıları Mars’ı uzun boylu ve güçlü bir genç adam olarak temsil etmişlerdir. Atikliği de gücü kadar göze çarpar. Karakteristik özellikleri arasında kısa kıvırcık saçları, küçük gözleri, şiddetli ve ihtiraslı doğasını simgeleyen geniş burun delikleri bulunur. Mevcut heykelleri arasında en meşhuru Roma’daki Ludovisi Villası’nda bulundan Mars Ludovisi’dir. Çoğunlukla bunun Skopas’ın bilinen çalışmasının taklidi olduğu varsayılır. İlah bu çalışmada savaşın ardından dinlenirken temsil edilir. Doğal mizacındaki sertliğin yerine, daha mülayim bir ruh haline bürünmüş gibi görünür. Ayaklarının dibine çömelmiş vaziyette duran küçük aşk tanrısı, sanki en vahşi ve zapt edilmesi güç olanın bile onun emirlerine uymak zorunda olduğunu görmekten memnunmuş gibi Mars’ın yüzüne yaramaz, sevinçli bir gülümsemeyle bakar. Bu da ilahın neden böyle sakin bir ruh halinde olduğunu göstermektedir (15. Şekil). Mars Ludovisi, biraz geç bir döneme ait olsa da Yunan asıllı orijinal bir eserdir. Diğer yandan Louvre’daki Mars Borghese şüphesiz Roma asıllıdır. Hephaistos’un becerisiyle dondurulmuş Ares’i temsil ettiği düşünülmektedir.
Bu iki temel heykelinin yanı sıra Münih koleksiyonundaki Mars büstünden de bahsetmek gerekir. 16. Şekil’de gravür çizimini verdiğimiz alışılmadık derecede etkileyici baş figürüyle ayırt edilmektedir.
Mars’ın simgeleri miğfer (av köpeği ve griffon figürleriyle süslenmiş), kalkan ve mızraktır. Kutsal hayvanları ise kurt, at ve ağaçkakandır.

16. Şekil: Ares’in büstü. Münih Heykel Sergisi.


7. Afrodit (Venüs):
Afrodit, İlyada destanında Zeus ve göklerin tanrısının eşi olarak Pelasglar arasında büyük saygı gören nem tanrıçası Dione’nin kızı olarak temsil edilir. Ancak bu anlatı zamanla, sonraki şairler arasında yaygınlaşan başka bir hikâyeyle yavaşça yer değiştirir. Bu şairler, Afrodit’in denizdeki köpüklerden doğduğunu ve sırf bu nedenle ona göre kutsal sayılan Kıbrıs’ta ilk defa karaya çıktığını aktarır. Muhtemelen doğanın yaratıcı ve üretken güçlerinin canlı örneği olduğundan, köken itibarıyla kesinlikle oryantaldir. Yunanlar arasında güzellik ve cinsel tutku tanrısı olarak yer alır.
Ozanlar arasında oldukça yaygın olan düşüncenin kesinlikle tanrıçanın bütün karakterini içermediğini hatırlamamız gerekir. Bu sadece, fevkalade güçleri sayesinde doğal ve bitkisel dünyada tüm tohumların hızlıca canlandığı baharın tanrıçası olan Afrodit Pandemos’un (eski Afrodit) karakterini yansıtır. Kendisine bereket ve refah dağıtıcısı olarak saygı duyulan bir gök tanrıçası olan Afrodit Urania isminde başka bir ilah vardır. Ayrıca rüzgârlarla dalgaları kontrol edip gemilere uygun ve bereketli bir geçiş sağlayan ve gemilerle denizcilerin koruyucu ilahı olan Afrodit Pontia’dan (denizlerin Afroditi) da bahsedebiliriz. Yunan denizlerindeki sayısız ada ile limanda Afrodit’e yaygın bir şekilde tapıldığı için bahsi geçen karakterlerinden ikincisinin en yaygın olarak saygı duyulduğunu farz edebiliriz.
Ozanlar, Afrodit’i sihirli gücüne en zekilerin karşı koyamayacağı, tüm tanrıçalar içinde en güzel tanrıça olarak betimler. Hatta vahşi hayvanlar bile onun gücünün farkına varıp kuzu gibi etrafını sarmışlardır. Aksi halde anlaşılması güç olan bu gerçeğin kısmi açıklamasına göre; tanrıçaya istediğinde kullanmaktan vazgeçip başkalarına ödünç verebildiği, aşk doğuran meşhur sihirli bir kuşak bahşedilmiş. Bu şekilde diğerlerinde tutkuların coşmasını sağladığından kendisi de bunun etkisinden uzak kalamamış. Bu durumun ispatı, aslında birbiriyle bağdaştırılması kolay olmasa da tanrılar ve ayrıcalıklı ölümlülerle yaşadığı sayısız aşk hikâyesidir. Kocasının bazen Ares bazen de Hephaistos olduğu söylenir. Aslen Limni’de ortaya çıkan ikinci söylenti daha yaygındır. Bunun nedeni muhtemelen tanrıçaların en güzel ve sevimlisini topal ve çirkin ateş tanrısıyla eşleştirmedeki tuhaflığın malum bir cazibesinin olmasıydı. Afrodit ile Hephaistos’un birleşmesinden herhangi bir çocuğun dünyaya geldiği söylenmiyor. Ancak Eros ve Anteros ile Deimos ve Phobus’tan, Ares’ten doğan çocukları olarak bahsedilir. Yerel mahiyetteki diğer efsaneler ise onu genellikle Dionysos ya da Hermes ile eşleştirir.
Yakışıklı Adonis’e olan aşkıyla ilgili söylence ise Asya kökenli olup Yunanistan’a ulaşıncaya dek çeşitli değişikliklere uğramıştır. Hikâyenin başlangıcı kolayca diğerlerinden ayrılabilir niteliktedir. Açıkça doğanın sonbaharda çürümesi ve baharda yeniden dirilmesini temsil eder. Afrodit’in şefkatle sevdiği Adonis, avlanırken bir yabandomuzu tarafından öldürülmüştür. Tesellisi olmayan kaybının üzerine Afrodit, acınacak bir şekilde Baba Zeus’a onu yeniden hayata getirsin diye yalvarır. Zeus sonunda Adonis’in yılın yarısını gölgeler diyarında diğer yarısını yerüstünde geçirmesine razı gelir. Adonis’i hayattan mahrum kılan bu canavar, şiddetli soğuğuyla doğadaki her şeyi çürüten dondurucu kışın yegâne sembolüdür.
Truva anlatısında Afrodit önemli bir rol oynar. Paris’in, aşığı Helen ile kaçmasına yardım ettiği için savaşın asıl sebebidir. Bu yardım Paris’in, güzellik ödülünü Hera ya da Athena yerine Afrodit’e armağan ettiği meşhur hükmünün mükâfatı olmuştur. Onun dışında Truvalı prens Ankhises de Afrodit’in lütfundan yararlanmıştır, ilişkileri sayesinde Afrodit dindar kahraman Aeneas’ın annesi olmuştur.
Tanrıça her daim talihsiz âşıklara yardım etmeye hazır gibidir. Nitekim kahraman Peleus'a, güzel deniz perisi Thetis’i elde etmede yardım etmiştir. Diğer yandan aşırı gurur ve kibirden dolayı gücüne karşı koyanları şiddeti bir şekilde cezalandırır. Bu durum üvey annesinin aşkı aracılığıyla perişan ettiği Atina Kralı Theseus’un oğlu Hippolytos’un efsanesinde ve bir orman perisi olan Echo’nun aşkını küçümsediği için bir türlü hoşnut olmayan, kendini beğenme lanetiyle cezalandırılan yakışıklı genç Narkissos’un anlatısında açıkça görünür.
Mevsimler ile Güzellikler, Afrodit’in hizmetçileri olarak karşımıza çıkar. Görevleri onu giydirip donatmaktır. Ayrıca evlilik tanrıçası Hymen ya da Hymenaios’un yanı sıra Eros, Pothos ve Himeros (Aşk, İstek ve Arzu) ona eşlik eder.
Romalı Venüs (güzel olan), ilk İtalyan kavimler tarafından bahar tanrıçası olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle tomurcuklanma ayı olan nisan, onun için kutsal sayılır. Başlangıçta insanlar arasında medeni uyum ve sosyalleşmeyi teşvik etmede hayırsever bir etkiye sahip olduğu yorumuna dayanarak belli bir sosyal saygınlık elde etmiştir.
Yunanların Afrodit’i ile özdeşleştirilmesinin ardından, yavaş yavaş yalnızca duygusal aşk ve tutku tanrıçası haline gelmiştir. Başlıca üç tapınağı bulunur. Bunlar Venüs Murcia, Venüs Cloacina ve Libitina’dır. Bu soy isimlerden ilki, Venüs’ü mersin tanrıçası (mersin ağacı saf aşkın bir simgesi olarak görülür) olarak göstermektedir. Tapınağı Aventine Tepesi’nin yamacında bulunur ve buraya Ancus Marcius’un yerleştirdiği Latinler tarafından inşa edildiği düşünülür.
Venüs Cloacina (arındırıcı) tapınağının, Sabin kadınlarının iğfal edilmesinin ardından Romalılar ile Sabin halkının uzlaşmasının anısına inşa ettirildiği söylenir. Libitina soy ismi ise cesetlerin tanrıçası olduğunu gösterir. Cenazeler için gerekli tüm araçlar bu tapınakta tutulurdu ve hizmetlileri aynı zamanda şehrin umumi cenaze levazımatçılarıydı. Bu şaşırtıcı durum karşısında okur olarak, nasıl olur da aşk ve zevk kraliçesi Venüs’ün böyle bir özelliği olur diye merak edebilirsiniz. Ancak başka her alanda olabileceği gibi son derece zıt kutuplar bir araya gelebilir. Ayrıca antik insanların mitolojik kavramlarına alışık olanlar, yeryüzü tanrılarının durumunda daha iyi anlayabileceğimiz bu çifte mizaca pek şaşırmayacaktır.
Bu antik dönem tapınaklarına Farsalus Muharebesi’nde verdiği sözü yerine getirmek üzere evlilik tanrıçası Venüs Genetrix adına Jül Sezar tarafından yaptırılan bir başkası eklenmiştir.

