Yeryüzünün tarihi

Yeryüzünün tarihi
Martin J. S. Rudwick
Gezegenimiz mamutlara, dinozorlara, küresel buzul çağlarına, çarpışan veya birbirinden kopan kıtalara, düşen göktaşlarına ve bütün bu olan biteni anlamaya çalışan insanların doğuşuna tanıklık etmiştir. Peki, bütün bu tarih nasıl keşfedilmişti? Bunlara ilişkin kanıtlar nasıl toplanmış ve yorumlanmıştı? Kimler, geçmişin hiçbir insanın tanık olmadığı ya da kaydetmediği dönemlerini yeniden canlandırmaya çalışmıştı? Bu sürükleyici ve akıcı kitapta, yeryüzü bilimlerinin önde gelen tarihçisi Martin J. S. Rudwick, gezegenimizin tarihinin hayal edilemeyecek kadar uzun olmakla kalmayıp şaşırtıcı derecede olaylı olduğunu ortaya koyan insanların hikâyesini anlatmaktadır.
Rudwick yeryüzü bilimleri tarihçilerinin duayeni. Ömrü boyunca yaptığı araştırmalarını özetlediği, gezegenimizle ilgili karmaşık anlatıları ve bunu süsleyen hayatı nasıl anladığımızı gösterdiği bu kitabını okumak büyük bir zevk! Rudwick son derece açık bir şekilde son dört yüz yılda bilimsel gelişmelerin, toplumun beklentileriyle nasıl çatıştığını veya zaman zaman iç içe geçtiğini gösteriyor.

–Richard Fortey, Earth: An Intimate History kitabının yazarı

Martin J. S. Rudwick
Yeryüzünün Tarihi

Giriş
Sigmund Freud bir zamanlar, doğadaki yerimize dair algımızı değiştiren üç büyük dönüşüm olduğunu iddia etmişti. Birinci dönüşüm gezegenimizi evrenin merkezinden uzaklaştırarak çok sayıda gezegenin arasında bir gezegene dönüştürmüş, binlerce benzeri olan sıradan bir yıldızın yörüngesine oturtmuştu. İkinci dönüşüm türümüzü, sözümona Tanrı’nın eşsiz ilgisinin ürünleri olmaktan çıkarıp sadece çıplak maymunlara indirgeyerek hayvanlar âleminin içine yerleştirmişti. Üçüncü dönüşüm ise, bilinçsiz fantezilerimizin derinliklerini açığa vurarak kendimizi rasyonel varlıklar olarak görme duyumuzu yok etmişti. Kendimizi algılamamızda yaşanan bu üç önemli değişiklik sonradan, sırasıyla Kopernik, Darwin ve bizzat Freud’la özdeşleşmişti.
Ancak artık hayatta olmayan arkadaşım Stephen Jay Gould’un uzun zaman önce belirttiği gibi, Freud’un listesi, kesinlikle bunların arasında yer almayı hak eden ancak tek bir ünlü insanla özdeşleştirilemeyen dördüncü bir dönüşümden yoksundu. Bu dördüncü –tarihsel açıdan ikinci– büyük dönüşümün çarpıcı bir özelliği, tıpkı Kopernik devriminin uzaysal ölçeği çok büyütmüş olması gibi, yeryüzünün ve dolayısıyla evrenin zaman ölçeğini çok genişletmiş olmasıydı. Eski zamanlarda, Batılı insanların çoğu gezegenimizin, tam olarak MÖ 4004 yılında olmasa bile o civarda bir tarihte, birkaç bin yıl önce başladığına inanıyordu. Bu dönüşümden sonra yeryüzünün zaman çizelgesinin milyar değilse de, en az milyonlarca yıla uzandığını kabul etmek de aynı derecede yaygınlaştı. Jeologlar artık düzenli olarak, akıllara durgunluk veren “derin zamanlar” ile uğraşırken, çalışma arkadaşları astronomlar ve evrenbilimciler resmen akıl almayan boyutlarda kozmik “derin boşluk” (ve zaman) kavramlarıyla çalışıyor.
Bu kadarı artık bilimsel ortamların dışında da gayet iyi biliniyor. Ancak zaman ölçeğinin uzamasının böylesine aşırı derecede vurgulanması, bu büyük dönüşümün, aslında birlikte ele alındığında çok daha önemli olan diğer iki özelliğini engellemişti. Bunlardan birincisi, insanlığın konumundaki radikal değişiklikti. Geleneksel resmin genç gezegeni aynı zamanda tamamen insani bir gezegendi. Kısa bir açılış sahnesi ya da girişten –malzemeleri sahneye yerleştirdikten– sonra, başından sonuna kadar, yani Âdem’den gelecekte yeryüzünün sonunu getirecek bir Kıyamet’e kadar, tam bir insanlık dramıydı. Oysa ilk kez eski jeologlar tarafından keşfedilen “eski gezegen” büyük ölçüde insani değildi; çünkü neredeyse tamamen insanlık öncesine dayanıyordu. Türümüz sahneye çok geç çıkmış gibi görünüyordu. Bu nedenle, yeni keşfedilen bu derin zamanın büyük bir kısmında insan yoktu.
Bir yandan da nispeten kısa insanlık dönemi ile çok daha uzun insanlık-öncesi dönem arasındaki fark, doğayı anlamamıza yardımcı olan bu büyük dönüşümün ikinci ve daha da radikal bir sonucunun göstergesiydi. İnsansızlık döneminin peşinden insanlık döneminin gelmesi kendi başına, gezegenimize esasında tarihi bir nitelik kazandırmaya yeterliydi ve insanlık-öncesi derin zamanın bu kadar uzun olması, kendi başına, insanlık tarihi kadar olaylı ve dramatik bir tarihle dolu olduğunu göstermekteydi. Kısacası, anlaşılan doğanın da kendi tarihi vardı.
Bu nedenle bu kitap, esas olarak derin zamanın keşfini değil, yeryüzünün derin tarihinin ve insanlığımızın bu tarihteki yerinin yeniden canlandırılmasını anlatıyor. Bu dördüncü büyük dönüşümün öyküsü, özellikle genel halk kitlesine hitap eden kitaplarda ve televizyon programlarında ihmal edilmiştir. Bunun iki farklı nedeni vardır: Birincisi bu dönüşümün yalnızca, Darwin’in güya heyecanlı evrim teorisine giriş konumuna indirgenmiş olmasıydı. Yeryüzünün derin tarihinin kabulünün, canlı organizmaların farklılığını ve özellikle kendi türümüzün kökenini tatmin edici bir şekilde açıklayabilmenin kaçınılmaz önkoşulu olduğu doğruydu. Ancak bu kitapta özetlenen öykünün, Darwin’in veya başka herhangi bir evrim teorisinden bağımsız olarak, kendine özgü bir hayatı var; çünkü bu yeryüzündeki her şeyin tarihiyle ilgili: Sadece bitkilerle hayvanların değil, kayaların ve minerallerin; dağların, volkanların ve depremlerin; kıtaların, okyanusların ve atmosferin tarihiyle… Bu nedenle, yeryüzünün kendi tarihinin olduğunu ve güvenilir hatta detaylı bir şekilde yeniden canlandırılmasının mümkün olduğunu kabul etmek, insan düşüncesinde büyük bir değişim anlamına geliyor. Bu, kendi koşullarında ve kendine özgü bir şekilde anlatılmayı hak eden bir öykü.
Bu öykünün ihmal edilmesinin ikinci nedeni dönüşümün, bilimin dine karşı verdiği mücadeledeki zafer dolu yürüyüşte yalnızca bir bölüme indirgenmiş olması. İnsanlar yaygın bir şekilde daha önce bahsedilen ünlü MÖ 4004 tarihinin, Aydınlanma Mantığının ilerlemesine direnen Kilise’nin baskıcı gericiliğini simgelediğine inanıyordu. Ama Bilim ve Din, Kilise ve Akıl gibi etiketler (genellikle tekil olarak ve büyük harflerle) bizi kuşkulandırmalı. Gerçek tarih hiçbir zaman bu kadar soyut ya da düzgün değildir. Aslında Bilim ve Din arasındaki bu uzun ömürlü anlaşmazlık klişesi, iddia edilen olayları yakından inceleyen tarihçiler tarafından uzun zaman önce terk edilmişti. Bu bakış açısı değersiz bir tarih oluştursa da, doğal olarak günümüzdeki ateist tutuculara heyecan verici bir söylem sağlamaya devam ediyor. Oysa ben bu kitapta, yeryüzünün derin tarihinin, önceki kısa tarih algılarıyla bu klişenin izin verdiğinden çok daha ilginç ve önemli açılardan ilişkilendirildiğini göstermeye çalışıyorum. “Genç Yeryüzü” görüşlerinin günümüzdeki dindar tutuculardan bazıları tarafından şaşırtıcı bir şekilde yeniden canlandırılması ve dünyanın belirli kesimlerinde bu tür düşüncelerin daha da şaşırtıcı politik gücü olması, bizi asıl öyküyü aramaktan alıkoymamalı. Kitabın en sonunda kısa bir şekilde günümüz yaratılışçılarından bahsediyorum; ama onların anlatının doruk noktası değil, yalnızca acayip bir yan gösterisi olduğunu açıkça göstereceğini umduğum bir şekilde.
Bilim ve Din arasında yıllardır süregelen ama gözden düşmüş anlaşmazlık klişesinin en azından bu durumda altüst edilmesi gerektiğini savunuyorum. Bu büyük dönüşümün insan düşüncesindeki özünün, doğanın kendine özgü bir tarihinin olduğunun anlaşılmasında yattığını kabullendiğimiz anda, zaman ölçeğinin yalnızca sayısal olarak büyümesi ikincil bir konu haline gelmektedir. Daha önemli olan şey, doğanın bu yeni tarihsellik duyusunun veya tarihsel gerçekliğinin kökenini anlamaktır. Kaynağının, kasıtlı olarak ve bilerek doğa dünyasına aktarılan insanlık tarihini bugünkü bilgilerimizle anlamada yatması sürpriz olmamalı. Doğanın tarihinin izi sürülürken, fizik ya da astronomi değil, insanlık tarihi model oluşturdu. Örneğin imparatorlukların yükselişleri veya çöküşleri, gezegenlerin öngörülebilen hareketlerinin aksine, geri dönüp bakıldığında bile öngörülememişti. İnsanlık tarihinin fazlasıyla umulmadık olaylarla dolu olduğu düşünülüyordu: Her noktada olaylar farklı gelişebilirdi (bu bile, çoğu zaman büyüleyici bir şekilde, geçmişle ilgili karşıt veya “ya… olsaydı?” gibi sorular sorulmasını mümkün kılmaktadır). Bu, kültürden doğaya aktarılan ve bu arada doğa, özellikle de yeryüzü hakkında, aynı derecede tarihsel yeni bir anlayış oluşmasına neden olan tarihsellik duygusuydu. Bu aktarım şaşırtıcı görünüyorsa bunun nedeni muhtemelen, doğabilimlerinin, “İki Kültür” denilen fen bilimleri ve beşeri bilimler arasındaki sözde uçurumun olduğu yerde, insanlık tarihi bilimleriyle kararlı bir şekilde zenginleştirilmeyi kabul etmesiydi. İngilizce konuşan ülkeler dışında yaşayan insanlar aynı zorluğu yaşamamakta; zira onlar, İngilizcedeki gibi bazılarına tekil olarak “Bilim” demek yerine, bu disiplinli bilgilerin tamamına “bilimler” adını verecek kadar sağduyulular.
Söz konusu yüzyıllarda (kabaca on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla kadar) Batı kültürünün yapısı dikkate alındığında doğanın tarihsel olduğuna ilişkin bu yeni görüşün önemli bir kaynağının, hatta muhtemelen tek önemli kaynağının, Yahudi – Hıristiyan kutsal kitaplarında yer alan ilk Yaratılış, Cisimleşme ve sonunda Cennet’e varış gibi dinamik anlatılardaki güçlü tarih algısı olması da şaşırtıcı değil. Kültürel temelleri olan bu metinler yeryüzünün derin tarihinin keşfedilmesini engellemedikleri gibi, kesinlikle kolaylaştırmışlardır. Biyolojiden bir mecazla anlatacak olursak bu anlatılar, insan hareketinin ve inananların iddiasına göre, kutsal başlangıcın bağlamını oluşturan doğal yaşam hakkında benzer tarihsel ifadeleri kolay ve anlaşılır hale getirmek için okuyucularını önceden uyarlamışlardı. Tabii bu iddia, kitaplardaki dini perspektifin geçerliliğinin yanında etkisizdir. Bu dini inançların lehine veya aleyhine kanıt sağlamamaktadır ve benim buna değinme amacım onları savunmak değil tarihsel bir bağlantı kurmaktır. Yeryüzünün derin tarihinin keşfedilmesi önemli mi? Kesinlikle başlı başına büyüleyici ve çok daha yaygın bir şekilde bilinmeyi hak eden bir öykü. Ama iki yüzüncü yılında Darwin’in evrim teorisine haklı olarak gösterilen büyük ilginin yanında ne kadar az dikkat çektiğine bakın. Yeryüzünün derin tarihinin merak uyandırıcı olmasının yanı sıra son derece önemli olduğunu düşünüyorum; çünkü dünyamız hakkında çok kapsamlı etkileri olan ve hiç umulmadık bilgiler ortaya çıkardı. Eski zamanlarda doğa dünyasıyla ilgilenmeyi iş veya meslek edinen insanlar –bugün bilim insanı denilmeye başlayan insanlar– yaygın bir şekilde, yeryüzünün daha fazla incelendiği takdirde daha da öngörülebilir hale geleceğini varsayıyordu. Onlar doğanın, tanım gereğince dün, bugün ve sonsuza dek aynı kaldığı düşünülen “kanunlarını” bulmayı hedefliyorlardı. Doğanın yasaları ne kadar iyi anlaşılırsa, bireyler ve toplumlar, insani hedefleri ve amaçları doğrultusunda doğanın yapısını o kadar iyi bir şekilde kontrol edecek veya değiştirecekti. Bu nedenle fizik ve astronomi gibi bilimler model olarak alınmıştı. Altta yatan doğa kanunları ölçülebildiği ve matematiksel olarak ifade edilebildiği oranda kesinleşecekti, örneğin bir Ay/Güneş tutulmasının zamanı daha kesin bir şekilde tahmin edilecekti.
Oysa bu kitapta anlatılan buluşlar yeryüzünün derin tarihinin –ve dolayısıyla geleceğinin– basit ve öngörülebilir bir şekle indirgenemeyeceğini ortaya koydu. Dünya, belirli başlangıç koşullarında ve değişmeyen doğa yasaları altında, geçmişi ve geleceği tamamen belirlenmiş bir şekilde programlanmamıştı. Tabii, aslında dünyanın doğasındaki bileşenlerinin değişmeyen yasalara göre hareket ettiği varsayılıyordu. Örneğin sahildeki bir kayalığı aşındıran dalgaların gücünün, derin geçmişte, bugünküyle aynı fizik kuralları uyarınca işlediğine inanılıyordu. Ancak bu kıtanın ve bu okyanusun geçmiş tarihi ve olası geleceği bu tür tarihsel olmayan yasalardan çıkarılamadığı gibi, bütün olarak Dünya’nın geçmişinden ve geleceğinden hiç çıkarılamazdı. Bütün bu tarihlerin, gerçekte olanlardan günümüze kalan kanıtlardan yeniden canlandırılması gerekti. Topraklarda yaşayan ve denizaşırı ticaret yapan insanların tarihlerinin de bugünlere gelen belgelerden ve eserlerden canlandırılmasına çalışıldı. Başka bir deyişle, Dünya’nın derin tarihi, “tepeden tırnağa” doğanın kanunlarını uygulayarak değil, “aşağıdan yukarıya” tarihsel kanıtları bir araya getirerek yeniden oluşturulabildi. Dünya’nın derin tarihi anlaşılan, örneğin Ay’ın ve gezegenlerin Güneş’e göre hareketlerinin şaşırtıcı düzeyde doğru tahmin edilebilmesi yerine karmaşık, öngörülmez tesadüflerle dolu insanlık tarihini paylaşmıştı. Bu öngörülemeyen karmaşık konuların –en azından gezegenimizin yakın geleceğinde insanlığımızın rolü hakkında günümüzde yaşanan anlaşmazlıkların– daha fazla vurgulanmasına gerek bulunmamaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca jeoloji, doğanın özünde tarihsel olduğu görüşünü geliştiren ilk bilimdi; ama sonuncu veya tek bilim değildi. Tam da jeologlar, örneğin Alplerin uzun ve karmaşık tarihini ortaya çıkarmadan, şu andaki halini anlamanın mümkün olmadığını kabul ederken, biyologlar ve özellikle meslek hayatına jeolog olarak başlayan Darwin, sonradan bitkilerle hayvanların günümüzdeki şekillerinin ve alışkanlıklarının da kendi evrimsel tarihlerini içerdiğini ve o tarihleri dikkate almadan tam olarak anlaşılamayacağını gösterdi. Aynı tür tarihsellik sonunda en büyük çaplı bilim tarafından da benimsendi. Kozmologlar artık rutin bir şekilde, yıldızların ve galaksilerin tarihlerini hatta varsayımsal Büyük Patlama’dan itibaren bütün evrenin tarihini, ilk kez jeologların yeryüzünün derin tarihi için geliştirdiklerine çok benzer yöntemlerle yeniden oluşturmaya çalışmaktadır.
Sonuç olarak bu kitabın, böyle bir kitabın olması gerektiği gibi, sadece kendi tarihsel araştırmalarıma değil, birçok ülkeden birçok tarihçinin, çoğu son yıllarda ve birçok dilde yayımlanmış araştırmalarına dayandığını vurgulamak istiyorum. Bunun vurgulanması gerekiyor çünkü bilim tarihçileri tarafından günümüzde yapılan araştırmalar birkaç saygın istisna dışında çoğu zaman kaygısızca göz ardı edilmekte veya en iyi ihtimalle, popüler bilim kitaplarının yazarları, televizyondaki bilim programları yapımcıları ve en önemlisi, kendi bilimlerinin tarihi hakkında görüş açıklayan bilginler tarafından yeterince kullanılmamaktadır. Anlaşılan hepsi de geçmişle ilgili olarak dönüp dönüp anlatılan efsanelerin, hiç cazip olmayan milliyetçi (ve cinsiyetçi) tatlarına kapılarak şunun veya bunun “babasını” öne çıkaran efsanelerin rahat ortamında kalmayı tercih etmektedir.
Günümüzde mevcut güvenilir tarihi araştırmaların boyutu dikkate alındığında, bu kitabın yazılması, öykünün ana özellikleri olarak gördüğüm şeyleri vurgulayabilmek için ciddi bir detay budaması yapılmasını ve odak noktasının keskinleştirilmesini gerektirdi. Bu kitapta geniş sosyal gruplar veya bütün olarak toplum içinde geçerli olan fikirler yerine özellikle, kendilerine bilgin demeye başlayan insanların iddialarına ve faaliyetlerine yoğunlaştım. Bu insanların keşfettiklerini iddia ettikleri şeylerin daha geniş kültürel etkilerine yalnızca kısaca değindim. Şimdi dünyanın her yerinde yeryüzü bilimcilerinin gezegenimizin derin tarihiyle ilgili çalışmalarının temelini oluşturan ana fikirlerin çoğunun ilk kez başka yerde değil de Avrupa’da geliştirilmiş olması da insanlık tarihi meselesidir. Bu nedenle, öykümün büyük bir bölümü 21. yüzyıl bilimlerinde giderek daha önemli bir rol oynayan ülkelere değil, Avrupa’nın kültürel ortamına odaklanmaktadır. (Eğer öykü büyük ölçüde erkeklerin faaliyetlerini anlatıyorsa bunun nedeni, eski dönemlerin tarihsel gerçeklerini yansıtmasıdır. Son 40-50 yılın daha detaylı bir tarihi, en azından bu bilim türünde, cinsiyetin giderek önemini yitirdiğini gösterecektir.)
Bu kitabın yaygın ve anlaşılır insan zihniyetinde büyük bir devrim yapmanın yanı sıra, modası geçmiş fikirlerin, en azından Aziz George ile Ejderha öyküsündeki geleneksel iyilik ve kötülük sembolleri kadar efsanevi bir hal alan iki canavar yani Bilim ve Din arasındaki ebedi anlaşmazlık efsanesinin bir kenara atılmasını sağlayacağını umuyorum.

