Kore Masalları

Kore Masalları
William Elliot Griffis
Sabah ışığının ülkesi Kore’den masallar…

Kore’nin kuruluş efsaneleri, komşu imparatorluklarla ilişkileri, halkının ortak kişilik özellikleri, inanışları ve Kore’ye dair daha pek çok şeyi konu edinen bu masallar, sizleri Kore kültürü ve tarihinde keyifli bir yolculuğa davet ediyor.

Özenle seçilmiş bu 24 masal, antik metinlerde “Doğu’nun nazik milleti” olarak söz edilen Korelilerin dünyasını gözler önüne seriyor.

Kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüze kadar gelen bu masallarda şakacı peri Tokgabi’den Hapşıran Dev Heykel’e, Kore’nin Atası Prens Sandalağacı’ndan bilge Kija’ya kadar pek çok ilginç karakterle tanışacaksınız.

Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.

William Elliot Griffis
Kore Masalları

Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları, Çin Masalları ve Norveç Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Sabah Işığının Ülkesi Kore’den masallar var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Görgüsüz Kaplan
Yamaçlarından Japon Denizi’nin görüldüğü Kang Wep’in dağlık bölgesinde muhteşem bir kaplan yaşardı. Köylüler, derisi çizgilerle dolu bu kaplana “Dağ Amca” derlerdi. Avcılara nadiren gözüken Dağ Amca, diğer kaplanlardan farklıydı. Avcıların defalarca nişan almasına karşın onu bir türlü vuramadıklarını anlatarak övünürdü. Tuzakların her türlüsünü iyi tanıyordu. İnsanların onu yakalayıp göz diktikleri derisini soymak için kullandığı araçları görünce gülmekten kendini alamıyordu.
Dağ Amca, yazın tepelerin arasında, semiz geyikleri avlayarak yaşardı. Kışın karlar yağar, buz gibi rüzgârlar eser ve soğuk hava insanları evlerine hapsederdi. İşte o zaman, Dağ Amca köylere doğru yola çıkardı. Şişmanca bir sıpa, buzağı veya domuz yavrusu bulma umuduyla ahırların etrafında dolanırdı. Bu teşebbüslerinde öyle başarılıydı ki bütün bölge halkı korkudan diken üstündeydi.
Bir sonbahar günü Dağ Amca, alçak tepelerin arasında dolanmaktaydı. Köylerden uzak olsa da tuzaklar ve avcılara karşı gözünü dört açmıştı. Gerçi etrafta kimseler gözükmüyordu. Dağ Amca, çok acıkmıştı, hemen bir av bulmayı umuyordu.
Büyük bir kayanın yanına vardığında Dağ Amca birden durdu. Yolunun üzerinde, birkaç metre ötede tıpkı kendisi gibi kocaman bir kaplan duruyordu.
Dağ Amca kuyruğunu şiddetle sallayarak karşısındakine meydan okuduğunu gösterdi. Yüksek sesle kükreyip atlamaya hazırlandı. Ne tuhaftır ki öteki kaplan da aynı şeyleri yapıyordu. Dağ Amca, ikisi arasında korkunç bir boğuşma yaşanacağından emindi. Zaten istediği tam da buydu zira kazanacağına dair şüphesi yoktu.
Ne var ki Dağ Amca, muazzam bir sıçrayışın ardından bir çukura düşüverdi. Her yanı yara bere içinde kalmıştı. Üstelik büyük bir hüsrana uğramıştı. Bu arada öteki kaplan ortalıkta gözükmüyordu. Başı ağır kütük yığınlarıyla örtülen Dağ Amca, karanlıkta yatıyordu. Nihayet, ihtiyar kaplan yakalanmıştı. Bir avcının kazıp odun parçaları ve yapraklarla örttüğü çukura düşmüştü. Sarmaşıklar ve çalılarla kaplı odunların üzerinde ise bir ayna asılıydı. Dağ Amca su içmek için eğildiğinde yüzü ve vücudunun sudaki yansımasına sık sık bakardı. Ne var ki bu defa etrafta hiç su olmadığı için karşısında gördüğünün gerçek bir kaplan olduğunu sanıp aldanmıştı.
Derken, bir Budist rahip geldi. Bu adam, tüm canlılara iyi davranılması gerektiğine inanırdı. Bir hayvanın inleme seslerini işitince tuzağın kapağını kaldırarak açtı. Aşağıda yaralı patisini yalamakla meşgul olan Dağ Amca’yı gördü.
“Ah, lütfen beyefendi, beni çıkarın buradan. Fena hâlde yaralandım,” dedi Dağ Amca.
Bunun üzerine rahip, kütüklerden birini kaldırıp çukurun dibine fırlattı. Böylelikle kaplan yukarı tırmanarak çukurdan çıkabildi. İhtiyar Dağ Amca, saçlarını kazıtmış olan keşişe teşekkür etti:
“Size öyle minnettarım ki, efendim. Beni kurtardınız. Yalnız, karnım çok aç. Bu yüzden sizi yemek zorundayım.”
Rahip bu işe şaşmış ve öfkelenmişti. Böyle iğrenç bir nankörlük olamaz diye düşündü. En hafif tabiriyle görgüsüzlüktü bu. Dağların kanununa aykırıydı. Bu yüzden rahip, hangisinin haklı olduğuna karar vermesi için büyük bir ağaca başvurdu.


Ağaçtaki ruh, kaplanın nankörlük yanında görgüsüzlük de ettiğine hükmetti. Hışırdayan yaprakların arasından seslenerek adamın serbest kalması gerektiğini bildirdi.
İhtiyar Dağ Amca bu karardan hiç hoşlanmadı. Zira son derece şişman bir adam olan bu rahip pek leziz bir akşam yemeği olabilirdi. Gelgelelim, Budist rahibin bir başkasına daha danışmasına razı geldi. Bu sefer büyük bir kayadan hakemlik etmesini istemişti adam.
“Rahip kesinlikle haklı, muhterem Dağ Amca. Sen ise tamamen haksızsın,” dedi büyük kaya. “Düşmanlarını cezalandırmak için yeşil bir boğaya ve benekli bir ata binen efendin Dağ Ruhu, bu rahibi yediğin takdirde seni azarlayacaktır. Seni açlıktan ve düştüğün kapanda ölmekten kurtaran adamı yiyecek kadar nankör davranırsan, Dağ Ruhu’na uygun bir elçi olamazsın. Böyle bir şeyi aklından geçirmen bile görgüsüzlüktür.”
Bu sözler, kaplanı utandırmıştı ancak açlığı hâlâ gözlerinden okunuyordu. Bunu gören rahip, canını kurtardığından emin olmak istiyordu. Bu yüzden bir kişiye daha danışmayı teklif etti. Bu defa, karakurbağası hakem olacaktı. Dağ Amca bu teklifi de kabul etti.
Gelgelelim, kenarları altın sarısı gözleriyle bir âlime benzeyen karakurbağası, ağaç ve kayanın yaptığı gibi hemen cevap vermek yerine uzunca bir süre düşündü. Rahibin neredeyse kalbi duracaktı; Dağ Amca ise az sonra çekeceği ziyafeti bekler gibi çenesini oynatıyordu. İhtiyar Benekli Sırt’ın kendi lehine karar vereceğinden emindi.
“Kararımı vermeden önce gidip şu tuzağı bir görmem gerek,” dedi karakurbağası, ağırbaşlı bir kral edasıyla. Üçü birlikte hoplaya zıplaya tuzağın olduğu yere gittiler. İçlerinde en hızlı ilerleyen kaplan olduğu için tuzağın yanına da ilk o varmıştı. Zaten rahibin dostu olan karakurbağasının istediği de buydu. Bütün bunlar olup biterken ihtiyar Benekli Sırt bir yandan, etraftaki kayalarda bir yarık arayıp duruyordu.
Karakurbağası ve kaplan, kimin haklı olduğu üzerinde kafa yorarken rahip manastıra kaçıp kendini kurtarmıştı. Nihayet ihtiyar Benekli Sırt, Dağ Amca’nın aleyhine bir karar verdi. Kararını bildirdikten hemen sonra ise önceden bulduğu kaya yarığının içine atlayıverdi. Sonra içeriden bağırarak Dağ Amca'ya meydan okudu. Onun görgüsüz, kaba ve nankör bir hayvan olduğunu söyleyip elinden geleni ardına koymamasını istedi.
İhtiyar Dağ Amca açlıktan ve öfkeden deliye dönmüştü. Öyle ki kurnazlığı, artık aptallığa dönüşmüştü. Karakurbağasını yakalayabilmek için kayaya pençesini geçirdi ama içeride güvende olan Benekli Sırt, onun bu hareketine gülüp geçti. Düşmanına hiçbir zarar veremeyen kaplan, öfke nöbetleri geçiriyordu. Öfkesi arttıkça aklı kayboluyordu. Burnunu kaya yarığına sokup öyle sert bir şekilde sürtmeye başladı ki çok geçmeden kanlar içinde kalıp öldü.
Tuzağı kuran avcı oraya geldiğinde gördüklerine çok şaşırmıştı ama kaplanın kürkü, kemikleri ve pençelerini satarak zengin olduğu için pek memnundu. Çünkü Kore’de kaplan kürkü çok değerlidir. Karakurbağasına gelince, ihtiyar Dağ Amca’yı nasıl alt ettiğini torunlarına anlatacaktı.

