Kayıp kıta: atlantis efsanesi
Charles John Cutcliffe Hyne
İnsanlık bir karanlığa sürükleniyor ve çöküyor. Çoğu insan sefalet içinde yaşıyor. İsyan dalga dalga yayılıyor ve kıyamet kehanetleri ortaya çıkıyor.
Atlantis, gücünün ve ihtişamının zirvesinde, eşi benzeri olmayan bir yerdir. Rahip Deucalion’la İmparatoriçe Phorenice arasındaki muazzam hesaplaşma kısa süre sonra bütün bir medeniyetin kaderini etkileyecektir. Kayıp Kıta, Efsanevi Atlantis’in şimdiye kadar yazılmış en güzel hikâyesidir.
C.J. Cutcliffe Hyne’ın neredeyse tüm çalışmaları zamanla unutulsa bile Atlantis’in kayıp medeniyetinin klasik romanı kabul edilen Kayıp Kıta, güçlü ve özgün diliyle okuyucularını kendine çekmeye devam ediyor.
C. J. Cutcliffe Hyne
Kayıp Kıta
Yazar Hakkında
11 Mayıs 1865’te Bibury, Gloucestershire’da doğan ancak Yorkshire’da büyüyen Charles John Cutcliffe Wright Hyne, hem lisans hem de yüksek lisans derecesi aldığı Cambridge Üniversitesi’ne girdi.
Mary Elizabeth Haggas’la evlenen Cutcliffe’in bu evlilikten bir kız bir erkek iki çocuğu oldu. Oğlu Charles Godfrey Haggas Cutcliffe Hyne, 18 yaşında Sommes Savaşı’nda yaralandı ve hayatını kaybetti. Kızı Nancy Mildred Cutcliffe Hyne’sa 97 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Bugün en çok Kayıp Kıta eseriyle bilinen yazar, bir zamanlar gösterişli bir Deniz Piyadesi olan Kaptan Kettle’ın hayali hikayeleriyle de son derece popülerdi. Kaptan Kettle ilk olarak “Honor of Thieves” romanında bir yan karakter olarak göründü. Ana karakter olarak ilk görünüşü, Pearson Dergisi’nde Başkanı Kaçırmak adlı kısa öyküsünde oldu. Bu ilk kısa öyküyü 1897’de, daha sonra toplanan ve “Kaptan Kettle’ın Maceraları” adıyla yayınlanan bir dizi on iki kısa öykü yine Pearson Dergisi’nde izledi. Sonraki dört yıl boyunca on iki hikâyeden oluşan iki set daha hazırlanıp Over Adventures of Captain Kettle ve Captain Kettle KCB adlarıyla yayımlandı.
Bunların yanı sıra Cutcliffe Hyne, yaklaşık elli roman ve çok sayıda kısa öykü kitabıyla, seyahatnameler, siyasi yorumlar ve bir otobiyografi yazdı. Hyne, 10 Mart 1944’te yetmiş sekiz yaşında öldü.
C.J. Cutcliffe Hyne, 1890’lardan 1930’lara kadar üretken ve popüler bir yazardı. Neredeyse tüm çalışmaları zamanla unutuldu. Ne var ki birçok dilde yeniden basılan ve kayıp medeniyet Atlantis efsanesinin klasik romanı olarak kabul edilen Kayıp Kıta, güçlü ve özgün diliyle okuyucuları halen kendine çekmeye devam ediyor.
Giriş
DEUKALION 'UN[1 - Deukalion: (mitoloji) Tanrı Zeus’un sel tufanından, karısı Pyrrha’yla birlikte kurtulan Prometheus’un oğlu. (ç.n.)] MIRASÇILARI
Bütün gece açık havada uyumanın sonucunda ikimizin de sırtı bir hayli tutulmuştu, çünkü Büyük Kanarya adasında bile gece çiyinin ve karanlığın getirdiği görece soğuğun hafife alınmaması gerekirdi. Kendi adıma ben, bu gibi durumlarda sabahları canlanmak için biraz koşmayı severim. Ancak burada, adanın ortasındaki bu sert zeminde koşmak için düzgün üç metrelik bir yer bile yoktu ve bu yüzden Coppinger, dambıl olarak kullandığı bir çift pütürlü, büyük lav kayasıyla bir tür halter çalışması yapmaya devam ederken ben de onu örnek aldım. Coppinger, zamanında oldukça sıkıntılı günler geçirse de başka bazı uğraşların -ortalama her iki yılda bir, bir çeşit yeni bir derece almayı başardığı uğraşlar-yanı sıra doktor olarak, sağlık teorileri konusunda çok bilgili olup onları kutsal bir görev gibi uygulardı.
İki gün önce yağmur yağmıştı ve lavların oluşturduğu derin yarığın dibinde hâlâ hafifçe akan küçük bir dere olduğundan, oraya inerek elimizi yüzümüzü yıkadık ve dişlerimizi fırçaladık. Bu tür bir keşif gezisinde bir diş fırçası hayal edilebilecek en büyük lükstü.
“Şimdi,” dedi Coppinger, ceplerimizi boşaltırken, “geriye çok değerli kırıntılar kaldı ve bunları yerel bir İspanyol gazete kâğıdının içinde taşıdığımız için durumları hiç de iyi sayılmaz.”
“Seninkiler daha çok sigara külü gibi.”
“Eğer sonraya bırakırsak daha da kötüleşecekler. Önümüzde çok daha zorlu bir yürüyüş var.”
Yemezsek kötüleşecekleri çok açıktı. Bu yüzden derin yarığın dibindeki derenin yanına oturduk ve geri kalan ne varsa yedik. Gemimizin demir attığı Santa Brigida’da tuzaklarımızı kurmuş olduğumuz yere on altı kilometrelik yolumuz vardı ve Coppinger bu özel mağara grubunu terk etmeden önce daha fazla fotoğraf çekmek ve ölçüm yapmak istediğinden, bir sonraki yemeğimizi yemeye ve REİS’in nefis köy şarabını tekrar tatmaya fena halde hazır olacaktık. İki gözüm kör olsun! Eğer Las Palmas’taki İngiliz otelleri, buradaki bazı dağ köylerinden ne kadar muhteşem şaraplar alabileceklerini -diplomasi yoluyla- bilselerdi, eski bağbozumu bir hafta içinde tarihe karışırdı.
Doğrusunu söylemek gerekirse onun bulduğu iki mumya, benim küçük tutkumu çoktan tatmin etmişti. Mumyaların sarılı olduğu keçi derileri, kâğıt gibi kuruyup gevremişlerdi ve zavallı derilerin kendileri bile dokunulduğu zaman bir kurt mantarı gibi etrafa toz saçıyorlardı. Fakat Coppinger’ın nasıl biri olduğunu tahmin edersiniz. O, burada eski bir Guanche[2 - Guanche: Kanarya Adaları’nda şu an var olmayan ilk yerli halk. (ç.n.)] üniversitesinin veya kutsal bir akademinin ya da adanın diğer tarafında olduğu gibi bunlara benzer bir yerin izlerine rastladığını düşünüyordu ve kayalığın yüzündeki tüm mağaraların her birini didik didik arayana kadar tatmin olmazdı. Işık vermesi için elinde bir sürü nesne ve Kodak kamerasında yirmi sekiz filmi daha vardı, artık işi bitirebileceğimizi ve sonra dönüş yolculuğuna başlayabileceğimizi söyledi. Böylece levyeyi aldı, ben de ipi omuzladım ve önceki gün güneşten piştiğimiz kayalığın üstüne çıktık.
Elbette bu mağaralara ulaşmak o kadar kolay değildi, yoksa yıllar önce yağmalanırlardı. Prensip olarak bütün bunları bildiğini ileri süren Coppinger, eski Guanche’ler zamanında onların keçi derisinden yapılma ip merdiven kullandıklarını, evdeyken merdiveni yukarı çekerek istenmeyen ziyaretçileri uzak tuttuklarını söylemişti ve benim de başka bir fikrim olmadığından muhtemelen bu konuda haklıydı. Her neyse, mağaraların ağızları uçurumun tepesinden dokuz metre kadar aşağıda, hemen hemen aynı hizada ve alttan da on beş metre kadar yüksekteydi. Şahsen bir İspanyol olarak yürünemeyen bir yere gitmeye pek de meraklı değildim.
Aslında bu tür mağaralara aşağıdan ip merdivenle tırmanmak oldukça külfetli olabilirdi; ama düğümlü, hafif bir ip kolayca taşınabiliyordu ve bunlarla tırmanmak zor olsa da bizim planımız her mağaranın ağzına yukarıdan sarkarak inmek, sonra aşağı kayarak uçurumun altına ulaşmak ve bir sonraki mağara için bu uğraşa tekrar baştan başlamaktı.
Coppinger yeterince cesurdu ve yükseklikte iyi çalışan bir kafası vardı; ama iriyarı oluşunu ve kırk beşten çok elli yaşına yakın olduğu gerçeğini göz ardı etmek mümkün değildi. Onun ne kadar meraklı biri olduğunu anlamış olmalısınız. Elbette her seferinde ben önden gidiyor, mağaranın ağzından içeri giriyor ve ona yardım etmek için elimden geleni yapıyordum ama dik bir uçurumun yüzeyinden aşağıya sadece ayakkabı bağı kalınlığında bir ipin desteğiyle havadan uçarcasına inmek zorunda kaldığınız zaman, aşağıdaki adamın yukarıdakine şans dilemek dışında yapabileceği başka bir şey kalmıyordu.
Onu elimden geldiğince zahmetten kurtarmak istedim, tırmandığım ilk üç mağara küçük ve boştu, sadece depolama amaçlı kullanılan oyuklar gibi görünüyorlardı, o yüzden onları öyle kabul etmesini ve çabasını kalan diğer mağaralara saklamasını istedim. Ancak o, aşağı kayarak her bir mağaraya şahsen girmek konusunda ısrar etti ve benim tahıl ambarı olarak tahmin ettiğim mağaralardan birinin hapishane, diğerinin çömlek yapım atölyesi ve bir diğerinin de genç rahipler için bir derslik olarak kullanıldığı sonucuna varınca, doğal olarak benim hükümlerime fazla güvenemediğini ve bütün mağaraları kendisinin gözden geçirmesi gerektiğini söyledi. Böyle titiz arkeologların nasıl olduğunu tahmin edersiniz.
Fakat gün ilerleyip güneş yükseldikçe Coppinger, bu işten usandığını açıkça belli etmeye başladı. Bununla birlikte çok istekli olduğundan güvenlik sınırını zorlayarak araştırmaya bir süre daha devam etmekte ısrar etti. Bundan hoşlanmadığımı söylemeliyim. Sizin anlayacağınız, kayalığın tepesinden aşağıya iniş yirmi beş metreden az değildi. Fakat sonunda vazgeçmek zorunda kaldı. Ona hemen Santa Brigida’ya gitmeyi öönersem de buna yanaşmadı. İncelenecek üç mağara daha vardı ve eğer onun için bu mağaralara girmezsem kendisi onlara ulaşmak için tekrar çabalamak zorunda kalacaktı. Bu şekilde sadece benim tecrübesiz gözlemlerime dayanan bir raporlama teklif ederek bana çok büyük bir iyilik yaptığını anlatmaya çalıştı; ama ben konuya o açıdan bakmayı reddettim. Ayrıca oldukça yorgundum; sıcaktan sırılsıklam terlemiştim, güneşin şiddetinden başım ağrıyordu ve ip ellerimi kesmişti.
Coppinger yorgun olsa da hâlâ işe devam etmeye hevesliydi. Beni de heveslendirmeye çalışıyordu. “Bak,” dedi, “yukarıda ne bulacağımızı bilmiyoruz ve eğer sen herhangi bir şey bulursan onun sana ait olacağını unutma. Ben hiçbir şekilde bir hak iddia etmeyeceğim.”
“Çok naziksin; ama keçi derisi torbalara sarılmış başka mumyalar bulma konusunda artık benim bir faydam dokunmaz.”
“Peh! Orası bir mezarlık mağarası değil. Mağara ağızlarındaki farklılıkları hâlâ göremedin mi? Şimdi iyi bir arkadaş ol. Diğer mağaralardan eli boş çıkmamız senin yukarıda iyi bir keşifle karşılaşmayacağın anlamına gelmez.”
Bu konuda çok kararlı olduğunu gördüğüm için, “Eh, peki o zaman,” dedim ve sarkan kayaların üzerinden atlayarak alttaki çıkıntıya bastım, sonra bizi ilk başta dolaşmak zorunda kaldığımız üç kilometrelik yoldan kurtaran kayalıktaki o yarığın kenarından yukarı tırmandım. Çengelli levyenin ucunu yerinden çekip yeni bir yere taktım ve sonra her seferinde daha da fazla acıyan ellerimle ipi tutarak kenara doğru gittim. Mağaranın ağzından içeri doğru sallanmak oldukça sıkıntılı bir işti, çünkü üstteki kaya aşağı sarkmış ya da (aynı kapıya çıkar) alttan kırılmıştı; ama sırtımı küt diye yere vurmamla birlikte bir şekilde içeri girmeyi başardım ve aynı zamanda ipi de bırakmadım. İpi elimden kaçırmam hiç iyi olmazdı çünkü Coppinger aşağıdan onu bana fırlatamazdı.
Daha ilk bakışta bu mağaranın diğerlerine göre farklı bir yapıya sahip olduğunu görebiliyordum. Diğerleri genellikle kabaca oyulmuş ve gelişigüzel yuvarlatılmışlardı; bunun ise her açısı yontucu aletlerle düzeltilerek düzgünce belirlenmiş, yanları dümdüz ve pürüzsüzdü. Çatının altına doğru eğimli duvarları, bana daha önce gördüğüm bir mimari tarzını hatırlatsa da nerede olduğunu çıkaramadım ve dahası, burada geçitlerle birbirine bağlanmış birçok oda vardı. Coppinger’ın keşfetmemi istediği diğer mağara ağızlarının sadece buradaki diğer odalardan ikisine ait olan pencere ya da kapı girişleri olduğunu görünce çok sevindim.
Etrafa iyice baktım; ama duvarlarda herhangi bir yazı ya da işaret izi yoktu ve yarasalar dışında içerisi tamamen boştu. Bir sigara yakıp içtim -birisi işini çok çabuk yaptığında Coppinger her zaman onun bu işi üstünkörü yaptığını düşünürdü- sonra ipin olduğu girişe gittim ve dışarı doğru eğilip bağırarak ona haberi verdim.
Yüzünde oldukça endişeli bir ifade belirdi. “İyice araştırdın mı?” diye bağırdı yukarı.
“Elbette araştırdım. Bu kadar zaman burada ne yaptığımı sanıyorsun?”
“Dur, henüz aşağı inme. Bir dakika bekle. Bak, sadece bir dakika bekle diyorum, ihtiyar. İpin ucuna hemen Kodak ve flaş aparatlarını bağlıyorum. Onları yukarı çek ve bana sadece yarım düzine resim al, aferin benim dostuma.”
“Eh, tamam,” dedim ve her şeyi yukarı çekip içeri aldım. Fotoğraflar kesinlikle sıkıcı ve yavan olacaktı. Varsın olsun, Coppinger için bu önemli değildi. Onları bu şekilde görüntülemeyi tercih ederdi. Karanlık iç mekânların fotoğrafını çekerken oluşan bulanıklığa dikkat etmek gerekirdi; ama burada her kapı girişinin yanında bir tür oturma yeri gibi bir çıkıntı vardı, ben de kamerayı sabit duracak şekilde bunun üzerine yerleştirdim ve arkasına geçip flaşa bastım.
Bu şekilde dört odanın resimlerini çektikten sonra girişteki çıkıntının daha yüksek ve geniş olduğu bir odaya geldim. Kamerayı çıkıntıya koydum ve altına taş parçaları sıkıştırarak dengeye getirdikten sonra flaş lambasını şarj etmek için ben de oraya oturdum. Fakat ağırlığımın çıkıntıya binmesiyle birlikte keskin bir çatırtı oldu ve ben on beş santim kadar aşağıya indim.
Tabii ki hemen ayağa kalktım ve kayıp yere düşmeden önce Kodak’ı yakaladım. İtiraf edeyim ki bu beni çok sevindirdi. Burası her halükârda bir tür gizli Guanche dolabıydı ve bu kadar zahmete girerek onu çimentoyla hava geçirmez bir hale getirdiklerine göre, içinde saklanmaya değer bir şey olma ihtimali vardı. İlk başta toz ve döküntüler dışında görülebilecek bir şey yoktu, bu yüzden bir mum yaktım ve bunları temizledim. Fakat o anda, temizlemeye çalıştığım şeyin çimento olmadığını anladım. Düzenli katmanlar halinde parçalandı ve gün ışığına çıkarıp baktığımda, her katmanın iki taraflı olduğunu gördüm. Bir yüzünde talk[3 - Genellikle açık yeşil renkte, toz durumundayken beyaz ve yağlı görünüşlü, hidratlı doğal magnezyum silikat. (ç.n.)] pudrasına benzeyen parlak bir toz vardı ve bunun üzerine balmumu olması muhtemel, koyu karamel renkli bir malzeme sürülmüştü. Bu karamel renkli yüzeyin üstüne birtakım şekiller çizilmişti.
Şimdi bu konularla ilgili herhangi bir bilgiye sahip olduğumu ileri süremem ve bu nedenle Coppinger’ın bana Guanche’lerin âdetleri ve kazanımları hakkında söylediklerini aşağı yukarı doğru olarak kabul ediyorum. Örneğin, bana defalarca bu eski insanların yazı yazmayı bilmediklerini söyleyerek beni bu fikre alıştırmıştı ve ben de aklımdaki bu bilgiyle balmumunun üzerine çizilmiş olan şekillerin eski bir yazıya ait, eski karakterli harfler olduğunu tahmin etmedim, oysa belki de bana kalsa böyle bir tahminde bulunabilirdim. Ancak yine de bunların yağmalanmaya değer olduğu sonucuna da vardım, bu yüzden çizmemin topuğu ve bir çakının yardımıyla bunları yerlerinden söküp çıkarmak için işe koyuldum.
Sayfaların hepsi hemen hemen birbirine yapışmış haldeydi ve bu yüzden onları ayırmak için daha fazla uğraşmadım. İçine konuldukları oyuğa hiç boşluk bırakmayacak şekilde sığdırılmışlardı; ama ben ön tarafı çökerterek onların altına girebildim ve balyayı sağlam tek bir parça halinde çıkarana kadar bıçakla alt katmanları kazıyarak boşalttım. Boyutları tahminen elli santime kırk santim ve yüksekliği kırk santim gibiydi, ama göründüğü kadar ağır değildi ve kalan fotoğrafları çekip bitirdikten sonra onları ipin ucuna bağlayarak Coppinger’a indirdim.
Mağaralarda yapacak daha fazla bir şey yoktu, bu yüzden ben de aşağı indim. Balya halindeki sayfalar yerdeydi ve Coppinger, elleri ile dizlerinin üzerine çökmüş halde onlara bakıyordu. Heyecandan neredeyse delirmiş gibiydi.
“Nedir bu?” diye sordum.
“Henüz bilmiyorum. Ama bu Kanarya Adaları’nda şimdiye kadar yapılmış en değerli keşif, en azından ondan geriye kalanlar ve bunu sen yaptın, seni kıymet bilmez sefil. Ah ulan ah, sen muhtemelen paha biçilmez bir tarihin başlangıcını ve sonunu darmadağın ettin. Ama bu benim kendi suçum. Önemli bir keşif çalışmasına tecrübesiz bir adam getirmemem gerektiğini daha en başından bilmeliydim.”
“Eğer bir şeyler ters gitseydi bunun senin suçun olduğunu söylerdim. Bana bu tarih öncesi Kanaryalıların yazı diye bir şey bilmediğini söyledin, ben de senin sözüne inandım. Bana kalsaydı bunların yiyecek bir şeyler olduğunu düşünürdüm.”
“Bu kesinlikle Guanche’lere ait bir iş değil,” dedi Coppinger, sinirli bir biçimde. “Bunu talk gördüğünde anlamalıydın. Tanrı aşkına be adam, sende hiç göz yok mu? Adanın genel yapısını görmedin mi? Burada talk olmadığını bilmiyor musun?”
“Ben jeolog değilim. Bu yabancı bir yazı mı oluyor o zaman?”
“Elbette. Bu Mısır yazısı, bir bakışta anlaşılıyor. Ama buraya nasıl geldiğine dair henüz bir şey söyleyemem. Gazete gibi okunabilecek bir şey değil bu. Yazının karakteri, şimdiye kadar keşfedilenlerin bir varyantı. Talkın üstüne sürülmüş olan balmumuna benzer maddeye gelince, bu görülmemiş bir şey. Bir tür mineral, sanırım, belki de zift. Hayvansal balmumu gibi eşelenmiyor. Bunu daha sonra tahlil edeceğim. Bir zamanlar bunu icat edip sonra böyle harika bir uygulamayı kullanımdan kaldırmış olmaları çok şaşırtıcı. Ben buna bütün gün hiç doymadan zevkle bakabilirim.”
“Ama,” dedim, “eğer senin için bir şey değişmezse ben bir yemeğe zevkle bakmayı tercih ederim. Demir attığımız yere gitmek için en az on altı kilometre yolumuz var ve ben şimdiden kurt gibi acıktım. Saatin dört olduğunun farkında mısın? Bu mağaraların her birine girmek için yukarıdan aşağı sarkmak ve ardından bir sonraki için tekrar yukarı tırmanmak düşündüğümüzden daha uzun sürüyor.”