1
Tarihi Bilime Dönüştürmek

Kronoloji Bilimi
“Zamanı anlayabiliriz: O, bizden yalnızca beş gün büyük.” 17. yüzyılda yaşamış İngiliz yazar Sör Thomas Browne dünyamızın, türümüzün ve zamanın kendisinin kökeni hakkındaki temel soruyu, neredeyse gelişigüzel bir tavırla bu şekilde özetleyerek yanıtlamıştı. Galileo ve Newton gibi bilim devlerinin yaşadığı bir çağda Batı dünyasındaki insanların çoğu, dindar olsun olmasın insanlığın Dünya ile hemen hemen aynı yaşta olduğuna kesin gözüyle bakıyordu. Ayrıca sadece dünyanın değil, bütün evrenin ya da kozmosun hatta zamanın bile insan hayatından çok da yaşlı olmadığına inanılıyordu.
Tevrat’ın ve İncil’in ilk kitabının giriş bölümünde Âdem’in yaratılış eyleminin altıncı günü, beş gün süren bir hazırlık sonrasında Tanrı, Sebt gününde dinlenerek ilk haftayı tamamlamadan önce oluşturulduğuna ilişkin kısa bir anlatı bulunuyordu. Browne’ın ve o dönemde yaşayanların, bu en eski geçmişle ilgili öyküyü güvenilir bulmaları için baskıcı bir Kilise’ye ihtiyaçları yoktu. (Zaten Reform ve Karşı-Reformla bölünmüş bir Hıristiyanlıkta, böyle bir inancı zorlayacak tam güçlü bir merci bulunmuyordu.) Dünya’nın, insan hayatı için gereken donanımın –Güneş ve Ay, gece ve gündüz, kara ve deniz, bitkiler ve hayvanlar– sahneye konması için gereken kısa bir başlangıç sonrasında, her zaman insan dünyası olması onlara bariz bir sağduyu gibi geliyordu. Sahneyi ileride yaşanacak insanlık dramına hazırlayacak olmanın dışında, insansız bir dünya onlara muhtemelen son derece anlamsız gelirdi. Bu nedenle Genesis’in onlara yeryüzünün kökeni hakkında gerçekleri anlattığından eminlerdi. Onun, yeryüzünün ilk çağlarını kayıt altına almış tek antik tarihçi olan Musa’nın elinden çıktığına inanıyorlardı. O tarihin ilk aşaması henüz ona tanıklık edecek veya hatırlayacak hiçbir insan olmadığı için Musa’ya (veya ondan önce Âdem’e) sadece yaratıcı tarafından aktarılmış olabilirdi. Üstüne üstlük, etraflarında dünyanın tarihinin başka bir şekilde geliştiğini gösterecek hiçbir şey yoktu.
Browne ve o dönemde yaşayan eğitimli veya eğitimsiz insanların çoğu, insanlık tarihinin doğa dünyasının tarihiyle neredeyse aynı uzunlukta olduğundan da emindi. Ancak bu tarihlerin çok kısa ve Dünya’nın çok genç olduğunu değil, aksine ikisinin de en iyi durumda “yetmiş yıl” olan kısa insan ömrüyle karşılaştırıldığında çok uzun olduğunu düşünüyorlardı. Tarih, asıl kutsal yaratılış anı olarak değerlendirilen İsa’nın doğumundan beri geçen “Tanrı’nın Yılları” (Anno Domini – Milattan Sonra) çerçevesinde hesaplanıyordu. Zamanın o noktasından ve yaklaşık otuz yıl sonra, Romalı yetkili Pontius Pilate İsa’nın idam edilmesini emrettiğinden beri, on altı asırlık bir tarih olmuştu. Bu süre her türlü insani standart uyarınca çok uzun bir zamandı. Romalıların ve çok saygı gören Latin edebiyatının incelenmesi “Antik Tarih” adını fazlasıyla hak ediyordu. Ancak “İsa’dan Önceki Yıllar” (MÖ) ölçeği çok daha geriye, antik Yunanlılardan ve aynı derecede hayranlık duyulan edebiyatlarından daha da eskiye, hayatta kalan tek kayıtların İncil’dekiler olduğuna inanılan o pek bilinmeyen ilk çağlara gidiyordu. Birçok tarihçi ilk Yaratılış’ın Cisimleşme’den en az üç kat eski olması gerektiğini düşünüyordu zira Cisimleşme kendi yaşadıkları günlerden eskiydi. Kısacası onlara göre dünyanın tarihi anlaşılamayacak kadar uzundu. Elli altmış yüzyıl, bilinen insanlık tarihinin ve buna bağlı olarak doğa tarihinin, oyunun oynandığı sahnenin tamamını ortaya çıkarmak için fazlasıyla yeterli bir süreydi. Dünya’nın başlangıcı, Yunanlıların ve Romalıların “Antik Tarihini” bile gölgede bırakıyordu.
Bu 17. yüzyıl tarihçilerinden biri, Yaratılış haftasının MÖ 4004 yılının belirli bir gününde başladığını hesapladığında tarih sorgulanabilirdi, nitekim sorgulandı ama tarihte hedeflenen kesinlik sorgulanmamıştı. Bu tarih, İngiltere Kralı I. James’in (İskoçya Kralı VI. James) hamilik ettiği ve büyük hayranlık duyduğu İrlandalı tarihçi James Ussher tarafından yayınlandı. Kral ölümünden kısa bir süre önce Ussher’i, Armagh Başpiskoposluğuna atamış ve İrlanda’da tanınmış Protestan Kilisesi’nin başına getirmişti. Gerçi bilgin geri kalan hayatının büyük bir kısmını İngiltere’de geçirmişti.
Modern çağlarda Ussher ve MÖ 4004 tarihi çok küçümsenerek alay konusu oldu. Ama Ussher modern kalıba uyan dindar ve tutucu biri değildi. Döneminin kültürel yaşamının tanınmış bir entelektüeliydi. Çalışmaları, İngiltere ulusal tarihini açık bir şekilde “İyi Krallar ve Kötü Krallar, İyi Şeyler ve Kötü Şeyler” olarak ayıran, klasik yalan ve muzipliklerle dolu tarih kitabı 1066 And All That’de yapıldığı gibi espri olarak değerlendirilmeyi hak etmiyor. Ussher’ın MÖ 4004 tarihi o dönemde “kötü” bir şey değildi. Aksine, simgelediği şey, birçok açıdan kesinlikle “iyi” bir şeydi. Ussher’ın dünya tarihiyle ilgili görüşü, modern bilimin yeryüzünün derin tarihi hakkındaki betimlemesinden çok uzak görünebilir, öyle ki aralarında, bağdaşmayan alternatifler olma dışında hiçbir bağ olmayabilir (modern tutucuların gözünde, bunlar hem dini hem de dinsizdir.) Ancak aslında Ussher gibi 17. yüzyıl tarihçilerinin yaptığı şey, hiç ara vermeden modern dünyada yerbilimcilerin yaptıklarıyla bağlantılıdır. Bu nedenle Ussher, yeryüzünün derin tarihini günümüzde algılama şeklimizin kökenini anlamamız için iyi bir başlangıç noktasıdır. Ayrıca, Ussher’ın fikirleri kendi yaşadığı dönem bağlamında değerlendirildiği takdirde modern ve yaratıcı “Genç Yeryüzü” fikirleriyle yüzeysel benzerlikleri, kesin bir karşıtlığa dönüştürülmektedir. Ussher’ın aksine yaratılışçılar desteksiz durumdalar, hem de tehlikeli bir şekilde.
17. yüzyılda Ussher, “kronoloji” denilen tarihsel araştırma türüyle uğraşan Avrupa’ya dağılmış çok sayıdaki bilginden yalnızca biriydi. Bu, dini veya seküler mevcut tüm yazılı belgelerden Güneş/Ay tutulmaları, kuyrukluyıldızlar ve “yeni yıldızlar” (süpernova) gibi çarpıcı doğal olaylar dahil, dünya tarihinin detaylı ve doğru bir zaman çizelgesini oluşturma girişimiydi. Diğer kronoloji uzmanları, Ussher’ın zaman çizelgesindeki birçok belirli detayı eleştirmiş veya reddetmişti; ama çoğu, onun kapsamlı hedeflerini paylaşmıştı ve derlemeleri, hepsinin ne yapmaya çalıştığını gayet güzel gösteriyordu.
Ussher Annals of the Old Covenant (Annales Veteris Testamenti, 1650-1654) kitabını uzun ve çok verimli bir bilim hayatının sonuna doğru yayımladı. Kitabı Latince yazarak başka yerlerdeki bilim insanları tarafından da okunabilmesini sağlamıştı. Bugün nasıl İngilizce dünyada eğitimli insanların ortak uluslararası diliyse, o dönemde Avrupa’da Latince öyleydi. Ussher iki kalın ciltten oluşan eserine Annals (Tarihi Olaylar Yıllığı) adını verdi çünkü dünya tarihinde bilinen olayları yıl bazında özetliyordu ya da en azından her olayı, doğru olduğunu düşündüğü yıla kaydetmişti. Bu doğrultuda kitabı MÖ 4004 yılında Yaratılış’la başlıyordu. Ama sonra MÖ/MS çizgisinden geçerek İsa’nın yaşadığı yılları anlatıyor, MS 70 yılında Romalıların Kudüs’teki büyük Yahudi Tapınağı’nı tamamen yok etmesinin hemen ardından yaşananlara kadar geliyordu. Ussher’ın Hıristiyan perspektifinden bakıldığında bu olay kesinlikle Tanrı’yı, özellikle Yahudi halkına bağlayan “Eski Ahit”in sonunu gösteriyordu. Yani Ussher’ın kronolojisi yeryüzünün tarihini Tanrı’nın “Yeni Ahit”inin ilk birkaç yılına kadar getiriyordu. Burada Tanrı’nın prensipte küresel ve birçok etnik gruptan oluşan yeni halkı, Hıristiyan Kilisesi’yle temsil ediliyordu.
Ussher’ın dünya tarihi, döneminin en iyi bilimsel uygulamasını içeriyordu. Kronoloji kesinlikle tarihsel bilim konumunu hak ediyordu. Ussher çalışmasında, bildiği tüm antik kayıtlar üzerinde yaptığı titiz analizi esas almıştı. Bunların çoğu Latince, Yunanca ve İbranice kaynaklardan türetilmişti. Yarım asır önce, hepsinin arasında en büyük ve bilgili kronoloji uzmanı olan Fransız bilgin Joseph Scaliger de Süryanice ve Arapça gibi başka ilgili diller kullanmıştı. Ama Scaliger bile daha uzaktaki –örneğin Çin veya Hindistan’daki– kaynaklar hakkında pek bilgi sahibi değildi. Antik Mısır hiyeroglifleri de henüz çözülmemişti. Buna rağmen, kronoloji uzmanlarının elinde çokkültürlü ve çokdilli yoğun miktarda kanıt vardı. Bu değişik kayıtlardan, örneğin önemli politik değişikliklerin, antik çağdaki kralların hükümdarlıklarının ve unutulmaz astronomik olayların tarihlerini çıkardılar. Sonra bunları, çoğu zaman farklı antik kültürler arasında birbirleriyle eşleştirmeye ve tarihli olayları sürekli bir zincir halinde bağdaştırmaya çalıştılar. (Kronoloji bilimi yok olmamıştır: Modern kronolojik araştırmaların sonuçları müzelerimizde sergilenmektedir. Örneğin Çin veya Mısır’dan gelen eserler MÖ etiketi taşıdığında, bu tarihler farklı kültürlerin tarihleri arasında benzer ilişkiler kurularak türetilmektedir.)


Şekil 1.1 Ussher’ın “MÖ 4004” kitabının ilk baskısı. Annals of the Old Covenant'ın (1650-54) ilk sayfasının bir kısmı; tarihleme sistemi üç kenar sütununda. Solda, “Dünya yılı” [Anno Mundi] 1’den, yani Yaratılış’tan başlıyor. Sağda, “Hıristiyanlık döneminden önceki yıl” [Anno ante aerom Christianam] 4004’ten başlıyor ve kronoloji ilerlerken azalıyor ama “Jülyen Dönemi Yılı” [Anno Periodi Julianae] –gerçek tarihten bağımsız bir tür referans çizelgesi– çoktan 710 yılına gelmiş. Metninin açılış cümlesinde Ussher, Yaratılış’ın başlangıcını ve gerçek zamanın başladığı tarihi 710 Jülyen yılında 23 Ekim’den önceki gecenin başına yerleştirmiş. Yani daha önceki Jülyen yılları “sanal” zaman gibiydi. Kronoloji cahillere göre bir bilim değildi. Ussher’ın Latince başlığı, Yahudilerle yapılan teolojik kutsal “eski anlaşma”dan bahsetmektedir, Yahudi kutsal kitabından veya “Eski Ahit”ten değil. Ayrıca kronolojisi Yeni Ahit’te veya Hıristiyan kutsal metinlerinde bahsedilen dönemi de kapsamaktadır.

Ussher’ın kanıtlarının büyük bir bölümü, diğer kronoloji uzmanlarınınkiler gibi İncil’den değil, antik dönemdeki seküler kayıtlardan geliyordu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde milattan önceki daha yakın zamana ilişkin belgeler çok daha fazlaydı ve daha geçmişe gittikçe hızla azalarak yok oluyordu. İlk yıllarda kaynaklar son derece yetersizdi ve neredeyse tamamen Genesis’teki, insanlık hayatının ilk nesillerinde “kim kimi peydahladı” hakkındaki az kayıtla sınırlıydı. Buradan Ussher’ın asıl amacının gerçekten de dünyanın detaylı bir tarihini derlemek olduğu, Yaratılış’ın tarihini belirlemek veya genel olarak İncil’in yetkisini desteklemek olmadığı anlaşılıyordu. Ussher İncil’e, kendi açısından en değerli ve güvenilir olsa da yalnızca çok sayıdaki tarihi kaynaklarından biri gibi davranmıştı.

Dünya Tarihindeki Olayların Zamanını Belirleme
Ussher da diğer kronoloji uzmanları gibi, Scaliger tarafından geliştirilen karmaşık tarihlendirme sistemini benimsemişti. Fransız bilgin, astronomik ve takvimsel unsurlardan, özellikle yapay bir “Jülyen” zaman çizelgesi oluşturmuştu. Bu, ona rakip kronolojilerin yerleştirilip karşılaştırılabileceği adeta tarafsız, sistematik bir zaman boyutu sağlıyordu. Böylelikle kullanışlı bir araç olmakla kalmayıp zaman ile tarih arasındaki can alıcı farkı vurguluyordu. Zaman yıllarla ölçülen soyut bir boyuttu, tarih ise zaman içinde oluşan tüm gerçek olaylardı. Kronoloji uzmanlarının gerçek tarih olduğunu iddia ettiği olaylar, Jülyen ölçekli referans hattına, Yaratılış’tan başlayıp ilerleyerek, “dünya yılı” (Anni Mundi, AM) olarak veya “Tanrı’nın Yılları”nın (AD) ileri doğru sayıldığı Cisimleşme’den geriye doğru giderek “İsa’dan önceki yıllar” (MÖ) işlenebiliyordu. Kronoloji üzerinde yapılan araştırmaları, sayısal doğruluk konusunda duyulan entelektüel açlık tetiklemişti. Bu istek çağın özelliğiydi ve kronoloji gibi projelerle sınırlı değildi. Doğabilimlerinde, örneğin Tycho Brahe ve Johannes Kepler gibi astronomların çalışmalarında daha da fazla göze çarpıyordu. İki araştırma türünde de sayısal doğruluğa her zamankinden daha çok değer veriliyordu.
Ancak kozmoloji gibi kronoloji de son derece tartışmalı bir araştırma türüydü. Olayların tarihli bir zaman çizelgesini çıkarmak, eksik, muğlak veya uyumsuz kayıtlar yüzünden oluşan sorunlarla doluydu. Kronoloji uzmanları hemen her noktada kayıtların güvenilir olup olmadığına ve kesintisiz bir zaman çizelgesinde nasıl birleştirilebileceğine karar vermek için bilimsel birikimlerini kullanmak zorunda kalıyorlardı.


Şekil 1.2. Kronoloji uzmanlarının dünya tarihlerini zamanlama şekilleri. Modern tarzda çizilen bu şekilde zaman soldan sağa doğru ilerlemektedir. “Jülyen dönemi” bilerek yapılmış yapay bir zaman çizelgesiydi ve geçmiş ya da gelecekteki her 7980 yıl, astronomik ve takvimsel etkenlerin birleşimiyle kendine özgü bir şekilde tanımlanabiliyordu. Referans olarak kullanılabilecek bir zaman ölçeği görevi görüyordu ve kronoloji uzmanları tarihte hesapladıkları Yaratılış, Nuh Tufanı, İsa’nın doğumu ve diğer belirleyici olayların veya “dönemlerin” yıllarını MÖ veya MS olarak veya Yaratılış’tan itibaren “Dünya Yılı” (Anni Mundi, AM) cinsinden işleyebiliyorlardı. Bu olaylar daha sonra, Yahudi-Hıristiyan perspektifinden, dünya tarihinin tamamı için “çağları” tanımlıyordu (I–VII). Bu şekil, Ussher’ın Annals kitabında yer alan şekilleri esas almaktadır ama başka kronoloji uzmanları tarafından hesaplananlar (bu ölçekte) çok farklı değildi. Kronoloji uzmanları geriye doğru gitmeye çalıştıkça ilgili tarihsel kayıt miktarı hızla azalmıştı: çubuklu grafik, yüzyıllara göre Ussher’ın çalışmasında kullanılan metinlerin sayısını göstermektedir. Ussher’ın Annals kitabı MÖ 4004’te başlayıp, MS 73’te bitiyordu.

Sonuç olarak, önemli bir olay önerisinde bulunan kaç tane kronoloji uzmanı varsa neredeyse o kadar rakip tarih vardı. Bu durum özellikle bizzat Yaratılış konusunda doğruydu. Ussher’ın MÖ 4004 tarihi, (bir araştırmaya göre) MÖ 4103 ile MÖ 3928 tarihleri arasında değişen zaman dilimi içinde yalnızca tek bir öneriydi. Örneğin, Scaliger MÖ 3949 tarihinde karar kılmıştı ve birçok özelliğinin yanı sıra hevesli bir kronoloji uzmanı olan Isaac Newton sonradan MÖ 3988’i tercih etmişti. Ussher da çoğu kronoloji uzmanı gibi bir konuda, yani sonbahar ekinoksundan sonraki ilk haftanın ilk gününün başlangıcı (Yahudi zamanlamasına göre alacakaranlıkta) konusunda gerçekten de çok kesin bir tarih önermişti. Bu tarih, Hıristiyan MÖ 4004 yılının Yahudi “Yeni Yıl” eşdeğeriydi. O dönemde, karmaşık takvimsel ve tarihsel kanıtlar, bize çok saçma görünse de bu tür bir hassasiyeti son derece saygın bir hedef haline getiriyordu.
Ussher’ın MÖ 4004 tarihinin bu konudaki öneriler arasında en bilinen tarih olması tamamen tarihsel bir rastlantıydı ve şimdi de en azından İngilizce konuşulan dünyada en dile düşmüş tarih haline geldi.


Şekil 1.3 Ussher’ın “MÖ 4004” tarihi ilk kez İncil’de yer almıştı: William Lloyd’un “Authorized” [Kral James] eserinin İngilizce çevirisinin 1701 baskısının giriş sayfasının bir bölümü, ilk veya altı günlük Yaratılış öyküsü Genesis kitabının başında bulunmaktadır. Burada (sağ üstte) Yaratılış tarihi dikkati çekmeden Milattan Önce 4004, Jülyen ölçeğine göre 0710, dünyanın kendisi ve diğer takvim verileri için 0001 olarak gösterilmektedir. Aynı sütunda ve aynı zamanda solda, İncil’in diğer bölümlerine yapılmış yüzlerce göndermenin ilk birkaç tanesi ile çeviride esas alınan Yunanca ve İbranice metinler hakkında notlar yer almaktadır. Bu, aslında okuyuculara kenar sütunlardaki tarihlerin de kutsal metnin parçası değil, editör notları olduğunu anlatmaya yetmeliydi ama çoğu zaman yetmemişti. Metnin ilk harfini süsleyen küçük resim, Genesis’teki ikinci Yaratılış öyküsü olan cennet bahçesinde Adem’le Havva’nın resmidir.

Ussher’ın ölümünden neredeyse yarım asır sonra bilgili bir İngiliz piskopos, 1611 yılında Ussher’ın kraliyet hamisinin yetkisiyle yayımlanan “Authorized” veya “King James” adıyla bilinen İngilizce İncil çevirisinin yeni baskısının kenarlarına yazdığı kendi editörlük notlarının arasına Ussher’ın tarihlerinden uzun bir dizi eklemişti. Ussher’ın tarihleri, alışkanlık veya tembellik yüzünden, kilise ve devlet tarafından resmen yetki verilmemesine rağmen sonraki İngilizce İncil baskılarında da yer alarak 18. yüzyıla ve 19. yüzyılın büyük bir kısmına kadar gelmişti. Örneğin Darwin ve onunla aynı dönemde yaşamış İngiliz meslektaşları, aile İncillerinin ilk sayfasında MÖ 4004 yazısını görerek büyümüştü. Birçok genç ve eğitimsiz okuyucu, editörün rolünü anlamadan, bu tarihin, kutsal metnin ayrılmaz bir parçası olduğunu varsaymış ve buna göre saygı göstermiş, hatta kutsamıştı. Ussher’i -tarihsel olduğu kadar bilimsel açıdan da çoktan hükümsüz kalmış- bütün tarihleri ancak 1885 yılında İncil’in yeni “revize edilmiş” baskısında sayfa kenarlarından çıkarılmıştı. Bu, Ussher’ın (ve Kral James’in) döneminden beri Yahudi ve Hıristiyan bilginlerin yaptığı büyük çaplı araştırmaların meyvesi olan metinlerin çok gelişmiş dilbilimsel ve tarihi anlayışını yansıtan ilk kapsamlı İngilizce çeviriydi. Gideon’lar tarafından otel odalarına konan İncillerin okuyucuları MÖ 4004 yılının etkisinden kurtulmak için daha da çok -20. yüzyılın sonlarına kadar- beklemek zorunda kaldılar. Oysa başka dillerdeki İncillerde genellikle kenarlarda tarih yoktu, yani İngilizce konuşulan ülkelerin dışındaki insanlar, asıl Yaratılış’ın tarihinin kutsal veya en azından dini yetkililer tarafından sabitlendiği şeklindeki bu korkunç yanılgıya maruz kalmamışlardı.

Dünya Tarihinin Dönemleri
Ancak Ussher’ın dönemine dönecek olursak, onun ve diğer kronoloji uzmanlarının dünya tarihindeki olayların kesin tarihlerini derleme konusundaki titiz çabaları, onlara göre çok daha önemli olan amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlardı. Sayısal doğruluğun, nitelikli anlam çıkarmaya yardımcı olması hedefleniyordu. Kronoloji uzmanları, insanlık tarihinin genel şekline kesinlik kazandırmak istiyordu ve bunun için onu anlamlı dönemler dizisine bölmüşlerdi. Geleneksel tarih sistemi kullanılarak yılların MÖ ve MS olarak ayrıldığı asıl bölme yalnızca böyle bir ayrımdı, çünkü Canlanma öncesindeki eski insanlık dünyasını –Hıristiyan perspektifinden bakıldığında– o olayın ilk sonucuyla, yeni insanlık dünyasından radikal bir şekilde ayırıyordu.


Şekil 1.4 Ussher’ın Annals’ının en başında yer alan ve dünya tarihinin bu uzak noktasında tek güvenilir kaynak olduğuna inandığı Genesis metnine atıfta bulunarak Nuh Tufanı’nı anlatan bölümü. Tufan, Dünya yıllarında 1657 olarak tarihlendirilmiş (Şekil 1.1’de de olduğu gibi, soldaki sütun). Tufan sonrası ilk nesiller, Jülyen ve MÖ tarihlerle kaydedilmiş (sağdaki sütunlar, yine Şekil 1.1’de olduğu gibi). Ussher ve diğer kronoloji uzmanları açısından, Tufan’ın dünyanın “İkinci Dönem”inin [Aetas Mundi Secunda] başlangıcını işaret etmesi de çok önemliydi. Yaratılış’ın ilk altı “gün”ü dışında, Tufan kutsal kitap tarihinde hem doğa dünyasını, hem de insanlığı en belirgin şekilde ilgilendiren olaydı. Bu durum onu, ilk insanlık tarihinin yeryüzünün kendi tarihiyle nasıl ilintili olabileceği konusunda sonradan yaşanan birçok tartışmanın odak noktası yaptı.

Ancak, diğer kronoloji uzmanları gibi Ussher da bir dizi belirleyici olay veya “çağ” tanımlayarak milattan önceki tarihi, bin yıllık bölümlere ayırmıştı. Bu çağlar daha sonra bir dizi belirgin “devir” veya dönemi belirtiyordu. Ussher mega büyüklükteki Yaratılış ile Cisimleşme olayları arasında beş önemli dönüm noktası belirlemişti. Bunlar zaman içinde Nuh Tufanı’ndan antik Yahudilerin Babil’e sürgüne gönderilmesi arasında değişiyordu. Cisimleşme’den itibaren geçen süre de eklenince, yeryüzünün tarihi yedi çağ dizesine bölünebilirdi. Bunun genellikle Yaratılış haftasındaki yedi “gün”e eşdeğer olduğu veya sembolik olarak onu yansıttığı söyleniyordu. Yani dünya tarihinin tamamının şekillenmesinde çok derin bir Hıristiyanlık içeriği bulunuyordu.
O halde 17. yüzyılda yeryüzünün tarihi nitelik olarak, özellikle önemli olaylarla sınırlı yedi belirgin dönem dizisi olarak betimleniyordu ve kronoloji uzmanları bunların hepsini sayısal zaman çizelgesinde doğru tarihlendirmeye çalışmıştı. En önemlisi bu tarihin tamamı, giderek artan ilahi bir aydınlanma veya “vahiy” olarak algılanıyordu ama aynı zamanda büyük ölçüde insanlık tarihiydi. İnsan olmayan doğa dünyası genellikle sadece insanlık dramı için bir sahne, insanların hareketi ve kutsal girişim için neredeyse hiç değişmeyen bir fon ya da durum olarak değerlendiriliyordu. Doğa dünyasındaki olaylar sadece arada sırada insanlık tarihiyle ilgili kutsal veya seküler anlatılarda öne çıkıyordu. Örneğin, kutsal hikâyede, Kızıl Deniz’in suları geçici olarak çekilerek Yahudilerin, Musa’nın önderliğinde Mısır’dan göç ederek özgürlüklerine kavuşmalarını sağlamıştı. Aynı derecede uygun bir şekilde veya şans eseri, savaş halindeki Joshua (Yuşa) için Güneş “hareketsiz durmuştu” (Gerçi bunun ne anlama geldiği epeyce tartışma yaratmıştı). Daha sonra İsa’nın doğumuyla ölümünün, sırasıyla yeni bir yıldız ve depremle çakıştığı söylenmişti.
Doğa dünyası kutsal hikâyede sadece iki noktada belirgin bir şekilde ön plana çıkıyordu. Bu iki nokta bizzat Yaratılış ve Nuh Tufanı’ydı. 17. yüzyılda ikisi de farklı türde tarihsel yorumların odağı olmuş ve doğadan alınan materyallerle dolu metinlerin bilimsel incelemesini sınırlı ölçüde genişletmişti.
Birinci tür yorumlar altı “gün” ya da Yaratılış’ın aşamalarıydı. Genesis’teki kısa anlatım genellikle evren, yeryüzü, bitkiler ve hayvanlar, yani hep birlikte insan hayatının yaşadığı ortamı oluşturan şeylerin yapısı ve işlevleri hakkında o aşamada bilinenleri gözden geçirmek için bir taslak olarak kullanılıyordu. Bu yorumlar (“altı gün”ün Yunanca karşılığı “hexahemeral” veya “hexameral” olarak biliniyordu) İncil metninin asıl anlamı olarak algılanan görüşü izliyordu. Yeryüzünün en önemli özelliklerinin kökenine, gerçek zamanda geçen tutarlı tarihsel olaylar dizisiymiş gibi davranıyorlardı. Anlatının, adeta insanlık dramı başlamadan önce malzemelerin sahneye hangi sırayla yerleştirildiğini tarif ettiği düşünülüyordu. Yani insan hayatının içinde bulunduğu ortam hakkındaki bu tür görüşler yalnızca doğa tarihinin bir türü –doğanın envanteri veya sistematik tanımı– değil, aynı zamanda (günümüzde kullanılan anlamıyla) doğanın gerçek tarihi olduğunu iddia eden kökenlerin hikâyesiydi. Yaratılış’ın süresinin çok kısa olduğuna inanılsa da anlatı, bir dizi belirgin döneme bölünmüş kendi tarihinde doğa dünyasından bahsediyor (anlatının altı “gün”ü) ve insanların ortaya çıkmasıyla sonuçlanıyordu. Dünya tarihinin –öngörülen zaman çizelgesindeki bariz zıtlığa rağmen– bu şekilde algılanmasının önemli olayların benzer şekilde peş peşe geldiği ve yeni hayat biçimleriyle yeryüzünün derin tarihi hakkındaki modern görüşe çok benzediği yeterince açık olmalıdır. Bunu belirtmek, Genesis anlatısının bilimsel anlatının gerçekliğini önceden tahmin ettiğini iddia etmek anlamına gelmiyor. Sadece bunun 17. yüzyıldaki yorumlanış biçimi, yapısal olarak yeryüzünün tarihi hakkındaki modern görüşlere benziyor. Bu nedenle Genesis anlatısı, yeryüzü ve hayatı hakkında benzer şekilde tarihi olarak düşünmeyi kolay ve anlaşılır hale getirerek Avrupa kültürüne bunu önceden benimsetmiş oluyor.