Afrodit ya da Venüs herkesin bildiği üzere antik dönem sanatçıları arasında özellikle yaygın bir tasvir konusu olmuştur. İster keski ister fırça kullanarak aşkın tüm cazibesiyle donatılmış en mükemmel dişi güzelliğe anlam katma görevi, sanatçıları sürekli çabalarını yenilemeye teşvik etmiştir. Venüs’ün heykellerinin yapımına çıplakların en az itici göründüğü tanrılar arasında genç ve yakışıklının temsil edilmesine kendini adayan geç Attika ekolünün ustaları özellikle girişmişlerdi. Praksiteles tarafından yapılan Knidos Afroditi, bu üstadın en önemli eseriydi ve Knidos halkı bundan o kadar çok gurur duyuyorlardı ki tanrıçanın resmini paralarının üstüne bastırdılar. Tanrıçayı tamamen çıplak resmetmeye cesaret etmiş olmaları, hem yaygın inancın azalması hem de sanatın bozulmasının işareti sayılabilir. Bundan itibaren tapınaklar için yapılan heykeller hariç Venüs ile akrabası olan ilahları çıplak betimlemek yerleşik bir gelenek halini aldı. Venüs ayrıca heykellerinde şişman bir vücut ile ayırt edilir ama yine de incelik ve narinlik birleşimi de mevcuttur. Çehresi ovaldir. Gözleri çok iri olmamakla birlikte mahzun bir ifadeye sahiptir. Ağzı küçük, yanakları ile çenesi dolgun ve yuvarlaktır.
Burada mevcut sayısız heykelinin sadece en önemlilerinden bahsedebiliriz. Bunlar arasında sanatsal değeri olanların başında 1820 yılında Milos adasında bulunan ve gerçeğinden daha büyük mermerden bir heykel gelir ve şu anda Paris’teki Louvre’da bulunur (17. Şekil). Bu heykelde vücudunun yalnızca üst kısmı çıplaktır ve alt kısımları, yani kalçasından aşağısı hafif bir giysiyle örtülmüştür. Bu olağanüstü heykelde insan en çok hangisine hayran kalacağını şaşırıyor; başının tuhaf derecede onurlu ifadesi mi yoksa uzuvlarının büyüleyici dolgunluğu ve mükemmel oranları mı? Kolları tamamen kopuk olduğundan sanatçının görüşünü kesin olarak belirleyemiyoruz. Yine de tanrıçanın elinde ya Milos Adası’nın sembolü olan bir elma ya da Ares’in bronz kalkanını tuttuğu düşünülür. Bakışları gurur ve neşeli bir öz bilinci dışavurmaktadır.
Venüs Capua heykelinde (Amfitiyatro’nun kalıntıları arasında bulunduğu için bu isim verilmiştir) yine zafer kazanmış bir tanrıça (Venüs Victrix) olarak görünür. Heykel, şu anda Napoli Müzesi’nde bulunmaktadır. Çıplak vücudunun biçimi Venüs Milo’nunki kadar dinç ya da canlı değildir, biraz zayıf ve hatları belirsizdir.