Coppinger, ceketini yere sererek tomar halindeki sayfaları çok hassas bir şekilde sarsa da kenarlarının daha fazla kırılmasından endişe ederek bir iple bağlamadı. Ayrıca onu kendisi taşımak için ısrar etti ve Santa Brigida’ya giden yolun büyük bir bölümünde öyle yaptı, ancak yorgunluktan neredeyse yere yığılacak duruma geldiği zaman lütfedip benim onları taşımama izin verdi. Bu konuda da oldukça kabaydı. “Bunları sen de taşısan olur sanırım,” diye terslendi, “ne de olsa onları sen buldun.”
Demir attığımız yere vardığımızda, bana göre orada bulunabilecek en iyi yemeği yedim ve yanında o eski Kanarya şarabından bir şişe içtim, ardından son bir pipo yaktıktan sonra yatağa döndüm. Coppinger da yemek yedi, ama onun pek fazla uyumadığına inanmak için haklı nedenlerim vardı. Her halükârda, onu ertesi sabah hâlâ yaptığımız keşif üzerine düşünürken ve gözlerinden uyku akarken bulsam da yine de coşkuyla doluydu.
“Biliyor musun,” dedi, “sen modern dünyanın şimdiye kadar gördüğü en değerli tarihi elyazmasına rastladın. Ama tabii ki beceriksiz bir şekilde yerinden çıkarırken ona çok büyük hasar verdin. Mesela, üzerlerini ellediğin ve zarar verdiğin en üstteki sayfalar muhtemelen eski Yucatan uygarlığıyla ilgili, kesinlikle benzersiz bir açıklama içeriyordu.”
“Her neyse, o dediğin yer nerede?”
“Meksika Körfezi’nin ortasında. Bugün orası eski bir harabe; ama bir zamanlar Atlantislilere ait çok zengin bir koloniydi.”
“Onları hiç duymadım. Ah evet, aslında duydum. Herodot’un yazılarında söz ettiği insanlar, öyle değil mi? Ama ben onların efsanevi bir halk olduğunu sanıyordum.”
“Onlar tamamen gerçekti. Burada, Kanarya Adaları’nın tam kuzeyinde bulunan yaşadıkları kıta Atlantis de öyle.”
“Sayfanın kenarındaki kanatlı timsah gibi çizilmiş olan şu şey nedir?”
“O eski zamanlarda yaşamış bir tür canavar. Sayfalar bunlarla dolu. Bu bir mağara kaplanı. Şu da devasa bir tür yarasa. Şükürler olsun ki bunu yazan adam her kimse bunları tam anlamıyla resmetme duygusuna sahipmiş, aksi halde biz bu hikâyeyi asla yeniden yazamazdık ya da ne olursa olsun yarısını bile anlayamazdık. Bu yazıların yazılmasından bu yana bütün bu türler yok oldu, tıpkı tüm bir kıtanın yok olması ve üç medeniyetin silinip gitmesi gibi. İşin en kötü tarafı, bunun iyi eğitimli biri olmasına rağmen her nasılsa doğal haliyle çok kötü bir el yazısına sahip bir adam tarafından yazılmış olması. Gece boyu çabalayıp durdum, ama sadece bir oradan bir buradan birkaç cümle kurmayı başarabildim.” Ellerini takdirle ovuşturdu. “Bunu düzgün bir şekilde tercüme etmek benim için bir yıllık zorlu bir çalışma olacak.”
“Herkesin seçimi kendine. Korkarım ki benim bu şeye olan ilgim bu kadar uzun sürmez. Ama bu oraya nasıl geldi? Senin eski Mısırlı, Büyük Kanarya adasına ciğerleri hava alsın diye gelip yukarıdaki o mağarada çok sıkıldığı için mi bunu yazdı?”
“Orada bir hata yaptım. Bunu yazan kişi bir Mısırlı değildi. Beni yanıltan şey, yazı karakterinin benzerliği oldu. Kitap, görünüşe göre bir rahip veya general -ya da belki her ikisi birden- olması muhtemel ve Atlantisli Deukalion diye biri tarafından yazılmış. Oraya nasıl gelmiş, bunu henüz bilmiyorum. Muhtemelen bu, adı lazım değil barbarın birinin onları istiflendikleri yerden çıkarırken çakısıyla mahvetmiş olduğu son birkaç sayfada anlatılmıştır.”
“Pekâlâ, sen beni böyle kötüle. Deukalion mu demiştin? Yunan mitolojisinde bir Deukalion vardı. O, Tufan’dan kurtulan iki kişiden biriydi; aslında onların Nuh’uydu.”
“Atlantis kıtasının sulara gömülmesi, Tufan’la çok uygun düşüyor olabilir.”
“Peki, Pyrrha var mı? Deukalion’un karısı.”
“Henüz onun adına rastlamadım. Ama aynı kişi olabilecek bir Phorenice var. Şu an çıkarabildiğim kadarıyla hükümdar olan İmparatoriçe gibi görünüyor.”
Sayfanın kenarındaki çizimlere ilgiyle baktım. Perspektifleri çok yanlış olsa da ne oldukları kolayca anlaşılıyordu. “O günlerde ülkeyi acayip yaratıklar sarmış gibi görünüyor. Gördüğüm kadarıyla da muazzam büyüklükteler. Vay canına, buradaki, bir mamutu yere sermeye çalışan bir mağara kaplanı olmalı. O günlerde yaşamış olmayı hiç istemezdim doğrusu.”
“Muhtemelen o yaratıklarla savaşmanın bir yolunu bulmuşlardır. Ben çeviriye devam ettikçe bu da ortaya çıkacaktır.” Saatine baktı. “Sanırım kendimden utanmam gerek; ama daha yatağa girmedim. Sen dışarı mı çıkıyorsun?”
“Arabayla Las Palmas’a geri döneceğim. Bu öğleden sonra golf oynamak için birine söz verdim.”
“Pekâlâ, akşam yemeğinde görüşürüz. Umarım benim frak gömleklerim yıkamadan geri gelmiştir. Ah, Tanrım! Çok uykum var.”
Onu yatağa girerken bırakıp dışarı çıktım ve beni götürmesi için bir araba istedim, sonrasında onunla hatırı sayılır bir süre boyunca ayrı kaldığımızı söyleyebilirim. Las Palmas’taki otelde, iş için derhal eve dönmemi bildiren bir telgraf beni bekliyordu ve limanda Liverpool’a gitmek için kalkmak üzereyken son anda yetişmeyi başardığım bir gemi vardı. Onu kaçırmam an meselesiydi ve benim bu acelem nedeniyle kayıkçılar küçük bir servet kazanmışlardı.
Artık Coppinger benim için sadece otelde tanıştığım biriydi ve İngiltere’ye döndüğümde işim başımdan aşkın olduğundan, o zamanlar onun hakkında çok fazla düşünmedim, sanırım. İnsan, yurt dışındayken böyle tesadüfen tanıştığı kişileri fazla hatırlamaz. En az bir yıl sonra, gazetelerden birinde gördüğüm bir yazıda onun bulduğumuz sayfa tomarını British Museum’a verdiğini ve sayfaların tahmini değerinin en düşük on bin pound olduğunu okudum.
Yani, bu biraz vahiy gibi bir şeydi ve o zamanlar Coppinger’ın keşif hakkı dolayısıyla onların bana ait olduğunu defalarca üstüne basarak söylemiş olmasına dayanarak, ona benim malımla her nedense haddinden fazla serbest hareket ediyor gibi göründüğünü belirten, iğneleyici bir not gönderdim. Buna cevaben hemen, “Doktor Coppinger teessüf ediyor,” falan diye başlayan, fazlasıyla resmi bir mektup ve onunla birlikte talk üzerine balmumu elyazmalarının İngilizce çevirisi geldi. Benim hak talebimi “tümüyle kabul ediyor” ve “yayından gelecek kârın herhangi bir zarar için yeterli bir geri ödeme olacağına inandığını” ifade ediyordu.
Bana böyle tatsız bir şekilde tepki göstereceğini hiç beklemiyordum ve bu nedenle ona sıcak bir cevap yazdım; ama buna gelen tek cevap, bundan sonra Dr. Coppinger’la yapılacak tüm iletişimin onlar aracılığıyla yapılması gerektiğini belirten bir avukat firmasından geldi.
Şimdi burada, onun konuyu bu çizgiye taşımasından çok esef duyduğumu kamuoyuna söylemek istiyorum. Ne var ki mesele buralara kadar geldiğinden onun bana yaptığı öneriyi takip etmeye karar verdim. Buna göre, burada eski tarih, sayfalara dökülmüştür, çevirinin getirdiği itibar (ve sorumluluk) Dr. Coppinger’a aittir ve okuyuculardan elde edilecek gelir ne kadar olursa olsun, orijinal talk üzerine balmumu sayfalarını bulan kişiye, yani bana gidecektir.
Eğer bu anlaşmada başka bir değişiklik olursa daha sonraki bir tarihte kamuoyuna açıklanacaktır. Ancak şu anda bu pek olası görünmüyor. Bu arada bakalım metni nasıl çevirmiş.
Birinci Bölüm
AZLEDILIŞIM
Genel resmi kabul töreni bitmişti. Karar okunmuş, İmparatoriçe Phorenice’in adı yüceltilerek, asırlardan beri büyük şatafat ve ihtişamla yapılan uzun ve sıkıcı bir törenle yeni Genel Vali’nin ataması yapılmıştı. Ben, resmi olarak yönetimimin dizginlerini ona teslim etmiştim ve Tatho da resmi olarak yılanlı tahta oturmuş, en yüksek makamı sembolize eden mücevherli zinciri boynuna takmıştı. Daha sonra davullar ve trompetler gürültüyle çalarak bunu herkese ilan ederken Tatho, Yucatan Eyaleti Valisi olarak devletteki bu ilk yükselişi için altın yaldızlı meclis salonunda ayağa kalktı.
Kollarımı kavuşturmuş ve başımı eğmiş bir halde; sıraya dizilmiş göz alıcı askerlerin, şatafatlı saray mensuplarının, yüksek amirlerin ve devlet büyüklerinin bulunduğu kalabalığın arasından onu takip ettim. Tavan kirişleri, vazife icabı olarak haykırılan, “Çok Yaşa Tatho!” ve “Yücelt İmparatoriçeyi!” bağırışlarıyla titrerken yeni vali, başını gösterişli bir biçimde eğerek bu coşkulu tezahürata karşılık verdi. Sırasıyla, daha alt seviyedeki üç valinin -Doğu, Kuzey ve Güney bölgesi valilerinin- daha az öneme sahip olan üç tahtına gitti ve ritüele uygun olarak onların her birinden sadakat yemini aldı ve ben, görevinden azledilmiş olan adam, kurallara uygun bir alçakgönüllülük içinde biat ederek onun peşi sıra yürüdüm.
Bu çok zor bir iş olsa da yüksek makamlarda görev yapan bizler, halkın önünde duygularını belli etmeyen, ifadesiz bir yüz taşımayı öğreniyorduk. Bir zamanlar, yirmi yıl önce, bu saygılı baş eğmeler bana yapılmıştı. Şimdiyse Tanrılar, talihin dönmesini uygun görmüşlerdi. Ancak ben başım eğilmiş ve alçakgönüllü bir tavırla Tatho’nun arkasından yürürken, her ne kadar görgü kuralları oradakilerin sesli olarak beni selamlamalarını yasaklasa da, o şatafatlı salonda bulunan her asker, her saray mensubu ve her amirden bana yöneltilen o müşfik bakışları engelleyememişti. Gözden düşmüş olanların böylesine sevecen bakışlarla karşılaşması sık rastlanılan bir şey değildir.
Çok eski zamanlardan beri süregelen bir geleneğe göre, bir yöneticinin değiştiği böyle büyük tören günlerinde, orada bulunan kişiler dilekçeyle veya sözlü olarak emekliye ayrılan yöneticiler hakkında, onun intikam almasına karşı kesin bir korunma garantisi içinde suçlamalarda bulunabiliyor veya gelecekte devletin daha iyi yönetilmesine dair kendi şahsi fikirlerini ifade edebiliyorlardı. Eğer yirmi yıllık yönetimim sırasında bana ya da uyguladığım maddelere karşı hiçbir sesin yükseltilmediğini söylersem bu konudaki kibrim bağışlanabilir sanıyorum. Geleceğe yönelik olarak yapılacak değişiklikler için de kimseden herhangi bir ses çıkmadı. Evet, kural gereği üç kere yaptığımız tur sırasında, orada bulunan herkes cömert bir sessizlik içinde onayladıklarını gösterdiler.
Sonra, yeni Genel Vali ve onun arkasındaki selefi, ben, piramidin altındaki meclis salonunun altın yer çinilerinin üzerinde resmi adımlarla yürüdük ve büyük devlet memurları yerlerinden kalkarak bizim yürüyüşümüze katıldılar, peş peşe yürüyerek dipteki duvarda bir saat öncesine kadar bana ait olan özel odaların kapısına geldik.
Ah, evet! Şu anda Yucatan’daki o muhteşem şehirlerin hiçbirinde bir evim yoktu ve elimde olmadan içimde bir acı hissettim; ama aslında Atlantis Kıtası’na başım hâlâ omuzlarımın üzerinde dururken dönebildiğim için halime bin kere şükretmeliydim.
Tatho, ritüelin emrettiği şekilde, “Vali’ye kapıları aç!” diye bağırdı ve içerdeki köleler kapının yekpare taştan yapılmış kanatlarını araladılar. Tatho içeri girdi, ben de onun peşinden girdim; diğerleri durdular ve eşikten veda sözcükleri söylediler, sonra kapının kanatları arkamızdan gürültüyle kapanıp kilitlendi. İçerdeki odaya geçtik ve sonra, ilk defa yalnız kaldığımız ve sarayın zorunlu görgü kurallarını arkamızda bıraktığımız için, yeni Genel Vali uysalca kavuşturduğu kollarıyla bana doğru dönerek önümde eğildi.
“Deukalion,” dedi, “inan ki ben bu makamın peşinde değildim. Bana zorla verildi. Eğer kabul etmeseydim bunu başımla ödeyecektim ve senin yerine başka bir adam -senin düşmanın- Genel Vali olarak gönderilecekti. İmparatoriçe, kendi isteklerinin sorgulanmasına asla izin vermez.”
“Dostum,” diye cevap verdim, “kendi kanımdan olmayan kardeşim, tüm Atlantis’te ya da ona ait topraklarda yaşayanların arasında, makamımı devretmekten memnun olabileceğim başka hiç kimse yok. Yirmi yıl boyunca, önce eski kralın hükümdarlığı altında, sonra da bu yeni imparatoriçenin vekili olarak, Yucatan ülkesini ve onun ötesinde Meksika’yı yönettim. Ben kolonimi avcumun içi gibi bilirim. Onun bütün harika şehirleriyle, saraylarıyla, piramitleriyle ve insanlarıyla içlidışlı oldum. Ormanlarda canavarlar ve vahşi hayvanlar avladım. Yollar inşa ettim ve nehirleri nakliye yapabilecek hale getirdim. Sanatı ve el sanatlarını bir tüccar gibi destekledim; her gün üç kere, Tanrılar’a olan bağlılığımı kendi dudaklarımla tekrarladım. Hüküm sürdüğüm hem kötü hem de iyi yıllar boyunca sadece ülkemin refahı ve Atlantis’in güçlenmesi için uğraşıp ulusumu bir baba gibi sevdim. Onları sana miras bırakıyorum Tatho ve onların menfaatlerini kollaman için sana samimiyetle yalvarıyorum.”
“Ben, Deukalion’un işlerini Deukalion’un gücüyle devam ettirebilecek kapasitede biri değilim; ama için rahat olsun dostum, senin izinden harfiyen gitmek için naçizane elimden gelenin en iyisini yapacağım. İnan bana, ben bu göreve bin bir pişmanlıkla geldim; ama bunun sana bu kadar rahatsızlık vereceğini bilseydim senin yerini almaktansa ölmeyi tercih ederdim.”
“Burada yalnızız,” dedim, “resmi meclislerin formalitelerinden uzaktayız ve insan burada bir törene leke sürme korkusu yaşamadan kendi öz kişiliğini ortaya koyabilir. Senin gelişin çok ani oldu. Bir saat öncesine kadar, sen huzura kabul edilmeyi talep ettiğinde, ben daha uzun bir süre yönetime devam edeceğimi düşünüyordum ve şimdi bile hangi sebeple görevden azledilmiş olduğumu bilmiyorum.”
“Bildiride şöyle diyordu: ‘Sevgili Deukalion’umuzu halihazırdaki görevinden alıyoruz, çünkü onun gücüne kendi ülkemizde, Atlantis krallığımızda çok ihtiyacımız var.’”
“Bu yalnızca formalite.”
Tatho huzursuz bir şekilde odadaki duvar halılarına doğru baktı ve beni kendisiyle birlikte odanın ortasına doğru çekerek sesini alçalttı.
“Sanmıyorum,” diye fısıldadı. “İmparatoriçe’nin sana ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Şu anda sıkıntılı zamanlar yaşanıyor ve Phorenice, krallıktaki en yetenekli kişinin emre amade olarak elinin altında olmasını istiyor.”
“Gizlice dinleyenlerden korkmadan açık konuşabilirsin,” dedim. Burada her yanı bir adam boyu büyüklüğündeki masif taşlardan inşa edilmiş piramidin tam ortasındayız. Buradaki her taşın döşenme sürecini ben kendim denetledim. Hem burada, Yucatan’da, sizin eski dünya diplomasinizin inceliklerine sahip değiliz ve kimseyi gizlice dinlemeyiz, çünkü bunu yapmayı utanç verici addederiz.”
Tatho omuzlarını silkti. “Ben sadece kendi aldığım eğitime göre hareket ettim. Ülkemde boşboğazlık etmek, boş bir kafa demektir ve orada dedikodu yapmayı iş edinmiş insanlar var. Ama yine de sana şunu söylüyorum: Taht sallanıyor ve Phorenice sağlam desteklere ihtiyacı olduğunun farkında. Bu yüzden bu bildiriyi gönderdi.”
“Ama neden beni istesin? Benim gemiyle bu koloniye gelişimin üzerinden yirmi yıl geçti ve ben o günden sonra Atlantis’e bir defa bile dönmedim. O eski ülkenin politikasını çok az biliyorum. Okyanusun ötesinden bize gelen birtakım haberler burada fazla ilgi görmez. Yönetimin süresince senin de göreceğin gibi, Yucatan başka bir dünyadır sevgili Tatho; yeni çıkarlar, yeni insanlar ve daha niceleri. Burada bizim için Atlantis, sadece bir hayal ürünü, suların karşı kıyısındaki bir gölgedir. Ben bunca yıl yeni Yucatan dünyası için çalışıp çabaladım.”
“Keşke Deukalion, en azından muhteşem evladının başarılarından hayranlık duymaya yetecek kadar boş zaman bulan anavatanı Atlantis’in iyiliğini düşünmek için yönetim işlerinden bir parça zaman ayırabilse. Çünkü efendim, senin adın anavatanında sihirli bir kelime gibi anılıyor. Senle ben iki gençken, geçmişte yaşamış adamların dünyanın gördüğü en büyük insanlar olduğunu öğretmek üniversitede bir gelenekti; ama günümüzde bu öğreti artık değişti. Şimdi bir model ve örnek olarak Deukalion gösteriliyor. Anneler, sanki verebilecekleri en büyük doğum armağanı gibi, oğullarına Deukalion adını veriyor. Deukalion her gün kullanılan bir kelime gibi. Gerçekten, bilinirlikte ona yakın olan tek bir isim var.”
“Beni huzursuz ediyorsun,” dedim, kaşlarımı çatarak. “Ben görevimi hem görevin kendi hatırı hem de ülkenin hatırı için yapmaya çalıştım, herkesin sırtımı sıvazlayıp beni pohpohlaması için değil. Ayrıca, eğer birilerinin ağzında devamlı dolaşan isimler varsa onlar Tanrılar’ın isimleri olmalı, benim değil.”
Tatho omuzlarını silkti. “Tanrılar mı? Son yıllarda onlarla pek meşgul olmuyoruz. Modern bilimle birlikte eski Tanrılar’la bağlarımızı kopardık ve henüz hiçbir yeni Tanrı ortaya çıkmadı. Hayır, Yüce Efendim Deukalion, eğer senin rakibin olarak insanların dilinde dolaşan sadece Tanrılar olsaydı senin adın onlardan bin kat daha fazla bilinirdi.”
“Efendimiz yaşlı kral artık öldüğüne göre,” dedim, “insan isimleri içinde Atlantis’te önce bu yeni İmparatoriçe’nin adı gelmeli.”
