Kahvenin hikayesi

Kahvenin hikayesi
Stewart Lee Allen
“Gurmeler, kahve bağımlıları, antropologlar ve eğlenceli macera hikâyelerini seven herkes bu kitabı mutlaka okumalı.”
–Anthony Bourdain Mutfak Sırları’nın yazarı, dünyaca ünlü şef

Kahve, gerçekten de tarihi yönlendiren bir madde mi? Nerede doğdu, hangi yollardan geçerek bize geldi? Batı medeniyeti, aydınlanmasını kahveye mi borçlu? Stewart Lee Allen, bu çarpıcı soruların yanıtını bulmak için kafein dolu bir maceraya atılıyor.

Sekiz yüz yıl önce kahvenin ilk kez ekildiği Güney Yemen’in köylerinden, Nobel Ödüllü iki Hintlinin kahve içmek için uğradıkları mağara benzeri kahvehaneye… Fransız İhtilali’nin başladığı Paris salonları ve kafelerinden, Amerika’nın yol kenarı lokantalarına… Kahvenin izinde dünyanın dörtte üçünü gezen Allen, kahvenin tarihini edebi bir tatla anlatıyor.

“Okuyucuyu alıp eski Etiyopya eşkıyalarına, Parisli garsonlara ve Türkiye’den Brezilya’ya hoş rayihalı kahvehanelere götürüyor. Son damlasına kadar güzel!”
–Mort Rosenblum

Stewart Lee Allen
Kahvenin Hikâyesi

“Stewart Lee Allen, adeta bir Hunter S. Thompson üslubuyla kahvenin peşine düşüyor ve bizi o büyülü çekirdeğin dünyasına doğru vahşi, kafeinli ve sıradışı bir gezintiye çıkartıyor. Düzyazı şeklinde, alaycı ve cesur bir dille kaleme aldığı kitabı okuyucuyu hoşnut ediyor, afallatıyor, eğlendiriyor ve bilgilendiriyor.”

    -Mark Pendergrast Uncommon Grounds: The History of Coffee and How it Transformed Our World’ün yazarı
“Enfes! Oldukça aydınlatıcı bir kitap. Allen, eğlendirici gezi günlüğüyle karışık harikulade bir araştırmacılık örneği sergilemiş.”

    -The List
“Her açıdan eğlendirici, sürükleyici ve son derece komik. Kahve tiryakileri ve seyahatseverlerin muhakkak okuması gereken bir kitap.”

    -Kirkus Reviews
“Müthiş bir kitap! Çok eğlenceli. Eskimolar kar için ne kadar çok kelime kullanmışsa, Allen’ın da kahve için o kadar çok kelimesi var. Sabah içtiğim kahveye bir daha asla aynı gözle bakmayacağım.”

    -Jeff Greenwald The Size of the World’ün yazarı
“İlgi çekici ve sıradışı. Allen’ın espressolu yolculuğu, kahvenin dünya tarihindeki rolüyle ilgili heyecanlandırıcı bir çalışma sunuyor. Kitap, patlak gözlü bir kafein delisinin kahveyi coşkulu bir şekilde övmesi ve gerçek bir tadımcının bilgili gözlemleri arasındaki dengeyi bulmaya çalışıyor.”

    -Publishers Weekly
“Stewart Allen’ın, kahvenin insanlık kültürü üzerindeki tarihi etkileri hakkında yaptığı araştırma, bitkiler ve ilaçların, kültürler ve insanların oluşturduğu kurumların evrimini nasıl şekillendirdiğine ve yönlendirdiğine bir kez daha açıklık getiriyor. Okuması son derece keyifli!”

    -Terence McKenna Plants of the Gods’ın yazarı
“Otobiyografi, gezi günlüğü ve sosyal tarihin oldukça eğlenceli bir karışımı… İyi araştırılmış ve ustaca yorumlanmış, günümüze uygun, son moda bir gezi yazısı.”