17. Şekil: Venüs Milo Heykeli. Louvre.

Önceden Roma’daki Medici Villa’sında bulunan Medicili Venüs heykeli daha iyi bilinir. Bu heykel MÖ ikinci yüzyılın sonunda, Yunan sanatının bir süreliğine bir kez daha serpildiği Geç Attika ekolüne ait bir eserdir. Muhtemelen Roma’da yontulmasına karşın Atinalı sanatçı Kleomenes’in çalışmasıdır. Venüs Anadyomene (denizden yükselen) olarak tanrıça tamamen çıplak görünmektedir. Bu, heykelleri arasında görünüşü itibarıyla en genç olanıdır ve tanrıçanın kibirli onurundan tek bir iz görünmese de vücudunun mükemmel düzgünlüğü ve güzelliğiyle ayırt edilir. Kraus, Christian Art (Hıristiyan Sanatı) başlıklı eserinde bu heykel için “Venüs Milo, görünüşe göre utangaç pozu yalnızca izleyicilerine meydan okumak anlamına gelen bu işveli hatuna nasıl alçalmış!” diye yorumda bulunur.

18. Şekil : Venüs Genetriks Heykeli. Villa Borghese

Vatikan koleksiyonundan Banyoda Çömelen Venüs ve Münih Galerisi’nden Sandaletini Çıkaran Venüs üslup bakımından benzer eserlerdir. En önemli örnekleri Roma ve Münih’te bulunan Knidos Venüsü’nün bazı taklitlerinde ve ayrıca Roma’daki Borghese Villası’ndan mükemmel derecede zarif Venüs Genetriks (18. Şekil) heykelinde tanrıça çok daha vakur bir tavır takınmaktadır.
Venüs’ün simgeleri, tanrıçanın geçerli algılanma biçimlerine göre son derece çeşitlidir. Kumru, serçe ve yunus; bitkilerden ise mersin ağacı, gül, elma, gelincik ve ıhlamur ağacı onun için kutsaldı.

