Mısır mitolojisi

Mısır mitolojisi
W. Max Müller
Tanrılar, Dinler ve Kozmik Mitler

Mitolojiler tamamen hayal ürünü müydü, yoksa başka dünyaların hikâyeleri miydi? Birçok farklı kültürün ve coğrafyanın mitolojisini tek tek ele alacak dizimizin dördüncü kitabı, her dönem merak uyandıran, görkemli ve renkli detaylarla dolu Mısır Mitolojisi. Mısır halkı, yüzyıllar boyunca, dünyayı anlamlandırabilmek için gökyüzünü ve onunla ilişkili olduğunu düşündükleri tanrıların davranışlarını incelemiştir. Bu nedenle Mısır mitolojisinin en temel kaynağı, kadim Mısır inançları olmuştur. Mısır mitolojisi, resimler, süslemeler, ilahiler, cenaze konuşmaları ve tapınaklardan elde edilen dağınık bilgilerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkarılmıştır. Mısır bilimi uzmanı W. Max Müller’in yerli tanrılar, doğayla ilişkili tanrılar, Osiris mitleri, ölümden sonra yaşam, büyüler, Mısır dininin yayılması ve gelişimi gibi pek çok konuyu ele aldığı bu kitabı, Mısır mitolojisine çok kapsamlı bir giriş niteliğinde…

W. Max Müller
MISIR MİTOLOJİSİ

Önsöz
Bu çalışma, çokça ele alınmasına rağmen alanının en iyisi bilim insanları tarafından bile yüzeysel bir şekilde incelenebilen devasa bir konunun, konuyla ilgili malzemenin sınırsız ve zorlu olmasından dolayı yalnızca bir taslağını sunabilir. Bu meselenin en ince ayrıntısına kadar ele alınabilmesi için ciltler dolusu kitaba ve ömür boyu sürecek bir hazırlığa ihtiyaç vardır.
Asıl zorluk, bir dinin sınırları çizilmiş herhangi bir öğreti sistemine dayanmadan var olabileceği ve yalnızca oldukça çeşitli ve genellikle birbiriyle çelişen sayısız yorumdan ibaret olduğunu modern zihinlere açıklamaktadır. Öğretinin bu belirsiz yapısı, gelenek yoluyla aktarılırken artmaktadır. Mitolojinin yalnızca küçük bir parçası eksiksizdir. Elimizde bu görüşlerden birini riskli bir şekilde yeniden oluşturma girişimi için bir araya getirilmesi gereken, dağınık halde bulunan pek çok anlatıdan başka bir şey yoktur. Bunun yanı sıra benzer bir şekilde, muazzam bir epigrafik malzeme de bu zorluğun bir sebebidir ve bu malzeme tabiatı gereği oldukça karmaşıktır. Az önce ima edildiği üzere şimdiye kadar Mısır dini üzerine yapılan bütün çalışmalar yalnızca kılavuz niteliğindeki çalışmalardır. Şimdiye kadar bu dinin ayrıntılı bir tasviri neredeyse yazılamamıştır.
Daha önemsiz bir diğer sorun ise eski Mısır dilindeki kelimelerin ve isimlerin Latin harflerine dönüştürülmesi meselesidir. Bunların büyük bir kısmı genellikle kısaltılarak yazılmıştır. Bu yüzden elimizde bu kelimelerin telaffuzuna dair bir ipucu olmadıkça özellikle sesli harflerin telaffuzları belirsizliğini her zaman koruyacaktır. “St.” kısaltması (“street”)[1 - Sokak (ç.n.)] İngilizce bilmeyenler için telaffuzu hakkında herhangi bir ipucu vermeksizin “yol” gibi bir anlam ifade etmektedir. Yabancılar kelimenin set, sat, seta, sota şeklinde mi yoksa este, usot şeklinde mi telaffuz edildiğini tahmin etmekte zorlanacaklardır. Çünkü kısaltmada “street” kelimesinin doğru telaffuzu hakkında kesinlikle hiçbir ipucu bulunmamaktadır. Eski Mısır dilindeki kelimelerin büyük bir kısmı yalnızca bu şekilde bilinmektedir ve pek çok durumda bu kelimelere telaffuz edilebilmeleri için gelişigüzel bir şekilde sesli harf vermek durumunda kalmaktayız. Bu yüzden Newet, Neyewet veya diğer gelişigüzel denemelerdense, Nut gibi galatımeşhur bir kullanımı tercih etmenin daha iyi olacağını düşündüm ve hatta Doğu yazı sistemlerine yabancı okuyucular için telaffuzu zor olabilecek başka bir yerde basitlik için doğruluktan ödün verdim. Sözgelimi, Sekhauit ve Uzoit kelimelerinin S(e) kh}ewyet, Wezoyet şeklinde yazılmasının daha doğru olacağı ve e harfinin, asıl sesli harf bilinmediğinde sıklıkla bir dolgu gibi kullanıldığı unutulmamalıdır.
Kimi zaman geç dönem Mısırlıların, bozulmuş hiyeroglifleri yanlış okuduklarına rastlayabilmekteyiz; ancak çoğu zaman telaffuzdaki farkın az da olsa önemli olduğunun bilincinde olsak bile bu yanlış telaffuzları kullanmaya devam etmek zorunda kalmaktayız. Bütün bunlar herhangi iki Mısır bilimcinin, kendi transkripsiyonları üzerinde niçin nadiren anlaştıklanı açıklamaktadır. Çaresizce, gelenekselleşmiş eski transkripsiyon yöntemlerini tercih ederek bu zorlukların üstesinden gelmek yerine bunlardan kaçınmaya çalıştım.
Kh harfi çeviride İskoçça veya Almancadaki ch ile karşılanmaktadır; h harfi gırtlaktan gelen, kaba, hırıltılı, gırtlaksı bir sese sahip sessiz bir harftir; q, boğazın derinlerinde oluşan vurgulu bir k sesidir (İbranicede ק); ‘ işareti, gırtlaktan patlayan garip bir sestir (İbranicede ע); ṭ, t harfinin hışırtılı halidir (Almancadaki z); z, Sami dillerindeki vurgulu ṣ harfinin (İbranicede צץ, Mısır dilinde tek bir harfle karşılanamayan ṭṣ sesi gibi) Mısır diline özgü telaffuzu yerine oldukça yanlış olarak kullanılmaktadır.
Mısır tarihine yabancı olanlar için Mısır tarihinin başlıca bölümlerinden (ara dönemleri es geçerek) bahsetmek yeterli olacaktır: Eski Krallık (birinci-altıncı hanedanlar) yaklaşık olarak MÖ 3400 ile 2500 arası, Orta Krallık (on birinci-on üçüncü hanedanlar) yaklaşık olarak MÖ 2200 ile 1700 arası, Yeni Krallık (on sekizinci-yirmi altıncı hanedanlar) yaklaşık olarak MÖ 1600 ile 525 arası.
Kitaplardan doğrudan alınamayan resimler kızım tarafından çizilmiştir. 13. ve 65. figürler (b) benim malzemelerim arasındaki kutsal Mısır böceğinden alınmıştır.
Her ne kadar Mısır Mitolojisi hakkındaki sunumumda kısa ve öz olmaya çalıştıysam da çalışmam çok sayıda orijinal araştırmayı içermektedir. Şimdiye kadar yapılan çalışmaların vurguladığından daha çok şu iki ilkenin üzerinde durmaya çalıştım: (a) karşılaştırmalı bir bakış açışı: Mısır dini genel olarak kabul edildiğinin aksine kesinlikle izole değildi; (b) diğer pek çok dinde olduğu gibi Mısır dininin öğretisi, dini metinlerden çok dini sanatta kendisini ifade edecek büyük bir yer bulmuştur. Bu yüzden modern yorumlamalarda Mısır resimlerinden daha çok istifade edilmelidir. Dolayısıyla kitaba iki açıdan güveniyorum. Birincisi, bu konu hakkında güvenilir bir bilimsel çalışmaya duyulan acil ihtiyacı dolduracaktır. İkincisi, yeni nesillere aktarılan Mısır’ın en ilgi çekici mirasının daha iyi anlaşılması yolunda bilim insanlarının kullanabileceği bir eser olacaktır.
Pennsylvania Üniversitesi
Eylül, 1917