Tarihsel Açıdan Nuh Tufanı
Nuh Tufanı ya da (sonradan Genesis kitabında anlatılan haliyle) Seli daha açık bir şekilde gerçek tarihsel olay muamelesi görmüştü. Kronoloji uzmanlarının hesaplarına göre bu tufanın tarihi, insanlık dramının başlamasından bin beş yüz yıl sonrasıydı. Yaratılış öyküsünün aksine, bunun detayları doğrudan kutsal vahiylere bağlı değildi. Gemide olan ve kendi gözüyle Tufan’a tanık olan Nuh’a ve ailesine kadar uzanan kesintisiz kayıt ve anılar aracılığıyla, Genesis’in yazarı olduğuna inanılan Musa’ya ulaşabilirlerdi. Yani Tufan öyküsü, ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamaya çalışan bilginler tarafından detaylı bir şekilde analiz edilmişti. Tufan’ın mahvettiği insanlık dünyasının “selden önceki” halini yeniden canlandırmaya, Nuh’un ailesinin gemide felaketten nasıl kurtulup sağ kaldığını ve “selden sonra” insanlık dünyasının nasıl toparlandığını anlamaya çalışmışlardı. Ayrıca selin nedenini ve yeryüzünü, üzerinde yaşayan hayvanları ve diğer insan olmayan özelliklerini nasıl etkilediğini tahmin etme uğraşı içine girmişlerdi. Bütün bunlar kutsal metin esas alınarak yapılmıştı çünkü Genesis’in olayın tek gerçeğe uygun tarihsel kaydını içerdiğine inanılıyordu (Kutsal olmayan benzer öykülerin, örneğin Deucalion’un Yunan kayıtlarında yer alan sel öyküsünün, kutsal metinden türetilmiş ikinci el anlatımlar veya daha sonra oluşan yerel olayların hikâyesi olduğu düşünülüyordu).
Tufan öyküsünü bu şekilde analiz eden ve yorumlayan 17. yüzyıl tarihçileri arasında Alman Cizvit bilgini Athanasius Kircher iyi bir örnek oluşturmaktadır (tıpkı Ussher’ın kronoloji uzmanı örneği olarak alınması gibi). Kircher çok bilgili bir âlimdi ve Avrupa’da eğitimli okuyucularının ilgisini çeken çeşitli konularda eserler yayınlamıştı. Ussher gibi o da Latince yazmış, çalışmaların hepsinin erişilebilir olmasını sağlamıştı. The Subterranean World (Mundus Subterraneus, 1668) hakkındaki kapsamlı resimli kitabı, döneminin doğabilimleri hakkındaki yaygın bilgilerine dayanıyor ve fiziksel yeryüzünü dinamik ama hiçbir şekilde tarihin ürünü olmayan karmaşık bir sistem olarak tanımlıyordu. Örneğin, yanardağlar gibi yeryüzünün görünürdeki yüzeysel özelliklerinin onun görünmeyen iç yapısıyla nasıl bağlantılı olabileceği hakkında tahminler yürütmüştü (İtalya’ya gitmişti, bu yüzden Vezüv ve Etna yanardağları hakkında ilk elden bilgi sahibiydi).


Şekil 1.5 Kircher’in Tufan görüntüsü. Sel suları gemiyi Ağrı Dağı’nın zirvesinde (sağda) bırakıp geri çekiliyor. Benzer bir gravür Sel’i suların en yüksek noktaya çıktığı önceki bir konumunda, gemi, Kircher’in bildiği en yüksek sıradağ olan Kafkasların üstünde yüzerken göstermektedir (solda ortada). Bu canlandırmalar Genesis’teki öykünün metinsel kanıtı hakkındaki yorumunu, yeryüzünün fiziki coğrafyası hakkında bildiği doğal kanıtlarla birleştiriyordu. (Geminin burada ölçekli çizilmediğini gayet iyi biliyordu: Birçok modern bilimsel çizim gibi bu da Barok tarzında olsa da, bir resimdi.)

Bunu yaparken, kendi döneminde yaşayanlar arasındaki cerrahlar ve doktorların, insan bedeninin görünen parçalarının içerideki görünmeyen organlarla nasıl ilişki kurduğunu bulmaya çalışırken başvurdukları yöntemi kullanıyordu. Kircher yeryüzünün anatomisini ve fizyolojisini tanımlamıştı ama onu ilk yaratılışından beri önemli bir değişiklik yaşamamış ya da tarihi olmamış gibi tanımlamıştı.


Şekil 1.6 Kircher’in Tufan’dan önce ve sonraki “Varsayımsal Dünya Coğrafyası.” Onun dünya haritasının bu yarısı, varsayımsal olarak “selden önce” kara olan alanların, “selden sonra” sular altında kaldığını (olim Terra modo Oceanus) –bunların arasında kayıp kıta Atlantis de vardı ve burada İspanya’nın batısına yerleştirilmişti– ve aksine, eskiden sular altındayken şimdi kurak alan olan bölgeleri (olim Oceanus modo Terra) göstermektedir. Bu şekil Kircher’in, yeryüzünün coğrafyasının Tufan yüzünden önemli ölçüde değiştiği iddiasını göstermektedir. Yani yeryüzünün, en azından bu açıdan, gerçek bir fiziksel tarihi vardı. Kircher’in haritası (Merkatör projeksiyonuyla) o dönemdeki atlasları esas alıyordu ve hâlâ pek bilinmeyen Avustralya’yı, çok daha büyük Antarktika’nın ya da “bilinmeyen güney toprakları”nın (Terra australis incognita) ve kutup bölgesindeki aynı derecede bilinmeyen karanın parçası olarak gösteriyordu.

Ancak Tufan büyük bir istisnaydı. Bir başka büyük kitapta, Noah’s Ark (Arca Noë – Nuh’un Gemisi, 1675) kitabında Kircher, etkileyici çok dil yeteneğini kullanarak kutsal metinlerin antik versiyonlarından yararlanıp, Tufan’ı tarihsel açıdan analiz etmişti. Nuh’un gemiyi nasıl yaptığını ve çiftlik hayvanlarından oluşan kargosunu nasıl yüklediğini; yükselen suların gemiyi nasıl sürüklediğini ve sonunda, sular çekilirken Ağrı Dağı’nın zirvesine bıraktığını ve selden sonraki dönemde insanlığın nasıl yeniden başladığını çözdü. Genesis’te yer alan verilerle, geminin olası şeklini ve boyutunu bulup detaylı bir şekilde gösterdi. Bilinen her hayvandan yalnızca birer çiftin gemiye nasıl yerleştirildiğini bulmaya çalıştı. Bu, onun öyküsünü bu canlı hayvanların çeşitli resimleriyle süslemesi (aslında, okuyucularına “doğa tarihi” sunması) için gerekçe oldu. Tufan’ın dünya çapında yaşandığı söylendiği için, küresel boyutta deniz seviyesini yükseltmek ve bilinen en yüksek dağların tepelerini kaplamak için ne kadar ilave su gerektiğini de hesapladı. Ayrıca, sadece bu olay için yaratılıp sonra yok edilmediyse suyun nereden gelip nereye gitmiş olabileceği hakkında tahminlerde bulundu.
Bu bağlamda en önemli şey Kircher’in, başka bazı bilginler gibi, Tufan’dan önceki kara ve deniz dağılımının, büyük olaydan sonra oluşan kıtaların ve okyanusların şekillerinden farklı olabileceğini düşünmesiydi. Tufan yeryüzünün fiziksel şeklini önemli ölçüde değiştirmiş olabilirdi ama insanlık dünyasını da gerçek anlamda en az aynı derecede değiştirmişti. En azından bu noktada, aslında yeryüzünün insanlık tarihine paralel gerçek bir fiziksel tarihi olduğunu iddia ediyordu. Ancak, kitabının adından da anlaşıldığı üzere bilimsel analizi esas olarak Nuh’a ve gemisine odaklanmıştı. Tufan’ın fiziksel etkileri ikinci planda kalmıştı. Kircher’in çalışmaları aslında Ussher gibi bilgili kronoloji uzmanlarınınkiyle aynı düşünce dünyasına aitti: Tarih esas olarak bir insanlık öyküsüydü ve modern standartlara göre bu, kısa bir öyküydü.

Sınırlı Evren
Kronoloji uzmanlarına göre yapay Jülyen zaman çizelgesinin bir pratik avantajı, bir uçta olası her Yaratılış tarihi hesabını, diğer uçta yeryüzü tarihinin tamamen biteceği tarih olarak tahmin edilebilecek her tarihi içerecek ve bu arada iki uçta da fazlasıyla yedek zaman bırakacak kadar uzun bir süreye yayılabilmesiydi. İşte bu nedenle rakip kronolojilerin kolaylıkla işlenip karşılaştırılabildiği bir boyut oluşturuyordu. Ama aynı zamanda Ussher’ın (ve Scaliger’ın) kullandığı türde kronolojilerin, modern bakışa göre en alışılmadık özelliklerini de vurguluyordu. Sorun, sürenin günümüz bilimsel standartlarına göre çok kısa olması değildi (gerçi insanlık açısından bakıldığında aşırı derecede uzundu); bu çizelge hem geçmişte, hem de gelecekte limitleri belirli olan bir dünya tarihi çiziyordu. Bu bakımdan çarpıcı bir şekilde Kopernik, Kepler ve Galileo uzaysal olarak sonsuz bir evrene açılıncaya kadar aynı şekilde doğru olduğu düşünülen evrenin –yeryüzünün merkezde olduğu ve bütün yıldızların etrafını sardığı– geleneksel “kapalı” uzay resmine benziyordu. Ancak Kircher ve onun döneminde yaşamış diğer birçok bilgin, evrenin bu yeni resmine kuşkuyla bakmayı sürdürmüş ve kendini kanıtlaması gerektiğini düşünmüştü.
Ussher ve o dönemde yaşayanların çoğu, dünyanın yedinci ve sonuncu çağında yaşadıklarına inanıyorlardı. Sonun çok yakın olduğuna dair yaygın bir görüş vardı, ya da bunun en azından öngörülebilir bir gelecekte olması bekleniyordu. Ortak bir görüşe göre dünyanın sonu, Yaratılış’tan tam altı bin yıl sonra gelebilirdi, yani Ussher’ın tarihlerine göre 1996 yılında! Bu sonuç Ussher’ın, Cisimleşme’nin en önemli noktasının, Yaratılış’tan tam dört bin yıl sonra olduğu hesabına uyuyordu (Geleneksel ölçeğin İsa’nın doğduğu gerçek tarih konusunda bir miktar yanıldığı uzun zamandır kabul ediliyordu, İsa MÖ 4 yılında doğmuş görünüyordu). Sembolik anlamla ağır bir yük taşıyan bir konuda bu kadar doğruluk yüzünden Ussher’ın MÖ 4004 tarihi, o dönemde yaşayan meslektaşlarına çok cazip gelmişti; bu tarihi öneren ilk veya tek kronoloji uzmanı o değildi.
Ussher başarısını vurguluyor ve bundan gurur duyuyordu, ancak iddiasının tartışmalı olduğunun farkındaydı. Daha önce de belirtildiği gibi, Yaratılış için birçok değişik tarih önerilmişti ama kronoloji uzmanlarının hepsi böyle bir tarihin sabitlenebileceği konusunda aynı fikirde değildi. Hıristiyanlık çağının ilk yüzyıllarında (ya da milattan sonra) bazı bilginler, bariz hareketi sıradan günleri tanımlayan Güneş’in, Genesis öyküsünün dördüncü “gün”üne kadar yaratılmamış olduğuna dikkat çekmişti. Bu nedenle yedi “gün”lük Yaratılış sürecinin aslında yirmi dört saatlik süreleri göstermiyor olabileceği sıklıkla ileri sürülmüştü. Öyleyse bu günler, Yahudi peygamberlerin kayıtlı deyişlerinde olduğu gibi gelecekteki “Tanrı’nın günü” gibi, kutsal açıdan önemli anları simgeliyor olabilirlerdi (“Darwin’in yaşadığı günler” gibi deyimler kullanmamız da aynı şekilde kesin bir ifade değildir). Eğer öyleyse, Yaratılış “haftası” belirsiz bir süre olabilirdi ve başlangıç ve bitiş tarihleri daha da muğlaklaşabilirdi. Başka bir deyişle, bu kutsal metnin, diğerleri gibi yorum gerektirdiği görülüyordu. “Gerçek” anlamı basit bir şekilde, barizmiş ve tartışma götürmezmiş gibi açıkça anlaşılamıyordu. Metinlerin yorumlanmasında bilimsel karara ihtiyaç duyulduğunun fark edilmesi, kronoloji uzmanlarını ve diğer tarihçileri bugün bile (kutsal metinler dahil) tarihsel araştırmaların altında yatmaya devam eden metin eleştirisi yöntemlerini geliştirmeye itti. Tabii “eleştiri” kelimesi burada, olumsuz ima olmaksızın sanatsal, müzikal veya edebi eleştirilerle aynı anlamda kullanılıyordu.
17. yüzyıl bilginlerinin yorumları şimdi bize yapısal olarak aşırı derecede “kitaba bağlı” gelebilir. Bunun nedeni kısmen bilginlerin, kutsal metinleri tarihi metinler kadar ciddiye alıyor oluşudur. Ancak İncil’e kuvvetli ve belirgin bir şekilde “gerçekçilikle” yaklaşmaları, hiç de eski bir gelenek değil aksine oldukça yakın zamanda oluşan bir yeniliktir. Daha önceki yüzyıllarda –sembolik, metaforik, alegorik, şiirsel vs. denilebilecek– başka anlam katmanları öne çıkıyor, hatta bunlara harfiyen yorumlardan daha çok değer veriliyordu. Ama bazen bu anlam katmanları o kadar süslü bir şekilde detaylandırılıyordu ki, özellikle Protestan dünyasında Reform sonucunda, önemini azaltmış veya tamamen yok etmiş, sözde basit “harfiyen” anlamı öne çıkıyordu. Buna rağmen, Protestan bilginler durumu en az Katolikler kadar kabullenip kutsal metin yorumlarının aslında hakikaten teolojik anlayışı esas alan gerçek anlamı açıklama amacını taşıdığını ve niyetlerinin doğa bilgisi vermek olmadığını vurguladılar.
Örneğin Yaratılış öyküsü ele alındığında en önemli görülen şey olayın kesin tarihi veya “gün”lerinin uzunluğu değildi. İnsan hayatı için çok daha önemli olan şey aslında her şeyin, hepsinin özünde “iyi” olduğunu söyleyen tek bir Tanrı tarafından isteyerek yaratılmış olması; yaratıcı eylemler dizisinin keyfi olmayıp sevecen bir Tanrı’nın tutarlı amaçları doğrultusunda gerçekleşmesi ve yaratılan hiçbir şeye –bırakın Güneş’le Ay’ı ya da diğer doğal varlıkları, meleklerin ve diğer kutsal güçlere bile– sonunda değer verilecek veya tapılmayı gerektirecek şekilde davranılmaması gerektiğiydi. Bu tür temalar, Hıristiyanlığın ilk asırlarında hem halka verilen vaazların, hem de Genesis hakkındaki bilimsel yorumların özünü oluşturmuştu. Metinlerin teolojik anlamı ve Hıristiyanlık inancının pratik uygulaması sürekli olarak vurgulanmış, bunlar dünyanın kökenleri hakkında gerçek bilgi kaynakları olarak yararlarının önüne geçerek öncelik kazanmıştı. (Tarihsel olarak son yıllarda gerçekçiliğin yükselmesi ve kutsal yorumlarda teolojik anlamın üstünlüğünü sürdürmesi, çoğu zaman dindar ya da ateist modern tutucular tarafından ya göz ardı ya ihmal ediliyordu.)
Kronoloji uzmanlarının yeryüzünün tarihini zamana oturtmada karşılaştıkları ve çözemedikleri tek sorun Yaratılış’ın kesin tarihi değildi. Mısır’daki hiyeroglif yazıtları henüz deşifre edilememiş olsa da o dönem hakkında antik Yunan raporları bulunuyordu. Bunlara göre Mısır’ın eski hanedanları, genelde Yaratılış için tercih edilen tarihlerden asırlarca önceye gidiyordu. Öne sürülen kanıt kaynaklarının –Mısırdakiler ve İncil– ikisi birden doğru olamazdı, bu nedenle kronoloji uzmanlarının birini seçmesi gerekmişti. Bir kez daha bilimsel değerlendirme ihtiyacı doğmuştu. Kutsal kayıtların daha güvenilir bulunması hiç şaşırtıcı değildi. Mısırlıların sözde Yaratılış öncesi tarihe ilişkin kayıtları genellikle politik yalan, Mısır’ın antik çağdaki hükümdarlarının yasallığını ve saygınlığını pohpohlamak için uzun zaman önce uydurulmuş masallar olarak değerlendirilip dikkate alınmamıştı. Ancak aynı derecede rahatsız edici olan bir başka husus, Çin’de yaşayan Cizvit bilginlerinin araştırmaları sonucunda başka Avrupalıların ilk kez haberdar olduğu eski Çince kayıtlardı. Bu kayıtlar da kronoloji uzmanlarının hesaplarında görünenden çok daha uzun ve eski bir insanlık tarihi olduğunu ileri sürüyordu. Ayrıca antik Yunanlıların Babil kayıtları hakkındaki raporları, genellikle farazi oldukları gerekçesiyle göz ardı edilse de insan uygarlığının çok daha eskiye dayandığını iddia ediyordu.
Belki de bunların arasında en rahatsız edici olanı, Ussher’ın devasa Annals kitabından hemen sonra yayımlanan küçük bir kitapta yer alan varsayımlardı. Men Before Adam (Âdem’den Önceki İnsanlar – Prae-Adamitae, 1655) kitabının kimliği bilinmeyen yazarı Yeni Ahit’i ustalıkla yorumlayarak Âdem’in kutsal öyküsünün aslında ilk insanı değil, ilk Yahudiyi anlatma amacını taşıdığını savunuyordu. Tabii bu, Âdem’in insanlık tarihinin başlangıç noktası olduğunu esas alan tüm kronolojiler konusunda soru işareti yaratıyordu. Bu varsayımın bir avantajı vardı; dünyadaki insan ırklarının nasıl bu kadar yayılmaya ve çeşitlenmeye zaman bulduğunu açıklayabilirdi. Avrupalılar insanların bu kadar farklı olabileceğini, bir yüzyılı biraz aşkın süre öncesinde büyük keşif gezileri onları Afrika’nın etrafından Asya’ya ve Atlantik’i geçerek Amerika’ya götürünceye kadar takdir edememişti. Oysa varsayımın dezavantajı, Hıristiyanlığın kurtuluş dramında insanlığın birlik olduğunu inkâr ediyormuş gibi görünmesiydi. Örneğin, Amerikalarda yaşayan yerli halkı o dramın dışında tutuyor ve böylece onlara tam insan statüsü vermiyor gibiydi. “Âdem’den önce” insanlar olduğu iddiası, kitabın yazarının –sonradan Fransız bilgin Isaac La Peyrére olduğu açıklanmıştı– başını Katolik yetkililerle derde sokmuş ama bu tür spekülasyonlardan vazgeçince yazar, huzurlu ve uzun bir yaşam sürmüştü.

Sonsuzlaştırma Tehdidi
Ancak şimdiki bağlamda Âdem öncesi fikirlerin önemi, antik Mısır, Çin ve Babil kayıtlarında iddia edilen görüşlerin etkisini artırmış olmasıydı. Bu kayıtların tümü de insanlık tarihinin toplamının, her türlü geleneksel Batı kronolojisinde öngörülenden çok daha uzun olabileceğini, beş altı bin yıl geriye değil, belki on bin yıldan fazla hatta Babil kayıtlarına inanılacak olursa on binlerce yıl geriye gittiğini gösteriyordu. Bütün bunlar geleneksel düşünce tarzını rahatsız ediyordu: Bunun nedeni yalnızca Yaratılış tarihini veya İncil’in otoritesini kuşkuda bırakması değil, çok daha radikal bir spekülasyon türüne kapıyı açmasıydı. Kayıtlar, Avrupa’da başka konulardaki görüşlerine uzun zamandır saygı duyulan antik çağda yaşamış Aristo ve Platon gibi Yunanlı filozofların bu konuda haklı olabileceğini ileri sürüyordu: Onlar, evrenin ve onunla birlikte yeryüzüyle insan hayatının yalnızca son derece eski değil sonsuz olduğunu, yaratılmış başı veya nihai sonu olmadığını iddia ediyordu. Bu çok rahatsız edici bir görüştü; çünkü insanların bir şekilde yaratıldığını ve bu nedenle ahlaki olarak yüce yaratıcılarına hesap vermeleri gerektiğini inkâr etmek, sonunda tavır ve hareketlerinden sorumlu olacaklarını inkâr etmekle eşdeğer görülüyordu. Bu da ahlak ve toplumun temellerini tehdit ediyordu.
İlk bakışta, (o zamandan beri aldığı isimle) bu “sonsuzluk”, kronoloji uzmanlarının yalnızca bin yıllarla ölçülen kısa ve sonlu öyküsüne karşın, yeryüzü tarihi ve evrenin milyarlarca yılla ölçülmüş halini içeren bir modern resim öngörmüş olabilir. Ancak sonsuzluğun belirgin modernliği aldatıcıdır ve insanı son derece yanlış yönlendirmektedir. Aslında, 17. yüzyılda değerlendirilen iki alternatif olan “genç” yeryüzüyle “sonsuz” yeryüzünün ikisi de aynı düzeyde modern değildi. İkisi de insanların evren için hep çok önemli olduğunu ve olmaya devam edeceğini varsayıyordu. Kronoloji uzmanlarının kısa ve sonlu yeryüzü (ve evren) tarihi, sahnede insansız bir kısa dönem içerse de bunun dışında başından sonuna kadar tamamen bir insanlık dramıydı. Ama sonsuzlukçuların çizdiği resim de aynı şekilde, geçmişte asla insansız olmamış –en azından birkaç rasyonel Âdem-öncesi insan içermiş– ve gelecekte de insansız kalmayacak bir yeryüzü (ve evren) resmiydi. Mısır, Çin ve Babil’de bulunan çok eski –Yaratılış için olası tarih aralığının çok gerisindeki– insanlık kayıtlarının özgünlüğünü savunanlar, bunların bile o günlere gelmeyi başarmış en eski belgeler olduğunu varsayıyor ve zaman içinde tüm izleri kaybolmuş olan, daha da uzun, hatta sonsuz bir insan kültürü dizisi olduğuna inanıyorlardı.
Yani sonsuz derecede eski yeryüzü (ve evren), son derece uzun ama sonlu yeryüzü (ve evren) tarihinin modern bilimsel resmini öngörmemişti. Buna rağmen o dönemde, yani 17. yüzyılda ve hatta daha sonra sonsuzluk, o zaman kültürel olarak egemen olan muhtemelen kısa ama kesinlikle sonlu evrene radikal bir alternatif sunmuştu. Sonsuzluk genellikle sosyal, politik ve dinsel açıdan yıkıcı olarak değerlendiriliyordu. Bu nedenle çoğunlukla adeta yer altında kalmıştı. En çok, geleneksel eleştirmenler tarafından saldırıldığında gün yüzüne çıkıyor; alışılmışın dışındaki yandaşları tarafından açıkça ifade edilmiyordu. Sonsuzluğun insan toplumu için radikal bir tehdit oluşturduğu algısı, hepsinde olmasa da bazı ortamlarda, Genesis’teki Yaratılış öyküsünün kitaba bağlı yorumundan türetilen “genç yeryüzü”nün inatla savunulmasını haklı gösteremeyecek kadar çok eskilere dayanmaktadır. Oysa sonsuzlukçuların desteklemeleri gereken kendi –dindar, kuşkucu, hatta ateist– gündemleri vardı. Yani bu kesinlikle aydınlanmış mantığın, dini dogma aleyhine yürüttüğü apaçık bir mücadele değildi. Tartışmanın iki tarafında da tehlike altında olan “ideolojik” meseleler vardı.
Ancak küresel boyutta, sonsuzluğun ifade ettiği belirsiz hatta sonu gelmeyen bir insan hayatı silsilesi fikri istisna değil normdu. Dünyadaki modernizm öncesi toplumların çoğunun kültürlerinde zamanın daha doğrusu, zaman içinde gözler önüne serilen tarihin, tekerrür ettiği veya bir şekilde döngüsel olduğu; benzersiz ve geri dönülemez şekilde ok gibi tek yönlü olmadığı varsayımı yer alıyordu. Bu varsayımın altında yatan ve onun sağduyu olarak görünmesini sağlayan şey, bireylerin hayatlarında, bir nesilden diğerine tekrarlanarak doğumdan olgunluğa ve ölüme giden evrensel döngü deneyimiydi. Modernizm öncesi toplumların çoğunda insanların hayatında son derece kuvvetli bir belirleyici etken olan mevsimlerin yıllık döngüsü de bunu güçlü bir şekilde destekliyordu. Tüm bunlar bir araya gelince insan kültürlerinde, yeryüzünde ve bir bütün olarak evrende benzer şekilde döngüsel veya “durağan durum” olduğu görüşünü kuvvetlendirdiler. Arka planda yer alan bu görüş karşısında, ilk kez Yahudilikte ortaya çıkan, sonra Hıristiyanlığa (ve daha sonra da Müslümanlığa) uzanan dünyanın tek bir başlangıç noktası ve doğrusal, geri dönüşümsüz, yönlü bir tarihi olduğu fikri çarpıcı bir anormallik olarak göze çarpabilir. Semavi inançların her biri tarihin yönlü olduğu görüşünü kozmik resmi sıradan insanların daha erişilebilir hayatı ölçeğinde yıllık oruç ve bayram (Hamursuz Bayramı, Paskalya vs.) şeklinde tekrarlanan döngüye yoğunlaştırmıştı. Ama büyük ölçekli resim hâlâ üstündü, yani insanlık, yeryüzü ve evrenin hep birlikte gerçek bir tarihi vardı ve bu tarihin geri dönüşü olmayan, oka benzeyen bir yönü vardı.
Bu güçlü tarih duygusu Yahudi-Hıristiyan geleneğine, yeryüzünün derin tarihinin (ve evrenin tarihinin) sonlu ve yönlü olduğu modern görüşüne çok benzeyen bir temel yapı kazandırdı. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, insanlık tarihini sayısal doğrulukla belirleme ve niteliksel olarak önemli dönemler veya çağlar dizisine bölme yöntemi olarak kronoloji bilimi, modern “jeokronoloji” bilimiyle çok benzeşiyordu. Zira jeokronoloji de yeryüzünün derin tarihine, benzer türde bir doğruluk ve yapı kazandırmaya çalışırken onu aynı şekilde çağlara ve dönemlere bölmekteydi. Bunlar yalnızca benzerlik mi, yoksa çok daha fazlası mı, işte bu kitabın geri kalanında bu sorunun cevabı incelenecektir.
Özetleyecek olursak evrenin, yeryüzünün ve insan hayatının tarihi Batı’da geleneksel olarak, modern resimle karşılaştırıldığında çok kısa olarak değerlendiriliyordu. Ancak bu oldukça önemsiz bir farktı: Sayısal zıtlık, niteliksel benzerlik kadar önemli değildi. Önemli olan, Ussher gibi kronoloji uzmanlarının temsil ettiği bilimsel tarihin, neredeyse tamamen metinsel kanıtlara dayanmasıydı (Geçmişteki Güneş/Ay tutulmalarına, kuyrukluyıldızlara vb. ilişkin astronomik kanıtlar da yazılı kayıtlardan alınmıştı). Kircher gibi bilginler tarafından Nuh Tufanı konusunda yapılan tarihsel analizde bile yazılı kanıtlar egemen olmuş ve doğal kanıtlar çok az kullanılmıştı.
Ancak hemen hemen aynı zamanlarda ve hâlâ 17. yüzyılda başka bilginler, etkili olduğu zaman ölçeğini genişletmeye ihtiyaç duymadan yeryüzünün kendi tarihi hakkındaki tartışmalara doğal kanıtları çok daha ciddi şekilde dahil etmeye başladılar. Bir sonraki bölümde bu konuyu ele alacağız.