“Kesinlikle öyle olacaktır,” diye cevapladı Tatho, ses tonunda sözlerinin arkasında daha fazlasını kastettiğini anlamamı sağlayan bir şey vardı. Onu mermer koltuklardan birine çektim ve samimiyetle ona doğru eğildim. “Şimdi ben, Yucatan’ın yeni Genel Valisi’ne değil, benim gibi Rahipler Klanı’nın bir üyesi olan, çok sayıda küçük yurt görevlerinde, mezralarda, köylerde, küçük kasabalarda, büyük kasabalarda yan yana çalıştığım, birlikte savaş tecrübesi kazandığım ve insanları yönetme sanatını öğrendiğim, büyük meşakkatle yüksek mevkilere eriştiğimiz eski dostum Tatho’ya konuşuyorum. Burada iki saatten daha az bir süre önce bana ait olan Tatho’nun özel mekânında konuşuyorum ve senden eskiden yaptığımız gibi her zamanki yalınlıkla bana cevap vermeni bekliyorum.”
Yeni Genel Vali tuhaf bir şekilde iç geçirdi. “Artık yalın kelimelerle nasıl konuşulacağını neredeyse unuttum,” dedi. “Bu son günlerde sözleri o kadar parlatır hale geldik ki alenen söylenen çıplak gerçekler çok kaba gelebilir. Ama bir zamanlar, bir samanlık sahibi olmak için bile yasalar üzerinde uzun süreler kafa yorduğumuz o eski yılların hatırına ve aynı şekilde şimdi de isyankâr bir şehrin kaderine dair yasalar üzerinde kafa yormak zorunda olduğumuzu düşünerek seninle yine açık konuşmaya çalışacağım, Deukalion. Söyle bana eski dostum, nedir sormak istediğin?”
“Bu yeni İmparatoriçe meselesi nedir?”
Tatho kaşlarını çattı. “Bunu soracağını tahmin etmeliydim,” dedi.
“O halde konuş. Yapılan tüm değişiklikleri anlat bana. Bu Phorenice, Atlantis’teki tahtını sallantıya sokacak ne yaptı?”
Tatho’nun kaşları hâlâ çatıktı. “Senin Güneş Tanrımız kadar dürüst olduğunu bilmeseydim sorularında bir şeytanlık olduğunu düşünürdüm. Phorenice, onun politikalarını kibarca övmek dışında, başka bir amaçla tartışmaya cesaret eden kişilere tahammül edemiyor.”
“İstersen bana bilgi vermeyebilirsin,” dedim, hafif bir ürpertiyle. Karşımdaki Tatho, benim yurdumdayken tanıdığım Tat-ho’dan farklı biri gibi görünüyordu; iş arkadaşım Tatho, Rahipler Koleji’nde benimle birlikte okuyan, pek çok şiddetli saldırıya benimle birlikte koşan, idaremiz altındaki halkların refahı için yapılan bütün zor işlerde benimle birlikte var gücüyle çalışan Tat-ho’dan farklıydı. Fakat ses tonumdaki değişikliği hemen fark edecek kadar hızlıydı.
“Beni eski halime dönmeye zorluyorsun,” dedi, yarım bir gülümsemeyle, “ama insanın son yirmi yıl boyunca öğrendiği ve seninle konuşurken bile ihtiyatlı olması gerektiği gerçeğini unutmak oldukça zor. Yine de geri kalanlarımıza ne olmuş olursa olsun, en azından senin değişmediğin açıkça görülüyor ve eski dostum, eğer istersen sana hayatım pahasına güvenmeye hazırım. Aslında, sen bana Phorenice hakkında bildiğim her şeyi anlatmamı istediğinde, tam da bunu istemiş oldun.”
Başımla onayladım. Bu, aramızda tam bir güvenin olduğu eski günlere benziyordu. “Tanrılar şimdi benim Atlantis’e dönmemi istiyor,” dedim, “ve ondan sonra neler olacağını sadece Tanrılar bilir. Ama bu Phorenice hakkında biraz bilgi edinmiş olarak onun bulunduğu kıyılara ayak basmanın bana çok faydası olurdu; çünkü şu anda onun hakkında, Avrupa ya da Orta Afrika’daki bazı yabaniler kadar bilgisizim.”
“Ne anlatmamı istersin?”
“Her şeyi anlat. Bildiğim tek şey, ülkenin eski kanunlarına göre bir erkeğin hükmetmesi gereken topraklarda bir kadın olarak onun saltanat sürdüğü; yasa, tüm yöneticilerin oradan seçilmesini şart koştuğu halde onun Rahipler Klanı’ndan bile olmadığı ve senin de dediğin gibi, tahtın sallanmasına sebep olduğu. O taht ki eski kral zamanında ebedi tepeler kadar sağlamdı, Tatho.”
“O zamandan beri tarih çok yol aldı ve Phorenice bundan yararlandı. Onun kökenini biliyor musun?”
“Sadece sana söylediğim kadarını biliyorum.”
“O, dağlardaki bir domuz çobanının kızıydı; ama kendini mucizevi bir doğum ve yetiştirilmeyle Tanrılar’ın kızı olarak ilan ettiği için, şimdi bunun fısıltısı bile yapılmıyor. Onun soyunu sorgulamanın kutsala karşı saygısızlık addedileceğini hükme bağlayarak dünyevi kökenini hatırlatacak her şeyin yakılmasını buyurduğu için asıl gerçeğin yerini masal aldı. Öğrenmek istediğin şeyi anlatarak sana ne kadar güvendiğimi görüyorsun Deukalion.”
“Bizim aramızda her zaman güven vardı.”
“Biliyorum ama bu kuşkulanma alışkanlığını kırmak, seninle bile zor. Yine de benimle işkence arasındaki inancını daha da ileriye götüreyim. Zaemon’u hatırlarsın, domuz çobanının olduğu eyaletin valisiydi, Zaemon’un karısı, Phorenice’i gördü ve onu evlat edinerek kendi kızı gibi büyütmek üzere alıp götürdü. Domuz çobanıyla karısının buna itiraz ettiği söylenir. Belki de ettiler, her neyse, onların öldüğünü biliyorum; Phorenice, sanat ve zarafet eğitimi aldı, ayrıca Rahipler Klanı’nın kızı olarak yetiştirildi.”
“Ama yine de o sadece evlat edinilmiş bir kızdı,” diye itiraz ettim.
“Yaşı küçükken ‘evlatlık olmak’ onun unutulmasını istediği bir şeydi,” dedi Tatho, kuru bir ifadeyle, “ve dileklerini gerçeğe dönüştürmeyi erken yaşlarda öğrendi. Daha on beş yaşına gelmeden, sadece hane halkının kadınlarını değil, Zaemon’u ve Zaemon’un ötesinde eyaleti de yönettiği dillerde dolaşır olmuştu.”
“Zaemon kültürlü biriydi,” dedim, “Tanrılar’ın sadık bir takipçisi ve yüksek gizemleri araştıran biriydi ama bir hükümdar olarak her zaman zayıf bir kişiydi.”
“Phorenice’in karşısına faydalı fırsatların çıkmadığını söylemiyorum; ama o da çok parlak zekâlı biriydi. Geldiği yere kıyasla kendini çok iyi yetiştirmiş olması son derece takdire şayandı. Onun durumunda olan kadınlardan binde biri bile soyağacına hiç aldırış etmeyen, güçlü kuvvetli bir köylünün karısı olmaktan öteye gidemezdi. Ama Phorenice’e bir bak, bir asker gibi talim yapmaya ve tüm savaş aletlerini kullanmaya hevesli biriydi. Sonra kimse nasıl ya da neden olduğunu tam olarak anlayamadan eyalette bir isyan patlak verdi ve işte o ufak tefek genç kız, Zaemon’un birliklerine liderlik eden biri oldu.”
“Ben onu tanıdığımda Zaemon, sahada alay konusu olan birine dönüştü.”
“Gerisini dinle. Phorenice isyanı ustaca bastırdı ve yenilenlere iki seçenek tanıdı: ya kılıçtan geçirilecek ya da onun emrine gireceklerdi. Hepsi derhal onun saflarına geçtiler ve o andan itibaren de ona sadık kaldılar. Sana bir şey diyeyim mi Deukalion, o kadında insanı büyüleyen, olağanüstü bir çekicilik var.”
“Karşımdaki insan, bunu fark etmiş gibi görünüyor.”
“Elbette fark ettim. Onu gören herkes büyüsüne kapılıyor. Ayrıca, açıkçası ben de ona âşığım ve buraya gelmemi iğrenç bir sürgün olarak görüyorum. Phorenice’e yakın olan herkes, zengin ya da fakir olsun, onu aynı şekilde sever; bir dakika sonra bir kapris yaparak onları idama gönderebileceğini bilseler bile.”
Galiba böyle bir şeyi küçümsediğimi belli ettim.
“Bizim zaafımızı hor mu görüyorsun? Sen her zaman güçlü bir adamdın, Deukalion.”
“Her halükârda benim hâlâ evli olmadığımı görüyorsun. Kadınların yapmacık hallerini ciddiye alacak zaman bulamadım.”
“Ah, ama bu kolonide yaşayanlar basit ve çekicilikten uzak. Saraydaki hanımları görene kadar bekle, benim sofu arkadaşım.”
“Hatırlıyorum,” dedim kuru bir sesle, “buraya gelmeden önce Atlantis’te yaşadım ve o zamanlar oradaki çoğu erkek kadar saray yaşantısını görmüştüm. Ben o zaman da evlenmeye hiç meyilli değildim.”
Tatho kıs kıs güldü. “Atlantis çok değişti, bugün görsen ülkeyi pek tanıyamazsın. Her şeyi, özellikle de karşı cinsi değiştiren yeni bir çağ başladı. Eski kralın zamanındaki kadınları çok iyi hatırlıyorum; ne kadar korkunç görüntüleri vardı, nasıl yürüyeceklerini veya kendilerini nasıl taşıyacaklarını neredeyse hiç bilmezlerdi, elbise seçimleri bile insanın içini acıtacak kadar kaba sabaydı. Yemin ederim ki bugün sizin Yucatan’daki kadınlarınız, bizim o zamanki kadınlarımızın olduğu kadar taşralı değil. Ama şimdi onları orada görmelisin. Enfesler. Ama İmparatoriçe’nin cazibesi hepsinin ötesinde. Ah Deukalion! Sen çok yakında, bu güzel günlerin birinde Phorenice’i tüm görkemli güzelliği ve ihtişamı içinde görecek ve dizlerinin üstüne çöküp tövbe edeceksin, inan bana.”
“Belki görebilirim ve belki (senin söylemine göre) hayatımın gidişatını değiştirebilirim. Tanrılar her şeyi mümkün kılar. Ama şu an için olduğum gibi kalıyorum, yani bekâr olarak ve bunun aksine hareket etmeye hiç niyetim yok. Dolayısıyla bu süre içerisinde, senin hikâyenin devamını dinleyeceğim.”
“Bu uzun bir başarı hikâyesi. Phorenice, Zaemon’u ismen ve resmen görevinden azletti, sonrasında haber yayıldı ve Rahipler Klanı büyük öfkeye kapıldı. Birbirine komşu iki eyalet valisi, onu esir almak ve idam etmek için güçlerini birleştirmeye karar verdiler. Zavallı adamlar! Emirlere uymaya çalıştılar ve beklendiği gibi ona saldırdılar. Gelgelelim Phorenice savaşta onlarla alay etti. Her ikisini de öldürdü ve birlikler arasında katliam yaptı. Hayatta kalan ve ona esir düşen mahkumlara her zamanki teklifini yaptı: ya kılıç ya da ona hizmet. Doğal olarak adamların seçim yapmaları çok uzun sürmedi; böyle sıradan insanlar için şu veya bu hükümdar pek fark etmiyor, sonuçta Phorenice’in ordusu güçlenmiş oldu.
“Üç kere onun üzerine askeri güç gönderildi ve o üç kere daha muzaffer oldu. Üçüncüsü en son çabaydı. Önceleri, birdenbire ortaya çıkan bu maceraperest kadını hor görmek alışılmış bir şeydi. Ama sonra rahipler, içinde bulundukları tehlikeyi fark etmeye başladılar; tahtın kendisi tehlikedeydi ve eğer onu ezmek istiyorlarsa ellerinden gelenin en iyisini ortaya koymak zorunda olduklarını anladılar. Eli silah tutan her adama kendilerine hizmet etmesi için baskı yapıldı. Bilinen her türlü savaş sanatının devreye sokulması emredildi. Atlantis’in o zamana kadar yetiştirdiği en büyük, en donanımlı ordu kuruldu ve Rahipler Klanı, başkomutan olarak bu ordunun başına kendi generalini koymayı uygun gördü: Tatho’yu.”
“Sen!” diye bağırdım.
“Ta kendisi, Deukalion. Ama bil ki buna şiddetle karşı koydum. O zamanlar ben Phorenice’e kulluk eden biri değildim. Sonraları bu yola girdiğimde (çünkü en yükseğe çıkmam için beni teşvik etmek istiyorlardı) Rahipler Konseyi, benim gelecekteki başarı şansıma dikkat çekti. Çok uzun zamandır bildiğimiz kral, hasta ve yorgun bir ihtiyardı; kendini tamamen dünya dışı gizemleri araştırmaya adamıştı ve onları yakından bilmenin sevincine o kadar kapılmıştı ki dünyevi meseleler artık onun için tiksinti verici hale gelmişti, her an ölmeye karar verebilirdi. Rahipler Klanı, yeni bir kralın seçiminde kendi takdirini kullanır; ama halkın hassasiyetine de dikkat eder, bu kritik zamanda büyük bir seferberlikten muzaffer olarak dönen, ayrıca sürekli silahların gölgesinde olmaktan bezmiş bir halkı kurtaracak olan bir general, o anda herkesin idolü olacaktır. Bunlar bana resmi olarak ve tüm konsey üyelerinin huzurunda anlatıldı.”
“Ne! Sana tahtı mı vaat ettiler?”
“Aynen öyle. Gördüğün gibi önüme sürülen yüksek bir hedefle bu işe girdim. Phorenice’i daha önce hiç görmemiştim, onu canlı yakalayacağıma ve askerliğim için alay konusu yapacağıma yemin ettim. O zamanlar kendi stratejime çok güveniyordum, Deukalion. Fakat o sıralar itimat ettiğim kadim Tanrılar, eskiydiler ve bana yeni bir şey öğretmediler. Ben ordumu, eski yoldaşlar olarak seninle birlikte öğrendiğimiz ve birçok çetin savaşta çok iyi sonuçlar veren yöntemlere göre çalıştırdım ve eğittim, onları o zaman bildiğimiz en seçkin silahlarla, sapan ve topuzla, yay ve mızrakla, balta ve bıçakla, kılıç ve alev toplarıyla silahlandırdım; vücutlarını metal plakalarla kapladım, midelerini bile düşündüm ve savaşan birliklerin arkasına sığır sürüleri kattım.
“Ama çarpışma ânı gelip çattığında, karşı tarafa verdikleri zarar ancak birer bostan korkuluğu kadardı. Phorenice, kendi zekâsıyla, iki ok menzili ötesine öldürücü mızraklar atan fırlatma boruları yapmıştı ve birliklerini yönetme şekli beni âdeta büyüledi. Bizi bir kanattan tehdit ederken, diğer kanattan tekrarlı hücumlarla yordular. Bu bizim alıştığımız gibi bir savaş değildi. Daha yeni, daha ölümcül bir oyundu bu ve ben muhteşem ordumun, dalgaların bir kum tepesini aşındırması gibi eriyişini izlemek zorunda kaldım. Hiçbir zaman onları yakın çarpışmaya zorlama şansım olmadı. Phorenice’in icat ettiği bu yeni taktikler, benim karşı koyma ya da anlama yeteneğimin ötesindeydi. Onun bir adamı, bizim sekiz adamımıza bedeldi ve bizim sıkışık düzen savaş tarzımız, askerlerimizin çok daha kolaylıkla katledilmesine yol açmıştı. Bir panik yaşandı ve kaçabilenler kaçtı. Benimse geri dönüp başarısız bir generali bekleyen görevden alınmayı kabullenmeye hiç niyetim yoktu. Orada, bulunduğum yerde dövüşerek ölmeye çalıştım. Ama ölüm gelmedi. Sonuncusu tam bir arbedeydi Deukalion.”
“Phorenice seni esir mi aldı?”
“Ben diğer üç kişiyle sırt sırta vererek bir ölüm çemberinin ortasında durdum ve bizi saran düşman çemberi gittikçe daralıyordu. Alay ederek üstümüze gelmelerini söyledik. Göğüs göğse bir çarpışmada kendimizi koruyabildiğimizi onlara daha önce göstermiştik, bu yüzden güvenli bir şekilde bizi uzaktan vurabilecekleri fırlatma borularına ihtiyaçları vardı. Sonra Phorenice çıkageldi. ‘Siz ne yapıyorsunuz böyle?’ diye sordu adamlarına. ‘Size karşı gelen Efendi Tatho’yu öldürmeye çalışıyoruz,’ dediler. ‘Demek Tatho bu, öyle mi?’ dedi Phorenice. ‘Gerçekten de boylu poslu, gösterişli bir adam ve görünüşe bakılırsa eski usule göre çok iyi bir savaşçı. Daha yeni yöntemleri öğrenecek kapasitede biri olduğuna şüphe yok. Şimdi bak Tatho,’ dedi, ‘benim yendiğim insanlara ya kılıç (ki inan bana, şimdiye kadar boynuna hiç bu kadar yakın olmadı) ya da sancağımın altında bana hizmet etme seçeneği vermek gibi bir âdetim var. Bir seçim yapacak mısın?’”
Ona dedim ki: “Gördüğüm en adil kadın ve dünyaya gelmiş en iyi komutan olarak, niteliklerinle fena halde aklımı başımdan aldın; ama bizim Klanımız’da bir gelenek vardır, yediğimiz ekmeği verene her zaman sadık kalırız. Ben hâlâ Kral’ın adamıyım ve sana hiçbir şekilde hizmet edemem.”
“‘Kral öldü,’ dedi. ‘Bir ulak haberi daha yeni getirdi, yani bu karar tamamen sana kalıyor. Ben İmparatoriçeyim.’”
“Seni kim İmparatoriçe yaptı?” diye sordum.
“‘Bana bu savaşı kazandıran ve en kudretli olan el,’ dedi. ‘Gördüğün gibi, bu kudretli bir el ve eğer ona hizmet etmeyi seçersen aynı zamanda nazik bir el de olabilir. Kral öldüğüne göre, artık Tatho’nun bir efendisi yok. Tatho, kadın bir efendi ister mi?’”
“‘Senin gibi şanlı bir kadın olunca, evet,’ dedim. O andan itibaren, Deukalion, ben onun kölesi oldum. Ah, kaşlarını çatabilirsin, eğer istersen bu koltuktan kalkıp gidebilirsin. Ama senden şunu istiyorum: Phorenice’in sıcak ve güzel varlığını kanlı canlı görene kadar benim hakkımda kötü bir hüküm vermeyi ertele eski dostum. O zaman kendi kulakların ve kendi duyuların, bana olan eski saygını sana tekrar kazandırmak için bana avukatlık edeceklerdir.”
İkinci Bölüm
ATLANTIS'E DÖNÜŞ
Tatho’nun sözleri o gece uykumu kaçırmıştı. Kendimi Yucatan’daki yönetimime biraz fazla kaptırmış olduğum ve anayurdum Atlantis’te geçen olaylardan daha fazla haberdar olacak bir yol bulmaya çalışmadığım için hata yaptığımı düşünmeye başladım. Geçen uzun yıllar boyunca, oraya gemiyle gidip gelen denizci halkın konuşmalarının kısıtlandığını ve ancak İmparatoriçe’nin hoşuna giden ve sınırların ötesine sızmasına izin verdiği haberlerin konuşulduğunu fark etmiştim artık. Fakat dediğim gibi, ben kendimi tamamen kolonideki işlerime vermiştim ve onun üzerine kasıtlı olarak çekilen örtüyü kaldırmak gibi bir niyetim de hiç olmamıştı. Ayrıca amirlerinden sessizlik emri alan adamlardan, sırf özel merakım yüzünden bu emirlere karşı gelmelerini isteyerek onlara işkence etmek, her zaman benim prensiplerime aykırıydı.
Fakat bizim Rahipler Klanımız’ın sıkı disiplini, bana hiçbir prosedür seçeneği tanımamıştı. Alışılmış olduğu gibi, bir anlık bir bildiriyle görevimden mahrum edilmiştim. O andan itibaren tüm belgeler ve otorite, halefim olan kişiye devredilmiş ve nezaket icabı daha biraz öncesine kadar benim olan piramitte bir gece daha güneş doğana dek misafir olarak kalmama izin verilebilecek olmasına rağmen, bölgeyi en hızlı şekilde terk etmem ve ivedilikle Atlantis’te hazır bulunmam emredilmişti.
Tatho, hakkını vermek gerekir ki, benim çıkarlarımı kendi gücü dahilinde sonuna kadar korumak için çabalıyordu. Şafaktan önce yine yanımdaydı ve tüm kaynaklarını benim emrime sunmuştu.
Ondan isteyeceğim tek bir şey vardı. “Beni eve götürecek bir gemi,” dedim, “ve bu sana borcum olacak.”
Bu istek onu şaşırtmış gibiydi. “Eğer istiyorsan kesinlikle olur. Ama benim gemilerim uzun yolculuk için çok berbat ve karina edilmeye muhtaç. Onlara binersen Atlantis’e çok yavaş bir yolculuk yaparsın. Neden kendi donanmanı kullanmıyorsun? Gemiler şimdi limanda, biz gelirken onları orada gördüm. Hem de çok gösterişli gemiler.”