    W. MAX MÜLLER

Giriş
Mısır dini, yaklaşık iki bin yıldır Batı’nın ilgisini çekmektedir. Yerel halklar atalarının inançlarına güvenlerini kaybettiklerinde Mısır’ın “bilge rahipleri”ne yöneldiler ve “Mısır’ın bilgeliği”ne duyulan hürmet, bütün pagan dinlerin çöküşünden sonra bile varlığını korudu. Bu hayranlık, Napolyon’un Mısır seferinin bir zamanlar Nil Nehri’nin kıyılarında gelişen olağanüstü medeniyetin azametini ortaya çıkarmasıyla dikkate değer bir şekilde arttı. Bu yüzden günümüzde pek çok insana bir Mısır tapınağı, dini mistisizm için çok uygun bir mabet olarak gözükmektedir. Ayrıca insan zihninin en derin düşüncelerinin ve en iyi ahlakın, dikilitaşların veya sfenkslerin üzerindeki grotesk[2 - Bir araya gelmeyecek durumları ilginç bir şekilde birleştirerek abartılı bir güldürme tarzının adı olan grotesk, mimari açısından da gene benzer şekilde insan, hayvan ve bitki figürlerinin abartılı bir şekilde birleşmesinden oluşan süsleme tarzını ifade etmektedir. (ç.n.)] hiyerogliflerde saklı olduğu düşünülmektedir.
Bununla birlikte bu yaygın etkinin temelini oluşturan iki düşünce de oldukça yanlıştır. Bunlardan ilki, bir milletin böylesine muhteşem ve çok yönlü bir medeniyeti tesis eden dini düşüncesinin, mimaride, sanatta ve benzer alanlarda ortaya konulmuş olanlarla paralellik arz ettiğini ima etmektedir. Bununla birlikte bu aşırı saygının başlıca sebebi, klasik paganizmin mesnetsiz önyargısıdır. Günümüz okuyucularının bu inanca körü körüne kıymet verilmesine karşı dikkatli olması gerekiyor. Zira bu hürmet büyük ölçüde, aşırı tutuculuğuyla birlikte akılla kesinlikle bağdaşmayan Mısır dinine dayanmaktadır. Putperestliğin yok olma endişesi bile çok sayıda tanrıyı ve onların çelişkili işlevlerini mantıklı bir sisteme girmeye zorlayamadı veya Mısır inancının hayvanlara tapınmak gibi taraflarına makul açıklamalar getiremedi. Hıristiyan misyonerleri ise bu özellikleri, ahmaklığın en somut örnekleri veya kâfir öğretilerinin şeytani çılgınlığı olarak gördüler. Ancak anlaşılmazlık her zaman dini zihinlere oldukça cazip gelmiştir. Ayrıca ilk Hıristiyan savunucularının bu inancı makul hale getirmek için yaptıkları çağrılar, binlerce yıldır yerel gelenekler tarafından destek görmeyen Nil Vadisi’nin dışındaki bölgelerde bile İsis ve Osiris inancını tümüyle güçbela ortadan kaldırabildi. Mısırlıların dinlerini makul bir sistem içerisine sokma konusunda tamamıyla aciz oluşları Hıristiyanlık sonrası Romalılara, onların derin bir gizem içerisinde olduklarını en iyi gösteren kanıt olarak gözükmüş olabilir ve bu, benzer bir şekilde bazı kişileri halen etkiliyor olabilir. Din tarihi disiplini geliştikten sonra bile bilim insanları, Mısır dinini tarafsızca incelemediler. Bunun yerine sürekli ona gereğinden fazla değer biçmeye çalıştılar. Elbette modern bir araştırmacı tüm bu saçmalıkları fevkalade derin bir mistiklik olarak görme ve pek çok belirsizliğinden dolayı Mısır dinini, tüm dini sistemin tepesine yerleştirme eğiliminde olmayacaktır. Gene de bilim insanları bu dinin kabalığını gerçekmiş gibi ele almakta tereddüt ettiler ve Mısırlıların yüklediğinden daha gizli bir anlam bulmaya çalıştılar. Böylelikle uzunca bir süre bilim “Mısır’ın dini bilgeliği”ni eleştirel bir şekilde incelemeye ve ona gerçekte neyse o şekilde, yani en ilkel çağların büyük bir kısmının ve Mısırlıların yavaş yavaş içinden çıktığı barbarlığın bir mirası olarak davranmaya cüret edemedi.
İlk Mısır bilimciler, Mısır dinini açıklama uğraşına girişmeye cesaret etmediler. Hiyeroglif metinleri yalnızca yarım yamalak anlayabildiler. Bu metinleri ilk deşifre eden J. F. Champollion ve Sör J. G. Wilkinson, tanrıların tasvirlerini toplamaktan daha fazla bir şey yapmadı. R. Lepsius, metinlerin özel bölümlerini araştırmak için ilk zayıf girişimlerde bulundu. Fransız Mısır bilimi okulunun ilk temsilcileri J. J. Champollion-Figeac, E. De Rougé ve P. Pierret, firavun dinini bir tür tektanrıcılık olarak açıklamaya çalıştılar. Bu sonucu, oldukça tuhaf bir şekilde “Ulu Kişi”, “Benzersiz” veya “Ebedi” gibi sıfatlardan çıkardılar. Oysa bu unvanlar çok sayıda farklı tanrı için kullanılmaktaydı. Onlara göre saf bir tektanrıcılık, sembolik bir çoktanrıcılığın dış görünüşü altına gizlenmiştir. Bu inancın kökleri bütün bu farklı tanrıların gerçekte yalnızca aynı yüce varlığın değişik tezahürleri olduğuna dayanmaktadır. Böylesi manzaralara bazı anıtlarda rastlandığı da bir gerçektir. Ancak bunları genel bir düşünce veya Mısır dininin aslı olarak görmek tamamıyla hatalıdır. Buna ek olarak dini metinler belirli bir süreç içerisinde keşfedilmiştir. İlgili belgelerin eskiliğiyle doğru orantılı olarak din kendisini ham ve çoktanrıcı bir şekilde göstermektedir. Yani daha eski metinlerde ileri sürülen dini görüşler daha kabataslak ve daha bayağıdır. Çoktanrıcılık veya söylendiği gibi tektanrıcılıkla ilgili bütün bölümler yalnızca, Mısır düşüncesindeki gelişiminin oldukça geç dönemlerini yansıtmaktadır. Dahası bunlar, birkaç ileri görüşlü düşünürün veya şairin istisnai çabalarıydı ve geniş kitlelerin inancını etkilememişti. Son olarak bütün bunlar halen gerçek bir tektanrıcılıktan veya sistemli bir çoktanrıcılıktan oldukça uzaktır.
İlk nesil bilim insanlarından Mısır dininin savunucuları arasında yer alan H. K. Brugsch, Mısır dininin aslında çoktanrıcı olduğunu göstermek için özel bir hevesle çalışmıştır ancak onun çalışmaları ikna edicilikten oldukça uzaktır. Brugsch teorisini savunmak için, çeşitli ilahların geç dönem Mısırlıların yaptığından bile daha cesur tanımlamalar yardımıyla ilahi ilkeyi sekiz ya da dokuz kozmik güç halinde incelemek zorunda kalmıştır. Daha öncesinde Le Page Renouf, ilk dini metinlerin keşfiyle örtüşmeyecek bir şekilde bir panteonun evrensel özelliklerini vurgulamıştır. Yine de daha öncesinde Lepsius, Mısır çoktanrıcılığını güneşle ilgili bir tektanrıcılığın veya henoteizmin[3 - Bu terim kitabın yazarı tarafından, bir tanrıya inanırken diğer tanrıların da varlığının kabul edildiği durumları tanımlamak için ortaya atılmıştır. (ç.n.)] bozulması olarak yorumlamaya çalışmıştır. Böylelikle ilk Fransız bilim insanları ile daha sonraki araştırmacılar arasında bir pozisyon almıştır. Aynı şekilde yalnızca daha karmaşık kuramsal bir gelişmeyi göz önünde bulundurarak J. Lieblein da bahsi geçen bozulmaya vurgu yapmıştır. Ayrıca bazı benzer teoriler, Mısır çoktanrıcılığının kısmen (ve hatta büyük ölçüde) tektanrıcılıktan veya henoteizmden geliştiği görüşünü savunarak veya bütün tanrılara evrensel bir köken bulmak gibi yanlış bir eğilimle hareket ederek en modern yazarlardan daha nüfuzlu olmaya devam etmektedir. Ancak tekrardan belirteyim ki daha sofistike düşüncenin bazı öğeleri metinlerden derlenebilir olsa bile bu dağınık izler ne Mısır inanç sisteminin ilk şekline MÖ 3000 tarihinden önceki metinlerden şimdi okunabildiği gibi dokunmaktadır ne de bunlar Mısır tarihinin son dönemlerindeki kitlelerin dinine etki etmiştir. Ne kadar geriye gidersek rastladığımız fikirler de o kadar ilkelleşmektedir ve bunlarda kesinlikle tektanrıcılığın izine rastlanmamaktadır. Bu ham düşünceler her daim Mısır’ın gerçek inancını temsil eden bir kapsamda, insanların din anlayışlarında baskın olmuştur.
Mısır dininin esas hamlığını anlamaya yönelik ilk adım, R. Pietschmann’ın bu inancın kökenini Orta Afrika’nın saf animizmi ve fetişizmiyle tamamen paralel kabul etmeyi teklif etmesiyle 1878 yılında atılmıştır. Pietschmann aynı zamanda, dünyanın her yerinde böylesi bir dinin büyük ölçüde sihirli bir özellik kazanmak zorunda olduğunu göstermiştir. Bu adımın etkisi çok büyük olmuştur. Her ne kadar bu fikir çok sayıda itirazla karşılanmış olsa ve halen bazı önyargılı bilim insanları ve bilim dünyasından olmayan pek çok kimse tarafından reddediliyor olsa da din çalışmalarında bu konu hakkında şu anda geçerli olan teorinin gelişmesinde büyük etkisi olmuştur. Bu teorinin yayılmasında en çok gayret gösteren yazar, G. Maspero’dur. Maspero’nun çalışmaları, bu inançların kapsamlı bir tasvirini hiçbir zaman yapmamış olmasına rağmen Mısır dini hakkında doyurucu bir bilginin ve anlayışın oluşmasında öncü olmuştur.
Mısır dini hakkında böylesi basit bir görüşe karşı kalıplaşan bu itiraz, Mısırlıların kurmuş olduğu medeniyetle oldukça zıt düşmektedir. Maspero’nun cesurca ifade ettiği gibi, antik Doğu’nun en gelişmiş halkı, yani yalnızca Greklerden hüner açısından aşağı olan bir millet için, dinin bazı siyahi barbar kabileler için olduğu kadar anlamlı olması mümkün müdür? Bununla birlikte medeniyetin gelişimi dini düşünceyle nadiren paralellik arz eder. Sözgelimi muhteşem Çin medeniyeti, yerel dininin son derece ilkel özelliğiyle tamamen çelişmekteydi. Diğer taraftan dinlerin gelişim merkezi İsrail’de Yahudi olmayanlar arasında bu din yayılmadan önce, sanat ve bilim önemsiz bir yer tutmaktaydı. Hepsinden önemlisi din, dünyanın her yerinde az çok eski geleneklerin denetimi altındadır ve bunların temellerini inançlarda ve eski zamanların âdetlerinde aramaktadır. İnsanın genel düşüncesine göre tarihte ne kadar geriye gidilirse atalarının mutluluğu ve bilgeliği o oranda artmaktadır. Bu, en nihayetinde bir yandan yeryüzünde dolaşmakta olan ataların, tanrıların arasında yaşarken tasvir edilmesine kadar geri götürülebilir. Aşırı derecede tutucu olan Mısırlılar, kutsal atalarının gezindiği topraklarda yürümek ve kadim zamanlarda atalarının önünde diz çöktüğü aynı tanrılara tıpkı atalarının ibadet ettiği şekilde tapınmak için çok arzuluydular. Böylece, MÖ 3000’den sonra oldukça gelişmiş olan Mısırlıların daha sonraki dini, barbar atalarınınkiyle acınası bir şekilde aynı kaldı. Yaklaşık olarak MÖ 4000’ler ve öncesindeki Mısır medeniyetinin durumu hakkında mevcut bilgimiz hiyeroglif yazı sisteminin gelişimi için atılan ilk adımlar gibi bazı gelişmelerin çoktan gerçekleşmiş olduğunu kanıtlamak için yeterlidir. Ancak bu dönemin kaba sanatsal denemeleri, ölülerin berbat çukurlara veya büyük küplere defnedilmesi, hasırdan ve kerpiçten binalar ve hasır işi tapınaklar, Mısır mimarisinin ve sanatının, piramitler çağının mükemmelliğine doğru ilk adımını attığı İkinci ve Üçüncü Hanedan dönemleriyle zıtlık oluşturmaktadır. Mısırlıların beşinci bin yıldaki dini gelişimini, sıradan Afrika paganlığıyla aynı seviyeye tereddütsüz yerleştirmekteyiz. Dönemin acemi oymacılığının eserleri, hepsi olmasa bile sonraki tanrıların pek çoğunun; isimleri, sembolleri ve sanatsal şekilleriyle o zamanlarda var olduğunu ve atalar zamanındaki kadim gelenek tarafından çoktan nakledilmiş olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla Mısır panteonunun[4 - Bir toplumun bütün tanrıları (ç.n.)] kökeninin en uzak ve ücra neolitik (veya belki de yontma taş) çağına kadar uzandığını farz edebilir ve kendimizden emin bir şekilde bunu en ilkel barbarlığın bir ürünü olarak değerlendirebiliriz. Mısır medeniyetinin MÖ 3000 tarihinden evvelki hızlı gelişiminin bir şekilde daha sistemli bir dini geleneğe yok açmamış olması biraz ilginç gözükebilir. Bu hızlı gelişimi meydana getiren siyasi şartları öğrenene kadar elimizdeki açıklamayla yetinmek zorundayız. Yani, dünyanın her yerinde tutuculuk, dinin en önemli etkenlerinden birisidir ve antik Mısırlıların zihin yapısı tarihleri boyunca oldukça tutucudur. Bu tutuculuk çarpıcı bir şekilde gelişiminin zirvesinde olduğu zamanlarda bile kendisini gelenekçiliğin zincirlerinden kurtaramayan; ancak ilkel dönemlerin çocuksu bakış açısını ısrarla koruyan Mısır sanatında piramit çağı gibi erken bir dönemin sanatçılarının oldukça doğru bir şekilde çizebiliyor olmalarına ve ara sıra bunu yapmalarına rağmen kendisini göstermektedir. Dinsel sanatta geleneğe bu denli bağlılık, sanatsal gelişimin önünde büyük bir engel teşkil etmiştir. Dolayısıyla tanrıların figürleri her zaman, soğukluğu ve bazı detaylarda çocuksu bir şekilde ilk dönemin kusurlu tarzını korumuştur. Sözgelimi, en eski tanrılardan biri olan Ptah’ın bütün tasvirleri, sanatçıların henüz kolları ve bacakları vücuttan ayırmadan çizdikleri acemi bir dönemi işaret etmektedir. Mısır dinini oluşturan ve daha sonraki gelişmelerin kalıcı olmasını sağlayan çağın bu aşırı basitliği aynı şekilde kuş tüylerinden, boynuzlardan ve basit kıvrımlı taçlardan oluşan barbar ilahlarının başlıklarında olduğu kadar ellerinde tuttukları basit sancaklarda da açık bir şekilde görülmektedir. Sözkonusu erkek tanrılar olduğundaysa bu alametler genellikle, Set’in hayvan figürünün başında gözüken sonlandırıcı fırça darbeleridir. Tanrıçalar ise genellikle çiçekli nilüfer sapı tutarken tasvir edilirler. Alamet olarak silahların gözükmesi nispeten seyrektir. Mısır ilahlarının çoğunun hayvan şeklinde tasvir edilmesiyle ve hayvanlara tapınmanın kökeniyle aynı şekilde böyle put benzeri çiçeklikler, bize totemciliği anımsatan bu ilginç yerel ilahi semboller ve benzerleri, barbarlık döneminden kalan bir kalıntı olarak değerlendirildiğinde bütün bunların hepsi açık bir şekilde anlaşılır hale gelmektedir. Bir sonraki bölümde bu konuyu ayrıntılarıyla anlamaya çalışacağız.

Birinci Bölüm
Yerel Tanrılar
Canlıcılık[5 - Olup bitenin, ruhlar alanının gizli güçleri tarafından yönetildiğine inanan ilkel anlayış, animizm. (ç.n.)] ilkel dinin alabildiğine yayılmış bir şeklidir. Canlıcılık inancında gelişmiş pagan dinlerindeki gibi bir tanrı yoktur. Yalnızca, yeryüzü ve gökyüzünün sabit veya hareket halindeki çok sayıda ruhla dolu olduğuna inanılır. Bu ruhlar maddi dünyada insanların, bitkilerin ya da boyut veya şekil bakımından olağanüstü olabilen herhangi bir nesnenin içerisinde ikamet edebilirler. İnsanlar bu ilkel ilahlara karşı duyduğu korkudan dolayı, verdikleri kurbanlarla bu ilahların kızgınlığını yatıştırmaya çalışmalarıyla beraber, bu ilahlar önce koruyucu ruhlara ve putlara daha sonra ise tanrılara dönüştüler. Bazı bilim insanları tüm dinlerin ilkel bir canlıcılık anlayışından geldiğini iddia etmektedir. Bu iddia doğru olsun ya da olmasın böyle bir köken ilkel Mısır dinine özellikle uygun olup sonsuz ve karmaşık panteonlarını açıklamaktadır. Tarihsel süreçte Mısırlılar bize, dünyanın her bir parçasının tanrılarla dolu olduğunu bildirir. Bu, sanki bu tanrılar evrenselmiş ve çoktanrıcılığın ilkel bir çeşidi sanki bu ifadelerin altında gizliymiş gibi günümüzde genellikle yanlış yorumlanan bir iddiadır. Fakat sözgelimi, timsah Sobk, suaygırı ilahı Epet ve benzerleri gibi suda yaşayan tanrılar suyu temsil etmiyorlardı; bunlar sadece, genellikle sulak bir alanda yaşıyorlardı. Genel itibarıyla eski yerel tanrıların büyük çoğunluğunun bütün evrensel izahlara karşı durduğunu görmekteyiz. Bunların bir zamanlar, etki alanı aslında oldukça sınırlı olan yerel ruhlardan başka bir şey olmadıkları ortadadır. Başlangıçta koruyucu ruhların, olağandışı boyutlardaki ve şekillerdeki ağaç veya kaya olduğunu farz etme eğilimi olmuş olabilir. Bu ruhlara ilk durumda, içinde yaşadıkları kutsal nesnelerin şeklindeyken tapınılır; ikinci durumda ise tapınış, dikkati çeken bazı yerel nesnelerde veya mekâna sık sık uğrama şansı olan olağanüstü bir hayvanda somutlaşmaktadır. Bu koruyucu ruhların pek çoğu hiçbir zaman gerçek tanrılar haline gelmemiştir, yani daimi bir inanç halini almamıştır. Teb usulü bazı duvar resimlerinden öğrendiğimize göre, bu geçici evre, tarlada çalışan hasatçıların yiyeceklerinin az bir kısmını o tarlaya hükmeden bir ağaca, başka bir deyişle ağaçta yaşayan ruha adak olarak bağışlamaları veya tarlada rastladıkları bir yılanı, basit bir canlıdan daha fazlası olduğunu varsayarak beslemeleri gibi hadiselerde ortaya çıkmaktadır. Bu yılan yok olabilir ancak muhtemelen sonsuza kadar kutsal kalacak o yerde anısı yaşayacaktır. Belki de yılanı beslenirken gösteren resim, bağışın o zamanlar için bile yalnızca yerel bir ruhun yılan şeklindeki ilk görünüşünün hatırlanması anlamına geldiği şeklinde yorumlanabilir.
Tarihi dönemlerden kalma ilkel canlıcılığı açık bir şekilde gösteren bir diğer örneğe, Berlin Müzesi’ndeki bir papirüste anlatılan hikâyenin eski bir bölümünde rastlamaktayız. Hikâyede çobanlar, nehir kıyısındaki bir çalılığa saklanmış “bir tanrıça”ya rastlarlar. Korkuyla oradan kaçıp yaşlı bir bilge olan baş çobanı çağırırlar. Bu bilge, tanrıçayı saklandığı yerden büyüyle çıkarır. Ne yazık ki papirüs, tanrıçanın “korkunç görüntüsüyle saklandığı yerden çıkışı” ile aniden kesilmektedir. Ancak bu hikâyeyle, basit “tanrı” teriminin piramit çağında ve sonrasında varlığını sürdürdüğünü tekrardan görmekteyiz.
Bununla birlikte böyle ilkel tanrıların, tarihi dönemlerdeki dinlerde hiçbir rolü yoktur. Bunlar arasından yalnızca, sıradan olanlardan daha çok ilgi görenler ve inanç alanları aileden köye genişleyenler daha sonradan tanrı olarak isimlendirilecektir. Bununla birlikte, resmi veya düzenli bir inancın parçası olmayan böylesi güçler veya “ruhlar”la düzenli olarak adak adanıp kabul edilen tanrılar arasında teorik bir ayrım yapmanın zor olduğunu unutmamalıyız. Aynı şekilde, tapınağı hasırdan ufak bir kulübe olan küçük köy tanrısı ile görkemli tapınaklara, sayısız rahibe ve zengin adaklara sahip “yüce tanrı” arasında gerçek bir fark yoktu. Mısır hayatı hakkında doyurucu bilgiye sahip olsaydık muhtemelen şu gelişim seyrinin izini sürebilirdik: İlk başta yalnızca bir tek köylünün mülkünü korurken aşamalı bir şekilde önce köy tanrısı konumuna terfi eden bir güç veya tapınılan bir put, ardından köyün gelişmesi veya politik başarı sayesinde büyüyen bu şehirde ve daha sonra bu şehir tarafından yönetilen tüm ülkede hüküm sürmüş ve en nihayetinde de tüm Mısır’da tapınılan “yüce tanrı” haline gelmiştir. İleride göreceğimiz üzere, bir sonraki aşama defalarca gözlemlenebilir; ancak bir “gücün” veya “ruhun” tam bir tanrı olarak tapınılmaya doğru ilk gelişim aşamalarının izine yazıtlarda hiçbir şekilde rastlanmamaktadır. Elbette ki bu tanrılaşma süreci, tarihi dönemlerde oldukça seyrek görülen bir şey olmalıdır. Çünkü daha şimdiden gördüğümüz gibi, yalnızca ataların döneminden gelen ilahlar gerekli onayı alabilmişlerdir. Daha basit bir çağda, bir gücün bir tanrıya doğru gelişmesi çok daha kolay olmuş olabilir. Bunun aksine tarihi dönemde buna zıt bir süreç görmekteyiz: Büyük ilahlar bütün tapınmayı ve kurbanları kendi mabetlerine çekmiş ve böylece pek çok yerel tanrının ihmal edilmesine sebep olmuştur. Dolayısıyla bu tanrılar yalnızca büyüde ve diğer benzer uygulamalarda varlıklarını sürdürmüş veya tamamen unutulmaya yüz tutmuşlardır. Bazı durumlarda böyle bir ilah kültü ve bu ilahların rahiplerinin varlığı, aciz görevdaşını tapınağına eşi veya çocuğu olarak alacak kadar güçlü bir ilahla ilişki içerisine girilmesiyle korunmuştur. Ancak pek çok durumda en üst mertebedeki bir tanrı bile, aynı şehirdeki önemsiz bir rakip inancı, bazen özel bir mahallenin veya kenar mahallelerden birinin koruyucusu olarak hoş görmüştür.
Mısır’ın kırk iki eyaletinin veya idari bölgesinin başkenti aslında, özel bir yüce ilah veya idari bölgenin efendileri veya koruyucuları olan bir grup tanrının merkeziymiş gibi gözükmektedir. Asıl ilahlara bu eyaletlerin pek çoğunda, son döneme kadar tapınılmıştır. Din adamları yerel tapınaklarında sanki bir tek tanrı oymuş veya en azından en yüce ilah oymuş gibi efendilerini övmekteydiler. Daha sonraları bütün doğanın yönetimini ve hatta tüm dünyanın yaratılışını, en önemli evrensel işlevlerin yanı sıra bilhassa güneşin özelliklerini ona yüklediler. Komşu bir eyaletin kendi efendileri için de aynı konumu iddia ediyor olmasından da katiyen rahatsızlık duymadılar. Bu şartlar altında tanrılar veya onların din adamları arasında yazıtlarda açıkça kendini gösteren bir rekabetin olmayışı bize garip gelebilir. Yerel dinlerin bu ilginç tecridini açıklamak için genellikle, bu eyaletlerin her birinin tarihöncesi zamanlarda bir aşiret organizasyonu veya küçük bir krallık olduğu ve bunların ilahi efendisi veya efendilerine daha sonradan verilen önemin ilkel siyasi bağımsızlıktan geriye kaldığı varsayılmaktadır. Çünkü bütün kadim Doğu devletlerinin yerel tanrıları vardı ve bunlara sıklıkla henoteizmi[6 - Bir tanrıya bağlanırken diğer tanrıların da varlığını kabullenmek. (ç.n.)] anımsatacak bir şekilde tapınılmaktaydı. Ancak bu kırk iki ufak merkezin efendisine yönelik (asıl efendinin bile tapınılan yerel tanrı karşısında ikinci veya üçüncü kademeye düşürüldüğü) henoteizme benzer tapınma, aynı eyaletteki diğer şehirlerin çeşitli yerel tanrılarıyla ilişkili bir şekilde tekrar hatırlandı. Bu durum, her Mısırlının öncelikli olarak bu ilahın özelliği ne olursa olsun kendi “şehir tanrısı”na (veya tanrılarına) tapınmasının beklenildiği bir boyuta ulaştı. Dolayısıyla, daha büyük yerleşimlerin her biri diğer toplulukların tanrılarıyla açık bir ilişki kurmadan kendi yerel koruyucu gücüne veya ilahına taptığından dolayı, muhtemelen ilkel dönemde köy tanrısının şehir tanrısından daha üstün olduğunu ve küçük köy ile aile tanrısının tanınır olduğunu varsayabiliriz. İlk zamanlarda doğa güçlerine hiçbir şekilde tapınılmamış gibi durmaktadır. Böylesi bir durum yalnızca canlıcılık bakış açısıyla açıklanabilir. Bu, aynı zamanda tanrıları tercihen hayvan şeklinde ve diğer ilahların temsil edildiği ilginç put benzeri nesneler şeklinde kabul etme eğilimiyle örtüşmektedir.
Canlıcılığın izlerini taşıyan çok sayıda yerel henoteist inanç, varlığını uzun süre sürdürmüş olamaz. Bireysellik için hiçbir zaman uygun olmayan bir ülkede aile ruhu, topluluğun efendisiyle rekabet edememiştir ve dolayısıyla devlet daha geniş ölçekli olarak kurulduğunda pek çok yerde yerel tanrı kısa sürede sınırları daha geniş veya siyasi önemi daha fazla olan bir şehrin tanrısına boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bir şefin kendi şehir tanrısını, Mısır panteonları arasındaki bütün benzer ilahlardan daha üstün bir konuma getirerek kendisini Mısır’ın veya onun büyük bir bölümünün efendisi haline getirdiğine sık sık rastlamaktayız. Sözgelimi Teb’in ücra kasabası birdenbire Mısır’ın başkenti haline geldiğinde şehrin yerel tanrısı Amon, Mısır panteonları içinde şef konumuna gelmiş ve kendisine “tüm dünyanın efendisi” denmiştir. Kralın veya atalarının Amon’a inanmasından dolayı duyulan saygı, Amon’un yeni hanedan tarafından onurlandırıldığı zengin inanış ve kralın asıl bölgesiyle sarayından diğer şehirlere giden resmi görevliler kısa sürede bütün krallıkta firavunun tanrısına tapınılmasını sağladı. Böylelikle bu tanrı yerel ilahlarla birlikte tapınılmanın da ötesinde genellikle onlara üstün geldi ve hatta eyaletlerin kadim efendilerinin yerini alabildi. Sözgelimi, birinci ve on birinci eyaletin tanrısı Khnum ile asıl etki alanı Orta Mısır (altıncı, yedinci ve onuncu eyaletler), Yukarı Mısır eyaletlerinin en kuzeyi (yirmi ikinci eyalet) ve bir de Aşağı Mısır eyaleti (üçüncü) olan Hat-hor’un bu şekilde yayıldığını görmekteyiz. Az önce gördüğümüz gibi Teb’li Amon ise ancak MÖ 2000’den sonra önem kazanıp Nil deltasındaki en az dört eyalette hüküm sürmüştür. Bunun sebebi, Teb’in MÖ 2000’den 1800’e ve 1600’dan 1100’e kadar başkent olmasıdır. Ancak tutucu Mısırlıların zihin yapısından dolayı Teb’li tanrıların uzun süren hâkimiyeti bile dini inancın tam olarak bu tanrılar lehine kanunlaşmasını sağlayamadığı gibi, birkaç yerel tanrıdan fazlasını da tahtından indirememiştir.