2
Doğanın Kendi Eski Yapıtları

Tarihçiler ve Antika Meraklıları
Geriye bakıldığında, doğal yeryüzünden edinilen kanıtların –örneğin kayalar ve fosiller, dağlar ve volkanların– “genç yeryüzü” fikrini başından itibaren bariz bir şekilde çürütmesi gerektiği düşünülebilir. Oysa bu tür özelliklerin önemi, çok iyi gerekçelerle bariz olmaktan uzaktı. Bu nedenlerin arasında, ana bileşenleri Yaratılış “haftasında” (kitaba bağlı ya da değil) sahneye yerleştirildikten sonra doğanın gerçek bir tarihinin olabileceği düşüncesinin çok yeni olmasıydı. Çok daha sonra yaşanan istisnai büyük Tufan olayı dışında doğa dünyasının, insanlık tarihinin süregelen dramında durağan bir sahne olduğu düşünülüyordu. Doğanın kendine özgü bir dramatik hareketinin olabileceği ancak tarihçilerin fikirleri ve yöntemleri doğa dünyasına, yani kültürden doğaya aktarıldıktan sonra mümkün görünmeye başladı. Tarih, daha doğrusu insanlık tarihi, 17. yüzyılda çeşitliliği ve yüksek standartlarıyla bu önemli aktarım için verimli bir zemin oluşturan, gelişmekte olan bir bilim dalıydı.
James Ussher’ın MÖ 4004 yılı, kronoloji uzmanları tarafından ana Yaratılış haftası olarak hesaplanan tek tarih değildi. Ama 17. yüzyılda tarihsel çalışmalar yapanlar sadece kronoloji uzmanları da değildi. Kronoloji yalnızca özel bir tarih türüydü. Kaynakları açısından çokdilli ve çokkültürlüydü; dünya tarihini, kümülatif kutsal açıklamalar veya “vahiyler”den oluşan Hıristiyan ifadeleriyle anlatıyor ve genelde sonuçlarını “vakayiname” veya kronoloji uzmanlarının becerebildikleri doğrulukla yıllar bazında düzenlenmiş kayıtlar şeklinde yayımlıyordu. Başka bilginler başka türde tarihler yazmıştı. Bunlar yapı olarak daha sekülerdi, kendilerine model olarak antik Yunanca ve Latince yazan yazarları almışlardı. Bu eserler belirli yerlerin veya halkların, ya da geçmişte belirli dönemlerin veya olayların, ya da çok önemli bireylerin hayatlarının ve yarattıkları etkilerin tarihleriydi. Kronoloji uzmanları gibi başka tarihçiler de geçmişi kendine özgü özelliklere sahip dönemlere bölmüş veya zaten yaygın bir şekilde kullanılmakta olan dönemleri benimsemişlerdi. Dönemler belirleyici olabilse de tarihleri kesin olarak tanımlanmamıştı. Örneğin “orta” çağ, “antik” ya da klasik Yunan ve Roma dünyasıyla, “modern” dünyanın başlangıcını gösteren Rönesans ya da yeniden doğuş arasındaki yüzyılları kaplıyordu.
Arşivlerde ve kütüphanelerde saklanan belgeler ve kitaplar, neredeyse her türlü tarihsel çalışmada büyük önem taşıyordu. Kronoloji uzmanları gibi diğer tarihçiler de, giderek artan bir bilimsel titizlik standardı ve kaynaklarının güvenilirliğini (veya güvenilir olmamasını) daha da eleştirel bir tarzla değerlendirme yöntemi benimsemişlerdi. Dindışı kayıtlar da en az dinsel olanlar kadar eleştirel inceleme gerektiriyordu. Olaylarla aynı dönemde tutulan kayıtlar en çok değer verilenlerdi ve tarihçiler tarih hatası göstergelerini anlamayı öğrenmişlerdi: Belgeler daha sonra düzenlenmiş sahte evraklar olabiliyor ve önemli politik etkiler yaratabiliyordu. Diğer taraftan birçok tarihçi, insanlık tarihinin oldukça iyi bir şekilde belgelenmiş olan Yunan ve Roma çağlarından çok önceki dönemleri hakkındaki değerli kanıtların, görünürde ümit verici olmayan mitolojiler, efsaneler ve fabllar şeklinde saklanmış olabileceğine inanıyordu. Tanrılar ve insanüstü kahramanlarla ilgili öyküler aslında antik çağın büyük hükümdarlarının ve olağandışı doğa olaylarının çarpıtılmış anlatıları olabilirdi. Bu öyküler ilk bakışta tutarsız veya mantıksız görünseler de uygun bir şekilde –antik Yunanlı yazar Euhemerus’un çok daha eski uygulaması nedeniyle “euhemerist” adı verilen bir yöntemle– mitolojik ifadelerden arındırıldıklarında, insanlık tarihinin ilk “muhteşem” veya “mitolojik” aşamalarına ışık tutabilirlerdi.
Ancak tarihçiler başka türde kanıtları da giderek daha çok kullanmaya başlamışlardı. Geçmişte olan olayların başka kayıtları, yazılı belgeleri tamamlayabilirdi. Örneğin klasik Yunan ve Roma’nın geçmişi konusunda, antik binalarda veya kazılarda çıkan yazıtlar vardı ve bunlar da en az geleneksel belgeler kadar yazıydı ama çoğu zaman uzak geçmişte yaşanan olaylar hakkında önemli yeni bilgiler vererek onları tamamlıyorlardı. Sonra, antik yerleşim merkezlerinde bulunan paralar vardı. Bunlar çoğu zaman tarih konusunda yardımcı oluyordu; çünkü eski hükümdarların ve diğer önemli kişiliklerin portreleriyle birlikte metin parçacıkları içeriyorlardı. Diğer eserler, beraberinde metin olmasa da büyük olaylar, hatta çok hayranlık duyulan bu antik kültürlerdeki sıradan günlük hayatlar hakkında önemli kanıtlar sunuyordu.


Şekil 2.1 Kopenhag’dan Danimarkalı bilgin Ole Worm tarafından bir araya getirilen “ilginç şeyler dolabı.” Bu dolapta doğal ya da insan eliyle yapılmış ilginç veya şaşırtıcı özenle sınıflandırılmış her türlü nesne bulunuyordu. Örneğin fosillerinin çoğu alt raflardaydı ve Lapides [“Taşlar”] olarak sınıflandırılmıştı. Burada boyut olarak çok küçültülmüş bu gravür Worm’un koleksiyonunu (Museum Wormianum, 1655) tanımlayan ve resimleyen kitabın görkemli kapak sayfasını ya da görsel özetini oluşturuyordu ve Latince olduğu için Avrupa’nın her yerinde eğitimli insanlar tarafından erişilebiliyordu.

Örneğin, Yunan vazolarından ve Roma heykellerinden Yunan tapınakları ve Roma tiyatroları gibi “anıtlara” değin birçok eserden önemli bilgiler elde ediliyordu. Hep birlikte belgesel kaynakları tamamlayan bütün bu eserler “antikite” olarak biliniyordu. Daha küçük ve koleksiyon malı olabilecekler (günümüz ifadesiyle yalnızca “antika” olanlar) genellikle –doğal ya da insan eliyle yapılmış başka nadir, tuhaf veya şaşırtıcı objelerin yanında– özellikle kendilerine antika meraklısı ya da “antikacı” diyen bilginlerin “ilginç eşyalar dolaplarında” veya özel müzelerinde belirgin bir şekilde sergileniyordu.
Eski eserlerin, yazılı kaynakların hiç olmadığı zamanlarda bile tarihsel kanıt olarak kullanılmaması için bir neden yoktu. Avrupa’nın büyük bir kesiminde, Romalılar eğitimli kültürleriyle çıkagelmeden önceki zamanlara ait kanıtlar, yerlerde bulunan taş aletler veya silahlar gibi tarihi belli olmayan eserlerle veya eski mezarlardan kazılıp çıkarılan bronz eşyalar ve çanak çömlekle ya da İngiltere’nin güneyinde bulunan devasa taşlardan yapılmış Stonehenge dairesi gibi çarpıcı ama gizemli anıtlarla sınırlıydı. Bu eserlerin bazılarının başka yerlerdeki, örneğin Akdeniz civarındaki klasik Yunan gibi ilk eğitimli kültürlerle aynı yüzyıldan kalmış olmaları mümkün görünüyordu. Ama (hepsi de tartışmalı olsa da çok ender rastlanan ilk dini kayıtlar ve başka kültürlerce korunan ilk mitolojiler dışında) bazı başka eserlerin, herhangi bir yerde bulunabilecek her türlü yazılı kanıttan daha eski olması da mümkündü. Bu nedenle antika meraklıları tarafından incelenen eserler, tarih içermeseler de insanlık tarihinin ilk dönemlerine, güvenilir herhangi bir yazılı belgenin bulunduğu çağlardan öncesine ışık tutmaya yardımcı olabileceklerdi. Aslında bunlar, daha geleneksel tarihsel kanıtları tamamlamakla kalmayıp onların yerini alabilirlerdi.

Doğal Eski Yapıtlar
Bu eski eserlerin, insan eliyle yapılmadıkları ve kökenleri doğal olduğu için eser sayılmayan başka önemli antik nesneler tarafından tamamlanmamaları, hatta onların yerini almamaları için de neden yoktu. Doğa, metaforik olarak, kendi antik eserlerine sahip olabilirdi. Bu türdeki en çarpıcı nesneler, bazı bölgelerde denizden uzakta, karada, bazen yükseklerde toplanabilen deniz kabuklarıydı. Bu “doğal eski eserler” klasik dönemlerde çoktan fark edilmiş ve yorumlanmıştı.


Şekil 2.2 İtalya’nın güneyinde yer alan Calabria’da bulunan fosil kabukları (ve bir mercan parçası). Bunlar, Agostino Scilla tarafından basılan La Vana Speculazione (1670) adlı kitapta yer alan çok sayıdaki gravür arasında bulunuyordu. Bunlar Scilla’nın, bu tür nesnelerin bir zamanlar gerçekten canlı olan kabuklu deniz hayvanları ve diğer varlıkların kalıntıları olduğu yolundaki iddiasını destekliyorlardı. Ayrıca bu nesneler yanı başlarınlardaki Akdeniz’de yaşayan yumuşakçaların, denizkestanelerinin, mercanların vb. kabuklarına o kadar benziyorlardı ki Scilla başka bir açıklamanın sadece “anlamsız spekülasyon” olabileceğini iddia ediyordu. (Bu kabuklar, gravürün basıldığı pahalı bakır levhadaki boşluklara gayet güzel uyuyordu.)

17. yüzyılda birçok bilgin, antik dünyadaki ataları gibi bu kabukların, çok uzun zaman önce denizlerin şu andaki sınırlarının çok ötesine uzandıklarını gösterdiğine inanıyordu. Örneğin Sicilyalı bilgin (ve profesyonel ressam) Agostino Scilla yaşadığı adada ve komşu İtalya topraklarında topladığı kabukların öyküsünü yayımlamıştı. Birinci elden gözlemlerinin, bunların bir zamanlar gerçekten hayatta olan kabuklu deniz hayvanlarının kabukları olduğunu açıkça gösterdiğini iddia etmiş ve diğer alternatifleri “mantığa” hiç uymayan “anlamsız spekülasyonlar” diyerek göz ardı etmişti.
İnsanlık tarihinde, coğrafyanın değişebileceğine ilişkin bilinen en belirgin nokta Nuh Tufanı’ydı. Kircher’in ve diğer birçok bilginin görüşüne göre güvenilir belgesel kaynaklara kaydedilmiş birinci elden sağlam ifadelerin olduğu bu olay, türünün tek örneğiydi. Eğer Tufan, Genesis’teki anlatının belirttiği gibi kapsam olarak dünya çapında olsaydı bu durum, deniz kabuklarının bu kadar yaygın bir şekilde, denizlerden uzakta ve çoğu zaman deniz seviyesinden yükseklerde bulunmasını açıklayabilirdi. Tufan ya da Sel, bu şaşırtıcı doğal nesnelere “sele bağlı” bir açıklama getiriyordu. Bu nesneleri bu şekilde yorumlayanlar, bırakın baskıcı kilise otoritesini, İncil’le bağlantılı dar görüşlü bir gerçekçilik yüzünden bile böyle yapmak zorunda kalmamışlardı. Bu açıklama, en azından başında, deniz kabuklarının kendileri kadar doğal görünmüştü. Ayrıca bu tarihsel bir açıklama olduğundan, Tufan’ın sebebinin ne olduğu konusundaki belirsizlik, onu reddetmek için gerekçe olmamıştı. Tufan’ın tarihsel gerçekliği (ya da gerçekdışılığı), onun nedeninin keşfedilmesinden ayrı bir konu olarak görülüyordu (nedeninin doğal olduğu düşünülüyordu ama aynı zamanda nihai amacının, ilahi olduğu da söyleniyordu).
Bu deniz kabuklarını Nuh Tufanı’na bağlayan bilginler çoğu zaman bunun Genesis’in ve aslında genelde İncil’in güvenilirliğini artıracağını ummuşlardı. Ancak bu amaçlara karşı çıkanlar ve değişikliklerin Tufan yüzünden olduğunu inkâr edenler veya bundan kuşku duyanlar yine de kabukların büyük coğrafi değişikliklerin güvenilir doğal kanıtları olduğunu kabul edebiliyordu. Bu değişiklikler insanlık tarihinin o kadar başında yaşanmıştı ki bunlar kaydedildiyse bile, sadece karmakarışık mitolojiler ve efsaneler şeklinde kaydedilmişti. Ancak bunların mitolojik unsurları, gerçek karakterlere dayandırma yani euhemerizm yöntemiyle arındırılabilirdi. Kircher ve diğerlerinin iddia ettiği gibi bugünkü kıtaların büyük bölümü bir zamanlar sular altında olabilirken bunun aksi de mümkündü. Platon eskiden üzerinde yaşanan (ve olası yerinin çok tartışıldığı) Atlantis topraklarının şimdi denizle kaplandığını kaydetmişti. Her durumda, denizden uzak iç kesimlerde bulunan deniz kabukları gibi doğal eski eserler, birçok bilgin tarafından büyük bir gayretle toplanmış ve dolaplarında, insan eliyle yapıldığından kuşku duyulmayan daha geleneksel eski eserlerin yanında saklanmıştı. Bunların hepsi insanlık tarihinin ilk dönemleri için potansiyel kanıtlardı.
Tufan’ın veya diğer önemli coğrafi değişikliklerin iddia edilen izlerinin tamamı, Scilla’nın deniz kabukları kadar kolay yorumlanamamıştı. Bunlar toplu olarak “fosil” adıyla bilinen çok daha büyük ve kapsamlı nesneler grubu içinde yalnızca bir kategoriydi. Bu kelime aslında sadece “kazılıp çıkarılan şeyler” anlamına geliyordu ve toprağın yüzeyinde ya da çoğunlukla altında bulunan kendine özgü her türlü nesneyi veya malzemeyi kapsıyordu (Kelimenin bu asıl anlamı kazılarak çıkarılan kömür ve yeryüzünün derinliklerinden pompalanarak çıkarılan petrol için kullanılan “fosil yakıtı” deyiminde hâlâ geçerliliğini korumaktadır). 17. yüzyıl bilginlerinin topladığı ve dolaplarında ya da müzelerde sakladığı fosiller, çok çeşitli nesneler içeriyordu. Bunların kapsamı kuvars kristalleri ya da benzer minerallerden, sıradan deniz kabuklarına kadar çeşitlilik gösteriyordu. Arada canlı bitkilere ve hayvanlara az çok benzeyen aşağı yukarı aynı derecede şaşırtıcı objeler de (ya da parçaları da) yer alıyordu. Yani sorun, “fosillerin” kökenlerinde organik olup olmadıklarına karar vermek değil, hangilerinin organizmaların (ya da parçalarının) kalıntısı olduğuna ve hangilerinin olmadığına karar vermekte yatıyordu. Mesele, hangi “fosillerde” bitkilere veya hayvanlara benzerliğin, bu tür canlı varlıkların parçası oldukları için görüldüğünü, hangilerinde benzerliğin rastlantısal veya şans eseri olduğunu belirlemekti. Sadece kökeni gerçekten organik olanlar doğanın kendi eski eserleri olarak değerlendirilebilirdi ve bu nedenle, insanlık tarihinin ve doğal ortamının başka şekildeki kanıtlarını tamamlayabilir veya onların yerini alabilirdi.
Aslında sorun göründüğü kadar basit değildi. “Fosiller”le canlı bitkiler ve hayvanlar arasındaki az çok benzerlik ne şansa ne de basit nedensel bağlantıya dayandırılıyordu. Bu, doğanın inorganik ve organik âlemleri arasındaki temel analojiye bağlanıyordu. İnorganik veya mineral âlemin aslında hiçbir zaman gerçek anlamda canlı olmadıkları halde yaygın bir şekilde, organik veya canlı dünyanın yarattığı şekillerle benzerlikleri ya da bir tür “bağlantıları” olduğuna inanılıyordu. Örneğin kayalar yarıldığı zaman yüzeylerinde hayal meyal görülen eğreltiotu benzeri mineral şekiller (modern ifadelerle ağaçsı işaretler) beliriyordu. Bu tür açıklamaları haklı gösteren doğa algısını şimdi anlamak oldukça zor ama bu algı, 17. yüzyılda çok yaygındı hatta dönemin görüşlerine egemen olmuştu. “Fosillerin” özel durumu, daha açık bir ifadeyle gücü, bu şaşırtıcı nesnelerin tüm şaşırtıcı özelliklerini doğal bir şekilde anlatıyormuş gibi görünmesindeydi. Kısacası, fosillerin şekilleri çoğu zaman bilinen canlı hayvanlardan veya bitkilerden farklıydı; özleri genellikle organik materyaller değil minerallerdi ve konumları, şimdi ortadan kaybolmuş bir denizde yaşayan bir organizmanın içinde değil – yüzeyin altından “kazılıp çıkarılmış”– madenler gibi toprağın altında yetişmiş olduklarını gösteriyordu.
Scilla’nın, “sağduyu” veya gözlem kullanarak ve yerine, fosil kabuklarının bir zamanlar gerçekten canlı olan kabuklu deniz hayvanlarının kalıntıları olduğu açıklamasını yerleştirerek yok etmeye çalıştığı “anlamsız spekülasyon” türü işte buydu. Ancak Scilla’nın savunması gereken dava nispeten kolaydı: “Fosilleri” spektrumun kolay ucundaydı. Şekil olarak Akdeniz’de yaşayan kabuklu deniz hayvanlarına benziyorlardı; özlerinde deniz kenarında yatan kabuklardan biraz farklılardı ve halihazırda denize yakın yerlerde bulunmuşlardı. “fosillerin” diğer büyük bölümünü anlamak çok daha zordu. Çoğu, en azından detayda, bilinen hiçbir canlı hayvana veya bitkiye benzemiyordu. Maddesel açıdan genellikle “taşlaşmış” veya sert oluyor ve çoğunlukla iç kesimlerde, deniz seviyesinden çok yüksekte, sert kayaların içinde bulunuyorlardı. Bunların, canlı ve cansız dünyalar arasında üstü kapalı bir “iletişim” olduğunu söylemek “anlamsız bir spekülasyon”dan ziyade mantıklı bir açıklama oluyordu. Bu nedenle “Fosiller” Avrupa’nın her yerinde hararetli tartışmaların odağı olmuştu, çünkü doğa hakkında temelde farklı algılar söz konusuydu. 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başlarında, çeşitli türde “fosillerin” yorumu hakkındaki tartışmalar, neredeyse doğanın temel güçleri, maddenin nihai yapısı veya hayatın vazgeçilmez özelliği hakkında yapılanlar kadar yoğundu.
Bu tür tartışmalar, esas olarak kitaplarla veya başka yazılı materyalle çalışan bilginler veya eski eserleri inceleyen antikacılarla sınırlı değildi. Fosiller, hayvanlarla bitkiler gibi doğa tarihinin ürünleri olarak görülüyordu ve bu nedenle, (günümüzdeki amatör ruhu içermeyen bir ifadeyle) “doğabilimciler” adı verilen grup tarafından inceleniyordu. Fosillerin veya sel suyunun kökeni gibi doğal nedenler içeren sorunlar, “filozofların” ve özellikle kendilerine “doğa filozofları” diyen insanların ilgi alanına giriyordu. Bu kategoriler birbirlerinden keskin bir şekilde ayrılmıyordu çünkü bütün bu insanlar, “fen bilimleri” (İngilizce konuşan dünya dışında bugüne kadar kullanılmaya devam edilen kapsamlı ve çoğul anlamıyla) olarak bilinen ilim alanlarının birbiriyle bağlantılı içeriklerine katkıda bulunduklarına inanıyordu. Hepsi kendini “bilgin” (bilgili insanlar) olarak görüyordu ve halk tarafından da öyle değerlendiriliyorlardı. “Bilgin” kelimesi 19. yüzyılda çok yaygın bir şekilde kullanılan genel bir ifadeydi (Burada da bu kelime tercih edilerek, çok daha dar kapsamlı ve 19. yüzyılın ortalarına kadar türetilmemiş ve 20. yüzyıla kadar genel olarak kullanılmamış olan çağdışı İngilizce “scientist–bilim insanı” deyiminin kullanılmasından kaçınılacaktır.)
Her türlü bilgin arasında tartışma fırsatları, birçok Avrupa kentinde özellikle iki politik süper gücün, yani Fransa ve İngiltere’nin başkentlerinde 17. yüzyılda kurulan bilimsel kurumlar ve özellikle bu tür insanlar için yazılmış ilk düzenli bültenler ve süreli yayınlar sayesinde çok kolaylaşmıştı. Bu yeni tartışma ortamları Paris’te, Journal des Savants’ın da yayımlandığı Académie des Sciences ve Londra’daki Royal Society’nin kendi yayımladığı Philosophical Transactions’dı. (Burada “philosophical” kelimesi “doğa felsefesi” anlamında kullanılıyordu ve günümüz ifadesiyle kabaca “bilimsel” ibaresine denk oluyordu). Ancak bilginler arasındaki bilimsel tartışmalar daha geleneksel yöntemlerle, Avrupa’daki yolculukları sırasında buluştuklarında veya başka zamanlarda birbirlerine yazdıkları mektuplarla ve kitapları ya da broşürleri aracılığıyla yayımlayıp dağıttıkları çalışmalarla da devam ediyordu.