8. Hermes (Merkür):
Hermes, Atlas’ın kızı Maia ile Zeus’un oğluydu. Arkadya’daki Kilene Dağı’nda bir mağarada doğduğu için Cleneus ismiyle bilinir. Gençliğine dair hikâyeleri çoğunlukla Homeros İlahileri olarak bilinen eserden öğreniyoruz. Eser hoş bir şekilde doğumundan kısa süre sonra Hermes’in kurnazlığını, maharetini ve karakterinin başlıca özelliklerini nasıl sergilediğini anlatır. Sadece tanrılarda görebileceğimiz kadar şaşırtıcı biçimde büyüyerek doğumundan dört saat sonra annesinin kucağından atlamıştır. Bir kaplumbağa bulup kabuğuna teller germiş ve hemen Zeus ile Maia’nın aşkları üzerine şarkı söylemeye başladığı liri icat etmiştir. Daha sonra akşama doğru canı dayanılmaz bir şekilde et çektiğinden, aceleyle Pierya’ya gidip Apollon’un sürülerinden elli boğa çaldı. İkisini öldürüp açlığını yatıştırdıktan sonra annesinin mağarasına döndü ve hiçbir şey olmamış gibi uzanıp yattı. Ancak Apollon hırsızlığı kısa sürede fark etti ve hemen edepsiz hırsızın peşine düştü. Hermes masummuş gibi davrandı ve suçlamayı inatla inkâr etti. Apollon kandırılamazdı ve genç hırsızı tartışmaları hakkında karar vermek üzere Zeus’un tahtına giderken kendisine eşlik etmeye zorladı. Zeus, Hermes’e hayvanları geri vermesini emretti lakin Apollon yeni icat edilen lirin karşılığında hayvanları memnuniyetle Hermes’e bıraktı. Böylece Hermes çobanların ve çayırların tanrısı oldu. Apollon da bundan böyle kendini ateşli bir şekilde müzik sanatına adadı.
Kusursuz uzlaşılarının sembolü olarak Apollon, kardeş tanrısına altından asa Caduceus’u ya da sihirli asayı hediye eder. Asayla dilediği herkese mutluluk bahşedebilir. Bundan sonra ikisi de Baba Zeus’un en sevdiği oğulları olarak son derece uyum ve sevgi içinde yaşadılar.
Apollon sıcak, neşeli gün ışığını temsil ederken Hermes, doğanın bir gücü olarak yağmurdur. Yağmur ve gün ışığının ikisi de göklerin büyük tanrısının ürünleri ya da mitoloji dilinde onun oğullarıdır. Her ikisi de insanlığa karşı iyiliksever ve merhametli ilahlardır ve muhtemelen Hermes ile Apollon’un bu kadar çok ortak özelliği olmasının nedeni budur. Aralarındaki başlıca fark, ışık tanrısı olarak Apollon’un zihnin daha yüksek seviyesini temsil etmesine karşın Hermes’in dünyanın pratik aklını temsil ettiği gerçeğidir.
Hermes’in karakterindeki en önemli özellikler şöyle sıralanabilir; bereket veren yağmur tanrısı olarak özellikle insan hayatına dair her türlü ilişkide tüm güzel armağanların dağıtıcısı olarak görülür. Hayvan sürülerinin verimliliğini artırmakla kalmaz; tüm işlerde, özellikle ticaret ve alışverişlerde bolluk ve bereket bahşeder. Yollar ile sokakların koruyucusu ve ticaret seyahatine çıkanların yardımsever kılavuzu olarak Hermes, ticarette uyanık ve hırslı olan Yunanlarda her daim saygıya değer görünmüş olmalıdır. Dolayısıyla, insanlar onun adına yollara “herma” adı verilen büst sütunlar dikmişlerdi. Bunlar bir ya da iki başlı salt taştan yapılma bloklar ya da direklerdi. Sonraları kavşaklara dikilip yön tabelası olarak kullanıldılar. Hermalar şehirlerin caddelerinde ve kent meydanlarında sıklıkla görünüyordu. Hermes gezgin tüccarları koruyup kollamakla kalmazdı, diğer tüccarları kurnazlıkla alt etmeleri için onlara açıkgözlülük ve hinlik de bahşederdi. Kariyerine ustaca bir hırsızlıkla başlayan tanrı olarak, hırsızlar ve dolandırıcıların işlerine başlamadan önce kendisinden koruma dilemelerine izin verirdi. Tıpkı İtalya ve Yunanistan’daki günümüz hırsızlarının ve haydutlarının koruyucu azizlerinden kendilerine zengin bir av bahşetmesini dilemekte hiçbir sorun görmemeleri gibi. Örneğin kumarda kazanılan her şans ve her uğurlu keşif Hermes’e yorulmuştur.
İnsan hayatında bu denli önemli rol oynamasına rağmen Hermes, Zeus’un hızlı ulağı ve mahir yardımcısı olarak görülür. Epik ozanların onu betimlemekten hoşlandıkları görünüm budur. Babası Zeus’un ya da Olimpos’un diğer sakinlerinin verdiği görevleri yerine getirirken, altın kanatlı ayakkabılarıyla karadaki ve denizdeki rüzgârlardan daha hızlı giderdi. Bu yüzden Zeus tarafından deniz perisi Kalypso’ya Odysseus'u salıvermesini emretmek ve Agamemnon’un cinayetinden dolayı Aigisthos’u uyarmak üzere gönderilir. Bazen zor görevler üstlenir, yüz gözü olan Io’nun muhafızını öldürmek gibi. Bu yüzden Homeros kendisine Argus-katili ismini vermiştir. Şüphesiz bu efsanede yüz gözlü Argus, yıldızlı gökleri temsil eder ve yağmur tanrısı Hermes tarafından katledilmiştir ya da başka bir deyişle gökyüzü kalın bulutlarla görünmez kılınmıştır. Tanrıların ulağı ve elçisi olarak Hermes, antik dönemlerde her türlü zor işte kralların vazgeçilmez yardımcıları olan yeryüzünün tüm elçileri için örnek teşkil eder. Bu nedenle elçi asasını ya da Caduceus’u taşır. Bu, Apollo tarafından verilen asanın aynısıdır ve üç bölümden oluşur. Bunlardan biri saptır, diğer iki bölümüyse çatal gibi dışarı doğru uzanarak birbirine düğümlenmiştir. Bu elçi asası, aslen etrafına yün şeritler sarılarak kaplanmış bir zeytin dalından yapılmış gibi görünmektedir. Sonraki dönemlerde ise çatalımsı iki ucu yılana dönüştürülmüştür. Asa sayesinde Hermes dilediğini derin uykuya daldırabilir ya da uykucuları uyandırabilir. Ancak asayı çoğunlukla ruhlara ölüler diyarına yolculuklarında rehberlik etmek için kullanır. Bu durum, Hermes’in Psikopompos ya da ruhların kılavuzu olarak önemli görevinden bahsetmemizi gerektirir. Her ruh, ölümden sonra gölgeler diyarına olan yolculuğuna tanrının rehberliğinde başlamıştır. Bazı sıra-dışı durumlarda, örneğin ruhlar ölülerin kâhinlerinin huzuruna çağrıldığında, Hermes ölmüşlerin ruhlarına yukarı dünyaya yolculuklarında yeniden kılavuzluk etmek zorunda kalır. Böylece Hermes, uzun zamandır birbirinden ayrı olan iki bölge arasında arabulucu olmuştur.
Rüyalar genelde aşağı dünyadan geldiği için, Hermes doğal olarak rüyaları türeten ilah olarak görülmüştür. Bu sebeple insanlar uyumadan önce kendisinden iyi rüyalar istemeyi alışkanlık haline getirmişlerdir.
Hermes hakkındaki en yüce görüş, kendisinin çocukların yetiştirilmesini yöneten bir tanrı olmasıdır. Üstelik Yunan gençleri için hangi tanrı, aklı ve bedeniyle eşit derecede maharetli olan bu tanrıların habercisinden daha iyi bir örnek olabilirdi ki? O, atletlerin en hızlısı, disk atıcılar ve boksörlerin en beceriklisidir. Apollon gibi entelektüel yaşamın yüce davranışlarından hiçbirini temsil etmese de Yunanlar arasında fazlasıyla değer verilen en üst seviye pratik sağduyuya sahiptir. Güreş okulu ve jimnastik salonu da bu sebeple onun tesisleri olarak görülmüş ve heykelleriyle süslenmiştir. Hatta gençlerin eğitimiyle bağlantısını daha da kalkındırmak adına sonraki dönemlerin ozanları onu dilin, alfabenin ve dilleri çevirme sanatının mucidi kılmıştır. Yunanlar arasında yaygın olan ölü hayvanların dillerini sunma geleneği, açıkça Hermes’i etkili konuşma sanatının efendisi olarak gördüklerini gösterir.
Romalıların Merkür’ü hakkında söylenecek çok fazla şey yoktur. İsminden anlaşılacağı üzere (Latincede satın almak anlamına gelen mercari) Romalılar tarafından yalnızca ticaret tanrısı olarak görülmüştür. Kendisine tapınma, Ceres ile aynı dönemde, büyük kıtlık döneminde Tarquinius’un kovulmasından birkaç yıl sonra başlamış fakat görünüşe göre Pleblerle sınırlı kalmıştır. Tüccarlar birliği onu kendilerinin koruyucu ilahı olarak görmüş ve mayısın ortasında Merkür ile annesi Maia adına kurban sunmuşlardır.

Hermes’in plastik sanatlarda betimlemesi düşünsel gelişimi ile eşit bir ilerleme göstermiştir. Tanrının daha önce bahsettiğimiz antik hermalar üzerine dökülmüş ilk heykelleri onu bir çoban, bazen de tanrıların habercisi ya da elçisi olarak betimlemiştir. Ancak daima güçlü ve sakallıdır. Sonraları daha genç bir görünüme bürünmüş ve gücünün doruğunda, geniş göğüslü, esnek ancak güçlü uzuvları olan, kıvırcık saçlı ve küçük kulakları, ağzı ve gözleriyle sakalsız bir genç halinde tasvir edilmiştir. Tüm bu özellikleriyle mükemmel bir zarafet ve dinçlik birleşimi oluşturuyordu. İncecik yontulmuş dudaklarının etrafındaki içten cömertlik ve düşünceli bir biçimde öne doğru eğildiğinde ortaya çıkan meraklı yüz ifadesini de eklersek tanrının kendine has başlıca özelliklerini elde etmiş oluruz.
Mevcut heykelleri arasında Herkulaneum’da bulunan ve şu anda Napoli Müzesi’nde sergilenen bronzdan gerçek boyutlardaki Dinlenen Hermes muhtemelen en bahsedilmeye değer olandır. Burada tanrıların elçisi olarak görünür ve dinlenmek için bir kayanın üzerine oturmuştur. Kanatlı sandaletleri üzerindeki tek kıyafettir. Aslında gerçek anlamda sandalet değillerdir, ayak bileklerine yakın bir yerden kanatların sıkıca bağlandığı ayaklarını saran kayışlardan ibaretlerdir (19. Şekil).

19. Şekil: Dinlenen Hermes. Napoli’deki Bronz Heykel.