“Ama onlar benim değil. Donanma Yucatan’a ait.”
“Ama Deukalion, Yucatan sensin ya da daha doğrusu, dün öyleydin ve önceki yirmi yıl da.”
Onun ne demek istediğini anlıyordum; ama bu fikir hoşuma gitmedi. Gemilerin özel tüccarlara veya devlete ait olduğunu yeterince sert bir şekilde belirterek on kürekli bir kadırga bile talep edemeyeceğimi söyledim.
Tatho omuzlarını silkti. “Kendi prensiplerini en iyi sen bilirsin, sanırım,” dedi, “ama bana göre, senin ve benim gibi bir mevkiye ulaşmış adamların kendine ait güçlü bir deniz filosu hazırlamamış olması çok riskli bir durum gibi görünüyor. Hiç kimse ne zaman bir geri çağrılma emri alacağını asla bilemez ve bu önlemlerin alınmaması yüzünden, bir yaşam boyu edinilen kazançlar yarım günde rahatlıkla kaybedilebilir.”
“Benim kendim için bir korkum yok,” dedim, soğuk bir ifadeyle.
“Elbette yok, çünkü arkadaşın olduğumu biliyorsun. Ama bu genel valilik makamına başka bir adam atanmış olsaydı ne yazık ki elindeki her şey giderdi, Deukalion. Sıraya dizilmiş o sandıkların içinde hazır bekleyen, saklı bir defineye karşı koyabilecek pek fazla adam yoktur.”
“Tatho, efendim,” dedim, “açıkça görüyorum ki senle ben epeyce farklı görüşler geliştirmişiz. Benim bu kolonide kendim için sakladığım tüm malım mülküm, birkaç kişiden başka kimsenin gıpta etmeyeceği kadar önemsiz. Şu anda üzerimde gördüğün eski giysiler ile içinde mideme iyi gelen bir ilacın olduğu bir ilaç kutum var. Ayrıca üç köleye sahibim, ikisi kâtip, üçüncüsü ise yiyeceklerimi pişiren ve banyomu hazırlayan, sağlam yapılı, yabani bir Avrupalı. Burada hizmet ettiğim yıllar boyunca geçimim için devletten sadece bir asker istihkakı dışında hiçbir şey almadım ve eğer Yucatan’da herhangi bir adam benim adıma herhangi bir kuldan on gram bronz kadar bile bir para almışsa senden bana son bir hizmet yapmanı, o adamı benim için bir yalancı ve hırsız olarak astırmanı rica ediyorum.”
Tatho bana ilgiyle baktı. “Sana büyük bir hayranlık mı duymalıyım yoksa acımalı mıyım ya da şaşırmalı mıyım yoksa küçümsemeli miyim, bilmiyorum. Biz orada, Atlantis’te, senin dürüstlüğün, sertliğin ve adaletin hakkında çok şey duyduk; ama kadim Tanrılar’a yemin ederim ki hiç kimse, senin huylarını bu kadar ileri götüreceğini tahmin etmemiştir. Peki ama neden be dostum, para güç demektir. Para ve paranın satın alabileceği kaynaklar sayesinde hiçbir şey senin gibi bir insanı durduramaz. Oysa para olmadan, en küçük bir terslikte tökezleyip düşer ve geri dönülemez şekilde ayaklar altında ezilirsin.”
“Kaderimi ancak Tanrılar belirler.”
“Muhtemelen; ama ben kendi kaderimi kendim belirlemeyi tercih ederim. Sana dürüstçe söyleyeyim ki ben buraya senin genel valilik için belirlemiş olduğun modeli takip etmek için gelmedim. Yucatan’ı akıllıca ve elimden gelen en iyi şekilde yöneteceğim; ama bunu ayrıca Genel Vali Tatho’nun yararı için de yapacağım. Buraya sekiz gemilik donanmamı ve özel korumamı da getirdim. Ayrıca karım ve onun bakıcı kadınları ile köleleri de var. Hepsinin ihtiyaçlarının karşılanması gerekiyor. Hem sahiden, neden başka türlü olsun ki? Bir halk yönetilecekse hükümdarları için cömertçe para ödemeleri, onlar adına bir şeref olmalı.”
“Bu konuda anlaşamayacağız. Artık güç senin elinde ve onu istediğin gibi kullanabilirsin. Eğer herhangi bir faydası olacağını düşünseydim, senin emrin altındaki bu insanları vergilendirmeye sıra geldiğinde, bunu hoşgörülü bir şekilde yapman için naçizane yalvarırdım. Onlar benim için çok değerli.”
“Seni kendimden tiksindirdim ve bunun için çok üzgünüm. Ama senin -düşüncesine dünyadaki bütün adamlarınkinden daha çok değer verdiğim kişinin- benim hakkımdaki iyi düşüncelerini geri kazanmak için bile Deukalion, burayı senin daha önce yaptığın gibi yönetemem. İstesem bile imkânsız bu. Başka insanları kendi güçlü standartlarına göre yargılamamalısın. Tatho, hiçbir zaman Deukalion gibi dev bir abide olamaz. Hem benim bir karım ve çocuklarım var, kendimi ihmal etsem bile onların ihtiyaçlarını karşılamam gerekiyor.”
“Ha, tamam,” dedim, “yani görünüşe göre, ben aslında böyle bir avantaja sahibim. Bana köstek olacak bir karım yok.”
Sözüme hemen karşılık verdi. “Bana göre, senin hayatı yaşamaya değer kılan hiçbir şeyin yok. Makamınla orantılı olarak ne karın ne çocuğun ne servetin,ne aşçıların ne çevrende bir maiyetin ne giysilerin ne de başka bir şeyin var. Bunu söylediğim için beni bağışla eski dostum; ama bazı konularda can sıkacak kadar cahilsin. Örneğin nasıl yemek yenileceğini bilmiyorsun. Ben çok usandırıcı bir yolculuğun her günü, şu anda da gene yoksun kaldığım gibi gemideki yetersiz yiyeceklerin başına her oturduğumda bu kıtlık, Deukalion’un karşılama ziyafetinde fazlasıyla telafi edilecektir diye kendi kendime yemin etmiştim. Ah, bu ziyafetin bugüne kadar gözlerimin önüne gelen en canlı şeylerden bir tanesi olduğunu sana söyleyeyim. Ama sonra gerçeğe döndüğümüzde, bir de ne gördük? Oysa taşralı bir çiftçi bile sofrasında her gün çok daha lezzetli yemeklerin başına oturuyordur. Bana onların nasıl hazırlandığını sen söyledin. Yani senin yabani Avrupalı adamın güçlü kuvvetli ve şans eseri sadık olabilir; ama işin doğrusu berbat bir aşçı. Tanrılar! Ben seferberlikte bile bundan çok daha iyi durumdaydım.
“Buranın bir koloni olduğunu ve evdeki gibi inceliklerin olmadığını biliyorum; ama eğer gelecek günlerde ormandaki geyikler, nehirlerdeki balıklar ve buranın diğer kaynakları şimdiye kadarkinden daha iyi kullanılmazsa, bir hükümdar olarak daha iyi yemek pişirilmesini teşvik etmek için mutfak personelinin bir kısmını canlı canlı yağda kızartmayı şahsen görev bileceğim. Tanrılar! Deukalion, sen damak tadının ne olduğunu unuttun mu? Ayrıca kendi itibarına karşı hiç saygın yok mu? Yahu, şu giysilerine bir bak. Bir sığır çobanı gibi giyinmişsin ve seni parlatacak bir ziynet ya da mücevherin yok.”
“Ben ancak,” dedim soğuk bir sesle, “açlık beni dürttüğü zaman yemek yiyorum ve bu giysiyi, iyice eskiyip yıpranana ve değiştirilmesi gerekene kadar üzerimde taşıyorum. Haddinden fazla yemekle doldurulmuş bir ziyafet sofrasının kabalığı ve kadınlar gibi bir sürü giysiye sahip olmak, benim düşüncelerimle hiç bağdaşmayan kazanımlar. Ama bence burada yeterince uzun konuştuk ve bir anlaşmaya varma şansımız çok az. Sen bunca yıl içinde değişmişsin Tatho ve belki ben de değiştim. Bu değişiklikler zaman ilerledikçe insanın benliğine fark etmeden yapışıyor. Biz şimdi, şu andaki mevcut farklılıklarımızı unutarak ve sadece yirmi yıllık dostluğumuzu hatırlayarak ayrılalım. Benim için o dostluk her zaman, aklıma her geldiğinde bende hoş tatlar bırakan anılarla dolu.”
Tatho başını öne eğdi. “Öyle olsun.”
“Yine cömertliğine sığınarak senden kendim için o gemiyi talep edeceğim. Şafak neredeyse sökmek üzere ve burada bu kadar uzun süre hüküm süren bir adamın, azledildikten sonra, sabah gün ışığında sokaklarda yürümesi uygun olmaz.”
“Öyle olsun,” dedi Tatho. “Benim küçük donanmamı alacaksın. Benden çok daha büyük bir şey istemeni dilerdim.”
“Donanmanı değil Tatho, sadece küçük bir gemi istiyorum. İnan bana, daha fazlası israf olur.”
“Şimdi bak,” dedi Tatho, “burada biraz despotluk edeceğim. Ben şimdi buranın genel valisiyim ve bu konuda kendi istediğimi yapacağım. Sen tüm malını mülkünü geride bırakıp dımdızlak gidebilirsin, ona karışamam. Ama Atlantis’e yanında refakatçiler olmadan gitmek, işte bunu yapamazsın.”
Böylece seçim benim dışımda yapıldığı için, Tatho’nun kendi özel gemisi Bear’a binerek ona eşlik eden donanmanın diğer gemileriyle sonunda yolculuğumu tamamladım.
Fakat başta denize hemen açılamamıştık. Gemiler, kumanyaları boşalmış ve mürettebatı bitkin bir vaziyette, iç limanın taş rıhtımlarına demirlemiş olarak duruyordu ve onları bu şekilde hemen tekrar denize açılmaya zorlamak intihar olurdu.
Sonra nezaket formaliteleri, benim kaldığım geminin yanında tamamlandı ve gemi giriş havzasına çekilerek geçiş yolunun dalgaları arasına demirledi, ona ve eşlik eden gemilere, kıyıdan odun, su, kurutulmuş et ve balık alındıktan sonra, gerekli tüm bakımlar yapılarak erişilebilecek en yüksek hızla yola çıkıldı.
Bu benim için yirmi yoğun yıldan sonra ilk defa işe ara vererek dinlenme zamanı bulmam demekti. Emek verdiğim ülkeyle bir daha başka bir bağlantım olmadı. Zaten gerçekten de resmi olarak onu terk etmiştim. Geminin işleyişine yönelik herhangi bir inceleme yapmam veya ilgi göstermem kurallara aykırıydı; çünkü tüm deniz meseleleri, kraliyet patentiyle güvence altına alınan ve büyük bir titizlikle korunan Denizciler Loncası’nın özel mülkiyeti altındaydı.
Bu yüzden bana kalan günüm süresince (eğer istersem) saatler boyu önümde uzanan muhteşem şehrin rıhtımlarına, limanlarına, saraylarına ve temellerinden itibaren üst üste konulan taşlarla birlikte yükseldiğine tanık olduğum piramitlerine bakıyordum ya da duvarların arkasındaki otlakları ve ekili toprakları seyrediyor, bölgemizi büyük zahmetlerle tarla tarla sökerek almış olduğumuz, gerideki sık ormanlara özlemle bakıyordum.
Tatho bu kadar sağlıklı başlamış bir işi devam ettirebilir miydi? Onun bencil sözlerine rağmen buna güveniyordum. Ayrıca ben, Güneş Tanrımız’dan yansıyan parlak ışıkların ya da gecenin yıldızları altında geçen günün her saatinde, bizlerin Rahipler Klanı’nda hiçbir kitap veya alet, görüntü veya tapınak yardımı olmaksızın üzerinde kafa yormak için zihinlerimizin eğitildiği yüksek gizemlerle ilgili araştırmalarımı sürdürmekte serbesttim.
Donanmanın yeniden hazırlanması süratle gerçekleşmişti. Dediklerine göre, denizaşırı yolculuklara çıkan gemiler için hiçbir zaman bu kadar hızlı bir şekilde yeni erzak tedariki yapılmamış, bu kadar çabuk kalafat edilmemiş ve yeni personel takviyesi alınmamıştı. Gerçekten de gemilerin limana çekildikleri günden, duvarların ötesine geçip okyanusun geniş vadileri boyunca dere tepe düz giderek doğuya doğru yolculuğa başlamaları, bir aydan fazla sürmemişti.
Bu uzun deniz yolculuğu için temin edilmesindeki zorluklar nedeniyle kürek çeken Avrupalı köleler alınmamıştı; çünkü modern insanlık, kıtalarındaki geleneğe göre, onların birbirlerini yemelerine izin verilmesini yasaklıyordu ancak yedekteki yelkenler tek başına yetersiz kalıyordu. Gerçi modern bilim, önü bulutlarla kapalı olmadığı zaman güneşten nasıl güç alınacağını göstermişti ve (bir şekilde denizciler tarafından gizli tutulan) bu iş, geminin ön tarafından deniz suyunun içeri çekilerek rüzgâr ters yönden esse bile gemiyi fark edilir derecede ileri itebilecek kadar bir güçle kıç tarafından dışarı püskürtülmesiyle yapılıyordu.
Denizcilik, bir başka konuda da büyük bir gelişme göstermişti. Artık, yön bulmak için (kara görüş menzili dışındayken) eskiden olduğu gibi büsbütün yıldızlı bir geceye güvenmek gerekli değildi. Her geminin ön tarafına, dengede duracak şekilde bir kolu ileriye uzanmış ve sürekli gökteki Güneyhaçı takımyıldızının bulunduğu yönü gösteren, küçük bir heykel yapılmıştı. Böylece bir açı ayarlamak suretiyle, geminin rotası doğru olarak saptanabiliyordu. Okyanusun sularında doğru bir pozisyon bulmak için başka aletler de vardı; çünkü yeni bir denizcinin Tanrılar’a olan güveni, denizdeyken çok azdır ve büyük oranda kendi kas gücü ile zekâsına güvenir.
Her şeye rağmen, modern günlerde bile bu kapkara adamların oradan ayrılırken liman şehriyle son defa vedalaşmalarını görmek eğlencelidir. Malzemeler yüklenip gemi denize açılmaya tamamen hazır olduğunda, onlar da yıkanıp en gösterişli elbiselerini giyerler. Dindar yüzlerinde ciddi bir ifadeyle karaya çıkarlar ve Tanrı’nın kıyı halkıyla fazla iç içe olmadığı, gözden uzak tapınaklar ararlar; burada gürültü patırtı içinde savurgan harcamalarla kurban keserler. En sonunda, Tanrı’nın onuruna bir ziyafet verilir ve ardından gemiye geri dönülür; hepsi oburlukları ve diğer aşırılıklarıyla ağırlaşmış, çoğunlukla sarhoş bir halde somurtarak denize açılırlar.
Yolculuk, benim önceki deniz yolculuğumdan çok farklıydı. Kıyılarla teması kesmeden ve ürkek bir halde emekler gibi yavaş yavaş gitmiyorduk. Açık körfezin sularında dosdoğru yurdumuzun istikametine doğru ilerledik ve karşımıza çıkan Karayip Adaları şeridinin içinden, sanki denizyolunu işaretlemek için oraya konulmuş yön levhalarının arasından geçer gibi güvenle geçtik; odun, su ve meyve tedariki için sadece iki defa durduk. Bu emtialar da yabanilerin bize ücretsiz olarak getirdikleri şeylerdi ve itaatleri o kadar büyüktü ki hiçbir yerde bir kavga belirtisi bile olmadı. Bu, Atlantis’in ve onun en güzel denizaşırı kolonisinin büyüyen gücünün en büyük göstergesiydi.
Sonra yönümüzü bulmakta bize yardım etmeleri için Tanrılar’a hiçbir kurban sunmaksızın, cesaretle ötelerdeki uçsuz bucaksız okyanusa açıldık. Kimileri bu kaba saba denizcileri Tanrılar’a saygısızlık ettiği için kınayabilir ama bu adamların olağanüstü yetenekleri ve özgüvenleri karşısında onlara hayranlık duymadan edemezdi.
Issız denizin tehlikeleri, Tanrılar’ın kendi isteklerine göre belirlenir ve insan, onları sadece olduğu gibi göğüslemek dışında bir şey yapamaz. Fırtınalarla karşılaştık ve denizciler onlara karşı inatçı bir dirençle savaştı, gökten tıslayarak tam yanımıza iki defa yanan bir taş düştü; ama gemilerimizden herhangi birine zarar vermedi ve kaçınılmaz olarak büyük deniz canavarları, alışılagelmiş vahşetleriyle üzerimize saldırdılar. Ne var ki bu son saldırıların sadece bir tanesinde maddi kayıp yaşadık; o da büyük deniz kertenkelelerinden üçünün, benim seyahat ettiğim Bear adındaki gemiye aynı anda saldırmaları sırasında oldu.
Onların saldırıya geçtiği saat, yakıcı sıcaklıkta bir öğle vaktiydi ve güneş gücünün doruğunda olduğundan makinelerimiz ondan tam güç alıyordu. Gemi, kuru bir arazide yürüyen bir adamın yürüyüşünden biraz daha hızlı ilerliyordu. Ancak bu hız, yaratıklar onu gördüğü zaman geminin kaçabilmesi açısından yerinde saymaktan farklı değildi. Dediğim gibi üç taneydiler ve onları ufkun kavisinden ortaya çıktıklarında gördük, geniş yüzgeçleriyle denize çarptıkça köpükler çıkararak ve yüzerken uzun boyunlarını gemi direği gibi sallayarak bize doğru geldiler. Donanmamızın gemileri uzun, düz bir hat şeklinde yol alıyordu ve eski günlerde canavarların her biri, kendine ayrı bir av seçerek onun peşinden giderdi. Bununla birlikte sanki insanlar gibi bu canavarlar da savaşın gerektirdiği taktikleri öğrenmişti ve şimdi toplu halde avlanıyor, güçlerini bölmüyorlardı.
Gemimize doğru geldikleri aşikârdı ve kaptan Tob, onların saldırısından korunayım diye muhtemelen beni kıç kasaraya götürecekti ve orada güvende olacaktım. Bana, Efendi Tatho’ya karşı benim güvenliğimden sorumlu olduğunu söyledi; bu canavarların, karınlarını doyurmak için gemi mürettebatından bazılarını ele geçirmeyi başaracakları kesindi ve eğer bunlardan biri, tesadüfen Efendi Deukalion olursa o zaman kaptan, sonradan Tatho’nun elinde çok acı bir ölümle can vermektense kendini canavarlara gönüllü olarak vermeye razıydı.
Gelgelelim, ben kafama koymuştum. Bir adam, ister insan ister canavar olsun, düşmanlarla savaşmak için asla çok fazla deneyime sahip olamazdı; bu yaratıkların saldırısı benim için yeni bir şeydi ve ben bunun yöntemini öğrenmeye yürekten istekliydim. Bu yüzden kaptana, Tatho’ya yazdığım ve meselenin nasıl olduğunu anlatan bir mektup verdim (bu kaba arkadaşın bunun için biraz minnettar olduğu söylenebilirdi) ve tentenin altındaki sandalyemde oturmaya devam ettim.
Canavarlar, ısırmaya hazır çeneleriyle birden son hızla üzerimize geldiler ve tüm gemiciler silahlarıyla savunma pozisyonuna geçtiler. Geminin iki yanına geçen canavarlardan, daha küçük olan iki dişi geminin bir kanadından, dev boyuttaki erkek de diğer kanattan gemiye çıktı. Kocaman kafalarıyla neredeyse yelkenleri tutan seren direğine kadar yükseliyorlardı ve onlardan gelen pis koku, insanın midesini bulandırıyordu.
Gemiciler aslan gibi bir cesaretle canavarlara karşı koydular. Oklar, pürüzsüz ve boğa derisi kadar kalın derilerine karşı faydasızdı. Üzerlerine püskürtülen alevler, derilerini yakmıyordu bile; saldıran bir kafayı, ancak aynı anda vurulan yirmi balta darbesi geri püskürtebiliyordu ve bunlar da sadece metalin ağırlığı nedeniyle başarılı oluyor, bir yara izi bile bırakmıyordu.
Canavarlar, dünyaya hâkim olma konusunda her zaman insanlarla çatışmışlar ve yalnızca Atlantis, Mısır ve Yucatan’da insanlar kendi üstünlüğünü koruma cesareti göstermiş, onlara karşı kararlı bir güçle savaşarak önceki birçok savaştan zaferle ayrılmışlardı. Avrupa ve Orta Afrika’daki daha büyük canavarlar, tam hâkimiyete sahiptiler ve insanlar, hem sayılarının hem de güçlerinin azlığını kabul ederek kuytu arazi oyuklarında ve ağaç tepelerinde, aleni bir şekilde kaçak olarak yaşıyorlardı. Büyük okyanuslardaki canavarlar, denizlerin önü alınmamış efendileriydiler.