1. şekil: Elefantin’in Üçlüsü: Khûm, Satet ve ‘Anuqet

Daha önce söylediğimiz gibi, farklı inançların bir arada sürdürülmesinin zorluğu birtakım başka sebeplerle birleşince, din adamlarının çok erken bir dönemde birçok farklı ilahı kutsal aile adı altında tek bir tapınakta bir araya getirmesine yol açmıştır. Bu aile genellikle baba, anne ve oğul üçlemesi biçiminde tasarlanmaktaydı; daha nadiren bir tanrının iki eşe sahip olabildiği durumlar da (Elefantin’de ve bazen Teb’de olduğu gibi) sözkonusuydu. Bir tanrının eşi unvanıyla ikinci sırada olmakla yetinemeyecek kadar önemli sayılan tanrıçalar sözkonusu olduğunda, tanrıçanın oğlu gibi daha az önemdeki erkek bir ilahla ilişkilendirilmekteydi (Dendera’daki gibi). Bütün bu tanrı zümresinin aslında birbiriyle komşu tanrılar tarafından şekillendirildiğini varsayabiliriz. Dokuzlu grupların gelişimi (belki de üçlünün üç misli hali) belli ki çok daha sonraları ortaya çıkacaktır.
Yerel tanrılara evrensel bir rol atfedilmedikçe bu tanrıya geniş çaplı tapılıyor olsa bile, sözgelimi timsah Sobk tanrısı hiçbir mitolojik özelliğe sahip değildi, bunların kişiliklerine bir miktar mitolojik özellik dahil edilebiliyordu. Tanrıların çoğu hakkındaki mitlere dair pek bilgimiz yoktur. Bazı Mısır bilimcilerin düşündüğü gibi bu bilgi eksikliğinin sebebi bilginin kazara kaybolması değildir; bunun sebebi, sözkonusu ilahların mitolojik özelliğe ya az sahip olması ya da hiç sahip olmamasıdır. Dolayısıyla mitolojik hayata uygun yerel ilahlar yalnızca, güneşin veya Osiris’in döngüsüyle bağlantılı olanlardır.
Aslını söylemek gerekirse, bazı tanrıların bir isme sahip olmayıp kendilerine tapınılan yerin ismiyle anılıyor olmalarında bu ilkel basitliğin izine rastlamak mümkündür. Mesela, kedi biçimli tanrıça Ubastet’in ismi, ona burada uzun yıllar gerçek bir isim olmaksızın tapınılmış ve basitçe “tanrıça” denilmişçesine yalnızca “Ubaset şehrininki” anlamına gelmektedir. Benzer şekilde aslında bir çakal olan (?) tanrı Khent(i)-amentiu (Batılılardan Önceki, yani ölüm) namını basitçe, mezarlığın yanındaki tapınağının konumundan almış gibi gözükmektedir. Bununla birlikte diğer açıklamaların kabulü olan bu örnekler, daha eski bir ismin kullanılmaz duruma gelmiş hali olabilir veya bazı yerlerde yerel bir farklılaşma meydana gelmiş olabilir. Çakal tanrı Khent(i)-amentiu yalnızca, Up-uaut’un (Ophois) yerel bir suretiymiş gibi gözükmektedir. Kuş kafalı tanrısına ait “Hint Yağı (?) Bitkisinin Altındaki” (beq), gibi isimler bunların oldukça ilkel olduğu izlenimi vermektedir. Bir ilahın kendisine ibadet edilen yerlerin çeşitliliğine göre iki veya daha çok kişiliğe ayrılması gerçekten görülür. Ancak bunun, tarihöncesi dönemde Min’in ve Amon’un farklı kişiliklere ayrılması gibi oldukça ender durumlar dışında esaslı bir etkisi olmamıştır. Tarihi dönemden bildiğimiz örneklerde bu ayrım çok nadiren yeni bir ilah isminin doğmasına sebep olmaktadır. Bir yerin Horus ve Hathor’u genellikle kendi isimlerini korur. Dolayısıyla böylesi ayrımlar, daha basit bir sistemden çoktanrıcılığa geçişi sağlamış olamaz. Aksine, kanatlı disk Behdeti’nin (Behdet’li [modern hali Edfu]) Horus ile onun yerel bir biçimi olarak özdeşliğinin gerçek olup olmadığı bile şüphelidir. Bu örnekte örtük isim, Horus ile özdeşliğin halen ikincil olduğunu ima eder gibi gözükmektedir.
Dolayısıyla her zaman şu durumla karşılaşmaktayız: Mısır’ın asıl durumuna ne kadar çok yaklaşırsak onun dininde yukarıda tarif edildiği gibi canlıcılığın asıl temelini açığa çıkaran sonsuz ve sistemsiz bir çoktanrıcılığa o kadar rastlamaktayız. Tarihi dönemin dinini anlamadaki bütün zorluk, her zaman ilkel aşamayla daha gelişmiş tür arasında gidip gelen çok kafa karıştırıcı bir şekilde tasarlanmış tanrıların evrensel algısında yatmaktadır. Böylesi bir algıya herhangi bir başka dinde neredeyse hiç rastlamamaktayız. Başka bir deyişle Eski Mısır dininin değeri, en ilkel kabilelerin bakış açısından bir sonraki daha yüksek dini gelişimin, özellikle Babil dininde temsil edildiği gibi, bakış açısına geçişin en açık örneğini oluşturmasıdır.


2. şekil: Daha sonraki dönemlerde ilahi gücü kaybolan tarihöncesi dönem Mısır’ının bazı tanrıları. (a), (b) çoğunlukla tılsım olarak kullanılan sakallı bir ilah, (c), (d), bir çifte boğa (Khonsu?), (e) bilinmeyen bir boğa-tanrı, (f) Sokari’ye benzer ancak çok daha güneyde bulunan bir cüce ilah


İkinci Bölüm
Güneşe Tapınma
Canlıcılığı ilk dönem Mısır dininin temeli olarak kabul ederek asıl evrensel güçlerin kolaylıkla ilah olarak kişilik kazandığını ve kabul edildiğini varsaymak zorundayız. Her göze çarpan ağaçta ve kayada ilahi güçler bulan bir topluluk, bu güçleri güneşte çok daha kolay bir şekilde bulacaktır. İlk Mısırlılar bu güçleri güneşte bulmuş ve bu evrensel güçlerin yüce tanrılar olduğunu kabul etmiş olabilirler. Ancak Mısırlılar başlangıçta bu güçlere, başka büyük ve evrensel dinlerin canlıcılık aşamasındaki pek çok toplum tarafından kabul gördüğünden daha fazla adak sunma düşüncesine sahip değillermiş gibi gözükmektedir. Her gün görülen bu güçleri daha az gizemli ve dolayısıyla şehrin koruyucu güçlerinden daha az ilahi gösteren şey bu muydu? Yoksa bu yerel güçler insana daha yakın geldi ve böylece insanın refahıyla, sıradan bir ölümlü için çok büyük ve çok uzak olan evrensel tanrılardan daha alakadar mı görüldü? Her ne olursa olsun, sözgelimi, tarihi dönemlerde yeryüzü tanrısının (Keb) bütün tanrıların babası ve panteonun en önemli karakterlerinden biri olarak tarif edildiğini görmekteyiz. Buna rağmen Keb’in Yeni Krallık döneminde kendisine ait bir tapınağı yoktur. Benzer bir durum, tüm tanrıların en eskisi ve en bilgesi olduğu ilan edilmesine rağmen, Tanrı Nuu (cehennem) için de geçerlidir. Daha sonradan, eski yerel ruhları ve putları evrensel güçlerin simgesi haline dönüştürme çabasından doğan çelişkiler böyle bir simgeleştirmenin tarihöncesi dönemlerde (Mısır inançlarının büyük bir kısmının izi buraya kadar sürülebilir) kabul edilmediğini kanıtlamaktadır. Dolayısıyla bu, evrensel güçlere genel olarak hürmet edilmediğini tasdik eder. Tarihi dönemlerde aya az da olsa bir ilgi duyulurken güneş tanrısına tapınmanın aslında önem arz edip etmediği bile şüphelidir. Ayrıca üç gezegenin bir isimle anılmasının sebep olduğu kafa karışıklığı Mısırlıların hiçbir inancının atalarının zamanından nakledilmediğini tekrardan gözler önüne sermektedir.


3. şekil: Cennetin doğu kapısında diskinin görünüşünü izleyen Güneş Tanrısı

Diğer taraftan Mısır medeniyetinin gelişmesine refakat etmiş felsefi düşüncedeki ilk girişimler doğa hakkında daha derin bir temaşaya ve onun daha iyi bir şekilde idrak edilmesine açık bir şekilde yol açmıştır. Ancak, bir evrensel tanrılar sistemi yaratmaya yönelik çeşitli girişimlerin izlerine rastlasak da bunun gibi bir sistem hiçbir zaman tatmin edici bir şekilde kurulmamıştır. Dolayısıyla panteonun büyük bir kısmı hiçbir zaman evrenselleşmemiştir veyahut yukarıda söylendiği gibi, olsa olsa yalnızca başarısız bir şekilde evrenselleştirilmiştir.
Tüm evrensel güçlerin içerisinde kendisine yaygın bir şekilde tapınılan ilk varlık, ışınlarının Mısır’da çok güçlü bir şekilde etkili olduğu güneşti. Güneşi temsil etmek için ilk girişimler onu eski bir şahin tanrısıyla özdeşleştirmiştir ve böylelikle güneş her gün gökyüzünde uçan bir şahin olarak tarif edilmeye çalışılmıştır. Bu sebepten güneş ilahının en çok bilinen iki şekli, Ra ve Horus, bir şahin veya şahin kafalı bir insan (daha sonraları kimi zaman şahin kafalı bir aslan) şekline sahip olmuştur. İki ilahın da tarihi dönemlere ait asıl tapınma bölgelerini belirleyemediğimiz kadar çok sayıda tapınağı vardır. Horus, hanedan dönemlerinin başlarında Mısır’da en yaygın olarak tapınılan güneş tanrısına dönüşmüş gibi gözükmektedir. Ra, daha sonraki zamanlara kadar resmi olarak tanınmamış olsa da İkinci ve Üçüncü Hanedan dönemlerinde, ismi güneş diskinin yaygın gösterimiyle uyum içinde olduğundan güneşin daha eski bir simgesiymiş gibi gözükmektedir.


4. şekil: Khepri’nin insan şeklindeki resimleri

Güneşin Khepri (daha eski yazılarda Kheprer) veya “Kutsal Mısır Böceği benzeri” (bok böceği), yani yumurtasını (güneşi) gökyüzünün bir tarafından öbür tarafına yuvarlayan kutsal bir Mısır böceği olarak ya da kafasının üstüne veya kafasının yerine bir böcek takan bir insan olarak tarifi daha az bilinmektedir. Daha sonraki teologlar bu fikri, Khepri’yi zayıf güneş olarak izah ederek güneş tanrısının diğer temsilleriyle bağdaştırmaya çalışmışlardır. Başka bir deyişle güneş, bir yumurta şeklinde sabahları kendini gösterdiği veya bazen akşamları ve hatta geceleri ölüler diyarının üstünden geçip cehenneme ışık tuttuğunda ufkun altında embriyonik durumda olduğu için bu fikri harmanlamaya çalıştılar. Böcek, arkasında ikinci bir yumurta bıraktığında veya gökyüzünde uçarken iki yumurta taşıdığında sabah ve akşam güneşini simgelemektedir.


