Slav masalları

Slav masalları
A. H. Wratislaw
Kafkasya’dan Balkanlar’a geniş bir coğrafyaya uzanan Slavlardan büyülü masallar…

Çağlar boyunca yazıdan çok söze güvenen Slav kültüründe masallar, eski inanışların yanı sıra kolektif bilincin de bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor. Slav kültürünün hazinelerinin peşine düşen bilim adamı Albert Henry Wratislaw’ın derlediği bu 57 masal, küçük topluluklar halinde yaşayan Slavların sözlü anlatı kültürünü yazıyla buluşturuyor.

Farklı Slav topluluklarının masallarını bir araya getiren bu kitapta Kaşub Masalı’ndan Alnı Güneşli At’a, İnsanın Kökeni’nden Beyaz Yılan’a bir çok büyülü anlatıya misafir olurken farklı kültürlerin birbirlerini nasıl etkilediğine dair izler de bulacaksınız.

Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.

A. H. Wratislaw
Slav Masalları

Yayıncının Önsözü
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili, Amerikan, Çin, Norveç, Kore, Çingene, Eskimo, Kelt ve Afrika Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Slav Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Önsöz
Folklor alanı son zamanlarda büyük ilgi görüyor. Dolayısıyla bu konuya meraklı okurlara yeni bilgiler sunmaktan çekinmemek gerektiğini düşünüyorum. Bu ilgi çekici alan, karşılaştırmalı mitolojinin doğuşu ve ilerlemesiyle çok daha ilginç hale geldi. Karşılaştırmalı mitoloji halihazırda çok önemli sonuçlar vermiş durumda. Araştırmacılar eksiksiz bir tümevarım için gerekli verinin tümüne ulaştıklarında çok daha önemli sonuçlar elde edilecek gibi görünüyor.
Çoğu Avrupa milletinin masalları ayrıntılı şekilde ele alındığı halde Slav masalları yalnızca kısmen incelenmiştir. Şartlar, Slav folkorunun bilinen bölümüne önemli bir katkıda bulunmamı mümkün kıldı. Elbette çeşitli Slav halklarının sahip olduğu hazineyi, daha doğrusu hazineleri tükettiğimi söyleyemem. Bu hazineler hâlâ yetkin kâşifleri beklemeye devam ediyor.
Yalnızca Slavca kaynaklardan tercüme edilmiş elli yedi masalı paylaşırken bu masalları aldığım eserden bahsetmem gerekir. Eski Prag şehrinin meşhur arşivcisi müteveffa K. J. Er-ben, 1865 senesinde bir Citanka yani okuma kitabı yayımladı. “Çeşitli Slav halklarının kendi lehçelerinde yüz ulusal masal ve hikâye"sini içeren bu kitabın amacı Bohemyalıların farklı Slav lehçelerini öğrenmesine yardımcı olmaktı. Erben, bu kitaba Bohemya dilinde olmayan ya da farklı bir şekilde kullanılan kelimelerin açıklamasının bulunduğu bir sözlük ekledi. Bu sözlük iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Kiril harflerini kullanan ve Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olan Slavların masalları, ikincisinde ise Latin harfli alfabeleri kullanan Katolik ve Protestan Slavların masalları açıklanmıştır. Erben, yalın ve ulusal lehçelerin halkın konuştuğu şekliyle korunmasına bilhassa özen göstermiş ve basılmış külliyatları paylaşmanın yanı sıra daha önce hiç basılmamış masallara da ulaşmıştır.
Kitabına kendi anadili olan Bohemya dilinden başlayarak bu dile çok yakın olan Moravya ve Macar-Sloven (Slovak) lehçeleriyle devam eder. Ardından Yukarı ve Aşağı Lusatya lehçesinden örnekler verir ki bunlardan birincisi eski Bohemya dili ve ikincisi de Lehçe ile akrabadır. Daha sonra Lehçenin hızla kaybolmakta olan bir alt lehçesi olan Kaşupçaya ve nihayet Lehçeye geçer.
Beyaz Rusya lehçesi, Lehçeden Rusçaya geçiş niteliğindedir. Galiçya, Ukrayna ve Güney Rusya’da kullanılan Slavca ise Bohemya diline, Beyaz Rusya lehçesinden daha yakındır. Eski Bohemya diliyle çok yakın olan kadim Rus dili, bugünkü yazılı Rusçanın temeli olup Bulgarcaya geçişi kolaylaştırmıştır. Kuzeybatıda bunun yerini Sırpça alır ve Varazdin yakınlarında konuşulan Hırvatça ise Bohemya diline çok yaklaşır. Karintiya bölgesinde konuşulan İlirya dili ve Slovence, coğrafi yakınlığına rağmen Bohemya dilinden en belirgin şekilde ayrılan lehçelerdir. Aynı şekilde yukarı Lusatya lehçesi, coğrafi bakımdan daha uzak olan Kaşupça lehçesine göre Bohemya dilinden daha farklıdır.
Esasen bu kitabı, yayımlanma amacına uygun olarak tüm Slav lehçelerinin temel özelliklerini tanımak için ele almıştım; fakat bazı masalların olağanüstü güzelliği bende bunların büyük bölümünü tercüme etme arzusunu uyandırdı. Okurlara daha geniş bir seçki sunmamamın nedeni, Büyük Rus skazka’larının[1 - Rus. Masal. (e.n.)] çoğunun müteveffa dostum W. R. S. Ralston[2 - Sözkonusu kitabın Türkçe çevirisi, Maya Kitap Dünya Masalları Dizisi'nin 3. kitabı olarak yayımlanmıştır.] tarafından hayranlık uyandırıcı şekilde tercüme edilmiş, düzenlenmiş ve resimlendirilmiş olması. Dolayısıyla o masalları bu çalışmaya dâhil etmeyi düşünmedim.
Yalnızca Carniola’dan[3 - Günümüzde Slovenya sınırları içerisinde yer alan bir bölge. (e.n.)] derlenmiş Sırp masallarında karşımıza çıkan ve Slav mitolojisiyle ilgili çalışmalarda henüz kendine yer bulamamış münferit bir mitolojik varlık olan Kurent hakkındaki makale için Profesör Gregor Krek’e teşekkür borçluyum. Bu makaleyi sözkonusu masalın başına ekledim. Ayrıca her masal grubunun başında bazı ilginç konuların ele alındığı kısa bir giriş bölümü paylaştım. Bu masallar farklı diller, lehçeler ve alt lehçelere göre birbirini takip ediyor.

BATI SLAVLARI

Bohemya Masalları

Giriş
Bu masallar Bohemya’nın neredeyse dörtte üçünü oluşturan Slav halkı Çeklerin dilinden tercüme edilmiştir. Ulusun erken dönemlerde gelişen edebiyat geleneği, 1348 senesinde Prag Üniversitesi’nin İmparator IV. Charles tarafından kurulmasından önce başlar. Bu dönemden sonra Bohemyalılar uzunca bir süre Avrupa’nın en iyi eğitimli halkı unvanını haklı olarak üstlenmiştir. Örneğin ilk özgün eseri 1377’de basılan Thomas Stiny, bu halkın yetiştirdiği bir nesir yazarıdır ve Kraliçe Elizabeth devrine kadar İngiliz edebiyatında eşine rastlanmaz. Otuz Yıl Savaşları’nda (1620) Bohemya halkı ve edebiyatı iki yüzyıl boyunca ezilmiş, dört milyonun üzerindeki nüfusu korkunç savaş sonunda sekiz yüz bine inmiştir.
Bohemya dili harikulade bir dildir. Tıpkı Latince ve Yunancada olduğu gibi birbirinden bağımsız olarak hem vurgu hem de uzun ve kısa ünlüler vardır. Dolayısıyla bir yabancının bu dili sesli olarak okuması veya konuşması güçtür zira vurguya dikkat ettiği takdirde kısa ve uzun sesleri göz ardı edebilir. Aynı şekilde seslerin uzunluğuna dikkat ettiğinde de kelimeleri doğru şekilde vurgulamakta zorlanabilir. Lehçede olduğu gibi Bohemya dilinde de ıslıksı bir ses veren r sesi vardır ve pek çok kelimede bu sesi telaffuz etmek oldukça zordur. Ayrıca yarı ünlüler, özellikle de r, bir ünlü olmadan yazılır. Bu nedenle pek çok hecede hiç ünlü yokmuş gibi gözükür. Gerçekte bu durum telaffuz güçlüğü yaratmaz.
Ormanların sevecen veya kötü kalpli sakinleriyle ilgili masallar bilhassa dikkat çekicidir. “Jezinkalar” adlı masalda bu hayali varlıklar kötü, bir sonraki masalda ise iyi bir tabiata sahiptir.
Tıpkı Rus masallarındaki gibi Bohemya masallarında da ölüm ve hayat suyuna yer verilir. Bu özellik Slav masallarını, yalnızca hayat suyu unsurunun olduğu Batı Avrupa masallarından ayırır. Ralston’ın da belirttiği gibi (Songs of the Russian People, s. 97) “Bir cesedin yaralarına ‘ölüm suyu’ serpildiğinde yaralar iyileşir fakat ölü bedenin diriltilebilmesi için üzerine ‘hayat suyu’nun serpilmesi gerekir.”



Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı
Evvel zaman içinde bir kral yaşardı. Artık yaşlanmış olan kralın tek oğlu vardı. Günün birinde oğlunu yanına çağırıp şöyle dedi: “Sevgili oğlum! Bilirsin, olgun meyveler yeni meyvelere yer açmak için ağaçtan düşer. Bak işte benim de saçlarımda aklar birikti. Daha kaç gün görürüm, bilmiyorum. Ama beni toprağa gömmeden evvel senden bir dileğim var. Müstakbel gelinimi görmek istiyorum. Evlen artık, oğlum!”
Prens cevap verdi: “Dileğini yerine getirmeyi ben de çok isterim baba lakin bir nişanlım yok. Evlenebileceğim bir kız tanımıyorum!”
Yaşlı Kral cebinden çıkardığı altın anahtarı oğluna uzatırken şu sözleri söyledi: “Kulenin en üst katına çık, etrafına bak ve hangisini beğendiğini söyle.” Prens hiç zaman kaybetmeden gitti. O güne dek birinin kulenin tepesine çıktığı ne görülmüş ne de işitilmişti.
Son kata çıkınca gözüne tavanda bulunan kapak şeklindeki küçük demir kapı ilişti ama kapalıydı. Altın anahtarla kapıyı açıp kaldırdı ve yukarı çıktı, daire şeklinde büyük bir odaya vardı. Tavan, bulutsuz bir gecedeki gökyüzü gibi koyu maviydi ve üzerinde gümüş yıldızlar parlıyordu. Zemin yeşil ipek bir halıyla kaplıydı.
Duvarlar altın çerçeveli on iki yüksek pencereyle çevrilmişti. Pencerelerin hepsinin kristal camının üzerine güzel bir kız resmedilmişti. Gökkuşağı renklerine bürünmüş ve farklı elbiseler giymiş kızların başlarını birer taç süslüyordu. Üstelik hepsi birbirinden güzeldi. Prensin bir kızdan başını çevirip diğerine bakabilmesi bile şaşılacak şeydi doğrusu. Genç adam hayranlıkla onları izlerken genç kızlar birden canlanmış gibi kıpırdanmaya başlıyor, ona bakıp gülümsüyor ama konuşmuyorlardı.
O sırada Prens, on iki pencereden birinin beyaz bir perdeyle örtülü olduğunu fark etti. Arkasında ne olduğunu görmek için perdeyi kaldırdı. Karşısına beyaz elbiseli bir kız çıktı. Belinde gümüş bir kemer ve başında incilerle süslü bir taç vardı. İçlerindeki en güzel kızdı bu. Gelgelelim, yüzü sanki mezardan çıkmış gibi soluk ve üzgündü. Prens, bir şey keşfetmiş gibi kızın resminin önünde uzunca bir süre dikildi. Ona bakarken kalbi acıyordu. Genç adam şöyle haykırdı: “Bu kızdan başkasıyla evlenmem!” Bu sözler üzerine yüzü bir gül gibi kızarıveren genç kız hemen başını eğdi. İşte o anda diğer resimlerin hepsi kayboldu.
Prens hemen aşağı inip gördüklerini anlattı. Hangi kızı seçtiğini açıkladı. Oğlunun kararı yaşlı Kral’ı çok üzmüştü ama bir süre düşündükten sonra şöyle dedi: “Perdeyi kaldırarak hiç iyi yapmamışsın oğlum. Üstelik kıza verdiğin sözle kendini ateşe attın. O kız kötü bir büyücünün tutsağıdır, demir bir kalede yaşar. Onu kurtarmaya çalışanların hiçbiri sağ dönemedi. Ama olan oldu artık, söz namustur. Haydi, git şimdi! Şansını dene ve sağ salim eve dön!”
Prens babasına veda edip atına atladı ve evleneceği kızı aramak üzere yola koyuldu. Kocaman bir ormandan geçti, yolunu kaybedene dek at sürmeye devam etti. Nereye gideceğini bilmeden çalılıklar, kayalar ve sazlıklar arasında dolanıp dururken birinin “Hey, durun bir dakika!” diye seslendiğini işitti. Prens başını çevirince uzun boylu bir adamın hızla yaklaştığını gördü. “Bekleyin beni! Sizinle geleyim, beni hizmetinize alın. Buna pişman olmayacaksınız!” “Sen de kimsin?” diye sordu Prens. “Bana nasıl yardım edebilirsin ki?” “İsmim, Uzun. Vücudumu gerip boyumu uzatabilirim. Şu ötedeki çam ağacında bir kuş yuvası var, görüyor musunuz? İşte o yuvayı ağaca tırmanmama gerek kalmadan getirebilirim size.”
Bu sözlerin ardından Uzun kendini germeye başladı. Bir anda çam ağacının uzunluğuna ulaşmıştı. Kuş yuvasını aldıktan sonra hemen eski boyuna döndü ve yuvayı Prens’e uzattı. Prens pek etkilenmiş gözükmüyordu: “Pek hünerli olduğun doğru ama kuş yuvaları ne işime yarayacak ki? Beni bu ormandan çıkarabilir misini onu söyle!” “Ah, bu çok kolay efendim,” dedi Uzun. Sonra yine gerinmeye başladı. Nihayet ormandaki en yüksek incir ağacının tam üç katı kadar uzamıştı. Etrafı inceledikten sonra Prens’e döndü: “Ormandan en yakın çıkış şu tarafta.” Sonra tekrar kısalıp atını eyerinden tuttu. Prens neler olup bittiğini anlayamadan ormanı arkalarında bırakmışlardı bile. Önlerinde uzun ve geniş bir ova duruyordu. Ötede ise büyük bir şehrin surlarını andıran sarp kayalıklar ve ormanlarla kaplı dağlar vardı.
“Arkadaşım işte orada, efendim!” dedi Uzun birden ovayı göstererek. “Onu da hizmetinize almanız gerek. Size çok yardımcı olacaktır.”
Prens, “O halde yanımıza çağır arkadaşını. Hüneri neymiş görelim,” dedi.
“Ama epey uzakta, efendim,” dedi Uzun. “Beni buradan duyamaz. Zaten gelmesi uzun sürecektir zira epey yükü var. İyisi mi ben yanına gideyim.”
Sonra Uzun bir kez daha öyle bir uzadı ki başı bulutlara değdi. İki üç adım atıp arkadaşını kolundan tuttuğu gibi Prens’in önüne getirdi. Bu kısa boylu, tıknaz bir adamdı. Yüz kiloluk varillere benzeyen kocaman bir göbeği vardı. “Sen kimsin?” diye sordu Prens. “Ne işe yararsın?”
“Benim adım Geniş’tir efendim. Kendimi enine genişletebilirim.”
“Bir örnek göster bakalım.”
“Elbette! Hemen atınıza binip ormana geri dönün!” diye bağırdı Geniş, kendini yaymaya başlarken.
Prens niçin oradan uzaklaşması gerektiğini anlayamamıştı ama Uzun’un ormana gitmek için acele ettiğini görünce atına atlayıp dörtnala koşturdu. Tam zamanında hareket etmişti yoksa göbeği dört bir tarafa yayılan Geniş, Prens’i atıyla birlikte ezip geçecekti. O kısacık adam öyle genişlemişti ki yıkılıp paramparça olmuş bir dağın kütlesi gibi her yeri doldurmuştu. Daha sonra Geniş kendini şişirmeyi bırakıp eski haline döndü. Bunları yaparken çıkardığı şiddetli rüzgâr yüzünden ormandaki ağaçlar eğilip bükülmüştü. “İyi iş çıkardın,” dedi Prens, “Senin gibi bir adam her gün karşıma çıkmaz. Bizimle gelebilirsin.”
Yola devam ettiler. Kayalıklara yaklaşınca bir adam daha çıktı karşılarına. Gözleri bir mendille bağlıydı. “Efendim, bu bizim diğer arkadaşımızdır,” dedi Uzun. “Onu da hizmetinize almalısınız. Yedireceğiniz her lokmanın hakkını vereceğinden eminim.”
“Sen kimsin?” diye sordu Prens. “Gözlerin neden bağlı? Hiçbir şey göremiyorsun, bana nasıl yardım edeceksin!”
“Bilakis, efendim! Haddinden iyi gördüğüm için gözlerimi bağlamaya mecbur kaldım. Eğer gözlerimi açacak olursam gördüğüm her şeye uzun uzun bakarım. Öyle ki sonunda baktığım şey tutuşup yanmaya başlar. Ateş alamayan şeyler ise un ufak olur. İşte bu yüzden Keskin Bakışlı derler bana.”
Adam bu sözleri söyledikten sonra mendili çıkarıp gözlerini tam karşıdaki kayaya dikti. Kaya çatırdamaya başladı. O koca kaya bir anda un ufak olmuş, geriye bir kum yığını kalmıştı. Kumların üstünde alev gibi bir şey parlıyordu. Keskin Bakış gidip o şeyi Prens’e getirdi. Elindeki saf altındı.
“Aman Tanrım! Sen paranın satın alamayacağı kadar değerli bir adamsın!” dedi Prens. “Hizmetinden faydalanmayacak adam hakikaten aptalın tekidir. Şimdi madem her şeyi bu kadar iyi görüyorsun, söyle bakalım: Demir kale çok mu uzakta? Hem neler oluyor orada?”
“Yalnız başınıza giderseniz, belki bir yılda bile oraya varamazsınız. Ama bizim yardımımızla akşam yemeğine yetişirsiniz,” diye cevap verdi Keskin Bakış. “
"Peki, müstakbel karım ne yapıyor?" diye sordu Prens.
“Kızcağız, ucu göklere değen bir kulede,
Demir bir kafeste yaşıyor.
Oturmuş acı acı iç çekiyor.
Bir büyücü tepesinde nöbet tutuyor.”
Bunu işiten Prens ağlamaya başladı. “İçinizde merhamet sahibi olan varsa, kızı kurtarmam için bana yardım etsin!” dedi. Üç adam da yardım edeceklerine söz verdiler. Keskin Bakış’ın gözleriyle kayalıkları delerek açtığı yoldan geçip yüksek dağlar ve derin ormanları aştılar. Prens’in üç arkadaşı, yolda karşılarına çıkan her engeli ortadan kaldırıyordu.
Güneş batıya doğru yönelirken dağlar alçaldı, ormanlar açıldı ve kayalar çalılıkların arasında kayboldu. Güneş artık batmak üzereyken Prens, hemen ileride bir demir kale gördü. Akşam olurken kale kapısına varan demir köprüde ilerliyorlardı. Nihayet güneş gözden kaybolduğunda kapı tek bir hareketle kapanmış ve Prens'le üç arkadaşı demir kaleye girmişti.
Arkadaşları sarayı kolaçan ederken Prens atını ahıra bağlamıştı. Sanki geleceği önceden haber verilmiş gibi hayvanı için her şey hazırlanmıştı. Sonra kaleye girdiler. Akşam karanlığında sarayı gezdiler. Ahırda, büyük salonda ve odalarda iki dirhem bir çekirdek giyinmiş insanlar gördüler. Ne var ki hiçbiri kıpırdamıyordu çünkü hepsi taşa dönmüştü. Odaya girdiler, sonra yemek salonuna gittiler. Burası çok güzel aydınlatılmıştı. Tam ortaya kurulmuş masada bol bol et ve içecek ile dört kişi için hazırlanmış yemek örtüleri vardı. Prens ve arkadaşları birilerinin gelmesini bekledi ama epey zaman geçtiği halde kimsecikler görünmedi. Onlar da masaya oturup ziyafetin tadını çıkardılar.
Yemeklerini bitirince nerede uyuyacaklarını anlamak için etrafa bakındılar. Bunun üzerine birden kapılar açıldı ve odaya bir büyücü girdi. Üzerinde uzun siyah bir kaftan vardı. Sırtı iki büklüm olmuş ihtiyar bir adamdı. Başı keldi, ak sakalı dizlerine değiyordu, belinde ise kemer yerine üç demir halka vardı. Beyazlar içinde çok güzel bir kızın elini tutuyordu. Kızın beli gümüş bir kuşakla sarılıydı, başında incilerle süslü bir taç vardı. Gelgelelim, kızcağız mezardan yeni çıkmış gibi soluk ve üzgündü. Prens, kızı hemen tanıyıp ona doğru atılmıştı fakat daha tek kelime edemeden Büyücü konuştu: “Senin neden geldiğini biliyorum. Prenses’i buradan götürmek istiyorsun. Öyle olsun! Tabii, üç gün boyunca onu gözünün önünde tutabilirsen! Eğer kız elinden kaçarsa, tıpkı senden önce gelenler gibi sen ve üç hizmetkârın taş olacaksınız.” Büyücü, Prenses’e oturmasını söyleyip odadan çıktı.
Prens, gözlerini genç kızdan alamıyordu. O kadar güzel bir kızdı ki! Sonra kızla konuşmaya başladı, bir sürü soru sordu. Ne var ki kız ne cevap veriyor ne de gülümsüyordu. Sanki mermerdenmiş gibi oracıkta oturuyor, kimseye bakmıyordu. Prens kızın yanına oturdu. Kaçmasından korktuğu için bütün gece uyumamaya kararlıydı. Uzun, kızın bir yere gitmesini engellemek için kendini iyice uzatıp âdeta bir şerit gibi odayı sardı. Geniş, kapı eşiğinde yerini alarak enine doğru genişlemeye başladı. Öyle ki içeri küçücük bir farenin girmesi dahi imkânsızdı. Keskin Bakışlı ise odanın tam ortasındaki direğe dayanarak nöbet tutmaya koyuldu. Fakat bir süre sonra hepsi esnemeye başladı ve uykuya yenik düştüler. Bütün gece mışıl mışıl uyudular. Büyücü onları suya atsa haberleri olmayacaktı.
Sabah gün ışımaya başladığında ilk uyanan Prens olmuştu. Bir de ne görsün, Prenses ortalıkta yoktu! O an sanki bir bıçak saplandı kalbine. Hemen adamlarını uyandırıp ne yapabileceklerini sordu. “Üzülmeyin, efendim,” dedi Keskin Bakışlı. Pencereden dışarı dikkatlice baktı. "Onu görebiliyorum. Yüz kilometre ötede bir orman var, ormanın ortasında yaşlı bir meşe ağacı duruyor. Ağacın tepesinde ise bir meşe palamudu var. İşte o palamut sizin aradığınız kızdır." Uzun hemen Keskin Bakışlı’yı sırtına alıp uzadı. Tek adımda on kilometre ilerliyordu. Keskin Bakışlı ise ona rehberlik ediyordu.
Göz açıp kapayana dek geri dönmüşlerdi. Uzun, meşe palamudunu hemen Prens’e teslim etti ve şöyle dedi: “Efendim, bu meşe palamudunu yere atın.” Prens, Uzun’un dediği gibi palamudu yere bırakır bırakmaz güzel Prenses yanında belirdi.
Sonra tekrar kuleye gittiler. Güneş dağların ardından kendini gösterdiği esnada çift kanatlı kapılar büyük bir gürültüyle açıldı. Odaya giren Büyücü'nün yüzünde hain bir gülümseme vardı. Lakin Prenses’i odada görünce kaşlarını çatıp homurdandı. Bir de ne olsa beğenirsiniz! Belindeki demir halkalardan biri parçalanıp yere düştü. Sonra kızı elinden yakalayıp götürdü.