Buradaki, bu ıssız denizdeki dev kertenkeleler benim için yeni olmasına rağmen, yine de kendi savaş bilgimi onların vahşi güç ve cesaretlerine karşı yarıştırmak keyifliydi. İlk insanlar büyük denizlere açıldıkları günden beri, canavarlara karşı umutsuzca karşı koyarak savaş yeteneklerini geliştirmişlerdi. Bir korkak gibi ambarda saklanmanın bir faydası yoktu; çünkü eğer bu düşman tıkınmak için güvertenin üstünde kimseyi bulamazsa, yüzgeçleriyle gemiyi parçalar ve böylece herkesi öldürebilirdi. Bu yüzden ne kadar umutsuzca olursa olsun savaşa devam etmek gerektiği ve ancak canavarlar avlarını alarak tatmin olmuş bir halde uzaklaşıp gittikleri zaman buna son verilebileceği herkesçe kabul ediliyordu.
Ben de aynı şekilde, kendimi tek taraflı bir iç çatışma içinde buldum ve kas gücümü harekete geçirmemin verdiği keyfi bir kere daha hissettim. Fakat baltamla indirdiğim düzinelerce güçlü darbenin ardından onlara verebildiğim tüm zarar, ancak bir şehrin surlarına ya da belki Gizemler Gemisi’nin kendisine verilebilecek bir zarar kadardı; ben de bir mızrak buluncaya kadar etrafımı araştırdım ve onu bulmak, oyunun seyrini tamamen değiştirdi.
Bu kertenkelelerin gözleri küçüktü ve kemikli, derin oyuklara yerleştirilmişti. Öyle olunca ben de gözlerinin zayıf noktaları olduğuna karar verdim ve saldırılarımı canavarın gözlerine yönelttim. Güverte, canavarlardan akan iğrenç, sümüksü maddelerden dolayı kayganlaşmıştı. Mürettebat var gücüyle savaşıyor ve dahası, kaptan Tob’un tehditleri nedeniyle kendilerini önüme siper ediyorlardı. Fakat ben, mızrağımla onları birkaç kere sertçe dürtükleyerek kendi irademin çiğnenmesini istemediğimi gösterdim ve o zaman, önümde manevra için bana yer açıldı.
Kendimi kasten kertenkelelerden birinin görüş alanına soktum ve vücudumu onun saldırısına sundum. Meydan okumam kabul edildi. Yaratık, düşen bir kaya gibi hızla üzerime saldırdı ve dönüp mızrağımı onun sulanmış gözüne sapladım.
O an, mızrağı tam hedefe saplamanın benim için içgüdüsel bir beceri haline gelecek kadar iyi eğitilmiş olduğum için Tanrılar’a şükrettim. Mızrağın ucu, canavarın tam gözüne saplanarak sıkıştı ve sap kısmı kırılıp elimde kaldı. Kör olan canavar böğürerek geri çekildi ve acı içinde, yüzgeçleriyle denizi dövmeye başladı. Onun büyük bir köpük dalgasının ortasında, uzun boynunu arkaya doğru bükerek (gözündeki mızrakla birlikte) başını sırtına sürtmeye çalıştığını gördüm, böylece acısı daha da artsa da mızrağı yerinden oynatamadı. Ardından, bunun boşuna bir çaba olduğunu anlayarak olağanüstü bir hızla gelmiş olduğu yere doğru uzaklaştı ve süratle ufka doğru küçülüp gözden kayboldu.
Erkek ve diğer dişi kertenkele de bizi terk etmişti, ama onların gidişi aynı sebepten değildi. Kendimi azimli bir şekilde tehlikeye attığımı gören Kaptan Tob, diğer ikisinin çenelerinin arasına kasıtlı olarak birer denizci sıkıştırmış ve onların doymasını sağlayarak gitmelerini mümkün kılmıştı. Tob’un benim başıma bir şey gelmesi halinde kendi canından olmaktan çok korktuğu açıktı ve Tatho’nun, benim güvenliğim için duyduğu nazik endişe yüzünden savurduğu tehditleri düşünmek içimi ısıttı. Eski dostların bu küçük detayları ihmal etmemesi hoş bir şeydi.
Üçüncü Bölüm
RAKIP BIR DONANMA
Artık Atlantis’in kıyılarına yaklaşmıştık. Tob, her ne kadar modern aletlerinin yardımıyla, karayı muhteşem bir maharet ve isabetle bulmuş olsa da başkent büyük Atlantis şehrinin yer aldığı körfeze gelene kadar rotamızı izlemeye devam ederek daha on günlük bir yolculuk yapmamız gerekiyordu.
Karanın görüntüsü ve esintinin oradan bize doğru getirdiği toprak ve yeşillik kokusu, inanıyorum ki Tanrılar’ın emriyle, hepimizin hayatını kurtarmaya yarayan vesilelerdi. Çünkü okyanus aşırı uzun yolculuklarda, kaçınılmaz olarak gemilerimizdeki tayfaların bir çoğu ölmüştü ve bir kısmı da doğal olmayan çalkantı yüzünden iskorbüt hastalığına yakalanmış ya da (bazılarında olduğu gibi) gemideki doğal olmayan gıdaların ayrılmaz parçası olan tuzdan dolayı hastalanmışlardı. Fakat çaresiz kütükler gibi kamçı darbeleri altında bile hareket edemeyen bu sonuncu gruptakiler, karanın görüntüsü ve kokusuyla olağanüstü bir şekilde canlanmışlar, tekrar gemi işlerine yardım edebilecek ve (yeri geldiğinde) hem hayatları hem de gemileri için cesurca savaşacak kadar canlanmışlardı.
Yucatan’da görevden azledildiğim andan bu yana, Tatho’nun verdiği güvencelere rağmen Atlantis’te ne şekilde karşılanacağım konusunda şüphelerim vardı. Fakat yüzleşeceğim bu olay için endişe etmeyecektim, çünkü bu Tanrılar’ın elindeydi. İmparatoriçe Phorenice, yeryüzündeki en yüce varlık olabilir, karaya ayak bastığım anda kellemi omuzlarımdan ayırtabilirdi. Öte yandan Güneş Tanrım, Phorenice’in üzerindeydi ve eğer başım kopup düşecekse Tanrım bunun böyle olmasını uygun gördüğü için olacaktı. Bu yüzden, ne olursa olsun, yolculuk boyunca bu konuyu kendime dert etmedim ve yüksek gizemlere dair sakin çalışmama açık bir zihinle devam ettim.
Fakat donanmamız, izlediği rotada yeterince ilerleyerek iç sulara girişi işaret eden iki büyük buruna ulaştığında, başkent Atlantis’ten en az iki günlük uzaklıkta olan ve orada bizi karşılamak üzere beklediği şüphe götürmeyen bir başka donanmayla karşılaştık. Gemiler, onlara sığınak görevi yapan bir koyda demir atmışlardı; ama yukarıdaki yüksek arazide, yaklaştığımızı alarm vererek onlara bildiren bir keşif birliği vardı ve burnu döndüğümüz zaman gemilerin geçişimizi engelleyecek şekilde sıralandıklarını gördük.
Bizden geriye şimdi beş gemi kalmıştı, diğerleri ya fırtınalarda kaybolmuş ya da tüm mürettebatı iskorbütten öldüğü için arkada kalmışlardı, yabancılarda ise üç tane güzel gemi ve çok sayıda küreği olan üç kadırga vardı. Hepsi de temiz, parlak ve siyah renkliydiler; bizim gemilerimiz ise fırtınadan hasar görmüş, hava şartlarından yıpranmış haldeydi ve altları, dolanmış yosunlar yüzünden çok kötü vaziyetteydi. Bizim gemilerimizde Tatho ve Deukalion’un renklerini ve sembollerini belirten flamalar, apaçık ve gurur duyulacak şekilde asılıydı; bu yüzden bakan herkes, gemilerin kökenini ve işini bilebilirdi, diğer donanmanın gemileri ise sanki doğdukları için kendilerinden utanç duyan aşağılık yaratıklarmış gibi bir flama ya da köken belirten bir işaret taşımıyordu.
Ayrıca bir çatışma olmadan geçmemize izin vermeyecekleri açıkça belliydi ve bu alışılmadık şey değildi; çünkü denizlerde uygulanan hiçbir kanun yoktu ve bir gemideki kişi, başka gemideki kardeşini eğer sahilden uzakta, işitme menzili dışında yakalarsa onu yağmalamaktan hiç çekinmezdi, özellikle de diğer kardeş bir yağma veya bir ticaret seyahatinden mal yüklü olarak geri dönüyorsa. Bu yüzden Tob, gemimizi sistemli ve usule uygun olarak savaş düzenine soktu; diğer dört kaptan da kendi gemileri için aynı şeyi yaparak derli toplu bir filo oluşturmak için bize yaklaştılar. Yolculuğun neredeyse sonuna gelmişken hiçbir şekilde esir alınma durumu yaşamak istemiyorlardı.
Güneş Tanrımız, sanki bu işin devam etmesi için çok istekliymiş gibi, ışıl ışıl parlayarak makinelere tam hız verdi ve iki donanma, çabucak birbirine yaklaştı; üç kadırga ise onlara eşlik eden gemilerle aynı hizada olacak şekilde geride kaldı. Ne var ki aramızda yüzlerce gemi boyunda bir mesafe varken diğer donanma durdu ve kadırgalardan biri öne doğru çıkıp bir barış görüşmesi yapmak istediklerinin işareti olarak direklerine yeşil dallar çekti.
Bu alışılmadık bir hareketti; ama biz, denizde hırpalanmış donanmamızla gereksiz yere bir savaşa davetiye çıkaracak durumda değildik. Böylece uzaktan, karşılıklı boğuk seslerle bağrıştıktan sonra biz de durduk ve Tob, konuşmaya hazır olduğumuzu, elçilik yapacak kişiye saygı duyacağımızı göstermek için direğe (yeşil dal görevi görmesi için) kuru bir değnek çekti.
Kadırga bize yaklaştı, kendi etrafında döndü, kıçı bizim küpeşteye sürtünene kadar geri geri geldi ve gemidekilerden biri tırmanıp güvertemize atladı. Züppece giyinmiş, karadan taze erzak tedarik ettiği için son derece sağlıklı görünen genç ve dinç bir adam, büyük bir özgüven içinde hırpani halimizi küçümseyerek etrafına bakındı. Sonra Tob’u görünce tanıdık birini görmüş gibi başını salladı. “Eski içki arkadaşım,” dedi, “karın, ayaklarının dibindeki dört küçük çocukla birlikte Atlantis rıhtımında seni bekliyor. Onu göreli daha on beş gün bile olmadı.”
“Buraya bana evden haber getirmek için gelmedin,” dedi Tob, “bu kadarına yemin edebilirim. Latifelerini iyice anlamama yetecek kadar içki içtim seninle, Dason.”
“Sana evinin hâlâ orada olduğunu, karının ve çocuklarının seni içtenlikle karşılamaya hazır olduğunu belirtmek istedim.”
“Ben hiçbir zaman bunu unutacak bir erkek değilim,” dedi Tob, sert bir sesle, “ve onları her zaman aklımın bir köşesinde tuttuğum için bu gemiyle bir korsandan daha fazlasına meydan okumayı göze alarak denize açıldım; ama eğer bekâr bir adam olsaydım esir düşmekten hoşnut bile olabilirdim.”
“Ah, senin yeterince umutsuz bir adam olduğunu biliyorum,” dedi Dason, “ve eğer iş çatışmaya varırsa seni ve sakat adamlarını burada haklayıp çılgın gemilerini rahatça batırmadan önce, birkaç adamımızı seve seve kaybetmeyi göze aldığımızı sana itiraf etmekten çekinmiyorum. Donanmamızın yerine getirmesi gereken emirler var ve benim elçiliğimin amacı, senin mantıklı davranarak bize istediğimizi verip vermeyeceğini görmek istememiz; sonra hepinizin bir sıyrık bile almadan, sapasağlam yolunuza devam ederek evlerinize dönmenize izin verilecek.”
“Buraya yanlış kazı yolmaya geldiniz,” dedi Tob, gürültülü bir kahkahayla. “Yucatan’dan ayrılırken gemilere hiçbir hazine ya da mal almadık. Limanda sadece yolculuk için erzak tedariki yapıp gemiyi yiyecek ve suyla doldurmaya yetecek bir süre için kaldık, daha fazla değil. Giderken nasıl gittiysek, aynı şekilde çıplak gemilerle geri dönüyoruz. Elbette bana inanmayacaksın, senin yerinde olsam ben de inanmazdım; ama eğer istersen ambarlara gidip bakabilirsin. Orada iskorbüt yüzünden yarım adam haline gelmiş birkaç zavallı denizci dışında hiçbir şey bulamazsın. Hayır, senin burada yumruklardan başka alabileceğin hiçbir şey yok Dason ve biz bunları sana fazla bir şey istemeden verebiliriz.”
“Yükünüzü bu kadar düşük değerde beyan etmene sevindim,” dedi elçi, “çünkü evinize sağ salim bir şekilde gitme hakkını kazanabilmeniz için, o yükü yanımda kadırgaya götürmem gerekiyor.”
Tob kaşlarını çattı. “Daha açık konuşsan iyi olur,” dedi. “Ben sıradan bir denizciyim ve süslü konuşmaları anlamıyorum.”
“Senin Deukalion’u,” dedi Dason, “Phorenice’e destek olması için Atlantis’e geri getirmek üzere gönderilmiş olduğun açıkça görülüyor. Eh, bizler de daha fazla destek olmadan Phorenice’e karşı savaşmanın zor olduğunu biliyoruz ve bu yüzden, Deukalion’la kendi yöntemimize göre ilgilenmek için onun bizim gözetimimiz altında olmasını istiyoruz.”
“Peki ya ben cimrilik yapıp yükümün bu parçasını sana vermeyi reddedersem?”
Şık giyimli elçi, hasar görmüş gemiye ve onun yanındaki hırpalanmış diğer donanma gemilerine baktı. “O zaman Tob, hepinizi çok kısa bir sürede denizdeki balıklara yem ederiz ve Deukalion tek başına Tanrılar’ın önüne çıkmak yerine, arkasından sendeleyerek gelen pejmürde tayfalarla birlikte dibi boylar.”
“Bundan şüpheliyim,” dedi Tob, “ama göreceğiz. Efendim Deukalion’u almanıza izin vereceğimi sanıyorsan, böyle bir şey söz konusu bile değil. Şunu bil ki içki arkadaşım Dason, birincisi eğer Deukalion olmadan Atlantis’e gidersem diğer efendim Tatho, bu günlerden birinde buraya geri döner ve ben onun elinde en yavaş ölümlerden biriyle can veririm; ikincisi ben Efendim Deukalion’un dev bir deniz kertenkelesini öldürdüğünü gördüm ve o gün bana ne kadar düzgün bir adam olduğunu gösterdi ki onu kendi isteği olmadan Tatho’nun kendisine bile teslim etmem; üçüncüsü de kıyıdaki son şarap masamızda payına düşen borcu ödemedin ve sen bu hesabı kapatana kadar sana hiçbir şey vermeden cehennem Tanrıları’nın yanına göndereceğim.”
“Eh, Tob, umarım kolay boğulursun. Karına gelince, ben onu her zaman çok beğenirdim ve onu nasıl kullanacağımın bir yolunu bulacağım.”
“Bunun için boynunu koparacağım, seni Avrupalı piç kurusu,” dedi Tob, “ve eğer bu güverteyi terk etmezsen hemen burada koparırım. Defol,” diye bağırdı. “Seni lanet olası! Çek git ki seninle adil bir şekilde savaşayım, yoksa şerefim üzerine senin bağırsaklarını dışarıya döker ve o aptal tayfalarının boynuna kolye diye takarım.”
Bunun üzerine Dason kendi kadırgasına döndü.
Tob derhal kendi gemimiz Bear’ın mekanizmasını çalıştırdı ve bas bas bağırarak sağdaki ve soldaki gemilere emirler verdi. Tayfalar iskorbüt yüzünden zayıf düşmüş olsalar da emirlere hızla itaat ettiler. Beş geminin hepsi birden çalıştırıldı ve Güneş Tanrımız pırıl pırıl parladığı için kısa sürede en yüksek hıza ulaştılar. Küçük donanmamızın gemileri birbirine yakınlaştı ve hepsi rakip gemilerden bir tanesini ortak hedef olarak seçti, gemi böylesine hızlı bir hücuma hazır olmadığından telaşa kapıldı ve bizi pruvadan karşılamaya çalışmak yerine alan kazanmak için dönmeye çabaladı. Sonuçta, beş gemimizin hepsi birden ona yandan çarparak sualtındaki sivri boynuzları ile gövdesini parçaladı ve onu batırdıktan sonra gövdeden ayrılıp geri çekildi.
Ancak düşmanın gemi sayısını beşe düşürüp kendi sayımıza eşit hale getirmiş olsak da bu avantaj uzun süre bizde kalmadı. Düşmanın üç çevik kadırgası hizaya geldi, lostromoların kırbaç şakırtılarıyla birlikte köleler küreklere sarıldılar, az sonra kendi gemilerimizden biri boynuzla parçalanıp battı ve gemideki adamlar kurtarılma umudu olmadan suda boğuldu.
Ardından, yaşayan en büyük savaşçının yüreğini ısıtacak, göğüs göğse bir yakın dövüş başladı. Gemiler ve kadırgalar, inip kalkan dalgaların üzerinde önsezileri güçlü hayvanlar gibi kendilerini zorlayarak ve birbirlerine sertçe sürtünerek çarpışıyorlardı. Güvertedeki adamlar oklarını fırlatıyor, baltalarını savuruyor, kılıçlarıyla kesip doğruyorlar ve borulardan alev püskürtüyorlardı. Fakat her şekilde mücadele, Bear üzerine yoğunlaştı. Düşmanın tüm hıncı onun üzerindeydi ve Tatho’nun donanmasının diğer mürettebatı, kendi gemileri alev aldığında, batırıldığında ya da ele geçirildiğinde hemen takviye için Bear’a geçiyorlardı.
Muharebe, biz Rahipler Klanı üyeleri için eski bir tanıdık gibidir ve yeni koloni bölgeleri oluşturmak zorunda kalanlar için ise en yürekli adamları bile bıktıracak kadar çok sıklıkta ortaya çıkar. Burada deneyimli bir adam olarak konuşabilirim. O zamana kadar, yarı ömrüm boyunca, adamların “Deukalion” diye savaş naraları attığını duymuş ve benim zamanımda çok şiddetli çarpışmalar görmüştüm. Ancak bu deniz savaşındaki vahşi şiddet, beni bile şaşırtmıştı. Bizi çevreleyen nahoş ve istikrarsız faktörler, üzerinde savaştığımız sallanan güverteler, korkunç alevleriyle eti ve ahşabı aynı şekilde yakan alev boruları, tepemizdeki gökyüzünde süzülerek uçan insan yiyen büyük obur kuşlar, çevredeki denizin içinde kaynayan ve suya düşenleri kemirip yemek için birbirleriyle yarışan insan yiyen balıklar, bunların hepsi bir ordu için toplanan en cesur askerlerin bile gözünü korkutmaya yetecek bir durum oluşturuyordu.
Fakat bu kapkara gemiciler, bunların hepsine boyun eğmez bir cesaretle karşı koydular ve asla korkuya kapılıp bağırmadılar. Denizlerde yaşam, öylesine zor ve (engin suları istila etmiş canavarların yarattığı) öylesine vahşi tehlikelerle doludur ki denizcilerin çok aşina olduğu ölüm, sırf bu yüzden korkutuculuğunun yarısını kaybetmiştir. Onlar, sırf boğuşma tutkusu yüzünden, kıyıdaki tavernalarda kendi aralarında sonuna kadar dövüşürlerdi; bu yüzden şimdi burada, bu umutsuz deniz savaşında, adamların içindeki öldürme tutkusu, göklerin gazabıyla ormanlara yağan kızgın ateş taşları gibi yanıyordu ve aldıkları ölümcül yaralara bile gülüyorlardı.
Bizim tarafımızda savaş narası olarak sadece “Tob!” diye bağırılıyordu ve bu bilinmeyen gemi kaptanının adı, kendi mürettebatımız arasında birçok tanınmış komutanın gıpta edeceği kadar büyük bir güven sağlamış gibi görünüyordu. Düşman tarafında ise bir düzineye yakın savaş narası vardı ve bu onların kafasını karıştırıyordu. Ancak diğer gemi komutanları birer birer öldürülüp geriye şeytanca taktikleriyle sadece Dason canlı kaldığında, bizim “Tob!” naralarımıza karşın, onlar da “Dason!” diye bağırmaya başladılar.
Gelgelelim ben, sayfamı tek ihtişamı vahşet olan bu belirsiz deniz savaşını daha fazla açıklama yaparak doldurmayacağım. Her iki tarafın gemileri de ya tek tek battı ya da içindeki herkes öldürülmüş olarak öylece bırakıldı, sonunda geriye sadece Da-son’un kadırgası ve bizim Bear kaldı. O an için üstünlük bizdeydi. Yucatan’dan yelken açtığımızda donanmaya alınan denizcilerden on beş yirmi kişi sağ kalmıştı, düşman bize bordalamış ve Bear’ın güvertesini savaş alanına çevirmişti. Öte yandan onlar alev püskürtmekle fazla meşguldüler ve o anda, biz birbirimize öfkeyle saldırırken, bu güçlü gemiden çıkan dumanlar ve alevler, onun artık kurtuluş şansının olmadığını bize açıkça gösteriyordu.