5. şekil: Bebek güneş olarak Khepri


6. şekil: Çifte görünüşlü Khepri

Bununla birlikte en erken dönemde güneş ayrıca yüzü, gözü veya başlığı güneş şeklinde olan bir insan olarak tarif edildi. Daha sonraları bu, sürekli olarak yaşam ve ölüm üzerindeki mutlak gücünün bir işareti olarak firavunun yüzünü yaralayan kızgın engerek yılanı Uraeus’a benzetildi. Güneş tanrısının gökyüzünde kutsal yolda karşıdan karşıya geçerken bir yılan tarafından ısırılması mitin en son versiyonudur; (muhtemelen kaybedilmiş) bir göz ve bir engerek yılanı olarak güneş yorumlarının harmanlanmasıdır. Bununla birlikte en yaygın görüşe göre, güneş (belki de daha önceki bir çift salın yerini alan) bir gemiyle denizin ve Nil Nehri’nin bir uzantısı olan mavi bir nehir veya göl olarak tasarlanan gökyüzüne yelken açar. Güneşe ait bu geminin baş kısmında çoğunlukla ilginç bir ayrıntıya rastlamaktayız. Burası, kamaradaki asıl tanrının bir kopyasının bazen üzerinde oturduğu bir halı olarak tasvir edilir. Bu ayrıntı halen açıklama beklemektedir. Bu ilah kendi kendine veya tanrının kürek çekmesiyle giden teknenin içinde yalnız başına olabileceği gibi kendisine pek çok önemli tanrı, özellikle Heliopolis dokuzlusunun tanrıları ve bilgelik sembolleri vb. refakat ediyor da olabilir. Bir metinde boyu yedi yüz metreye yetmiş metre olarak tarif edilen bu muhteşem gemi birçok tanrı, kralların ruhları ve diğer ölmüşler, Horus’un veya Ra’nın yani güneş gemisine sahip olan tanrının takipçileri tarafından kürekle yürütülmektedir. The Book of the Gates (Kapılar Kitabı), “hiç kaybolmayan yıldızlar”ın (yani tekrardan seçkin ruhlar) gündüzleri güneşin kürekçisi olduğunu açıklayarak kadim bir fikre tekrar dönmektedir. Böylece güneş, bir disk veya ateşin simgesi olan uraeus çıngıraklı yılanı olarak belki de tanrının tahta oturtulduğu kamarada dinlenebilir. İkinci örnekte pruvayı, kamarayı veya geminin diğer herhangi bir kısmını sarabilir. Bir örnekte bir çifte çıngıraklı yılan, güneşin basamaklarını taşıyan tekneyi, başka bir deyişle günlük rotasının simgesini fiilen şekillendirmektedir. Sözgelimi, güneşin insan şekliyle onun şahin şeklinin karışımı, firavun Menes’e ait ünlü fildişi tabletinde bulunacak kadar eski bir fikirdir. Böylelikle güneş kuşu sanki kanatları yokmuş gibi devasa geminin kamarasında gemiyle yol almaktadır.


7. şekil: Güneş tanrısı bir ölüyü kayığıyla götürüyor


8. şekil: Gündüz vakti güneşin kürekçisi olarak bir yıldız

Güneş teknesini günlük rotasında maceralar ve görünüşe bakılırsa bulutları ve tutulmaları simgeleyen düşmanlar beklemektedir ve onu bekleyen tehlike geceleyin dünyanın sınırı olan batı dağ sırasını geçip düşman karanlığa girdiğinde daha da artmaktadır. Bununla birlikte güneş teknesi her sabah doğu dağlarının üzerinden muzaffer bir şekilde doğmaktadır. Güneş ile onun cesur kürekçileri ve askerleri, Nil Nehri’nin altındaki rota boyunca başarılı bir şekilde yolculuk ederek veya güneşin akşamları içine battığı derin okyanusun üzerinden geçerek bütün düşmanlarını perişan etmişlerdir. Güneş tanrısı gece boyunca (veya bir kısmında), ışınları üzerlerine vurduğunda bir süreliğine uykularından uyanan ölülerin diyarlarına ışık saçar. Bu ölülerin kimi zaman güneş teknesini ölü ve rüzgârsız alçak sular boyunca veya özellikle bunların zorlu yerlerinde ittiklerine inanılır ve bunlar düşmanlarına karşı orada güneş tanrısına yardımcı olurlar. Güneş ayrıca geceleri yeraltı dünyasında, kızgın unsurun asıl merkezi olan “alevler adası”ndaki özel ikametgâhında istirahat edebilir.


9. şekil: Bir çift yılan olarak Güneş Teknesi

Daha açık konuşmak gerekirse güneş tanrısının iki farklı gemisi vardır: Me’enzet isimli birincisi gündüz içindir ve ikincisi Semektet ise gece içindir. Kimi zaman öğleden sonra “akşam gemisi”ne biner. Bu ayrım sonraki zamanlarda güneşin gün içinde sabahları Horus (veya Har-akhti, “Ufkun Horusu”), öğlenleri Ra (olağan ismi) ve akşama doğru Atum(u) ismiyle üç farklı kişiliğe ayrılmasını anlamamızı kolaylaştırır. Heliopolis’in yerel tanrısından gelen Atum, insan biçiminde tasvir edilir; Atum’un en eski tasvirlerinde ise çok nadiren bir firavunfaresi olarak tasvir edildiği görülür. Eşlik eden resim bu akşam güneşi tanrısını, batıdaki dağın üzerine inşa edilen cennetin batıdaki kapalı kapısının arkasında asıl hayvan şeklindeyken tasvir etmektedir. Khepri isminin daha zayıf gösterimler için kullanıldığını zaten gördük. Akşam güneşinin ölümü ve gecenin ölü güneşi kısa sürede Osiris’le özdeşleştirilirken, daha sonraları Ra da en eski isim olarak zayıf ve yaşlı güneş için daha fazla kullanılır olmuştur. Bu meseleyi Osiris mitiyle ilgili bölümde göreceğiz. Güneşin, geceleyin cehenneme doğru seyahatleri sırasında bir keçi kafasıyla temsil edilmesi yalnızca Yeni Krallık dönemine kadar uzanıyor gibi gözükmektedir. Bunun görünürdeki açıklaması cehennemden gelen suların koruyucusu ve Hades’in efendisi olan Khnûm ile özdeşleştirilmesidir. Güneş gece vakti Khnûm’un karanlık diyarında kaybolur ve onunla birleşir. Güneşin kokulu bir tütsü alevi olarak tasvir edilmesi, baharatların ve güzel kokuların geldiği doğu bölgelerinde doğuyor olmasından kaynaklanıyor gibi gözükmektedir.


10. şekil: Gece vakti güneş tanrısı. Teknesinde “Bilgelik” ve “Büyü” ile “yeraltı dünyasının ruhları” tarafından çekiliyor


11. şekil: Atum, cennetin batı kapısının arkasında

MÖ 2000’den sonra resmi olarak bilinirliğinin artması sayesinde güneşe tapınma, daha önceki zamanlarda belirli bir evrensel işlevi olmayan neredeyse bütün tanrıları güneş veya onun bir evresiyle özdeşleştirilmeye çalışacak kadar yaygın hale gelmiştir. Bu yolla pek çok yerel ilah en nihayetinde Ra’nın “takipçileri” veya “ruhları” gibi güneşin farklı tezahürleri olarak açıklanmıştır. Bu tezahürleri sistemleştirme çabaları bize, güneş gibi böyle yüce bir tanrının yedi veya on dört ruha veya eşe sahip olduğunu anlatmaktadır. Daha sonraki güneş tanımları elbette ki bu rakamları çok aşmıştır.
Güneş, ay ile paralel konuma geldiğinde, bu yüce aydınlatıcıların her birine kutsal tanrının bir gözü olarak güneş tanrısına nispetle daha mütevazı bir mevki verilmiştir; ancak bu semavi ilah halen gökyüzünün efendisi olarak güneş tanrısı ismini taşımaktadır. Bu isim genellikle Horus (kendisine “İki Gözün Horusu” da dendiğinden dolayı), daha nadiren Ra veya güneşin diğer kimliklerinden biri oluyordu. Bu semavi ilahın bir seferde yalnızca bir gözünü kaybetmesi güneş tanrısının bir gözünü nasıl kaybettiğini anlatan çeşitli mitlerde açıklanmaktadır. Daha sonradan baskın gelen ve Osiris mitiyle uyumlu hale getirilen inanca göre bu hadise, Set ile savaşırken olmuştur.
Eski Mısır dilinde “göz” kelimesi dişildir. Bu yüzden güneş diski de dişi olarak kabul edilebiliyordu. Güneşle ilgili bir teori zaten bahsetmiş olduğumuz aynı genel sonuca ulaşır: Güneş küresi, güneş tanrısının yeryüzündeki temsilcisi olan firavunun alnına dolayıp taktığı ateşli engerek yılanıyla, ‘ar’et ile (Greklerin ve Romalıların uraeusu) kıyaslanır. Ateşin bir sembolü olarak kabul edilen bu yılanın aslında alnı süslediği veya 9. şekilde tasvir edildiği gibi güneş gemisinin veya semavi tanrının gemisini sardığı düşünülüyordu. Ancak kısa süre içinde güneş tanrısı yılanın alevli gözüyle o kadar yakından özdeşleştirildi ki “göz” ve “engerek yılanı” eşanlamlı hale geldi. Böylece ayın daha etkisiz ışığı dikkate alınmaksızın semavi tanrının iki gözü de engerek yılanlarıyla özdeşleştirildi. Kimi zaman firavunu süsledikleri gibi iki uraeinin güneşin alnının üzerine takıldığı düşünülüyordu. Bu iki göz veya yılan genellikle “güneş tanrısının kızları” olarak isimlendirilir. Birbirine rakip olan bu iki kız kardeşin mitine ileride değineceğiz. (Ayrıca bkz. 9. şekil. Bu resimde güneş tanrısının merdivenini taşıyan gemi olarak çifte engerek yılanı tasvir edilmektedir.)
Bütün bu ifadeler dişil ilahların güneşle ilişkili hale gelmesini sağlamaktadır. Güneşle ilgili kabul edilen ve güneşin kızı, güneşin gözü, güneşin çıngıraklı yılanı veya güneşin tacı olarak tasvir edilen ana tanrıçalar; Tefenet, Sekhmet ve Ubastet’ti. Bu tanrıçaların hayvan şekilleri, güneş tanrısı genelde bir aslan şeklini aldığı için (ilkinin ve ikincisininki dişi aslan, üçüncüsününki kedi), gün ışığı ile ilişkilendirilmelerinde katkı sağlamış gibi gözükmektedir. Ayrıca Hat-hor, İsis ve diğer semavi tanrıçalar, Horus gibi erkek ilahların güneş ve gökyüzüyle ilgili işlevleri arasında dolanıp durması gibi kimi zaman güneşe ait böylesi bir yoruma uymayabiliyorlardı. Bununla birlikte güneşin bütün dişil kişileştirmelerinin Mısırlıların zihinlerinde gerçek bir yeri olmadığını da vurgulamak zorundayız. Dişil tanrıların güneş haline getirilmeleriyle ilgili bu örnekler bize tarihi henüz netleşmemiş ilk geçici çabaların izlenimini vermektedir. İsteyerek babasını terk eden bir kız evlat olarak güneşin gözüyle ilgili bir mite ve ayrıca güneş tanrısının yaralı (ya da kör) gözüyle ilgili kalıcı bir hasar verilemediğinden üstü kapalı “sağlam, bozulmamış” (uzat, uzait) denen diğer efsanelere ileride değineceğiz.
Dinsel şiirlerde de iyi ve faydalı her şeyden “güneşin gözü” olarak bahsedilir. Çünkü bütün hayat, varlığını bazı ilahilerin canlı bir şekilde dillendirdiği gibi, bu yüce kutsal cisme borçludur; ayrıca göz yerinden kopup, yeryüzüne düşüp hayatı başlatmış olabilir.
Güneşin yeryüzüne geldiği zamanla ilgili düşünceler oldukça farklılık arz etmekteydi. Bunlardan kimisine göre güneş, doğrudan cehennemden çıkıp bütün dünyayı yaratmıştı (en azından düzene sokmuştu). Güneş tüm tanrıların babasıydı. Diğer görüşe göreyse özellikle Osiris’in daha sonraki güneş formundayken iki büyük evrensel gücün yani gökyüzü ve yeryüzünün birbirinden ilk defa ayrılmasının sonucuydu. Her halükârda güneş her zaman, “kendisinin gözünden veya gözlerinden türeyen” insanlığın yaratıcısı ve dünyayı, en azından (kendi başına veya yardımcısı Thout ile) mevcut halini düzenleyen tanrı olarak kabul edilmiştir.
Güneş tanrısının en kutsal maddesi parlak metal altındı. Bu maddenin dini sembolizmde önemli bir yeri vardı. Hathor gibi tanrıçalar güneşle, “altın rengi” gibi sıfatlarla irtibatlandırılıyordu.
Güneşe bu kadar güçlü bir tanrı olarak tapınılması tüm Mısır dinine nüfuz etmiştir ve çoğu tanrıyı güneş olarak açıklama âdetinden önce bile bütün yerel tanrı inanışlarını etkilemiştir. Böylece, tek parçalı kırmızı obelisk çifti Mısır tapınaklarının kapılarının önüne dikildi. Aslında bunların amacı yalnızca güneşin rotasının sınırlarını, özellikle yıllık istikametini, ekinoksunu simgelemekti. Ayrıca güneşin hem yeryüzünde hem de gökyüzünde iki tane obeliski olduğu söylenir. Bu sütunlardan yalnızca bir tanesi gerçekten önemliymiş gibi muamele görmüş olmalıdır. Bu algıya yönelik bir gönderme şüphesiz yalnızca Beşinci Hanedan krallarının Ra’yı onurlandırmak için diktikleri küp bir temel üzerindeki devasa obelisk benzeri yapılarda bulunur. Zira bu hanedan, Ra’nın kendi ataları olduğunu diğer hanedan ailelerinden daha çok iddia etmiş gibi gözükmektedir. Sonraları bütün obelisklere, güneşin yeryüzündeki varlığının işareti olarak tapınılmıştır. On (en eski yazılarda Un[u?], Eun[u?]), Mısır’ın en eski ve en kutsal şehriydi. Güneş tanrısının yaygın ismi Ra, burada yavaş yavaş eski yerel ilah Atum(u)’un yerini MÖ 2000’den hemen sonra almış gibi gözüküyor olmasına rağmen Güneş Şehri, Greklerin Heliopolis’i, güneşle ilgili mitolojinin asıl merkeziydi. Cennet ağacının yeryüzündeki temsilcisi kutsal Persea ve günümüzde “Güneşin Gözü” (‘Ain Shams) olarak adlandırılan ve güneşin sabahları ve geceleri içinde kendisini yıkadığına veya dünyanın başlangıcında cehennemden çıktığında orada doğduğuna inanılan kutsal kuyu, Heliopolis sınırları içerisindeydi. Dolayısıyla burası sıradan bir havuz değildir; aksine kadim tufanın gerçek bir kalıntısıdır. Bunun gibi kutsal göller, tıpkı Heliopolis’in kutsal ağacının yerel benzerleri olduğu gibi pek çok tapınakta taklit edilmektedir.


12. şekil: Bir şebek olarak Thout

Güneşe ait bütün tapınaklarda tanrının yeryüzündeki varlığı güneş gemisinin tek veya çiftli kopyalarıyla gösterilmekteydi. Bunlar genellikle tahtadan yapılmalarına ve seyyar olmalarına rağmen kimi zaman taştan veya tuğladan kocaman yapılar da olabilmekteydi. Böylelikle din adamları dini törenlerde güneşin günlük ve yıllık hareketlerini tapınağın etrafında gemiyi taşırken veya sürüklerken ya da tapınağın yakınındaki kutsal gölde yüzdürürken taklit edebiliyorlardı.
Güneşle en yakından ilişkilendirilen yardımcısı ve aynı zamanda güneşin gözü yaralandığında veya yırtıldığında onu tedavi eden Thout(i) (ay) idi. Bölünmüş Mısır’ın tarihöncesi dönemlerindeki merkezlerinin şahin veya çakal kafalı insan figürleri biçiminde tasvir edilen ve aynı zamanda “doğunun ruhları” olarak adlandırılan tanrıları veya “ruhları”ndan Buto ve Hierakonpolis her sabah güneşi selamlarken tasvir edilir. Bazı bilim insanları bu imalarda yabani hayvanların doğmakta olan güneşi neşeyle selamladıklarını görmeye çalıştılar. Bununla birlikte Mısırlıların bakış açısına göre doğuşu sırasında güneşi dualar ve ilahilerle içtenlikle karşılayan köpek başlı şebekler de güneşin batışında ona veda ederler ve hatta selam dururlar; ona refakat edip gece güneşine o yeraltı dünyasında seyahat ederken yardımcı olurlar. Bu yüzden onların rolü Thout’un güneş tanrısının yardımcısı olarak oynadığı rolden kaynaklanıyor gibi gözükmektedir ve benzer şekilde az önce bahsettiğimiz şahinler ve çakallar mitin bazı özelliklerini gösterirler.