    The Bookseller


Anneme…


Giriş: İlk Fincan
Hazırlanışı bir sanat, bu yüzden onu içişimiz de sanat olmalı.
    Abd el Kader (on altıncı yüzyıl)
Nairobi, Kenya 1988
“ETİYOPYA GİBİSİ YOK,” derken Bill’in gözlerinin içi parlıyordu. “Afrika’daki en iyi yemekler burada, dostum. Ah, bir de Etiyopyalı kızlar…”
“Kızları bu işe karıştırma şimdi,” dedim. Doğu Londralı bir tesisatçı ve Budist bir keşiş olan Bill, kafayı bana bir kız bulmaya takmıştı; ancak densizin tekiydi. Onun tüm bu çöpçatanlık çabaları, sürekli “Aşk istiyorum, aşk!” diye bağıran, iki katım kadar iri Kenyalı bir hayat kadınını savuşturmamla sonlanmıştı.
“Kızları bu işe karıştırma,” diye tekrarladım; düşündükçe tüylerim ürperiyordu. “Aklından bile geçirme.”
“Onları düzmek zorunda değilsin ki…” Bana en sevimli ve pis bakışını atarak “Ama isteyeceksin,” dedi.
“Bu konuda gerçekten şüpheliyim.”
“Bir de buna yok mu, aah ah! Dünyanın en iyi bunası.”
“Buna mı? O da ne?”
“Kahve,” dedi. “Etiyopya kahvesi.”
Böylece ne yapacağımız belli olmuştu. Öğle yemeği için Etiyopya’ya doğru yola koyulduk. Kenya’nın kuzeyinde otobüs seferleri çok seyrektir, bu yüzden otostop çekerek gazlı içecek taşıyan külüstür bir “Tata” marka kamyonun arkasına atladık. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerden geçerken dışarıda güneşten kararmış kayalar ve kurumuş otlardan başka neredeyse hiçbir şey görmediğimiz yirmi saatlik ıssız bir yolculuk yaptık. Medeniyete dair tek iz, makineli tüfekle delik deşik edilmiş otobüslerin yol kenarındaki kalıntılarıydı. Eşkıyalar konusunda pek kaygılanmıyorduk (bulunduğumuz araçta silahlı iki muhafız vardı), ancak yolculuğumuzun yedinci saatinde, daha önce bizi araca almayı teklif eden, fakat bizim reddettiğimiz kamyonun yanından geçtik. Yol asfaltsız olduğu için kamyonun aksı ikiye ayrılmıştı; bu da kamyonun takla atmasına, sürücü ve yolcuların yarısının ölmesine sebep olmuştu. Kazadan tek sağ çıkanlar, üzerlerinde geleneksel giysileri olan, taktıkları küpe benzeri aksesuarlar yüzünden kulak memeleri sarkmış iki metrelik Masai savaşçılarıydı. Öylece dikilmiş ağlıyorlar ve ellerindeki mızrakları gökyüzüne doğru sallıyorlardı. Masailerden biriyse kırılmış bir yığın Pepsi şişesi altında ezilerek ölmüştü.
Etiyopya’ya vardığımızda sınır kapısı kapalıydı. Sınırda bulunan tek nöbetçi askerin mizacı dostane, fakat aynı zamanda sertti. Yabancıların Etiyopya’ya girmesine izin verilmiyordu. Bill kim olduğumuzu ve neden geldiğimizi açıkladı. Etiyopya’ya girmek istemediğimizi, sadece, yarısı Etiyopya’da olan Moyale kasabasını ziyaret etmek istediğimizi belirtti. Tabii ki Bill’e göre bunda bir sorun yoktu, değil mi?
Nöbetçi durup düşündü. “Doğru,” dedi, yabancıların Moyale’i günübirlik ziyaret etmelerine izin veriliyordu. Sonra başını salladı. “Ancak pazar günleri değil.” Bize Etiyopya’nın Hıristiyan bir ülke olduğunu hatırlattı.
Bill başka bir yol denedi. Nöbetçi askere Moyale’de bir turist pansiyonu olup olmadığını sordu. Asker bir pansiyon bulunduğunu söyledi ve oraya gitmek isteyip istemediğimizi sordu.
Bill, Etiyopya dilinin evet anlamına gelen o hırıltılı ifadesini kullanarak “Awo,” diye yanıtladı.
“Tamam o zaman,” dedi bekçi. “Dümdüz gidin ve sola dönün.”
Devlet otelleri her zaman pahalı olduğundan, yerel bir restoran -toprak zeminli ve damı samanla örtülü, tabiri caizse bir baraka-bulduk. Yemekleri harikaydı: doro wat (ekşimiş tereyağıyla yapılan baharatlı tavuk güveci), injera (mayalı krep) ve tej (bal şarabı). Sonra da kahve.