Tokgabi ve Şakaları
Tokgabi, Kore’nin periler ülkesindeki en yaramaz ve muzip cindir. Gün ışığını sevmediği gibi dışarı çıkmayı da hiç sevmez. Onu sokaklarda dolaşırken gören olmamıştır.
Mutfaktan başlayıp çatıya kadar evin duvarı boyunca uzanan isli bacalarda yaşar. Duman ve ise bayılır, ateşten ve alevlerden hiç rahatsız olmaz çünkü sıcak yerleri pek sever. Tokgabi’nin akciğeri yoktur, cildi ve gözleri de ateşe çok dayanıklıdır. Bu cin, gece gibi kapkaradır ve beyaz olan hiçbir şeyi sevmez. Küçücük bir saç tokası bile olsa gümüşten çok korkar.
Tokgabi’nin en çok sevdiği şey, geceleri şöminenin üzerinde oynamaktır. Kirişlerin etrafında koşturup toz yığınları ve örümcek ağlarını dağıtmak en büyük eğlencesidir. En sevdiği oyunsa demir pilav tenceresi kapağını kaldırıp indirmektir. Bunu yaptığında kapak tencerenin içine yuvarlanır ve güç bela çıkartılabilir. Ah, Tokgabi’nin tencerenin içine düşürdüğü kapağı çıkaracağım diye aşçı kaç defa parmaklarını yakmış ya da haşlamıştır! Bilseniz, kadıncağız o isli cin hakkında neler neler söylerdi!
Fakat Tokgabi her zaman böyle yaramaz değildir. Aslında şakalarının çoğu kimseye zarar vermez. Bu neşeli arkadaş, insanlar ağlasa da gülse de daima meşguldür. Kimseyi incitme niyetinde değildir lakin her dakika, bilhassa da geceleri gönlü hoş olmalı, eğlenmelidir.
Ateş sönünce bacanın altında ve kirişlerin üzerindeki güvercinlikte fareleri kovalamaya başlar. Bazen sırtüstü yere düşen farecikler ölür ve ayak parmakları yukarı çevrilmiş halde yerde yatarlar. İşte o zaman sokak çocukları onları götürüp havaya fırlatır. Daha yere düşmeden şahinler kanat çırparak gelip fareleri mideye indiriverir. Pek çok yırtıcı kuş, kahvaltısını bu şekilde bulur.
Tokgabi şaka yapmayı çok sevse de mutfak hizmetçilerine daima nazik davranır. Yoğun bir günün ardından bitkin düşüp uykuya dalan kızlara, zor işlerinde yardımcı olur.
Tokgabi, iyi hizmetçilere yardım etmek için tabakları yıkayıp masaları temizler. Sabah erkenden kalkan hizmetçi kızlar bütün işlerin halledildiğini görünce çok şaşırırlar. Bu muzip cinin yaptıkları hakkında pek çok masal anlatılagelmiştir. Gerçekten iyi insanlara güzel şeyler verirken kötüleri kasten çılgına çevirir. Derler ki bütün Tokgabi’lerin kralının ilginç eşyalar koleksiyonu ve bir deposu vardır. Burada altınlar, mücevherler ve güzel elbiselerle her türden şekerlemeler bulunmaktadır. Tabii ki bu tatlı yiyecekler küçük çocuklar içindir. Bir de kuşlara ve akılsız hayvanlara iyi davranan yaşlılara verirler bu şekerlemelerden. Öte yandan kral, kötü insanlar için her türden çirkin ve can sıkıcı şeyi toplamıştır. Mesela cimrileri, yoksul ve sefil hale getirerek cezalandırır.
Kralın bir de hayvan koleksiyonu vardır. İyileri ödüllendirip kötüleri cezalandırmak için işte bu hayvanları görevlendirir. Tokgabi’lerin kralının o yıl nerede yaşadığı her sene kırmızı ve yeşil kaplı küçük yıllığa yazılır. Böylece çiftçiler ve köylüler, kralın yolundan çekilip onu rahatsız etmezler. Hayvanları arasında insanlara yardımcı olanlar ejderha, ayı, kaplumbağa, kurbağa, köpek ve tavşandır. Bütün bu hayvanlar insanların dostudur. Tokgabi’ler kralının hayvanlarından zalim ve hain olanlar ise kaplan, yabandomuzu, leopar, yılan, karakurbağası ve kedidir. Bunlar, kötüleri cezalandırmak istediğinde Tokgabi kralının emirlerini yerine getiren elçilerdir.
Tokgabi, erkeklere pek şaka yapmaz. Bunun yerine, genç kızlar ile kadınlara takılmayı sever. Belki de bunun nedeni, babaları veya ağabeylerine göre kızların evde daha fazla zaman geçiriyor olmalarıdır. Çamaşır dövme seslerinin hiç dinmediği Rat-tat-tat ülkesinde Tokgabi, kadınların kolalı elbiseleri dövüp parlatmak için kullandıkları çamaşır sopalarını aşırmaya bayılır. Kimseler bulamasın diye sopaları saklar. Bunun üzerine evin babası büyük bir gürültü koparır çünkü uzun beyaz paltosu, her zamanki gibi ışıl ışıl olmamıştır. İşte bütün bunlar Tokgabi’nin suçudur.
Tokgabi, beyaz renkli olduğu için çamaşır kolasından hiç hazzetmez. Ama evin reisinin duvarda asılı siyah şapka kutusunun üstünde dans etmeye bayılır. Bazen de kirişlerden sarkıtılmış olan fetich yani putu sallar. Ama en çok şöminenin üzerindeki dolaba yerleştirilmiş tabakların arasında dans etmeye bayılır. Tabii bunu yaparken tabakları sallayıp aşağı yuvarlayıverir.
Tokgabi, bazen erkeklere musallat olmayı da sever. Baba, topuzunu bir sıçan deliğine sıkıştırırsa ya da uyurken başı ahşap yastığından kayıverdiği için burnunu çarpmışsa bunun sorumlusu tabii ki Tokgabi’dir. Delikanlıların sırtına dökülerek onları kız gibi gösteren uzun saç örgüsüne bir şey olursa, suçlu yine Tokgabi’dir. Hatta derler ki bazı yaramaz adamlar, kötü şeyler yapmak için Tokgabi’yle anlaşırmış ama haylaz cin, sırf eğlence olsun diye yardım edermiş onlara. Çünkü Tokgabi, fani insanların doğru ya da yanlış dediği şeylerle ilgilenmez. Onun aklı fikri şamata ve muzipliktedir. Bu yüzden, pek dikkatli olmamız gerekiyor.
Mutfak hizmetçileri ile erkekler, Tokgabi’yi atlatıp oyunlarını bozmayı bildiklerini sanır. Tokgabi’nin bu renkten hoşlanmadığını bildikleri için, nişanlanan delikanlılar parlak kırmızı kıyafetler giyer. Tokgabi, parlak gümüşten de korkar. Bu yüzden erkekler ve kızlar topuzlarını gümüş saç tokalarıyla bağlarlar. Devlet yöneticileri ve memurların şapkalarında leylek şeklinde gümüşten yapılmış küçük süsler olur ya da elbiselerinin üzerine gümüş iple bu kuşların resmi işlenir. Gücü yeten herkes kış giysilerinde gümüş düğmeler ve süsler kullanır. Tokgabi, beyaz renkli her şeyden nefret eder. İşte Korelilerin kar gibi bembeyaz elbiseler giymesinin nedeni budur. Paltolarını, eteklerini, gömleklerini ve çoraplarını beyazlatmak için dağlar kadar çamaşır kolası kullanırlar. Öyle ki bayram günlerinde insanlar sanki kolaya batırılmış gibi gözükür, kıyafetleri ise akide şekerine bulanmıştır âdeta. Bu şekilde Tokgabi’nin eşek şakalarından kendilerini korurlar.