Yapacak hiçbir şey olmadığından Prens bütün günü kalede dolaşıp etraftaki muhteşem şeylere bakarak geçirdi. Sanki her yerde hayat durmuş gibiydi. Odaların birinde genç bir prens gördü. İki eliyle kılıcını kavramıştı. Belli ki delikanlı karşısındakini ikiye bölme niyetindeydi ama planladığı darbeyi indiremeden taşa dönmüştü.
Diğer odada yine taşa dönmüş bir şövalye vardı. Sanki korku içinde birinden kaçarken eşikte tökezlediği için yere doğru yönelmiş fakat düşmemişti. Bacanın hemen altında bir hizmetçi oturuyordu. Bir elinde bir parça kızarmış et vardı. Ama öteki eliyle aldığı lokmasını ağzına götüremeden donakalmıştı. Bunlar gibi daha nicelerinin taş kesilmiş olduğunu gördü. Büyücü “taş ol” dediği anda ne yapıyorlarsa, o halde donakalmışlardı. Yalnızca insanlar değil hayvanlar da Büyücü'nün lanetinden nasibini almıştı. Bir sürü güzel at, sahibi gibi taşa dönüşmüştü. Kalenin her yanı ıssızdı, sanki etrafa ölüm serpilmiş gibiydi. Ağaçlar yapraksız, çayırlar çimensizdi. Bir nehir vardı ama akmıyordu. Tek bir kuş sesi işitilmiyordu. Ne toprakta bir çiçek ne de suda bir balık vardı.
Prens'le arkadaşları sabah, öğlen ya da akşam herhangi bir yiyecek sıkıntısı çekmiyordu. Et yemekleri kendiliğinden masaya geliyor, kadehleri şarapla doluyordu. Akşam yemeğinden sonra kanatlı kapılar tekrar açılıyor ve Büyücü, Prenses’i elinden tutup getiriyordu. Prens’in onu gözünün önünden ayırmaması gerekiyordu. Gelgelelim, Prens ve arkadaşları var güçleriyle direnmelerine karşın her defasında uykuya yenik düşüyorlardı.
Prens yine bir sabah şafak sökerken uyandığında Prenses’in ortalıktan kaybolduğunu fark etti. Bunun üzerine Keskin Bakışlı’yı kolundan çekip “Hey, Keskin Bakışlı, uyan! Prenses nerede biliyor musun?” diye sordu. Keskin Bakışlı, gözlerini ovup dışarı baktıktan sonra “Evet, onu görebiliyorum. 200 mil ötedeki dağda bir kaya var. Kayanın üzerinde değerli bir taş duruyor, işte Prenses o taşa dönüşmüş. Uzun beni oraya götürebilirse kızı hemen getiririm!” dedi.
Uzun hemen onu sırtına alıp göklere kadar uzadı, yine her adımda yirmi mil katediyordu. Keskin Bakışlı, parlak gözlerini dağa çevirdiğinde dağ çökmeye başladı. Kayalık ise bin parçaya ayrıldı. Aradıkları değerli taş oracıkta pırıl pırıl parlıyordu. Hemen taşı alıp Prens’e götürdüler. Prens, kıymetli taşı yere atınca Prenses yanı başında bitiverdi. Büyücü akşam odaya girip kızı orada görünce öfkeden deliye döndü. Üstelik belindeki halkalardan biri daha kopmuştu. Yaşlı Büyücü homurdanıp Prenses’i odadan çıkardı.
O gün tıpkı bir önceki gün gibi geçti. Akşam yemeğinden sonra Büyücü, Prenses’i bir kez daha odaya getirdi. Prens’in suratına sert sert bakıyordu. Sonra küçümseyici bir tavırla şu sözleri söyledi: “Benimle aşık atabileceğini sanıyorsun ha? Kimin galip geleceğini göreceğiz bakalım!” Ardından odayı terk etti. Prens ve adamları, o gece uyumamakta kararlıydı. Hatta oturmayacaklardı bile. Bütün gece odada volta atacaklardı ama nafile! Yine büyülenmişlerdi. Yürüdükleri sırada birer birer uykuya daldılar. Bu arada Prenses ortadan kaybolmuştu.
Sabah Prens yine ilk uyanan kişiydi. Prenses’in odada olmadığını görünce Keskin Bakışlı’yı uyandırdı: “Hey! Uyan, Keskin Bakışlı! Prenses’i bulmamız gerek!” Keskin Bakışlı uzunca bir süre etrafa baktı. Nihayet, “Efendim,” dedi, “Prenses çok uzaklarda! Üç yüz mil ötede kara bir deniz var, bu denizin ortasında ve en dibinde bir deniz kabuğu, kabuğun üzerindeyse altın bir yüzük var. İşte Prenses o altın yüzüktür. Ama üzülmeyin! Onu bulup getireceğiz. Yalnız, bu sefer Uzun'la birlikte Geniş’in de gelmesi gerek, ona ihtiyacımız olacak.”
Uzun, bir omzuna Keskin Bakışlı’yı öteki omzunaysa Geniş’i alıp her adımda otuz mil aştı. Kısa sürede denize vardılar. Keskin Bakışlı, arayacakları yeri gösterdi. Uzun, iyice boyunu uzatmıştı ama denizin dibine ulaşamadı.
“Bekleyin, arkadaşlar! Birazcık bekleyin, size yardım edeceğim,” dedi Geniş. Ardından göbeğini var gücüyle gerdi. Sahile uzanıp deniz suyunu içmeye başladı. Çok geçmeden sular çekilmişti. Böylece Uzun kolayca dibe ulaşarak deniz kabuğunu aldı. İçindeki altın yüzüğü çıkardı ve arkadaşlarını omzuna alıp hızla yola koyuldu. Fakat Geniş’i taşımak epey zordu zira denizin yarısı hâlâ midesindeydi. Bu yüzden büyükçe bir vadiye geldiklerinde onu omzundan attı. Geniş, sanki yüksek bir kuleden fırlatılmış bir çuval gibi yere yuvarlanınca bütün vadi sular altında kaldı. Kocaman bir göl oluşmuştu ve Geniş, suyun içinden güçlükle çıkabilmişti.
Bu sırada Prens kalede endişeli bir bekleyiş içindeydi. Gün bitiyordu ama hizmetkârları hâlâ geri dönmemişti. Şafak sökerken kaygısı iyiden iyiye arttı. Alnından boncuk boncuk ter akıyordu. Kısa süre sonra güneş ince bir alev çizgisi halinde kendini gösterdi. İşte o anda kapılar ardına kadar açıldı. Eşikte bekleyen Büyücü odaya göz gezdirip Prenses’in orada olmadığını görünce iğrenç bir kahkaha atarak içeri girdi. Fakat tam o anda pencere paramparça olmuş, altın yüzük içeri atılmıştı. Yüzük yere düşünce Prenses ortaya çıktı! Kalede yaşananları ve efendisinin başının dertte olduğunu gören Keskin Bakışlı, Uzun’a durumu anlatmıştı. Uzun da tek adımla kaleye ulaşıp yüzüğü pencereden odaya fırlatmıştı. Öfkeden deliye dönen Büyücü, kaleyi titretene dek bağırmaya başladı. Sonunda belindeki üçüncü halka da kopuvermişti. Böylece kuzguna dönüşen Büyücü kırık pencereden uçup gitti.
Ancak o zaman güzel Prenses’in dili açılabildi. Onu kurtardığı için Prens’e teşekkür etti. Yüzü genç adamla konuşurken bir gül gibi kızarmıştı. Artık kalenin içi ve etrafı hayat bulmuştu. Odaların birinde elinde kılıcıyla donakalan Prens, nihayet canlanıp kılıcını havaya savurdu ve ardından kınına soktu. Kapı eşiğine yuvarlanan adam yere kapaklandı ama hemen ayağa kalkmayı başardı, sonra kırılmadığından emin olmak için burnunu kontrol etti. Bacanın altında otururken taş kesilmiş olan adam lokmasını ağzına götürüp yemeğini bitirdi. Böylelikle, herkes taşa dönmeden evvel yaptığı işi tamamladı. Ahırdan atların neşeli sesleri geliyordu, kalenin etrafındaki ağaçlar yine yeşermiş, çayırlar rengârenk çiçeklerle süslenmişti. Tarlakuşları havada süzülüyor ve nehrin berrak suları balıklarla dolup taşıyordu. Her yerde hayat, her yerde neşe vardı.
Bu sırada Prens’in bulunduğu odada birkaç beyefendi toplanmıştı. Özgürlüklerine kavuşmalarını sağladığı için ona teşekkür ettiler. Fakat Prens, “Bana teşekkür etmenize gerek yok, zira sadık hizmetkârlarım Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı olmasa benim akıbetim de sizinkiyle aynı olacaktı,” dedi. Sonra zaman kaybetmeden babasının, yani ihtiyar Kral’ın yanına döndü. Hizmetkârları Uzun ve Keskin Bakışlı ile Prenses de yanındaydı. Yol üzerinde Geniş'le karşılaşınca onu da yanlarına aldılar.
İhtiyar Kral, oğlunun başarılı olduğunu görünce sevinçten ağlamaya başladı. O âna kadar oğlunu bir daha göremeyeceğinden emindi. Hiç düşünmeden krallığı oğluna verdi.
Genç çiftin evlenmesi için hazırlıklara başladılar. Büyük bir düğün yaptılar. Eğlenceler tam üç hafta sürdü. Prens’in özgürleştirdiği tüm soylu adamlar düğüne davetliydi.
Düğünden sonra Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı, iş aramak için dünyayı dolaşmak istediklerini söylediler. Genç Kral, yanında kalmaları için çok dil döktü. “Yaşadığınız sürece ne dilerseniz vereceğim size,” dedi. “Çalışmanıza gerek yok.” Ama aylaklıkla geçecek bir hayat onlara göre değildi. Bu yüzden Kral’a veda edip yola koyuldular. İşte o zamandan beri bir yerlerde dolanır dururlar.


Bu masalın “Alegoride Doğa Bilimi”ne mükemmel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Bu, doğadaki güçlerin mücadeleleri, zaferleri ve yenilgilerini gösteren bir “doğa miti”nden ibaret değil.
Bu masalı yorumlarken yalnızca araç olarak kullanılan kişilerle esas oyuncular arasında ayrım yapmalıyız. Kral’ın oğlu tek başına hiçbir şey yapmıyor. Bütün başarısını hizmetine aldığı üç adama borçlu. Bence Kral’ın oğlu, toprağı ekip biçmek isteyen insanı temsil ediyor fakat Prenses’in temsil ettiği toprak Büyücü'ye yani kuraklığa esir düşmüş.
Prenses yağmur mevsiminde ortaya çıkan doğa olayları yani gökkuşağı (Uzun), bulut (Geniş) ve şimşek (Keskin Bakış) tarafından kurtarılıyor. Bu üç olayın yardımıyla insan, toprağı ekmeyi başarıyor. Bu masal ancak düzenli olarak yağmur yağan bir ülkede ortaya çıkabilirdi.
Hindistan’da bitkilerin hızla iyileşmesi ve kurumuş ırmaklarda balıkların aniden ortaya çıkması meşhurdur. Uyuyan Güzel adlı ünlü masal da belli ki kaynağını kuraklığın esaretinden kurtulduktan sonra her şeyin birden canlandığına işaret eden eski bir mitten alıyor.
Prens'in güneş olduğunu düşünmek de mümkün. Bu durumda güneş, üç doğa olayının yardımını alana dek kuraklığın esir ettiği toprakla evlenemez.
Daha önce Prenses’i kurtarmaya çalışıp başaramayan kişiler yağmur mevsiminin hemen öncesinde görülen güneşli dönemlerdir. Ancak bu güneşler Uzun, Geniş ve Keskin Bakış’ın yardımını alamamıştır.