Fakat Tob’un gözünü hiçbir şey korkutmuyordu. O gürültülü kahkahasıyla, “Eğer istiyorlarsa burada kalıp kızarabilirler,” diye bağırdı, “ama şu anda kadırga bizim için yeterli. Deukalion’u koruyun ve benimle gelin, gemi yoldaşlarım!”
Adamlarımız savaş çılgınlığının coşkusu içinde, “Tob!” diye bağırdılar ve ben de, “Tob!” diye bir savaş narası atmaktan kendimi alamadım. Lider olmamak benim için değişik bir durumdu, ama kaba saba tavır ve planlarına rağmen bir kereliğine olsun bu Tob’un arkasında savaşmak bir lüks sayılırdı. Gelişme biraz yavaş olsa da bu yeni hücumu durdurmak düşünülemezdi. Tob, kanlı baltasıyla önden yol açarken baştan ayağa savaş tutkusuyla dolu olan bizler, öfkeyle saldırdık. Tanrılar! Ne savaştı o öyle!
Zavallı Bear, arkamızda alevler ve dumanlar içinde yanarken on kişi kadırgaya çıktık. Arkamızdan gelmeye çalışan herkesi dönüp çılgınca şişledik ve gemileri bir arada tutan çengelleri keserek ilerledik. Denizin dalgaları, Bear’ın parçalarını sürükleyip götürdü.
Kadırganın kürek çekilen banklarına zincirlenmiş olan köleler, aralarına bazı başıboş mızrakların geldiği durumlar hariç kimin ne yaptığıyla ilgili değillerdi ve çatışmayı kayıtsız gözlerle izliyorlardı. Bu arada bir avuç savaşçı, Bear’ın içinde yanarak can vermektense her türlü kaderi göze alarak çaresizlik içinde arkamızdan kadırganın güvertesine tırmanmışlardı ve bunların derhal icabına bakılması gerekiyordu. Bu adamlardan içlerinde hâlâ kor gibi savaş öfkesi yanan üç tanesi, kurnazlıkla ve en tahrip edici şekilde öldürüldü; silahlarını denize atan beş tanesi, ölen kölelerin yerine kürek ıskarmozlarına zincirlendi ve geriye sadece kaderiyle yüzleşecek olan Dason kaldı.
Çatışma gözünü yıldırmış ve silahlarını denize atmıştı, asık suratla başına geleceklere karşı hazır bir şekilde bekliyordu; Tob, sevinçli bir yüzle onun yanına gitti.
“Ee, içki arkadaşım Dason,” diye bağırdı, “bir saat önce Atlantis’in oralardaki rıhtımda veletleriyle birlikte yaşayan kadınım hakkında bir sürü laf etmiştin. Şimdi sana hoş bir seçenek sunacağım; ya seni eve götürüp ona, tüm gemi mürettebatının önünde (pek çoğu şimdi öldü, zavallı adamlar) neler söylediğini söyleyeceğim ve bunu sana ödetmek için neyi uygun görürse onu yapması için bedenini ona vereceğim ya da diğer seçenek olarak, şimdi burada seninle bizzat kendim ilgileneceğim.”
“Verdiğin şans için teşekkür ederim,” dedi Dason ve diz çöküp boynunu baltanın altına uzattı. Böylece Tob, onun başını kesti ve bunu herkese ilan etmek için kelleyi kadırganın önündeki uzun burna astırdı. Gövdesini yan tarafa attı ve havada dönüp duran, yakınlardaki insan yiyen dev kuşlardan biri alçalarak gelip onu kaptıktan sonra gövdeyle birlikte kayaların arasındaki yuvasına doğru uçtu. Böylece, kürek çeken esirler kadırgayı hızla başkente doğru götürürken biz de yemek olarak kadırgada bulunan meyvelerden ve taze etlerden istediğimiz her şeyi serbestçe aldık.
Geminin kıç kasarasında bir şarap tulumu vardı, bir boynuz alıp şarap doldurdum ve kutlama amacıyla onu Tob’un ayaklarına döktüm. “Dostum,” dedim, “bana gerçek bir dövüş gösterdin.”
“Teşekkürler,” dedi Tob, “senin bu konuda uzman olduğunu biliyorum. Devam ederken güzeldi ve adamlarımın çoğunun iskorbüt hastalığından çökmüş olduğunu bildiğim için, onların inanç sayesinde savaştıklarını söyleyebilirim. Efendim Tatho’nun donanmasını kaybettim, ama sanırım Phorenice beni burada haklı görecektir. Eğer ona karşı olanlar, kendisine yardıma gelen Efendim Deukalion’u öldürmek için bu kadar çok zahmete giriyorlarsa, ben Deukalion’u her ne kadar biraz bereli ve üstü başı kanlı da olsa rıhtıma sağ salim çıkardığım zaman, duyduğu sevinci göstermekten kaçınmayacaktır diye düşünüyorum.”
“Bunu Tanrılar bilir,” dedim, çünkü savaş heyecanı içinde olduğumuz o an için aramızdaki görgü kuralları her ne kadar gevşemiş olsa da altımda olan kişilerle politik konuları tartışmak asla âdetim değildi. “Tanrılar senin için neyin en iyisi olduğuna karar vereceklerdir Tob, tıpkı Atlantis’e gelmemin benim için en iyisi olduğuna karar verdikleri gibi.”
Denizci, elinde şarap tulumundan doldurulmuş bir boynuz tutuyordu ve sanırım, onu benim yaptığım gibi kutlamak için ayaklarıma dökmeyi düşündü. Fakat fikrini değiştirdi ve onun yerine şarabı kafasına dikti. “Bu savaşma işi insanı susatıyor,” dedi, “ve bu içki çok iyi geliyor.”
Elimi onun kan bulaşmış koluna koydum. “Tob,” dedim, “tekrar iktidar sahibi olup olmayacağım ya da yarın idam edilip edilmeyeceğim tamamen ayrı bir konu ve bunu ancak Tanrılar bilir; ama şimdiden sana şunu söyleyeyim ki eğer bana minnettarlığımı göstermek için bir şans verilirse, bu yolculukta bana nasıl hizmet ettiğini ve bugün nasıl mücadele ettiğini hiç unutmayacağım.”
Tob, elindeki boynuzu şarap tulumundan tekrar doldurdu ve ayaklarıma döktü. “Bu benim için, karımla çocuklarımın bugünden itibaren asla yoksun olmayacaklarına dair yeterli bir güvence,” dedi, “Efendi Deukalion ve idam, daha neler!”
Dördüncü Bölüm
PHORENICE'IN KARŞILAMA TÖRENI
Şimdi tüm gerçeğiyle şunu söyleyebilirim ki körfezin ağzında bizi bekleyen rakip donanmayla karşılaştığımızda, ona destek olmam için beni emri altına çağıran İmparatoriçe’nin gözündeki değerim üzerine pek fazla düşünmemiştim. Fakat orada, bizi pusuda bekleyen gemiler ve adamların beni ellerine geçirebilmek için vahşi bir gaddarlıkla savaşmaları, bunu ortaya koyan ve en kör insanların bile görebileceği kadar aşikâr alametlerdi. Ulusun kaderinde çok önemli bir rol oynamamın beklendiği açıkça belliydi.
Bizim gelişimiz, düşmanlar tarafından izlenmiş olduğuna göre Phorenice’in de mutlaka bizi izleyen gözcüleri vardı ve bunlar dağlardan bizi görüp başkente haber ulaştırmış olmalıydı. Gerisinde büyük Atlantis şehrinin yer aldığı körfez, genişlik açısından büyük farklılıklar gösteriyordu. Aşırı derecede fokurdayarak kaynayan dağların püskürterek aşağıya akıttığı sıvı maddelerin oluşturduğu sert kayalıkların olduğu yerlerde kanal, neredeyse bir nehir genişliğindeydi ve sonra, yarım günlük bir yelken yolculuğunun sonunda, genişleyerek kıyıları zar zor görülebilen çok büyük bir göl halini alıyordu. Dahası, izlediği yatak dolambaçlı kıvrımlarla devam ediyordu; bu yüzden yolunu bilen ve kıyı boyunca uzanan düzlükler, bataklıklar ve tüten tepelerin arasından geçen bir haberci, yoldaki ateş derelerinden ya da sudan veya etrafta dolaşan canavarlardan kurtulabildiği takdirde, karayoluyla sahilden başkente, kürekçilerin en sert şekilde kırbaçlandığı denizdeki kadırgalardan bile çok daha hızlı bir şekilde haber taşıyabilirdi.
Elbette, haberciye hızlı olması için tüm önlemleri feda etme emri verildiğinden, onun bu karayolundan güvenli bir şekilde geçiş yapması büyük riskler taşıyordu. Fakat Phorenice, habercilerin sayısı konusunda cimri davranmıyordu. Boğazların deniz girişine tepeden bakan burnu üzerine yirmi kişilik bir haberci birliği göndermişti; her biri kendi rotasındaki haberleri anlatmaya başlamıştı, bu becerikli arkadaşlardan en az yedisi, hızları ve zekâları sayesinde bir hasar görmeden haberlerle dönebilmişlerdi, diğerlerinden ise ancak üçünün hayatta kaldığının bilindiği söylenmişti.
Tabii ki bu durumu o zamanlar bilme imkânımız yoktu ve bizim oraya geleceğimizden başkalarının pek haberi olmadığını düşünerek yolumuza devam etmiştik. Kadırganın küreklerini çeken köleler, çoğunlukla Avrupalı yabanilerdi ve kokuları o kadar rahatsız ediciydi ki yolculuğun bütün zevki kaçmıştı, üstelik rüzgâr bu kokuyla birlikte püsküren bir ateş dağından yayılan sayısız miktarda küçük kum tanecikleri taşıdığı için mümkün olduğunca fazla oyalanmadan yolculuğun bir an önce bitmesini istiyorduk. Ayrıca kendimi boş yere küçük düşürmeden şunu itiraf edebilirim ki rahiplik eğitimim sırasında aldığım stoacı felsefe öğretisine göre tüm geleceğin Tanrılar’ın elinde olduğunu biliyor olsam da sonuçta hâlâ zayıf tarafları olan bir insandım ve Atlantis’te nasıl karşılanacağıma dair çok büyük bir merak içindeydim. Zihnimde, karaya çıktığım zaman resmi bir mahkûm olarak tutuklanacağımı ve Yucatan kolonisini iyileştirmek için neler yaptığımı açıklamak üzere bir duruşmaya çıkacağımı ya da bilinmeyen ve fark edilmeyen biri olarak kıyıya adım atacağımı, bir süre sonra da İmparatoriçe tarafından yeni görevler üstlenmem için oraya çağrılmış olduğumun unutulup gideceğini hayal ediyordum, ama asıl karşılanışım benim tahmin bile edemeyeceğim bir şekilde gerçekleşti.
Şehrin arkasındaki kutsal dağın zirvesinde yanan sonsuz ateşlerin göz kamaştıran parıltısıyla birlikte sabah şafak sökerken ortaya çıktık ve lostromonun kamçısı, kadırgaya son bir hamle yaptırmak için tiksinti verici kölelerin üzerinde çok daha şiddetli bir şekilde şaklamaya başladı. Rüzgâr ters yönden estiği için yelkenleri açamadık ama kürekler sayesinde oldukça iyi bir hızla ilerliyorduk, kutsal dağın kenarları daha da yükseldi ve aynı anda şehirdeki piramitlerin zirveleri ile yüksek binaların kuleleri, sanki ışıldayan suyun üzerinde yüzüyormuş gibi kendilerini göstermeye başladılar. Atlantis’i en son görüşümden bu yana yirmi yıl geçmişti ve yerdeki döşeme taşlarının üzerinde tekrar yürüme düşüncesiyle kalbim kor gibi yanmaya başladı.
Görkemli şehir, biz denizden yaklaştıkça büyüdü ve küreklerin her hamlesiyle birlikte kıyılar daha da yakınlaştı. İlk olarak, erkekliğe adım atma törenimin yapıldığı tapınağı, sonra üyeliğe kabul edilerek içindeki küçük gizemleri öğrenmeye başladığım piramidi gördüm ve ardından da (daha küçük nesneler fark edilir hale geldikçe) bir babayla annenin beni yetiştirdiği evi fark ettim; canlanan anılarla birlikte gözlerim doldu.
Kural gereği kadırgayı limanın beyaz duvarlarının dış tarafına yanaştırdık ve köleler, kürek ıskarmozlarının başında nefes nefese, sessizce hıçkırdılar. Bu şekilde konuşlandırılan gemiler için genellikle yeterli bir bekleme süresi vardır, çünkü bir liman kaptanı kendi rütbesinden emin olmamaya çok eğilimlidir ve bunu onlara kanıtlamak için insanları bekletmek zorundadır. Ancak liman kaptanının teknesi, şimdi burada bizi bekliyor olabilirdi. Limanın girişindeki iki kaleden sinyal borusunun sesi duyuldu, aralarında asılı olan zincir indirildi ve duvarların arkasından on kürekli bir tekne, küreklerin çekebildiği kadar hızlı bir şekilde ileri çıktı. Hızla yanımıza geldi ve sorular sorulmaya başlandı:
“Bu Dason’un kadırgası değil mi?”
“Öyleydi,” dedi Tob.
“Ah, Dason’un kellesini pruvanın boynuzunda asılı gördüm,” dedi liman kaptanı. “Sen Tatho’nun kaptanı mıydın?”
“Hâlâ öyleyim. Tatho’nun filosu, Dason ve arkadaşları tarafından denizin dibine gönderildi ve bu yüzden biz de yolculuğu tamamlamak için bu leş gibi kokan kadırgayı aldık, geriye suda yüzen bir tek bu tekne kalmıştı.”
Liman kaptanının gözleri, arka güvertede duran grubumuzun üzerinde gezindi. “Korkarım ki kaptan, sizi tehlikeli bir karşılama bekliyor. Efendi Deukalion’u aranızda göremiyorum. Yoksa başka bir donanmayla mı geliyor? Tanrılar aşkına kaptan, eğer senin sorumluluğun altındayken onun öldürülmesine izin verdiysen İmparatoriçe senin derini diri diri ve yavaşça yüzer.”
“Phorenice ve Tatho’nun ikisi de onun sağlığı konusunda bu kadar kaygılı olduklarına göre,” dedi Tob, “Efendi Deukalion tehlikeli bir yolcu olmalı. Ama bu yolculukta derimi kurtaracağım.” Başparmağını kaldırarak bana doğru salladı. “Kendisi araya girip benim için bir şeyler söylemek üzere orada bekliyor.”
Liman kaptanı, sanki inanmıyormuş gibi, bir an dikkatle bana baktı ve sonra tatmin olmuş halde, törenlere alışkın bir adam olarak önümde saygıyla eğildi. “Efendimin asaletine bakarak onu daha önce tanıyamamış olduğum için, sonsuz kudretiyle benim bu günahımı bağışlayacağına inanıyorum. Ama doğrusunu söylemem gerekirse efendimi çok daha uygun bir kıyafet içinde görmeyi umuyordum.”
“Saçma,” dedim, “eğer ben basitçe giyinmeyi seçmişsem basit bir adamla karıştırılmış olmama itiraz edemem. Ben kalitemi gösterişli giysilerle ilan etmekten hoşlanmam. Eğer bana bir özür borçlu olduğunu düşünüyorsan, bu soruşturmayı sona erdirerek kendin için daha hayırlı bir iş yapmış olursun.”
Adam yaltaklanarak yerlere kadar eğildi. “Efendimin en naçiz hizmetkârlarından biriyim,” dedi. “Ve efendimin kadırgasına limanda tayin edilen palamar yerine kadar kılavuzluk etmek, benim için çok büyük bir şeref olacak.”
Tekne ileri doğru hareketlendi ve bizim kadırganın köleleri, bir ritim içinde tekrar küreklere asıldılar. Tob, dümendeki adamları yönlendirdiği yerden yavan bir gülümsemeyle beni izliyordu.
“Ee,” dedim, aklındakini merak ederek, “ne var?”
“Düşünüyorum da,” dedi Tob, “Efendi Deukalion karaya çıktığı zaman, tüm bu zarif asaletin arasında beni çok kaba bir adam olarak hatırlayacaktır.”
“Sakın bunu düşünme,” dedim, “yok öyle bir şey.”
“O halde ben de sana inceliğimi kanıtlamalı ve seninle çelişmemeliyim,” dedi. Elimi kocaman, sert yumruğunun içine alıp sıktı. “Tanrılar’ın yardımıyla Deukalion, sen büyük bir bey olabilirsin ama ben seni bir insan olarak tanıyorum. Dünya üzerinde hem canavarlarla hem de insanlarla savaşan en iyi dövüşçüsün ve seni bunun için seviyorum. O kertenkeleye mızrağı saplayışın var ya! Tavernalardaki şarkıcılar bunun için ilahiler yazacaklar.”
Hızlı bir şekilde limana girdik; giriş kalesindeki askerler, aralarından geçerken karşılama trompetlerini çaldılar. Liman kaptanı, kendi teknesinin direğinin tepesine, karşılama için önceden temin edilmiş olduğu anlaşılan, benim sancağımı çekti ve o anda limanın geniş havzasındaki rıhtımlardan bize doğru müzisyenlerin sesleri gelmeye, güneş ışığı altında oynaşan karşılama ateşlerinin solgun parıltıları yayılmaya başladı. Bir Atlantis İmparatoriçesi’nin geri dönen herhangi birine böylesine ilgi göstermesine neden olacak kadar büyük bir sıkıntı içinde olduğunu düşünmek, beni neredeyse dehşete düşürdü.
Hiçbir şeyin yarım bırakılmadığı çok açıktı. Liman kaptanının teknesi bize önderlik etti ve bizim de onu takip etmekten başka seçeneğimiz yoktu. Kadırgamız, kraliyet iskelesinin yanına çekilerek kutsal hükümdar sarayının altından yapılmış kazıkları ve halkalarına palamarla bağlandı.
“Eğer Dason böyle bir ağırlama öngörebilseydi,” dedi Tob, dehşet verici bir alayla, “iskele babasına sıkıca bağlanmak için sıradan bir kendir halat yerine eminim gemisinde ipek palamar bulundururdu. Eğer güneş, onun suratını kavurup sertleştirmemiş olsaydı eminim şu anda kaşları çatılmış olurdu. Efendi Deukalion, acaba bu sıradan geminin üzerinde dikkatli adımlarla güzel bir şekilde yürüyerek rıhtımın çevresine senin için yaydıkları zarif halıya geçebilir misin?”
Liman kaptanı, Tob’un bu kaba şakalarını duyarak korku dolu bir yüzle ona baktı ve ben hafif bir iç geçirerek kolonilerdeki özgürlüğün burada, Atlantis’te yeri olmadığını hatırladım. Bir kere daha rütbemin tüm haysiyetiyle kendime iyice çekidüzen vermeli, o büyük ve muhteşem törenin formalitelerini yerine getirmeye hazır olmalıydım.
Fakat bu formaliteler nasıl olursa olsun, kendine saygısı olan bir adam kendi şahsiyetini de korumalıydı ve İmparatoriçe lütfedip gelene kadar, benim altına sığınmam için özel olarak oraya ddikilen kırmızı bezden, büyük bir çadıra girmeye razı olmama rağmen hoşgörüm orada sona erdi. Sıra yine giysilerime gelmişti. Beni çadıra sokan muhteşem giyimli üç saray teşrifatçısı, beni de kendileri gibi süslü bir papağana dönüştürmek için akla gelebilecek her türlü süslemelerle bezenmiş bir dizi değişik giysiyi önüme serdiler.
Ters bir şekilde kıyafetimi değiştirmeyi reddettim ve içlerinden biri kem küm ederek İmparatoriçe’nin zevklerinden söz ettiğinde, ona bu önemsiz konu hakkında majestelerinden kesin bir emir alıp almadıklarını sordum.
Tabii ki, hiç böyle bir emir almadıklarını itiraf etmek zorunda kaldılar.
Bunun üzerine adamlara sertçe çıkışarak Phorenice’in, Deukalion’un, bir erkek olarak kendisine katılmasını emrettiğini ve dış görünüşüyle ilgili zevkinden hiç söz etmediğini söyledim.
“Bu kıyafet,” dedim, “benim mizacıma gayet iyi uyuyor. Naçiz bedenimi sıcaktan ve rüzgârdan koruyor, ayrıca da temiz. Bana öyle geliyor ki beyler,” diye ekledim, “sizin bu müdahaleniz, biraz terbiyesizlik kokuyor.”
Teşrifatçıların üçü de tek bir hareketle kılıçlarını çekerek kabzalarını bana doğru uzattılar.
Sözcüleri, “Eğer yüce Efendi Deukalion, bizi daha sonra işkencecilere teslim etmek yerine intikamını şimdiden alırsa bize iyilik etmiş olur,” dedi.
“Of,” dedim, “konu kapanmıştır. Küçük bir şeyi amma da büyüttünüz.”
Bununla birlikte, onların bu hareketi bende biraz aydınlanma yarattı. Bana kılıçlarını sunarken çok samimiydiler ve bu durum, şimdiki Atlantis’in benim bildiğim Atlantis’ten daha farklı olduğunu ve bir adamın yalnızca bir elbisenin değişik olması yüzünden işkence görmekten korktuğu bir yer haline geldiğini bana fark ettirdi.