Doğu Işığı ve Balıklar Köprüsü
Evvel zaman içinde Kuzey Kore’nin Ebedi Beyaz Dağları’nın ötesinde bir kral yaşardı. Bu krala çok güzel ve genç bir kadın hizmet ediyordu. Her gün güneye bakıp neşeyle dolardı kadın. Zira Ejder Havuzu’nu kalbinde saklayan bulutlu dağın zirvesi, beyaz başını bu tarafa doğru kaldırırdı. Günlük işlerden yorulduğu zamanlar kaynağını Ejder Havuzu’ndan alan nehri düşünürdü. Günün birinde bir erkek evlat sahibi olacağını hayal ederdi. Oğlu, nehrin cömertçe suladığı ülkeyi yönetecekti.
Bir gün yine dağın zirvesini seyrederken doğu yönünden parlak bir duman geldiğini gördü. Mavi gökyüzünde beyaz bir bulut gibi süzülen bu şey, bir yumurta kadardı. Sonra giderek yaklaştı ve nihayet kadının elbisesinin göğsüne girdi. Bu olaydan kısa bir süre sonra kadın bir erkek çocuk dünyaya getirdi.
Fakat kıskanç Kral çok öfkelenmişti. Küçük yabancıdan hiç hazzetmiyordu. Bu yüzden bebeği alıp ahırdaki domuzların arasına attı. Böylece çocuğu bir daha görmeyeceğini düşünüyordu. Ama hiç de umduğu gibi olmadı! Domuzlar, bebeğin burun deliklerine nefes vererek sıcak soluklarıyla onu hayatta tuttular.
Kral’ın hizmetçileri küçük çocuğun neşeli kahkahalarını işitince sesin nereden geldiğini görmek için dışarı çıktılar. Tuhaf beşiğini hiç de yadırgamayan mutlu bir bebekle karşılaşmışlardı. Çocuğa yiyecek bir şeyler vermek istediler ama öfkeli kral, bebeği bu defa büyük ahıra atmalarını emretti. Bunun üzerine hizmetçiler çocuğu bacaklarından kaldırıp atların arasına koydular. Hayvanların üzerine basıp onu öldüreceğini düşünüyorlardı.
Ama böyle olmadı. Kısraklar bebeğe pek nazik davrandılar, onu ısıtıp sütleriyle beslediler. Böylece çocuk tombullaşıp güçlendi.
Kral, domuzlar ve atların bu muhteşem davranışını duyunca gökyüzüne baktı ve saygıyla eğildi. Bu çocuğun büyüyüp adam olması Tanrı’nın isteği olmalıydı. Bunun üzerine bebeğin annesinin yalvarışlarına kulak verdi. Kadın, çocuğunu saraya getirebilecekti. Çocuk burada tıpkı bir prens gibi eğitim alarak büyüdü. Güçlü delikanlı ok atmayı öğrendi ve at binmekte de pek hünerliydi. Hayvanlara karşı daima nazikti. Kral’ın hâkimiyetindeki topraklarda bir ata zalimce davrananlar, ağır şekilde cezalandırılırdı. Bir kısrağı vurup öldüren kişi idam edilirdi. İşte bizim delikanlı bu kurallara uygun olarak hayvanlara daima merhametle yaklaşırdı.
Kral, okçuluk ve at binmede ustalaşan delikanlıya Doğu Işığı ya da Sabah Güneşi adını verip onu kraliyet ahırlarının sorumlusu yaptı. İnsanların artık Doğu Işığı adıyla andığı genç adamın ünü her yere yayılmıştı. Ayrıca ona Güneşin Oğlu ve Sarı Nehrin Torunu da diyorlardı.
Günlerden bir gün Kral ve maiyetindekiler dağlara çıkmış geyik, ayı ve kaplan avlıyorlardı. Bir süre sonra Kral, genç okçuyu çağırıp ok atmadaki hünerini göstermesini istedi. Doğu Işığı, yayını çıkarıp eşsiz yeteneğini sergiledi. Hedefe ok üstüne ok attı, koşan geyiklerle uçan kuşları bir bir yere devirdi. Bunu gören herkes yakışıklı delikanlıyı alkışladı. Ama Doğu Işığı’nı övmesi beklenen Kral’ın kalbi, genç adama karşı kıskançlıkla dolmuştu. Öyle ki delikanlının tahtı ele geçirebileceğinden korkmaya başlamıştı. Delikanlı ne yapsa, asil efendisine beğendiremiyordu.
Kralın yanında kaldığı sürece hayatının tehlikede olduğunu sezen Doğu Işığı üç sadık dostuyla beraber güney yönüne kaçtı. Upuzun, geniş ve derin bir nehre vardılar. Bu suyu geçmek mümkün değildi. Genç adam, karşıya nasıl geçeceklerini düşünüyordu kara kara. Tekneleri de yoktu. Zaten isteseler bile tekne yapamazlardı çünkü peşlerinden gelen düşmanları çok yaklaşmıştı.
Büyük bir geçide vardıklarında şöyle bağırdı:
“Heyhat! Güneşin Oğlu ve Sarı Nehrin Torunu olan ben, bu ırmak yüzünden mi helak olacağım?”
Sonra, sanki babası Güneş kulağına bir çare fısıldamış gibi yayını çekip suya oklar yağdırdı. Ok kılıfı neredeyse boşalmıştı.
Birkaç saniye hiçbir şey olmadı. Arkadaşları, onca oku boşa harcadığını düşündüler. Düşmanları yetiştiğinde liderleri boş bir ok kılıfıyla mı savaşacaktı?
Ama bir anda tuhaf bir şey oldu ve sular kımıldamaya başladı. Çok geçmeden suyun rengi değişti, köpükler belirdi. Nehrin her iki yanından ve tam karşılarından balıklar Doğu Işığı’na doğru yüzmekteydi. Burunlarını sudan çıkaran balıklar sanki şöyle demek istiyordu:
“Sırtımıza binin, sizi kurtaralım.” Binlerce balık birleşerek bir köprü oluşturdu. Doğu Işığı ve arkadaşları bu köprüye çıktı.
“Çabuk!” diye bağırdı Doğu Işığı arkadaşlarına. “Hemen kaçmalıyız! Kral’ın atlıları tepeden iniyor. Peşimizdeler!”
Böylece dört genç adam, balıkların pullu sırtları ve yüzgeçlerinden oluşan köprüye atlayarak kaçtılar. Onlar karşı kıyıya geçer geçmez balık köprüsü dağılıverdi. Ama balıklar henüz uzaklaşmıştı ki Doğu Işığı haykırdı: “Kaçalım!”


Düşmanları suyun hemen öteki tarafındaydı. Kral'ın askerleri, Doğu Işığı ve üç yoldaşını öldürmek için ok üstüne ok fırlatsa da nafileydi. Okları hedefe ulaşamıyordu. Ayrıca nehir, atlarının yüzemeyeceği kadar derin ve genişti. Böylece dört genç adam rahatça ellerinden kaçmıştı.
Birkaç mil ilerledikten sonra Doğu Işığı’nın karşısına üç tuhaf adam çıktı. Sanki çoktandır onu bekliyormuş gibiydiler. Sıcak bir şekilde karşıladıkları delikanlıdan ülkelerine gelip kralları olmasını istediler. Birincisinin kıyafeti deniz yosunundandı, ikincisi kenevirden yapılmış giysiler giyiyordu ve üçüncüsünün ise üstünde dantelli bir kaftan vardı. Bu adamlar, toplumun üç sınıfını temsil etmekteydi: birincisi balıkçı ve avcıları, ikincisi çiftçileri, üçüncüsü ise kabile yöneticilerini.
Bol bol buğday, pirinç, darı, fasulye ve şeker kamışı yetişen Fuyu adlı bu ülkede yeni kral, tebaası tarafından sevinçle karşılanmıştı. Adamlar uzun boylu, cesur ve kibardı. Hünerli okçular olmalarının yanında çok iyi at biniyorlardı. Kâselere koydukları yemeklerini yemek çubuklarıyla yiyor, ayrıca ziyafet zamanlarında yuvarlak tabaklar kullanıyorlardı. Kocaman inciler ile yeşim taşından mücevherler takıyorlardı.
Fuyu halkı, ülkedeki en güzel genç kızı Kral Doğu Işığı ile evlendirdi. Bu kız, halkı tarafından çok sevilen, zarif ve merhametli bir kraliçe oldu ve pek çok çocuk dünyaya getirdi.
Doğu Işığı uzun yıllar boyunca ülkesini yönetti. Onun hâkimiyeti altında Fuyu halkı medenileşerek refaha kavuştu. Ülke yönetiminin nasıl yürütüleceğini gösterdi, evlilikle ilgili kanunları koydu. Bunların yanında halkına daha iyi yemek pişirmeyi ve ev yapmayı öğretti. Ayrıca saçlarını nasıl tarayıp topuz yapacaklarını gösterdi. Kore ve Fuyu’da erkekler binlerce yıl boyunca saçlarını onun gösterdiği şekilde topuz yaptı.
Doğu Işığı öldükten yüzyıllar sonra, Ebedi Beyaz Dağlar’ın güneyindeki yarımadada yaşayan tüm kabileler ve devletler birleşip tek bir ulus olmaya karar verdiler. Ülkelerini Doğu Işığı olarak adlandırdılar. Ama bunun için Sabah Işığı ya da Sabah Dinginliğinin Ülkesi manasına gelen daha şiirsel bir isim seçmişlerdi: Chosŏn[1 - Kore (ç.n.)].