Çokbilmiş Dede’nin Üç Altın Saçı
Evvel zaman içinde bir kral yaşardı. Kral, ormanlarda vahşi hayvan avlamaya bayılırdı. Günün birinde büyük bir geyiğin peşinden giderken kayboldu. Ormanda tek başınaydı, gece karanlığı çökmüştü. Kral, ağaçsız bir alanda bir köy evi görünce çok sevindi. Burada bir kömürcü yaşıyordu. Kral, ormandan çıkmak için kömürcüden yardım istedi. Rehberliği karşılığında ona bol bol para vereceğini söyledi. “Size yardım etmeyi çok isterim,” dedi kömürcü. “Fakat karım doğum yapmak üzere, o yüzden buradan ayrılamam. Hem gecenin bu saatinde nereye gideceksiniz ki? Tavan arasındaki saman döşekte uyursunuz, yarın sabah olunca ben size rehberlik edip ormandan çıkarırım.”
Kısa süre sonra kömürcünün bir erkek çocuğu oldu. Kral, kömürcünün gösterdiği yerde yatmıştı ama bir türlü uyuyamıyordu. Gece yarısı olunca hemen aşağıdaki odada gözüne bir ışık ilişti. Ahşap zemindeki küçük çatlaktan gizlice bakınca kömürcünün uyuduğunu gördü. Yeni doğum yapmış karısı ölü gibi yatıyordu ve bebeğin başında beyazlara bürünmüş üç yaşlı cadı dikiliyordu. Her birinin elinde ince bir mum vardı.
Birinci cadı konuştu: “Bu çocuğa hediyem, büyük tehlikelere maruz kalmasıdır.” İkincisi: “Bu çocuğa hediyem, bütün o tehlikeleri aşıp uzun bir ömür sürmesidir.” Son olarak üçüncüsü dedi ki: “Ben de ona şu an üst kattaki saman döşekte yatan Kral’ın bugün doğan kızını eş olarak veriyorum.” Ardından cadılar mumlarını söndürdü ve ev sessizliğe büründü. Bu cadılar, Üç Yazgı'ydı.[4 - Üç Yazgı: Yunan mitolojisindeki karşılığı Mireler ya da Moiralar olan ve kaderin üç şeklini temsil eden mitolojik kahramanlar. Slav masallarında bu üç yaşlı kadın, her yeni doğan çocuğun kaderini tayin ediyor. Çocuk büyüdüğünde kaderiyle yüzleşiyor (ç.n.)]
Kral’ın kalbine sanki bir bıçak saplanmıştı. İşittiklerinin gerçekleşmemesi için neler yapabileceğini düşünmekten gözüne uyku girmedi. Şafak sökerken çocuk ağlamaya başlamıştı, kömürcü uyandı. Gelgelelim, karısı artık sonsuza dek uykuya dalmıştı. “Ah, benim zavallı, öksüz yavrum!” diye sızlanıyordu adam. “Ben şimdi ne yapacağım? Sana nasıl bakacağım?”
“Bebeği bana ver,” dedi Kral. “Ben ona bakacağım, sana da ömrünün sonuna dek yetecek kadar para vereceğim.”
Bunu işiten kömürcü çok sevinmişti. Kral’ın teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Kral, bebeği alması için birini göndereceğini söyledi. Saraya vardığında bir kız çocuğu olduğunu haber verdiler. Üç Yazgı’yı gördüğü o gece doğmuştu kızı. Kral kaşlarını çatıp uşaklarından birini çağırdı: “Ormanda ağaçsız bir yerde eski bir ev var, orada bir kömürcü yaşıyor. Adama parayı ver, karşılığında sana bebeğini verecek. Çocuğu alıp yol üzerinde karşına çıkan ilk suda boğ. Yoksa suda boğulacak kişi sen olursun.” Uşak, verilen emri yerine getirmek üzere kömürcünün evine gidip çocuğu aldı ve bir sepete koydu. Derin ve geniş bir nehrin kenarına gelince sepeti suya bıraktı. Kısa süre sonra saraya varan uşak, hemen Kral’ın huzuruna çıkıp çocuğu nehre attığını anlattı. Bunun üzerine Kral “İyi geceler, davetsiz damat!” dedi neşeyle.
Kral bebeğin suda boğulup öldüğünü sanıyordu ama yanılıyordu. Çocuk, sepetin içinde sanki beşiğindeymiş gibi rahattı. Nehrin ninnisiyle mışıl mışıl uyudu ve akıntı onu nihayet bir balıkçının evine getirdi. Balıkçı bu sırada su kenarında oturmuş ağını onarıyordu. Akıntı boyunca yaklaşan bir şey görünce hemen teknesine atlayıp bebeğin bulunduğu sepeti sudan çıkardı. Çocuğu karısına götürüp dedi ki: “Hep küçük bir oğlun olsun isterdin. Bak işte bir oğlumuz var artık! Nehir getirdi onu bize.” Balıkçının karısı öyle mutluydu ki! Bu çocuğu kendi evladı gibi besleyip büyüttü. Nehrin akıntısıyla geldiği için ona “Suda Yüzen” (Plaváczek) adını verdiler.
Nehir akmaya devam etti ve olayın üstünden yıllar geçti. O küçük bebek büyümüş, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir delikanlı olmuştu.
Bir yaz günü Kral tek başına at binerken delikanlının yaşadığı yerden geçiyordu. Hava pek sıcaktı. Kral’ın dili damağına yapışmıştı. Bu yüzden balıkçıdan biraz tatlı su istedi. O sırada babasına yardım eden Suda Yüzen, hemen gidip su getirdi. Kral, genç adama şaşkınlıkla baktı. “Ne güzel bir delikanlı bu, balıkçı! Oğlun mu?”
"Hem evet, hem hayır," diye cevap verdi balıkçı. "Bundan yirmi sene evvel nehirde yüzen bir sepette buldum onu, küçücük bir bebekti. Karımla beraber onu yanımıza alıp büyüttük."
Bu sözleri işiten Kral’ın gözleri bir anda buğulandı, yüzü kireç gibi ağarmıştı. Bu delikanlının, boğulmasını emrettiği çocuk olduğunu anlamıştı. Ama hemen kendini toparlayıp atından indi ve şöyle dedi: “Sarayıma bir ulak göndermem gerek ama yanımda kimse yok. Bu delikanlı bana yardım edebilir mi?”
“Majesteleri, emretmeniz yeterlidir. Elbette, oğlumu gönderebilirsiniz saraya,” dedi balıkçı. Kral oturup Kraliçe’ye bir mektup yazmaya koyuldu:
“Sana yolladığım bu delikanlı, bir kılıçla yere devrilmeli. Zira tehlikeli düşmanlarımdandır. Ben saraya dönmeden bu iş hallolsun. Emrimdir.”
Sonra mektubu katladı, bağladı ve mühürledi.
Suda Yüzen, mektubu götürmek için hemen yola koyuldu. Büyük bir ormanı aşması gerekiyordu ama yolu şaşırınca kaybolmuştu. Akşama kadar oradan oraya yürüdü durdu. Sonra yaşlı bir cadı çıktı karşısına: “Nereye gidiyorsun, Suda Yüzen?” “Kral’ın sarayına bir mektup götürüyorum ama yolumu kaybettim. Nineciğim, ne tarafa gitmem gerek biliyor musun?” “İstesen de bugün saraya varamazsın oğlum. Hava çoktan karardı,” dedi cadı. “İyisi mi bu akşam benim evimde kal. Ben yabancı değilim, senin vaftiz annenim.”
Genç adam ikna olmuştu. Biraz yürüdükten sonra küçücük şirin bir ev çıktı karşılarına. Sanki bir anda yerden bitmişti. Gece olunca delikanlı uykuya daldı. Bu sırada yaşlı cadı Suda Yüzen’in cebindeki mektubu alıp yerine şunların yazılı olduğu başka bir mektup koydu: “Sana gönderdiğim bu delikanlıyı hemen kızımızla evlendir. Damadım olmak, bu çocuğun alnına yazılmıştır. Ben dönmeden evlenmiş olsunlar. Emrimdir.”
Kraliçe mektubu okur okumaz düğün için hazırlıkların yapılmasını emretti. Genç adamı o kadar sevmişlerdi ki ne Kraliçe ne de genç Prenses ona bakmaya doyabiliyordu. Suda Yüzen de müstakbel karısını çok beğenmişti. Birkaç gün sonra Kral saraya döndü. Olanları öğrenince Kraliçe'ye çok kızmıştı. “İyi ama sen geri dönmeden kızımızı bu delikanlıyla evlendirmemi emrettin,” diye cevap verdi Kraliçe mektubu uzatarak. Kral mektubu alıp okudu. Yazı, mühür, kâğıt hepsi kendisine aitti. Sonra damadını çağırıp o gün saraya giderken neler olduğunu sordu.
Suda Yüzen, yola nasıl çıktığını ve ormanda yolunu kaybedince yaşlı ninesinin evinde kaldığını anlattı. "Bu kadın nasıl biriydi, tarif et bakalım," dedi Kral.
“Şöyle şöyle yaşlı bir kadındı.” Kral, delikanlının anlattıklarından bunun tam yirmi yıl önce kızı ile kömürcünün oğlunu aynı kaderde birleştiren o üç cadıdan biri olduğunu anladı. Düşünüp taşındıktan sonra şöyle bir karar aldı: “Olan olmuş, bunu değiştiremem. Ama hiçbir karşılık vermeden damadım olamazsın. Eğer kızımı istiyorsan, Çokbilmiş Dede’nin üç altın saçını çeyiz olarak getirmen gerek.” Kral, verdiği bu zorlu görev sayesinde hiç sevmediği damadından kurtulacağından emindi.
Suda Yüzen, karısına veda edip yola çıktı. Lakin hangi tarafa gitti, hiç bilmiyorum. Elbette, Yazgı’lardan biri vaftiz annesi olduğundan doğru yolu bulması zor olmayacaktı. Az gitti uz gitti, dere tepe düz gitti, nice nehirler ile dağları aştı. Nihayet kara bir denize vardı. Burada bir tekne gördü, içinde bir adam oturuyordu.
“Tanrı yardımcın olsun ihtiyar kayıkçı!”
“Tanrı razı olsun genç yolcu! Nereye gidiyorsun?”
“Çokbilmiş Dede’nin yanına gidiyorum, üç altın saçını almam gerek!”
“Amanın! Uzun zamandır senin gibi birini bekliyordum. Yirmi yıldır burada kayıkçılık yaparım ama beni azat etmeye gelen bir kişi bile olmadı. Çokbilmiş Dede’ye işimin ne zaman biteceğini sormaya söz verirsen, seni kayığımla karşıya geçiririm.” Suda Yüzen soracağına söz verince kayıkçı delikanlıya yardım etti.
Böylece karşıya geçen Suda Yüzen, büyük bir şehre vardı. Harap olmuş bir yerdi burası. Şehrin girişinde yaşlı bir adam çıktı karşısına. Elindeki bastonla zar zor yürüyebiliyordu.
“Tanrı yardımcın olsun dede!”
“Tanrı razı olsun delikanlı! Nereye gidiyorsun?”
“Çokbilmiş Dede’ye gidiyorum, üç altın saçını alacağım.”
“Ah! Uzun yıllardır bu sözleri söyleyecek birini bekliyordum. Hemen seni kralımıza götürmem gerek.”
Saraya vardıklarında Kral şöyle dedi: “Duydum ki Çokbilmiş Dede’yi arıyormuşsun. Burada bir elma ağacımız vardı, meyveleri sihirliydi. Bu ağacın bir elmasını yiyen bir ayağı çukurda olsa bile yeniden can bulur, gencecik bir adam olurdu. Fakat yirmi senedir elma ağacımız meyve vermiyor. Çokbilmiş Dede’ye bize bir çare göstermesi için ricada bulunacağına söz ver, ne dilersen veririm sana.” Suda Yüzen, bunu yapacağına söz verdi. Bunun üzerine Kral, onu güzel sözlerle uğurladı.
Bundan sonra Suda Yüzen, bir başka şehre vardı. Şehrin yarısı yıkık döküktü. Yakınlarda bir adam, ölen babasını gömüyordu. Gözyaşları sel gibi akıyordu. “Tanrı yardımcın olsun yaslı adam!” dedi Suda Yüzen.
“Tanrı razı olsun genç yolcu. Nereye gidiyorsun?”
“Çokbilmiş Dede’den üç altın saçını istemeye gidiyorum.”
“Çokbilmiş Dede’ye mi gidiyorsun? Ne olurdu daha erken gelseydin! Kralımız nice zamandır senin gibi birini bekliyor.
Hemen seni onun yanına götüreyim.”
Saraya vardıklarında Kral şöyle dedi: “ Duydum ki Çokbilmiş Dede’nin yanına gidiyormuşsun. Şehrimizde bir kuyu vardı, içi abıhayatla doluydu. Bu sudan içen kişi ölüm döşeğinde bile olsa hemen iyileşiverirdi. Bu sudan ölülere serpsen, dirilip ayağa kalkarlardı. Lakin son yirmi senedir kuyudan su çıkmaz oldu. Çokbilmiş Dede’den bize bir çare bulmasını istersen, büyük bir mükâfat veririm sana.” Genç adam söz verince Kral, güzel sözlerle onu yolcu etti.
Suda Yüzen, yine uzak yollar aşıp kara bir ormana ulaştı. Ormanın tam ortasında güzel çiçekler ve yemyeşil otlarla kaplı kocaman bir çayır, çayırın üzerinde ise altın bir saray vardı. İşte alev gibi parlayan bu bina, Çokbilmiş Dede’nin sarayıydı. Suda Yüzen, saraya girdi ama bir köşede oturmuş ip eğiren ihtiyar bir kadından başka kimsecikleri göremedi.
“Hoş geldin, Suda Yüzen,” dedi kadın. “Seni tekrar gördüğüme çok sevindim.” Bu, cebindeki mektubu değiştiren kadının ta kendisiydi. “Hangi rüzgâr attı seni buraya?”
“Kral, damadı olmak istiyorsam karşılığında bir şey vermem gerektiğini söyledi. Bu nedenle Çokbilmiş Dede’nin üç altın saçını getirmekle görevlendirdi beni.”
Yaşlı kadın gülümseyip şöyle dedi: “Çokbilmiş Dede yani Parlak Güneş, benim oğlumdur. Sabahları küçük bir çocuk, öğlen yetişkin bir adam ve nihayet akşam, yaşlı bir dede olur. Senin vaftiz annen olduğuma göre, oğlumun altın başındaki üç saç telini almana yardım edeceğim. Yalnız karşısına böyle çıkamazsın. Oğlum iyi kalplidir ancak akşam eve aç gelir. Olur da seni görürse, alevleriyle kızartıp akşam yemeği niyetine yiyiverir! Bak, şurada boş bir küvet var. Seni oraya saklayacağım.”


Suda Yüzen, kadından bir ricada daha bulundu. Yol üzerinde geçtiği yerlerde karşılaştığı insanların ilettiği soruları onun sormasını istedi. “Olur,” dedi yaşlı cadı. “Bu soruları sorarım. Sen de oğlumun cevaplarına kulak ver.”
Bir anda dışarıda bir fırtına koptu. Altın başlı ihtiyar güneş, batıdaki pencereden odaya girdi. “İnsan eti kokuyor burası! Evde biri mi var anne?” diye sordu.
“Ey, gündüz yıldızı! Evde biri olsa hiç görmez miydin? Bütün gün Tanrı’nın yarattığı koca dünya üzerinde uçup durdun. Tabii, burnun insan kokusuyla doldu. Akşam eve geldiğinde de insan kokusu almana şaşmamalı.” Yaşlı adam hiçbir şey söylemeden akşam yemeği için masaya oturdu.
Yemekten sonra altın başını yaşlı cadının dizine koyup uyumaya başladı. Oğlunun iyice uykuya daldığını gören kadın hemen başından bir altın saç teli koparıp yere attı. Sanki bir arp teli gibi çınlamıştı bu saç.
“Ne oldu anne?” diye sordu yaşlı adam.
“Hiçbir şey oğlum. Uyuyordum da acayip bir rüya gördüm.”
“Ne gördün rüyanda?”
“Bir şehir gördüm. Abıhayat çıkan bir kuyuları vardı. Sudan içen hastalar şifa buluyor, üzerine bu sudan serpilen ölüler diriliyordu. Ne var ki yirmi senedir susuz kalmışlar. Bu şifalı suyun tekrar akması için bir çare var mı?”
“Çok kolay. Kuyunun ağzında bir karakaplumbağası oturmuş, suyun çıkmasını engelliyor. Onu öldürüp kuyuyu güzelce temizlesinler. Kuyudan yine su çıkmaya başlayacak.”
Yaşlı adam tekrar uyuyunca cadı ikinci altın saçı koparıp yere attı.
“Neyin var, anne?”
“Hiçbir şey oğlum. Uyumuşum da yine çok tuhaf bir rüya gördüm. Bir şehir vardı. Buradaki elma ağacının meyveleri gençlik veriyordu. Elmalardan bir ısırık alan ihtiyarlar gencecik oluyorlardı. Gelgelelim, yirmi senedir ağaç tek bir meyve vermemiş. Bunun bir çaresi var mıdır?”
“Çok kolay. Ağacın dibinde yatan yılan yüzünden oluyor. Elma ağacının bütün gücünü emiyor. Yılanı öldürüp yeni bir fidan diksinler, eskisi gibi sihirli meyveler alacaklar.”
Yaşlı güneş bir kez daha uykuya dalınca cadı üçüncü saç telini çekti.
“Bırak da uyuyayım, anne!” dedi yaşlı adam homurdanarak. Kalkmak istemişti ama annesi, “Yat, oğlum! Kızma, seni uyandırmak istememiştim. Ama ağır bir uyku bastırdı, acayip bir rüya daha gördüm. Bir balıkçı vardı. Tam yirmi senedir kara bir denizde bir aşağı bir yukarı gidip geliyor. Bugüne dek kimseler gelip de onu bu görevden azat etmemiş. Ne zaman dinlenecek bu adam?”
“Kayıkçı, aptal bir annenin oğludur. Küreğini bir başkasının eline verip kıyıya çıksın. Böylelikle, onun yerine bir başkası geçmiş olacak. Ama artık bırak da uyuyayım. Yarın sabah erkenden kalkıp Kral’ın kızının gözyaşlarını silmem gerek. Her gece kocası, yani kömürcünün oğlu için ağlayıp duruyor. Kral onu üç altın saçımı almaya yollamış!”
Sabah olunca yine bir rüzgâr koptu. Önceki akşam annesinin dizinde uyuyan yaşlı adam, altın saçlı güzel bir çocuk yani kutsal güneş olarak uyanmıştı. Annesine veda edip pencereden uçtu gitti. Yaşlı cadı küvete dönüp seslendi: “İşte, istediğin üç altın saç. Çokbilmiş Dede’nin sorduğun üç soruya ne cevap verdiğini de biliyorsun. Haydi git şimdi, güle güle! Beni bir daha görmeyeceksin çünkü yardımıma ihtiyacın kalmadı!” Suda Yüzen minnettar olduğunu söyleyip teşekkür etti ve oradan ayrıldı.
İlk şehre varınca Kral ne haberler getirdiğini sordu. “İyi haberler,” dedi Suda Yüzen. “Kuyuyu güzelce temizletin, suyun ağzında oturan kurbağayı öldürtün. Yine eskisi gibi taptaze su çıkacak kuyudan.” Kral zaman kaybetmeden söylenenleri yaptırdı. Kuyudan bol bol taze su çektiler. Bunun üzerine Kral, Suda Yüzen’e kuğular gibi bembeyaz on iki at hediye etti. Her birinin üzerinde taşıyabildikleri kadar altın ve gümüş yüklüydü.
İkinci şehre vardığında yine ne haber getirdiğini sordular. “İyi haberler!” dedi Suda Yüzen. Elma ağacını kökünden sökün, orada bir yılan bulacaksınız. Onu öldürün. Sonra elma ağacını yeniden dikin. Eskisi gibi meyve verecek. Kral hemen bunları yaptırdı. Daha o günün gecesinde elma ağacı çiçek açtı, sanki her yanı güllerle donanmış gibiydi. Buna çok sevinen Kral, Suda Yüzen’e kuzgun gibi kapkara on iki at hediye etti. Her birinin üzerinde taşıyabildikleri kadar değerli eşya yüklüydü.
Suda Yüzen yoluna devam etti ve kayıkçının yanına geldi. Kayıkçı ona ne zaman kurtulacağını öğrenip öğrenmediğini sordu. “Öğrendim,” dedi Suda Yüzen. “Ama önce beni karşıya geçirmen gerek. O zaman anlatacağım.” Kayıkçı itiraz ettiyse de başka çaresi olmadığını görünce yirmi dört atıyla birlikte delikanlıyı karşıya geçirdi. “Bir dahaki sefere birini karşıya geçireceğin zaman, küreği o kişinin eline ver ve suya atlayıp sahile çık. Böylece o kişi, senin yerine kayıkçı olacak,” dedi Suda Yüzen.
Suda Yüzen’in Çokbilmiş Dede’nin başındaki üç sarı saçı getirdiğini gören Kral gözlerine inanamadı. Prenses bu defa üzüntüden değil, eşi döndüğü için sevinçten ağlıyordu.
“Bu güzel atları, bu değerli eşyaları nereden buldun?” diye sordu Kral. “Hepsini hak ettim,” dedi Suda Yüzen. Sonra yaptıklarını anlatmaya koyuldu. Yiyenleri gençleştiren ağacın yeniden yeşermesine, hastaları iyileştirip ölüleri dirilten kuyunun temizlenmesine yardım ettiğini söyledi. “Gençlik veren elma ağacı! Ölüleri dirilten su mu?” diye kendi kendine sordu Kral. “O elmalardan bir tane yesem tekrar genç bir adam olurum. Ölmüş olsam, abıhayatla yeniden can bulurum.” Bu düşüncelerle hiç zaman kaybetmeden yola koyulup o ağaç ile kuyunun olduğu diyarları bulmaya gitti ve bir daha geri dönmedi.
Böylelikle kömürcünün oğlu, tıpkı Yazgı’nın tayin ettiği Kral’ın damadı oldu. Kral’a gelince, belki de hâlâ o kara denizde gibi kayığıyla bir aşağı bir yukarı gidip geliyordur.