Bir zamanlar Antinous’un olduğu sanılan Vatikan koleksiyonundan olağanüstü mermerden bir heykel, tanrıyı güreşin efendisi olarak resmetmektedir. Ne var ki sol elinde tuttuğu Caduceus modern bir eklentidir. Roma’daki Hermes Ludovisi heykelinde konuşma sanatının efendisi Hermes Logius’un zarif bir tasvirini görüyoruz. Bu heykelde kanatlar ayaklarına yerleştirilmemiştir. Hatta her zaman olduğu gibi doğrudan başına, aslında tam olarak yuvarlak, alçak bir seyahat şapkasının üstüne kondurulmuştur.
British Museum’daki şirin, bronz bir heykelcik ticaret ve alışveriş tanrısını elinde dopdolu bir keseyle tasvir eder. Benzer bir anlayış Roma’daki Capitoline koleksiyonundaki bir heykelde de karşımıza çıkar (20. Şekil). Hermes’in başlıca simgelerinden zaten bahsetmiştik: ayaklarındaki, başındaki ya da şapkasındaki kanatlar, elçi asası, adak kâsesi ve para kesesi.

20. Şekil: Hermes Heykeli. Capitoline Koleksiyonu.


9. Hephaistos (Vulkanus):
Ateş ve demircilik tanrısı Hephaistos, genellikle Zeus ve Hera’nın oğlu olarak kabul edilir. Öyle çirkin ve sakattır ki annesi utancından onu cennetten denize atar. Ancak Okeanidlerden Eurynome ve Thetis, ona acıyıp denizlerin dibindeki bir mağarada dokuz yıl boyunca bakmışlardır. Bunun karşılığında Hephaistos onlara birçok süs yapmış. Annesine alıştırıldıktan sonra Dionysos’un kılavuzluğunda Olimpos’a geri dönmüştür. Neredeyse bunun kadar yaygın olan bir anlatıya göre, ona bu kadar zalimce davranan annesi değil Zeus’tu. Zeus ile Hera arasındaki bir tartışma üzerine Hephaistos annesine yardım etmeye gelmiş ve göklerin tanrısı öfkelenerek onu ayağından tutup Olimpos’tan fırlatmış. Talihsiz Hephaistos bütün bir gün boyunca düşmüş. Sonunda günbatımında, vücudunda kalan azıcık nefesle Limni Adası’na inmiş. Burada adanın sakinleri olan Sintianlar, iyileşene kadar ona bakmışlar. Sonraki yazarlar onun bu düşüş sebebiyle sakat kaldığını dile getirir. Aynı temel fikir, ateşin ilk kez cennetten şimşek biçiminde indiği gibi, buna benzer çeşitli efsanelerin kökeninde yatar. Hephaistos aslında ateş elementini temsil eder ve ateşin tüm etkileri ona atfedilir. Yerin altındaki ateşler, volkanların açık kraterlerinden dışarı çıkar. Bunun nedeni demir ocağı ve demirhanelerinin bulunduğu kızgın dağın ortasında çalışan Hephaistos olmalıdır. Onun başlıca tapınma yeri olan Limni Adası’ndaki Moskilos Dağı efsanesi de aynı şeyleri anlatır. Onunla bağlantısından dolayı Sicilya’daki Etna da neredeyse bir o kadar meşhurdur. Volkanik dağların yakınlarında şarabın özellikle kaliteli olduğu fark edildikten sonra Hephaistos ile Dionysos arasındaki samimi dostluk hikâyesi uydurulmuştur.
Ateşin en yararlı işlevi, metalleri eritip her türden alet edevat biçiminde insanlar için yararlı hale getirmedeki gücünde açığa çıkar. Bu nedenle Hephaistos karakterinin algılanma biçimi giderek onun metallerle çalışan bütün beceriklilerin ustası ve ateş kullanan sanatkârla zanaatkârların efendisi olarak temsil edilmesine neden olmuştur. Bu özelliğiyle sanat seven tanrıça Athena ile yakından ilişkilendirilmiştir. Buradan, her iki ilahın neden Yunan bilim ve sanatının esas merkezi olan Atina’da bu kadar benzer derecede onura layık görüldüklerini ve bu denli çok sayıda ortak festivale sahip olduklarını anlayabiliyoruz. Ayrıca Hephaistos’u içinde zekice tasarlanmış yirmi çift körüğe sahip devasa bir atölye bulunan ve kendi başına Olimpos’ta inşa ettiği muhteşem bronzdan bir sarayda tasvir etmekten hoşlanan ozanlar, ondan genellikle zanaatkâr sıfatıyla bahsetmiştir. Burada tanrıların ölümsüz konutlarını da inşa etmiştir. Örneğin, kendiliğinden tanrıların ziyafet salonlarına giden ve yemek bittikten sonra yerlerine dönen yürüyen-masalar ya da üçayaklı sehpalar gibi yaptığı birçok yaratıcı alet edevat vardı. Ayrıca kendisine yürüyüşlerinde eşlik etmesi için altından iki tane bakire heykeli yapmış, onlara hareket etme ve konuşma becerisi bahşetmişti. Ozanlar tarafından bahsedilen diğer eserleri arasında Zeus’un aegisi (kalkanı) ve asası, Poseidon’un üç uçlu mızrağı, aralarında sıradışı güzelliğe sahip birinin bulunduğu Herakles ve Akhilleus’un kalkanları bulunur.
Hephaistos’a tapınma Yunanistan’da pek yaygın değildi. En önemli tapınma merkezi Limni Adası’ydı. Burada, Moskilos Dağı’nda Etna’nın Kikloplarına misilleme yapan işçileri Kabiriler ile yaşadığı sanılıyordu. Onuruna meşale yarışları gibi farklı festivallerin gerçekleştirildiği Atina’da büyük saygı görüyordu. Genç erkekler ellerine yanan meşalelerle koşuyorlar ve hedefe sönmemiş meşalesiyle varan ilk kişi ödülü kazanıyordu. Buna ek olarak Campania ve Sicilya’daki Yunanlar tarafından son derece kutsal sayılıyordu ki bu da buralarda bulunan kızgın dağlar ile kolayca açıklanabilecek bir gerçekti.
Romalılar bu tanrıya Vulkanus ya da daha antik dönemlerdeki yazılışına göre Volkanus ismini vermişlerdir. Onu iyi dilekleri ve ateşin faydalı işleriyle onurlandırmışlardı. Ayrıca yangın felaketlerin karşı ondan kendilerini korumasını talep etmişlerdir. Yunan yazarların etkisi altında şekillenen tanrıya dair asıl ve daha yaygın olan görüş, yerini Etna ya da Lipari adalarında demir ocakları olan ve çekiç kullanmada arkadaşlarıyla yarışan demirci tanrı ya da Mulciber imgesine bırakmıştır. Yunan söylencelerine göre Venüs ona eş olarak verilmiştir. Bununla insanlar şüphesiz, hakiki sanatsal eserlerin yalnızca güzellik ve uyum halinde yaratılabileceği düşüncesini yaymayı istemişlerdir.
Tanrının Roma’daki başlıca tapınma yeri aslında gerçek anlamda bir tapınaktan ziyade üstü kapalı bir ocak olan Comitium’daki Volcanal’dı. Bununla birlikte Campus Martius’da, Volcanalia Festivali’nin Ağustos’un 23’ünde her türden oyunla kutlandığı Flaminian Sirki’nin yakınlarında gerçek bir tapınağı bulunuyordu.