13. şekil: Güneşi selamlayan şebekler. (a) kutsal sütunun üzerinde, (b) kutsal ağaçta


14. şekil: Şebekler sabah güneşini selamlıyorlar. Güneş, Osiris’çi ülkenin ve hayatın sembollerinden olan doğu dağlarında doğuyor.


Üçüncü Bölüm
Doğayla İlişkili Diğer Tanrılar
Özellikle Babil’de çok büyük önem verilen ayın, Mısır’da hiçbir zaman güneşin rakibi olarak ortaya çıkmaması dikkate değerdir. Oldukça erken bir zamanda güneş, Khmun(u)-Hermopolis’in yerel ilahı beyaz yılancıl tanrı Thout(i) ile özdeşleştirilmiştir. Thout bu sayede hesabın ve yazının ilahı olmuştur ve tanrılar birliğinin yardımcısı olarak kabiliyetiyle ilahların ve insanların hâkimi olarak davranmıştır. Bunun sebebi açıktır: İlkel insanlar için ay, zamanın kolayca düzenlenmesini sağlayan bir aracıydı. Aynı şekilde Thout güneşin yaralı gözünün bakımını üstlenip gözü iyileştirdiğinde veya yenisiyle değiştirdiğinde buradaki asıl fikir anlaşıldığı kadarıyla ayın tutulmalar gibi rahatsız durumların düzenleyicisi olmasıdır. Bununla birlikte burada ayın, kutsal güneşin ikinci gözü olarak, geceleri güneşin daha zayıf bir yeniden görünümü olduğu da aynı şekilde ima ediliyor olabilir.


15. şekil: Thout

Bazı bilim insanları önceleri kuşun hilal şeklindeki yılancıl formuna gerekçe aradılar. Ancak bu gibi açıklamalar aynı bilgelik tanrısının bir diğer simgesi olarak görülen köpek kafasına rastladığımızda boşa çıktı. Şebeğin bu türleri yalnızca güneş tanrısının özel bir arkadaşı olarak değil, aynı zamanda bilgelik tanrısı, kâtiplerin ve âlimlerin efendisi olarak ortaya çıkmaktadır. Thout kimi zaman güneş gibi bir gemide, kutsal okyanusta yol alırken tasvir edilir. Aslında şahin tanrıları olan Ra ve Horus gibi Thout’un da yaşlı kuş formunda beyaz bir yılancıl olarak gökyüzünde uçtuğu düşünülmekteydi.


16. şekil: Kâtip Thout

Güneş sıfatıyla Amon-Ra’nın, gökyüzü sıfatıyla Mut ile birleşimi, ayın onların çocukları olduğu görüşünün doğmasına sebep olduğu için Orta Krallık dönemi boyunca Teb üçlüsünün en önemsiz üyesi Khons, ay tanrısının özelliklerini de üstlendi. Khons gençliği temsil etmek için genellikle zülüflü bir insan şeklinde tasvir edilir. Ancak daha sonraları kimi zaman, Horus gibi şahin kafasıyla tasvir edilir ve genellikle Thout’la denk olsa da Ptah’a çok benzer bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla kimi zaman Khons’la özdeşleştirilen sembol hiçbir şekilde anlaşılmamıştır. Ayrıca tek vücuda sahip iki boğa olarak tasvir edilip edilmediği oldukça şüphelidir (2. şekil, s. 24). İsmi “gezgin, göçebe” anlamlarına geliyor gibi gözükmektedir ve belki de Grekler onu bu sebepten Herkül’le özdeşleştirmişlerdir.


17. şekil: Ay tanrısı ve tanrıların kâtibi olarak şebek şeklindeki Thout


18. şekil: Ay tanrısı olarak Khons

Gökyüzünün su olduğu ve üzerinde güneş filikasının yolunu izlediği Nil Nehri’nin veya okyanusun bir uzantısını şekillendirdiği düşüncesinden bahsetmiştim. Bunun, nadiren de olsa gökyüzünün metal bir çatı olduğu gibi paralel bir düşünceyle ki bu göktaşlarının gözlemlenmesinden türeyen bir inanç olabilir, nasıl uyumlu hale getirildiği belli değildir. Bazen, yalnızca efendinin tahtı olan gökyüzünün merkezinin metal olduğu düşünülür. Diğer metinler, sanki bu kutsal suların altındaymış gibi “güneş gemisinin metalin üzerinde yüzdüğünden” bahseder.


Metal bir kubbe hakkındaki bu algı, demir anlamına gelen be-ni-pet (gökyüzü metali) veya “gök gürültüsü” için kullanılan khru-bai (tam olarak, “metalin sesi” anlamında) kelimesi gibi daha sonraki zamanlardaki bazı ifadeleri açıklamaktadır. Başka bir deyişle gök gürültüsü açık bir şekilde, gökyüzünü oluşturan büyük metal levhaların çarpmasıyla açıklanmaktaydı. Bu kutsal çatıyı genellikle üst tarafı çatallı destekler olarak tasvir edilen dört devasa sütunun desteklediği düşünülüyordu. Daha nadiren bunlar dağlar veya (en son dönemde) gökyüzünü tutan dört kadın olarak yorumlanmaktaydı. Gökyüzü, güneşin gün içinde inip çıkması gereken büyük bir merdiven (çoğunlukla çiftli) olarak da açıklanabilir (9. şekille kıyaslayın, s. 29).
Erken tarihli bir diğer konsept gökyüzünü, yeryüzünü gölgede bırakan devasa bir ağaç olarak tasvir etmektedir. Yıldızlar, ağacın dallarından sarkan meyveler veya yapraklardır. “Tanrılar ağacın dallarına konduğunda” belli bir şekilde yıldızlarla özdeştirilir. Kutsal ağaç, sabahları gözden kaybolur ve güneş tanrısının yapraklarından doğar. Akşamları güneş kendisini tekrardan yeşilliklerin içinde gizler ve ağaç (veya güneşin akşamki dublörü) bir kez daha dünyaya yayılır. Böylelikle üç yüz altmış beş ağaç, bir yılı simgelemiş olur veya iki tanesi güneşin kırılma anlarını, başka bir deyişle gece ve gündüzü temsil eder. Pek çok toplumda görülen kutsal veya evrensel ağaç veya ağaçlar hakkındaki bu düşünce aynı zamanda hayat ağacı fikrini anımsatmaktadır.


19. şekil: Kişileştirilmiş bir gökyüzü sütunu


Bu ağacın meyvelerinin başka yerlerde olduğu gibi Mısır’da da tanrıları ve ölülerin seçilmiş ruhlarını sonsuza kadar genç ve bilge olarak koruduğuna inanılmaktadır. Yaprakları ve meyveleri, olayları veya insanların hayatlarını simgeleyen kader ağacı da benzer bir düşünceyi temsil eder: Gelecek gibi geçmiş de yıldızlara yazılmıştır. Gökyüzü tanrısı Osiris, sıklıkla kutsal ağaçla veya onun bazı önemli kısımlarıyla özdeşleştirilir ya da ağacın meyvesi veya çiçeğiyle ilişkili hale getirilir. Mısır teolojisi bu ağacın dünyevi muadilini belirlemeye çalışır. Dünyevi ağaç olarak bu muadil, en fazla dallanıp budaklanan Mısır ağacı firavuninciriyle mukayese edilir. Daha nadiren hurma ağacı veya ılgın ağacına da benzetilir. Bu, bazen cehennemden veya Osiris’e ait sulardan fışkıran kutsal ağaçla çok kolaylıkla ilişkilendirilebilen, suya çok yakın yerde büyüyen söğüt ağacıdır. Bununla birlikte Osiris mitiyle ilişkili kutsal ağaç çoğunlukla ya Persea (belki de daha sonraları) ya Asya’nın uzak dağlarında yetişen kokulu dağservisi ya da meyvesi aşk ve ölüm yoluyla dünyaya giren sarmaşıktır. Kader ağacı ise bir kez daha genellikle Osiris’in Persea’sıdır. Bu benzetmeler yeryüzündeki bu harika ağacın yerini saptamak veya sembolize etmek için girişilen zorunlu çabalara işaret ediyor olabilir. Bir ara bu ağaç gökyüzünün bir yerinde yerleşmiş biçimde tasvir edilir. Dolayısıyla hayat ağacı, “yüce tanrıların dinlendiği, yıldızların hiçbir zaman kaybolmadığı Fedakârlıklar Bölgesi’ndeki büyük bir adadadır. Burası besbelli ölülerin bir diyardan diğerine geçtiği okyanus ile gökyüzü, yer üstü ile yeraltı dünyası arasındadır. Önceden gördüğümüz gibi en ünlü dünyevi temsil, resimde ilahi ağaçla tamamen özdeşleştirilmiş olarak gördüğümüz Heliopolis’in kutsal Persea ağacıydı. Ancak her eyaletin merkez tapınağının bir kutsal ağacı vardı. Muhtemelen, bunların her zaman gökyüzünü simgelediği iddia ediliyordu. Hatta bitkisel türler bu dünyevi muadilleriyle, bahsetmiş olduklarımızın temsil edildiğinden daha fazla temsil edilmekteydiler.


20. şekil: Merdivenleri üzerinde güneş tanrısı


21. şekil: Ölü kutsal ağaç üzerinde güneşin doğumuna tanık oluyor

Pet (gökyüzü) kelimesi dişil olduğundan, gökyüzü dişi bir varlıkla kişileştirilmektedir. Dolayısıyla gökyüzü yeryüzüne doğru eğilen bir kadına (35. ve 47. şekiller, s. 45-51) veya bacakları ana yönlerdeki dört sütuna denk gelen bir ineğe (27. şekil) benzetilir. Aslen bir tapınak kapısına veya bir sütun üzerine çivilenmiş bir inek kafası veya kafatasıyla sembolize edilen Dendera’lı Tanrıça Hathor, gökyüzünün inek şekilli tanrıçasıyla çok eskiden özdeşleştirilmekteydi. Gökyüzüyle özdeşleştirilen pek çok diğer dişi ilah, özellikle İsis, boynuzlarıyla veya bir inek kafasıyla tasvir edildikleri resimlerde kutsal doğalarını gözler önüne sererler. Hathor’un yaygın simgesi bir insan ve bir sığır suratının ilginç bir birleşimi haline gelmiştir. Böylelikle insan ve hayvan kişileştirmesinin yan yana ne kadar uzun zamandır var olduğu hakkında bir fikir vermektedir. Her ne kadar tanrıça yalnızca gökyüzü tanrısı güneşin esas gözünü daha sıklıkla temsil ediyor olsa da gökyüzünün bir simgesi olarak bu kutsal surat, gözleri olarak güneşe ve aya sahip olduğunu iddia edebilir. İnek şeklindeki tanrıça genellikle boynuzları arasındaki güneşle, çiçekler ve bitkiler arasında belirirken gösterilir. Başka bir deyişle bu, sabahları güneşi ortaya çıkartıp akşamları onu saklayan kutsal ağacın yeşil yapraklarına yapılan bir benzetmedir. Bu bitkiler güneş tanrısının şafak vakti yükselip akşamları geri çekildiği doğu ve batı dağının duvarında belirir. Güneş tanrısı gün boyu ineğin karnının altında veya sırtının üzerinde seyahat edebilir ya da günlük ve yıllık rotasının sınırlarını simgeleyen boynuzları arasında gezinebilir. Bu, iki obelisk, iki dünya dağı veya iki ağaç ile bir analojidir. Güneşin, geceleri kutsal ineğin vücudunda kendisini sakladığı da düşünülüyor olabilir. Böylelikle akşam ineğin ağzının içine girip sabah rahminden tekrardan doğmaktadır. Dolayısıyla ağız üzerinden kurulan bir anlayışla güneş tanrısı her gece “kendisinin babası olup”, “annesinin boğası” yani kendi babası olarak adlandırılmaktadır. Bu ad ilahilerde çok sık kullanılmaktadır. Güneşin taşıyıcısı Hathor güneşle ilgili bir ilah olarak tekrardan anılabilir.


22. şekil: Güneş teknesi ve iki kutsal ağaç


23. şekil: Ağaçtaki ve hayat kaynağındaki ölü


24. şekil: En büyük ilah olarak Amon “Güneş Sarayındaki kutsal Persea” üzerine kraliyete ait bir isim kaydediyor

Gökyüzünün hanımefendisi yeşil ışınların ortasında oturan Hat-hor, kutsal ağaca oturtulabilir veya onunla özdeşleştirilebilir. Hat-hor ölü ruhları bu ağaçtan verdiği yiyecek ve içeceklerle beslemektedir ve böylelikle onlara ebedi hayatı bahşeden olarak görülür. Saçlarındaki dört adet mavi-siyah buklesi gökyüzünün bir yanından öbür yanına asılıdır veya her bir bukle bir ana yöne işaret ederek gökyüzünü biçimlendirmektedir. Kimi zaman bu bukleler semavi bir tanrı ve Hat-hor’un erkek muadili olarak Horus’a da atfedilir. Güzel ama tehlikeli, narin ama gene de güçlü gibi pek çok mitolojik imge, tüm dünyayı saran bu olay örgüsüne eklenmiş gibi gözükmektedir.


25. şekil: Tarihi çağların başlarında Hathor sembolü

Gökyüzünün bir inek biçiminde tasavvur edilmesi önceden bahsettiğimiz gökyüzünün bir nehir suyu veya okyanusun bir devamı olduğu düşüncesiyle de bağlantılıdır. İneğin vücudu suyu temsil eden desenlerle kaplı olabilir ve bu ilah bu şekliyle kimi zaman Meh(e)t-ueret (Grekçesi Μεθνερ) veya “Büyük Tufan” diye adlandırılır. Bu isim Hat-hor’a göre daha manalı olduğu için güneşin genellikle “büyük tufan”da (Meht-ueret) veya onunla doğduğu ya da yaratılış günü Meht-ueret’in sırtına ya da boynuzları arasına çıktığı söylenir. Bununla birlikte aynı süreç her sabah gerçekleşiyor da olabilir. Zira günlük ve evrensel süreçler her zaman paraleldir. Güneşin kadim veya günlük doğumu gökyüzündeki veya karadaki bir okyanusta mavi bir nilüfer çiçeğinden gerçekleşiyor gibi tasvir edildiğinde bile ona “Meht-ueret”in çocuğu denebilir. Sel baskınlarının her yıl belli tarihlerde olması Meht-ueret’i hasat zamanıyla da ilişkili hale getirmiştir. Benzer bir şekilde bu kozmik ineğe özellikle dünyanın yaratılışında yeni doğmuş güneş tanrısının ebesi ve koruyucusu olarak Ahet, Ahit, Ahat veya Ehat, Ehet denilmekteydi.


26. şekil: Hathor akşam vakti batı dağına ve yeşil çalılıklara giriyor

İnek şeklindeki Hat-hor gökyüzünün tanrıçası olarak Asyalı Gökyüzü Kraliçesi’nin pek çok işlevini üstlenip daha sonradan kadınların özel patroniçesi ve aşk, güzellik, neşe, müzik ve süs ilahı haline gelmiştir. Bu durum, Samilerin Asterte’sinin kimi zaman savaşın hanımefendisi olmasına tümüyle benzemektedir. Gördüğümüz gibi kocası genellikle gökyüzünün erkek hükümdarı Horus’tur.