Bu masal Grimm Kardeşler’in “Üç Altın Saçlı Dev” adlı masalının bir varyantıdır. Grimm Kardeşler’in masalında devin kim olduğu ya da yalnızca üç altın saçının olduğu açıkça belirtilmemişken, Bohemya masalında “Çokbilmiş Dede”nin güneş ve üç altın saç telinin güneş ışınları olduğu aşikârdır.

Altın Saç
Evvel zaman içinde pek zeki bir kral yaşardı. Öyle ki bütün hayvanların dilinden anlar, birbirlerine ne söylediklerini bilirdi. Kral hayvanların lisanını şöyle öğrenmişti:
Çok uzun zaman önce Kral’ın yanına ufak tefek ihtiyar bir kadın gelmişti. Elindeki sepette bir yılan vardı. Bu yılanı pişirip akşam yemeğinde yerse denizde, havada ve karada ne kadar hayvan varsa, hepsinin dilinden anlayabilecekti. Başka kimsenin anlayamadıklarını anlama fikri, Kral’ın pek hoşuna gitmişti. Bu hizmet karşılığında yaşlı kadına bolca para verdi. Sonra aşçısına yılanı akşam yemeği için pişirmesini emretti. “Yalnız, sakın tek bir lokma alayım deme. Yoksa itaatsizliğinin bedelini başınla ödersin,” dedi.
Aşçısı George, Kral’ın emrine pek şaşırmıştı. “Ömrümde böyle bir balık görmedim,” dedi kendi kendine. “Tıpkı bir yılana benziyor! Hem pişirdiği yemekten tatmayan aşçı görülmüş müdür?”
Yılanı pişirdikten sonra bir lokma alıp tattı ve kulakları çınlamaya başladı: “Bize de biraz ver! Bize de biraz ver!” George etrafına baktı ama mutfakta uçuşan sineklerden başka bir şey görmedi. Yine dışarıdan bir ses geliyordu: “Nereye gidiyorsun? Nereye gidiyorsun?” Daha tiz birkaç ses cevap verdi: “Değirmencinin arpasına! Değirmencinin arpasına!”
George pencereden dışarı bakarken bir erkek kaz gördü, onu bir dişi kaz sürüsü izliyordu. “Aha!” dedi, “Demek bu böyle bir balıkmış.” Artık ne olduğunu biliyordu. Hemen ağzına bir lokma daha atıp pişirdiği yılanı Kral’a sundu. Hiçbir şey olmamış gibi davranacaktı.
Yemekten sonra Kral, George’a atları hazırlayıp onunla gelmesini emretti. Birlikte gezintiye çıkmak istiyordu. Kral önden ilerliyor, George da takip ediyordu.
Yeşil bir çayırda ilerledikleri sırada George’un atı sıçrayıp kişnemeye başladı. “Hey! Hey! Birader, kendimi öyle hafif hissediyorum ki dağların üstünden atlayabilirim!”
“Ah, ben de atlayıp zıplamak istiyorum,” diye cevap verdi diğer at, “Ne var ki ihtiyarın teki var sırtımda. Bir kere zıplayacak olsam, un çuvalı gibi yere yuvarlanıp boynunu kırabilir.”
“Aman kırsın, ne olacak!” dedi George’un atı. “Böylece bir ihtiyar yerine genç bir adamı taşımaya başlarsın belki.”
Bu konuşmayı işiten George gülmekten kendini alamadı ama ihtiyatlı davranıp sessizce güldüğünden Kral hiçbir şeyin farkına varmamıştı. Gelgelelim, Kral da atların konuşmasının tamamını anlamıştı. Başını çevirip George’un gülümsediğini görünce, neye güldüğünü sordu. “Hiçbir şeye, efendim!” dedi George özür dileyerek. “Aklıma bir şey geldi de.” Ama yaşlı Kral şüphelenmişti. Zaten atlara da güvenmiyordu. Bu yüzden geri dönmeye karar verdi.
Saraya vardıklarında Kral, George’a bir kadeh şarap doldurmasını emretti. “Yalnız,” diye ekledi, “kadehi ağzına kadar dolduracaksın. Ama bir damla dahi taşırırsan kellen gider, haberin olsun.”
George şarap sürahisini alıp kadehi doldurmaya başladı. Tam o sırada pencereden içeri iki kuş girdi. Biri, ötekini kovalıyordu. Kaçan kuşun gagasında üç altın saç teli vardı. “Bana ver onları,” dedi birinci kuş, “benim o saçlar.”
“Hayır, vermem. Benim onlar. Ben aldım hepsini.”
“Ama altın saçlı kız, saçlarını tararken yere düşen saç tellerini ilk once ben gördüm. En azından ikisini bana ver.”
“Bir tane bile vermem!”
Bunun üzerine öteki kuş bir hamleyle altın saçları kaptı. Didişen iki kuşun gagasında bir tel vardı. Üçüncü saç teli ise yere düşmüş, bu sırada bir çınlama sesi çıkmıştı. Tam o anda George başını çevirip saç teline bakmış, sonra şarabı doldurmaya devam etmişti.
“Başın gitti bil!” diye bağırdı Kral, hizmetçisinin kuşları anladığını fark etmişti. “Ama eğer altın saçlı kızı bulup karım olması için bana getirirsen, sana merhamet göstereceğim,” dedi.
George ne yapacaktı şimdi? Canını kurtarmak istiyorsa o kızı bulmak zorundaydı. İyi de nerede arayacaktı onu? Bu kız nerededir bilmiyordu ki!
Atına binip rasgele dolaşmaya başladı. Kara bir ormana vardı. Ormanın kenarında yanan çalılıklar gördü. Bir sığır çobanı burayı yakmıştı. Çalıların altında bir karınca yuvası vardı. Alevler yuvalarına düştüğü için beyaz yumurtalarını alıp dört bir yana kaçışıyorlardı.
“Yardım et, George! Bize yardım et!” diye bağırdılar. “Yanarak öleceğiz burada. Yavrularımız da öyle!”
George hemen atından inip çalılığı dağıttı ve ateşi söndürdü. “Başın ne zaman derde düşse bizi düşün. Hemen yardımına koşacağız,” diyerek teşekkür etti karıncalar kurtarıcılarına.
George orman boyunca yola devam etti. Ulu bir çam ağacına varmıştı. Ağacın tepesinde bir kuzgun yuvası vardı. Yerdeyse iki kuzgun yavrusu ağlayıp sızlanıyordu: “Anne babamız uçup gitti, kendi başımızın çaresine bakmak zorundayız ama henüz uçamıyoruz bile. Bize yardım et George, ne olur! Bizi besle yoksa açlıktan öleceğiz!” George hiç düşünmeden yere inip kılıcını atının böğrüne soktu. Böylece kuzgun yavruları yiyecek bulmuş ve açlıktan kurtulmuştu. “Başın ne zaman derde girse, bizi düşün. Hemen imdadına koşarız,” dedi kuzgun yavruları.
Bundan sonra George yoluna yayan devam etmek zorundaydı. Uzunca bir yol yürüyüp nihayet ormandan çıktıktan sonra engin bir denize ulaştı. Sahilde iki balıkçı tartışıyordu. Ağlarında kocaman bir altın balık vardı. İkisi de balığın kendisine ait olduğunu söylüyordu. “Ağ benim olduğuna göre balık da benim,” dedi biri.
Öteki cevap verdi: “Seni tekneme alıp yardım etmemiş olsam, senin ağın ne işe yarayacaktı bakalım?”
“Bir daha böyle bir balık yakalarsak senin olsun.”
“Yok canım, sen sonrakini al. Bu benim.”
“Ben aranızdaki anlaşmazlığı çözebilirim,” dedi George. “Balığı bana satın, size çok para veririm. Parayı bölüşürsünüz.”
Kral'ın yolculuk için verdiği bütün parayı balıkçılara uzattı. Artık cebinde tek kuruş kalmamıştı. Balıkçılar durumdan pek memnundu.
George balığı tekrar denize saldı. Altın balık neşeyle suya dalıp kıyıdan biraz uzaklaştıktan sonra başını sudan çıkardı. “Bana ne zaman ihtiyacın olursa, hiç çekinmeden çağırabilirsin George. Hemen yardımına koşarım,” diyerek gözden kayboldu. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu balıkçılar.


George, “Altın saçlı kızı bulup ihtiyar kralımızla evlenmesi için saraya götürmem gerekiyor. Ama kızı nerede aramam gerektiğini bile bilmiyorum.”
“Biz sana o kız hakkında öğrenmek istediğin her şeyi anlatabiliriz,” dedi balıkçılar. “Aradığın kız, Altın Saç’tır. Şu uzaktaki adada, Kristal Saray’da yaşayan Kral’ın kızıdır. Her sabah gün doğarken altın saçlarını tarar, o güzel saçlarından gelen ışık göklere ve denize vurur. Dilersen seni o adaya götürebiliriz. Ne de olsa bize çok yardımcı oldun. Sakın yanlış kızı getireyim deme zira on iki kız var. Hepsi de Kral’ın kızları ama içlerinden yalnızca birinin altın saçları var.
George adaya çıkınca hemen Kristal Saray’a, Kral’ın yanına gitti. Altın saçlı kızını efendisine vermesi için dil döktü. “Tamam,” dedi Kral, “ama kızımı hak etmen gerek. Üç günde sana vereceğim üç görevi tamamlamalısın. Şimdi gidip dinlenebilirsin.”
Ertesi sabah erkenden George’u huzuruna getirten Kral şöyle dedi: “Benim altın saçlı kızımın kıymetli incilerden yapılmış bir kolyesi vardı. Kolye koptu, inciler yeşil çayıra saçıldı. Bütün o incileri toplaman gerek, biri bile eksik kalmamalı.”
George çayıra gitti. Burası uzun ve geniş bir yerdi. Çimlerde diz çöküp incileri aramaya koyuldu. Sabahtan akşama koca çayırı aradı taradı ama tek bir inci bile göremedi. “Ah! Karınca dostlarım burada olsalar, bana yardım edebilirlerdi,” dedi.
“İşte buradayız, sana yardıma geldik,” dedi karıncalar. Dört bir yandan koşuşup etrafını sarmışlardı. “Ne istiyorsun bizden?”
“Çayırdaki incileri toplamam gerek ama tek bir inci dahi göremiyorum.”
“Bekle biraz. Biz senin için toplayacağız hepsini.”
Çok geçmeden çimenlerin içinden bir sürü inci toplayıp getirdiler. George’a incileri ipe dizmek kalmıştı. Tam kolyenin ipini bağlayacaktı ki bir karınca daha topallaya topallaya geldi. Yuvalarında çıkan yangında bacağı fena halde yaralanmıştı bu karıncanın. “Dur, George!” diye bağırdı, “İpi bağlama. Bir inci daha getiriyorum.”
Kral, George’un getirdiği incileri bir bir saydı, hiç eksik yoktu. “İşini iyi yaptın,” dedi. “Yarın sana bir görev daha vereceğim.”
Sabah olunca Kral, George’a şöyle dedi: “Altın saçlı kızım denizde yıkanırken altın yüzüğünü kaybetti. O yüzüğü bulup getirmen gerek.”
George, denize gitti, üzgün bir şekilde sahilde yürümeye başladı. Deniz berraktı ama öyle derindi ki dibini görmek mümkün değildi. Yüzüğü bulmasına imkân yoktu. “Ah! Altın balık arkadaşım burada olsa bana yardım ederdi belki,” dedi.
Bunun üzerine denizde bir şeyin parladığını gördü. Altın balık derinlerden gelip suyun yüzüne çıktı: “Sana yardıma geldim George. Ne yapmamı istiyorsun?”
“Denize düşen altın yüzüğü bulmam gerek ama suyun dibini göremiyorum.”
“Daha biraz önce bir turnabalığıyla karşılaştım, ağzında altın bir yüzük vardı. Birazcık bekle, hemen getireceğim sana o yüzüğü.” Kısa süre sonra altın balık suyun derinliklerinden geri döndü. Turnabalığı ve yüzük de yanındaydı.
Kral, bu görevi de başarıyla tamamladığı için George’u övdü. Sonra üçüncü görevini verdi: “Altın saçlı kızımı, Kral’ına eş olarak vermemi istiyorsan, bana ölüm ve hayat sularını getirmen gerek.” George bu suları nerede bulacağını bilmiyordu. Ayaklarına kara sular inene kadar dolaştı durdu. Sonunda karanlık bir ormana vardı. “Ah! Kuzgun yavruları burada olsaydı, belki bana yardım edebilirlerdi,” diye iç geçirdi.
Başının üzerinde iki küçük kuzgun yavrusu kanat çırpıyordu: “İşte buradayız. Sana yardım etmeye geldik. Ne diliyorsun bizden?”
“Ölüm ve hayat sularını bulmam gerek ama nereye bakmam gerektiğini dahi bilmiyorum.”
“Ah, biz bu suların yerini çok iyi biliyoruz. Birazcık bekle, hemen getireceğiz ikisini de.”
Çok geçmeden George’a sukabağından yapılmış iki şişe getirdiler, ikisinin de içi su doluydu. Şişenin birinde hayat suyu, diğerinde ölüm suyu vardı. George, bu kadar şanslı olduğu için çok mutluydu. Hemen saraya dönmek için yola çıktı.
Ormanın kenarındaki iki çam ağacı arasında bir örümcek ağı gördü. Ağın tam ortasında kocaman bir örümcek oturmuş, ölü bir sineği emiyordu. George ölüm suyuyla dolu şişeden biraz su alıp örümceğin üzerine serpti. Örümcek, tıpkı olgun bir kiraz gibi yere yuvarlanıverdi. O anda ölmüştü. Sonra hayat suyundan alıp sineğe serpti ve sinek hemen hareket etmeye başlayarak örümcek ağından kurtuldu. “Beni diriltmekle pek iyi yaptın George,” dedi sinek kulaklarına vızıldayarak. “Ben olmasam, on iki kızdan hangisinin Altın Saçlı olduğunu asla bilemezsin çünkü.”
Kral, George’un bu görevi de başardığını görünce ona altın saçlı kızını vereceğini söyledi. “Ama,” diye ekledi, “onu kendin seçmen gerek.”
Sonra Kral, George’u büyük bir salona götürdü. Salonun ortasında yuvarlak bir masa vardı. Masanın etrafında on iki güzel kız oturuyordu. Kızların hepsi birbirine benziyordu. Üstelik her birinin saçı kar beyaz bir mendille örtülüydü. Bu yüzden hangisinin altın saçlı olduğunu bilmeye imkân yoktu. “İşte kızlarım,” dedi Kral. “Hangisinin Altın Saç olduğunu tahmin edebilirsen onu alıp götürebilirsin. Aksi halde, tek başına memleketine dönersin.”
George çok endişeliydi, ne yapacağını bilemiyordu. Bu sırada kulağında bir ses işitti: “Vız! Vız! Masanın etrafında dolaş. Hangisi olduğunu söyleyeceğim sana.”
Bu, George’un hayat suyuyla dirilttiği sinekti. “Bu değil, hayır bu da değil. Evet, işte Altın Saç bu!”
“Bana bu kızınızı verin,” diye bağırdı George. “Onu efendime götürmeyi hak ettim.”
“Evet, doğru tahmin ettin,” dedi Kral. Genç kız hemen masadan kalkıp başını örten mendili çıkardı. Altın saçları berrak ırmaklar gibi ta yerlere kadar akıyor, tıpkı sabah güneşi gibi etrafa ışık saçıyordu. George’un gözleri kamaşmıştı.
Sonra Kral, kızına yolculuk için gereken her şeyi verdi. George, efendisiyle evlenmesi için onu saraya götürdü. Altın saçlı kızı gören yaşlı kralın gözleri ışıldamıştı. Böyle güzel bir kızla evleneceği için sevinçten havalara uçan Kral, düğün için hazırlıkların yapılmasını emretti. "İtaatsizliğin yüzünden seni astıracak, kuzgunlara yem edecektim,” dedi George’a. “Ama bana öyle iyi hizmet ettin ki başını bir baltayla uçurtmakla yetineceğim. Sonra da seni şerefli bir şekilde gömdüreceğim."
Böylece George idam edildi. Altın Saçlı, cesedin kendisine verilmesi için yalvardı. Kral, altın saçlı güzele hayır diyemiyordu. İsteği yerine getirilen kız, George’un başını bedenine yapıştırıp üzerine ölüm suyundan serpti. Böylelikle başı ve vücudu birleşti. Boynundaki yaradan eser kalmamıştı. Sonra kız, hayat suyundan serpti ölünün üzerine. George bir anda dirilmişti, sanki yeniden doğmuş gibi yüzünden can fışkırıyordu.
“Ah, ne derin uyumuşum!” dedi George gözlerini ovuşturarak.
“Evet, hakikaten pek derin bir uykudaydın,” dedi Altın Saçlı. “Ben olmasam sonsuza dek uyanamayacaktın.”
Kral, George’un dirildiğini, üstelik eskisinden de genç ve yakışıklı olduğunu görünce kendisi de gençleşmek istedi. Başının kesilip cesedinin üzerine hayat suyu serpilmesini emretti. Emri yerine getirildi. Kesik başını vücuduna yapıştırıp hayat suyundan serptiler. Su bitene kadar devam ettiler ama baş ile vücut bir türlü birleşmiyordu. Ardından ölüm suyundan serpmeye başladılar. Kral’ın başı ile beden birleşti lakin artık dirilmesi imkânsızdı çünkü hayat suyundan hiç kalmamıştı.
Krallık, kralsız kalamazdı. George gibi zeki ve tüm hayvanların lisanından anlayan bir başkası yoktu. İşte bu yüzden George’u kral, Altın Saç'ı ise kraliçe ilan ettiler.