Fosiller Hakkında Yeni Fikirler
Fosil sorunuyla ilgili çalışmaları özellikle önem kazanan iki bilgin, Danimarkalı doktor Nils Stensen (daha çok yayınlarında kullandığı Latinleştirilmiş Steno adıyla tanınıyordu) ve İngiliz Robert Hooke’tu. Danimarka’da, Hollanda’da ve Fransa’da eğitim gören Steno, Orta İtalya’daki güçlü Toskana eyaletinin başkenti olan Floransa’da önemli bir tıbbi göreve atandı (modern dünyada bilim insanları arasında olduğu gibi, bu dönemde de böylesine kozmopolit meslekler oldukça yaygındı). Burada yüzyılın başında büyük Galileo’dan etkilenen bir bilginler grubuna katıldı. Hooke, paralel denilebilecek bir şekilde Londra’da, bir ölçüde Floransa’daki grup örnek alınarak kurulmuş olan yeni Royal Society’de (Kraliyet Derneği) çalışıyordu. Üyelerini deneylerle ve gösterimlerle eğitmek ve eğlendirmek amacıyla işe alınmıştı. Bu kuruluşların üyeleri ve Avrupa’nın birçok yerindeki bilginler, doğa dünyasını incelemek için yeni yöntemler bulmaya çalışıyorlar, gelişmekte olan teknoloji dünyasının etkisiyle, onu çoğu zaman fiziksel ve mekanik açıdan yorumluyorlardı. İşte Steno’yla Hooke bu yaygın entelektüel ortamda “fosiller” hakkındaki süregelen tartışmaya katıldılar. Bu nedenle, her ikisinin de benzer sonuçlara varmaları şaşırtıcı değildi (sonradan iki taraf da bilgi hırsızlığı suçlamalarında bulundu ama bu suçlamalar tarihsel kanıtla desteklenemedi).
Steno 1667 yılında tesadüfen Toskana kıyılarına vuran büyük bir köpekbalığının kafasını parçalara ayırarak yaptığı inceleme hakkında kısa bir rapor yayımladı. Rapora glossopetrae (“dil-taşları”) denilen ünlü fosiller hakkında “konu dışı” dediği bilgileri de eklemişti. Bu taşlar az çok dil şeklindeydi, boyut olarak çok daha büyük olsalar da köpekbalığı dişine çok benziyorlardı. Ama sertlerdi ve karada, kayaların arasına gömülmüş halde bulunuyorlardı. Steno bunları o kadar önemli gördü ki, “fosilleri” genel olarak yorumlama konusunda büyük bir çalışma planladı. Yalnızca kısa bir tanıtım yazısı (Prodromus, 1669) yayımladıktan sonra memleketi Kopenhag’a tıbbi göreve geri çağrıldı. Sonradan İtalya’ya geri döndü ama Katolik olduğundan ve rahip olarak atandığından, başka görevleri ve öncelikleri oldu ve bu konuda başka hiçbir şey yayımlamadı (Dini inancı üzerindeki olası etkileri yüzünden çalışmayı yarım bıraktığı söylentisi, onun dinine veya herhangi bir dine düşmanca yaklaşan günümüz yorumcuları tarafından uydurulmuş bir efsanedir). Ancak yayımladığı eser Avrupa’nın her yerinde tanındı ve bilginler arasında hararetli tartışmalara yol açtı. Londra’da, Hooke’un vardığı sonuçlara benzer sonuçlar sergilediği için takdir edildi. Micrographia (1665) adlı kitabında Hooke yakın zamanda icat edilen mikroskobun ortaya çıkardığı , küçük ölçekli şaşırtıcı yeni doğa dünyasını tanıtmıştı. Küçücük nesnelerin –minicik bir pire, bir sineğin petek gözü vb. çok sayıdaki resimleri arasına taşlaşmış ahşap fosilinin ve bir parça kömürün mikroskobik görüntülerini de eklemiş, hepsinde küçük “hücre”lerden oluşan benzer bir mikroyapı olduğunu göstermişti. Bu Hooke’un, Steno’nun köpekbalığı dişi görüşüne eşdeğerdi. İkisi de “fosillerin” kökenlerinde kesinlikle organik olduklarını iddia ediyorlardı. En azından bu nesnelerin, denizden uzakta bulunan deniz kabuklarıyla birlikte, doğanın kendi tarihine kanıtlar olarak düzgün bir şekilde kullanılabilecek gerçek doğal antikalar olduklarını savunuyorlardı.
İki bilgin de önce, organik ve maden dünyası arasında özde yaşanan “iletişim” fikrini reddetmelerinin sebebini açıklamak zorundaydı. Onlar da geleneksel “doğa hiçbir şeyi boşu boşuna yapmaz” ilkesinden yararlandılar: Köpekbalıklarının, deniz kabuklarının ve ağaçların hayatlarını açıkça mümkün kılan nesneler, doğa tarafından yalnızca sonsuza dek bir kayanın içinde gömülü kalmak amacıyla yaratılmamışlardı.


Şekil 2.3 Steno’nun köpekbalığı başı resmi (1667) birçoğu kullanılmayı bekliyormuş gibi görünen çok fazla sayıdaki dişi gösteriyor. Aşağıda, dişlerden birisinin içten ve dıştan görünümü yer alıyor. Kısa bir süre sonra yayımlanan bir kitapta Steno bu dişleri, aynı tür fosillerin nasıl yorumlanması gerektiğine örnek olarak glossopetrae ya da dil taşları denilen “fosil objeler”le karşılaştırdı.

Bu,“Doğal teoloji”yle (teolojinin, Tanrı ile insan doğası da dahil olmak üzere doğa dünyası arasındaki ilişkiler konusundaki iddiaları inceleyen dalı, Tanrı’nın insanlık tarihiyle ilgili açılımları hakkındaki iddiaları değerlendiren “vahiye dayalı teoloji”yi tamamlamaktadır) yakından ilintili bir ilkeydi. Bu ilke, her türlü hayvanla bitkinin, uygun yaşam tarzlarını izleyebilmelerini sağlayan kutsal bir şekilde tasarlandığı yönündeydi. Bunu tabii ki bir kayanın içinde yapamazlardı. Steno ayrıca, bir köpekbalığının çenesinde bir dişin büyümesi ile bir kayanın içinde, yerin altında bir kristalin büyümesini karşılaştırdı. İki büyüme türü arasında gerçek bir benzerlik yoktu.
İki bilgin bundan sonra herhangi bir canlı hayvan veya bitkinin “fosilleri”y-le arasındaki şekil, öz ve konum farklılıklarını açıklamak zorunda kaldı. Onlar ve aynı dönemde yaşayanlar, madde konusunda, öz hakkındaki soruları oldukça anlaşılır hale getiren teoriler geliştiriyordu.


Şekil 2.4 Steno’nun som kaya içinde bulunan büyük glossopetrae (“dil taşları”) resmi. Prodromus (1669) adlı kitabında Steno bu “fosiller”in gerçekten de o güne kadar yaşadığı bilinenlerden çok daha büyük köpekbalıklarının dişleri olduğunu ve tarihin çok eski bir döneminden kaldığını savunuyordu. Bunlar, kelimenin bugünkü daha dar kapsamlı anlamıyla fosillerdi.

Ağaçların, köpekbalığı dişlerinin ya da kabukların, minik mineral parçacıklarının kayanın içine girdikten sonra derinlere sızıp orijinal organik maddenin içinde çökelti oluşturarak veya tamamen onun yerini alarak, nasıl taşa dönüşebildiğini kolayca hayal edebiliyorlardı. Fosil objelerin etrafını saran som kayalar da Steno’nun başlangıçta olduklarını iddia ettiği yumuşak tortuların birleşmesiyle aynı şekilde oluşabilirdi. Steno’dan çok daha geniş kapsamlı “fosiller” grubunu değerlendirmeye başlayan Hooke da bu arada bazı objelerde neden hiç kabuk maddesi olmadığını çözdü. Tortu kayaya dönüştükten sonra, süzülen su orijinal kabuğu eritmiş ve sadece mücevhercilerin altın veya gümüşe şekil vermek için yaptıklarına benzer boş bir “kalıp” bırakmış olabilirdi. Ama kalıp bile gerçek bir kabuklu deniz hayvanının ürettiği gerçek kabuğun şeklini korurdu.
Karada, hatta çoğu zaman denizden uzakta ve yüksekte bulunan köpekbalığı dişlerinin ve deniz kabuklarının konumunu açıklamak daha zordu. Steno, kaya tabakalarının ya da katmanlarının, denizin şu andaki düzeyinden çok daha yüksekte olduğu bir zamanda –yani büyük Tufan döneminde olabileceğini düşünüyordu– yumuşak, çamur gibi bir tortu halinde bırakıldığını ve daha sonra, sular çekilince öylece kaldığını tahmin ediyordu. Öte yanda Hooke, depremlerin yerkabuğunun bazı kısımlarını denizin zemininden kaldırarak yeni karalar oluşturmuş olabileceğini düşünüyordu. Ancak iki varsayım da başka sorunlar yaratmıştı. Hooke, başka birçok yorumcu gibi Tufan’ı, gözlemlenen etkileri yaratamayacak kadar kısa bir dönem olduğu gerekçesiyle göz ardı etmişti. Ancak depremlerle ilgili görüşleri diğer doğabilimcileri tarafından eleştirilmişti; zira anavatanı fosillerle dolu olmasına rağmen orada genellikle deprem olmuyordu (tam da o dönemde İngiltere’de yaşanan birkaç deprem son derece olağandışı olduğu için çok dikkat çekmişti).
Fosillerle canlı denklerinin şekilleri arasındaki zıtlıkların yarattığı sorunlar, Steno’yla karşılaştırıldığında Hooke için çok daha şiddetliydi. Glossopetrae fosili köpekbalıklarının dişlerine oldukça benziyordu; en iyi bilinen örnekler çok daha büyüktü ama en başta Steno’nun araştırmasını başlatan devasa köpekbalığı ile fark azalmıştı. Ayrıca onun (ve Scilla’nın) İtalyan kayalarında bulduğu fosil kabuklar da canlı kabuklu deniz hayvanlarına çok benziyordu. Oysa Hooke çok daha kapsamlı bir grup halindeki İngiliz “fosilleri”ni inceliyordu.


Şekil 2.5 Martin Lister’in çok resimli [Natural] History of Shells (Historia Conchyliorum, 1685-1692) kitabında gösterildiği haliyle devasa bir ammonit (60 cm genişliğinde). Doktor ve Londra’daki Royal Society’nin ilk üyelerinden biri olan Lister, bu ve benzer “fosil” kabuklarının gerçekten bir zamanlar canlı olan hayvanların kalıntıları olduklarından kuşku duyuyordu. Çünkü şekilleri, yaşayan her türlü kabuklu deniz hayvanından –ki o dönemde onlar hakkında hemen herkesten daha fazla bilgi sahibiydi– çok farklıydı ve bunlar, sadece kayadan oluşuyormuş gibi görünüyorlardı. Kabukları yoktu (günümüz ifadesiyle, yalnızca “kalıp”lardı). Şekil olarak ammonitlere en çok benzeyen kabuklar, Doğu Hint Adaları (bugünkü Endonezya) etrafındaki tropik denizlerden çıkan “incili notilus”un kabuklarıydı.

Örneğin, bilinen hiçbir canlı kabuklu deniz hayvanına benzememesine rağmen, antika koleksiyoncularının çok değer verdiği çeşitli ve şahane “ammonitler”le uğraşmak zorundaydı. Ancak dünyanın ücra köşelerinde yaşayan hayvanlarla bitkiler hakkında ne kadar az bilgi sahibi olunduğunu anlamıştı. Her uzun mesafeli yolculuk veya keşif gezisi Avrupa’ya birçok yeni ve bilinmeyen şekil getiriyordu. Bu nedenle, sadece fosil olarak bilinenlerin sonunda canlı olarak bulunabileceğini tahmin etmenin mantıklı olacağını düşündü. Alternatif olarak, yeni türde evcil hayvanlar oluştuğu gibi bazı örneklerin zaman içinde şekil değiştirmiş olabileceğini düşündü (bu noktadaki görüşleri, sonradan oluşan evrimsel değişim hakkındaki fikirlere, insanı yanlış yönlendiren bir benzerlik içermektedir). Bu sorunlar, Royal Society’de sonraki otuz yıl boyunca, üyelerinin çok ilgisini çeken konular olmayı sürdüren “fosiller” ve depremler hakkında konferanslar veren Hooke’u şaşırtmaya devam etmişti. O dönemde yaşayan birçok bilgini de şaşırtıyorlardı.

Tarih Hakkında Yeni Fikirler
Ancak, ne Steno’nun glossopetraesi ne de Hooke’un tartıştığı ammonitler ve diğer “fosiller” hakkında bilinenler onları, hemen hemen tüm bilginlerin doğal karşıladığı (ve kronoloji uzmanlarının kesinleştirmeye çalıştığı) yeryüzünün zaman çizelgesi sorununa yaklaştırabildi. Bütün bu zaman diliminin insanlık tarihi olduğundan da kuşku duymuyorlardı. Örneğin Steno, Malta adasında dil taşlarının çok fazla bulunmasının, ne organik kökenlerine ne de kısa ömürlerine karşı bir sav olduğuna, çünkü tek bir canlı köpekbalığının (kullanımda veya yedek) yaklaşık 200 diş ürettiğine işaret etmişti. Ayrıca yerli halk tarafından çıkarılan fosil kabuklarını içeren kaya bloklarının, Romalılar bölgeyi fethedip Etrüsk kültürünü yok etmeden çok önce, Toskana’daki dağlık Volterra kasabasının duvarlarını yapmak üzere Etrüskler tarafından kullanıldığını hatırlatmıştı. Bu hem kayaların hem de fosillerin yalnızca Roma öncesi değil, Etrüsk öncesi dönemden kaldığını ve antik döneme uzandığını gösteriyordu. Bu nedenle Steno, oluşumlarının daha da eski, hatta belki ünlü Tufan döneminde olması gerektiğini savunuyordu. Kanıtlarını rahatsız edecek kadar kısa bir süreye sıkıştırmak zorunda kalmaması bir yana, okuyucularının bu doğal eski eserlerin, insan eliyle yapılmış birçok eserin aksine, böylesi uzun bir zaman dilimi boyunca bu kadar iyi durumda kaldığına ikna edilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Hooke da Steno gibi, yeniden canlandırdığı tüm olayların, ne kadar eski olursa olsun, insanlık tarihi içinde gerçekleştiğini varsaymıştı. İngiltere’nin uzak geçmişinde çok güçlü depremlere maruz kalmış ve bu depremlerin, kayalarla fosillerini kaldırarak deniz seviyesinden çok yükseğe çıkarmış olabileceğini ileri sürmüştü (Steno’nun İtalya’sı hâlâ yaşıyordu). Ancak buna ilişkin ilave kanıtların doğada değil, antik çağlarda yaşayan insanlardan kalan kayıtlarda, yani (her zamanki euhemerist yöntemle) mitolojik özelliklerinden arındırılmış efsanelerde ve öykülerde eski depremler ve yanardağ patlamaları hakkında karmaşık anlatılar halinde bulunabileceğini düşünüyordu. Aynı dönemde yaşamış diğer bilginlerin itirazlarına rağmen ammonitlerin henüz bilinmeyen kabuklu deniz hayvanları tarafından oluşturulduğunda ısrar etmişti. Bazıları devasa boyutta olduğundan ve şekil olarak en çok şahane ve çok değerli tropik “incili notilus”a benzediğinden, İngiltere’nin de bir zamanlar tropik iklimin etkisi altında kalmış olabileceğine inanıyordu. Ama bu noktada yine, buna ilişkin kanıtların doğada değil, eski yazılı kayıtlarda bulunacağını öngörüyordu. Ayrıca fosillerden bir “kronoloji oluşturmanın” mümkün olabileceğini iddia etmişti. Bununla yalnızca fosillerin, kronoloji uzmanlarının kullandığı yazılı kaynakları tamamlayabileceğini ya da en fazla onların yerini alabileceğini ve kayıtları, insanlık tarihinin bugüne hiçbir kesin belge kalmamış ilk dönemlerine uzatabileceğini söylemeye çalışıyordu. Çoğu kronoloji uzmanının öngördüğünden çok daha uzun bir tarih içeren Mısır ve Çin kayıtlarının farkındaydı ama bunlar gerçek olsa bile –ki bundan kuşkuluydu– yalnızca birkaç bin yıl geriye gidiyorlardı ve bu süre hâlâ “insanlık tarihi” kapsamındaydı.
“Fosillerin” nasıl yorumlanması gerektiği düşünüldüğünde Hooke’un ve Steno’nun yorumları sınırlı olmadığı gibi karışık da değildi; çünkü ikisi de geleneksel dünya tarihi çerçevesinin genel olarak doğru çizgide ve zaman ölçeğinin doğru boyutta olduğunu varsaymıştı. Ancak ikisi de insanlık tarihi ve doğal ortamı hakkında devam eden tartışmaya yeni ve önemli bir unsur katmıştı. Hem Hooke hem de Steno düşünüp tasarlayarak, kendilerinin ve o dönemde yaşamış diğer bilginlerin kesin gözüyle baktığı küresel tarih süresini önemli ölçüde genişletme gereği duymadan tarihçilerin fikirlerini ve yöntemlerini doğa dünyasına aktarmıştı.
Steno doğal olayların tarihsel sıralamasını yeniden canlandırmak için –yeryüzünün yüzeyine örnek olabileceğini düşündüğü– Toskana’da gözlemlediği kayaları ve fosilleri kullanmıştı. Bunu, kendi gözünde hiçbir tuhaflık olmadan, İncil’deki Yaratılış ve Tufan anlatısıyla eşleştirmişti. Volterra’nın etrafındaki tepelerde, üst üste duran ve katmanları bazı yerlerde paralel, bazı yerlerde de eğimli olan iki farklı kayalık grubu bulmuştu. Hepsinin başlangıçta yatay konumda yerleştirildiği ama bazı yerlerde sonradan çöktükleri ve eğildikleri sonucuna varmıştı. Üstteki tabakada fosil kabukları bulunuyordu, daha eski olduğu bariz olan alttaki tabakada hiç fosil yoktu. Bu nedenle alt tabakanın Yaratılış döneminden, dünyada daha hiç canlı varlığın olmadığı zamandan, üst tabakanın ise daha sonraki bir dönemden, muhtemelen Tufan zamanından kaldığı anlamını çıkarmıştı. Bu doğal eski eserlerin, İncil’deki tarihin ilk dönemleri hakkındaki anlatıyı doğruladığı ya da en azından onunla uyumlu olduğu sonucuna varmakta hiç zorlanmamıştı. Steno’nun belirttiği gibi “kutsal kitapla doğa hemfikirdi” ya da “doğa bunu kanıtlıyordu ve kutsal kitapla çelişmiyordu.” (İki kaya setinin her birinin içindeki katmanların aynı zamanda daha küçük çaplı bir dizi olayı simgelemesi – her tabaka ister istemez üstündekinden önce yerleşmiş oluyordu – o kadar belirgin bir çıkarımdı ki sonradan resmi bir “üstdüşüm ilkesi” konumuna yükselmeyi pek hak etmiyordu. Ayrıca Steno bunu kaçınılmaz sonuç olarak kullandığı için özel bir övgüye de layık değildi.)


Şekil 2.6 Steno’nun Toskana’nın fiziksel tarihini yeniden oluşturmak için kullandığı ve Prodromus (1669) adlı eserinde yayımlanan şekil. Yeryüzünün yüzeyindeki bu altı “bölüm” ya da yatay dilimler iki tamamlayıcı şekilde yorumlanabilirdi. Rakamlar, kayaların şu andaki görünebilir halinden (20), varsayılan orijinal haline (25) inceleme sırasını göstermekteydi. Ancak metin Steno’nun vardığı tarih sonucunu, gerçek zamanda ters sırada izleyerek orijinalden (25), bugüne (20) gelmektedir. Daha eski setin kayaları (sürekli çizgilerle gösterilen katmanlar) fosilsiz olup, yatay tabakalar halinde oluşmuştu (25) ama altı oyulduğundan (24), üstteki tabaka çökerek eğilmişti (23). Daha sonra, benzer ama ayrı bir olaylar dizisi sonucunda, eski tabakanın üstünde, yatay katmanlar halinde (22) daha genç ve fosilli kaya seti (noktalı çizgiyle gösterilmiş katmanlar) oluşmuştu. Bunların da altı oyulmuş (21) ve en üstteki katman çökerek bugünkü konumunu almıştı (20). Bu şekil, Galileo’nun fiziksel araştırmalarını hatırlatan ve Steno’yla Floransa’daki meslektaşlarına esin kaynağı olan bir gelenekle, soyut geometri tarzında çizilmişti.

Steno’nun bu tarihsel silsileyi özetleme şekli, mantık yönteminin kronoloji uzmanlarınınkine paralel olduğunu göstermektedir. Onlar nasıl kanıtların parçalarını, daha yakın ve nispeten iyi belgelenmiş geçmişten (Ussher’ın olayında Roma dönemi) başlayarak birleştirip sonra daha belirsiz eski dönemlere uzandılarsa, Steno da Toskana’nın o günkü durumundan başlayıp mantık yürüterek geriye gitmişti. Kronoloji uzmanları nasıl bundan sonra ters yöne gidip yeniden canlandırdıkları tarihi, doğru tarihler içeren “yıllıklar” halinde gerçek zamanda ileri götürdülerse Steno da Dünya tarihinin ardışık evrelerini –en eski dönemden günümüze kadar– süreleri belirtilmeden ama aynı derecede gerçek zamanlı bir şekilde canlandırmıştı.

Dünyada hiçbir bozuk para bir Antikacıya filanca prensin tebaası olan filanca bir yer olduğu bilgisini bu fosiller kadar iyi anlatamaz. Zira bu fosiller bir Doğa Antikacısına şu şu yerlerin sular altında kaldığını, bu tür hayvanlar olduğunu, Dünya’nın yüzeysel kısımlarındaki Başkalaşımlar ve Değişiklikler öncesinde şöyle şöyle dönemler olduğunu doğrulayacaktır. Ben de Tanrı’nın, Anıtlar ve Kayıtlar olarak bu kalıcı şekilleri, sonraki çağlara geçmişi anlatmak amacıyla tasarlamış olabileceğini düşünüyorum. Öte yandan, bunlar eski Mısırlıların Hiyerogliflerinden daha okunaklı karakterlerle ve geniş Piramitlerle Obelisklerden daha kalıcı Anıtlara yazılmış.
Şekil 2.7 Hooke’un 1668 yılında Londra’daki Royal Society’de verdiği konferanstan açıklayıcı bir alıntı. Onun görüşüne göre fosilleri inceleyen bir “doğa antikacısının” çalışmaları, insan eliyle yapılmış eserleri inceleyen geleneksel antikacıların çalışmalarına çok benziyordu. Hooke başka bir konferansta fosil kabuklarının en eski “anıtlardan” bile daha eski bir tarihten kalmış olabileceğini ileri sürmüştü ama bunların insanlık tarihinin en eski “mitolojik” veya “efsanevi” çağlardan daha eski olduğunu düşünüp düşünmediği açık değildi.
Steno’nun bu konuyla ilgili olarak Prodromus eserinde yer alan makalesi, kronoloji uzmanları tarafından birleştirilen yazılı kanıtları tamamlamak, bunlara ilave yapmak, hatta yerlerine geçmek amacıyla, kayaları ve fosilleri doğal eski eserler olarak kullanarak yeryüzünün en eski tarihinin nasıl yeniden oluşturulabileceği hakkında çarpıcı bir örnekti ve sonradan da etkili bir örnek olmayı sürdürdü.
Hooke, aynı derecede önemli bir hamleyle, antikacıların yöntemini incelikli bir şekilde yeryüzünün incelenmesine uyguladı. “Doğa antikacısı” kayaları ve fosilleri, coğrafyadaki eski değişikliklerin, hatta yazılı kanıt kalmayan insanlık tarihi dönemlerinden öncesinin bile tarihsel kanıtı olarak kullanabilirdi. Kayalar ve fosiller doğanın anıtlarıydı ve doğanın madeni paralarıydı. Bunlar metafordu ama “yalnızca” metafor olmakla kalmayıp ciddi açıklamalar getiriyorlardı. Hatta kayalar ve fosiller, uzun zaman önce yaşanan olaylar hakkında adeta doğanın kendi tanıkları tarafından yazılmış kendi belgeleri olarak değerlendirilebilirdi. Ama bir yandan da, insanlar tarafından tutulmuş eski kayıtlar gibi bunların da deşifre edilmesi ve anlamlandırılması gerekecekti. Tarihi yeniden canlandırmak amacıyla doğanın eski eserlerinin kullanılabilmesi için “Doğanın Dilbilgisi”nin yani doğanın dilinin öğrenilmesi gerekiyordu, yoksa bunlar da eski Mısırlıların çok bilinen ama deşifre edilmemiş hiyeroglif yazıları gibi aydınlatıcı olmayacaktı.