Kore’nin Atası Prens Sandalağacı
Bay Kim’in ikisi kız ikisi erkek olmak üzere dört küçük çocuğu vardı. Kızların adı Şeftali Baharı ile İnci, erkeklerinki ise Sekiz Kat Kuvvetli ile Ejderha idi. Büyükanneleri, torunlarına ülkelerinin kahramanları ve perilerine dair masallar anlatmaya bayılırdı.
Baba Kim bir akşam hükümet sarayındaki işinden eve döndüğünde elinde iki küçük kitap vardı. Bunları Büyükanne’ye uzattı. Biri küçük bir almanaktı. Kırmızı, yeşil ve mavi renkteki parlak kapağıyla düğünler için hazırlanan pasta ve şekerlemelere benziyordu. Bilindiği üzere, Kore düğünlerinde gelinin arkadaşları için hazırlanan tatlılar rengârenktir.
İkinci küçük kitapta Törenlerden Sorumlu Kraliyet Bakanlığı’nın Kore’nin Atası Prens Sandalağacı onuruna düzenlenecek festivale ilişkin gönderdiği yönerge vardı. Senede iki kez Ping Yang şehrinde Prens Sandalağacı şerefine et ve başka yiyecekler sunulurdu. Yalnız bunların pişirilmemiş olması gerekiyordu.
“Yaşlı Sandalağacı kimdi?” diye sordu iki kızdan büyüğü olan Şeftali Baharı.
“Ne yapmıştı?” diye sordu büyük oğlan Yongi (Ejderha).
“Ben anlatayım size,” dedi Büyükanne, torunları yanına sokulurken. Odanın en sıcak yerine oturmuşlardı. Halının hemen altından geçen baca borusu evi güzelce ısıtmış ve çocuklara kışı unutturmuştu. Oysa aralık ayının başıydı ve dışarıda kış rüzgârı uğulduyordu.
“Şimdi size neden ayının iyi, kaplanın kötü olduğunu anlatacağım,” dedi Büyükanne ve masalı anlatmaya koyuldu:
“Çok ama çok uzun zaman önce, Şafak Ülkesi’nde kibar insanların bulunmadığı sadece kaba saba insanlarla vahşi hayvanların yaşadığı zamanlarda bir ayı ve kaplan karşılaşmış. Ormandaki Beyaz Başlı İhtiyar Dağ’ın güney yamacında olmuş bu olay. Bu vahşi hayvanlar, dünyadaki insanlardan hiç memnun değillermiş ve daha iyilerini istiyorlarmış. Kendileri insan olabilseler, insanlığın niteliğini geliştirebileceklerini ve ülkelerini daha güzel bir yer haline getirebileceklerini düşünüyorlarmış. İşte bu vatansever hayvanlar, yani ayı ile kaplan, Göklerin ve Yerin Ulu Tanrısı Hananim’in huzuruna çıkmaya karar vermişler. Ondan şekil ve tabiatlarını değiştirmesini, en azından bunun için bir yol göstermesini isteyeceklermiş.
Ama onu nerede bulacaklarını bilmiyorlarmış. Bu yüzden kibarlıklarını göstermek için başlarını eğip patilerini uzatmışlar ve uzunca bir süre bu meseleyi çözmek için beklemişler.
Sonra bir ses duymuşlar: ‘Bolca sarımsak yiyip yirmi bir gün boyunca bir mağarada yaşayın. Bunu yaptığınız takdirde insan olacaksınız.’
Bunun üzerine karanlık bir mağaraya gidip sarımsak yemişler ve uykuya dalmışlar.
Mağara soğuk ve kasvetliymiş, yiyecek ya da avlayacak hiçbir şey yokmuş. Bu durum kaplanı çok yormuş. Her gün suratını asarak, şikâyet edip duruyor ve arkadaşına pek kaba davranıyormuş. Ama ayı, kaplanın bütün hakaretlerine katlanıyormuş.
Nihayet on birinci gün gelip çattığı halde çizgilerinin, tüylerinin, pençeleri ve kuyruğunun yerli yerinde durduğunu gören ve elleri ya da ayaklarında insan parmağı çıkacağına dair hiç umudu olmayan kaplan, insan olmaya çalışmaktan vazgeçmeye karar vermiş. Mağaradan dışarı fırlayıp avlanmak için ormanlara gitmiş ve böylelikle eski hayatına geri dönmüş.
Fakat sabırla patilerini emmekte olan ayı, yirmi bir gün tamamlanana kadar beklemiş. Sonra tüylü kürkü ile pençeleri birden üzerinden dökülüvermiş. Burnu ve kulakları bir anda kısalmış. Üstelik ayı, insanlar gibi ayakta durabiliyormuş. Mükemmel bir kadına dönüşmüş.
Sonra mağaradan dışarı çıkıp bir dere kenarına oturmuş. Su yüzeyinde yüzünün yansımasını ve ne kadar güzel olduğunu görmüş. Şimdi ne olacak diye beklemeye koyulmuş.
Bütün bunların yaşandığı sırada göklerde de ilginç şeyler yaşanıyormuş. Göklerin Ulu Efendisi’nin oğlu Whanung, babasından dünyada bir krallık istemiş. Bu istekten pek memnun kalan Göklerin Efendisi, oğluna Ejderin Sırtı Ülkesi’ni yani Kore’yi vermeyi uygun bulmuş.
Herkes bilir ki ülkemiz, yani Ebedi Şafak Ülkesi, yaratılışın ilk sabahında denizden bir ejder şeklinde yükselmişti. Omurgası, beli ve kuyruğu, güzel ülkemizin sırtını oluşturan büyük dağ sırasıdır. Başı ise kuzeydeki sonsuz Beyaz Dağ şeklinde göğe yükselir. Kar ve buzla kaplı zirvesinde tertemiz bir mavi göl vardır. Sınırımızı oluşturan nehirler işte bu gölden çıkar.”
“Bu gölün adı ne?” diye sordu Yongi.
“Ejderha Havuzu,” diye cevap verdi Büyükanne Kim. “Uzun zaman önce bir gece ejderha öyle şiddetli ve uzun bir nefes üflemiş ki, gökler bulutlarla dolmuş. İşte Göklerin Yüce Efendisi, oğlunun dünyaya inişi için bu şekilde hazırlık yapıyormuş.
İnsanlar deprem oldu sanmışlar ama sabah uyanıp Beyaz Başlı İhtiyar Dağ’a bakınca, göklerde bulutların yükseldiğini görmüşler. Bulut, parlak güneş ışığıyla pembe, kızıl ve sarıya boyanmış. Doğunun gökleri öyle güzel gözüküyormuş ki! İşte ülkemiz ismini böylece almış: Sabah Işığı Ülkesi.
Göklerin Kutsal Prensi Whanung, rengârenk bulutundan dağ tepesine inmiş, sonra yer yüzüne ayak basmış. Büyük ormana girince dere kenarında oturan güzel bir kadın görmüş. Bu, aslında çok güzel bir kadına dönüşmüş olan dişi ayının ta kendisiymiş.
Göklerin Prensi bu işe pek sevinmiş. O kadınla evlenmiş ve kısa bir süre sonra çocukları olmuş.
Annesi, bebeği için yumuşak yosundan bir beşik yapmış ve çocuğunu ormanda büyütmüş.
O günlerde dağ eteğinde yaşayan insanlar pek kaba ve görgüsüzmüş. Şapka takmazlarmış, beyaz elbiseleri de yokmuş. Kulübelerde yaşar ve evlerini nasıl ısıtacaklarını bilmezlermiş. Okumayı yazmayı da bilmiyorlarmış. Ping Yang eyaletinde Tabak adlı küçük bir dağ varmış. İşte bu dağ üzerinde yer alan bir sandalağacının dibi, onların kutsal yeriymiş.
Ejderha Havuzu’ndan yükselen rengârenk bulutu görmüşler. Bulut güney yönünde ilerliyor ve onlara doğru yaklaşıyormuş. Sonunda kutsal sandalağacı üzerinde durmuş. Üzerinden beyaz kaftanlı biri inmiş.
Ah, bu peri mavi gökyüzünde ne de hoş gözüküyormuş! Ne var ki ağaç pek uzaktaymış, oraya varmak için uzun bir yol gitmek gerekiyormuş.
‘Haydi, kutsal ağaca gidelim,’ demiş insanların lideri. Böylelikle, tepeyi ve vadiyi aşıp kutsal yere ulaşmışlar. Ağacın etrafını sarmışlar.
Çok hoş bir manzara varmış karşılarında. Ağacın altında prenslere has bir kıyafetle çok yakışıklı bir delikanlı oturmaktaymış. Genç yüzüne rağmen delikanlının soylu ve ihtişamlı bir tavrı varmış. Gençliğine rağmen bilge ve saygıdeğermiş.
‘Evlatlarım! Göklerdeki atalarım sizi yönetmem için gönderdi beni,’ demiş herkese merhametli gözlerle bakarak.
İnsanlar hemen diz çöküp saygıyla eğilmiş ve şöyle haykırmışlar: ‘Siz bizim kralımızsınız. Sizin hükümdarlığınızı tanıyor ve size sadakatle itaat edeceğimizi ilan ediyoruz.’
İnsanlar, krallarının ne söyleyeceğini merak ediyormuş. Bunu anlayan Kral, onlara pek çok şey öğretmiş ve kurallar koymuş. Mesela, evlerini nasıl düzenlemeleri gerektiğini göstermiş. Ayrıca hikâyeler anlatmış. İlk olarak halkına niçin ayının iyi ve kaplanın kötü olduğunu açıklamış.
İnsanlar, krallarının bilgeliğine hayran kalmış. O günden sonra kaplandan nefret etmişler, ayıyı ise çok sevmişler.
‘Ona uygun şekilde hitap edebilmemiz için kralımıza bir isim vermemiz gerek. Hangi ismi seçmeliyiz?’ diye sormuşlar yaşlılara. ‘Onu ilk defa kutsal ağacımızın altında gördüğümüze göre unvanı Soylu ve Saygıdeğer Sandalağacı olsun.’ Bunun üzerine krallarını bu isimle selamlamışlar. O da kendisine verilen şerefli unvanı kabul etmiş.
İnsanların kaba ve bakımsız olduklarını gören Prens Sandalağacı, onlara saçlarını nasıl toplayacaklarını göstermiş. Erkeklerin uzun saçlarını topuz yapmalarını emretmiş. Erkek çocuklarının ise saçlarının örülmesi gerekiyormuş. Hiçbir delikanlı, evlenmedikçe erkek sayılamazmış. Sadece evli erkekler saçlarını topuz yapıp şapka takabilir ve uzun beyaz kaftan giyebilirmiş.
Kadınlara gelince onlar da saçlarını örgü yapıp boyun hizasında toplamalıymış. Düğün ve benzeri önemli törenler haricinde bu kural geçerliymiş. Ama özel günlerde saçlarını bir pagoda gibi tepelerine yığıp uzun saç tokaları, mücevherler, ipek ve çiçekler kullanabilirlermiş.
İşte böylece Kore medeniyeti başlamış. Kralımızın koyduğu şapka ve saç kuralı, bugün bile bizi diğer halklardan ayırıyor,” dedi Büyükanne. “Hâlâ Soylu ve Saygıdeğer Prens Sandalağacı’nı anıyoruz. Haydi, artık uyku vakti. İyi geceler, yavrularım.”