Zekâ ile Şans
Evvel zaman içinde Şans, bir bahçede oturmuş dinlenen Zekâ ile karşılaşmıştı. “Bana yer aç bakalım!” dedi Şans. Zekâ o zamanlar tecrübesizdi, karşısındakinin kim olduğunu bilmiyordu. Şöyle cevap verdi: “Ne diye sana yer açacakmışım? Benden üstün değilsin ki.”
“Üstün olan,” dedi Şans, “en çok işe yarayanımızdır. Şu ötede, tarlasını süren köylü genci görüyor musun? Onun aklına gir. Eğer sen ona benden daha fazla yardımcı olabilirsen, karşılaştığımız her yerde ve her zaman sana yol açarım.”
Zekâ bunu kabul ederek köylü delikanlının aklına girdi. Genç adam, zekânın varlığını hisseder hissetmez şöyle düşünmeye başladı: “Ne diye ölene dek bu tarlayı süreyim ki? Başka bir yere gidip kolayca servet kazanabilirim.” Sonra hemen tarlayı sürmeyi bırakıp eve gitti.
“Baba,” dedi, “ben köy hayatını sevmiyorum. Bahçıvanlık bana daha uygun bir iş.”
Babası şaşırmıştı: “Neyin var senin, Vanek? Aklını mı yitirdin?” Biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Madem gitmek istiyorsun, git bakalım. Tanrı seninle olsun! Yalnız bu durumda evi kardeşin miras alacak. Bilmiş ol.”
Vanek yeni hevesi yüzünden köy evini kaybetmişti ama umurunda değildi. Hemen yola çıkıp Kral’ın bahçıvanına gitti ve onun çırağı oldu. Bahçıvan’ın öğrettiklerinin kat kat fazlasını öğrenip iyice ustalaştı. Hatta öğretmenini geçti. Kısa süre sonra neyi nasıl yapacağı konusunda bahçıvanın talimatlarına uymaz oldu. Her şeyi kendi bildiği gibi yapmaya başladı. İlk başta bahçıvan bu duruma çok kızmıştı ama delikanlının çok iyi iş çıkardığını ve bahçenin eskisinden güzel olduğunu görünce kızgınlığı yerini memnuniyete bıraktı.
“Sen benden çok daha akıllısın," dedi. Böylece bahçıvan, Vanek’in bahçeyi istediği gibi düzenlemesine izin verdi. Çok geçmeden Vanek bahçeyi öyle muhteşem bir görüntüye kavuşturmuştu ki Kral, bu manzaranın tadını çıkarmak için sık sık Kraliçe ve tek kızlarıyla birlikte bahçede gezintiye çıkıyordu.
Prenses çok güzel bir kızdı lakin on iki yaşından beri konuşmuyordu. Kimse ağzından tek bir kelime çıktığını işitmemişti.
Kral bu duruma çok üzülüyordu. Her kim bu derde bir çare bulursa, kızını onunla evlendirecekti. Nice genç krallar, prensler ve daha birçok yönetici saraya gelmiş ama hepsi eli boş dönmüştü. Hiçbiri genç kızı konuşturmayı başaramamıştı. “Ben neden şansımı denemeyeyim?” diye düşündü Vanek. “Kim bilir, belki benimle konuşur.”
Hemen gönüllü olduğunu saraya bildirdi. Kral ve danışmanları Vanek’i Prenses’in bulunduğu odaya götürdü. Kralın kızının küçük bir köpeği vardı, bu akıllı hayvanı pek seviyordu zira kız ne istese hemen anlıyordu.
Vanek, Kral ve danışmanlarıyla birlikte odaya girdiğinde sanki Prenses’i görmemiş gibi köpeğe seslendi: “Köpekçik, duydum ki sen pek akıllı bir hayvanmışsın. Bu yüzden sana danışmaya geldim. Biz üç gezgin arkadaşız. Biri heykeltıraş biri terzi iki arkadaşım da benimle beraber. Bir keresinde bir ormandan geçiyorduk ve geceyi orada geçirmek zorunda kaldık. Kurtlardan korunmak için ateş yaktık ve sırayla nöbet tutmaya karar verdik. İlk önce heykeltıraş nöbet tuttu. Zaman geçsin diye bir ağaç kütüğünü oyup güzel bir kız yaptı. Sonra terziyi kaldırıp nöbet sırasının onda olduğunu söyledi. Terzi, tahtadan kızı görünce şaşırdı. 'Canım çok sıkılmıştı,' dedi heykeltıraş, 'yapacak bir şey bulmam gerekiyordu. Ben de ağaç kütüğünden bir kız yaptım. Dilersen zaman kolay geçsin diye ona elbise yapabilirsin.'
Terzi hemen makas, iğne ve iplik çıkardı. Kumaşları kesip elbise dikmeye koyuldu. Yaptığı giysileri kıza giydirdi. Ardından nöbet sırasının bana geldiğini haber verdi. Bu kızın nereden çıktığını ben de merak etmiştim. 'Görüyorsun ya,' dedi terzi. 'Heykeltıraş zaman geçsin diye ağaç kütüğünden bir kız yapmış. Ben de aynı nedenle ona güzel elbiseler diktim. Eğer canın sıkılırsa kıza konuşmayı öğretebilirsin.'
Sabah güneş doğarken kıza konuşmayı öğretmiştim. Fakat arkadaşlarım uyandıklarında, kızı kendilerinin hak ettiğini söylediler. Heykeltraş, 'Ben yaptım onu, bu kız benimdir' dedi. Terzi itiraz etti: 'Ben de giydirdim.'
“Elbette, ben de kızda hakkım olduğunu söyledim. Şimdi söyle bana kuçu kuçu, bu kız hangimizindir?" Köpek tek kelime etmemiş, onun yerine Prenses cevap vermişti: “Kimin olacak, senindir elbette! Heykeltıraşın yaptığı cansız bir kızın ne değeri var? Tek kelime edemedikten sonra terzinin yaptığı giysilerin ne kıymeti var? Sen ona en güzel armağanı verdin. Yaşamayı ve konuşmayı öğrettin. Bu nedenle kız sana aittir.”
“Öyleyse, kendi hükmünü verdin,” dedi Vanek. “Seni tekrar konuşturdum ve sana yeni bir hayat verdim. O halde bana aitsin.”
Bunun üzerine Kral’ın vezirlerinden biri şöyle dedi: “Kızını tekrar konuşturduğun için Kral hazretleri sana kıymetli armağanlar verecektir lakin Prenses’le evlenmene izin veremez zira asil bir soydan gelmiyorsun.”
Vezirin sözleri Kral’ın aklına yatmıştı. “Sen alt tabakadansın. Hizmetin nedeniyle seni ödüllendireceğim fakat kızımı alamazsın.”
Gelgelelim Vanek’in ödülde falan gözü yoktu : “Kral, kızını iyileştiren her kim olursa olsun, onunla evlendireceğine kayıtsız şartsız söz verdi. Bir kralın sözü kanun demektir. Kral koyduğu kanunlara herkesin uymasını istiyorsa ilk önce halka örnek olmalı. Sözün özü, Kral kızını bana vermek zorunda.”
“Yakalayıp bağlayın şunu,” diye bağırdı az önce konuşan vezir. “ Kimse Kralımıza ne yapacağını söyleyemez. Bu, majestelerine hakarettir! Böyle hadsiz bir adamın hakkı ölümdür. Majesteleri, bu rezil adamın kılıçla idam edilmesini emretmek istemez misiniz?”
Kral emretti: “İdam edin şunu!”
Vanek hemen eli kolu bağlanarak götürüldü. Darağacına getirildiğinde Şans onu bekliyordu. Zekâ’nın kulağına usulca fısıldadı: “Gördün mü bak, senin yüzünden neler oldu? Kellesi gidecek delikanlının. Şimdi açıl da senin yerine geçeyim!”
Şans, Vanek’in bedenine girer girmez celladın kılıcı idam sehpasına çarpıp kırıldı. Sanki biri elinden alıvermişti kılıcı. Yeni bir kılıç getirmelerine zaman kalmadan bir ulak geldi şehirden. Dörtnala koşan atının sırtında neşeyle davul çalıyor ve beyaz bir bayrak sallıyordu. Vanek için yollanmış bir kraliyet arabası onu izliyordu.
Olay şöyleydi: Prenses babasına Vanek’in doğruyu söylediğini anlatmıştı. Bir kralın sözü kanun demekti. Vanek, asil bir soydan gelmiyorsa bunun kolayı vardı. Onu prens ilan etmesi yeterliydi. Kral şöyle dedi: “Haklısın kızım. Prens olsun Vanek!”
Kral’ın emri üzerine hemen bir araba gönderildi. Vanek’in yerine, Kral’ı genç adama karşı kışkırtan vezir idam edildi. Ardından Vanek ve Prenses evlendiler. Genç çift bir kraliyet arabasıyla evlerine giderken Zekâ yol üzerinde onları bekliyordu. Burada Şans ile karşılaşınca sanki birden üstüne soğuk su dökülmüş gibi başını eğip kenara çekildi.
Derler ki o zamandan beri Zekâ, her karşılaştıklarında Şans’a yer açar.

Jezinkalar[5 - Jezinka: Çek dilinde “orman perisi” anlamına gelen bir kelime. (ç.n.)]
Bir zamanlar öksüz ve yetim bir çocuk yaşardı. Geçimini sağlamak için çalışması gerekiyordu. Gece gündüz demeden yolları aştıysa da hiçbir yerde iş bulamadı. Ta ki günün birinde bir viraneye denk gelene kadar. Bir ağaç altında kaybolmuştu bu ev. Kapı eşiğinde ihtiyar bir adam oturuyordu, gözleri iki kara oyuktu. Ahırda keçiler meliyordu. Yaşlı adam dedi ki: “Zavallı keçilerim, keşke sizi meraya götürebilsem ama elimden bir şey gelmiyor. Gözlerim kör. Size çobanlık edecek kimsem yok.”
“Dedeciğim, ben sana yardım edebilirim,” diye cevap verdi delikanlı.
“Sen de kimsin? Adın ne?”
Çocuk kendisini tanıttı, adının Johnny olduğunu söyleyip başına gelenleri anlattı.
“Peki Johnny, bana yardım edebilirsin. Önce keçileri meraya götürmen gerek. Yalnız onları sakın ormandaki tepeye götürme. Yoksa Jezinkalar gelip seni uyutur, sonra tıpkı bana yaptıkları gibi gözlerini oyuverirler.” “Korkma Dede,” diye cevap verdi Johnny. "Jezinkalar benim gözlerime dokunamazlar."
Ardından keçileri ahırdan çıkarıp meraya götürdü. İlk iki gün hayvanları ormandan uzakta otlattı. Ama üçüncü gün kendi kendine şöyle düşündü: “Ne diye Jezinkalardan korkacakmışım? Keçileri ormana götüreceğim, orada daha güzel otlar var.”
Sonra üç yeşil böğürtlen çalısı koparıp şapkasına yerleştirdi. Keçileri doğruca ormandaki yeşil tepeye sürdü. Hayvanlar burada otlarken Johnny, dinlenmek için bir ağaç gölgesine oturdu. O sırada beyazlar içinde güzel mi güzel bir genç kız belirdi karşısında. Güzelce taranmış kuzguni siyah saçları sırtından aşağı dalgalanıyordu, gözleri birer kara zeytin gibiydi.
“Tanrı seni korusun, ey keçi çobanı!” dedi kız. “Bahçemizde enfes elmalar yetişir. Buyur, sen de bir tane al. Ne kadar leziz olduklarını gör.”
Genç kız, Johnny’ye kıpkırmızı bir elma verdi. Fakat Johnny elmadan yediği takdirde uyuyakalacağını ve gözlerinin oyulacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden şöyle dedi: “Çok teşekkürler güzel kız! Efendimin bahçesinde bunlardan daha güzel meyveler veren bir elma ağacı var. O elmalardan çok yediğim için tokum.”
“Madem öyle ısrar etmeyeceğim,” diye cevap veren kız oradan uzaklaştı.
Bir süre sonra ondan da güzel bir başka kız geldi. Elinde kıpkırmızı bir gül vardı. “Tanrı seni korusun ey keçi çobanı!” dedi. “Ne güzel bir gül kopardım çalılardan. Kokusu da harika. Bir kere koklasana.”
“Çok teşekkür ederim güzel kız ama benim efendimin bahçesinde bundan çok daha güzel güller var. Hepsini bol bol kokladım.”
“Madem öyle, bırak kalsın!” dedi kız öfkeyle, sonra sırtını dönüp gitti.
Ardından üçüncü kız geldi. Diğerlerinden de genç ve güzeldi. “Tanrı yardımcın olsun, ey çoban!”
“Teşekkürler güzel kız!”
“Hakikaten, pek yakışıklı bir delikanlısın,” dedi kız. “Ama saçlarını tarayıp güzelce giyinsen, daha hoş gözükürsün. İzin ver tarayayım saçlarını.”
Johnny hiçbir şey demedi ama kızın yaklaşması üzerine başından şapkasını çıkarıp sakladığı çalılardan birini fırlattı. Kızın iki eline isabet etmişti çalılar. “İmdat! İmdat!” diye acı içinde bağıran kız, ağlamaya başladı. Ne kadar uğraşsa da yerinden kıpırdayamıyordu.
Johnny kızın ağlayıp inlemesine aldırmadan çalılarla ellerini sıkıca bağladı. Bunun üzerine diğer iki kız koşarak geldi. Kardeşlerinin yakalandığını görünce ellerini çözmesi için Johnny’ye yalvarmaya başladılar. “Kendiniz çözün,” dedi Johnny.


“Yapamayız ki! Ellerimiz pek narindir, dikenler batar.”
Fakat ne kadar dil dökseler de delikanlıyı ikna edemeyeceklerini anlayan kızlar, ellerini çözmek için kardeşlerinin yanına gitmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Johnny birden öne atılıp onların da ellerini bağlayıverdi.
“Gördünüz mü, yakaladım işte sizi kötü kalpli Jezinkalar! Neden oydunuz efendimin gözlerini, ha?”
Bu olayın ardından delikanlı, keçilerin sahibi yaşlı adamın yanına gidip şöyle dedi: “Gel dede. Sana gözlerini geri verebilecek birini buldum.”
Tepeye vardıklarında ilk Jezinka’ya seslendi: “Söyle bakalım, ihtiyarın gözleri nerede? Yoksa gözünün yaşına bakmam seni suya atarım!”
Jezinka, yaşlı adamın gözlerinin yerini bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Johnny yaklaştı. Niyeti kızı tepenin aşağısında hızla akan nehre atmaktı.
“Yapma Johnny, yapma!’’ diye yalvardı Jezinka. “Sana ihtiyarın gözlerini vereceğim.”
Kız delikanlıyı bir mağaraya götürdü. Burada yüzlerce gözden oluşan bir yığın vardı. Kimi kocaman kimi küçük; kimi mavi kimi ise yeşil, siyah ve kırmızıydı. Kız yığının içinden bir çift göz alıp delikanlıya uzattı. Fakat Johnny bunları yaşlı adamın gözlerindeki boşluklara yerleştirdiğinde zavallı adam haykırmaya başlamıştı: “Heyhat! Bunlar benim gözlerim değil. Baykuşlardan başka şey görmüyorum.”
Johnny aldatıldığı için çok sinirlenmişti. Jezinka’yı kolundan yakalayıp suya fırlattı. Sonra ikincisine döndü: “Sen söyle bakalım. İhtiyarın gözleri nerede?”
O da önce bilmediğini söyledi ama Johnny’nin kendisini suya atacağını anlayınca mağaraya gidip iki göz getirdi. Fakat yaşlı adam bir kez daha haykırdı: “Heyhat! Bunlar da benim gözlerim değil. Kurtlardan başka şey göremiyorum.”
Böylece ikinci Jezinka da birincisiyle aynı kaderi paylaştı ve hızla akan sularda gözden kayboldu.
“İhtiyarın gözleri nerede, söyle!” dedi Johhny, üçüncü ve en genç Jezinka’ya. Bu kız da onu mağaradaki yığının başına götürüp içinden iki göz aldı. Fakat bunları yerine koyduklarında yaşlı adam yine kendi gözleri olmadığını söyledi. “Turnabalıklarından başka bir şey göremiyorum,” dedi.
Üçüncü Jezinka da Johnny’yi aldatmıştı. Delikanlı, kızı suya fırlatmak üzereydi ki kız gözyaşları içinde yalvardı: “Dur Johnny, yapma! İhtiyarın gözlerini vereceğim.”
Sonra yığının altından iki göz çıkardı. Johnny bunları yaşlı adamın göz oyuklarına yerleştirdi. İhtiyar bu defa neşesinden haykırmıştı: “İşte, benim gözlerim! Tanrı’ya şükürler olsun. Yine görebiliyorum!”
Bundan sonra Johnny ve ihtiyar birlikte mutlu bir şekilde yaşadılar. Johnny keçileri otlatırken ihtiyar da evde peynir yapıyordu. Sonra birlikte afiyetle yemek yiyorlardı. Jezinka’ya gelince, bir daha onu o tepede gören olmadı.