27. şekil: Kutsal ineğin boynuzları arasında güneş tanrısı

Bu tanrıça çoğalarak özellikle her çocuğun doğumunda kehanette bulunan “yedi Hat-horlar” grubuna dönüşmüştür. Bu yedi yazgının bazı diğer topluluklar arasında, insan kaderinin burcu (özellikle talihsiz olanlar) ve hasadın habercisi Ülker takımyıldızı olduğu düşüncesi, yedi Hat-hor ineklerine boğasıyla birlikte rastladığımızda doğrulanmıştır. Zira Ülker, Taurus takımyıldızının içindedir. Bu burçlarla ilgili işaret Mısırlılara ait olmadığı için tarif ettiğimiz takımyıldızlarının birleşimi muhtemelen Asya’dan ödünç alınmıştır. Ancak Mısırlılar Yeni Krallık döneminde bunun ne ifade ettiğini anlayamamışlardır. Mısır şehirlerinde yedi Hat-hor’un ayrı şekillerinin yerini belirlemek için çok uğraşılmıştır.


28. şekil: Ölüler kutsal ağacın arkasında Hathor ile buluşuyorlar

Erken bir zamanda Hat-hor farklı farklı diğer tanrıçalara benzetilmiştir. Diospolis Parva şehrinin dişil ilahına ait Bat (?) ismi, benzer bir sembol veya Hat-hor’un kafasında somutlaşan bir tanesiyle yazılıdır. Daha sonraları bu sembol yüce tanrıça Hat-hor’un kendisiyle özdeşleştirilecek ve özellikle neşe saçan tanrıçanın festivallerinde kullanıldığı için bir sistrum, yani kutsal bir çıngırak olarak izah edilecektir.
Gökyüzünün Hat-hor’un da üstlenmiş olabileceği dişi formundaki temsili başta yereldir; ancak daha sonraki zamanlarda sıklıkla güneşle ilişkilendirilen pek çok tanrıçayla özdeşleşmesine sebep olmuştur. Bu ilahlar arasında İsis (kimi zaman kardeşi ve rakibi Neftis’le), Theban, Mut ve öfkeli Tefenet vardır. Zira gökyüzünün gece hali özellikle, ismine uygun olarak, genellikle Abis tanrısı Nuu’nun (veya Nûn?) gökyüzündeki muadili, başka bir deyişle yeraltındaki okyanusun devamını oluşturan semavi su olarak anlaşılan Nut ile kişileştirilmekteydi. Nut’un, Nuu’nun eşi olduğunu umabiliriz; ancak Nut onunla bu şekilde nadiren ilişkilendirilmekteydi. Bunun yerine her sabah güneşi birlikte meydana getirdiği yeryüzü tanrısının eşidir. Benzer bir şekilde “tanrıları dünyaya getiren” sıfatıyla (yani bütün kutsal bedenleri) bütün hayatın veya en azından insanlığa geçişi şekillendiren genç nesil tanrıların anasıdır. Bu konuya daha sonra geleceğiz. Nut genellikle, yıldızlarla kaplı karanlık bir kadın olarak sırtüstü yatmış, yeryüzüne tanrısına doğru eğilirken tasvir edilir (bkz. 33, 35, 38 ve 39. şekiller). Özellikle tabutların üzerindeki cenaze tasvirlerinde, ölü ruhları yıldızlarla süslü bağrına, kollarına ve kanatlarına alırken gösterilir. Karanlık derinliğin muadili olarak gökkubbenin daima baş aşağı asılı olduğu veya gece vakti gökyüzünün gündüz halinin parlaklığıyla yer değiştirmek için gökkubbenin sulardan yükseldiği yer olan yeraltı dünyasının göğü olarak da ifade edilir. Bu yüzden yıldızların anası Nut, içinde saklandığı veya dalları onun uzuvlarından meydana gelen gösterişli kutsal ağaçla bir bütündür. Bununla birlikte gündüz vakti her zaman açıkça gökyüzünde ayırt edilemez ve dolayısıyla gökkubbeyle özdeşleştirilen tüm tanrıçalar, özellikle Batı’nın ve ölülerin ilahıyla ilgili olağan işleviyle Hat-hor, gökyüzünün gece halinde yer bulabilir.


29. şekil: Gökyüzünün ve iki ülkenin (yani Mısır’ın) hanımefendisi Meht-Ueret.


30. şekil: Diospolis Parvalı Tanrıça

Nut’un güneş tanrısını (ve ayı) meydana getirdiği eşi, genellikle sırtına veya yanına yaslanarak dinlenen ve vücudundan fışkıran bitkilerle bir erkek olarak tasvir edilen yeryüzü tanrısı Keb’tir. Ayakta dik dururken tasvir edildiği kimi zamanlarda kafasını süsleyen kaz, yalnızca adının bir kısaltmasını oluşturan hiyerogliftir. Ancak çok geçmeden teologlar bunu yeryüzü tanrısının koca bir erkek kaz, güneş yumurtasını yumurtlayan “Büyük Cackler” olduğu şeklinde yorumlayarak yanlış bir sonuca vardılar. Ayrıca özel yaratıkları olan yılanların efendisi olduğundan Keb’in bir yılan kafası da vardır veya kafasında sıklıkla adlandırıldığı gibi “Mısır’ın veliahtı”nın karmaşık tacı vardır. Her halükârda aslında Keb yalnızca, evrensel işlevi olmayan yerel bir tanrıydı (belki de Heliopolis civarında). Zira daha eski bir gelenekte Aker veya Akeru denen başka bir yeryüzü tanrısı vardı. Bu ilah, bir vücutta zıt tarafa bakan iki elli, çift kafalı bir aslan biçiminde tasvir edilir. Güneş, akşamları batıdaki çöl dağlarına girdiğinde bir ağzından yutulurken, sabahları diğerinden çıkarak doğar. Böylelikle güneş tanrısı, gece vakti Aker’in vücudundan yani yeryüzünden geçmiş olur. Daha sonraki teologlar daha eski olan tanrıyı yeryüzünün daha aşağı bölgelerinin temsilcisi haline getirerek ve onu siyah tasvir ederek Aker’in gereksiz varlığını halefi Keb’inkilerle uzlaştırmaya çalıştılar. Böylece Keb bir koruyucu olarak Aker’in yerini aldı. Bu şekilde bazı âlimler aslında Aker’i yerin derinlerinde yatan şeytani ejderha ‘Apop ile karıştırabildiler. Bunun yanı sıra daha sonraki bazı sanatçılar ve teologlar, Aker’in mürekkep figürünü sırtlarını birbirlerine dönmüş ve güneşin aralarında doğduğu iki dağı taşıyan iki aslana ayırdılar. Sonrasında bazı yorumcular bu gizemli aslanlara “sabah” veya “dün” adını verirken diğer başka yorumcular da bunları “iki kutsal aslan” Şu ve Tefênet’le karıştırdılar ve buna uygun şekilde onları çalılıkların içinde oturur veya gökyüzünü destekleyici vaziyette tasvir ettiler (bkz. 37. şekil).


31. şekil: Ölüyü alırken Nut


32. şekil: Gökyüzünün gündüz vakti sembolleriyle Nut

Mısırlılara göre sonraki iki tanrı, Şu ve Tefênet, daha çok yeryüzü ve okyanusu gökyüzünden ayıran uhrevi aralıktı. Bu işlev, genellikle gökyüzünü iki yana uzanmış elleriyle yukarı kaldıran veya gökyüzünün sütunlarından birisini tutan bir erkek biçiminde tasvir edilen Şu’da özellikle belirgindir. Şu, gökyüzünün ve güneşin desteği sıfatıyla kafasında güneş diskiyle resmedilebilir veya bir güneş tanrısı olarak muamele bile görebilir. İster güneş tanrısının bir oğlu olsun (en yaygın kabul edilen görüşte olduğu gibi) ister birçok tanrının kökeninden geliyor olsun, güneşten önce gelen teolojik bir problemdi. Erken bir tarihte Şu, benzer bir şekilde güneş olarak kabul edilen Heka ile (Büyü veya Büyücü) özdeşleştirilmekteydi. Ancak Şu’nun 71. şekildeki (s. 65) gibi Heh ile (Sonsuz Boşluk) veya Horus’la karıştırılmasının sebebi o kadar açık değildir.


33. şekil: Bitki örtüsünün taşıyıcısı Keb.


34. şekil: Hiyeroglif sembolüyle Keb

Evrensel işlevini gösteren resimlerde aslana benzer şekillerden kaçınıldığını görmekteyiz. Halbuki bu şekil açıkça Şu’nun yerel tapınağına Leontopolis denmesine sebep olacak kadar özgündü. Daha sonraki zamanlarda insan formundaki birkaç başka ilahla da özdeşleştirildi. Sözgelimi, nadiren de olsa ayla ilişkilendirilen Teb’li tanrı Khôns veya daha sık olarak This’in savaşçısı An-hôret.
Dişi aslan Tefênet’in hangi şekilde Şu ile onun ikiz kardeşi ve karısı olarak ilişkili hale getirildiği ve bu sayede bir gökyüzü tanrıçasının işlevlerini kazandığı belirsizdir. Muhtemelen hiçbir zaman insan özellikleriyle değişmediği aslan formu veya bu iki tanrının yalnızca yerel ilahlar oldukları zamanlardaki tesadüfi komşulukları bu duruma bir açıklık getirebilir. Modern dönemlerde Tefênet’in yağmur bulutlarıyla veya çiyle ilişkilendirilmesi oldukça temelsizdir. Tefênet’in ve Şu’nun daha sonradan bitkilerin büyümesine sebep olduğu söyleniyorsa bu, Mısır’da kaynağı nadiren gökyüzü olan sulamadan ziyade diğer kutsal işlevlere işaret eder. Mısır metinlerinde Tefênet’ten kızgın ate- şi gönderen olarak (yani güneş olarak) sıklıkla bahsedilmekte olup güneş tanrısının gerçek kızı veya gözü ya da kafasının üzerindeki disk biçiminde tasvir edilmektedir. Benzer bir şekilde resimlerde her zaman güneşle ilişkili bir şekilde gösterilmektedir. Tefênet, Şu’nun dişi bir muadili olarak İsis gibi gökyüzü tanrıçalarıyla özdeşleştirilebilir. Bundan dolayı bazı yerlerde ona ayın annesi denilmektedir. Ayrıca gökyüzünün (başka bir deyişle Nut’un) annesi olarak veya tam tersine gökyüzünün (yani Nut’un veya Hat-hôr’un) kızı olarak da adlandırılmaktadır. Tefênet ve erkek kardeşi Şu benzer şekilde “iki aslan” olarak adlandırılır (37. şekildeki açıklamayla kıyaslayın). Oldukça erken bir dönemde gelişen şeytani Set’in gök gürültüsü ve bulutların tanrısı olduğu fikri ilerleyen sayfalarda ele alınacaktır.


35. şekil: Bir yılan biçimindeki Keb ve Nut


36. şekil: Keb Aker’i izleyip onu sola doğru uzatıyor


37. şekil: Aker’in Şu ve Tefênet’e benzetilen bozulmuş tasviri

Su unsuruna dönecek olursak, ilk olarak onun en yakın temsili, Nil tanrısı Hapi’den bahsetmemiz gerekiyor. Hapi beline bir balıkçı kemeri takan ve kafasında suda yaşayan bitkileri taşıyan epey koyu mavi veya yeşil renkli bir insan figürüyle tasvir edilmektedir. Şairler tarafından övgülere boğulmasına rağmen kendisine çok fazla tapınılmamaktadır. Bu varlık, ilk Mısır teolojisinin tanrıların evrensel özellikleri üzerinde durmadığının bir diğer kanıtıdır. En eski dönemlerde Nil Nehri’nin kaynağının, Asvan çağlayanı arasında Mısır sınırı üzerinde olduğuna inanılmaktaydı. Bu kaynak yeraltı dünyası veya abisten veya kimi zaman iki farklı kaynaktan doğarak iki nehre ayrılmaktaydı. Bunlardan bir tanesi Mısır boyunca kuzeye doğru akarken diğeri Nübye üzerinden güneye doğru bir istikamet izliyordu. Dört nehrin dört ana yöne doğru akmasıyla ilgili bu Asya geleneği, Mısır düşüncesine Nil Nehri’nin Elefantin’deki en derin kaynaklarının bunlardan dördüncüsü olduğu hakkında iz bırakmıştır. Dolayısıyla hayat verici su, Satet ve benzerleri gibi şelale tanrıçaları tarafından oluşturulan dört kaptan akmaktadır. Zira Osiris mitine göre Nil Nehri’nin kaynağı ve yükselişi hakkındaki mitolojik açıklamalarda Osiris’in Nil’le özdeş görülmeye başlandığına rastlamaktayız.


38. şekil: Şu okyanusun (?) üzerinde durarak Nut’u, gökyüzünü tutuyor. Güneşin temsil edildiği dört aşama


39. şekil: Şu-Heka ve dört sütun gökyüzü ile yeryüzünü birbirinden ayırırken

İki su tanrıçası Mu(u)t (veya Muit) ve Nekhbet, Nil Nehri’yle ilişkilidirler. Mu(u)t her ne kadar genellikle az bir öneme sahip olsa da en erken dönemlerde adıyla uyumlu bir şekilde (Sulu, Su taşkını) bazen evrenin ana maddesi ve her şeyin anası olan “nem” olarak kabul edilirdi. Abis’in girişinde durduğu söylenen Nekhbet, bu şehrin akbaba tanrıçasıyla doğrudan benzerliği olmasa da Yukarı Mısır’ın tarihöncesi merkeziyle açıkça bağlantılıdır. İlk teolojiye göre Nil’in Mısır güzergâhının, biraz daha geç tarihlerde inanıldığı gibi İlk Büyük Çağlayan yerine bu merkezde başlayıp başlamadığı tartışmalıdır. Hapi’nin iki karısı da kimi zaman onun gibi şişman tasvir edilirler.


40. şekil: Tefênet

Kimi zaman “Okyanus” (tam olarak Yüce Yeşil) da bereket getirirmişçesine Nil gibi çok şişman tasvir edilir ve aynı şekilde bir zamanlar eşi Mu(u)t veya Mu(i)t’tur. Bununla birlikte genellikle abis tanrısı Nuu (veya Nûn) ile özdeşleştirilir. Aslında ikincisi yalnızca siyah, yeraltının derinlerine akan ve güneyde başka bir deyişle Nil’in kaynağında kendisine erişilebilen akıl sır erdirilemez suyu temsil etmez; bunun yanı sıra bu suların, tamamen kuşatıcı okyanus olarak dünyanın etrafını saran uzantısını da temsil eder. Okyanusun dipleri karanlıkta ve sonsuz uzayda kaybolarak yeraltı sularına dönüş yolu olur. Bu çok derin denizler bütün ilahların meydana geldiği kadim maddeyi temsil eder. Böylece bunların kişileştirmesi olan Nuu “gökyüzü ve yeryüzü henüz mevcut değilken” var olan en yaşlı ve en bilge tanrı diye bilinir. Nuu bütün sırların sahibi, tüm tanrıların ve dünyanın babasıdır. Evrenin doğuşuyla ilgili bu düşünce, güneşin günlük batışı ve okyanustan tekrar doğuşuyla benzerlik taşır. Mısır’da okyanusun temsili Nil’di. Bu nedenle Nil genellikle Nuu ile özdeşleştirilmekteydi. Bir süre sonra daha mistik düşünceler yeraltı sularının kaynağı olarak Osiris’i Nuu ile özdeşleştirdi ve böylece onu okyanusla bağlantılı hale getirdiler. Daha sonra Ptah (Tatunen) da kuvvetle muhtemel Osiris’le özdeşleştirilmesinden sonra abisle doğrudan eşit kabul edildi.


41. şekil: Nil, Karısı Nekhbet ve Okyanus


42. şekil: Öküz Kafalı Nuu

Nuu geleneksel olarak insan şeklinde tasvir edilir. Ancak nadiren de olsa bir kurbağa kafasıyla ve bir kez de öküz kafasıyla temsil edildiği olmuştur. Kafasında iki deve kuşu tüyüyle tasvir edildiğinde bilge Ptah-Tatunen ile daha sonraki özdeşliği ima edilmektedir. Bahsetmeye değer bir mitolojik resim “Nuu’yu mistik tanrıların babası” olarak tasvir etmektedir. Nuu bu resimde bütün suların iki veya dört kaynağını ağzından fışkırtırken diğer iki tanrı, muhtemelen güney ve kuzey Nil, bu suları alıp tekrardan tükürmektedir. Daire haline gelmiş insan formundaki okyanus için 46. şekle bakabilirsiniz.