Çadırda bir banyo vardı ve her ne kadar suyun içine canlandırıcı etkisinin yarısını yok eden bir miktar koku katılmış olsa da ben memnuniyetle bunun keyfini çıkardım, sonra görünüşte tüm soğukkanlılığımla ve sükûnetle beklemeye başladım. Teşrifatçılar benim sükûnetimi bozmayacak kadar iyi yetiştirilmişlerdi ve ben de havadan sudan konuşmaya tenezzül etmedim. Böylece Güneş Tanrımız çadırın kırmızı çatısına yoğun bir şekilde vururken, yüksek sesle çalınan müzik ve rıhtıma bakan taş döşeli büyük meydandan yayılan karşılama ateşlerinin kokusuyla birlikte ben oturur halde onlar da ayakta, dördümüz orada öylece bekledik.
Seçkinlerin, itibar kazanmak için her zaman kendilerinden daha alt seviyede olanları keyifleri gelene kadar bekletmeleri gerektiği söylenir; ama ben, şahsen bu taktiği her zaman saçma ve tenezzül etmeyeceğim bir şey olarak gördüğümü söylemeliyim. Phorenice’in de bu görüşte olduğu anlaşılıyordu, çünkü (daha sonra kendisinin de bana söylediği gibi) Tob’un kadırgasının gövdesini kraliyet iskelesinin mermerlerine yanaştırdığı haberi kendisine verilir verilmez, hemen o anda saraydan çıkmak üzere harekete geçmişti. Muhteşem tören alayı çoktan sıraya dizilmiş ve süslerle bezenmiş halde, en önemli övünç kaynağını bekliyordu; İmparatoriçe atına biner binmez trompetler emri verdi ve yürüyüş başladı.
Çadırın kapı girişinde otururken, bu büyük kalabalığın başını oluşturan askerlerin evlerin bittiği geniş caddeden ortaya çıkarak geldiklerini gördüm. Beni selamlamak için doğruca bana doğru yürüdüler ve sonra meydanın uzak tarafına giderek orada sıralandılar. Sonra Denizciler Loncası ve ardından daha fazla asker gelerek sırayla saygılarını sundular ve başkalarına yer açmak için ilerlediler. Bunları takiben tüccarlar, tabakhaneciler, mızrak imalatçıları ve törene uygun olsun diye özellikle abartılı giyinmiş (ya da bana öyle geldi) diğer tüm bilindik loncalar önümden geçtiler, bunların çoğu yaya yürürken bazıları da gururla onlara bu aşağılayıcı taşıma hizmetini vermek için ehlileştirdikleri yaratıkların üstünde geçtiler.
Lakin o anda, tüm bu göz kamaştırıcı manzaranın en şaşırtıcı iki harikası çıkageldi. Evlerin gölgeleri arasından dev bir boğa mamutunu aratmayacak irilikte bir canavar çıktı. Görünüşü beni ürkütecek kadar şaşırtıcıydı. Hayatım boyunca birçok defa, benim idarem altındaki bir köye veya mısır tarlasına saldıran mamut sürülerini öldürmek için avlar düzenlemiştim. Yaban topraklarda tüylü, korkunç, canavar benzeri devasa hayvanlar görmüş; mağara kaplanı veya mağara ayısından bile daha vahşi, birkaç dev kertenkele hariç dünyaya egemen olmak için insanlarla savaşan canavarların en tehlikeli olanlarıyla karşılaşmıştım. Ancak mamutların arasında bile bir dev gibi duran; ama aynı zamanda kamçılanarak ehlileştirilmiş bir köle kadar evcil bu yaratık, sırtında açılmış bir elin içine yerleştirilmiş ve gümüş yılanlarla donatılmış büyük bir altından tahtırevan taşıyordu. Kılıç gibi uzun, öldürücü dişleri altın yaldızla kaplanmış, tüylü boynu çiçekten bir çelenkle süslenmişti ve tören alayının önünde, sanki böyle şatafatlı bir gösteriye yardım etmek tüm varlığının tek sebebiymiş gibi yürüyordu. Onun bu uysallığı, yeni Atlantis hükümdarının buyurgan gücüne uygun düşen bir işaret gibi görünüyordu.
Mamut ile eşzamanlı olarak çok daha görkemli bir diğer harika, mamutun sahibesi İmparatoriçe Phorenice, görüntüye girdi. En başta, muazzam büyüklüğü ve bastırılmış vahşi gücüyle gözüme ilk takılan canavar olmuştu; ama onun geniş sırtındaki altın tahtırevanda oturan hanımefendi, bakışlarımı çabucak kendine çekmiş ve o andan itibaren sonsuz cazibesiyle gözlerim bir an bile ondan ayrılmaz olmuştu.
İnsanlar, Phorenice’in yaklaşmasıyla birlikte bağırmaya başladığı zaman ayağa kalktım ve onun sırtına bindiği devasa savaş hayvanı gelip meydanın ortasında durana kadar kırmızı çadırımın önündeki sundurmada bekledim, sonra taş zemin boyunca ona doğru ilerledim.
“Dizlerinizin üstüne çökün, efendim,” dedi arkamdaki teşrifatçılardan biri, korkulu bir fısıltıyla.
“En azından kafanızı eğin,” diye ısrar etti bir diğeri.
Fakat benim bu konularda, birinin kendine saygı duyması için nasıl davranması gerektiğine dair şahsi fikirlerim vardı ve açık alan boyunca başım dimdik halde, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan İmparatoriçe’ye doğru ilerledim. Beni değerlendirmeye çalıştığı belliydi. Açıkçası ben de onun için aynı şeyi yapıyordum. Tanrılar! Bu birkaç kısa saniye bana, yaşadığını bile hayal edemeyeceğim bir kadının var olduğunu göstermeye yetti.
Devlet için çalıştığım uzun resmi yaşamım boyunca kadınların, benim üzerimde hiçbir etkisi olmadığını bu yazının başlarında belirtmiş olduğumu biliyorum. Ancak onların çoğu zaman başkalarının politikaları üzerinde güçlü bir akıl çelme yeteneğine sahip olduklarını çok kısa bir süre içinde görmüş ve sonuç olarak, bir yandan erkekleri incelerken diğer yandan onları da incelemeyi iş edinmiştim. Fakat mamutun sırtındaki altın tahtırevanda kutsal yılanların altında oturan bu kadın, beni şaşkına çevirmişti. Ne düşündüğüne dair hiçbir fikrim yoktu. Zayıf, esnek vücudunun son derece biçimli olduğunu görebiliyordum ve biraz ufak tefekti. Müthiş bir zekâya sahip olduğu yüzünden okunuyordu, aynı zamanda yeni modaya uygun kısa kesilmiş ve omuzlarında toplanmış kızıl saçlarıyla inanılmayacak kadar güzeldi. Ya gözleri! Tanrılar! Kim Phorenice’in gözlerinin derinliğini ölçebilir veya cennet gibi renginin ufacık bir benzerini bulabilirdi?
Buna karşılık onun da beni ruhumun derinliklerine kadar incelediği açıktı ve bu inceleme onu oldukça tatmin etmiş gibi görünüyordu. Ben ona doğru yaklaşırken başını onaylar gibi hafif hareketlerle sallıyordu ve rütbem gereği yere kapanıp onu saygıyla selamlama görevimi yerine getirdiğim zaman, yakınlardaki herkesin duyabileceği kadar yüksek ve net bir sesle bana, kendisi Atlantis’te hüküm sürdüğü sürece onun adına alnımı bir daha asla yere koymamamı emretti.
“Diğerlerine gelince,” dedi, “ben İmparatoriçe olduğum için onların bunu rütbelerine ve makamlarına göre bir, iki veya birkaç defa yapmaları uygundur; ama sen Deukalion, efendim, ben bugüne kadar seni sadece anlatılanlara dayalı tasvirlerden tanıyordum, şimdi ise kendi gözlerimle gördüm ve değerlendirmemi yaptım. Ve sonunda şu karara vardım: Deukalion, Atlantis’teki diğer tüm erkeklerin üzerindedir ve ona itaat etmekte kusur eden biri olursa, o adam Phorenice’in de düşmanıdır ve öfkesini üzerinde hissedecektir.”
Bir işaret yaptı ve bir merdiven getirildi, sonra beni çağırdı; ben de tırmanıp kraliyet yılanlarının gölgelediği altın tahtırevanda onun yanına oturdum. Arkada duran görevli bir kız, parfümlü tüylerle bizi yelpazeliyordu ve Phorenice’in bir sözüyle dev mamut dönüp geldiği yoldan geri giderek bizi kraliyet piramidine götürdü. O sırada diğer tüm ihtişam düzenekleri de harekete geçirildi. Askerler ile şatafatlı sivil tüccarlar, önümüzden ve arkamızdan kafileye katılarak yürürlerken, mamutun her iki yanında ağır silahlı birliklerin tempolu adımlarla yürüdüğünü fark ettim.
Phorenice bir gülümsemeyle bana döndü. “Beni gücendirdin,” dedi, “ilk başta.”
“Majesteleri farkına vardığı pek çok şeyle beni mahcup ediyor.”
“Bana bakmadan önce altımdaki savaş hayvanıma baktın. Bir kadın böyle bir saygısızlığı affetmekte zorlanır.”
“Büyük fetihleriniz için size hep gıpta ettim ve hâlâ da ediyorum. Ben kendim de mamutlarla savaştım ve zamanında onları öldürdüm; ama içlerinden birini canlı tutmayı ve onu ehlileştirmeyi düşünmeye bile asla cesaret edemedim.”
“Cesurca konuşuyorsun,” dedi, hâlâ gülümseyerek, “ve ayrıca iltifat etmeyi de oldukça iyi beceriyorsun. Of, Deukalion, bu insanların bana yaltaklanmaları midemi bulandırıyor. Ben onlarla aynı hamurdan olmadığımı biliyorum; ama sırf Tanrılar’ın kızı olduğum için ister istemez bana karşı ikiyüzlü davranmak zorunda kalıyorlar.”
Demek ki Tatho haklıydı ve domuz çobanı konusu unutulmuştu. Yani eğer o yarattığı kurguyu sürdürmeyi seçmişse, onu yalanlamak benim işim değildi. Doğru ya da yanlış, ben onun hizmetkârıydım.
“Uzun zamandır bana yaltaklanmak dışında hazmedilmesi güç bir davranış gösterecek cesur birinin özlemini çekiyordum,” diye devam etti, “ve en sonunda seni yanıma çağırttım. Senin hakkında söylenenlere dayanarak bir sonuç çıkarabilmek için biraz sıkıntıya girdim, Deukalion ve sen henüz beni tanımasan da ben tanışmadan önce bile seni bütünüyle tanıdığımı söyleyebilirim. Cafcaflı aptal kıyafetleri, aşırıya kaçan ziyafetleri ya da kadınlar tarafından şımartılmayı önemsemeyecek kadar büyük bir akla sahip bir adama hayran olabilirim.” Kendi üzerindeki ipeklere ve ışıltılı mücevherlerine baktı. “Biz kadınlar, üzerimizde renkli şeyler taşımayı severiz; ama bu farklı bir konu. Bu yüzden seni buraya benim vekilim olman ve iktidarın yükünü benimle beraber taşıman için çağırdım.”
“Koca Atlantis’te benden daha iyi adamlar olmalı.”
“Hayır, yok efendim; bunu sana onların hepsini çok iyi bilen biri olarak söylüyorum. Hepsi benim zavallı halime âşık, boş lafları ve arsızlıklarıyla beni yoruyorlar, bana hizmet etmek için yanıp tutuşmalarına rağmen onlar için kendi yükselişleri ve kendi hazinelerinin doldurulması her zaman önce geliyor. Bu yüzden seni çağırdım, Deukalion; tüm dünyadaki tek güçlü adam. Sen en azından benim sevgilim olmak için derin derin iç çekmezsin öyle değil mi?”
Cevabımı gözünün ucuyla izlediğini gördüm. “İmparatoriçe benim efendimdir,” dedim, “ve ona karşı her zaman dürüst bir vekil olacağım. Phorenice’in kadınlığıyla muhtemelen fazla bir işim olmayacak. Ayrıca ben aşk dedikleri oyuncakla oynayacak türde bir adam değilim.”
“Sen yine de yeterince yakışıklı bir adamsın,” dedi oldukça düşünceli bir şekilde. “Ne var ki bu senin gücünü daha fazla kanıtlıyor Deukalion. En azından sen benim zavallı görünüşüm ve inceliğim yüzünden bana vurulacak kadar kendini kaybetmezsin.” Arkamızda duran kıza dönerek “Ylga, yelpazeyi bu kadar hızlı sallama.”
Konuşmamız bir anlığına kesildi ve etrafıma bakacak kadar zamanım oldu. Dünyanın o güne kadar gördüğü en zarif, en güzel şehrin anacaddesinden geçiyorduk. Onu çok uzun yıllar önce terk etmiştim ve nasıl bir gelişme gösterdiğini merak ediyordum.
Kamu binaları konusunda şehir kesinlikle büyümüştü; her yerde yeni tapınaklar, yeni piramitler, yeni saraylar ve heykeller vardı. Zaman ve mekân olarak bu kadar uzun bir süre uzak kaldıktan sonra geri döndüğüm bu şehrin büyüklüğü ve ihtişamı beni her zamankinden çok daha fazla etkiledi; her ne kadar Yucatan’daki birçok şehrin her biri şahane olsa da bu muhteşem başkent, herhangi biriyle kıyaslanamayacak bir yerdi. Kelimelerle tasvir edilemeyecek kadar görkemli ve muhteşemdi.
Bununla birlikte beni en fazla etkileyen şey, tüm bu ihtişamla bu kadar yakın temas içindeki yoksulluk ve sefalet oldu. Sokakları dolduran kalabalığın neredeyse tamamı, sıska bedenler ve aç yüzlerle doluydu. Orada burada bir erkek ya da bir kadın, Avrupa’daki bir yabani kadar çıplak ve utanma duygusundan uzak halde öylece durup bakıyordu. Hatta günün modasını taklit ederek ceketinin üzerine ucuz süsler takıştırmış bir tüccarın yüzünde bile, sanki güvenlik kelimesini tamamen unutmuş gibi korkmuş ve huzursuz bir ifade vardı; dışarıdan övünür gibi göründüğü bu zevksiz zenginliğinin altında, korkuyla çarpan bir yürek gizlenmiş gibiydi.
Phorenice bakışlarımın nereye yöneldiğini anlamıştı. “Bu mevsim,” dedi, “son aylarda oldukça hastalıklı geçti. Alt tabakadaki bu insanlar benim şehrimi süsleyecek güzel evler yapmıyorlar; kendi sefil, çirkin köpek kulübelerinde yaşamayı tercih ediyorlar ve bu yüzden aralarında ateşli humma ile diğer hastalıklar yayıldığı için çalışmaya karşı gönülsüzler. Hem şu an için kazanç hiç kolay değil. Aslında, asilerin şehrimin kapılarına şiddetle saldırdığı bu son altı ayda ticaretin neredeyse durduğu söylenebilir.”
Bunu duyunca çok şaşırdım.
“Asiler!” diye bağırdım. “Atlantis’in kapılarına kim saldırıyor? Şehir bir kuşatma altında mı?”
“Lütfettiler de,” dedi Phorenice usulca, “bize bugünlük bir tatil veriyorlar ve bu yüzden ne mutlu ki seni karşılama törenimde rahatsız edilmiyoruz. Eğer saldırıyor olsalardı gelen gürültüleri duyardın. Haklarını vermek gerekirse, her türlü çabalarında son derece yaygaracılar. Casuslarım, asilerin şehrin duvarlarına karşı kullanmak üzere yeni aletler hazırladıklarını söylüyor ve eğer seni eğlendirecekse bunu araştırmak için yarın dışarı çıkabilirsin. Ama bugün Deukalion, senle ben birlikteyiz; etrafımızda ise barış ve biraz da gösterinin güzelliği var. Daha fazlasını da istersen veririm.”
“Bu isyandan haberim yoktu,” dedim, “ama Majesteleri beni vekili yaptığına göre, bunun kapsamıyla ilgili her şeyi bir an önce bilmem iyi olur. Bu ciddiye almamız gereken bir konu.”
“Bunu ciddiye almadığımı mı düşünüyorsun?” diye sertçe çıkıştı. “Ylga,” dedi arkasındaki kıza, “elbisemin omzunu aç.”
Refakatçi kız, elbisenin omzunu tutan mücevher tokayı açınca Phorenice (bana bunu hiç istemeyerek yapıyor gibi göründü) kumaşı çekerek aşağı sıyırdı ve altındaki pürüzsüz cildi açığa çıktı, bana sol göğsünün hemen altındaki kanlı keten bandajı gösterdi.
“Hiç olmazsa dünkü ciddiyetimin bir kanıtı var,” dedi, bana yandan bakarak. “Ok kaburgama çarptı ve bu beni kurtardı. Eğer kaburgalarımın arasına isabet etmiş olsaydı, Deukalion çok hayran olduğu bu güzel savaş hayvanıma binmek yerine cenazemin yakılacağı odun yığınının yanında duruyor olacaktı. Gözlerini mamuttan alamıyorsun gibi görünüyor Deukalion. Ah, zavallı ben. Senin tüylü yaratıklarından biri değilim ve bu yüzden senin dikkatini asla çekemeyeceğim gibi görünüyor. Ylga,” dedi arkasındaki kıza, “elbisemi tokasıyla tekrar bağlayabilirsin. Efendi Deukalion daha önce de çok yaralar gördü ve burada onun ilgisini çekecek başka bir şey yok.”
Beşinci Bölüm
ZAEMON'UN LANETI
Görünüşe göre, her halükârda şu an kraliyet piramidinde ikamet edecektim. Göz alıcı süvari alayının askerleri, piramidin önündeki taş döşeli büyük meydanı doldurarak gruplar halinde dizildiler. Mamut, kapı girişinin önünde durduruldu ve bir merdiven getirildi, ardından trompetler çalmaya başladı ve yılanların gölgelediği altın tahtırevanda yolculuk eden üçümüz, yere indik.
Açık havadan çıkıp piramidin büyük taş labirentlerinde yer alan dairelere gideceğimiz belliydi ve ben hiç düşünmeden, doğamın bir parçası haline gelmiş bir alışkanlık ve kutsama içgüdüsüyle şehrin üzerinde korkutucu bir görüntüyle yükselen Kutsal Dağ’ın haşmetli kayalarına doğru dönerek her zaman yaptığım gibi saygıyla yere kapandım ve mutat duamı ettim. Dediğim gibi bunu bir içgüdü ve genel bir alışkanlık olarak yapmıştım; ama ayaklarımın üzerine doğrulduğumda, o şatafatlı elbiseler içindeki kalabalık seyircilerin arasında bir yerden kıs kıs gülüşmeler duyduğuma yemin edebilirdim.
Kaşlarımı öfkeyle çatarak o alaycılara doğru baktım ve sonra bu yaptıkları saygısızlığın derhal cezalandırılmasını talep etmek için Phorenice’e döndüm. Fakat burada garip bir şey vardı. Onu fiil ve kural olarak saygıyla yere kapanıp ettiği duadan kalkarken görmeyi ummuştum; ama o da yerinde dimdik duruyordu ve alnının asla yere değmediği apaçıktı. Üstelik bana anlayamadığım, tuhaf bir bakışla bakıyordu.
Aklında her ne varsa, o sırada meydanda toplanmış insanların önünde bu konuda bağırmak gibi bir planı yoktu. Bana, “Gel,” dedi ve kapıya doğru dönerek içeri girişi sağlayan o gün için belirlenmiş gizli şifreyi haykırdı. Sundurmanın önünü kapatan ağır taş bloklar, menteşelerinin üzerinde kayarak geriye doğru açıldı ve Phorenice, peşinde onu saygıyla takip eden yelpazeci kızla birlikte azametle yürüyerek sıcak gün ışığından serin karanlığa geçti. Kalbimde büyümeye başlayan bir ağırlıkla birlikte, ben de piramidin içine girdim ve taş kapılar uğursuz bir gümbürtüyle arkamızdan kapandı.
O anda fazla ileri yürümedik. Phorenice, bekleme salonunda durdu. Kırmızı duvarlarındaki kralların resimleriyle taş zeminin ortasında yerden fışkıran ve bronz bir ağızdan püskürerek yanan ateşten fıskiyenin alevinin aydınlattığı bu yeri çok iyi hatırlıyordum. Ölmüş yaşlı kral yirmi yıl önce, ben Yucatan’daki genel valilik görevim için yola çıkmaya hazırlanırken bana veda etmek için lütfedip buraya kadar gelmişti. Ancak salonun havası eski günlerdekinden farklıydı. O zamanlar buranın havası doğal ve hoştu. Şimdi ise yayılan bir esans kokusuyla ağırlaşmıştı, ben bunu iç bayıltıcı ve bunaltıcı buldum.
“Vekilim,” dedi İmparatoriçe, “kasıtlı hakaret suçundan sana beraat veriyorum; ama bence sömürge havası seni çok basit bir adam yapmış. O dağa karşı senin bir dakika önce saygıyla yere kapanman, benim bu krallığı yönetme görevine geldiğimden beri hiç yapılmadı.”