Orman Perisi
Betty küçük bir kızdı, annesi ise dul bir kadın. Harap bir köy evi ile iki dişi keçiden başka hiçbir şeyleri yoktu. Buna rağmen Betty her zaman pek neşeliydi. İlkbahardan sonbahara kadar keçileri bir huş ağacının bulunduğu otlakta otlatırdı.
İşte Betty her gün bu otlağa giderdi. Evden ayrılmadan önce annesi bir dilim ekmek ile bir kirmen[6 - Kirmen veya kirman: Elde yün eğirmek için kullanılan araç. (ç.n.)] koyduğu sepeti verip “Yünle dolsun!” derdi. Betty, örekesi olmadığından eğirmesi gereken keten ipi başına bağlardı.
Betty annesinin elinden sepeti alıp keçilerin ardından neşeyle huş ağacının olduğu yere yürümeye koyulurdu. Oraya vardıklarında keçiler otlara hücum ederken Betty bir ağacın altına oturup işe başlardı. Sol eliyle başındaki ipi çeker, sağ eliyle kirmeni kullanırdı. Kirmenin yere çarpmasıyla çıkan ses ve küçük kızın neşeli şarkısı birbirine karışıp ormanda yankılanırdı.
Güneş tepeye çıkınca Betty işini bir kenara bırakıp keçilere seslenirdi. Yanından uzaklaşmasınlar diye ikisine de bir parça ekmek verdikten sonra birkaç çilek ya da başka mevsim meyveleri bulmak için ormana girerdi. Topladığı meyveleri ekmeğinin üstüne tatlı niyetine yerdi. Yemeğini bitirince ayağa fırlar, ellerini çırpıp şarkı söylemeye ve dans etmeye başlardı. O sırada güneş, yeşillikler arasından kıza gülümserdi. Çimenlerde keyif çatan keçiler “Ne kadar neşeli bir çobanımız var,” diye düşünürdü. Dansın ardından yine hiç ara vermeden ip eğirmeye koyulurdu küçük kız. Akşam keçileri eve getirdiğinde kirmeni daima dolu olurdu. Annesinden hiç azar işitmezdi çünkü işini hep böyle eksiksiz yapardı.
Bir gün, âdeti olduğu üzere tam gün ortasında işine ara vermiş, küçücük yemeğini yedikten sonra dans etmeye hazırlanıyordu. Birden karşısında nereden çıktığı belli olmayan güzel bir kız belirdi. Tül gibi incecik beyaz bir elbise vardı üzerinde, altın rengi saçları beline kadar uzanıyordu. Ayrıca başını orman çiçeklerinden yapılmış bir taç süslüyordu.
Betty’nin şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Genç kız tebessüm ederek hoş bir sesle konuştu: “Betty, dans etmeyi sever misin?”
Genç kızın sevimli tavrı ve konuşması Betty’nin kalbini yumuşatmış, korkusunu yok etmişti. “Ah, bütün gün dans etsem yorulmam!” diye cevap verdi.
“Gel öyleyse, birlikte dans edelim. Ben sana öğreteceğim!”
Bu sözlerin ardından kız elbisesinin ucunu toplayıp Betty’yi belinden kavradı ve onunla dans etmeye başladı. Böyle döndükleri sırada o kadar hoş bir müzik duyuluyordu ki Betty’nin heyecandan kalbi duracaktı.
Siyah, külrengi, kahverengi ve alacalı kaftanlar içindeki müzisyenler huş ağacının dallarına oturmuştu. Güzel kızın işaretiyle bir araya gelen seçkin müzisyen grubu; bülbüller, tarlakuşları, ketenkuşları, sakalar, fluryalar, ardıçkuşları, karatavuklar ve pek hünerli bir alaycı kuştan oluşuyordu.
Betty’nin yanakları kızarmıştı, gözleri ışıl ışıldı. Keçileri ve işi aklından uçup gitmişti. Büyüleyici hareketlerle dans eden partnerinden gözlerini ayıramıyordu. Kızın hareketleri öyle yumuşaktı ki narin ayaklarının altındaki çimler bile ezilmiyordu. Akşama kadar böyle eğlenip dans ettiler ama Betty’nin ayakları hiç yorulmamıştı. Sonra güzel kız dansı bıraktı, müzik durdu ve kız tıpkı geldiği gibi bir anda gözden kayboluverdi.
Betty etrafına baktığında güneşin batmak üzere olduğunu gördü. Hemen ellerini başına götürdü. Keten ip, sabah getirdiği gibi duruyordu. Çimende duran kirmeni bomboştu. Keten ipi başından alıp kirmenle birlikte sepete koydu. Keçilere seslenip evin yolunu tuttu.
Yol boyunca hiç şarkı söylemedi çünkü güzel dansçı kıza aldanıp bütün günü aylaklıkla geçirdiği için kendine çok kızgındı. Bir daha gelecek olursa o kızı dinlememeye kararlıydı. Her zamanki neşeli sesi duyamayan keçiler, peşlerinden gelenin gerçekten kendi çobanları olduğundan emin olmak için arkalarına baktı. Şarkı söylemeden geldiğini görünce annesi de kaygılanmış, “Hasta mısın kızım?” diye sormuştu.
“Hayır anneciğim hasta değilim ama çok şarkı söylemekten boğazım ağrıyor. O yüzden sessizim,” dedi Betty.
Sonra kirmen ve eğrilmemiş keten ipi yerine koymaya gitti. Annesinin ipi hemen dolama alışkanlığı olmadığını bildiğinden, o gün bitiremediği işi ertesi gün telafi etmek niyetindeydi. Bu yüzden, bütün gün birlikte şarkı söyleyip dans ettiği güzel kızdan annesine bahsetmedi.
Ertesi gün Betty yine şarkılar söyleyerek keçileri huş ağacının olduğu yere götürdü. Keçiler hemen otlanmaya başladı. Betty ağacın altına oturup zaman kaybetmeden işe koyuldu. Bu sırada hep şarkı söylüyordu zira şarkı söylerken ip eğirmek daha kolay geliyordu. Saatler geçti, güneş gökte yükselmiş ve öğle vakti olmuştu. Betty keçilere birer lokma ekmek verdikten sonra çilek aramaya gitti. Geri dönüp yemeğini yerken keçilerine dert yanıyordu: “Ah, benim keçiciklerim. Bugün dans edemem, çok işim var!”
Kucağındaki ekmek kırıntılarını toplayıp kuşlar yesin diye bir taşın üzerine koydu. O sırada “Neden dans etmeyecekmişsin?” diye sordu güzel bir ses. Geçen gün gördüğü o güzel kızdan başkası değildi bu. Sanki bulutlardan düşüvermiş gibi Betty’nin yanında bitmişti. Betty bu sefer öncekinden daha da fazla korkmuştu. Onu görmemek için gözlerini yumdu ama kız aynı soruyu tekrarlayınca tevazuyla cevap vermek zorunda kaldı: “Bağışlayın beni güzel hanımefendi fakat sizinle dans edemem çünkü bugün de işimi ihmal edersem annemden azar işiteceğim. Akşam olmadan dün yarım bıraktığım işimi bitirip bütün bu ipleri eğirmem gerek.”
“Haydi gel, dans edelim,” dedi güzel kız. “Güneş batmadan işlerin hallolmuş olacak.” Sonra elbisesinin ucunu kıvırıp Betty’yi belinden kavradı. Huş ağacının dallarında oturan müzisyenlerin nağmeleri eşliğinde dans etmeye başladılar. Güzel kız eskisinden daha göz alıcı hareketlerle dönüyordu. Öyle ki Betty onu izlerken mest olmuş, işini ve keçileri yine unutuvermişti. Nihayet kız dansı bıraktı ve müzik durdu. Bu sırada güneş batmak üzereydi. Betty ellerini başına götürüp eğrilmemiş iplere dokununca ağlamaya başladı. Güzel kız elini Betty’nin başına koyup ipleri çekti ve ince bir dala sardı. Sonra kirmeni eline alıp ip eğirmeye başladı. Kirmen, Betty’nin gözleri önünde gitgide dolmuştu. Güneş batmak üzereyken bütün ipler eğrilmişti. Betty’nin önceki gün yarım bıraktığı ip de bitmişti. Güzel kız, yumağı Betty’ye uzatırken şöyle dedi:
“İpi makaraya sar ve homurdanma. Sözlerimi unutma sakın: İpi sar ve homurdanma!” Bu sözlerin ardından kız yer yarılıp içine girmiş gibi bir anda gözden kayboldu.
Betty çok mutluydu. Eve dönerken şöyle geçirdi içinden: “Bu kadar iyi ve yardımsever biri olduğuna göre, tekrar gelirse onunla yine dans edeceğim.”
Neşeyle şarkı söyleyerek keçilerini eve götürdü. Fakat bu defa annesi onu hiç hoş karşılamamıştı. Betty gittikten sonra annesi eğrilmiş ipleri makaraya sarmak istemişti ama kirmenin boş olduğunu görünce keyfi kaçmıştı.
“Dün ne yaptın da işini bitiremedin bakalım?” diye sordu kadın azarlayıcı bir ses tonuyla.
“Özür dilerim anneciğim. Dans ederken, zamanı unutmuşum,” dedi Betty. Sonra kirmenini göstererek ekledi: “Ama bugün dünkü işimi telafi ettim, bütün ipleri eğirdim.”
Annesi başka bir şey demeden keçileri sağmaya gitti. Betty yaşadığı macerayı annesine anlatmayı çok istiyordu ama kendi kendine şöyle düşündü: “Hayır, şimdi bir şey söylemeyeceğim. Eğer kız bir daha gelirse ona kim olduğunu soracağım. Sonra anneme anlatırım.” Böylece dilini tutmaya karar verdi.
Üçüncü sabah da her zamanki gibi keçileri huş ağacına götürdü. Keçiler otlamaya başladı, Betty de ağacın altına oturdu. Bir taraftan işini yapıyor, bir taraftan şarkı söylüyordu. Gün ortasında kirmenini çime bırakıp keçilere birer lokma ekmek verdi. Sonra çilek topladı ve yemeğini yedi. Kırıntıları kuşlara verirken keçilere seslendi: “Keçiciklerim, bugün sizin için dans edeceğim!”
Ayağa fırlayıp ellerini kaldırdı. O güzel kız gibi dans etmek için hazırlanmıştı ama o anda kızı karşısında buldu.
“Haydi, birlikte dans edelim!” dedi kız Betty’yi belinden kavrayarak.
Aynı anda muhteşem bir müzik başlamıştı. Kızlar etrafta uçar gibi dönüyordu. Betty yine işini ve keçilerini unutmuştu. Vücudu söğütten bir değnek gibi her yöne eğilebilen güzel kızın dansından bir an bile gözlerini ayıramıyor, ayaklarını yerden kesen muhteşem müzikten başka bir şey düşünemiyordu. Öğle vakti başladıkları dans akşama kadar devam etti. Sonra güzel kız dansı bıraktı ve müzik durdu.
Betty etrafına bakınca güneşin çoktan ağaçların ardına ulaştığını gördü. Gözyaşları içinde ellerini başına götürdü. Yarısı boş kirmeni ararken kara kara annesinin ne diyeceğini düşünüyordu.
“Sepetini uzatsana,” dedi güzel kız. “Bugün yarım kalan işini bitireceğim.”
Betty sepeti verdi. Kız bir an ortadan kayboldu. Sonra Betty’ye sepeti geri verdi. “Şimdi değil, eve gidince bak sepetin içine,” dedi.
Ardından rüzgârla birlikte savrulmuş gibi uçup gitmişti.
Betty sepete bakmaya korkuyordu ama eve yaklaşırken merakına daha fazla direnemedi. Sepet, içi boşmuş gibi hafifti. Kızın onu aldatmış olabileceğini düşündüğü için bir an evvel içine bakmak istiyordu. Sepete bakıp içinin yapraklarla dolu olduğunu görünce o kadar korktu ki! İki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. Bu kadar saf olduğu için kendine çok kızmıştı. Biraz yaprak alıp öfkeyle etrafa savurdu. Sepeti boşaltacaktı ama “Keçilerin altına sererim bunları,” diye düşündü. Eve gitmeye korkuyordu. Keçilere gelince, hayvancağızlar bu akşam da çobanlarını tanımakta zorluk çekiyordu.
Annesi kapının önünde merak içinde onu beklemekteydi. Betty’yi görünce ilk sözleri şu oldu: “Tanrı aşkına, kızım! Dün bana nasıl bir yumak getirdin öyle?”
“Ne oldu ki?” diye sordu Betty telaş içinde. “Dün sabah sen keçileri götürdükten sonra ben de ipi sarayım istedim. Saatlerce uğraştım ama yumak bir türlü bitmedi. Bir çile, iki çile derken, ip olduğu gibi duruyordu. ‘Bu kötü bir cinin işi mi?’ diye sordum kendi kendime. Bir de üstüne kirmendeki ipler kayboluverdi. Bu ne demek oluyor, söyle bakalım!”
Betty başına gelenleri bir bir anlattı.
“O gördüğün kız bir orman perisiydi!” diye haykırdı annesi. “Orman perileri öğlenden akşama dek dans eder dururlar. Neyse ki erkek değilsin. Yoksa o perinin elinden sağ kurtulamazdın. Nefesin tükenene dek seninle dans eder, belki de öldürene dek gıdıklardı. Ama orman perileri kızlara karşı merhametlidir. Hatta güzel hediyeler verirler onlara. Keşke bana anlatsaydın. Öfkeyle konuşmamış olsaydım şimdi bir oda dolusu ipimiz olacaktı.”
İşte o anda Betty’nin aklına sepet geldi. Belki o yaprakların altında bir hediye olabilirdi. Kirmeni ve eğrilmemiş keten ipi çıkarıp bir kez daha sepete baktı. “Anne, baksana!” diye bağırdı.
Annesi sepete bakınca neşeyle ellerini çırptı. Huş ağacı yaprakları altına dönüşmüştü!
“Bana burada değil eve gidince bak demişti ama sözünü dinlememiştim.”
“İyi ki bütün sepeti boşaltmamışsın,” dedi annesi.
Ertesi sabah Betty’nin iki avuç yaprak attığı yere giden annesi taze huş yapraklarından başka bir şey göremedi. Ancak Betty’nin eve getirdiği hazine yeter de artardı. Annesi altınlarla küçük bir arazi aldı. Ayrıca bir sürü büyükbaş hayvan aldılar. Betty’nin güzel elbiseleri vardı artık. Üstelik keçileri otlatmasına gerek kalmamıştı. Varlık içindeydi ve neşesi hep yerindeydi. Gelgelelim, hiçbir şey onu orman perisiyle yaptıkları dans kadar mutlu etmeyecekti. Bu yüzden sık sık huş ağacına gidiyor ve o güzel kızı görmeyi umuyordu ama bir daha onu göremedi.