Fosiller ve Tufan
Steno ile Hooke tek başlarına çalışan çevreden kopuk dahiler değillerdi; aynı dönemde yaşamış olan bilginlerle hararetli tartışmalara girişiyorlardı. Ama onlar aynı zamanda başka doğabilimcilerine, 17. yüzyılın geri kalanında ve 18. yüzyılda araştırmalara esas olabilecek faydalı modeller sağlamışlardı (Hooke’un fikirleri Steno’nunkiler kadar etkili olmamıştı ve bunun nedeni kısmen, notlarının ancak öldükten sonra hem de sadece İngilizce olarak yayımlanmasıydı). Onlarla aynı dönemde yaşayan en etkin genç bilginlerden biri, her yerden topladığı fosillerle o zamanki en iyi koleksiyonlardan birini oluşturan İngiliz doktor John Woodward idi. Öldüğünde bu koleksiyonun Cambridge’deki üniversiteye bağışlanmasını vasiyet etmiş ve bunlarla ilgili görüşlerini açıklayacak notlarını bağışlamıştı (Fosiller büyük bir jeoloji müzesinin temellerini oluşturdu, doktorsa tanınmış bir bölümün kürsüsüne adını verdi; ben orada, 20. yüzyıl “Woodward profesörü”nden paleontoloji eğitimi aldım). Woodward’un en önemli kitabı An Essay on the Natural History of the Earth (1695), hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde, organik kökenli oldukları açıkça belli olan bu fosillere odaklanmıştı. Bunların hepsinin Tufan’dan önceki dünyada yaşadığı yorumunda bulunmuştu. Ama son derece şiddetli bir olay olduğunu düşündüğü tufanın dünyayı tamamen yok ettiğini iddia etmişti. Newton’ın hâlâ çok yeni olan fikri evrensel yerçekimi geçici olarak askıya alınmıştı ve yeryüzünün organik olanlar dışındaki malzemeleri, çalkalanarak bir tür çorba ya da yoğun bir süspansiyon haline getirilmişti. Sonra yerçekimi tekrar devreye girince bu malzemeler çökelerek uçurumlarda veya madenlerde yaygın bir şekilde gördüğümüz ardışık kaya tabakalarını oluşturmuştu. Bu felaketten önceki dünyayla ilgili kanıtları vermek üzere sadece fosiller kalmıştı ama onlar da bunu dolaylı olarak yapabiliyorlardı. Zira Woodward fosillerin, canlıların yaşadığı yerlerde saklanmadığını, hatta o orijinal yaşam ortamlarından en ufak bir iz bile taşımadıklarını, sadece tufan sonrası oluşan çorbadan çıkıp yerleştikleri yerin özelliklerini barındırdıklarını savunuyordu (günümüz ifadesiyle bunların hepsi “türemiş” veya “taşınmış” fosillerdi). Woodward da kendinden öncekiler gibi tüm bunların kronoloji uzmanlarının kısa zaman ölçeği içinde gerçekleştiğinden emindi. Daha geniş bir zaman dilimine ihtiyaç yoktu.


Şekil 2.8 Scheuchzer’ın “Bir adam, Tufan’ın Tanığı ve Kutsal Elçi” gravürü (Homo diluvii testis et theoskopos, 1725). Eğitimli bir doktor olarak Scheuchzer’in bu fosilin, her ne ise, kesinlikle insan olmadığını anlamış olması gerekirdi. Belki de Woodward’un bilimsel yargı yeteneği, tüm fosillerin korkunç Tufan’ın kalıntısı olduğu yorumunu koşulsuz kabul etmesi yüzünden yanlış bir yola sapmıştı (Bir asır sonra önde gelen karşılaştırmalı anatomist Georges Cuvier tarafından bu foslin nesli tükenmiş bir amfibi, devasa bir semender yani kuyruklu kurbağa olduğu belirlendi).

18. yüzyılın başında diğer birçok doğabilimci, Woodward’un Tufan’ın karakteri ve nedeni hakkındaki spekülatif fikirlerini benimsemiş olsalar da olmasalar da, fosillerin artık tarihsel gerçeklik konusunda olağanüstü bir sav oluşturduğunu iddia ederek onu izlediler. Bunların arasında, Woodward’un kitabının Latince tercümesini yayımlayarak uluslararası boyutta erişilebilir olmasını sağlayan İsviçreli doktor Johann Scheuchzer de bulunuyordu. Woodward gibi Scheuchzer de verimli bir şekilde ürettiği yayınlarında, organik kökenli tüm fosilleri İncil’de yer alan büyük olaya bağlamıştı. Yarım asır önce Kircher, Tufan öyküsü hakkındaki yazılı yorumunu Nuh’un gemisine binmiş olması gereken tüm canlı hayvanların resimli anlatımlarıyla süslemişti. Scheuchzer, oldukça benzer bir derlemede aynı olaya değinirken canlı hayvanların değil kendi mükemmel fosil koleksiyonunun resimli listesini kullanmıştı. Bu çok önemli bir değişiklikti. Fosiller, Tufan’ın kalıntıları olan doğal eserler olarak şimdi yeryüzünün kendi tarihiyle ilgili süregelen tartışmanın odak noktası olmuştu. Hatta Scheuchzer örneklerinden birinin, kendi neslini o korkunç olay hakkındaki tarihsel gerçek konusunda uyarmakla görevli bir adamın, “Tufan’a tanık olan kutsal bir elçinin” iskeleti olduğunu bile iddia etmişti. Kendini, bu eşsiz fosilin, çok sayıda bitki ve hayvanın kalıntılarını gömen olayın aslında Nuh’un döneminde yaşayanların da hayatlarını kaybettiği büyük Tufan olduğuna ilişkin daha önce eksik olan belirleyici kanıt olduğuna ikna etmişti.
Fosillerin tufan sonucu oluştuğu açıklamasına tabii ki itiraz edildi. Bu açıklama, Genesis’teki anlatının kelimesi kelimesine yorumundan çok uzaktı. İncil’de belirtildiği üzere yalnızca “kırk gün” devam eden bir tufanın süresi, (sonradan kaya tabakaları halinde birleşen) bütün o kalın tortu tabakalarını oluşturmaya ve bütün bu kabuklu deniz hayvanlarını ve diğer fosilleri bu tortunun içine yerleştirmeye yetecek kadar uzun muydu? Veya her biri, bir tür mega tsunamiyle aniden ve şiddetle karaya savruldularsa bu durum, İncil’de sözü geçen deniz seviyesinin yükselmesi ve geri çekilmesinin Nuh’un gemisinin çok önemli yolculuğunu hiç zarar görmeden tamamlamasını sağlayacak kadar sakin olmasıyla bağdaştırılabilir miydi? Bu tür sorular, ilk defa olmasa da kaçınılmaz bir şekilde, eleştirel İncil yorumlarının gerekliliğini gündeme getiriyordu.
Geriye dönüp bakıldığında Woodward’un, Scheuchzer’ın ve bunlardan esinlenen başkalarının çalışmalarını, İncil’deki Tufan’ın tarihsel gerçekliğini kanıtlama konusunda aptalca bir saplantının değersiz ürünleri diyerek göz ardı etmek çok kolay olurdu. Ancak onların Tufan sonucunda oluşanlarla ilgili teorileri, hâlâ yeni bir fikir olan yeryüzünün, doğal eski eserlerindeki maddi kanıtlarla yeniden canlandırılabilecek gerçek bir fiziksel tarihi olduğu görüşünün oluşturulmasına yardımcı olmuştu. Ayrıca bu çalışmalar, doğabilimcilerinin fosillere odaklanmasını sağlamış ve sonradan yeryüzünün tarihini beklenmeyen derecede verimli bir şekilde araştırılmasına katkı sağlamıştı.

Yeryüzünün Tarihini Çizmek
Ancak o dönemde doğal yeryüzü hakkında –eşsiz ve büyük Tufan olayı dışında yeryüzünün ve canlı varlıklarının olaylara dayanan bir tarihleri olduğunu gösterebilecek çok az şey biliniyordu. 18. yüzyılın başında bile Tufan’dan önce belirgin doğal olaylar veya dönemler dizisi olabileceği fikri, herhangi bir fosil kanıtından çok Yaratılış anlatısından destek ve ilham alıyordu. Bunun çarpıcı bir örneği, Scheuchzer’ın, ilk Yaratılış öyküsünün altı “gününü” anlatan “altı günlük” resimli sahne dizisiydi. Kutsal tarih hakkında hazırladığı ve engin bilimsel bilgilerini tamamen kullandığı devasa resimli yorumunun (Physica Sacra, 1731-1735; bu dönemde “fizik” kelimesi çok genel anlamda kullanılıyordu) başlarında yayımlanmıştı.
Bu resimler, asıl Yaratılış haftasında art arda yaşananlara dair dünyanın hayali görüntülerini sunuyordu. (Çalışmaların büyük bir çoğunluğu, Tufan’dan başlayarak çok daha sonra yaşanan olayları betimliyordu). Örneğin “üçüncü gün”deki cansız bir manzarayı, olgun ağaçlar ve tanıdık canlı bitkilerle dolu bir başka resim izliyordu. Sonra, “altıncı gün”de yine canlı olmak üzere çeşitli hayvanlarla yeni doldurulmuş bir Cennet Bahçesi resmini, Âdem’in idareyi almaya geldiği bir başka resim izliyordu. Scheuchzer gerçekten de bunların her birinin yirmi dört saatlik günler olduğunu mu düşünmüştü? “Günler”in pekâlâ daha uzun süreli, hatta sonsuz uzunlukta olduğu sonucuna varırken başka yorumculardan –kabul gören İncil yorumu ilkelerinden– etkilenmiş olabilirdi. Buna rağmen Scheuchzer’ın muhteşem sahnelerinde, bu uzak dönemlerin olası kanıtları olarak kendi büyük fosil koleksiyonundan hiç eser yoktu. Daha önce de belirtildiği gibi bütün fosillerini, eserin daha sonraki bölümlerinde, Tufan öyküsünde kullanmıştı.
Zaman çizelgesinden bağımsız olarak, Scheuchzer’ın sahnelerinin en önemli özelliği, bunlara ilham veren Genesis öyküsü gibi, yaşamsız bir dünyayla başlayıp sırasıyla bitki yaşamının, deniz yaşamının, daha üst düzey karasal yaşamın ve sonunda insan yaşamının eklenmesiyle tutarlı bir sıra oluşturmalarıydı. Bu sahneler görsel olarak doğa dünyasının kendine özgü anlaşılabilir bir tarihi olduğu duygusunu güçlendiriyordu, gerçi bir yandan da bunun uzun insanlık tarihi içinde yalnızca kısa bir başlangıç olduğu hayal ediliyordu. Bu tarihin başlangıcı insanlık öncesiydi ve en eski aşaması yaşam öncesi olmuştu. Ancak böyle bir silsile fikri ve bunun kanıtı, neredeyse tamamen Genesis’ten alınmıştı, doğa dünyasının kendisinden değil.


Şekil 2.9 Yaratılış öyküsünün canlandırılması: Scheuchzer’ın hayali tarih sahnelerinden biri, İncil hakkındaki birkaç ciltlik resimli yorum kitabı Physica Sacra’nın (1731-1735) başlangıcına yakın bir yerde basılmış. Bu gravür, “altıncı gün yapılan iş” hakkında olup, Adem’in yaratılışından hemen önceki yeryüzünü göstermektedir. Altyazı, hem uluslararası hem de daha yerel Almanca konuşan okuyuculara hitap etmek için Latince ve Almanca’dır. Sahne süslü Barok çerçeve içinde yağlıboya bir resim gibi gösterilmektedir; sanki zamanda yolculuk yapan bir doğabilimcisi tarafından betimlenebileceği şekilde geçmişin resmini oluşturmaktadır. Scheuchzer’ın tüm resimleri kutsal veya dindışı tarihten sahneleri anlatmak için kullanılan sanatsal gelenekleri benimsemişti. Burada da Cennet Bahçesi’nden sahneler kullanılmıştı. Hayvanlar ve bitkiler için canlı örnekler model alınmıştı ama bu tür resimler sonradan, o zamanda yaşayanlar, bugün bilinen canlı türlerinden çok farklı olabilecek olsa da, yeryüzünün çok daha derin tarihiyle ilgili hayali sahnelere model oluşturmuştu.

Ama bu, gereken doğal kanıt bulunursa veya bulunduğu zaman, kolaylıkla genişletilerek çok daha geniş bir zamanı kapsayacak şekilde doldurulabilecek bir yeryüzü tarihi taslağıydı. Ne var ki, bu bölümün odaklandığı 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başında, Ussher gibi kronoloji uzmanlarının özenle nicel hale getirdiği geleneksel kısa zaman ölçeğinin bu şekilde uzatılmasını gerektirecek bir olay yokmuş gibi görünüyordu. Sadece bu tartışmaların uç noktalarında ve sadece arada sırada birkaç bilgin, birkaç bin yılın artık bilinmeye başlanan her şeye yetip yetmediğinden kuşku duyduklarını ifade etmişlerdi. Örneğin, büyük İngiliz doğabilimci John Ray, birçok fosilin aslında gerçekten organik olduğuna ikna olmuş olsa da Woodward’un Tufan açıklamasını tatmin edici bulmamıştı ve bir başka bilgine yazdığı mektupta, buradan “yeryüzünün yeniliği konusundaki kutsal tarihi şaşırtacak bir dizi sonuç çıkabilir,” demişti. Ancak o yola girmekte tereddüt ettiyse bunun nedeni, kutsal kitabın tarih olarak güvenilirliğini sorgulamayı gerektirmesi gibi görünüyordu. Oysa o ve o dönemde yaşayanların çoğu buna kesin gözüyle bakıyordu. Bu tür kuşkuların pek rahatsız etmediği Hooke, fosiller gibi doğal eski eserlerin, insan eliyle yapılmış antika eserlerin çoğundan çok daha eski olabileceğini ileri sürmüştü. Ancak onun bile fosillerin, insanoğlunun en eski veya “mitolojik” çağından daha eskiye uzanabileceğini düşünüp düşünmediği kesin değildir.
Çok daha uzun bir zaman dilimi olasılığı hakkındaki birkaç spekülasyon örneğinden biri, artık adını taşıyan kuyrukluyıldızın yörüngesini ve dönüşünü hesapladığı için çok ünlü olan İngiliz bilgin Edmund Halley’e aitti. Halley yeryüzünün toplam yaşını hesaplamak amacıyla, nehirlerin halen okyanusların tuz içeriğini ne oranda artırdığını tahmin etmeye dayanan bir yöntem geliştirmeye çalışmış ve “belki bu şekilde yeryüzünün birçok kişinin bugüne kadar düşündüğünden çok daha yaşlı olduğu bulunabilir,” sonucuna varmıştı. Ancak Londra’daki Royal Society’de okunan makalesinde bu noktayla ilgili açık hedefi, tarihinin ne kadar uzak olursa olsun (diğer birçok kişi gibi o da Yaratılış günlerinin uzun zaman dilimleri olabileceğini ileri sürüyordu) zamanda bir noktada başlangıcının olduğunu kanıtlayarak, yeryüzünün sonsuz olduğuna ilişkin her türlü iddiayı reddetmekti. Zira 17. yüzyılın sonunda ve 18. yüzyılın başında bilginlerin çoğu için asıl tehdit, uzun bir zaman dilimi değil, sonsuz ve yaratılmamış bir dünyaydı.
Bu bölümde kısaca anlatılan tartışmalar, özellikle fosillere odaklanmış olsa da çok daha kapsamlı konuları etkilemişti. Bunlar, bu anlatının ana teması olan yeryüzünün kendi tarihinin detaylı bir şekilde yeniden canlandırılması konusuna dönmeden önce, 17. yüzyıldan 18. yüzyılın sonuna kadar izlenmesi gereken çok daha azimli türde bir teorileştirme sürecine dahil olmuştu.

3
Büyük Resimleri Çizmek

Yeni Bir Bilimsel Tarz
Eğer fosiller –bundan sonra bu kelime günümüzdeki anlamıyla kullanılacaktır– gerçekten doğanın kendi antika eserleri idiyse insan eliyle hazırlanmış belgeleri ve diğer eski eserleri tamamlayarak insanlık tarihinin ilk aşamalarına ve fiziksel ortamına ışık tutabilirdi. Steno, Hooke ve 17. yüzyılın sonuyla 18. yüzyılın başında yaşamış diğer birçok bilginin savunduğu bu sonuç, aynı zamanda oldukça farklı bir yeryüzü araştırmasına denk gelmişti. Yeryüzünün tarihinde belirli bir yer tutan olaylar dizisini birleştirmek yerine, bu olayların altında yatan nedenleri çözmeye çalışabilirlerdi. Kronoloji uzmanlarından, antikacılardan ve diğer tarihçilerden kavramlar ve yöntemler almak yerine, doğa filozoflarının (bu bağlamda kabaca günümüzdeki fizikçilerle eşdeğer) çalışmalarından yararlanabilir ve temel “doğa kanunları”nı Dünya’nın fiziksel özelliklerine uygulamaya çalışabilirlerdi. Prensipte bu iki proje birbirini tamamlıyordu. Örneğin sadece kutsal metinde değil, doğanın eski eserlerinde de kayıtlı olan Tufan’ın gerçek bir tarihsel olay olduğunu iddia etmek, bu kadar dramatik bir olayın neden oluştuğunu anlamaya çalışmakla oldukça uyumluydu. Steno ile Hooke fosil deniz kabuklarının suyun dışında, karada olmalarına dair fiziksel nedenler ileri sürdüklerinde iki konuyla da ilgileniyorlardı. Ama aslında yeryüzünü doğal nedenler bağlamında anlama girişimi, tarihini yeniden canlandırma girişiminden farklı bir tür teorileştirmeye dönüştü.
Nedensellik teorileri önerenler genellikle yeryüzünü bir bütün olarak açıklayabilecek büyük resmi oluşturmayı hedefliyordu: Sadece bugüne gelmesine neden olan geçmişi değil, doğanın değişmeyen yasalarının devam eden sürecini dikkate alarak, önünde ister istemez uzanan geleceği de çizmeye çalışıyorlardı. Hem geçmiş, hem de gelecek senaryolarını içeren bir model, daha önce 17. yüzyılda yayımlanan çok tanınmış bir eserde yer alıyordu. René Descartes’ın Felsefenin İlkeleri adlı 1644 tarihli kitabı, Fransız filozofun ifadesiyle bütün evrenin “doğanın temel yasalarıyla” yönetilen tahmini bir resmini çizmişti. Yeryüzünü bu görkemli vizyonun içinde incelemişti: Yeryüzü artık eskiden olduğu gibi evrenin tam ortasında duran eşsiz bir cisim değildi, muhtemelen uzaya dağılmış yörüngeli yıldızlar olan çok sayıda benzer gezegenden biriydi (Belki bizimki gibi üzerinde yaşam olan “çok sayıda dünya olması” olasılığı modern uzay araştırmaları ve SETI çağından çok önce hararetle tartışılmıştı). Yeni astronomi bilimi çerçevesinde yeryüzü sadece türünün en erişilebilir örneği olduğu için eşsizdi. Descartes evrenin herhangi bir yerinde, yeryüzüne benzeyen herhangi bir gök cisminin, başından itibaren içinde var olan değişimi ya çoktan geçirdiğini veya gelecekte geçireceğini savunmuştu.
Bu silsile sanki gök cisminin başlangıçtaki durumu (tahminen eski bir yıldız) ve sonra da bunu etkileyen doğa kanunları tarafından belirlenmiş veya programlanmıştı. Descartes’ın görüşüne göre, bundan dolayı cismin yapısı zaman içinde öngörülebilir bir şekilde ister istemez değişmişti. Zamanla başlangıçtaki parlak madde topu konumundan, iç içe geçmiş farklı oluşum tabakalarına ayrılmış olmalıydı. Bunlardan en dıştaki, katı tabaka ya da kabuktu. Descartes zamanı geldiğinde, bu kabuğun çatlayıp kırılacağını savunuyordu. Böylelikle bazı kısımları altındaki sıvı tabakaya gömülecek, bazıları da dışarı doğru kabararak gazlı bir katman oluşturacaktı. Kendi gezegenimizin özel durumunda bu olaylar dağlar, kıtalar ve okyanuslar olarak bilinen çeşitli topografya oluşumlarının ve üstlerindeki atmosferle altlarındaki görünmeyen çekirdeğin (ve varsayımsal sıvı bir tabakanın) ortaya çıkışına neden olacaktı.


Şekil 3.1 Descartes’ın, yeryüzü benzeri her cisim için iki ardışık aşamada, katı kabuk (E, en dıştaki koyu renk tabaka) kırılmadan önce ve sonra, belirli bir değişim sıralamasıyla öngördüğü şematik dilimleri veya kesimleri. Kabuğun bazı kısımları dışarı doğru kabararak en dıştaki gazlı zarfı oluştururken, bazı kısımları da altta yatan sıvı tabakaya gömülmektedir (D). Bunun sonucunda düzensiz bir yüzey topografyası ile üstünde bir atmosfer, altında da görünmeyen bir çekirdek oluşmaktadır. (Gravür masrafından ve 1644 tarihli Felsefenin İlkeleri kitabında sayfa yerinden tasarruf etmek amacıyla, her aşamada kürenin yalnızca yarısı gösterilmektedir.)

Descartes, yeryüzü benzeri cisimlerin bu şekilde yaşayacağı değişim sürecine ilişkin bir zamanlama belirtmemişti. Belirtmesine gerek yoktu. Önemli olan tek şey, doğal süreçler hangi hızda ilerlerse ilerlesin, doğanın kanunlarının böyle bir silsileyi gerektirmesiydi. Ancak gergin politik Karşı Reform dünyasında, süreç konusunda gösterdiği belirsizlik de sağduyulu bir davranıştı. Herkesin bildiği gibi Galileo kozmolojisinin kapsamlı etkileri hakkında Roma’da Katolik yetkililerle kavga etmişti. Descartesın benzer bir kaderle karşılaşmaya hiç niyeti yoktu. Ama aslında teorisi kendi gezegenimize uygulandığı zaman, kronoloji uzmanları tarafından hesaplanan birkaç bin yıla rahatça sığabilirdi. Ayrıca kendisi de Steno, Hooke ve diğer bilginlerin çoğu gibi, bunu sorgulamak için kuvvetli bir neden görmemiş olabilirdi (Bir bütün olarak evrenle ilgili zaman ölçeği bambaşka bir meseleydi).
Her neyse, 17. yüzyılın geri kalanında ve 18. yüzyılın büyük bir bölümünde, Descartes’ın ünlü teorisi, yeryüzünün fiziksel gelişiminde etkili olmuş olabilecek doğa yasalarına aynı şekilde odaklanan birçok kişi tarafından örnek olarak kullanılmıştı. En azından prensipte, böyle bir teori sadece belirli olayları değil (örneğin depremleri veya yanardağları), yeryüzünün bulunan tüm fiziksel özellikleri ve doğal süreçleri açıklamaya çalışırdı. Yeryüzünün geçmişte, bugün ve gelecekte işlemesini sağlayan fiziksel “sistemi”nin tamamı için nedensel bir açıklama getirirdi. (Günümüzdeki en yakın eşdeğeri “Dünya sistemleri bilimi”nin aynı anahtar kelimeyi kullanması rastlantı değildi.) Romanların, sonelerin, manzaraların ve senfonilerin edebi ve sanatsal dallar olması gibi Theory of the Earth – Dünya’nın Teorisi adı, özel bir bilim dalı haline geldi.

“Kutsal” Bir Teori mi?
Bu ismi –önemli bir ilave kelimeyle– kullanan ilk büyük eser, yarım yüzyıl önce Ussher’ın entelektüel yaşamının merkezinde olduğu kadar, kendi döneminin merkezinde olan İngiliz bilgin Thomas Burnet tarafından yayınlanan Sacred Theory of the Earth – Dünya’nın Kutsal Teorisi (Telluris Theoria Sacra, 1680-1689) kitabıydı. Burnet modern anlamda aşırı tutucu biri değildi ama kesinlikle uzun zamandır iki tamamlayıcı güvenilir insani bilgi kaynağı olarak gördüğü doğa ve kutsal kitabı, yani Tanrı’nın “yaptıkları” ile Tanrı’nın “söyledikleri”ni birleştirmeye çalışıyordu. Bu nedenle hem değişmeyen doğa kanunları doğrultusunda oluşan fiziksel olaylardan, hem de kaydedilmiş geçmişle tahmin edilen gelecekten bahsediyordu. Teorisi kitaplarının başındaki süslü sayfalarla aydınlatıcı bir şekilde özetleniyordu. Yeryüzünün sonlu bir geçmiş ve geleceğe sahip olduğunu varsayıyordu. Bugün, tam ortadaydı ve kozmik İsa sembolik olarak başından sonuna, Alfa’dan Omega’ya (İsa’dan Tanrı’ya) tüm drama başkanlık ediyordu.
Descartes’ın başlangıçta kırık olmayan kabuk tabakası, Cennet Bahçesi’ndeki insanın ilk dünyasının sakin, düzgün mükemmelliğine benzetilmişti. Sonradan kabuğun kırılması küresel bir Tufan’a neden olmuş ve Nuh’la özdeşleşmişti.


Şekil 3.2 Burnet’ın Sacred Theory of the Earth kitabının görsel özeti: İngilizce çevirisinin süslü kapağı (1684). Kronoloji uzmanlarının sonlu doğrusal tarihi burada, gelecekte tamamlanacağını simgelemek amacıyla daire şeklinde kıvrılmış. İsa, kendisine atfedilen Yunanca tanımıyla, “Ben Alfa ve Omega’yım,” derken yedi aşamanın birinci ve sonuncusunun yanında bacaklarını açarak ayakta duruyor. Saat yönünde ilerlediğiniz zaman, başlangıçtaki Karmaşa’dan sonra, Tufan’dan önceki cennet gibi yeryüzünün düzgün mükemmelliği geliyor. Sonra da küresel Tufan oluyor (Nuh’un küçücük gemisi yüzerken gösteriliyor). Bugünkü yeryüzü, bildiğimiz kıtalar ve okyanuslarla tam ortada. Hâlâ gelecekte –doğanın değişmeyen yasalarının işleyişi dikkate alındığında öngörülebilen– bugünkü yeryüzünü mahvedecek küresel volkanik “Büyük Yangın”, sonra İsa’nın bin yıllık iktidarı sırasında yeryüzünün mükemmelliği ve finalde yeryüzünü yıldıza dönüştürecek Son. Geçmiş ve gelecek çarpıcı derecede simetrik bir şekilde bugünün iki yanında yer alıyor. Uzay-zaman çerçevesinde, ilahi âlemin sonsuzluğunu simgeleyen melekler sıralamayı dışarıdan izliyor. Ancak yeryüzünün kendisi sonsuz değil. Dairesel sıralamanın belirli bir başlangıcı ve sonu var.