“Majesteleri,” dedim, “ben Rahipler Klanı’nın üyesiyim ve onların öğretilerine göre yetiştirildim. Bana, bir eve girmeden önce Tanrılar’a ve özellikle de Güneş Tanrı’mıza, bize sağladıkları güzel hava için şükretmem öğretildi. Kaderimde birkaç kere, dağların aniden kaynamaya başlamaları sırasında akan ateş dereleri ve pis kokulu hava tarafından kovalanmak da vardı; bu yüzden ben bu mutat duayı doğruca kalbimden gelerek okurum.”
“Sen Atlantis’ten ayrıldığından beri durumlar değişti,” dedi Phorenice, “artık şükür duaları o eski Tanrılar’a yapılmıyor.”
Onun neyi kastettiğini anladım ve dine karşı yapılan bu saygısızlık karşısında neredeyse ürktüm. Eğer burada böyle yeni bir kural varsa benim bununla hiç işim olmazdı. Kader bana nasıl isterse öyle davranabilirdi. Ben kendimi, iktidardaki hükümdara sadakatle hizmet etmek için hazırlamıştım; ama kutsal şeyleri savsaklamak, duaların ve tapınmanın kendisine yapılması gerektiğini emreden bir domuz çobanının kızını tanrı olarak kabul etmek, benim erkekliğime sığacak bir şey değildi. Bu yüzden bile bile bir krize davetiye çıkardım.
“Phorenice,” dedim, “ben çocukluğumdan beri tanrıların önünde saygıyla eğilen bir rahip oldum ve onların gizemleriyle içli dışlı büyüdüm. Bu eski şeylerin yanlış olup olmadığını kendim bulana kadar inancıma sadık kalacağım ve eğer bu sadakat için bir bedel varsa bunu ödemeliyim.”
Bana hafif bir gülümsemeyle baktı. “Sen güçlü bir adamsın, Deukalion,” dedi.
Eğilerek karşılık verdim.
“Böyle inatçı olan başkalarını da duydum,” dedi, “ama sonra inançlarından döndüler.” Saçlarının kızıl perçemlerini sallayarak açtı ve yanan ateş fıskiyesinin ışığı yüzü ile vücudunun güzelliğini aydınlatacak şekilde durdu. “İnatçıları döndürmenin en kolay yolunu onları yakmakta buldum. Ama aslında bu yakılma, pek söz konusu olmadı. Ben isteyeyim ya da istemeyeyim, hepsi alelacele dönmeyi seçti. Fakat benim zavallı görüntümün ve dilimin bugün biraz akıl çelmeye ihtiyacı olduğu anlaşılıyor.”
“Phorenice imparatoriçedir,” dedim duygusuz bir sesle, “ve ben de onun hizmetkârıyım. Eğer yarın bana izin verirse duvarların dışındaki karışıklık çıkaran bu ayaktakımını temizleyeyim. Artık faydalarımı kanıtlamaya başlamalıyım.”
“Bana senin çok iyi bir savaşçı olduğun söylendi,” dedi Phorenice. “Eh, benim de silahlar konusunda kendime göre bir becerim var, bu konuda biraz uzman olduğumu düşünüyorum. Yarın birlikte savaşın tadına bakacağız. Ama bugün senin için planladığım saygıdeğer kabul törenini sürdürmem gerekiyor, Deukalion. Ziyafet birazdan hazır olacak ve sen de ziyafet için hazırlanmak isteyeceksin. Burada senin kullanımın için seçilmiş ve ihtiyaç duyulacak şeylerle doldurulmuş odalar var. Ylga onların yerlerini sana gösterecek.”
Yelpazeci kızla beraber Phorenice ateş fıskiyesinin parıltısından uzaklaşıp bekleme salonunun ilerisindeki bir köşede gölgeler arasında bulunan bir kapıdan çıkıp gidene kadar bekledik ve sonra (kız bir lamba almış yol gösteriyordu) piramidin dar labirentlerinden geçerek kendi yolumuza gittik.
Her tarafta parfüm kokusu ortama hâkimdi ve piramidin kocaman taşları arasındaki her yerde geçitler dönüyor, kıvrılıyor ve bükülerek uzuyordu; böylece yabancılar ulaşmak istedikleri odayı ararken saatler (evet, ya da günler) geçirmek zorundaydılar. Bu kraliyet piramidinin planını hazırlayan unutulmuş inşaatçılar, yapıyı şeytani bir kurnazlıkla tasarlamışlardı. Çünkü dışarıdan gelebilecek ani saldırılarda kralların hoyrat suikastçıların eline düşmesine meydan vermek niyetinde değillerdi. Ayrıca zamanın kralının, kendini iyice garantiye almak için piramidi inşa eden herkesi, hatta iç taşlarının döşenmesini görenleri bile öldürttüğü rivayet edilirdi.
Ancak elindeki lambayı sallayarak yol gösteren yelpazeci kız, bu labirentlere alışkın gibiydi. Bazen hızlanarak, bazen döne döne gidiyordu; sonra boş bir duvarın ortasında durdu ve bir taşı itti, duvar sarsılarak açılıp geçmemize izin verdi. Bu defa yerdeki yassı döşeme taşlarından birinin köşesine ayağıyla bastırdı ve geriye kayan taşın altından dik, dar bir merdiven göründü. Oradan inerek eğimli bir yolun başlangıcına geldik ve o yoldan tekrar yukarı doğru çıktık; böylece ilerleyip, kullanmam için bana verilen odaya kadar geldik.
“Duvarların yanında duran bu sandıklarda giysiler var,” dedi kız, “ve şu bronz kutunun içinde mücevherler ile diğer süsler var. Bunlar Phorenice’in ilk hediyeleri; ama bana bunların daha sonra gelecek olanların küçük bir göstergesi olduğunu söylememi tembihledi. Efendi Deukalion şimdi basit giysilerinden kurtulabilir ve modaya uygun, şık elbiseler giyinip kuşanabilir.”
“Kızım,” dedim, sert bir sesle, “diline hâkim ol ve bana böyle önemsiz tavsiyelerde bulunma.”
“Eğer Efendi Deukalion bunu bir kabalık olarak görüyorsa Phorenice’e söyleyebilir ve ben de kamçılanırım. Eğer isterse beni soyarak onun önünde kamçılayabilirler. İmparatoriçe şu an Deukalion için pek çok şey yapacaktır.”
“Kızım,” dedim, “sen şu kırbaçlanmaya sandığından daha yakınsın.”
“Benim bir adım var,” diye bana çıkıştı, siyah kaşlarının altından aksi bir ifadeyle bakarak. “Bana Ylga derler. Mamutun üzerinde buraya gelirken kendinizi Phorenice’e bu kadar kaptırmamış olsaydınız bunu duyabilirdiniz.”
Gözlerimi dikip ona merakla baktım. “Sen beni daha önce hiç görmedin,” dedim, “ve bana söylediğin ilk sözler başını fena halde derde sokabilecek şeyler oldu. Bütün bunların bir amacı olmalı.”
Ylga gidip odanın kapı girişindeki koca taşı bastırarak itti. Sonra mücevherlerle dolu küçük parmaklarını giysimin üzerine koyarak beni dikkatlice hava bacasından uzak bir köşeye çekti.
“Ben Zaemon’un kızıyım,” dedi, “sen onu tanıyorsun.”
“Bana ondan mesaj mı getirdin?”
“Bunu nasıl yapabilirim?” O, sizin önünde secde etiğiniz dağdaki rahip konutlarında yaşıyor. İki yıldır onu biç görmedim. Ama sizi ilk defa liman tarafında kurulan kırmızı çadırdan çıkarken gördüğümde ben… Ben size acıdım Deukalion. Babam Zaemon’un, arkadaşı olduğunuzu hatırladım ve Phorenice’in neye hazırlandığını biliyordum. İki aydan beri bunun planını yapıyordu.”
“İmparatoriçe’nin aleyhinde bir şey duymak istemiyorum.”
“Ama henüz…”
“Ne?”
Sandaletiyle yerdeki taşa sertçe bastırdı. “Siz çok kör bir adamsınız Deukalion ya da çok cesur olmalısınız. Ama ben daha fazla araya girmeyeceğim, en azından şimdilik. Yine de izleyeceğim ve herhangi bir şekilde bir dost istiyormuş gibi göründüğünüz zaman size hizmet etmeye çalışacağım.”
“Dostluğun için teşekkür ederim.”
“Bunu hafife alır gibi görünüyorsunuz. Çünkü efendim, şu an bile gerekçemi tahmin etmediğiniz gibi, benim gücümü bildiğinize de inanmıyorum. Siz bu krallıktaki ilk adam olabilirsiniz; ama rütbe olarak benim ikinci leydi olduğumu size söyleyeyim. Ve şunu unutmayın, artık Atlantis’te kadınların itibarı daha yüksek. İnanın bana, benim dostluğum her zaman ve çok çaba gösterilerek aranan bir şeydir.”
“Dediğim gibi dostluğuna müteşekkirim. Sen benim minnettarlığımı yeterince ciddiye almıyor gibi görünüyorsun, Ylga; ama inan bana, ben bunu daha önce hiçbir kadına ihsan etmedim ve bu yüzden, çok ender olan bu teşekkürün kıymetini bilmelisin.”
“Peki, efendim,” dedi, “önünüzde sizi bekleyen bir eğitim süreci var.” Sonra, yardımlarını istediğim zaman köleleri nasıl arayacağımı gösterdi ve beni bırakıp gitti, ardından tam bir dakika boyunca ona söylediğim sözlere hayret ederek öylece kaldım. Bu Zaemon’un kızı kim oluyordu da benim bir ömürlük huyumu değiştirmek için beni kandırmaya çalışıyordu.
Emrim üzerine yanıma gelen köleler, bin türlü aptallık içinde beni cübbelerle ve süslerle donatmak konusunda çok hevesliydiler, bana (sınıflarının güncel modası gibi görünen) birtakım parfümlerle kokulu merhemlerin etkilerini ısrarla anlattılar. Onların bu tavrı beni rahatsız etti. Ben zaten temizdim ve tıraş olmuştum, saçlarım kesilmişti ve cübbem lekesizdi. Onların bu ısrarlı ilgilerini bir çeşit saygısızlık olarak gördüğüm için ceza olsun diye birbirlerini dövmelerini emrettim ve eğer bunu tam anlamıyla yapmazlarsa, onları kızgın şeritler halinde kalıcı olarak dağlaması için bir hayvan damgalayıcısına teslim edeceğime yemin ettim. Tuhaftır ama sıradan bir hizmetkâr, bazen asi bir komutanı bile kızdırarak çileden çıkarabiliyordu.
O gün birçok garip manzara gördüm ve birçok yeni heyecan yaşadım; ama onların arasında beni en çok şaşırtan şey, Phorenice’in konuklarını şölene davet etme şekli oldu. Hayır, şaşırmaktan daha da öte, beni şoka uğrattı. O an içimde onun dine olan saygısızlığından duyduğum şaşkınlık mı yoksa gücüne duyduğum hayret mi daha güçlüydü, bunu söyleyemem. Odamda oturup çağrılmayı beklerken, kulağıma nereden geldiği belli olmayan ve son derece küçük artışlarla yavaş yavaş yükselen bir ses gelmeye başladı; en sonunda şiddetiyle kulağı rahatsız eden bir çınlamaya dönüştü ve sonra (neyin geleceğini tahmin etmiştim) piramidin o kocaman yapısı sanki bir çocuğun tahta oyuncağı güçlü bir adamın sandaleti altında eziliyormuş gibi titredi ve inleyerek sarsıldı.
Bu, Kutsal Dağ’daki Rahipler Klanı’nın en tepedeki amirleri tarafından her yıl tekrarlanan ve dünyadaki herkesin, günahlarını hesap etmelerini bildiren bir alametti. İnsanların kükreyen öfkeli ateşten ve korkunç toprak sarsıntılarının acısından doğduğunu ve sonunda aynı unsurlar tarafından -içindeki günahlarla birlikte- yok edileceğini ikaz eden kutsal bir hatırlatıcıydı. Fakat şimdi İmparatoriçe, bunun dinsel ciddiyetini, insanları oburluğa davet eden bir çağrı ve terbiyesiz kahkahalar ile tensel bir gösterinin işareti olarak yakışıksız bir şekilde kullanıyordu.
Fakat bunu yapma yetkisini nasıl elde etmişti? O kim oluyordu bu öyle kolay anlaşılamayan, toprak anamızın akışkan bağrında bulunan güçleri kurcalayabiliyordu? Bir ihanet mi vardı? Rahipler Klanı’nın bir üyesi, kutsal yeminini unutup bu kadına kutsal gizemlerle ilgili konuları ağzından mı kaçırmıştı? Yoksa Phorenice, kendi kıvrak zekâsıyla bu gizemlerin kapısını açan bir anahtar mı keşfetmişti?
Eğer son ihtimal geçerliyse, ona sessiz bir vicdanla hizmet etmeye devam edebilirdim. Benim yapıma hiç uymasa da en azından o bir imparatoriçeydi ve ona itaat etmek benim görevimdi. Fakat eğer Kutsal Dağ’daki Klan’ın zayıf bir üyesini ayartmışsa, o zaman mesele değişirdi. Çünkü sırlarımızı ve gizemlerimizi korumanın, anayasamızın unsurlarından biri olduğunu unutmamak ve hem onlara ihanet etmeye cesaret eden bir kişiyi hem de onun güvenini kazanmış olan bedbaht alıcısını sonsuz bir nefretle kovalamak gerekirdi.
O anda çok kararsız duygular içinde, yeri göğü inleten bu çağrıya uydum ve kölelere beni piramidin dolambaçlı yollarından geçirip büyük ziyafet salonuna götürmelerini emrettim. Oradaki görüntü göz kamaştırıcıydı. Muhteşem oymaları olan görkemli salon, aklın tasavvur edebileceği her türlü süs ve renklere bezeli giysiler içindeki bir kalabalıkla doluydu. Şehrin mahallelerini açıkça saran ölüm ve sefalet, surların ardındaki kuşatma kampında bekleyen asiler, ihmal edilen Tanrılar ve onların Kutsal Dağ’daki rahipler klanı, resmi çağrıyla bu ziyafette bir araya toplanan kalabalığın hiç umurunda değildi. Hepsi de büyük bir açgözlülükle, başka hiçbir şeye bakmadıkları bir alışkanlık ve şımarıklık içinde o anki oburluklarını gidermenin peşindeydi.
Yerden fışkıran alev fıskiyeleri, muazzam salonu öğle vakti gibi aydınlatmıştı ve ben içeri adım attığımda, trompetler bangır bangır çalarak oradakilere geldiğimi haber verdi. Ancak içeride hiçbir karşılama tezahüratı olmadı. Peltek ve yapmacık seslerle, “Deukalion,” diye adımı mırıldanırken, tüm süsleri şıngırdayarak ve ipekleri hışırdayarak gülünç bir abartı içinde yerlere kadar eğildiler. Doğrusu, Phorenice’in kendisi ortaya çıktığı zaman herkesin yüksek sesle onun adını haykırarak ve yasa gereği önünde secde ederek karşılamasında da aynı yapaylık vardı. Bunu oldukça iyi yaptıkları doğruydu, çünkü bu yeni modaydı. İçtenlik, bu yeni kültür tarafından medeniyetsizlik sayılır olmuştu.
İki tane yapmacık tavırlı ve sırıtkan teşrifatçı, benimle ilgilenme görevini üstlendiler ve ellerindeki ince altın asalarıyla yol göstererek beni en uçtaki platforma götürdüler. Görünüşe göre Phorenice’in sedirinde oturacak ve onun yemeğinden yiyecektim.
“İmparatoriçe beni onurlandırmada hiç sınır tanımıyor,” dedim Phorenice’e, çömelip yerime otururken.
Bana o acayip bakışlarından biriyle yan yan baktı. “Eğer Deukalion, güzel bir şekilde isterse bunlardan çok daha fazlasını alabilir. Bu dünyadaki diğer tüm erkeklerin arzuladığı ama hiçbirinin alamayacağı bir şeye sahip olabilir. Fakat ben Deukalion’a kendi rızamla yeteri kadarını verdim, eğer başka ayrıcalıklar istiyorsa onları daha candan istemeli.”
“Öncelikle,” dedim, “hudutları, şehir surlarının dışında yaygara koparan asilerden temizlemek isterim.”
“Öf,” dedi Phorenice kaşlarını çatarak. “Sen sadece hayatın kaba zevklerine mi ilgi duyuyorsun? Sevgili Deukalion, senin kolonindeki insanlar basit köylüler olmalı. Neyse, şimdi sen bana bu ziyafetin lezzetlerinden haber ver.”
Yemekler ve şarap kadehleri önümüze yerleştirildi, böyle parçalanmış ve çok baharatlı yemekler benim için pek iştah açıcı olmasa da yemeye başladık. Fakat bu titizlikle hazırlanmış yemeklerle lezzetli şaraplar bana cazip gelmese de muhteşem salonda yemek yiyen diğer herkes, sonuna kadar bunların keyfini çıkarıyordu. Alev fıskiyelerinin arasında, gökkuşağı gibi bir renk karmaşası içinde gruplar oluşturarak yerlere oturmuşlardı ve yeni geleneğe göre mest olmuş bir halde sanki kendilerinden geçmiş gibiydiler. Hem kadınlar hem de erkekler, damaklarına yayılan her tadı sanki Tanrıların öpücüğü gibi oyalanarak uzatıyorlardı.
Phorenice, hızlı ve zeki gözleriyle onlara bakıyor, benimle sohbeti arasında zaman zaman bir iki kişiye birkaç laf atıyor ve bazen de kraliyet yemeğinden bir kırıntı alması için kayırdığı bazı kimseleri yanına çağırıyordu. Bu onurlandırılan kişi, verilen parçayı abartılı bir hareketle yiyor ya da (iki kez olduğu gibi) onu bir insanın dudaklarıyla kirletilemeyecek kadar değerli bir hazineymiş gibi elbisesinin kıvrımları arasına saklıyordu.
Bu dalkavukluk, bana berbat ve iğrenç görünüyordu; ama Phorenice, belki de onları alıştırmış olduğu için bunu sadece kendisinin hak ettiği zorunlu bir hareket olarak görüyor olabilirdi. Her ne kadar dış görünüşünden hiçbir şekilde belli olmasa da dikkatli birisi, İmparatoriçe’nin bir zaafı olduğunu tahmin edebilirdi. Yüzü yeterince güçlü, aynı zamanda zarif ve dahası, şaşılacak kadar güzeldi. Ziyafet salonundaki tüm saray mensupları, Phorenice’in yüzü ve vücudu ile bacaklarının güzelliğinden hayranlıkla söz ediyordu ve ben bu konulara değer vermeyen biri olmakla birlikte, en azından onların bu hayranlığının bir dayanağı olduğunu görebiliyordum, çünkü şüphesiz Tanrılar asla ölümlü bir kadına bundan daha fazla iltimas edemezdi. Ne kadar güzel olursa olsun, ben şahsen sınıfı gereği bizim hemen arkamızdaki sedirde oturma ayrıcalığına sahip olan kıza, yani Ylga’ya bakmayı tercih ederdim. Ylga’nın yüzünde, Phorenice’de olmayan bir içtenlik vardı.
Kraliyet piramidinin ziyafet salonunda yemek yiyenler, beslenmek için değil, sanki öğürene kadar tıkınmak için yiyorlar; kölelerin getirdiği her tabak ve kâseyle birlikte tezahürat yaparak yiyip içmeye devam ediyorlardı. Bana göre bazı davranışları saygısızlığa çok yakındı. Yemeğin ortalarında, içeri muhteşem bir züppe -kendi topraklarında çıkan bir isyanla başkente sürülen taşra illerinden birinin valisi- girdi ve kızarmış bir yüz ve düzensiz adımlarla ziyafetteki grupların arasından yürüyerek sedirin önüne geldi, yere kapanarak İmparatoriçe’ye saygılarını sundu. “İmparatoriçelerin en çarpıcısı,” diye haykırdı, “Tanrıçalar arasında en güzel olan, aşkla dolu kalbimin hükümdar kraliçesi, selam sana!”
Phorenice gülümseyerek kadehini ona doğru uzattı. Adama bakıp onun kadehi alarak içindeki şarabı saygı göstergesi olarak İmparatoriçe’nin ayaklarına dökmesini bekledim; ama öyle bir şey olmadı. Kadehi dudaklarına götürerek içindekini son damlasına kadar içti. “Bütün sıkıntıların bu şarap gibi kolayca akıp gitsin,” diye bağırdı, “ve geride bunun gibi hoş bir lezzet bıraksın.”
İmparatoriçe, o hızlı bakışlarından biriyle bana döndü. “Bu yeni geleneği sevmiyor musun?”
Açık sözlülükle ona bir insanın ayaklarına içki dökmenin gelenek haline gelmiş bir saygı göstergesi olduğunu ve bana göre onu içmenin sadece kendi keyfine düşkünlük gibi göründüğünü, bunun her yerde yapılabileceğini söyledim.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403429?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Deukalion: (mitoloji) Tanrı Zeus’un sel tufanından, karısı Pyrrha’yla birlikte kurtulan Prometheus’un oğlu. (ç.n.)
2
Guanche: Kanarya Adaları’nda şu an var olmayan ilk yerli halk. (ç.n.)
3
Genellikle açık yeşil renkte, toz durumundayken beyaz ve yağlı görünüşlü, hidratlı doğal magnezyum silikat. (ç.n.)