George ile Keçi
Bir zamanlar bir Kral yaşardı. Kral’ın yüzü hiç gülmeyen bir kızı vardı. Her daim üzgündü. Bu yüzden Kral ülkedeki tüm delikanlılara haber salınmasını istedi. Her kim ki kızını güldürmeyi başarırsa, Kral’ın damadı olacaktı.
Bu ülkede bir de George adında bir çoban yaşıyordu. Babasına şöyle dedi: “Baba! Ben de gidip Prenses’i güldürmeye çalışacağım. Senden bir şey istemiyorum, keçiyi yanıma ver yeter.”
Babası, “Peki, git bakalım,” diye cevap verdi.
Keçinin öyle bir tabiatı vardı ki sahibinin dileği üzerine herkesi yanında alıkoyabilirdi. Böylece sözkonusu kişi keçiye yapışmış gibi yanından ayrılamazdı.
Delikanlı işte bu keçiyi alıp yola çıktı. Sonra bir ayağı omzunda olan bir adamla karşılaştı. George, “Neden bir ayağın omzunda?” diye sordu.
Adam, “Eğer ayağımı indirecek olursam yüz mil öteye zıplarım,” diye cevap verdi.
“Peki, nereye gidiyorsun?”
“İş arıyorum. Beni hizmetine alacak birini bulmak için yollara düştüm.”
“Bizimle gelsene öyleyse.”
Birlikte yola devam ettiler. Bu defa gözleri bağlı bir adam çıktı karşılarına. George sordu: “Neden gözlerin bağlı?”
Adam cevap verdi: “Eğer gözlerimdeki bağı açacak olursam yüz mil ötesini görebilirim.”
“Peki nereye gidiyorsun?”
“İş arıyorum. Sizinle gelebilir miyim?”
“Elbette.”
Biraz ilerlemişlerdi ki başka bir adamla tanıştılar. Kolunun altında bir şişe vardı. Şişenin ağzını kapak yerine başparmağıyla kapatmıştı.
“Şişeyi niçin parmağınla kapatıyorsun?”
"Parmağımı çekersem yüz mil öteye su fışkırtıp istediğim şeyi sırılsıklam edebilirim. Dilersen beni hizmetine al, belki işine yararım."
George, “Peki, sen de gel,” dedi.
Nihayet Kral’ın yaşadığı şehre geldiler. Keçi için gümüş bir kurdele aldıktan sonra dinlenmek için bir hana gittiler. Han sahibine önceden emir verilmişti. Gelenler ne dilerse yiyip içecek, parasını Kral ödeyecekti.
George ve arkadaşları keçiyi gümüş kurdeleyle bağlayıp hancıya emanet etti. Hancı hayvanı kızlarının yattığı odaya koydu. Bu adamın üç genç kızı vardı, henüz uyumamışlardı. Manka adındaki kız şöyle dedi: “Ah! Keşke benim de şöyle gümüş bir kurdelem olsa! O ipi keçiden çözeceğim.”
Ortanca kız Dodla, "Yapma sakın, sahibi anlar," dediyse de ablası onu dinlemedi.
Manka uzun süre geri dönmeyince en küçük kız Kate, “Git, çağır onu,” dedi kardeşine. Bunun üzerine Dodla gidip Manka’yı çağırdı. “Gel haydi, bırak şu ipi!”
Manka gibi o da keçinin yanından ayrılamıyordu. Ablaları bir türlü gelmeyince Kate “Gelin haydi, çözmeyin şu hayvanı,” diye seslendi. Sonra yanlarına gidip Dodla’nın sırtına hafifçe dokundu. Artık o da ablaları gibi keçinin yanından ayrılamıyordu!
Sabah olunca George hemen keçinin yanına gitti. Hayvanla birlikte ona yapışmış durumdaki üç kızı da aldı. Bu esnada hancı hâlâ uykudaydı. Şehrin içinden yürüdüler. Pencereden bakan hâkim şaşkınlık içinde sordu: “Amanın, hancının kızları değil mi bunlar? Ne oluyor orada?” Adam gidip en sondaki Kate’in elinden tuttu, onu diğerlerinden ayırma niyetindeydi ama akıbeti kızlarınkiyle aynı oldu. Sonra dar bir sokaktan ineklerini geçirmeye çalışan bir çoban göründü. Sürüsündeki boğa hızla koştu ve keçinin yanında sıkıştı kaldı. Böylece bu hayvan da George’un alayına katılmış oldu.
Nihayet sarayın önüne vardılar. Dışarı çıkan hizmetçiler gördükleri manzarayı hemen Kral’a anlattı. “Efendim, nice maskaralıklar gördük ama böylesine hiç şahit olmadık,” dediler. Hiç vakit kaybetmeden Prenses’i sarayın önündeki alana götürdüler. Kız gördüğü manzara karşısında öyle bir kahkaha kopardı ki gürültüsü sarayı sallamıştı.
Delikanlıya “Kimsin, neyin nesisin?” diye sordular.
“Adım George. Bir çobanın oğluyum,” dedi.
George, Kral’ın kızını doya doya güldürmeyi başarmıştı lakin soylu bir aileden gelmediği için onunla evlenemeyeceğini söylediler. Bunun için zorlu bir görevi daha yerine getirmesi gerekiyordu. “Ne yapmam gerek?” diye sordu genç adam. Saraydan yüz mil uzakta bir pınar vardı. Bir dakika içinde bu pınardan bir kupa su getirebilirse Prenses’le evlenebiliecekti.
George ayağı omzunda olan adama döndü: “Ayağını indirdiğinde yüz mil öteye atlayabileceğini söylemiştin.”
Adam, “Evet, çok kolay iş benim için,” dedi.
Sonra ayağını indirip atladı. Göz açıp kapayana dek su pınarının yanındaydı. Fakat çok az zamanı vardı, hemen geri dönmesi gerekiyordu. George ikinci adama döndü: “Gözlerindeki bağı çıkardığında yüz mil öteyi görebileceğini söylemiştin. Haydi bak bakalım, orada neler oluyor.”
“Ah, efendim!” dedi adam, gözlerini açtıktan sonra. “Uykuya dalmış!”
“Bu çok kötü,” dedi George, “Zamanımız yok. Sen, üçüncü adam, başparmağını şişeden çektiğin takdirde yüz mil öteye su fışkırtabilirim demiştin. Çabuk ol, uyandır onu! Sen de bak bakalım uyandı mı.”
“Uyanıyor efendim. Üstündeki tozu silkeleyip su çekiyor.”
Ardından adam bir kez daha zıplayıp tam zamanında geri döndü. Ancak bir görevi daha yerine getirmesi gerektiğini söylediler. Uzaktaki kayalıkların arasında vahşi bir hayvan yaşıyordu, tek boynuzlu bir at. Bu acımasız canavar onlarca insana saldırıp hepsini helak etmişti. İşte George bu atı yok ettiği takdirde Kral’ın kızını alabilecekti.
Bunun üzerine genç adam yol arkadaşlarıyla birlikte ormana gitti. Burada üç vahşi hayvan vardı. Yattıkları yerde yuvarlana yuvarlana üç çukur açmışlardı. İkisinin kimseye zararı yoktu fakat üçüncüsü insanları öldüren canavarın ta kendisiydi.
George ve arkadaşları ceplerine birkaç taş ve kozalak alıp bir ağaca tırmandılar. Hayvanlar yere uzanınca tek boynuzlu ata bir taş attılar. At hemen yanındaki hayvana şöyle dedi: “Sessiz ol, rahatsız etme beni.”
“Ben bir şey yapmıyorum,” diye cevap verdi hayvan.
Sonra George ve yoldaşları tek boynuzlu ata bir taş daha attılar. “Sessiz olun! İki kere rahatsız ettiniz beni,” diye bağırdı tek boynuzlu at.
“Biz bir şey yapmadık,” dedi diğer iki hayvan. Sonunda birbirlerine saldırıp dövüşmeye başladılar. Tek boynuzlu at, hayvanlardan birini boynuzuyla delip geçmek istedi ama onu elinden kaçırmıştı. Peşinden hızla koşayım derken bir ağaca çarpıp boynuzunu sıkıştırdı. Bu arada diğer iki hayvan kaçmıştı. George ve arkadaşları fırsattan istifade yere atladılar. Hemen tek boynuzlu atın kafasını kesip saraya götürdüler.
Saray halkı George’un bu görevin de üstesinden geldiğini görünce şaşkına dönmüştü. “Nasıl olur, ne yapacağız? Belki de kızımı onunla evlendirmem gerek!” dedi Kral.
“Hayır, efendim,” dedi hizmetçilerinden biri. “Kızınızı ona veremezsiniz. Bu adam bir prensesle evlenmeye layık asil bir soydan gelmiyor. Onu yok etmemiz şart!”
Bunun üzerine Kral, genç adamın öldürülmesini emretti.
Sarayda bir kadın hizmetçi daha vardı. Hemen koşup delikanlıya haber verdi: “George, seni öldürmek istiyorlar.”
“Hiç korkmuyorum,” dedi George. “Ben daha on iki yaşındayken onlar gibi bir düzinesini tek hamlede öldürdüm!”
Oysa bahsettiği olay şuydu: Bir gün ekmek pişirirken annesinin üstüne on iki sinek konmuş, George da hepsini tek hamlede öldürüvermişti.
Bunu duyan saray sakinleri “Ancak silahla kurtulabiliriz ondan,” dedi. Hemen askerleri topladılar. George’a düğünün sarayın önündeki açık alanda yapılacağını ve düzenlenecek askeri tören için prova yapmak istediklerini söylediler. Sonra genç adamı dışarı çıkardılar. Askerler hücuma hazır bekliyorlardı. O sırada George elindeki şişenin ağzını başparmağıyla kapatan arkadaşına döndü: “Başparmağını çektiğin an nişan aldığın her şeyi sırılsıklam edeceğini söylemiştin. Hemen çek parmağını, çabuk!”
“Ah, efendim. Bu iş çok kolay.”
Adam hemen kendisine söyleneni yaparak askerlere nişan aldı. Suyun şiddetiyle hepsinin gözleri kör olmuştu.
Böylece Kral ve yanındakiler başka çarelerinin olmadığını anladı. Prenses’i George’a vereceklerdi. Genç adama şık bir kaftan giydirdiler ve düğün yapıldı.
Ben de o düğündeydim. Şarkılar çalındı, yemekler yendi. Çeşit çeşit et yemekleri, çörekler, leziz meyveler ve kova kova içki sunuldu.
Bugün gittim, dün geldim. Ağaç dibinde bir yumurta buldum, bir adamın kafasına attım, adam kel kaldı. Hâlâ da kel.


Bu masal, Grimm Kardeşler’in "Altın Kaz" masalına benzer ama çok daha rasyonel biçimde düzenlenmiştir ve daha ilginçtir. Yüz mil öteye zıplayabilen adamın gökkuşağı, gözleri bağlı adamın şimşek ve elinde şişe olan adamın bulut olduğunu söyleyebiliriz. Bu masalı, “Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı” masalına benzer şekilde yorumlayabiliriz. Ancak masalın alegorisi aynı derecede açık ya da iyi yapılandırılmış değil. Masalın sonundaki saçma sözlere gelince, tüm Slav dillerinde anlatıcıların masalları bitirirken kullandıkları tekerlemelere bir örnek olduğunu belirtmeliyiz.

Moravya Masalları

Giriş
Moravya[7 - Moravya, Çek Cumhuriyeti’nde bir eyalet olup ülkenin Bohemya ve Silezya gibi tarihi bölgelerinden biridir. (ç.n.)], adını Morava Nehri'nden (Almanca Maehren) alır. Bu nehir ve kollarının kapladığı havza Moravya bölgesidir. Morava Nehri, Presburg’un biraz yukarısında Tuna Nehri’ne dökülür.
Çok eski dönemlerde Moravya’nın, Bohemya’dan çok daha medeni ve güçlü olduğu anlaşılıyor. Ancak sonraları Bohemya büyük bir krallık haline gelmiş, Moravya da bu krallığa bağlanmış. Nihayetinde Bohemya’nın bir uç beyliği olmuştur.
Moravya masalları, yapı ve özellikleri bakımından Bohemya masallarına çok benzer.
Bohemya’dan farklı olarak Moravya bölgesinde çok sayıda lehçe konuşulur. Ancak edebi dil Bohemya dilidir. Doğuda Moravya dili, “Deniz Lehçesi” olarak da bilinen Silezya diliyle birleşir.
Bu kitaptaki 8 numaralı masal olan “Vaftiz Anne”, Grimm Kardeşler’in derlediği “Vaftiz Baba” adlı Alman masalının ilginç bir varyantıdır. Bu Moravya masalında ölümün Vaftiz Baba yerine Vaftiz Ana ile temsil edilmesinin nedeni tüm Slav lehçelerinde ölüm (smrt) kelimesinin dişil olmasıdır. Bu temel üzerine kurulmuş olan masal, ölümün erkek olduğu Alman masalından daha zarif ve detaylıdır.
“Dört Birader” adlı masal da “Doğa Bilimleri Alegorisi” başlığı altında değerlendirilebilir. Bu masal, yapı ve yorum bakımından bildiğim diğer tüm varyantlardan çok daha açık ve basittir.

Vaftiz Anne
Evvel zaman içinde pek yoksul bir adam yaşardı. Günün birinde karısı bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Fakat çok yoksul oldukları için kimse çocuğun vaftiz annesi ya da vaftiz babası olmayı kabul etmemişti.
“Tanrım,” dedi adam, “o kadar yoksulum ki kimse bana yardım etmek istemiyor. Bebeğimi alıp gideceğim. Karşıma çıkan ilk kişiden çocuğumun vaftizinde bulunmasını isteyeceğim. Eğer kimselerle karşılaşmazsam, belki mezarcı bana yardım eder.”
Adamcağız az gitti uz gitti, nihayet karşısına Ölüm çıktı. Diğer tüm kadınlar gibi çok güzeldi Ölüm. Ne var ki adam onun nasıl biri olduğunu bilmiyordu. Ölüm’den çocuğunun vaftiz annesi olmasını istedi. Kadın hemen kabul etti, bu teklifi ve adamı vaftiz oğlunun babası olarak selamladı. Sonra bebeği kollarına alıp kiliseye götürdü. Çocuk usullere uygun şekilde vaftiz edildi.


Kiliseden çıkınca çocuğun babası kadını bir hana götürdü. Adam bebeğinin vaftiz annesine küçük bir ikramda bulunmak istiyordu. Fakat kadın, “Boşver kardeş. İyisi mi benim evime gelin,” dedi. Böylece adamı kendi evine getirdi. Güzelce döşenmiş bir evi vardı.
Daha sonra vaftiz anne, adamı büyük bir mahzene götürdü. Bu mahzenden geçip doğruca karanlık yeraltı dünyasına vardılar. Burada küçük, orta boy ve büyük mumlar yanıyordu. Henüz yakılmamış olanlar çok büyüktü. Kadın vaftiz çocuğunun babasına döndü: “İşte kardeş, herkesin ömrü burada!”
Çocuğun babası yere çok yakın bir mum gördü. “Peki ama bu küçücük mum kimin?” diye sordu.
“Kimin olacak, senin! Bir mum işte bunun gibi hızlıca yanmaya başlayınca, gidip o mumun sahibini bulmam gerekir,” diye cevap verdi kadın.
Bunun üzerine adam yalvardı: “Lütfen, bana biraz daha zaman ver.”
“Ah, bunu yapamam!”
Ardından kadın, vaftiz ettirdikleri çocuk için yeni ve büyük bir mum yaktı.
Vaftiz anne mumu yakmak için başını çevirdiği sırada çocuğun babası yeni ve büyük bir mum alıp yakmış ve iyice küçülmüş olan kendi mumunun yerine koymuştu.
Vaftiz anne bunu fark etmişti: “Kardeş, bunu bana yapmamalıydın. Ama mademki ömrüne ömür ekledin, öyle olsun. Haydi gel, karının yanına gidelim.”
Bir hediye alıp çocuğun babasıyla birlikte yola çıktılar. Çocuğu annesinin yatağına yatırdılar. Sonra vaftiz anne kadına ağrısı olup olmadığını sordu. Çocuğun annesi, ağrıyan yerlerini gösterdi. Baba ise misafirine teşekkür etmek ve onu layık olduğu gibi ağırlamak için bira getirtti. Birlikte yiyip içtiler. Sonra vaftiz anne, babaya döndü: “Kardeş, öyle yoksulsunuz ki size ancak ben yardım edebildim. Ama olsun, beni daima hatırlayacaksınız! Pek çok muhterem insanın evine gidip onları hasta edeceğim. Sen de onları muayene edip iyileştireceksin. Ben sana gerekli ilaçları temin edeceğim. Bunun karşılığında seni mükafatlandırmak isteyecekler. Yalnız şuna dikkat et: Birinin ayaklarının dibindeysem, ona yardım edebilirsin. Lakin adamın başında dikiliyorsam, işte o zaman yardım etmeye yeltenmemelisin.”
Hakikaten böyle oldu. Çocuğun babası, vaftiz annenin hasta ettiği kişilerin her birine şifa verdi. Bir anda saygıdeğer bir hekim olmuştu.
Genç bir prens ölüm döşeğindeydi, hatta çoktan son nefesini vermişti. Yine de hekimi çağırdılar. Adam geldi, genç adama merhemler sürüp ilaçlar içirdi. Nihayet onu sağlığına kavuşturmayı başardı. Karşılığında cömertçe ödüllendirildi. Bir kont, hasta yatağında can çekişiyordu ve yine hekimi çağırdılar. Ne var ki Ölüm, yatağın arkasında hasta adamın hemen tepesinde dikiliyordu. Hekim şöyle dedi: “Çok ağır bir vaka ama elimizden geleni yapacağız.”
Hizmetçileri çağırıp yatağı ters çevirmelerini emretti. Böylece Ölüm, hastanın ayakları dibinde duracaktı. Hekim yine hastaya merhemler sürüp ilaçlar içirdi. Böylece şifa bulan kont, borcum nedir diye bile sormadan adama bir sürü para verdi. Yeniden sağlığına kavuştuğu için çok mutluydu.
Ölüm, hekimle karşılaştığında ona şöyle dedi: “Kardeş, sakın bir daha bana oyun oynamaya kalkma. Kontu iyileştirdiğin doğru ama kısa bir süreliğine. Vadesi dolduğunda nasılsa canını almam gerekecek.”
Çocuğun babası yıllarca hekimlik yapmaya devam etti. Artık yaşlanmıştı. Sonunda iyice güçten düşünce Ölüm’den canını almasını istedi. Gelgelelim, upuzun bir mum yakıp kendine ek ömür verdiği için Ölüm adamı öteki tarafa götüremiyordu. Mum sönene kadar beklemesi gerekiyordu.
Günün birinde hekim yine bir hastayı iyileştirmişti. Evine dönerken karşısına Ölüm çıktı. Hekimin arabasına binmişti. Adamı gıdıklayıp onunla oynamaya başladı, eline aldığı yeşil bir dalı boğazına sürtüyordu. Nihayet adamcağız kendini Ölüm’ün kucağına atıp son uykusuna daldı. Hekimi arabasında cansız halde yatarken bulup evine götürdüler. Bütün şehir ve çevredeki köyler yastaydı: “Ne iyi bir hekimdi! Onu çok özleyeceğiz. Hepimize yardım etmişti. Bir daha onun gibisi gelmez!”
Mirasını oğlu almıştı ama babası kadar yetenekli değildi.
Bir gün oğlu kiliseye gittiğinde vaftiz annesiyle karşılaştı. Kadın sordu: “Sevgili oğlum, nasılsın?”
Delikanlı cevap verdi: “Ne iyiyim ne kötüyüm. Babamın bıraktığı para şimdilik yetiyor ama sonra ne yapacağım, Tanrı bilir.”
Vaftiz annesi dedi ki: “Korkma oğlum. Ben senin vaftiz annenim. Başarılı olması için babana yardım etmiştim. Senin de ekmeğini kazanmanı sağlayacağım. Bir hekimin yanında eğitim alacak ve babandan çok daha yetenekli olacaksın.”
Bu sözlerin ardından kadın, genç adamın kulaklarına merhem sürüp bir hekime götürdü. Hekim bu kadını tanımıyordu. Eğitim alması için getirdiği delikanlının da nasıl biri olduğunu bilmiyordu.
Kadın oğlundan öğretmeninin sözünden çıkmamasını, hekimden ise ona iyi bir eğitim verip güzel bir makama getirmesini istedi. Sonra veda edip ayrıldı.
Bir gün hekim ile delikanlı şifalı ot toplamaya gittiler. Her bir ot, genç öğrenciye neye iyi geldiğini söylüyordu. Hekim de ot topluyordu ancak elindeki otların ne işe yaradığından habersizdi. Delikanlının topladığı otlar her derde deva oluyordu. Hekim, öğrencisine dönüp şöyle dedi: “Sen benden çok daha akıllısın. Bana gelen hiçbir hastaya teşhis koyamıyorum. Oysa sen her hastalığa hangi otun iyi geleceğini şıp diye anlıyorsun. Ne diyorum biliyor musun? İş ortağı olalım. Hekimlik diplomamı sana vereyim. Senin asistanın olayım. Ölene dek yanında çalışayım.”
Genç adam, araftaki mumu sönene dek başarılı bir hekim olarak çalıştı ve tüm hastalarını iyi etti.