43. şekil: Gizemli tanrıların babası Nuu pınarını “gizemli iki tanrıya” gönderiyor

Bu ilişki, bu kozmik yapının ve dört unsurunun asıl parçalarının dizilimi meselesi, genel kabul görecek şekilde hiçbir zaman açıklığa kavuşmadı. Başlangıçta dünyanın yaratılış miti birkaç yerel varyantta var olmuş olabilir. Bununla birlikte okyanus derinliğini temsil eden Nuu’nun asıl unsur olması en eski teologların ilk uzlaşmalarından biriydi ve sonraki adımın güneşin yaratılmasıyla ilgili olması evrenin kökeniyle ilgili süreçte en önemli aşamaydı. Yeni Krallık döneminde yaratılıştan önce dünyanın durumuyla ilgili kurgular dört çift tanrı (bir ogdoad) tarafından bu kaotik durumu sembolize etti. Erkekler su mahlûkları olarak kurbağaların başlarıyla temsil edilirken kadınlar yılan başlarıyla temsil edilmektedir. İsimleri şöyleydi: Derin güçler olan Nuu ve Nut; Heh(u) ve Hehet (veya Hehut, Sonsuz Boşluk); Kek(u) (veya Kekui) ve Keket (veya Kekut, Karanlık); Ni(u) ve Nit (Rutubetli Hava). Sayılarından dolayı güneş tanrısının bu sekiz anne babası veya atası Orta Mısır’da Khmun(u) (Sekizin Şehri) ile ilişkilendirildi ve bazı din adamları bunları yaratılışın başlangıcı olarak kabul etti.


44. şekil: Kadim ogdoad tanrılarının iki üyesi


45. şekil: Heh ve Hehet genç güneşi (Khepri olarak) doğu ufkunun üzerine kaldırıyorlar

Gerçekte, az önce izah edilen öğretiye göre yalnızca ilk çift yani Nuu ve Nut, güneş tanrısının ebeveynleriydi. Ancak ogdoad tanrılarının evrensel özellikleri, bebek güneşi her sabah kaldırarak Şu’nun ve Tefênet’in görevini yaparken Heh ve Hehet’i temsil eden 45. şekildeki gibi kolayca güneşin günlük doğumuna aktarıldı. Bununla birlikte ogdoad tanrılarından Nut’un, her gün güneşi doğuran göksel tanrıça Nut’la aynı ilah olup olmadığı veya onun yalnızca kadim gökyüzü ya da sadece suyla ilgili kaosun bir görünüşü olup olmadığı hakkında belirsizlik var gibi gözükmektedir. Ancak şahsiyetleri muhtemelen özdeşti. Öyleyse Nut’un sel veya eski su tanrıçası olarak kabul edildiği teoriye göre güneş tanrısını meydana getiren, tanrıların babası Mu(u)t veya Mu(i)t, Nuu idi. Günlük bir hadise olarak bu yaratma eylemi bir defasında, dairesel konumuyla düz bir şekilde yatarken resmedilen (bkz. 46. şekil) yeryüzü tanrısından kendisini ayırt ediyor gözüken Nut’u, okyanus üzerinde uzanan gökyüzü olarak temsil etmektedir.
Sonraki dönemlerde Mısırlılar güneşi batıdan doğuya geçen bu erkek figürün ne olduğunu anlamamış gibi gözükmektedir ve aynı durum göğün üstünü ve altını erkek özelliğiyle örtüşmeyen kişilikler olarak temsil etmek amacıyla yapılmış Philae tapınağındaki bu figüre çok benzer temsil için de geçerlidir. Kısa sürede bu inanç güncel hale gelmiştir: Tüm evrensel güçlerin en yücesi güneş, onun müsebbibi veya onu şekillendiren abisten tamamen kendi başına çıkmıştır ve sonra gökyüzüyle yeryüzü arasındaki havayı (Şu ve Tefênet) yaratmıştır. Daha sonra gökyüzü ve yeryüzü (Keb ve Nut) kendilerini meydana getirmişlerdir. Osiris sıfatıyla yeni güneş de dahil yaratılışın devamını bu tanrılar meydana getirmiştir veya güneş tanrısı tanrıları yaratmaya devam edip nihayetinde gözünden veya başka bir şekilde insanları meydana getirmiştir. Bu, Heliopolis’e ait eski bir yaratılış öğretisidir. Heliopolis dokuzlusunun düzenlenmesini yansıtmaktadır. Dolayısıyla ogdoad öğretisinde havanın güneşten üstün olduğunu; gökyüzünü (Nut) ve yaratılışta güneşin doğduğu yer olan abisini (Nuu) (ki aslında her gün de buradan doğmaktadır) birbirinden ayırdığıyla ilgili farklı bir inanca dayandığı anlamını çıkarabiliriz. Heliopolis öğretisinde güneşin Atum-Ra ve Osiris olarak bu çifte ortaya çıkışı ve Şu’nun dünyanın başlıca iki esas parçasını ayırıcı kadim bir görevi olması, güneş tanrısının yaratılışta daha sonradan yer almasıyla ilgili varyantın mevcut olduğunu yeniden düşünmemize sebep olmaktadır. Benzer bir şekilde bazı metinlerde, okyanusta veya okyanusu simgeleyen mavi nilüfer çiçeğinin içinde geliştikten sonra güneş tanrısının doğruca kutsal ineğin sırtına (bkz. 27. şekil, s. 41) tırmandığını ve böylece gökyüzünün, havanın ve diğer unsurların ve ayrıca yeryüzünün kendisinden önce var olduğunun ima edildiğini okumaktayız.


46. şekil: Gökyüzü tanrıçasının kocasının olağandışı bir temsili


47. şekil: Çifte formda gökyüzü tanrıçası ve onun eşi


48. şekil: Nilüfer çiçeğinin içinde genç güneş

Dünyanın abisten yaratılışıyla ilgili hikâyenin eski bir varyantı Elefantin’in koç başlı tanrısı Khnûm(u) ve onun kurbağa başlı karısını “yaratılışın başlangıcında yer alan insanları ve tanrıları yaratan ilk tanrılar” konumuna getiren gelenekte korunmuş gibi gözükmektedir. Bunun altında yatan düşünce okyanus dahil bütün suların kaynağını, İlk Büyük Çağlayan kayaları arasındaki Nil’in mitolojik kaynağında bulma çabasıdır. Dolayısıyla “asıl tanrı” olarak Khnûm yalnızca, Nuu’nun yerel bir varyantıymış gibi muamele görmektedir. Kadim Krallık’ta bile Khnûm ve Heqet, Osiris mitinin yaygınlaşması için Abidos’a nakledilmiştir. Burada Osiris’in mezarı olmasının yanında hayat pınarı, abisin girişi ve kaynağı vb. de bulunmaktadır.
Khnûm ve Heqet “Abidos’un beşiğine (kelimesi kelimesine doğum yerine, meskhenet) yerleştirildikten sonra Büyük Çağlayan bölgesinin tanrıları olarak bu tanrıların asıl anlamlarını daha ne kadar doğru bir şekilde korudukları belli değildir. Her halükârda daha sonraki teolojik anlayışta Khnûm’un derin doğası onun yaratıcılığı hakkındaki geleneğin, “çömlek gibi şekillendirmek” anlamındaki köküyle (khonem) etimolojik bir izah yapılmaya çalışıldığında artık yer bulmamıştır. Böylece artık Khnûm, bir zamanlar çömlek çarkının üzerinde tanrılardan hayvanlara tüm varlıkları meydana getiren ve halen gökyüzünde çocuğun doğumundan önce, anlaşıldığı kadarıyla yaratma sırasında, yeni doğan her çocuğun veya en azından onun “çiftinin” şeklini belirleyen “çömlekçi tanrı” haline gelmiştir. Bu gelişmeye uygun olarak Khnûm’un sonraki eşi Heqet doğum tanrıçası haline gelmiştir.
Böylelikle Heqet bazen, “Beşiğin Tanrıçası” (veya daha doğrusu Doğum Koltuğunun Tanrıçası) olarak bilinen tanrıça Meskhenet’le benzerlik gösterir. Meskhenet, yeryüzündeki doğumların yanı sıra Osiris’le yeni bir hayat için ölülerin yeniden doğmalarını da idare eden bir ilahtır. Sembol olarak kafasında kıvrımlı iki böcek antenine benzeyen bir süsü bulunmaktadır. Aynı zamanda bir veya iki tane tuğlayla da sembolize edilebilir. Burada, Mısır’dan Çıkış’ta tarif edildiği gibi Mısır kadınının üzerinde çocuk doğurduğu tuğlalara gönderme yapılmaktadır. Güneşin ve Osiris’in dört farklı Meskhenet’i ya da doğum tanrıçası vardır. Bu, farklı yorumları da beraberinde getiren bir sembolizmdir. Meskhenet adı “tesadüf, olay, kehanet” olarak izah edilebilir. Başka bir deyişle kehanetlerin rast gelmesi doğuma eşlik edip bu suretle kaderi tayin ettikçe bu ilahe, kader tanrıçası haline gelmiştir. Bu etimolojik izahın özgün olması ve doğum tanrıçasının işlevinin yalnızca buradan geliyor olması mümkündür. İlerleyen sayfalarda göreceğimiz üzere Renenutet de doğum ve eğitimle ilişkilidir.


49. şekil: Khnûm çocukları meydana getiriyor ve Heqet de onları canlandırıyor

Sıradan insanlar için erkek bir öz, Shay (kader) Yeni Krallık döneminde doğum tanrıçasının erkek bir muadili ve refakatçisi olarak ortaya çıkmaktadır. Shay, insan şeklinde tasvir edilir ve sonradan Greklerin Agathodaimon’uyla özdeşleştirilmiştir. Kimi zaman insan kafalı bir yılan şeklini alır.


Evrensel ilahlar arasında görünüşe göre aslen yıldızlarla ilgili bir varlık olarak “yazı tanrıçası” veya kader tanrıçası Sek-ha(u)it’i (veya muhtemelen Sekha(u)tet) de hesaba katabiliriz. Oldukça ilginç bir ilah olan Sekha(u)it, kalemiyle tüm dünyanın rotasını yönlendirmektedir. Ona “kitapların ilahi yerinden önce var olan”, başka bir deyişle “tanrıların kitaplık görevlisi” denmektedir. Bir pasajda “güneyin kütüphanesinden önce var olan” unvanıyla anılmaktadır. Burasıyla eski Nekhbet merkezinde bir yerleşim yeri işaret ediliyor veya daha ziyade burası, dünyanın derinliklerindeki, yani güneydeki, evi için bir ipucu olabilir. Gökyüzünün altıyla bağlantısı semavi doğası işaret edilerek baş aşağı duran iki boynuzla gösterilmekteyken, makamı, bir din adamı kostümü (yani leopar derisi), kalem ve hokka (veya omzundan aşağı sarkan birbirine bağlı iki hokka) ile sembolize edilmektedir. Boynuzlar arasındaki yıldız bu doğaya işaret etmektedir; ancak bütün yıldızların beş ışınlı çizildiği resim geleneğine zıt bir şekilde bu özel yıldız yedi ışınlıdır. Bu, henüz anlamadığımız veya Asya’dan gelmiş olması muhtemel bir sembolizmin özenli bir göstergesidir. Bir kader tanrıçası olarak Sekhait, kozmik ağacın dibinde, başka bir deyişle gökyüzünün en derinliklerinde (güney) veya gökyüzünün yukarısı ve aşağısının buluştuğu noktada oturur. Burada, ağacın veya yapraklarının üstünde yalnızca yaşam süresi gibi (en azından krallar için) bütün gelecek hadiseleri yazmaz; aynı zamanda gelecek nesillerin bilmesi için büyük olayları da kayda geçirir. Zira gelmiş ve gelecek olan her şey daha önce gördüğümüz üzere yıldızlarda yazılıdır. Dolayısıyla o kimi zaman Heliopolis’in kutsal Persea’sına yerleştirilir. Aynı zamanda gökyüzü, İsis gibi, gündüzleri gökkubbe veya Neftis gibi gökyüzünün daha uzak ve daha az bilinen bir simgesiyle özdeşleştirilir. Ancak tahmin edebileceğimiz üzere Nut’la özdeşleştirilmez. Nispeten erken bir tarihte sıradan halk bütün bu sembolizmin değerini kaybederek Sekha(u)it’e Sefkhet ‘Abui (Boynuzlarından [başka bir deyişle kafasından] Vazgeçen) gibi anlamsız bir isim vermiştir.


50. şekil: Meskhenet

Her ne kadar Mısırlı din adamlarının çok iyi astronomlar oldukları iddia edilse de Mısır inancında gezegenler (asla dinlenmeyen yıldızlar) Babil’de sahip oldukları gibi bir değere sahip olmamıştır. Hiçbir yerde özel bir put olmamışlardır ve bunlardan üçü (veya aslında dördü) gökyüzünün hükümdarı sıfatıyla aynı tanrının, yani Horus’un tezahürü olarak adlandırılıyorsa erken dönemlerde bunların birbirinden ayrılmasına çok fazla özen gösterilip gösterilmediği oldukça şüphelidir. Sabahyıldızının (muhtemelen bir zamanlar akşamyıldızından farklı olan) her zaman gezegenlerin en önemlisi olduğuna şüphe yoktur. “Yükselen Tanrı” (Nuter Dua) olarak isimlendirilen bu yıldız erkek olarak kabul ediliyordu. Gizli güneş tanrısının geceye ait temsili olarak kabul edilerek Osiris’i veya onun ruhunu, Feniks’i (benu, bin) veya Horus Ra olarak yeniden doğan Osiris’i sembolize ediyordu. Akşam güneşine daha sonraları “Osiris’i Taşıyan” veya “Feniks’i Taşıyan” da denmiştir. En eski metinlerde sabahyıldızı ve Orion, gökyüzünün hükümdarları olarak genellikle birbirleriyle kıyaslanmaktadır. Açık bir şekilde dişi bir öz olarak görülen Venüs-İsis’e Mısır’da yalnızca en geç dönemlerde rastlamaktayız (Venüs’ün Gökyüzünün Kraliçesi olduğu düşüncesinin erkek bir tanrı ‘Athtar veya Lucifer gibi daha eski bir yoruma önceden ağır bastığı, Asya’da yaygın olan bir düşüncedir). Daha erken dönemlerde Sothis’in ve Venüs’ün güneş tanrısının kızı ve eşine benzerliğinin yanı sıra Osiris-Horus’un annesine benzerliği de belirsizdir ve bu benzerlik yalnızca muğlak bir şekilde gerçekleşmiş olabilir. Diğer gezegenlerin önemi ise daha azdır. Jüpiter’in ismi daha sonraları “Horus, Sırları İfşa Eden” (Up-shetau) şeklinde yanlış okunmuştur. Doğrusu Upesh (Parlak Yıldız) veya “Parlak Horus” ve ayrıca “Güneyin Yıldızı” şeklindeydi. Satürn “Boğa Horus”, Mars ise “Kızıl Horus” veya “Ufkun Horus’u” (Har-akhti) idi. Sebg(u)-Merkür’ün bilge Thout ile hiçbir şekilde bağlantılı olmaması Asyalı ve Avrupalı benzerlerinden beklentimizden dolayı kısmen şaşırtıcıdır. Aslında kimi zaman bu yıldız şeytani tanrı Set’e ithaf edilir.