Tavşanın Gözleri
Balıkların denizler altındaki dünyasında bir sorun vardı. Yüzgeçleri ve kuyruğu olan her balık üzüntü içindeydi çünkü krallarının ağzı feci şekilde acıyordu. Kral’ı bu hale getiren olay işte şöyle olmuştu:
Günlerden bir gün, sarayının hemen dışındaki sularda yüzmekte olan Balıkların Kralı suda bir şey gördü. Yiyebileceği bir şeye benziyordu bu. Majesteleri, bu şeyi hemen mideye indirdi. Bir de ne olsa beğenirsiniz? Meğer yuttuğu şey bir olta iğnesiymiş! İğne, solungaçlarına takılıp kalmıştı. Teknelerinde oturmuş balık avlayan birkaç balıkçının tuzağıydı bu. Balıkların Kralı ağzındaki o korkunç şeyi görünce hemen kendini oltadan kurtarmaya çalıştı. İp kopmuştu ama iğne ağzında kaldı. İşte Kral bu yüzden ateşler içinde kıvranıyordu.
Şimdi bütün balıklar demir iğneyi çıkarıp Majesteleri’ni iyileştirmenin bir yolunu düşünüyordu. Kaplumbağadan kayabalığına, sardalyeden balinaya kadar okyanusun tüm bilge yaratıkları ne yapılacağını görüşmek üzere saraya çağırıldılar. Deniz doktorları toplantıda meseleyi konuşurken pek çok bilge balık başını sallayıp gözlerini kırptı ve yüzgeçlerini savurdu. En bilgili ve uzman deniz canlısının kaplumbağa olduğunda herkes hemfikirdi. Doktor Kaplumbağa, Kral’ın nabzını defalarca dinleyip boğazını inceledikten sonra sorunun ne olduğunu anlayabildi. Nihayet yüzgeçleri, kuyrukları ya da pulları olan öteki doktorlara da danıştıktan sonra tavşan gözünden yapılmış bir lapanın olta iğnesini gevşetip Majesteleri’nin derdine çare olabileceğine karar verdi.
Bunun üzerine Doktor Kaplumbağa, deniz kıyısına gi dip bir tavşanı deniz altına davet etmekle görevlendirildi. Böylece tavşanın gözlerinden sıcak lapa yapıp kralın boğazına sürebileceklerdi.
Deniz kenarında yüksek bir tepenin eteğine varan Kaplumbağa, başını kaldırınca çukurundan çıkmış, orman kenarında yürüyüş yapan Bay Tavşan’ı gördü. Kaplumbağa derhal sahilin karşısına ilerleyip nefes nefese tepeyi çıktı. Neyse ki Tavşan Kardeş’e günaydın diyebilecek kadar nefesi kalmıştı. Tavşan da selamına nezaketle karşılık verdi.
“Çok sıcak bir gün,” dedi Doktor Kaplumbağa, sert alnını silip pençelerindeki kumları temizlemek için mendilini çıkarırken.
“Evet ama manzara o kadar güzel ki! Doktor Kaplumbağa, eminim siz de denizden çıkıp bu güzel dağları görebildiğiniz için çok mutlu olmalısınız. Kore çok güzel bir ülke, öyle değil mi? Dünyada bizim ülkemiz kadar güzel bir yer yok. Dağlar, nehirler, sahiller, ormanlar, çiçekler…”
Doktor Kaplumbağa, Tavşan’ın ülkesini övmeye devam etmesine müsaade etseydi, asıl görevini unutacaktı. Ağzındaki o lanet iğneyle acı içinde kıvranmakta olan Balıkların Kralı aklına gelince Doktor Kaplumbağa Tavşan’ın sözünü kesti:
“Evet, Tavşan Kardeş, haklısınız. Ülkenin her yeri pek güzel ama bu manzarayı denizler altındaki mücevherler ve incilerle, ağaçlar ve çiçeklerle, tatlı kokularla karşılaştıramazsınız bile.”
Bunun üzerine tavşan kulaklarını dikkatle kaldırıp dinlemeye başladı. Bütün bu duydukları onun için yepyeni şeylerdi. Deniz altında sıradan balıklar ve yosunlar haricinde bir şey olduğunu işitmemişti hiç. Üstelik çürüyüp sahile vuran yosunları ve balıkları bilmiyor değildi. Bunlar hiç de güzel kokmazdı. Ama şimdi bambaşka bir hikâye dinliyordu. Merakı iyice artmıştı. “Bu anlattıklarınız pek ilginç, dostum. Devam edin lütfen.”
Bunun üzerine Doktor Kaplumbağa denizin derinliklerindeki harika dağlar ile vadilerden, nadir su bitkilerinden, rengârenk ve hoş kokulu çiçekler ile kızıl, turuncu, yeşil, mavi, beyaz renkli altın ve gümüş yapraklı ağaçlardan bahsetti.
“Bu söylediklerin çok şaşırtıcı,” dedi Tavşan Kardeş, ilgisi daha da artmıştı.
“Evet, her türden enfes yiyecek ve içecekler vardır orada. Sonra, eğlence ve dans hiç bitmez. Güzel hizmetçi kızlar ve daha neler neler… Haydi, benimle gel de misafirimiz ol. Kralımız seni davet etmem için gönderdi beni.”
“Gerçekten mi?” diye sordu Tavşan Kardeş, pek sevinmişti bu duyduklarına.
“Tabii, hemen gidebiliriz. Sırtıma bin de seni götüreyim.”
Böylece tavşan koşarak, kaplumbağa ise paytak paytak yürüyerek su kenarına vardı.
“Şimdi sıkı tutun,” dedi Doktor Kaplumbağa, “suyun altına gidiyoruz.”
Mavi dalgaların altında ilerlediler ve sonunda saraya vardılar. Tavşan, Kaplumbağa’nın anlattıklarının doğru olduğunu gördü. Hakikaten rengârenk bir dünya, birbirinden parlak mücevherler vardı her yanda.
Doktor Kaplumbağa, Tavşan Kardeş’i krallıktaki bazı prens ve prenseslere takdim etti. Hep birlikte misafirlerine sarayın manzaralarını ve hazinelerini gösterdiler. Bu esnada Doktor Kaplumbağa ise görevinden başarıyla döndüğünü haber vermek için diğer doktorların yanına gitti.
Fakat Bay Tavşan, burasının dünyanın en güzel yeri olduğunu düşünüp eğlenirken Kaplumbağa ve arkadaşlarının konuştuklarına kulak misafiri olmuştu. Onu neden saraya getirip ağırladıklarını anladı. Gözlerini kaybetmek düşüncesiyle dehşete düşmüştü. Bu yüzden gözlerini kurtarmaya ve Kaplumbağa’ya bir oyun oynamaya karar verdi. Tabii, bundan kimseye bahsetmedi.
Kraliyet görevlileri tarafından nazikçe bilgilendirilip Kral’ın iyileşmesi için gözlerini vermesi gerektiği söylenince Tavşan Kardeş aynı nezaketle üzüntüsünü belirtti:
“Majesteleri’nin hastalığına hakikaten pek üzüldüm ama kendisine yardım edemeyeceğim için beni affetmenizi rica ediyorum. Zira gözlerim hakiki göz değildir, camdandır. Deniz suyu gözlerimi acıtır diye normal gözlerimi çıkarıp kuma gömmüş ve yerlerine bu cam gözleri takmıştım. Tozlu veya yağmurlu havalarda bu cam gözleri takarım.”
Bunu işiten kraliyet görevlilerinin yüzleri asıldı. Majesteleri’ne haberi nasıl vereceklerdi? Kral çok büyük hayal kırıklığı yaşayacaktı.
Tavşan Kardeş pek üzgün gözüküyordu. Şöyle dedi:
“Ah, lütfen üzülmeyin. Sahile dönmeme müsaade ederseniz, gömdüğüm yerden gözlerimi çıkarıp lapa yapmanız için tam vaktinde getiririm.”
Böylece Tavşan Kardeş yeniden Doktor Kaplumbağa’nın sırtına binip yola çıktı. Çok geçmeden karaya vardılar.
Tavşan bir anda yere atlayıp oradan sıvıştı ve hızla koşturarak ormana kaçtı. Arkasından bakakalan Kaplumbağa, bir tek pamuk kuyruğunu görebiliyordu. Ama kısa süre sonra Tavşan tamamen gözden kaybolmuştu.
Doktor Kaplumbağa gözyaşları içinde saraya dönüp Tavşan'ın onu nasıl alt ettiğini anlattı.