21. Şekil: Hephaistos. British Museum’daki Bronz Figür.

Yunan ve Romalı sanatçılar genellikle bu tanrıyı güçlü, yetişkin ve sakallı bir adam olarak tasvir etmişlerdir. Sol bacağının kısalığı, kurnaz gözlerindeki keskin ve sert bakışı ve sıkı ağzı ayırt edici özellikleridir. Simgeleri arasında demirci aletleri, sivri tepeli oval işçi kepi ve işçilere ya da sıradan vatandaşlara özel uzun kıyafeti bulunur.
Londra ve Berlin’deki birkaç küçük bronz heykelin ve Vatikan koleksiyonunda bulunan yeni keşfedilmiş mermer büstün dışında bu tanrıya ait bahsedilmeye değer hiçbir antik heykel bulunmaz. 21. Şekil’deki gravür, British Museum’daki mermer bir heykele aittir.

10. Hestia (Vesta):
Kronos ile Rhea’nın kızları olan Hestia, isminden ne İlyada’da ne de Odysseia’da bahsedildiği için genellikle görece geç bir dönemde saygı görmüş olmalıdır. Hestia, konutların güvenliğini sağlar ve bütün insanlığın koruyucu meleğidir. Bunun sonucu olarak aile yaşamının merkezi olan evdeki ocağın tanrıçası olarak görülür. Ocak, modern yaşamla kıyaslandığında antik insanlar için son derece önemliydi. Sadece yemeklerin hazırlanmasını sağlamakla kalmıyor, evin kutsal sunağı olarak da saygın bir yere sahipti. Üstüne meskenle ilgili tanrıların heykelleri konulurdu. Eski ataerkil âdetlere göre evin babası ve rahibi, ev yaşamıyla ilgili tüm önemli günlerde burada kurban adardı. Hiçbir adak, bütün ev hayatının tam anlamıyla merkezinde olan Hestia’nın payı olmadan tanrılara sunulmazdı.
Üstelik devlet ailelerden oluştuğu için ev çevresinin tanrıçası doğal olarak her siyasi topluluğun koruyucusu oluyordu. Bu nedenle Yunan devletlerinde, Prytaneum ya da yönetim kurulu makamı Hestia’ya tahsis edilmişti. Burada bir sunağı bulunuyordu ve üzerinde her zaman ateş yanardı. Anavatandan yeni yurtlar arayışı içinde ayrılmak üzere olan koloniciler her zaman bu sunaktan bir parça ateş alırdı. Bu, koloniler ile ana yurt arasında kurulan manevi bağın hoş bir göstergesiydi.
Prytaneum’un ocak ateşi, devlet üyelerine büyük bir aile olduklarının gözle görülür ve aleni bir işaretini veriyordu. Bu sebeple Delfi tapınağındaki Hestia, Yunanlar için ulusal bağlarında ve ibadetlerinde birlik oldukları anlamına geliyordu. Bu tapınaktaki sunağı, kâhinin mağarasının önündeki salona yerleştirilmişti. Üzerine meşhur omphalos (yeryüzünün göbek deliği, keza tanrıçanın amblemi) yerleştirilmişti. Böylece Delfi, Yunanlar tarafından tüm yeryüzünün merkezi olarak görülüyordu. Burada da Hestia onuruna sürekli bir ateş yanar durumdaydı. Tanrıçanın karakteri, alevin kendisi kadar saf ve lekesizdi. Her ne kadar hem Poseidon hem de Apollon tarafından baştan çıkarılmaya çalışılsa da bakire kalmıştı. Ayrıca adına yapılan dinsel törenler de sadece iffetli bakireler tarafından gerçekleştirilebilirdi. Her tapınakta belirli bir yer edindiği için Yunanistan’da kendi adına ayrı bir tapınağa sahip olmadığını görüyoruz.
Vesta’ya ibadet etmek Romalıların sosyal hayatında çok daha önemli bir yere sahipti. Numa Pompilius tarafından inşa ettirildiği düşünülen en eski tapınağı Forum’un karşısındaki Palatino Tepesi’nin yamacında bulunur. Daire biçiminde inşa edilmiş ve orta büyüklüktedir. Aslında üstü kapalı bir ocaktan biraz daha büyük görünür. Devletin varlığının sembolü olan ebedi ateş sürekli yanar vaziyettedir. Burada önceleri sayıları dört olan ancak sonra altıya çıkarılan bakireler tarafından ayinler gerçekleştirilirdi. Başlıca görevleri kutsal ateşi beslemek ve Roma halkının refahı için tanrıçanın sunağında dua etmekti. Kutsal alevin sönmesi büyük bir belanın geleceğini haber veren bir kehanet olarak görülürdü. Buna sebep olan ihmalkâr rahibe için katı cezalar vardı. İffetli rahibeleri seçme işi Pontifex Maximus’un sorumluluğundaydı. Her zaman en iyi Romalı ailelerin altı ila on yaşları arasındaki kızlarından seçilirdi. Otuz yıl boyunca kutsal görevlerine bağlı kalırlardı ve bu süre boyunca bakireliklerini sıkıca korumak zorundaydılar. Otuz yılın tamamlanmasının ardından sivil hayata dönerler ve isterlerse evlenmelerine izin verilirdi.
Vesta’nın bir başka mabedi ise Latinlerin başkenti olan Lavinium’daydı. Burada Romalı konsül üyelerinin göreve başladıktan sonra dinsel bir adakta bulunmaları gerekiyordu. Vesta festivali 9 Haziran’da kutlanıyordu. Romalı kadınlar festivalde çıplak ayakla tanrıçanın tapınağına hac ziyaretinde bulunmayı ve onun huzuruna yiyecek adamayı alışkanlık haline getirmişlerdi.
Romalıların ev hayatında ocak ile ocak tanrıçası Vesta, Yunanlar arasındaki kadar önemli bir yer edinmişti. Vesta’ya tapınmak hayatın gündelik ihtiyaçlarını sağlayan ve tanrılar konusunu kapatmadan önce hakkında daha fazla bahsedeceğimiz merhametli, koruyucu mesken tanrılarından Penates ile yakından ilişkilendirilmiştir.