51. şekil: Sekhait, Thout ve Atum kralı içine yerleştirerek bir kralın ismini kutsal ağacın üzerine yazıyorlar


52. şekil: Roma döneminden bir resimde Satürn gezegeni

Sabitlenmiş yıldızların hepsi ya tanrıdır ya da “ruh”tur ve “hiçbir zaman kaybolmayana”, yani yıl boyunca kuzeyde görünen yıldızlara özel bir kutsallık atfedilir. Bu yıldızların güneş tanrısının hizmetkârı olmak gibi bir işlevleri de vardır. Hizmetinde silah taşırlar ve kurye olarak görevlerini yaparlar. “Nut’un çocukları”, kutsal çiçekleri ve çeşitli bitki tarlalarını düşündüler ve bu alanların da kutsal ölülerin kaldıkları yerler olduğunu hayal ettiler. Bununla birlikte bu kutsal topraklara “tanrıları meydana getiren, tanrıların her yıl kendi günlerine göre üzerinde büyüdükleri toprak” gibi isimler verdiler. Ancak tanrıların yıldızların biçiminde ve izledikleri yolda vücuda geldiği Mısır inancında, bunlardan yalnızca en fazla dikkat çekenin önemli bir yeri vardır. İlki köpek yıldızı veya Mısırlıların Sopdet (Grekçesi Σωθις) dediği Sirius’tur. Köpek yıldızı sabit yıldızların ve gökyüzünün kraliçesi olduğu için Sothis-Sirius, önceleri Hat-hor veya İsis’le özdeşleştirilmekteydi. Bu nedenle genellikle gökkubbe üzerindeki hâkimiyetini sembolize etmek için bir geminin içine uzanmış bir inek olarak tasvir edilir. İnsan şeklinde resmedildiğinde genellikle onun gibi bir kolunu kaldırarak komşusu Orion’un (ve oğlunun veya erkek kardeşinin ve kocasının veya babasının) refakatçisi olarak gösterilir. Dikkate değer başka bir tasvirde sabah güneşi Horus ile ilişkili (veya daha doğrusu ona karşı) bir şekilde gösterilir ve dolayısıyla gezegenlerin bu önderi ve metinlerden henüz açıklayamadığımız gökyüzünün yöneticisiyle ilginç bir ilişki içerisindedir. Dahası aynı resim ok ve yay tuttuğu için onu bir takımyıldızı, okçu bir tanrıça ile harmanlamaktadır. Sabit yıldızların bu en parlak olanı yılın düzenlenmesinde kullanılır. Bundan dolayı Sothis’e “yıl (yıldız)” denilmektedir ve üç yüz altmış beş günden oluşan ve belirli bir takvim düzenine sokulmamış, bin dört yüz altmış yıllık astronomik döngü “Sothis döngüsü” olarak adlandırılır. Sopdet’in İsis’le özdeşleştirilmesi Osiris mitinde ona önemli bir rol vermektedir.


53. şekil: Sothis-Sirius


55. şekil: Sothis ve Horus-Osiris birleşiyorlar


54. şekil: Sothis (“İsis” namlı)

Mısır inancında takımyıldızlar da Babil’de olduğunun aksine, dini düşüncenin temelinde fazla bir yer bulmamış gibi gözükmektedir. Bunların tasvirleri, Babillilerin takımyıldızlarınınkinden büyük ölçüde farklılaşmaktadır. Dolayısıyla 60. şekilde görülebileceği üzere Mısır Aslanı, aynı isme sahip Babil kümesiyle ilişkili değildir. “Devin” veya “Güçlü Adamın” (Nakht) Asya’da “Kahraman, Dev” denen Orion’la hiçbir ortak noktası yoktur. Zodyak’ın Asya’ya özgü on iki simgesi bile Grek dönemi öncesinde Mısır astronomisinde katiyen bulunmamaktadır. Daha yaygın bilinen mitolojide Pleiades’in boğasına yapılan atıflar veya Virgo mitinde Spica ve Hidra’nın bahsinin geçmesi gibi bunlara yapılan atıflar pek azdır ve henüz MÖ 2000’de ortaya çıkmış gibi gözükmemektedir. Mısırlılar yılı bölümlere ayırmak için Zodyak ile ilgili kıdemli yıldızlar gibi işaretler yerine gökyüzünde her biri on günlük otuz altı bölüm işaretliyorlardı. Beş artık gün, ayrı ayrı sayılıyordu. Bu yıldızlar kuşağı, köpek yıldızı Sopdet-Sothis yani “yılın hanımefendisi” ile başlamaktadır. Grekoromen dönemlerde Zodyak’a ait işaretler oldukça yaygın hale gelmiş olup epey gelişmiş temsillerde bunların betimlemelerine rastlamaktayız.


56. şekil: Dendera’dan yıldızlar

Bütün takımyıldızlarının en olağanüstü ve güzel olanı, “güney bölgesinin önünde süratli, geniş adımlı Orion”, tıpkı Asya mitolojisindeki gibi gökyüzünün kahramanını temsil eder. İlk zamanlar muzaffer güneş tanrısı Horus’la özdeşleştirilir. Bir kutu veya küçük bir tekne içindeki babası Osiris (başka bir deyişle Osiris’in dengi Horus’un ölü veya doğmamış formu) ise en çok doğrudan aşağıdaki takımyıldızı, yani Argo gemisi veya onun asıl yıldızı Canopus’la ilişkilendirilir. Bununla birlikte iki tanrı ve onların takımyıldızları sıklıkla aynı ilahın tezahürleri olarak serbestçe yer değiştirebilir. Koşarken arkasına bakan bir adam olarak Orion’un temsil edilmesinin tarihini MÖ 2000’den öncesine kadar takip edebiliyoruz. Çoğunlukla, sağ kolunu kaldırmış biçimde tasvir edilir. Kimi zaman elinde bir yıldız veya hayatı simgeleyen bir hiyeroglif tutuyor olsa da genellikle eli boştur. Daha sonraları, savaşçı Horus’la ilişkilendirilebilmek için elinde bir mızrak tutarken tasvir edilmeye başlanmıştır. Gördüğümüz üzere Orion genellikle Sothis’in bir refakatçisi olarak ortaya çıkmaktadır. Yeni Krallık döneminde ayrıca, bir yıl miti olarak evrensel bir mitolojinin içinde gelişen iki Orion düşüncesine de rastlamaktayız. Bu semavi ikizler 58. şekilde gösterildiği gibi birleşik veya ayrı bir şekilde gözükürler. Mısırlılar, bu düşüncenin evrensel mitolojinin pek çok versiyonunda bulunan Osiris-Set mitleriyle benzer olduğunun farkında değilmiş gibi gözüküyorlar. Aynı şekilde muhtemelen Orion’un (veya onun muadili veya çifti olan Argo? gemisinin dümencisi Canopus) “yüzü geriye dönük” veya “geriye bakan” aşağı dünyanın gemici adamıyla benzerliği daha erken bir tarihte bile unutulmuştur.


57. şekil: Orion’un erken döneme ait bir tasviri


58. şekil: Orion Çifti

Diğer kıdemliler arasında en göze çarpanı Shesmu (Grekçe yazımı Σεσμη) takımyıldızının asıl yıldızı, gecenin son saatlerinin efendisi olarak arada sırada karşımıza çıkan kısmen yaman bir özelliğe sahip eski bir ilah olan on altıncı yıldızdır. Adının işaretlendiği basma bir hiyerogliften hareketle daha sonraki teologlar onun bir yağ baskıcısı ve merhem yapan, “laboratuvarın efendisi” olduğu anlamını çıkarmışlardır. Ancak daha eski metinler onu daha çok bir kasap veya bir aşçı olarak tarif etmektedir. Shesmu, ya insan şeklinde ya da öküz veya aslan kafasıyla resmedilir. Görünen o ki aslan kafası daha özgündür. Başka bir deyişle Shesmu, benzer bir şekilde muhtemelen aslan başlı olan tanrıça Shesemtet’in refakatçisi gibi gözükmektedir. Bir zamanlar Shesemtet’in mensuplarının onuncu, on birinci, on ikinci ve on üçüncü yıldızlarıyla temsil edildikleri düşünülüyordu. Bu yüzden bir zamanlar Shesemtet kudretli bir ilahtı ve gökyüzünün hanımefendisi olarak adlandırılıyordu. Bununla birlikte, piramit çağında bile neredeyse unutulmuştu ve sonrasında tamamen gözden kayboldu. MÖ 2000’de ismi anlamından koparılmış bir şekilde kıdemli yıldızlar listesindeki yerini almıştı.


59. şekil: Ölü gemisinin kaptanı

Yedi yıldızlı Büyükayı takımyıldızı (Charles’s Wain, Amerika’da genellikle Büyük Kepçe olarak adlandırılır) daha sonradan Osiris’in düşmanı, habis tanrı Set-Tifon’la tamamen özdeşleştirilmiştir. Özellikle saygıdeğer “yok edilemez” yıldızların, yani kuzey kutbu yakınlarında gökyüzünün en gözde bölgesinde bütün yıl boyunca gözüken yıldızların mensubu olsa bile gene de eski namıyla, “Öküz Bacağı” veya “Vurucu Sopa” (Mesekhti) diye anılan uğursuz bir takımyıldızdı.
Kral I. Sethos (Setkhuy) tapınağından buraya aktarmış olduğumuz aşağıdaki tasvirle burada bir öküz biçimindeki büyük “Öküz Bacağı” yakınında birkaç takımyıldızı tespit edebiliriz. Bunlar arasında en önemli olanı tuhaf tanrıça Epet’tir. Üst kısmı insan alt kısmı aslan olan dişi bir suaygırı olarak tasvir edilir. Sırtında bir timsah taşır (daha sonra bazen pençelerinde taşır) ve bu ilişki, bir timsah kafası ve kuyruğunu veya yalnızca kuyruğu kazanmasını sağlamıştır. Bir aslan veya insan formundaki kutsal bir tanrıça kafası şekline de bürünebilmektedir.


60. şekil: Öküz bacağının etrafındaki takımyıldızları

Böylelikle semavi doğasını göstermektedir. Bir dönem kendisine çok yaygın bir biçimde tapınılmış olmalı. Epiphi onun kutsal ayıydı ve buna uygun olarak Uêret veya sonradan T-uêret (Grekçe Θονηριζ) yani “Yüce Olan” namını almıştı. Epet, aslında basit bir yerel tanrıymış gibi gözükmektedir; ancak Yeni Krallık dönemi öncesinde 60. şekilde gördüğümüz gibi şeytani “Öküz Bacağı”nın koruyucusu olarak Çoban takımyıldızıyla özdeşleştirilmekteydi. Korkunç görünümüne rağmen gerçekte hayırsever ve “uğurların hanımefendisidir”. Hastalığa karşı koruma sağlar ve çocuk doğumunda en üst seviyede yardımcı olur. Yalnızca güneşin her sabahki doğumunda ortaya çıkmaz; oldukça tuhaf bir şekilde akşamları güneşin batışında da ortaya çıkar. Bu yüzden ona daha sonraları “Güneşi Taşıyan” denmiştir ve böylelikle Nut’la özdeşleştirilir veya Hat-hor-İsis kafasına sahiptir.
Kutup yıldızlarının bu temsilinde ayrıca, tehlikeli yedi yıldız grubunun diğer koruyucuları olarak Nübye’li Tanrıça Selket’i ve “Horus’un dört oğlunu” keşfetme girişimini görmekteyiz. Aynı şekilde bu temsilde omuzlarının arkasında bir asa taşıyan ve yüce taşıyıcının bir diğer koruyucusu olarak yıldızlaştırılmış ‘An, ‘Anen namlı bir tanrıya rastlamaktayız. Dolayısıyla bu tanrı bazen, gökyüzünün kuzeyindeki canavarla savaşan Horus’un bir tezahürü haline bile gelmektedir.
Bu tasvirde; tuhaf, çirkin yılan boğan cüce (veya dev) Bês’i de değerlendirmemiz mümkündür. Epet gibi Bês de erken bir dönemde yıldızların arasına yerleştirilmiştir. Kedigiller familyasından bazı vahşi hayvanların kulaklarına, yelesine ve kuyruğuna sahiptir; bu durum adının kaynağıymış gibi görünür. Ancak sanatçılar bu ayrıntıların tamamen sökülebilir bir deriye ait olup olmadığı konusunda genellikle kararsızdır. Yıldızlara ait mitolojide Bês, klasik dünyanın yılan boğan Ophiuchos (veya Yılancı takımyıldızı) takımyıldızının muadili olarak ortaya çıkar. Bunun sebebi muhtemelen gökyüzündeki bu klasik yer belirlemenin, her ne kadar Mısırlılar daha sonraları yıldızlara ait hiçbir izaha artık sahip olmasalar da Mısır’dan ödünç alınmış olmasıdır. Tılsımlardaki sayısız Bês tasvirine dayanarak oldukça zengin bir mitolojinin bu tuhaf kişiliğe dahil edilmiş olması gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Ancak bu mitoloji yalnızca sözlü kültür yoluyla geliştiğinden, sözgelimi çiçek sarmak, güzellik ürünleri hazırlamak gibi diğer kadınsı sanatlara olduğu gibi dansa ve müziğe de bu zevklerin ustası olacak kadar düşkün olduğuyla ilgili hikâyelere göre tahminde bulunmak bizim hayal gücümüze kalmıştır. Neşe dolu bir ilah olarak içmeye de düşkündür ve özellikle bir kamışla geniş şişelerden bira çekerken tasvir edilir. Tasvirlerde koruduğu ve bakıcılığını üstlendiği çocukları, en başta yeni doğmuş güneş tanrısını, eğlendirirken gözükür. Bu, onun bir çocuk doğum koruyucusu olarak niçin Uêret-Êpet’in refakatçisi (kimi zaman kocası) haline geldiğini açıklamaktadır. Bês yalnızca, yılanları boğazlayıp mideye indirmez; aynı zamanda yabandomuzlarını, aslanları ve antilopları elleriyle yakalamaktadır. Uyurken kullanılan veya kapı üzerine asılan tahtadan yapılmış koltuk kafalığı üzerindeki görüntüsü tehlikeli hayvanları ve kötü ruhları uzak tutar. Roma dönemindeki sağa sola bıçak savururken veya ağır zırhlı bir savaşçı olarak tasvir edilmesi, onun aynı koruyucu işlevini gösteriyor gibi gözükmektedir. İsminin izi MÖ 1500’e kadar sürülebir ama Mısır sanatında onu cepheden tasvir etmek oldukça alışılmadık olsa da eksiksiz tasviri tam bir kesinlikle MÖ 2000’den önce bulunmadığı için o, genellikle yabancı bir tanrı olarak düşünülürdü. Bununla birlikte onu “doğudan gelen, doğunun efendisi” olarak tanımlayan veya doğu Nubiya’daki Bu-gem’e (veya Bugemet) yerleştiren pasajlar açık bir şekilde ona asıl tapınılan yere işaret etmezler; bunun yerine yalnızca Nubiya veya Arabistan’la ilgili mitlere işaret ederler. Yıldızlar gibi bütün tanrılar gökyüzünün doğusundan veya yeraltı dünyasından gelirler. Sakalındaki ve saçındaki uzun bukleler ve giydiği leopar derisi (az önce gördüğümüz gibi aslında vücudunun bir parçası) ayrıca onu süsleyen kuş tüyü taç (on sekizinci hanedandan?), elbette ki, Kızıldeniz’deki Afrika kabilelerinin kırmızı ve kahverengi kıyafetinin benzeri olarak değerlendirilebilir. Bu ve diğer bağlantıları anlamak için güneydeki cücelerden bahseden mitler ve en erken dönemdeki şekilleri raşitizm hastalığına sahip çocuklara benzeyen bazı cüce şekilli tanrılar hakkında daha fazla bilgiye sahip olmamız gerekiyor.


61. şekil: Daha sonraki üç haliyle Epet (sonuncusu gökyüzünün kraliçesi olarak)

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/w-max-muller/misir-mitolojisi-69403453/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Sokak (ç.n.)

2
Bir araya gelmeyecek durumları ilginç bir şekilde birleştirerek abartılı bir güldürme tarzının adı olan grotesk, mimari açısından da gene benzer şekilde insan, hayvan ve bitki figürlerinin abartılı bir şekilde birleşmesinden oluşan süsleme tarzını ifade etmektedir. (ç.n.)

3
Bu terim kitabın yazarı tarafından, bir tanrıya inanırken diğer tanrıların da varlığının kabul edildiği durumları tanımlamak için ortaya atılmıştır. (ç.n.)

4
Bir toplumun bütün tanrıları (ç.n.)

5
Olup bitenin, ruhlar alanının gizli güçleri tarafından yönetildiğine inanan ilkel anlayış, animizm. (ç.n.)

6
Bir tanrıya bağlanırken diğer tanrıların da varlığını kabullenmek. (ç.n.)
Mısır mitolojisi W. Max Müller
Mısır mitolojisi

W. Max Müller

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Tanrılar, Dinler ve Kozmik Mitler

  • Добавить отзыв