Dört Birader
Bir zamanlar bir avcı yaşardı. Bu adamın dört oğlu vardı. Oğulları memleketlerinden ayrılıp dünyayı görmek istiyordu. Hepsi on altı yaşını geçince babalarına şöyle dediler: “Baba, biz dünyayı dolaşmak istiyoruz. Lütfen yolculuğumuz için bize biraz para ver.”
Babaları her birine bir at ve yüz florin verdi. Atlarına binip dağlara doğru yola çıktılar. Bir dağda dört yol kesişmişti, tam ortada gürgen ağacı vardı. Bu ağacın yanında durdular. En büyükleri dedi ki: “Kardeşlerim, burada ayrılıp bahtımıza düşeni bulmak üzere kendi yolumuzda yürüyelim. Bu gürgen ağacına bıçaklarımızı saplayıp tam bir yıl bir gün sonra yine burada buluşalım. Bu bıçaklar bize işaret olsun. Buna göre, hangimizin bıçağı paslanmışsa ölmüş demektir. Bıçağı temiz olanlarınsa diri ve sağlıklı olduğunu bileceğiz.”
Böylece dört biraderin yolları ayrıldı. Her biri vardıkları yerde bir zanaat öğrendi. En büyükleri ayakkabı tamircisi, ikincisi hırsız, üçüncüsü yıldız falcısı ve en küçükleri avcı oldu.
Aradan bir yıl bir gün geçtikten sonra buluşacakları yere doğru yola çıktılar. En büyük birader gürgen ağacına ilk ulaşan oldu. Kendi bıçağını çıkarıp öteki bıçaklara baktı. Hepsinin tertemiz olduğunu görünce çok sevindi: “Tanrı’ya şükürler olsun. Hepimiz sağ salimiz!”
Sonra evlerine, babasının yanına gitti. Babası sordu: “Hangi zanaatı öğrendin bakalım?”
Oğlu cevap verdi: “Babacığım, sana boş hikâyeler anlatmama lüzum yok. Ben ayakkabı tamircisi oldum.”
Babası, “Kazançlı, güzel bir meslek öğrenmişsin,” dedi.
Oğlu, “Baba, ben öyle sıradan bir ayakkabı tamircisi değilim,” dedi. “Şöyle çalışıyorum: Eğer bir eşya eskiyip yırtılmışsa ‘Onarılsın!’ diyorum ve hemen yepyeni oluyor. “
Babasının dirsekleri yırtık bir paltosu vardı, oğlundan onu onarmasını istedi. Delikanlı “Onarılsın!” diye emreder etmez palto yepyeni oldu. Öyle ki kimse onarılmış olduğunu fark edemezdi. Bunun üzerine babası başka söz söylemedi.
Ertesi gün, ikinci birader gürgen ağacına ulaştı. Kendi bıçağını çekip geri kalan iki bıçağa baktı. İkisinin de passız olduğunu görünce çok sevinip “Tanrı’ya şükürler olsun! Hepimiz sağ salimiz. Ağabeyimiz de çoktan eve varmış,” dedi.
Sonra o da eve gitti. Babası sordu: “Oğlum, sen nasıl bir zanaat öğrendin?”
Delikanlı cevap verdi: “Babacığım, seni boş masallarla yormak istemem. Hırsızım ben.”
Babası şöyle dedi: “Ah, sen de kazançlı bir meslek edinmişsin! Yazıklar olsun!”
Delikanlı itiraz etti: “Ama baba, ben sandığın gibi bir hırsız değilim. Dilediğim ne varsa, onu düşünmem yeterli. O şey ânında elimde olur.”
Tam o sırada dağın kenarında bir yabantavşanı koşuyordu. Pencereden hayvanı gören baba, oğlundan onu yakalamasını istedi. Delikanlı hemen “Şu yabantavşanı buraya gelsin!” diye emretti. Tavşan bir anda karşılarında bitivermişti. Bunun üzerine babası başka söz söylemedi.
Ertesi gün üçüncü oğul gürgen ağacına gelip kendi bıçağını çekti. Geriye kalan bıçağın temiz olduğunu görünce “Tanrı’ya şükürler olsun. Hepimiz sağ salimiz. İki ağabeyim de eve gitmişler,” dedi.
Ve o da eve gitti. Babası ona da hangi mesleği öğrendiğini sordu. Delikanlı cevap verdi: “Sevgili babacığım, sana yalan söylememe gerek yok. Ben bir yıldız falcısıyım.”
Babası bunun güzel bir iş olduğunu söyleyince oğlu şöyle dedi: “Ama ben sıradan falcılardan değilim. Göklere bakar bakmaz yeryüzündeki her şeyin yerini görebilirim.”
Nihayet dördüncü gün avcının en küçük oğlu gürgen ağacına gelip bıçağını çekti. Diğer üç bıçağın yerinde olmadığını görünce çok sevinmişti. “Ağabeylerim çoktan eve gitmişler,” dedi.
Kendisi de evin yolunu tuttu. Babası ne tür bir iş öğrendiğini sordu. Oğlu avcı olduğunu söyledi.
Babası, “Benim mesleğimi hor görmemişsin, sen iyi bir evlatsın,” dedi.
Delikanlı şöyle karşılık verdi: “Fakat babacığım, ben senin gibi bir avcı değilim. Eğer çok güzel bir av hayvanı görürsem, ‘Şu hayvan vurulsun,’ demem yeterlidir, hayvan anında vurulup düşer.”
O esnada dağın eteğinde bir yabantavşanı zıplayıp duruyordu. Pencereden bunu gören babası, “Vur onu!” dedi.
Oğlunun tek bir emriyle tavşan oracıkta yere yığıldı.
Babası, “Ben göremiyorum, öldü mü hayvan?” diye sordu.
Yıldız falcısı, “Evet baba. Çalılıkların ardında yatıyor,” dedi.
Babası, “İyi ama buraya nasıl getireceğiz onu?” diye sordu.
Hırsız oğlu, “Tavşan buraya gelsin,” der demez hayvan yanlarındaydı.
Babaları dedi ki: “Kürkü paramparça olmuş. Bu halde bunu kimselere satamayız.”
Tamirci evlat emretti: “Onarılsın!” Tavşanın kürkü sapasağlam olmuştu.
Babaları şöyle dedi: “Hepiniz kolayca geçiminizi sağlayacak güzel işler edinmişsiniz.”
Bir süre babalarıyla yaşadılar ve yetenekleri sayesinde geçimlerini sağladılar.
Günün birinde ülkenin dört bir yanına bir haber salındı. Kral’ın kızı ortadan kaybolmuştu. Kim Prenses’i bulursa Kral kızını onunla evlendirecek ve üstelik krallık onun olacaktı.
Biraderler “Gidip Prenses’i arayalım,” dediler. Babaları izin vermemişti ama yine de bu göreve talip olduklarını ve kayıp Prenses’i bulacaklarını saraya bildirdiler. Bunun üzerine Kral onları alması için bir araba gönderdi ve huzuruna çıktılar.
Kral’ın onu bulan delikanlıyla kızını evlendireceğini ve hatta krallığını ona bağışlayacağını duyduklarını söylediler.
Kral bunu onaylayıp “Kızımın nerede olduğunu hemen söyleyin,” dedi.
Yıldız falcısı şu an bir şey söyleyemeyeceğini fakat akşam olup yıldızlar belirince kızın yerini görebileceğini anlattı.
Akşam saat sekiz-dokuz gibi dışarı çıkıp gökyüzüne baktılar. Yıldız falcısı, Prenses’in bir ejderhanın tutsağı olduğunu söyledi. Bir gün kız dolaşmak için dışarı çıkmıştı. Bunu gören ejderha Prenses’i yakalayıp Kızıldeniz’in ötesinde bir adaya götürmüştü. Kızcağız her gün kucağına yatan ejderhanın başını iki saat okşamak zorundaydı.
Sabah olunca biraderler toplandı ve at arabasıyla Kızıldeniz’e doğru yola çıktılar. Sonra bir tekneye atlayıp Prenses’in olduğu adaya kürek çektiler. Adaya vardıklarında Prenses dışarıda dolaşıyordu. Ejderha evde değildi fakat Prenses tehlikede olduklarını belirten bir işaret verdi. Zira ejderha eve doğru kanat çırpıyordu.
Hırsız delikanlı hemen bağırdı: “Prenses burada olsun!” Kız bir anda teknede belirdi fakat tehlikede olduklarını, ejderhanın hepsini yok edeceğini haykırdı. Biraderler oradan uzaklaşmak için hızla kürek çekmeye koyuldular ama öfkeli ejderha tepelerinde kükrüyordu.
Yıldız falcısı, avcıya döndü: “Kardeşim, vur onu!”
Avcı, “Ejderha vurulsun!” dedi.
O anda koca ejderha vuruldu fakat teknenin üstüne düşmüştü. Darbenin etkisiyle tekne parçalanıp su almaya başladı. Ejderhayı suya attılar. Avcı bu defa tamirci kardeşinden yardım istedi.
Tamirci, “Tekne onarılsın!” deyince teknenin su alan kısmı kapandı. Böylelikle, sağ salim karaya ulaştılar. Sonra arabaya binip Prenses’le birlikte yola çıktılar. Ne var ki yol üzerinde kavgaya tutuşmuşlardı çünkü Prenses ve krallığı kimin hak ettiğine karar veremiyorlardı. Yıldız falcısı, “Prenses benim hakkımdır. Ben olmasam nerede olduğunu dahi bilemezdik,” dedi.
Hırsız itiraz etti: “Prenses benimdir, ben olmasam onu tekneye getiremezdik.”
Avcı, kızla kendisinin evlenmesi gerektiğini söylüyordu zira o olmasa ejderhayı vurmaları imkânsızdı. Tamirciye gelince, o da ödülü kendisinin hak ettiğinden emindi çünkü onun sayesinde tekne onarılmıştı ve böylece boğulmaktan kurtulmuşlardı.


Kral’ın sarayına ulaştıklarında Prenses’i kimin hak ettiğini sordular. Kral cevap verdi: “Sevgili gençler, adil bir karar vermek istiyorum. Her birinizin kızımla evlenmeyi hak ettiği doğrudur lakin onu ancak bir kişi alabilir. Verdiğim söz gereği, kızımla yıldız falcısı evlenmelidir. Zira kayıp Prenses’i kim bulursa kızımı ve krallığımı ona vereceğime söz vermiştim. Kızımın nerede olduğunu bize yıldız falcısı söyledi. Fakat sizler de çabalarınıza layık şekilde ödüllendirileceksiniz. Her birinize bir bölge verilecek. Böylece kendi ülkenizin kralı olacaksınız.”
Bu karar herkesi memnun etmişti. Yıldız falcısı düğün biter bitmez babasını saraya getirtti. Yaşlı adam oğullarının her birinin kral olduğunu görünce çok sevindi. Bahar mevsiminde tamirciyle, yaz olunca hırsızla, sonbaharda avcıyla ve kışın yıldız falcısıyla kalıyordu. Ölünceye dek her günün tadını çıkardı.


Bu masalın Ceres ve Proserpina döngüsüyle bağlantılı olduğu kanısındayım. Ama burada kızını kaybeden kişi anne değil, baba. Ayrıca masalın sonunda biraderlerin sırasının aynı olmadığı görülecektir. Masalda bir hata olduğunu, avcı yerine yıldız falcısının en küçük kardeş olması gerektiğini düşünüyorum.
Biraderler yılın dört mevsimini temsil eder. Antik dönemlerde yılın ilk mevsimi bahar, yani her şeyi onarıp yenileyen tamircidir. Sonra topraktaki ürünleri toplayan yaz, yani hırsız gelir. Onu sonbahar, yani avcı takip eder. Bu mevsimde yıl boyunca çoğalan vahşi hayvanlar avlanır ve sınırlar dahilinde sayıları azaltılır. Nihayet kış, yani yıldız falcısı gelir. Tüm yılın planlanmasını sağlayan ekme, biçme ve diğer tarım faaliyetleri hesaba göre devam eder. Dolayısıyla Prenses, yani yeryüzü veya bereketli toprak kışın temsilcisine verilir. Diğer mevsimler ise kendi bölgelerinin efendisidir.
Bu Moravya masalı, Grimm Kardeşler’in biraderlerden hiçbirinin Prenses’le evlenemediği “Dört Sanatkâr Kardeş” masalına çok benzer.

Macaristan'dan Derlenmiş Slav Masalları

Giriş
Kuzey Macaristan Slovenleri ya da Slovakları çok farklı lehçeler konuşur. Fakat edebi dilleri Bohemya dilidir. Slovenlerin çok daha büyük bir ulus veya uluslar topluluğunun kalıntısı olduğunu anlıyoruz. Macar atlılarının işgali üzerine bu ulus, Pannonia ovalarını terk edip dağlık alanlara yerleşmek zorunda kalmıştır. Rus tarihçisi Nestor’a göre Macarlar, MS 898’de Kiev’i geçerek bugünkü yurtlarına yerleşmişti.
Macaristan’dan derlenen Sloven masalları, Bohemya masallarından çok farklı değil. Yine de aralarındaki benzerlik Moravya masallarında gördüğümüz kadar yakın değildir.
“Alnı Güneşli At” adlı masal, bir Beyaz Rusya masalı olan “Yuvarlanan Küçük Bezelye” ve Ralston’ın aktardığı meşhur Rus masalı “Ivan Popyalof”ta tekrarlanan bazı olayları içeriyor. Gerçi bu üç masal diğer yönlerden birbirinden çok farklıdır. “Yuvarlanan Küçük Bezelye”, Grimm Kardeşler’in derlediği Alman masalı “Rumpelstilskin”in çok daha üstün bir varyantıdır. “Kızdın mı?” başlıklı masal ise “Ava giden avlanır,” sözünü doğrulayan bambaşka bir masaldır.

Alni Güneşli At
Evvel zaman içinde, mezar kadar kasvetli ve hüzünlü bir ülke vardı. Tanrı’nın nimeti olan güneş, yüzünü bu ülkeye hiç göstermezdi. Fakat ülkenin bir kralı ve kralın da alnı güneşli bir atı vardı. Kral, halkı yaşayabilsin diye atını karanlık ülkesinin bir ucundan öteki ucuna dolaştırır dururdu. Atın götürüldüğü yer aydınlanır, orada ışıl ışıl bir gün yaşanırdı.
Ne var ki günün birinde bu at ortadan kayboldu. Tüm ülkeyi zifiri karanlık sardı ve bu karanlığı hiçbir şey dağıtamadı. Halk arasında eşine rastlanmamış bir korku yayılmıştı. Sefalete düşmüşlerdi çünkü ne bir şey üretebiliyor ne de tek kuruş kazanabiliyorlardı. Akılları iyice karışmış, tüm dünyaları tepetaklak olmuştu. Ülkesini kurtarmak isteyen Kral, ordusunu toplayıp alnı güneşli atını aramak için yola koyuldu.
Koyu karanlığın içinden geçerek güç bela ülkesinin sınırına ulaştı. Şimdi Tanrı’nıın binlerce yıllık ışığı, başka bir ülkeden yüce dağların üzerine vuruyordu. Sanki güneş koyu bir sis içinden yükselerek sabahı müjdeliyordu. Ordusuyla birlikte ilerleyen Kral böyle bir dağın üzerinde yalnız bir köy evine rastladı. Nerede olduklarını ve buradan nasıl ilerleyebileceklerini sormak için içeri girdi. Bir köylü masaya oturmuş, önünde açık duran kitabı dikkatle okuyordu. Kral selam verince adam başını kaldırıp teşekkür etti. Sonra ayağa kalktı. Sıradan bir adam değildi bu, bir kâhindi.


“Tam da sizin hakkınızda bir şey okuyordum,” dedi Kral’a. “Alnı güneşli atınızı arıyorsunuz. Daha uzağa gitmenize gerek yok, zira onu bulamayacaksınız. Ama bana güvenebilirsiniz, ben size alnı güneşli atı getireceğim.”
“Bu iyiliğinin karşılığını katbekat alacağına söz veririm,” diye karşılık verdi Kral. “Ben hiçbir ödül istemiyorum efendim,” dedi adam. “Siz ordunuzla birlikte ülkenize dönün, halkınızın size ihtiyacı var. Bana bir hizmetçi bırakmanız yeterlidir.”
Ertesi gün kâhin, Kral’ın yanına verdiği hizmetçiyle birlikte yola çıktı. Uzun bir yolculuktu bu; altı ülke geçtikleri halde gidecekleri yere hâlâ varamamışlardı. Nihayet yedinci ülkenin kraliyet sarayına geldiklerinde durdular.
Bu ülkede üç birader hüküm sürüyordu. Üç birader, anneleri cadı olan üç kız kardeşle evliydi. Sarayın önünde durduklarında kâhin hizmetçisine şöyle dedi: “Dinle beni. Sen burada kalacaksın, ben gidip krallar evde mi öğreneceğim. Alnı güneşli at onların elinde. En küçükleri sürüyor atı.”
Bunun üzerine kâhin kendini yeşil bir kuşa çevirdi. En büyük kraliçenin çatısının kenarına çıktı. Kadın pencereyi açıp onu odaya alana dek çatı kenarını gagaladı durdu. Sonra Kraliçe’nin beyaz elinin üzerine tünedi. Kraliçe küçük bir çocuğu sever gibi sevip oynamaya başlamıştı kuşla: “Ah, ne tatlı bir şeysin sen! Kocam evde olsa o da seninle oynardı. Ama akşama kadar gelmeyecek. Ülkesinin üçüncü bölgesine gitti.”
Ansızın yaşlı cadı girdi odaya. Kuşu görür görmez kızına bağırdı: “O lanet kuşun boynunu koparıver, senin kanını akıtıyor!”
“Neden kanımı akıtsın ki? Pek tatlı, pek masum bir şey!” diye cevap verdi Kraliçe.
Fakat cadı itiraz etti: “Masummuş! Ver şunu bana, ben burarım boynunu!”
Yaşlı kadın birden kuşun üzerine atladı. Ne var ki kuş tekrar insana dönüşmüş ve kapıdan çıkıvermişti. Nereye gittiğini göremediler.
Sonra kâhin yine yeşil bir kuş oluverip ortanca kız kardeşin çatısına gitti. Pencereyi açana dek gürültü yaptı. Sonra onu içeri alan kadının beyaz eline konup bir elinden ötekine uçtu durdu. “Ah, ne tatlı bir şeysin sen!” dedi Kraliçe gülümseyerek. “Evde olsa kocam da seninle oynamak isterdi ama yarın akşama kadar gelmeyecek. Krallığının üçte ikisini ziyaret etmeye gitti.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/albert-genri-vratislav/slav-masallari-69403486/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Rus. Masal. (e.n.)

2
Sözkonusu kitabın Türkçe çevirisi, Maya Kitap Dünya Masalları Dizisi'nin 3. kitabı olarak yayımlanmıştır.

3
Günümüzde Slovenya sınırları içerisinde yer alan bir bölge. (e.n.)

4
Üç Yazgı: Yunan mitolojisindeki karşılığı Mireler ya da Moiralar olan ve kaderin üç şeklini temsil eden mitolojik kahramanlar. Slav masallarında bu üç yaşlı kadın, her yeni doğan çocuğun kaderini tayin ediyor. Çocuk büyüdüğünde kaderiyle yüzleşiyor (ç.n.)

5
Jezinka: Çek dilinde “orman perisi” anlamına gelen bir kelime. (ç.n.)

6
Kirmen veya kirman: Elde yün eğirmek için kullanılan araç. (ç.n.)

7
Moravya, Çek Cumhuriyeti’nde bir eyalet olup ülkenin Bohemya ve Silezya gibi tarihi bölgelerinden biridir. (ç.n.)
Slav masalları Альберт Генри Вратислав

Альберт Генри Вратислав

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Kafkasya’dan Balkanlar’a geniş bir coğrafyaya uzanan Slavlardan büyülü masallar…

  • Добавить отзыв