Sular çekildiğinde, kıtalar ve okyanuslardan oluşan düzensiz coğrafyasıyla, bugünün kırılmış ve mükemmel olmayan dünyası ortaya çıktı. Geleceğe ilerledikçe, Tufan’ı yaratan doğa kanunları, zamanı gelince İncil’de öngörülen ve kıyamet olarak tanımlanan çok büyük yanardağ patlamaları yaratacaktı. Bu olay yeryüzünü temizleyecek ve ikinci kez düzgün ve mükemmel hale getirecekti. Böylece yeryüzü İsa’nın gelecekteki bin yıllık iktidarına hazır ve uygun olacaktı. Sonunda ve yine, faaliyet halindeki doğa kanunları sayesinde yeryüzü bir yıldıza dönüşecekti. Bu silsilenin tamamı, açıkça belirtilmeden, kronoloji uzmanlarının belirlediği türde bir zaman çizelgesi içinde yatıyordu (Sondan bir önceki dönemin, yani “milenyum”un fiilen bin yıl sürmesi bekleniyordu). Burnet, yeryüzünün sonsuz olabileceği ya da periyodik bir tarih türüne sahip olabileceği önerilerini açıkça reddediyordu. Kendi silsilesinin yuvarlak oluşu tamamlandığını, İsa’nın “Alfa ve Omega”sında gösteriyordu. Sonsuzlukçuların betimlediği gibi birbiri ardına sonsuz sayıda benzer döngüler içinde tek bir döngü değildi.
Burnet’ın teorisi son derece etkili olmuştu, hem de sadece bilginler arasında değil. İlginç bir şekilde Burnet, çalışmasının başlığındaki “Kutsal” adına, İncil’deki kanıtları bilimsel bir şekilde ele almasına ve açıkça sonsuzluğu reddetmesine rağmen ateizmle suçlandığını görmüştü. Ayrıca önemli bilimsel kanıtları göz ardı ettiği için eleştirilmişti. Örneğin İncil’deki anlatımda, ilk insanlar Cennet Bahçesi’nden atılmışlardı; o kadar “düşmüş” bir dünyaya atılmışlardı ki torunları (Nuh ve ailesi hariç) Tufan’da ölmeyi hak etmişlerdi. Oysa Burnet, Düşüş’ü göz ardı etmiş ve bütün Tufan öncesi dönemi cennet gibi mükemmel olarak betimlemişti. Başlangıçtaki bu mükemmellik, hiç deniz olmamasını gerektiriyordu (deniz, İncil’de karmaşa halindeki doğayı simgeliyordu). Bu nedenle Burnet’ın teorisinde deniz fosillerinin kaya tabakalarına gömülü olmasına olanak yoktu. Aslında Burnet, Royal Society’de, başka yerlerde aynı dönemde yaşayan bilginler arasında kayalar ve fosiller hakkında yaşanan hararetli tartışmaları tamamen göz ardı etmişti. Burnet çok daha ciddi bir şekilde hem Tufan’ı, hem de Büyük Yangın’ı sadece, bu büyük olayları kesin veya önceden planlanmış, dolayısıyla prensipte öngörülebilir hale getiren doğa kanunlarının işleyişine bağlamıştı. Bunu geleneksel, öngörülemeyen düşmüş insanların ahlaki davranışları hakkındaki ilahi kıyamet yorumlarıyla uzlaştırmak zordu.
Ancak Burnet’ın teorisi, sadece eleştirenler tarafından değil, ikna edici bulanlar tarafından da çok ciddiye alınmıştı. Örneğin Isaac Newton, Burnet’ı teoriyi nasıl geliştirebileceği konusunda önerilerde bulundu. Gezegenimizin dönme hızında başlangıçta değişiklik yapıldığında, Yaratılış “günleri” aslında yıllar olabilirdi (gerçi bu zaman çizelgesini pek genişletmiyordu). Newton’ın hayranı ve sonradan Cambridge’de halefi olan William Whiston, yayınladığı A New Theory of the Earth – Yeni Dünya Teorisi (1696) kitabında Descartes’ın doğa kanunlarını Newton’ınkilerle değiştirmişti. Bu değişikliğin Burnet’ın teorisini geliştirdiğini ve güncelleştirdiğini iddia etmişti. Özellikle, hem geçmişteki Tufan’ın hem de gelecekteki Büyük Yangın’ın fiziksel nedeninin kuyrukluyıldızlar olabileceğini ileri sürmüştü (Kuyrukluyıldızlar Newton’ın çalışmaları ışığında daha iyi anlaşılmıştı ama bu tür büyük etkiler yaratabilecek kocaman kütleler oldukları düşünülüyordu). Ancak Whiston’ın asıl amacı Burnet’ınkiyle aynıydı: Alt başlığında belirttiği üzere, kutsal kitaptaki tarihin “mantık ve felsefeye mükemmel bir şekilde uyduğunu” göstermek. Din ve doğabilimlerinin uyumlu olduğu iddia ediliyordu ve özlerinde kesinlikle birbirleriyle çelişmiyorlardı, gerçi aralarındaki ilişki şiddetli bir tartışma konusuydu.
“Yeryüzü Teorisi” artık bir bilim türüydü ama oldukça tartışmalı bir türdü. Aslında, Burnet’ın çalışmaları o kadar büyük bir kitap ve broşür bolluğu yaratmıştı ki –birçoğu tek ve gerçek teoriyi açıkladığını iddia ediyordu– bir eleştirmen küçümseyerek projenin tamamını, “yeryüzünü yeniden yaratmak” şeklinde tanımlamıştı. Buna rağmen Burnet’ın teorisi, 18. yüzyıl boyunca bilginler arasında popüler olmaya devam etmiş, ancak iki önemli şekilde değiştirilmişti. Birincisi, o yüzyılda ortaya çıkan yeryüzünün olası zaman sürecinin hiçbir çaba göstermeden çok fazla genişlemesini özümsemişti (Bunun için kullanılan kaynaklar bilim türünün kendisinden oldukça farklı olduğundan, gelecek bölümde anlatılacaktır). İkincisi, entelektüel Aydınlanma hareketinin kültürel ortamında, “Yeryüzü Teorisi” genellikle tamamen fiziksel boyutta doğa kanunlarıyla uğraşan bir projeye indirgenmişti. Burnet’ın ve diğer birçok kişinin teorilerinde görüldüğü haliyle doğanın ve kutsal kitabın kanıtlarını birleştirme girişimi, genellikle yarıda bırakılmış veya en azından yeterince önemsenmemişti. Açıkça belirtilmiş ateizmde ilahi boyut ender olarak reddediliyordu. Ancak, Aydınlanma bilginleri tarafından yaygın bir şekilde benimsenen “deizm” bunu bir kenara atmıştı. Tanrı’nın tamamen yüce ama aynı zamanda insan tarihi sürecinde yeryüzüyle etkileşim halinde olduğu şeklindeki dinamik anlayışa sahip geleneksel Hıristiyan (ve Yahudi) “teizm”inin aksine, deistler ilk başta –uygulamada neredeyse kişilikdışı görülen– bir “Üstün Varlığın” evreni tasarladığını ve yarattığını ama ondan sonra kendi haline bıraktığını öne sürüyordu. Deizm perspektifinden bakıldığında, büyük Tufan’ın yarattığı iddia edilen fiziksel etkiler genelde hafifsenmiş veya tamamen inkâr edilmiş, oysa Yaratılış öyküsü çoğunlukla bilimsel açıdan değersiz olduğu gerekçesiyle göz ardı edilmişti. Bu durum, yeryüzünün incelenmesini çok derinden etkilemişti. Yararlı bir şekilde, yeryüzünün nedensel süreçlerini yöneten zamansız doğa kanunlarına odaklanılmasını sağlamıştı. Ancak bir yandan da kutsal kitabın her türlü kanıtını reddederek, dikkatlerin yeryüzünün muhtemelen tekrarlanmayan umulmadık tarihinden uzaklaşmasına neden olmuştu. Bu durum burada iki önemli Aydınlanma dönemi bilgininin örnekleriyle ve onların aksine, çalışmalarında kutsal kitabın rolünü tekrar dahil etmeye çalışarak yeryüzünün gerçekten tarihsel incelemesini yapmaya çalışan üçüncü bir bilginle gösterilecektir. Bu büyük resimlerin her biri 19. yüzyıla ve hatta daha da sonrasına etkili bir miras bırakmıştır.

Yavaş Yavaş Soğuyan Bir Dünya mı?
Bu büyük teorilerden biri, onlarca yıl boyunca Paris’teki Kraliyet Doğa Tarihi Müzesi ve Botanik Bahçesi’nin (şimdi Jardin des Plantes içindeki Muséum National d’Histoire Naturelle) müdürü olan Georges Leclerc, yani Kont Buffon sayesinde olmuştu. Leclerc, Fransa’nın kültürel ve politik ortamında etkili bir kişilikti. Devasa, çok ciltlik eseri Doğal Tarih (Histoire Naturelle, 1749-1789), doğa dünyasının üç “krallığı”nın –hayvanlar, bitkiler ve madenler– tamamı hakkında kapsamlı bir araştırma olarak tasarlanmış ama sonunda çoğunlukla hayvanlarla ilgilenen bir esere dönüşmüştü. Bu, doğanın geleneksel statik tanımı anlamında “doğa tarihi”ydi, modern anlamda zaman içinde uzanan değişikliklerin anlatıldığı doğanın “tarihi” değildi.
Buffon’un giriş makalelerinden biri yeryüzünün, tanımlamayı planladığı organizmaların ortamı olarak değerlendirildiği bir teori çizmişti. Yeryüzünü, hiç durmadan, yavaş yavaş ama genel bir yönü olmadan değişen bir sahne olarak betimlemişti. Geçmişte değişimin fiziksel nedenlerinin yalnızca erozyon ve tortulaşma gibi bugün de gözlemlenebilen ve gelecekte de devam etmesi beklenen oluşumlar olduğunu ileri sürmüştü. Bazı yerlerde denizin karayı aşındırdığı görülüyordu, başka yerlerde yeni karalar oluşuyordu ve denizin yeri değişmişti. Farklı zamanlarda dünyanın her yeri hem kara hem de deniz olmuştu veya gelecekte de olacaktı. Buffon’un teorisi yeryüzünü bir “durağan halli” dinamik denge durumunda gösteriyordu. Bu nedenle bu, gerçek tarihi olmayan bir yeryüzüydü. Teorisi özellikle ilk Yaratılış’tan veya sonraki Tufan’dan hiç bahsetmiyordu (Başka yerlerde kurnaz bir şekilde, Tufan’ın hiçbir fiziksel iz bırakamayacağını, çünkü bir mucize olduğunu iddia etmişti). Eğer yeryüzü sürekli ama yönsüz bir değişim içindeyse, toplam zaman süreci önemli değildi ve tanımlanması gerekmezdi. Ama diğer taraftan yeryüzünün başının veya sonunun olmadığı, sonsuzluktan yaratılmadan var olduğu düşünülebilirdi. Başkaları Buffon’un yeryüzü hakkındaki görüşlerine dokunmamıştı ama bu görüş hakkındaki çalışmaları, Paris’teki bazı teologlar (ve Jansenistler) tarafından eleştirilen ama başkalarının (Cizvitlerin) daha olumlu yaklaştığı noktalardan biriydi. Bir asır önce Roma’da Galileo’nun da yaşadığı gibi “Kilise”, hatta onun Katolik dalı bile, ağız birliği yapmamıştı. Buffon kraliyet ortamında resmen sansürlenemeyecek kadar güçlüydü; ama dinsel tutuculuk içeren yatıştırıcı bir açıklama yayımlayarak bilimsel görüşlerinin yalnızca varsayım olduğunu (gerçekten de öyleydi) itiraf etmek durumunda kalmıştı.
Neyse, Buffon kısa bir süre sonra yeryüzünün kökeni hakkında bir makale daha yayımladı; gizli bir sonsuzlukçu olduğu konusundaki her türlü kuşkuyu ortadan kaldırdı. Eğer yeryüzünün bir kökeni varsa sonsuz olamazdı (evren, her zamanki gibi bambaşka bir konu olabilirdi). Buffon geçmişte bir noktada büyük bir kuyrukluyıldızın Güneş’le yakın temas sırasında, parlak bir cismin bir parçasını kopardığını öne sürüyordu. Bunun sonucunda cisim yoğunlaşarak aralarında yeryüzünün da olduğu bir dizi gezegene dönüşmüştü. Buffon’un teorisi, Whiston’ınki gibi bilimsel olarak saygınlık kazanmasına yardımcı olan Newton’ın çok beğenilen doğa felsefesinden esinlenmişti (Buffon, Newton’ın bazı eserlerini yavaş yavaş tüm bilimlerin ana uluslararası dili olarak Latincenin yerini almakta olan Fransızcaya çevirmişti).
Buffon, yeryüzü hakkında iki zıt teori oluşturmuştu: Şu andaki süreçlerini esas alan durağan hal teorisi ve geçmişte uzak bir noktada aniden ortaya çıkışına ilişkin diğer bir teori. Yıllar sonra bu iki teoriyi, devasa eserinin son ciltlerinden birinde ve Des Époques de la Nature adını taşıyan kitap uzunluğunda bir makalede birleştirdi. Bu arada, bu yeni yeryüzü teorisinin mümkün olabileceğini gösteren çok gelişme olmuştu. Derin madenlerde artan ısının ölçülmesi (günümüz ifadesiyle “jeotermal ısı”) yeryüzünün iç ısısı gerçeğini doğrulamıştı; Buffon bunun ancak, kendisiyle başkalarının zaten önermiş olduğu parlak kökenden kalan sıcaklık olarak açıklanabileceğini düşünüyordu. Lapland ve Peru’ya yapılan bilimsel keşif gezilerinde gerçekleştirilen hassas ölçümler Dünya’nın genel şeklinin, Newton’ın yasalarının dönen bir sıvı cisim olduğu takdirde öngördüğü gibi kutupları basık küre olduğunu kanıtlamıştı. Avrupa’da yapılan saha çalışmaları Steno’nun en alt tabakadaki kayaların hiç fosil içermediği, dolayısıyla bunların herhangi bir yaşam başlamadan önceki dönemden kalmış olabilecekleri şeklindeki çıkarımını doğrulamıştı. Bunların üstünde olup daha genç oldukları belli olan kayalar birçok tuhaf fosil içeriyordu. Bazıları, örneğin dev ammonitler, bariz bir şekilde tropikal görünüyordu. Tüm sert kayaların üstünü kaplayan oynak çökeltilerde fillerin ve gergedanların kemikleri vardı; ama bunlar Kuzey Sibirya’da bile bulunuyorlardı. Ayrıca hiçbir yerde insan fosili izine rastlanmamıştı (Bu, Scheuchzer’ın kuşkulu “Tufan’ın tanığı insan” iddiasını gözden düşürüyordu).
Buffon bizzat bu araştırmaya doğrudan katkıda bulunmamış olsa da Paris’teki Académie des Sciences’a sunulan raporlardan, yürütülen tartışmalardan ve müzesi için elde ettiği fosillerden, bu sonuçları biliyordu. Bunlar, Buffon’a yeryüzünün, onun önerdiği aşırı sıcak kökenden zamanla soğumuş olabileceğini ve bu yavaş yavaş soğumanın birbirini izleyen aşamalarının yeniden canlandırılabileceğini ileri sürmüştü.

Uygarlık tarihinde olduğu gibi insanlık devrimlerinin dönemlerini belirlemek ve insani olayların tarihlerini saptamak amacıyla tapu senetlerine danışıldı, madeni paralar incelendi ve eski yazıtlar deşifre edildi. Yani doğa tarihinde de dünyanın arşivlerini kazıyıp ortaya çıkarmak, yeryüzünün içindeki eski anıtları çıkarmak, kalıntılarını toplamak ve bizi doğanın farklı dönemlerine geri götürebilecek fiziksel değişiklik izlerini bir kanıt grubunda birleştirmek gerekiyor. Uzayın sınırsızlığı içinde bazı noktaları sabitlemenin ve zamanın sonsuz yolculuğunda belirli sayıda dönüm noktasını yerine koymanın tek yolu bu.
Şekil 3.3 Buffon’un, yeryüzü tarihini insan dünyasının tarihçileriyle aynı yöntemleri kullanarak yeniden oluşturduğunu iddia ettiği Nature’s Epochs (Époques de la Nature, 1778) kitabının açılış sözleri. Geleneksel tanımlayıcı “doğa tarihi” modern anlamda doğanın kendi dinamik tarihine dönüştürülecekti. “Sonsuz zaman yolculuğundaki dönüm noktaları” referansı bunların eşit aralıklı olduğunu düşündüğü anlamına gelmemekteydi ve sonsuz olan, sadece zamanın soyut boyutuydu, tarihteki gerçek olaylar kronolojisi değil.
Anlamlı bir şekilde kitabının başlığında, kronoloji uzmanlarından alınmış önemli bir kelime vardı. Uzmanlar insanlık tarihindeki önemli dönüm noktalarına “çağ” diyordu. Buffon doğanın çağlar silsilesini yeniden canlandırmaya çalışıyordu. Bir asır önce Hooke’un yaptığı gibi o da antikacılardan da başka anahtar kelimeler almıştı, fosiller gibi bulgular doğanın “anıtları”ydı, bunlar geçmişten kalan eski eserlerdi. Paralar ve yazıtlarla, belgeler ve arşivlerle benzerlikler, yeryüzünün kendi tarihini yeniden canlandırma iddiasında bulunduğunu daha da açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Buffon yeryüzü tarihi varsayımını, dönen sıcak bir sıvı cisimden –Ateş topu– başlayıp deniz seviyesinden yükseklerde bile büyük tropik kara hayvanlarının ortaya çıkmasına kadar altı çağ halinde tanımlayarak özetlemişti. (Yeni yaşam biçimlerinin kökeni Buffon’la o dönemde yaşayanlar için büyük bir bilmece değildi; bunu başka canlı türlerinin evrimleşmesine veya doğrudan kutsal olaylara değil, bir tür doğal “kendiliğinden oluşum” sürecine bağlıyorlardı.) Altı günlük Yaratılış’la paralelliği atlamak mümkün değildi ama Buffon bunu Genesis’in saygın bir yorumu yerine kurnaz bir parodi olarak düşünmüş olabilir. Ancak bu, her durumda anlatısının çok yönlü yapısını vurguluyordu. Buffon, insanların ilk ortaya çıkışını (Genesis’te altıncı günde olduğu gibi) altıncı çağa yerleştirmeyi planlamıştı. Ancak bu durumda insanlar, en az bir türünün soyunun tükendiğinden kuşkulandığı büyük fosil memelilerle aynı dönemde yaşamış olacaktı. Bu nedenle tam eseri yayımlanmak üzereyken, insanların ilk kez ortaya çıkışını göstermek amacıyla yedinci bir çağ ekledi: Böylece hikâyedeki son önemli olay geleneksel yerini korumuş oldu (gerçi böylelikle insanları, Genesis’te kutsal Sebt tatilince işgal edilen üstün konuma yerleştirmiş oluyordu). Ancak daha da önemlisi Buffon’un son dakikada yaptığı değişiklik, diğer bilginlerin kesin gözüyle baktığı şeyi açıkça sergilemişti: Bu yeryüzü (ve canlı varlıklar) tarihinin neredeyse tamamı insanlar ortaya çıkmadan önce yaşanmıştı. İnsanlar hâlâ hikâyenin zirvesinde olabilirdi ama şimdi insan olmayan giriş çok genişlemişti. Başka bir deyişle insanlık tarihi, çok daha uzun bir dramda final sahnesine indirgenmişti.
Ancak tarihin ne kadar uzun olduğu konusu, yani geleneksel birkaç bin yılın çok ötesine uzanan bir toplam süreç fikri, diğer bilginler tarafından da hesaba katılmış olsa da Buffon’un açıklığa kavuşturduğu bir konuydu. Diğerlerinin aksine Buffon süreci, doğru rakamlarla tespit etmeye çalışmıştı. Kırsal kesimdeki konağında bulunan demir imalathanesini kullanarak çeşitli maddelerden yapılmış farklı boyutlardaki küçük topların akkor halinden oda sıcaklığına soğuma hızını ölçtü ve sonra sonuçları yeryüzünün boyutuna yükseltti. Bu işlem sonucunda yeryüzünün toplam yaşının yaklaşık 75.000 yıl olduğunu belirlediyse de bunun fazlasıyla düşük bir tahmin olduğundan kuşkulandı ve içten içe sayının on milyonlara varabileceğini düşündü. Buffon’un yayınladığı düşük tahmin bile kronoloji uzmanlarının olağan hesaplarını altüst etti. Yüksek tahminlerini kendisine saklamasının sebebi kilise yetkilileri tarafından eleştirilme korkusu değildi. Aksine, düşük rakam için deneysel kanıtları olduğunu düşünüyordu, oysa yüksek rakam konusunda yalnızca önsezisi vardı. Haklı olarak korktuğu şey, diğer bilginlerin önerisinin fazla spekülatif olduğuna ilişkin eleştirileriydi. Buffon’un bulduğu bütün rakamlar, küçük modellerden gerçek yeryüzüne yaptığı büyütme işlemine ve tabii, soğutma teknolojisinin geçerliliğine dayanıyordu.
Buffon yeryüzünün yaşını, teorisi hakkında çok daha önemli bir bilgi veren bir bağlama yerleştirmişti. Onun tarih silsilesinin tamamı, başlangıçta akkor halinde olan bir cismin soğuma hızına bağlıydı, bu nedenle Güneş sistemindeki tüm cisimlere, hem gezegenlere hem de uydulara aynı şekilde uygulanabilirdi. Bunların soğuma hızı, esas olarak her cismin büyüklüğüne olduğu kadar Güneş’in sıcaklığına ve yakınlığına da bağlı olacaktı. Aslında, Buffon’un teorisi Descartes’ın çok daha eski teorisini örnek almıştı. Olayların sıralaması, sadece akkor durumdaki cismin başlangıç koşullarına ve soğuyan cisimlerin fizik kurallarına bağlı olarak, baştan sona kadar kesin olarak belirlenmişti veya adeta önceden programlanmıştı. Üstelik bu sadece her cismin geçmişine değil, aynı şekilde geleceğine de uygulanacaktı. Yeryüzünün durumunda Buffon, gezegenimiz daha da soğudukça ve Kuzey kutbunun donmuş atıkları yerkürenin diğer bölgelerine yayılıp onu (çok sonra ortaya çıkan bir deyimle ifade etmek gerekirse) Kartopu haline dönüştürdükçe ömrünü tamamlayacağı nihai yok oluş tarihi konusunda bir tahminde bulunmuş, hatta bunu hesaplamıştı. Bu Buffon’un yeryüzü teorisinin, söylemlerinde kullandığı tüm metaforlara rağmen –doğanın paraları ve yazıtları, çağlar ve anıtlar gibi– yalnızca çok sınırlı anlamda tarihsel olduğunu göstermektedir. Yeryüzünün zaman içinde, sabit doğa kanunları altında gösterdiği öngörülebilir fiziksel gelişimini (Ateş Topu’ndan Kartopu’na), geçmiş ve gelecek senaryosu halinde yeniden canlandırmıştı. Ancak yeryüzünün tarihi, insanlık tarihinin karışık, öngörülemeyen, beklenmedik durumundan yoksundu. Aslında bu, Genesis’teki Yaratılış anlatısının dinsel olmayan bir versiyonuydu ve yönlü değişim vurgusunu benimsemiş olsa da ilahi girişim temelinden türeyen derin durumsallığı dikkate almamıştı.


Şekil 3.4 Buffon’un Güneş sisteminin ilk oluşumundan beri gezegenlerin ve uyduların her birinin ömrü konusunda yaptığı hesaplar bin yıl (Ka) cinsinden veriliyor. Bu şekilde, zaman, günümüzdeki tarzla soldan sağa doğru akmış ve Buffon’un, küçük örnek topların akkor halinden soğuma hızıyla yaptığı deneyleri her cismin gerçek boyutuna büyüterek elde ettiği rakamlar (1775) esas alınarak yapılmış. Buffon her birinde, “dokunulabilecek” kadar soğuduktan hemen sonra, hayatın “kendiliğinden” başlayacağını ve yüzey ısısı, suyun donma noktasına ulaştığında sona ereceğini düşünüyordu (ayrıca bütün bu cisimlerin katı olduğunu ve fiziksel olarak yeryüzüne benzediklerini varsaymıştı). Geçmişle gelecek arasında ayrım yapılmamıştı ve bugünün konumu sadece, başka rakamlardan oluşan yoğun matrisin ortasında yeryüzüyle ilgili tek bir rakamdan –72,832 yılda– anlaşılmaktadır. Öngörülen geleceğin, geçmişten çok daha uzun olması dikkat çekicidir. Buffon bütün hesaplarının “kuramsal” olduğunu kabul ediyordu ama soğuyan cisimlere ilişkin evrensel fizik kuralları dikkate alındığında bütün bu cisimlerin, özellikle de yeryüzünün gelişim sürecinin, kesin ve öngörülebilir olduğu görüşünü vurguluyordu.