İffetli ve saf karakterine uygun olarak Vesta, sanatta en katı türden ahlaki saflık ifadesiyle temsil edilebilirdi. Genellikle oturur ya da ayakta durur vaziyette ve yüzünde düşünceli ve ağırbaşlı bir ifadeyle betimlenir. Başlıca simgeleri arasında adak tası, meşale, toprağa şarap dökmek (işret) için kullanılan kepçe ya da küçük bir kap ve asa bulunur. Karakterinin yüceliğinin ve kutsallığının sonucu olarak daima tamamen giyinmiş vaziyette tasvir edilmiştir. Bu da antik dönemlerde tanrıçanın neden bu kadar az heykelinin bulunduğunu açıklayabilir. Dolayısıyla Roma’da Prens Torlonia’nın özel koleksiyonuna ait Vesta Giustiniani gibi mükemmel bir örneği günümüze ulaştığı için kendimizi şanslı hissedebiliriz. Yunan sanatının en iyi dönemine ait orijinal bir eser olduğu düşünülür. Heykelde tanrıça sakin bir pozda ayakta durmakta, sağ elini bir tarafına dayamış, sol eli ise sanki tüm insanlığa dua ve tefekkürlerini yönlendirmeleri gereken yeri vurgulamak istercesine anlamlı bir biçimde gökyüzünü işaret etmektedir (22. Şekil).

22. Şekil: Vesta Giustiniani. Torlonia Koleksiyonu.


11. Janus:
Romalıların en önemli tanrıları arasında Yunanların neredeyse hiç bilmediği bir ilah olan meşhur Janus bulunur. Özgün kişiliği bakımından muhtemelen bir ışık ve güneş tanrısıdır. Aslında Jana ya da Diana’nın erkek emsalidir ve bu sebeple Yunanların Apollonu’na çok benzer. Doğadan edindiği özgün kişiliğini koruduğu müddetçe tüm tohumların ve başlangıçların tanrısı olarak görülmüştür. Sonuç olarak Romalıların hem kamusal hem de özel hayatı üzerinde önemli bir etkisi olmuştur. Kişiliğine dair, görüntüsünden doğan en önemli özelliklerin bazılarından bahsetmekle yetinmeliyiz. Öncelikle Janus zamana dair tüm başlangıçların tanrısıdır. İlk ayına onun isminden esinlenerek January (Ocak) denilen ve kendisine adanan yeni yılı başlatır. Bu sebeple yılbaşı günü (Kalenda Januaria[19 - Latincede Ocak ayının ilk günü anlamına gelir (ç.n.).]) onun en önemli festivalidir. Bu kutlama gününde evler ve kapılar çelenkler ve defne dalları ile süslenir. Defnenin tüm kötü büyü ve hastalıklara karşı kuvvetli bir etkisinin olduğuna inanılır. Akrabalar ve dostlar birbirlerine küçük hediyeler alıp (çoğunlukla defne yapraklarına sarılmış olan hurma ve incir gibi şekerlemeler) yeni yıl için iyi dileklerde bulunurlar. Tanrıya da pasta, şarap ve tütsü sunulur; heykelleri taze defne dallarıyla süslenirdi. Janus her ayı başlattığı için bu sunuş ve tören her ayın başında tekrarlanırdı.
Kalends[20 - Latincedeki Kalendae sözcüğünden gelir ve her ayın ilk günü anlamındadır.] Juno için kutsal sayıldığı için Janus’a Junonius ismi de verilmiştir. Benzer biçimde, Janus’un her günü başlattığı düşünüldüğünden kendisine Matutinus Pater yani “sabah ışığının babası” denilir. Diğer yandan sabahları kapılarını açıp akşamları kapattığı cennetin kapıcısı olarak da karşımıza çıkar.
Zamana dair tüm başlangıçların tanrısı olmasından kısa süre sonra, insan etkinliklerine dair tüm başlangıçların efendisi ve koruyucusu halini aldı. Romalıların her işe iyi bir başlangıç yapmanın önemli olduğuna ve bunun gerçekleştirilen işin iyi mi yoksa kötü mü sonuçlanacağını fevkalade etkilediğine dair oldukça batıl bir inançları vardı. Bu nedenle ister umumi isterse özel olsun önemli herhangi bir işe Janus’un korumasına başvurmadan girişmiyorlardı. Siyasi hayatın en önemli olayları arasında gençlerin savaş için yurtlarından ayrılması bulunuyordu. Dolayısıyla ayrılan ordunun generali tarafından tanrıya adak adanıyordu. Tanrının askeri birliklerle beraber yola çıktığının ve onları koruması altına aldığının işareti olarak tapınak ya da tanrı için kutsal sayılan kapalı yol, savaş boyunca açık bırakılıyordu. Göreve başladığında konsül Janus’a dua etmeyi asla ihmal etmezdi ve meclis üyeleri görüşmelerine Janus’a yakarmadan asla başlamazdı. Benzer biçimde vatandaşlar da özel hayatlarında önemli tüm iş ve uğraşlarında Janus’un onayını almak için dua edip adak adarlardı. Aile reisleri tarlaya tohum ekmeden ya da mahsullerini hasat etmeden önce Janus Consivius’a pasta ve şarap sunarlardı. İş seyahatine çıkan tüccar ve demir alıp uzun ve tehlikeli bir deniz seferine çıkan denizci, tanrının hayır duasını almayı asla ihmal etmezdi. Tanrının bu görüntüsü her duada ve verilen her kurbanda ilk olarak Janus’un adının anılması geleneğini açıklar. Çünkü cennetin kapılarının bekçisi olarak Janus, insanların dualarını da kabul ediyor gibi görünür.
Başlangıçların tanrısı olarak Janus yeryüzünün tüm su pınarlarının, nehirlerinin ve derelerinin kaynağıdır. Bu sebepten, genel olarak pınar perilerinden eşleri ve Fontus ile Tiberinus’dan oğulları olarak bahsedilir.
Janus’un pınarların yeryüzünden birdenbire fışkırmasını sağlamadaki gücünü Sabinler kendi zararlarına tecrübe etmişlerdir. Kadınlarına tecavüz edilmesinin sonucu olarak genç Roma devletinin her tarafına yayılmışlardı. Açık bir geçitten kendilerini tam Palatine kasabasına sokacaklardı ki yerden şiddetle fışkıran sülfür kaynağıyla ıslanıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Bahsedilen efsanede Janus şehrin kapılarının koruyucusu olarak karşımıza çıkar. Tüm evlerin, caddelerin ve kasabaların kısmetli giriş ve çıkışlarını yöneten tanrı olarak Janus, halk arasında büyük saygı görüyordu. Geçitlerin ve kapıların koruyucusu olarak karakteri onu Penates ve diğer mesken tanrılarıyla yakından ilişkilendirmiştir. Böylece tanrının biri dışarı diğeri içeri bakan meşhur iki suratlı heykelinin kapıların üzerine asılması geleneği ortaya çıkmıştır.
Janus’un Roma’da kelimenin tam anlamıyla tek bir tapınağı dahi yoktu. Mabetleri daha çok heykellerinin dikildiği sıradan dinlence yerleri ve kavşaklardaki giriş kapılarından oluşuyordu. Daha önce bahsetmiş olduğumuz Roma’daki Forum’da bulunan Janus Tapınağı, kapalı kapıları olan bu türden bir mabetti ve muhtemelen şehrin içindeki en eski tapınaktı. Kapıları sadece savaş zamanlarında açık olurdu.