Topuzlar ve Çömlek Şapkalar
Çok uzun zaman önce, hatta büyük Konfüçyüs henüz doğmamışken, Çin’de Kija adında bilge ve âlim bir adam yaşardı. Saraydaki baş vezirdi. Adaleti ve iyiliği sayesinde herkesin saygısını kazanmıştı. Ayrıca çocuklara daima iyi davranırdı.
Fakat günün birinde büyük bir savaş patlak verdi. Bunun üzerine yeni bir aile iktidarı ele geçirdi. İşte Kija bu yeni hükümdara hizmet etmeyi kabul etmeyerek doğuya göç etti. Burada yaşayan kaba insanlara görgü kurallarını öğretecek ve medeniyeti götürecekti.
Yeni kral, Kija’nın gitmesine pek üzülmüştü çünkü onun karakter ve bilgeliğine büyük saygı duyuyordu. Gelgelelim, pek çoğu Kija’nın takipçileri olan en iyi beş bin adamını, efendilerine eşlik etmeleri ve doğudaki yaban insanları eğitmesine yardımcı olmaları için gönderdi. Göçmenlerin çiçekli Çin ülkesinden ayrılıp doğunun karanlık bataklıklar ve ormanlarla dolu vahşi topraklarına doğru bilinmez bir yolculuğa çıktığını gören insanlar, ağlamaktan kendilerini alamıyordu. Kija yolların, çiftliklerin veya evlerin olmadığı, ormanların ise insanları yemeye bayılan koca ayılar ve korkunç kaplanlar gibi vahşi hayvanlarla dolu olduğu bir yere gidiyordu. Hatta söylentilere göre bu yerde kanatlı yılanlar ve pençelerinden şimşek çıkan leoparlar vardı.
Kija ve ordusu, Mançurya’nın geniş ovalarında, gökyüzünde yükselen güneşe doğru yürüyordu. Nihayet bizim Yalu dediğimiz Yeşil Ördek Nehri’ni aştılar. Birkaç gün sonra Büyük Doğu Nehri’ne (Ta Tong) ulaştılar. Burada arazi çok güzeldi. Kija, buraya yerleşip bir şehir kurmaya karar verdi. Gün doğarken bulutların gül pembesi, altın sarısı ve kızılın her tonuna boyandığı bu yeni ülkeye Cho-sen yani Sabah Işığı Ülkesi ismini verdiler. Güneş, batı yönüne yani vatanının olduğu yere doğru ilerlerken Kija bu alameti çifte nimet olarak kabul etti. Yeni ülkesindeki ilk günün sükûneti, yeni krallık ve eski imparatorluk arasında iyi niyetin devam etmesi için üç kat daha fazla kararlılık olduğunu göstermekteydi. Bu, Kija’nın Çin İmparatoru’na olan bağlılığının Tanrı tarafından onaylandığına ve Ebedi Beyaz Dağ ruhunun iyi dileklerinin kazanıldığına işaret ediyordu.
Krallığının başkenti olacak şehri kurduktan sonra Kija bir sur yaptırmaya koyuldu. Ayrıca şehre Kuzey Kalesi anlamındaki Ping Yang adını verdi.
“Yolculuğumuzu sağ salim sonlandırdığımıza göre şehrimiz bir tekne şeklinde olmalı,” dedi Kija. “Can sıkıcı delikler tekneyi batırabilir. İşte bu yüzden şehrimizin surları içinde kuyu kazılmayacak. Surların dışında, batı yönünde ise tekne şehrimizin sonsuza dek demirleneceği bir kaya sütun duracak.”
Edebiyat, şiir, müzik, tıp ve felsefe alanlarında yetenekli adamları Kija’ya yardım ediyordu. Beraber krallığın sekiz büyük kanununu hazırladılar:

1. Erkeklerin tarımla uğraşması
2. Kadınların kumaş dokumayla uğraşması
3. Hırsızların cezalandırılması
4. Katillerin idam edilmesi
5. Ülke topraklarının dokuz kareye bölünüp merkezdeki toprağın devlet yararına sürülmesi
6. Herkes için rahatlık ve refah dolu bir hayat
7. Evlilik kanunu
8. Kötü kalpli insanların köle yapılması
Kija yolları yaptırdı, ölçüleri ve uzaklıkları belirledi, nezaket kurallarını anlattı. Yabani insanlara güzel evler yapmayı öğretti. Böylece insanlar evlerine sazdan veya kiremitten çatı yapmayı, zeminin altına borular döşeyerek evlerini ısıtmayı öğrendiler. Evlerin bir ucunda şömine, öteki ucunda baca vardı. İnsanlar, sabahları ve akşamları olmak üzere günde iki kez kazanları veya mutfaklarındaki ocakları yakıyordu. Borulardan geçen alevler, ısı ve duman, odaları sıcacık yapıyordu. Bu sayede kış ortasında dahi insanlar evlerinde rahatça oturabiliyordu. Her gün ocaklardan çıkan duman şehrin üzerini kaplıyordu. Hınzır ve neşeli peri Tokgabi, en büyük yaramazlıkları işte bu borular ve ocakların etrafında yapardı. Fanilerle eğlenip onlara musallat olmaktan daha fazla sevdiği bir şey yoktu.
Eski zamanlarda bu toprakların insanları pek kaba ve görgüsüzdü. Sürekli kavga edip duruyor, birbirlerini öldürüyorlardı. Bu yüzden Kija onları daha barışçıl insanlar hâline getirmek amacıyla bir şeyler yapması gerektiğini anladı. İlk önce yumuşak yöntemler denedi. Kaba adamların uzun saçlarını dağınık bırakmış olduklarını gördü. Ayrıca bu adamlar son derece bakımsızdı. Üstelik saçlarını asla taramıyor ve yıkanmıyorlardı.
İşte bu yüzden Kija, iki topuzlu dağ ruhu Dan Kun’ın kanununu yeniden yürürlüğe soktu. Her evli adamın saçlarını başının üzerinde topuz yapmasını emretti. Böylece Kore halkına özgü topuz saç şekli, kanunen belirlenmişti. Gençlere gelince, onların saçlarını tek örgü yapmaları gerekiyordu. Bir delikanlı, evlenene dek erkek sayılmayacaktı ve büyüklerinin yanında dilini tutması gerekiyordu. Evlenme den önce saçını topuz yapmaya kalkışan delikanlılar cezalandırılacaktı.
Ne var ki kaba insanlar Kija’nın iyi niyetini anlayamamıştı. Topuzu, sokaklarda kavga ederken birbirlerini yakalayabilmek için kullandılar. İri yarı adamlar, ufak tefek olanları topuzlarından kavrayıp zalimce sürüklüyordu. Dahası sopalarla birbirlerinin kafalarına vuruyorlardı. Bu yüzden sokaklarda bir sürü ölü adam vardı. Bu kavga ve cinayetlere bir son vermek isteyen Kija, kavgacıları en az bir metre uzakta tutacak türden bir şapka icat etti.
“Artık kimse kavga etmeyecek,” dedi Kija. “Bu eğlenceleri hepsine pahalıya mal olacak. İki kabadayı her kavga ettiğinde, bir çömlek parası ödeyecekler.”
Kija, kocaman kil şapkalar yaptırdı. Genişliği bir, boyu yarım metre olan bu şapkaların her biri, iki üç kilo ağırlığındaydı. Taş gibi sertleşene kadar bu şapkaları ocakta pişirtti. İşte böylece ters çevrilmiş lapa kâselerine benzeyen şapkalar ortaya çıkmıştı.
Asabi ya da kavgacılığıyla meşhur adamlar, bu ağır çömlekleri başlarına takmak zorundaydı. Ne zaman bir grup erkek bir araya toplansa, ayaklı mantarlara benzeyen bir manzara çıkıyordu ortaya.
Erkekler kavga ettiklerinde başlarındaki çömlekleri kırıyorlardı. Bu sayede Kija, yasayı çiğneyenleri kolayca tespit edip cezalandırabiliyordu. Sonra adamlar çömlekçiye gidip yeni şapka almak zorunda kalıyordu. Bu iş pek pahalıya mal oluyordu; bir şapka için koca bir yıl kazandıkları paranın neredeyse yarısını vermeleri gerekiyordu.
İşte bu şapka fikri sayesinde Kija’nın bilgeliği kanıtlanmış oldu. Çömlek şapkalar, kutsal topuzlar için iyi bir korumaydı ve erkekler bu şapkaları pek sevmişti doğrusu.


Kavgacı adamlar artık birbirlerinin saçlarını çekip kafalarına vurmayı bırakmıştı. Bundan böyle, birbirlerinin yüzüne yumruk atıp kafataslarını kırarak dindirmeyeceklerdi öfkelerini. Bunun yerine alaycı ya da azarlayıcı sözler söylüyor, kızgın kızgın bakıyor ya da gözlerini deviriyorlardı. Tabii bu şekilde hiç kan akmıyordu. En korkunç mimikleri yapıp dişlerini en vahşi şekilde gıcırdatan ve canavar gibi gözükmeyi başaran adamlar, ülkenin en cesur adamları sayılıyordu.
Sokak kavgaları, çirkin surat ifadeleri ve berbat mimiklerden oluşan benzersiz bir mücadeleye dönüşmüştü artık. İlk başta kanlı biteceği sözü verilen bir dövüş, sessiz bir düello veya sağır dilsiz insanlar arasındaki bir tartışma halini almıştı. Bu sayede şiddet eylemleri yalnızca sert bakışlar ve diş gıcırdatmakla sınırlanmıştı. Bu kavgalarda çıkan ses, kaynayan bir çaydanlıktaki buharın sesi kadardı ancak. Zamanla büyük bir sükûnet ve nezaket tüm ülkeye hâkim oldu.
Çömlek şapkalar çok moda olmuştu artık. Hatta kadınlar bile kullanışlı olduğu için bu şapkalardan takmak istiyordu. Mesela ters çevrildiğinde bunları çamaşır leğeni olarak kullanmak mümkündü. Bu yüzden pek çok ev kadını kocalarının eski çömlek şapkasını ödünç alıp çamaşır yıkamak için kullanıyordu. Ayrıca atlar, eşekler ve diğer hayvanlar için yemlik ve yalak olarak da kullanışlıydı bu şapkalar.
Kadınların çömlek şapka giymelerine izin verilmemişti. Yine de Kija’nın onlara muamele tarzından çok memnundular. Çünkü kaba adamların artık ihtiyaç duymadıkları sopalarını ellerinden alıp çamaşır dövmek ve ütülemek üzere kullanmaları için kadınlara vermişti. Bu sayede Koreli kadınlar, ailenin erkek üyelerinin kolalı kıyafetlerini parlatmayı öğrendi. Özellikle de evin babasının giydiği uzun beyaz kaftanı özenle temizliyorlardı. Kija, eskiden birbirlerinin kafalarını kırmak için kullandıkları sopaları çamaşır sopasına dönüştürerek kabadayıları da beyefendilere dönüştürmüştü. İşte o zamandan beri Koreliler nezaketleriyle tanınır olmuştur.
Ne mutlu ki erkekler daha da görgülü hale gelmiş ve eşleri ile kızlarına kibar bir şekilde davranmaya başlamıştı. Çünkü bembeyaz giysileri görünce kadınların onlar için ne kadar çok emek harcadığını anlıyorlardı. Yaz geldiğinde beyefendiler sıcak havadan şikâyet etmeye başlamıştı. Çok terledikleri için giysilerinin bozulacağından korkuyorlardı. Bunun üzerine Kija, bambudan içlik yapmalarına izin verdi. Bunlar ip gibi incecik giysilerdi. Böylece Koreli beyefendiler, omuzlarından bir etek gibi dökülen içlik üzerine dış giysilerini giymeye başladı. Bambudan yapılmış bu iç çamaşırları öyle rahattır ki bunları giyince insan sanki kendi derisini çıkarıp atmış ve sırf kemikleri varmış gibi hisseder.
Kija’nın yönetimi sayesinde insanların görgüsü yavaş yavaş arttı. Kamıştan yapılmış bu rahat giysilere de alıştılar. Dolayısıyla, o ağır çömlek şapkalardan artık vazgeçtiler. Bunun yerine topuzlarının üstüne at kılından yapılmış “kuş kafesleri” takmaya başladılar. Dışarıda ise toplumdaki mevkilerine göre saman, kamış, sepet ipi veya siyah cilalı kâğıttan “çatılar” takıyorlardı. İşte Kore’nin şapkalar ülkesi diye anılmasının nedeni budur.