Buffon’un yeni yeryüzü teorisi farklı tepkiler aldı. Yine, Paris’teki yerli teologlarla birkaç zorluk yaşanmıştı ama onlar eskiye oranla daha da sessiz kalmışlardı. Aydınlanmanın kültürel merkezinde bu tür eleştiriler aslında ilgisiz oldukları gerekçesiyle dikkate alınmamıştı. Nature’s Epochs’un anlamlı edebi tarzı, genel okuyucuları tarafından çok takdir edilmişti ama bilginler Buffon’un makalesini, bu kadar spekülatif olduğu için yalnızca bir “roman” olarak değerlendirme eğilimindeydi. Somut gözlemlere dayandığı noktalarda bunlar Buffon’un kendi gözlemleri değildi, büyük ölçüde başkalarının gözlemleriydi (soğuma deneyi istisnaydı). Hemen hiç saha çalışması yapmamıştı ki bu çalışmalar şimdi böylesi ciddi araştırmalar için gerekli görülmekteydi. Buffon’un son derece açıklayıcı sistemi okuyucularının yeryüzünü, ilk insanlık tarihinden bile çok daha geriye giden uzun ve değişken bir geçmişi olan bir gezegen olarak hayal etmelerine yardımcı olmuştu. Ancak başkaları için bu devasa ve etkileyici panorama yalnızca hayali bir bilimkurgunun parçasıydı.

Döngüsel Yeryüzü Mekanizması mı?
Sadece birkaç yıl sonra, varsayıma dayalı “sistemler” kalabalığına oldukça farklı bir başka yeryüzü teorisi eklendi. Bu teorinin sahibi, Edinburgh’da David Hume ve Adam Smith gibi Aydınlanma’nın ünlü isimlerini içeren entelektüel ortamda bulunan İskoçyalı bilgin James Hutton’dı. Hutton da onlar gibi kendini aslında filozof olarak görüyordu. En kapsamlı çalışması epistemoloji (bilgi felsefesi) hakkındaydı. An Investigation of the Principles of Knowledge (Bilginin İlkeleri Hakkında Bir Araştırma – 1794) adının ima ettiği kadar geniş kapsamlı bir kitaptı. Theory of the Earth (Dünya Teorisi – 1788’de özeti, 1795 yılında da daha kapsamlı bir versiyonu yayımlandı) çok daha azimli bir entelektüel projenin yalnızca bir bileşeniydi. Hutton, Buffon gibi yeryüzünü düşünürken doğanın sanki istenen etkileri yaratabilmek için gereken uzunlukta zamana sahip olmasını doğal karşılıyordu; başka bir deyişle, bir filozof gözlemlenebilecek bir şeyi açıklamak için gerektiği kadar zaman kullanabilirdi. Yine Buffon gibi Hutton da bu tür açıklamaların genellikle, etrafındaki dünyada hareket halindeyken gözlemlenebilen yavaş doğal süreçler –örneğin erozyon ve çöküntü gibi– cinsinden yapılması gerektiğine kesin gözüyle bakıyordu. Bu ilkelerin ikisi de zaten 18. yüzyıl sonunda bilginler tarafından benimsenmişti ve Hutton bunları yaratıcı bir şekilde kullanan ilk kişi değildi. Yanlış bir inanç yüzünden, İngilizce konuşanlara hatta bizzat İskoçlara özgü bir şovenizmle, Hutton’a jeolojinin eşsiz, önemli ve kurucu “babası” gibi hak etmediği bir modern saygınlık verilmişti. Hutton, Buffon’un çalışmalarından bahsetmemişti ama herhalde onlardan haberi vardı: Buffon uluslararası bilim sahnesinde önemli bir kişiydi ve Hutton –bu dönemdeki tüm eğitimli İngilizler gibi– rahatlıkla Fransızca okuyabiliyordu.
Hutton insan vücudunda kan dolaşımı hakkında (Latince) bir tez yazarak Leiden’deki büyük Hollanda üniversitesinde doktorluk diploması almıştı. Sonra İskoçya’ya döndüğünde, bugün “hidrolojik döngü” denilen konu hakkındaki tartışmaya katkıda bulunmuştu: Su yağmur halinde yağıyor, nehirlerle denize akıyordu. Burada buharlaşma ile bulutlar oluşarak yağmur yağdırıyor, döngüyü tamamlıyordu. Bu tür döngüsel veya sürekli sistemler Aydınlanma bilginleri arasında olayları hem doğa hem de insan dünyasında anlama yolu olarak çok popülerdi. Bu nedenle Hutton’ın, eskiden Buffon’un yaptığı gibi yeryüzü için bir başka sürekli döngüsel sistem geliştirmesi şaşırtıcı değildi.
Hutton insan hayatının, bitki ve hayvanların yaşamına bağlı olduğuna, buna karşılık onların hayatının da toprağa bağlı olduğuna inanıyordu (Edinburgh yakınlarında çiftlikleri vardı ve tarım konusuna uzun süre düşünmüştü). Toprak, altında yatan ana kayaların kırılmasıyla oluşmaktadır ama sürekli olarak nehirlere, oradan de denizlere sürüklenmektedir. Hutton bu nedenle karanın uzun vadede, erozyonla deniz seviyesine inerek kaybolacağını ve artık insan hayatını destekleyemez hale geleceğini savunuyordu. Ancak kaybedilen toprakların yerine geçecek yeni kara parçaları yaratabilecek başka süreçler olmalıydı. Karadan denize sürüklenen toprak denizin dibinde birikiyor olmalıydı. Eğer orada toplanıp yeni kayalar oluşturuyorsa ve yerkürenin o bölgesinde yeryüzünün kabuğu yavaş yavaş deniz seviyesinin üstüne çıkarsa yeni kara parçaları oluşur ve döngü tekrarlanabilirdi. Hutton bu önemli “yenilenme” sürecinin, yeryüzünün derinliklerindeki devasa ve yaygın ısı gücüyle beslenmesi gerektiğini, gezegenin yüzeyini daimi bir değişim sahnesi haline getiren şeyin bu olduğunu iddia ediyordu.
1785 yılında ilk makalesi Edinburgh’daki Yeni Kraliyet Derneği’nde okunurken Hutton’ın açıklayıcı bir şekilde adlandırdığı gibi, bu dinamik ama sürekli “yaşanabilir yeryüzü sistemi”nin asıl amacı yeryüzünün devamlı olarak, sonsuza dek insanlar tarafından yaşanabilir halde kalmasını sağlamaktı. Teorisi, doğa teolojisine ve özellikle yeryüzünün, akıllı ve cömert tasarımını takdir edebilen mantıklı varlıkları desteklemek amacıyla oluşturulduğu şeklindeki deistik inanca dayanıyordu (Akıllı Tasarımın modern yaratılışçılık yandaşları yalnızca eski bir kavramı yeniden ısıtmaktadır). Hutton’ın belirttiği üzere bu, “bilgelik ve yardımseverliğin değişen yerkürenin sonsuz düzenini yönettiği bir sistemdi.” “Bu sistemin, yeryüzünde onu algılayabilecek tek canlı varlık olan insanlar için tasarlandığı düşünüldüğünde bu, onlar için ne kadar büyük bir rahatlık,” diye eklemişti Hutton. Bu dil (bazen Sovyet rejimi altında yayınlanan bilimsel çalışmaları çarpıtan Marksist dil gibi) yalnızca ateizmin politik sağduyululukla kapatılması amacında değildi. Bu dil, Hutton’ın yazılarına egemen olmuştu ve onun deistik inançlarını içtenlikle ifade ettiği çerçeve dışında hiçbir anlam taşımıyordu.
Hutton ancak yeryüzüyle ilgili süreklilik teorisini halka daha doğrusu Edinburgh’lu diğer bilginlere sunduktan sonra İskoçya’da kapsamlı saha araştırması yaparak teorisi geçerliyse neyle karşılaşacağını yokladı (şimdi “hipotezli tümdengelim” denilen bilimsel yöntemi kullanıyordu). Beklendiği üzere, genellikle en alt konumda belirgin bir kaya olan granitin, aslında en eski kaya olamayacağına dair kanıt buldu. Granit soğuyarak kristalli bir cisim haline dönüşmeden önce, üzerindeki kayaların içindeki çatlaklara son derece sıcak bir sıvı olarak sızmış gibiydi. Hutton bunu, yeryüzünün kabuğunun altında kabararak yeni kara alanları yaratma gücünü sağlayan aşırı derecede sıcak bir sıvı olduğunun kanıtı olarak değerlendirmişti. Bu tür yükselmelerin defalarca gerçekleştiğini iddia etmişti. İngiltere’de Sanayi Devrimi’nin ilk zamanlarında olağanüstü bir rol oynayan buharlı makinelere atıfta bulunarak, yeryüzünün bir “makine” olduğunu söylemişti. Buharlı makineler ısının devasa, kapsamlı gücünü göstermişti; her aşamada, sonsuza kadar tekrarlayan döngüler halinde çalışmayı sürdürebiliyorlardı. Hutton yeryüzünü buhar makinesine benzeyen doğal bir makine yapan şeyin bu döngüsel yapı olduğunu savunuyordu.
Hutton ardışık silsilesiyle oluşmuş kayaların sağlam olduğu yerlerde bu doğal makinenin işleyişi hakkında ilave kanıtlar aramış ve bulmuştu. Eğer bir deniz tabanına yatay tabakalar olarak biriken bir dizi katman, sonradan kabararak kuru bir kara oluşturmuş, sonra yağmur ve nehirlerle aşınarak deniz seviyesine inmiş, sonra da başka bir deniz tabanına birikmiş ikinci bir katman dizisiyle kaplanmış ve daha sonra tekrar kabararak kurak bir kara parçası oluşturmuşsa bu en az iki ardışık “yaşanabilir yeryüzü” kanıtı olarak değerlendirilebilirdi.
Hutton bunlardan önce başkalarının olduğundan ve gelecekte başkalarının olabileceğinden kuşkulanmak için hiçbir neden görmemişti. Kendisinin en sevdiği benzetmeyi kullanacak olursak, yeryüzünün “sistemi” Güneş sistemindeki gezegenlerin yörüngeleri kadar tekrarlanıyordu; ardışık “gezegenler” ardışık yörüngelerden farklı değildi. Fosillerin başka şeyler ileri sürdüğünü düşünmüyordu. Bu noktada onun için önemli olan tek şey, bitki ve hayvan fosillerinin eski “gezegenlerde” hem karanın hem de denizin mevcut olduğunu kanıtlamasıydı. Hutton kayıtlı insanlık tarihi öncesinde insan hayatı olduğuna ilişkin fosil kanıtı olmadığını kabul ediyordu; ama bitki ve hayvan fosilleri, o olmayan kanıtların yerini tutuyormuş veya onları temsil ediyormuş gibi davranıyordu. Deistik akıllı tasarım sisteminde onun nihai amacını yerine getirmek üzere gerçekte insanlar da olmasaydı, çok sayıda insansız yaşam olan “yerküre” anlamsız olurdu.


Şekil 3.5 Hutton’ın yayımlanan ve 1787 yılında Güney İskoçya’da bir nehir vadisinde bulduğu iki dizi katman arasındaki açılı “birleşim yeri”ni gösteren gravürü (1795). Alttaki ve daha yaşlı olan katman, başlangıçta yatay tabakalar olarak birikmiş olsa da kabararak dikey konuma gelmişti; sonra aşınmış ve katmanın tepesi kesilmişti (üstte bazı parçalar kalmış); sonra üstüne daha genç bir katman dizisi birikmiş ve bu katman yükselerek bitkilerin, hayvanların ve insanların yaşadığı bugünkü kurak alanı oluşturmuştu. Hutton’ın görüşüne göre bu kayalar, okyanusta iki ardışık birikimin ardından kabararak yeni kara oluşmasını ve sonra aşınmasını simgelemekteydi. Bunlar iki ardışık yaşanabilir dünyanın kalıntılarıydı.

Artık mantık yürütmenin sonuna geldik; şu andaki gerçeklere katkıda bulunacak başka veri yok. Ama elimizdekiler yeterli, doğada bilgelik, sistem ve tutarlılık olduğunu bulduğumuz için memnunuz. Zira bu gezegenin doğal tarihinde, bir dizi gezegen gördüğümüz için buradan, doğada bir sistem olduğu sonucuna varabiliriz. Benzer şekilde, gezegenlerde köklü değişiklikler olduğundan, bu değişikliklerin sürdürülmesini sağlayan bir sistem olduğu sonucuna varılmıştır. Ama eğer birbirinin ardından gelen gezegenler, doğa sistemi içinde oluşuyorsa yeryüzünün kökeninde daha ileriye gitmeye çalışmakta yarar bulunmamaktadır. Bu nedenle, şu andaki araştırmamızın sonucunda, herhangi bir başlangıç izi veya son olasılığı bulamadık.
Şekil 3.6 Hutton’ın Theory of the Earth (1795) kitabının son paragrafı ve yeryüzü “sisteminin” ne başlangıç ne de son işareti gösterdiğini iddia eden ünlü son cümlesi. Hutton’ın “ardışık gezegenler” içeren –burada açıkça Güneş’in etrafındaki ardışık gezegen yörüngelerine benzetilmektedir–, kökeni olmayan ve geçmişten geleceğe uzanan durağan, sürekli sonsuzluk içeren teorisini özetlemektedir. “Bilgelik” ve “niyet” ve de aslında “sistem” dili, Hutton’ın deistik teolojisini ifade etmektedir: Dünya mekanizmasının Akıllı Tasarımı, yaşanabilir topraklarda sonsuza kadar insan hayatı olmasını sağlamasına imkân vermektedir.
Bu nedenle Hutton, yeryüzünün eskiden şu andaki halinden farklı olduğunu veya gelecekte farklı olabileceğini düşünmeye gerek görmemişti. Karanın sürekli olarak aşınması ve denizin altında kaybolmasına rağmen, başka yerlerde karalar ortaya çıkıyor ve kaybedileni telafi ediyordu. Yani insanların yaşaması için hep kara olmuştu ve olacaktı. Bu nedenle Hutton’ın sürekli, durağan gezegeni, sonsuza dek insan hayatını destekleyecek şekilde tasarlanmış bir “sistem” olarak Buffon’un gelişen gezegeninden daha az tarihseldi. Hutton’ın ardışık gezegenleri zamanda sonsuz bir silsile oluşturuyordu ama tekrarlanan gezegen yörüngeleri nasıl Güneş sisteminin gerçek tarihi değilse, bu da yeryüzünün gerçek tarihi değildi.
Hutton’ın teorisi kendi ülkesinde ve Avrupa’da bilginlerin dikkatini çekmişti. yeryüzünü sonsuz olarak tanımladığı, aynı dönemde yaşayan bilginler, hem destekleyenler, hem eleştirenler açısından gayet açıktı. Örneğin Erasmus Darwin (Charles’ın büyükbabası) teoriyi onaylayarak Hutton’a göre “sudan ve karadan oluşan kürenin” hep sonsuz olduğunu ve olacağını belirtmişti. Başka bir yazar, açık bir şekilde The Eternity of the Universe (Evrenin Sonsuzluğu) adını verdiği destekleyici kitabında bunu aktarmıştı. Diğer tarafta, bir eleştirmen alaycı bir şekilde Hutton’ın, “ezelden beri düzenli olarak birbirinin ardından gelen pek çok yeryüzü olduğunu ve bu silsilenin sonsuza dek süreceğini” iddia ettiğini belirtmişti. Ayrıca kayalar hakkında bir iki şey bilen bir maden araştırmacısı, Hutton’ın “açıklanamayacak bir sistemi, yani dünyanın sonsuzluğunu desteklemek için her şeyi çarpıttığından ve zorladığından” yakınmıştı. Bu tür eleştiriler kısmen teorisinin bilimsel özelliklerine, örneğin tüm yumuşak çökeltilerin yoğun bir şekilde ısıtılarak hatta okyanus tabanında eritilerek sert kayalara dönüştürülmesi gerektiği iddiasına yöneltiliyordu.
Hutton’ın sistemi göz ardı veya ihmal edilmemişti ve tabii, Aydınlanmanın kültür merkezlerinden birinde yaşayıp görüşleri yüzünden eziyet görmesi düşünülemezdi. Ancak 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde, bilginler genellikle “Yeryüzü Teorisi” türünün ömrünü tamamladığını düşünüyordu. Yaygın bir şekilde, Hutton’ın örneğinin, Buffon’unki gibi ciddiye alınamayacak kadar spekülatif olduğu düşünülüyordu. Detaylı gözlemlerinin bir kısmı değerli olarak kabul edilse de teorisi, 18. yüzyıldaki aynı türdeki diğer çalışmalar gibi unutulsa daha iyi olurdu ama o, Hutton’ın ölümünden sonra yeni yüzyılın zevkine uyacak şekilde yeniden paketlenip insanlara sunuldu.

Antik ve Modern Yerküreler mi?
Ancak Hutton’ın eleştirenlerden biri, hem de en akıllılarından biri, çalışmalarıyla bu bilim türünün hem değişeceğinin, hem de terk edileceğinin habercisi olan Jean-André Deluc’tü (veya de Luc). Deluc, Cenevre vatandaşıydı (Cenevre o zaman şehir devletiydi ve henüz İsviçre’nin parçası değildi), meteoroloji uzmanı ve bilimsel cihaz imalatçısı olarak ün yapmıştı. Otuzlu yaşlarında İngiltere’ye göç etmiş ve Royal Society’ye katılarak Kral III. George’un Almanya doğumlu karısı Kraliçe Charlotte’a entelektüel danışman olarak atanmıştı. Uzun hayatının geri kalanında Batı Avrupa’ya birçok yolculuk yaptı ve eserlerinin çoğunu anadilinde, yani Fransızca olarak yayımladı. Deluc kendini, en az Buffon ve Hutton kadar Aydınlanma filozofu olarak görüyordu ama onların aksine, bırakın deist olmayı, ateist bile değildi. Kendini “Hıristiyan filozof” ya da "teist" olarak nitelendiriyordu. Tutucu bir dindar değildi ama kutsal kitabın insan hayatı konusunda güvenilir bir kılavuz olduğuna ve özellikle de ilahi girişimle ilgili inandırıcı kayıtlar içerdiğine inanıyordu: İncil’i tarih olarak ciddiye alıyordu. Kendinden önceki birçok insan gibi özellikle İncil’deki Yaratılış ve Tufan öykülerinin, yine tarih olarak güvenilirliğini göstermeye çalışmıştı (Bu çabası ona günümüzde, daha az gerekçeyle olsa da Ussher’ınki kadar olumsuz bir şöhret getirmişti).
Deluc’ün bu temalardaki ilk çalışmaları Buffon’un Epochs kitabından hemen sonra ve Hutton’ın Theory’sinden birkaç yıl önce basılmıştı ama ikisinden de radikal düzeyde farklı bir yeryüzü yorumu öneriyordu. Altı ciltlik Letters on the History of the Earth and of Man (Lettres sur l’Histoire de la Terre et de l’Homme – Dünya ve İnsanlık Tarihi Hakkında Mektuplar, 1778-1779), oldukça akıllı bir kadın olan ve bunları muhtemelen dikkatle okuyan hamisi Kraliçeye hitap ediyordu. Kitabın başında, Deluc temkinli bir şekilde yeryüzü hakkında bu tarz teorileştirmelere, evrenin tamamına “kozmoloji” denmesinden hareketle “jeoloji” denmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Bu kelime, biraz anlam değişikliği ile sonunda tuttu. Daha sonraki yıllarda görüşlerini, Avrupa’nın her tarafında yayımlanmaya başlayan bazı periyodik dergilerde, Fransızca, Almanca ve İngilizce olarak yayımladığı uzun makalelerle anlatmıştı; çalışmaları kesinlikle diğer bilginler tarafından biliniyordu. Deluc, Batı Avrupa’da yaptığı saha çalışmalarına dayanarak –Buffon’un Fransa’da yaptığı çalışmaları bırakın Hutton’ın İskoçya’da yaptıklarından bile daha kapsamlıydı– yeryüzünün yakın geçmişinde yaşanan ve İncil’deki Nuh Tufanı kaydıyla özdeşleştirdiği önemli bir olayın tarihsel açıdan gerçekliğini kanıtlayacak fiziksel kanıtlar olduğunu iddia ettiği şeyleri tanımladı.
Deluc de, Buffon’la Hutton gibi iddiasını, bugün gözlemlenebilir derecede etkin olan erozyon ve çöküntü gibi süreçlerle ilgili çalışmalarına dayandırmıştı. Bunlara “güncel nedenler” diyordu (causes actuelle derken “actuelle (güncel)” kelimesini, İngilizcede neredeyse hükmünü yitirmiş olsa da hâlâ birçok Avrupa ülkesinde yer aldığı anlamda kullanmaktadır). Daha sonra gündeme gelecek bir jeoloji sloganını önceden tahmin edermiş gibi geçmişin anahtarının bugünde yattığına inanıyordu. Ancak Buffon’ın aksine Deluc bugünkü nedenleri birinci elden sahada incelemişti; ayrıca Hutton’un aksine bunların, şimdi gözlemlenebildikleri yerlerde ezelden beri etkin olmadıklarını iddia etmişti. Saha kanıtlarının oldukça yakın bir geçmişte, ölçülebilir bir zamanda mevcut kıtalarda harekete geçtiklerini gösterdiğini savunuyordu. Örneğin, Ren ve Rhône gibi büyük nehirler, yukarı doğru aşınan çökeltiyle dolu olduklarından, ağızlarında deltalar oluşturuyorlardı ve bunlar, tarihsel kayıtlardan tahmin yürütülebilecek bir hızda büyüyorlardı. Deluc kum saati (o dönemde şimdikinden daha çok bilinen bir cihazdı) analojisini kullanmıştı: herhangi bir anda aşağıya sızan sınırlı miktarda kum, kum saati baş aşağı çevrildikten sonra sınırlı bir süre geçtiğini gösteriyordu. Deltalar sınırlı büyüklükteydi, bu nedenle aynı şekilde geçmişte belirli bir zamanda oluşmaya başlamış olmalıydılar. Deluc, John Harrison’ın aşırı derecede hassas çalışan donanma kronometrelerine atıfta bulunarak bu tür özelliklere sonradan “doğanın kronometreleri” demişti. (18. yüzyılın en büyük teknik başarısı olan donanma kronometreleri sonunda gemicilikte boylam sorununu çözmüştü). Deluc’ün “kronometreleri” tabii ki hassas değildi ama bu benzetme ona, kendi ifadesiyle “bugünkü dünya”nın başlangıcının, geçmişte birkaç bin yıldan fazla olamayacağını savunma fırsatı vermişti (İncelediği özelliklerin birçoğunun bugün, Buzul Çağı’nın sonunda Kuzey Avrupa’da görülen çok soğuk veya buzul koşulların bitimini takip eden birkaç bin yılı simgelediği düşünülecektir.)
Deluc bu tür yaklaşık bir rakamın, Hutton’ın sonsuzluk savlarını çürütmeye yettiğini iddia etmişti (Yayımlanan mektuplar setinin bir tanesi İskoç bilgine hitaben yazılmıştı). Ayrıca tespiti, Tufan’ın olası tarihi konusunda kronoloji uzmanlarının yaptığı hesaplara uyacak büyüklükteydi. Bu nedenle, “bugünkü dünyanın” İncil’deki o kayıtla eşleşebilen büyük bir fiziksel olayla başladığı iddiasını da destekliyordu. Ancak Deluc, İncil’i harfi harfine yorumlayacak biri değildi. Kıtalarla okyanusların aniden yer değiştirdiğini varsaymıştı: Tufan’dan önceki kıtalar çökerek deniz seviyesinin altına inmişti ve eski okyanus tabanları yükselmiş ve yeni Tufan sonrası kıtalar olarak su seviyesinin üstüne çıkmışlardı. Bu açıklama İncil’deki okyanusların kısa süreyle karaya saldırısı ve sonra geri çekilmesi betimlemesinden çok uzaktı. Ama insan fosili olmamasını açıklıyordu, zira olaydan önceki insan dünyasının tüm izleri şimdi okyanusun dibinde olacaktı. Buna karşılık teorisi, karada bulunan çok sayıdaki deniz fosilini de açıklıyordu, çünkü Deluc’ün görüşüne göre bunlar “eski yeryüzü"nün kalıntılarıydı.
Yani Deluc yeryüzü tarihinin bütününü, birbirinden benzeri görülmemiş büyüklükte bir fiziksel “değişimle” ayrılan iki zıt “yeryüzü” şeklinde yeniden oluşturmuştu. Orijinal Letters – Mektuplar

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403519?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
Yeryüzünün tarihi Martin J. S. Rudwick
Yeryüzünün tarihi

Martin J. S. Rudwick

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Gezegenimiz mamutlara, dinozorlara, küresel buzul çağlarına, çarpışan veya birbirinden kopan kıtalara, düşen göktaşlarına ve bütün bu olan biteni anlamaya çalışan insanların doğuşuna tanıklık etmiştir. Peki, bütün bu tarih nasıl keşfedilmişti? Bunlara ilişkin kanıtlar nasıl toplanmış ve yorumlanmıştı? Kimler, geçmişin hiçbir insanın tanık olmadığı ya da kaydetmediği dönemlerini yeniden canlandırmaya çalışmıştı? Bu sürükleyici ve akıcı kitapta, yeryüzü bilimlerinin önde gelen tarihçisi Martin J. S. Rudwick, gezegenimizin tarihinin hayal edilemeyecek kadar uzun olmakla kalmayıp şaşırtıcı derecede olaylı olduğunu ortaya koyan insanların hikâyesini anlatmaktadır.

  • Добавить отзыв