Roma sanatı hiçbir zaman Janus’a özgü bir plastik sanat eseri ortaya çıkaramadı. Çift başlı heykel yalnızca Yunanların çift Herma’sının imitasyonudur. Zamanla Janus’un heykelleri ortaya çıksa da daima çift yüze sahip olmuştur. Genellikle sakallı olarak tasvir edilmişler fakat ileriki dönemlerde yüzlerden biri sakallı diğeri ise daha dinç görünmüştür. Bu sanat eserlerinin hiçbir örneği muhafaza edilememiştir. Bu yüzden suretlerini yalnızca madeni paralardan tanıyoruz. Janus’un olağan simgeleri anahtarlar ve asaydı.

12. Quirinus:
Quirinus aslında yalnızca bir Roma ilahıydı ama göklerin büyük tanrıları arasında sayıldığından burada ondan da bahsetmek gerekir. Simgesel anlamıyla Mars’la aralarında büyük bir benzerlik vardır. Mars, Roma’daki Latin nüfusun ulusal tanrısı olduğu için Quirinus da Roma’ya Titus Tatius tarafından getirilen Sabinlerin ulusal tanrısı olmuştur. Jüpiter, Mars ve Quirinus, Roma İmparatorluğu’nun koruyucu kutsal üçlemesini oluşturuyordu. Mabedi Sabinlerin ilk başta yerleştikleri ve adını ondan alan Quirinal Tepesi’ndeydi. Numa kendi rahiplerinden birini ona verdi. Şubat ayının 17’sinde özel bir festivali vardı ancak ibadeti kendini gittikçe Mars’ınkine benzetmiştir. Sonradan Romulus ile özdeşleştirilmiştir.



İkinci Derece İlahlar

I. Hizmetli ve Yardımcı İlahlar

1. Eros (Amor):
Afrodit’in ardından ortaya çıkan ilahlar arasında Eros, tek başına çok fazla ilahi saygınlık görmüştür. Arzu ve Şehvet artık aşk tanrısından yayılan etkilerin bazılarını temsil eden alegorik figürlerden öte bir şey değildi. Eros yaygın olarak Afrodit ile Ares’in oğlu olarak kabul edilmişti. Genellikle gençliğinin eşiğinde ve şaşılacak derecede yakışıklı bir genç olarak tasvir ediliyordu. Kendine has silahı altın bir yaydı ve bununla gizli saklı yerlerden tatlı ancak şiddetli aşk acısını temsil eden, sonsuz etkiye sahip oklarını fırlatırdı. Zeus’un bile onun tesirine karşı koymaya gücü yetmez. Bu tasvir, aşkın doğadaki en korkunç ve en büyük güçlerden biri olduğunu ima eder.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403525?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Almanca sage (destan) sözcüğü aslında Yunanca mitos sözcüğünün çevirisinden ibarettir ve sıkça bu anlamda kullanılır. Ancak son zamanlarda mitos terimini tanrıların hayatları ile eylemlerinden bahsederken ve sage terimini kahramanlarınkinden bahsederken kullanma geleneği türemiştir.

2
İnsan biçimcilik, insanî vasıfların başka bir varlığa atfedilmesi.

3
Gæa: (Tr.) Gaya; yeryüzü, toprak anlamına gelir. (ç.n.)

4
Centimane: (Tr.) Yüz kollu yaratık. (ç.n.)

5
Aegis (İng.): Göğüs kalkanı (Tr.) (ç.n.)

6
Chlamys (İng): Pelerine benzeyen eski Yunan giysisi (Tr.) (ç.n.)

7
Zeus Horkios (İng.): Yeminlerin tutucusu Zeus (Tr.) (ç.n.)

8
Topraktan gelen anlamına gelen Latince kökenli bir isim. Bereket tanrıçası Demeter için kullanılmıştır (ç.n.)

9
Kendisi Sikyonlu olan Polykleitos heykeltıraş, mimar ve bronz dökümcüsüydü. Fidias ile aynı dönemde yaşamıştı ve antikçağlardaki en meşhur sanatçılardan biriydi.

10
İşret: Eski dilde içki.

11
Atina ve çevresini kapsayan ve tarihi olarak önem taşıyan bölge (ç.n.).

12
Aslan vücutlu ve kartal başı olan kanatlı bir mitolojik yaratık (ç.n.)

13
Mitolojide evrenin düzeni ve doğa yasalarına bekçilik ettiği düşünülen ilahelerdir (ç.n.).

14
Eski Yunan ve İbrani altın ya da gümüş parası (ç.n.)

15
Apollo Sauroctonos: Kertenkele katili Apollon anlamına gelen bir unvan (ç.n.).

16
Omphalos (Yun.): Göbek anlamına gelen antik dinsel bir eser (ç.n.)

17
Navel (İng.): Bir şeyin merkezi ya da ortası anlamına gelir (ç.n.)

18
Ares Tepesi olarak bilinen cinayetlerin ve dinsel suçların yargılandığı yer. Efsaneye göre Ares’in cinayetinin ardından Poseidon tüm tanrılardan bir araya gelip Ares’i burada yargılamalarını istemiştir (ç.n.)

19
Latincede Ocak ayının ilk günü anlamına gelir (ç.n.).

20
Latincedeki Kalendae sözcüğünden gelir ve her ayın ilk günü anlamındadır.
Yunan ve roma mitolojisi Otto Seemann
Yunan ve roma mitolojisi

Otto Seemann

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Mitolojiler tamamen hayal ürünü müydü, yoksa başka dünyaların hikâyeleri miydi? Birçok farklı kültürün ve coğrafyanın mitolojisini tek tek ele alacak dizimizin beşinci kitabı, Batı medeniyetinin şekillenmesinde büyük payı olan Yunan ve Roma Mitolojisi.

  • Добавить отзыв