Fancha ve Saksağan
Bin yıl evvel, Kore’nin kuzeyinde, Tatarların soğuk ve bozkır ülkesinde ün salmış bir kabile yaşardı. Bu kabilenin erkekleri saçlarını uzatıp örer ama başlarının ön kısmını kazıtırlardı. Bu halkın adı Mançular idi.
Mançular, bebeklikten itibaren at binmeyi öğrenirdi. Zamanla çok cesur atçılar ve savaşçılar haline gelmişlerdi. Dağlara kurulmuş ülkelerinden âdeta bulutlar gibi binlerce atlı olarak çıkıp daha sıcak ve zengin bölgelere akın ediyorlardı. Müthiş ok ve yayları, kılıç ve kalkanları vardı. Yüzlerce savaş kazandılar. Sonunda diğer pek çok kabile de onlara katıldı. Büyük Çin ülkesini ele geçirip Kore’yi işgal ettiler.
Ne var ki Mançular, çölde dolaşan göçebe kabilelerden ibaret oldukları sürece yoksul yaşamaya mahkûmdu. Çimenli ovalar ve ormanların sunduğu yiyeceklerle yaşıyorlardı. Mesela fındık, fıstık, bazı otlar, kısrak sütü ve koyun eti yiyorlardı. Giysilerini koyunlarının yününden yapıyorlardı. Bir tek kuvvetlerinden gurur duyarlardı ve atalarının kim olduğunu asla sormazlardı.
Fakat Çin gibi zenginliğiyle meşhur devasa bir ülkenin yöneticileri olduklarında işler çok farklı olmuştu. Bu ülkenin kitapları, yazısı ve binlerce yıllık bir tarihi vardı. Zarif Çinli beyefendiler ve soylular, ülkelerini ele geçiren fatihlere “at suratlı Tatarlar” diyerek onları hor görüyorlardı. Tatarlar zamanla yıkanıp koku sürünmeyi, yeşim taşı ile çay ve porselen gibi Çinlilere has şeyleri kullanmayı öğrendiler.
Çölden çıkıp gelmiş bu insanlar artık tahtlarda oturup başlarına taç takıyor ve mücevherlerle süslü ipek kaftanlar ile kadife ayakkabılar giyiyorlardı. Nihayet, atalarının kim olduğunu ve nereden geldiklerini merak etmeye başladılar.
Böylesi güçlü bir ailenin atalarının bir zamanlar uzak çöllerde çam kozalakları ve at eti, kimi zaman da koyun eti yiyerek ve tatlı niyetine ise kısrak sütü içerek yaşadığına, koyun yününden giysiler giyip ahır hizmetçileri gibi atlarla ilgilendiklerine inanmak olmazdı.
Hayır! Yönettikleri ve itaat altına aldıkları halk, artık Pekin’de yaşayan ve Korelilere kabadayılık eden soyluların bir zamanlar seyislik yapıp at kestiklerini, üstelik evlerde değil yırtık pırtık çadırlarda yaşadıklarını bilseydi, büyük gürültü koparmaları işten bile olmazdı. Koreliler ve Çinliler sözlerini dinlemeyip isyan çıkarabilirdi. Hatta Tatarların onları takmaya mecbur kıldığı domuz kuyruklarını kesip Avrupa ve Amerika’daki erkekler gibi saçlarını kesebilirlerdi. Bu beyaz suratlı ve sakallı yabancılara “Güneyli Barbarlar” diyorlardı; çünkü gemileri Hindistan üzerinden güneyden gelmişti.
“Çinliler ile Korelilerin önemli kişiler olduğumuzu düşünmeleri için ne yapacağız?” diye sordu Çin İmparatoru bilge adamlarına.
Divanda ilk önce gençlerin fikrini sormak âdetti. En yaşlı ve bilge divan üyeleri ise en son konuşurdu. Uzunca bir süre meseleyi görüştüler. Nihayet bir aksakallı, gözlüklerini çıkarıp fikrini belirtti. Burnunun üstünde boynuzdan yapılma yeşil bir gözlük vardı. Diğer insanların taktığından çok daha büyük bir gözlüktü. Bu gözlükler sayesinde geçmişte ve gelecekte diğer insanlardan çok daha uzakları görebiliyordu. Zira bir adamın gözlükleri ne kadar büyükse, bilgisi de o kadar büyük sayılırdı. İşte içi doldurulmuş bir baykuş kadar bilge gözüken yaşlı ve şişman adam, kendinden genç diğer danışmanların ardından en son söz almıştı. Kocaman yeşil gözlükleri nedeniyle arkasından konuşanlar ondan Yeşil Lamba diye bahsederlerdi.
Kore ve Çin’de biriyle konuşurken gözlüklerinizi burnunuzda tutmak ayıp karşılanır. Bu yüzden gözlüklerini çıkaran Yeşil Lamba diz çöktü. Ardından yere kapandı. Hükümdara saygı göstermek için yapılan bu hareket, dokuz kez alnınızı yere değdirmenizle tamamlanırdı. Yeşil Lamba, bunu yapayım derken az daha katılaşmış boynunu kıracaktı. Ardından, Göklerin Oğlu unvanını taşıyan İmparator’a hitap etti:
“Efendimiz, atalarımızın sıradan insanlar gibi doğmadığını, tam tersine göklerden indiklerini göstermediğimiz takdirde halk bize saygı göstermeyecektir. Neredeyse yüz on yedi yaşında ihtiyar bir kadın var. Göklerden inen atalarımızı anlatır çocuklara. Onu huzurunuza çağırayım mı?”
“İsmi nedir?” diye sordu Majesteleri.
“Buruşuk Hanım derler adına, ey Göklerin Oğlu,” diye cevap verdi Yeşil Lamba.
“Hemen huzuruma çağır onu,” dedi İmparator, nilüfer işlemeli asasını savurarak.
Bizim Yeşil Lamba pek kurnaz bir ihtiyardı. İmparator’un nazarında daha da yükselmek istiyordu. Bu yüzden yaşlı kadını sarayın bir başka odasında bekletmekteydi. Hemen gidip onu İmparator’un huzuruna çıkardı. Kadın, uzun yıllardır çocukları eğlendirmek için anlattığı hikâyesine başlamaya hazırdı. Dışarıda rüzgârın uğuldadığı ve her yerin karla kaplı olduğu uzun kış gecelerinde bütün aile ateş başına toplanırdı. İşte o zamanlar onun büyükannesi de aynı hikâyeyi anlatırdı. Bir zamanlar Buruşuk Hanım, gül yanaklı genç bir kızdı ama şimdi Pekin’de yaşayan en yaşlı Tatar olmuştu.
Genç kadınlar, yüzü buruş buruş olduğu için ona Buruşuk Hanım diyorlardı. Bir keresinde ihtiyar kadın hikâyesine başlayınca hınzır bir kız, kadıncağızın yüzündeki kırışıklıklar ile çizgileri saymaya koyuldu. Yetmiş dörde gelince ise durdu. Her yaş için bir çizgi olabileceği aklına gelmişti ve her nedense 177 sayısı uğursuz kabul ediliyordu.
Buruşuk Hanım topallayarak içeri girdi. Zaten yılların ağırlığıyla iki büklüm olduğundan saygısını göstermek için eğilmeye kalktığında saray nazırı, katı boynunu eğip dokuz kez yere kapanmasına gerek olmadığını söyledi. Yere kapanırsa bir daha ayağa kalkamayacağından korkuyorlardı. Bu yüzden hikâyesini oturarak anlatmasına izin verdiler.
Konfüçyüs’ten beri şairler ile âlimlerin ve edebiyatçı kadın ve erkeklerin işleyip zenginleştirdiği cilalı Çince dilinde değil, düz Tatarca yani Mançuca konuşuyordu kadın. Ama genel anlatım tarzı oldukça hoştu. İhtiyar kadın, heyecanla ve hoş mimiklerle hikâyesini anlatırken, dinleyenlerin gözleri parlıyordu. İmparator’un Ejder Çehre denen yüzünden memnuniyeti okunuyordu.
Hikâye şöyleydi:
Kore’yi Mançurya’dan ayıran Ebedi Beyaz Dağlar’ın öteki tarafında Göller Ülkesi vardır. Masmavi gökyüzü ve karlarla örtülü dağlar tüm ihtişamıyla tıpkı bir ayna gibi olan bu göllerden birine yansıyordu. Geceleri bu dalgasız ayna, mücevherlerle süslenirdi. Kristal berraklığındaki su ile güneşin doğuşu ve batışı sırasında oluşan güzel renklerinin ünü göklere kadar ulaşmıştı. Gökyüzündeki saraylarda yaşamakta olan üç bakire kız vardı. İşte bu kızlar aşağı inip bu güzel nehrin sularında yıkanmak istiyorlardı.
Göklerin Efendisi dünyaya inmelerine izin verince periler gibi sevindiler. Kendi güzel yüzlerini göl suyunda görmekten hiç sıkılmıyorlardı. Sabahları altın güneşin doğuşu ve bulutlarla sulardaki güzel renkleri izlemek için erken kalktıklarında sanki her taraftan güzel şarkılar işitirlerdi. Ilık rüzgârlar göl yüzeyini dalgalandırdığında neşeyle ellerini çırpar ve akşam yatma vakti gelince kıyıya vuran dalgaların ninnisiyle uykuya dalarlardı.
Bu ülkeye delice âşık olmuş, güzelliğiyle büyülenmişlerdi. Öyle ki eski memleketlerini bütünüyle unuttular. Bir daha göklere dönmeyi hiç istemiyorlardı. Bütün canlılara, bilhassa da saksağanlara karşı pek nazik davranıyorlardı. Bu tüylü hayvanlar insanlara epey alışkındı. Bu sayede genç kızlar onları beslemeye başladı. Ayrıca saksağanı kutsal kuşları olarak seçtiler.
Yukarıdaki mavi gökyüzünü izleyip aşağıdaki mavi sularda yıkanmaya bayılan üç kız kardeş, sık sık göle inerdi. Çakıl taşlarıyla dolu sahilde kaftanlarını çıkarırlardı. Suya en son atlayan daima en küçükleri olurdu. Bir gün, hemen üzerlerinde uçmakta olan bir saksağanı fark ettiler. Sanki onlara vermek istediği bir mesaj var gibiydi. Yaklaşınca kuşun gagasında kan kırmızısı bir meyve olduğunu gördüler. Kızların elbiselerinin olduğu yere inen kuş, bir an bekledikten sonra kırmızı meyveyi en küçük kızın elbisesinin üzerine bıraktı.
Aceleyle sudan çıkan kızlar sahile oturup bu olağanüstü olay hakkında konuşmaya başladılar. Onların gözünde kutsal olan bu kuşun hediyesinin uğurlu bir işaret olduğunu, güzel şeylerin olacağını düşünüyorlardı. Tepelerinde dönüp duran saksağan uçup gitmişti. Paylaşıp yedikleri o leziz meyveyi, göklerden gönderilmiş bir mesaj olarak gördüler.
Bir saksağanın ulaştırdığı bu ilahi armağanla birlikte bakire kızların en küçüğü hamile kaldı ve bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Bebeğe “Altın Aile Kökü” dediler çünkü büyüdüğünde bir hanedanlığın kurucusu olacağından emindiler. Bu çocuk kral olacak ve doğduğu parlak su kenarına atfen Büyük Işık ismini alacaktı.
Genç anne, oğlunu büyütürken ona sıradan ölümlüler gibi olmadığını anlattı. Göklerden gelmişti o. Dolayısıyla her hareketi soylu olmalıydı. Büyüdüğünde insanlar arasındaki anlaşmazlıkları gideren bir barış prensi olacaktı. Tüm dünyaya mutluluk ve refah getirecekti.
Böylece göklere dokunuyor gibi görünen ulu dağların koruması altında çocuk büyüdü. Bu dağ etekleri ile vadilerdeki ışık ve gölge oyunlarını ve göl üzerine yansıyan yüzünü seyretmek en sevdiği şeydi. Bütün bunlar onun için Büyük Koruyucu Ruh’un tebessümü kadar güzeldi.
Fakat zaman içinde sevgili annesi hastalandı ve “ölülerin buzlu mağaraları”na girdi. Bir başına öksüz kalmıştı. Zira diğer iki bakire kız, çoktan uzaklara gitmişlerdi. Çocuk, teyzelerinin nerede olduğunu bilmiyordu.
Dağlarda bir başına kalan çocuk, Fancha yani Göklerde Doğmuş anlamındaki ismi almak ve insanları yönetmek üzere yola çıkmaya karar verdi.
Hemen bir tekne yapmaya koyuldu. Sonra teknesine binip gölün nehre akan kısmından suya açıldı. Kabilelerin birbiriyle kavga etmekte olduğu bir yere vardı. Yaygaraya alışık kaba saba adamlardı bunlar. Sadece kendilerini düşünüyor, diğer insanları hiç umursamıyorlardı.
Ama bu soylu gencin tek başına ve silahsız olarak teknesinin küpeştesine çıkma cesaretini gösterip onları kibarca selamladığını görünce asil görünümü ve gözü pekliğinden çok etkilendiler. Onlara nasıl doğduğunu anlattı. Annesinin ona Göklerde Doğmuş diye hitap ettiğini söyledi. Bunu işiten insanlar “Şefimiz!” diye bağırıp hükümdarlığını gösteren takılar ve nişanlar taktılar. Göklerde doğmuş genç adam kısa zamanda büyük bir lider oldu. Cesur savaşçılarının başında tüm savaşlardan muzaffer çıktı ama asla savaşı başlatan kendisi olmadı. Öteki kabileler de onun hükümdarlığını tanıdı. Sonra bir şehir inşa ettirdi. Büyük bir kabilenin prensesi ile evlendi ve çok sayıda erkek evladı oldu.
Ama savaşlar devam ediyordu çünkü savaş geleneği hemen vazgeçilemeyecek kadar eskiydi. Bu savaşlardan birinde Fancha adındaki oğlu hariç bütün oğulları öldürüldü. Düşmanlar Fancha’yı açık ovada uzun bir mesafe boyunca kovalamıştı. Onu yakalayıp tutsak almak istiyorlardı. Ne var ki Fancha ormana ulaşıp saklanmayı başarmıştı.
Fancha koyu ve karanlık ormana ulaştığında kutsal bir kuş kılığında bir ulak geldi yanına. Saksağan kuşuydu bu ve genç adamın başı üzerine yerleşmişti. Fancha bu olayı emniyette olduğunu gösteren ve göklerden gönderilmiş bir işaret saydı.
Peşindeki düşmanlar ormana koşturup ağaçların arasında delikanlıyı aradılar. Fancha bir direk gibi hareketsiz duruyordu. Kuşu gören adamlar, onu kuru bir odun parçası ya da yıldırım çarpmış bir ağacın kalıntısı sandılar, yanından koşturarak geçtiler. En sonunda takibi bıraktılar. Fancha güvenli bir yere kaçtı.
“Hikâyenin geri kalanını zaten biliyorsunuz Majesteleri,” diye sözlerini bitirdi ihtiyar kadın. “Zira Fancha on yedi nesil önceki atanızdır.”
Bütün Çin ülkesinin ulu imparatoru, yaşlı kadının anlat tığı hikâyeden çok etkilenmişti. Ona pek çok armağanlar ve nişanlar verdi. Ayrıca yaşlı kadın için İmparatorluk Çocuklarının Baş Masalcısı makamını oluşturdu. Yaşadığı sürece rahat içinde olmasını sağladı. İmparator, ateş kırmızısı bir kalemi eline alıp şu emri bizzat yazdı: Buruşuk Hanım “göklere yükseldiğinde” sandalağacından yapılma yaldızlı bir tabutla gömülecek, devlet töreni yapılacak, mezarının üzerinde mermer bir tablet olacak ve ölümünden sonra çeşitli nişan ve unvanlarla şereflendirilecekti.
Yeşil Lamba’ya gelince, onun da mevkisi yükseltildi. Şapkasının üzerine yeşim taşından bir rozet takılarak onurlandırıldı. Ayrıca tahtırevanıyla imparatorluk sarayının kapısına başbakandan sonra en çok yaklaşabilecek kişi olma hakkını kazandı.

Hapşıran Dev Heykel
Dağ eteğinde yaşayan Bay Kim, pek tembel bir adamdı. Bakmak zorunda olduğu bir ailesi vardı ama çalışmayı hiç sevmezdi. Çamaşır sopası gibi uzun piposunu tüttürürken karınlarını doyuracak bir şeylerin ortaya çıkmasını beklerdi.
Aç çocuklarını boş tabaklarla beslemekten usanan karısı, kocasını bir güzel azarlayıp eve bir şeyler getirmesi için dışarı yolladı. Bu aile, anne ve baba ile suratları kir pas içindeki dört ufaklıktan ve bir de küçük köpekten ibaretti. Bu köpek yavrusu, tehlike söz konusu olduğunda kapıdaki kare şeklindeki küçük delikten içeri girer, güvende olduğunu anlayınca var gücüyle havlamaya başlardı.
Karısı tarafından azarlanan Bay Kim bir şeyler bulmak üzere dağlara gitti. Belki şansı yaver giderse bir ginseng kökü, bir külçe altın veya değerli bir taş bulabilirdi. Yoksa biraz dağ çileği ile üzüm ya da armut da iş görürdü. Bu sırada evde bekleyen karısı, kilerde kalmış pirinç tanelerini ezip çocuklarına yemek hazırlıyordu.
Bay Kim uzunca bir süre kayalıkların üzerinde dolandı durdu ama eve götürebileceği hiçbir şey görmedi. Öğlen olduğunda devasa bir miryek

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/griffis-william-elliot/kore-masallari-69403438/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Kore (ç.n.)
Kore Masalları William Elliot Griffis

William Elliot Griffis

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Sabah ışığının ülkesi Kore’den masallar…

  • Добавить отзыв