Avrupalılar hâlâ kahvaltıda bira içerken Etiyopyalılar kahve içiyordu ve yüzyıllar geçerken bir kahve seremonisi ortaya çıkmıştı. Önce, yeşil kahve çekirdekleri masada kavrulur. Sonra garson kadın, dumanı üstünde kahve çekirdeklerini herkese ikram eder, böylece her bir konuk aromanın tadını çıkarabilir. Arkadaşlığa dair şükran benzeri ya da övgü dolu sözler söylenir ve kahvenin çekirdekleri dibekte öğütüldükten sonra demlenir.
Restoran sahibi o gün bizim kahvemizi işte bu şekilde hazırlamıştı ve o günden sonra bu seremoniyi defalarca görmüş olsam da, hiçbiri bende o günkü kadar güzel bir his uyandırmadı. Restoran sahibi; uzun boylu, zarif ve büyüleyici güzellikte, tipik bir Etiyopyalıydı. Büründüğü turuncu ve mor şallar, az ışık alan bu kulübede parlıyordu. Zencefil benzeri bitkilerin taze filizleriyle birlikte kulpsuz ufak kahve fincanında servis edilen kahve ise mükemmeldi.
Bir saate kadar sürebilen bu gerçek seremonide üç fincan kahve içmeniz gerekir: Abole-Berke-Sostga, bir-iki-üç, dostluğa! Ne yazık ki restoran sahibinin her birimize sadece bir fincan kahve ikram edecek kadar kahve çekirdeği vardı. Ertesi gün daha fazla kahve çekirdeği olacağını, bu nedenle tekrar gelmemizi söyledi. Akşam vaktinde başlayan sokağa çıkma yasağı yaklaşıyordu, bundan dolayı aceleyle sınırın Kenya tarafına döndük. Ancak ertesi gün nöbetçi askerler tekrar Etiyopya’ya girmemize izin vermedi. Sınırda saatlerce tartıştık; fakat ne mantıklı gerekçelerimiz ne de rüşvet, sözü verilen o ikinci fincan için bizi tekrar Etiyopya’ya almaları konusunda onları ikna edebildi.
Sonraki on yıl boyunca Etiyopya parçalandı. Milyonlarca insan kıtlıktan ölmüş, iç savaş patlak vermiş ve sonunda ülke ikiye bölünmüştü. Hayatım bundan daha kötü olamazdı. Dört kıtada ve on bir şehirde yaşamış, bazen bir yılda beş kez yer değiştirmiştim. Bu durumu katlanılabilir hale getiren tek şey, otuz beş yaşında biri olarak her şeyi bırakıp geri dönebileceğimi bilmemdi. Dilimden düşürmediğim gibi, hiç dönmemek üzere bir yürüyüşe çıkabilirdim. Bunu pasif agresif bir canına susama durumu olarak düşünün. Bir Budist özentisi olsaydım, bunun bir “yabancılaşma” isteği olduğunu iddia edebilirdim. Bense şans eseri âşık olmuş (canına susamanın başka bir türü) ve evlenmek için Avustralya’ya gitmiştim. İzah edilemeyecek kadar karmaşık; ama bu plan, Kalküta’da Rahibe Teresa’nın adını taşıyan ve ölmek üzere olanların bırakıldığı bir bakımevinde çalışmamla sonlandı.
Kalküta dünyanın en güzel şehri; dayanılmaz ıstıraplar, ukalalık, hayırseverlik, zekâ ve açgözlülük, günün yirmi dört saati, yan yana, yüz yüze yaşar gider burada. Karşı caddedeki çocuklar tertemiz beyaz okul üniformalarıyla kroket oynayıp eğlence çığlıkları atarken, bindiğim otobüsteki bir kadının açlıktan ölüşünü izlemiş, iki blok geride ise bir kadının çamurlu bir gölete boynuna kadar girdiğini ve odaklanmış bir şekilde güneşe doğru dua ettiğini görmüştüm.
Kalküta ayrıca kitap kurtlarının çok sevdiği bir yer; şehrin saymakla bitmez sahaflarından birinde dolaşırken ilginç bir elyazması dini kitaba denk geldiğim yer de burasıydı. Yazılar hiç de okunaklı değildi; Hint yarımadasının tekdüze İngilizcesi ile yazılmış, eski bir zamana ait olduğu garip bir şekilde belli olan bir metindi. Kitabın kapağı uzun zaman önce çürümüş olduğu için kitabın ismine dair hiçbir fikrim yok. Sanırım bu kitap tipik bir konuyu ele alıyordu, Batı’nın beslenme alışkanlıklarındaki dengesizliklerin Toprak Ana’yı tahrip etmeye can atan bir hiperaktif sosyopatlar ırkının ortaya çıkmasına sebep olduğunu dile getiren bir başka Hint zırvasıydı. Kitap çoğunlukla et yiyenleri (Hindular vejetaryendir) ve (kutsal hayvan olan) inekleri öldürenleri eleştiriyordu. Fakat asıl gözüme çarpan, “Afrika’daki karanlık ve şeytani çekirdeklerin” fenalıklarından yakınan bölümdü. Söyledikleri aşağı yukarı şöyleydi:

Okuyucuya soruyorum: Bu kıtada yaşayan kara derili vahşilerin tanrılarına canlı kurbanlar sunmadan önce kahve çekirdeklerini nasıl yediklerinin anlatılması şaşılacak bir şey mi? O acı içeceğin nefsimiz üzerindeki zararlı ve kötücül etkisini anlamak için Batı’nın bağımlılık derecesinde kahve içen toplumlarını, Doğu’nun barışsever çay tiryakileriyle kıyaslamamız yeterlidir.
“Ne yersen osun” diyen kafadan kontak tipler Kaliforniya’da olduğu gibi Hindistan’da da yaygındır. Ancak beni asıl sarsan şey, bu kitap ve Vietnam’ın başkenti Hanoi’de şans eseri denk geldiğim on sekizinci yüzyılda yazılmış Fransızca bir kitap arasındaki zıtlıktı. Mon Journal isimli kitap, sosyal eleştirmen ve tarihçi Jules Michelet tarafından yazılmıştı. Michelet bu kitapta, aydınlanmış Batı medeniyetinin doğuşunu öncelikli olarak Avrupa’nın kahve içen bir toplum haline gelmiş olmasına bağlar: “Şüphesiz ki, yaratıcı fikirlerin bu ölçüde artmış olmasının altında yatan sebep, kısmen yeni alışkanlıklar yaratmış ve hatta insan doğasını değiştirmiş olan o büyük olay, yani kahvenin ortaya çıkışıdır.”
O zamanlar, Batı medeniyetinin doğuşunu bir fincan espresso-ya bağlamanın ne kadar da Fransızvari olduğunu düşünüyordum. Ancak Michelet’nin öne sürdüğü fikir, bazı yiyeceklerin daha önce hiç akla gelmeyen şekillerde tarihi etkilemiş olduğuna işaret eden modern araştırmalarla ilginç bir şekilde paralellik göstermektedir. Etnobotanik uzmanları, yakın bir zamanda, bazı mantarları yemenin beyin fonksiyonlarını değiştirebileceğine dair bir teori ortaya koymuşlardır. Bazıları da, Mayaların tasvir ettikleri kutsal jaguarların, aslında yenildiğinde sanrılara sebep olan kurbağalar olduğunu ve tam da bu yüzden rahipler tarafından çokça tüketildiğini söylemiştir. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, firavunların kutsal menekşesinin sarhoş edici güçlerinden dolayı tanrısal sayıldığını göstermektedir. Elbette tüm bu gıdalar bağımlılık yapar. Tabii ki kahve de öyle. Bundan eminim, çünkü ben de bir bağımlıyım. Belki de Michelet önemli bir şeyi keşfetmek üzereydi. Avrupalılar kahve içmeye ne zaman başlamışlardı ve kahve onların hayatında neyin yerini almıştı? En ufak bir fikrim yoktu. Cevabı bulmak için dünyanın dörtte üçünü, yani yaklaşık olarak otuz iki bin kilometreyi trenle, Arap yelkenlisiyle, çekçekle, kargo gemisiyle, en sonunda da bir eşekle katedeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Şu an bu sayfayı kaleme alırken bile yazdıklarımın ne işe yarayacağını bilmiyorum. Bazen yazdıklarım, kahve bağımlısı birinin saçmalıklarına benziyor; bazen de, tamamen güvenilir bir çalışmaymış gibi görünüyor. Tek bildiğim şey, Michelet’nin öne sürdüğü şeyi kanıtlayacak delilleri aramaya başlamak için en uygun yerin, iki bin yıldan daha uzun bir zaman önce kahvenin ilk kez bulunduğu ve on yıldır tekrar gitmeyi beklediğim ülkenin toprakları olduğuydu.
Artık Etiyopya’ya doğru yola koyulup o ikinci fincanı içme zamanı gelmişti.

1
Cehennemde Bir Mevsim
Abole, Berke, Sostga – bir, iki, üç fincan ve sonsuza dek arkadaşız.
    Addis Ababa’daki dolandırıcı

Harar, Etiyopya
“RAM-BO’YU SEVER MİSİN?”
Bana bu soruyu soran, beyaz kilden bir duvarın gölgesinde çömelmiş sırım gibi bir Afrikalı Araptı. Keskin bakışları, bir tutam bıyığı ve başına doladığı beyaz bir sarığı vardı. Yani aklınızda canlanan tipten bir Sylvester Stallone hayranı değildi.
“Rambo?” diye tekrarlayarak ne demek istediğini anlamaya çalıştım.
Kafasını aşağı yukarı sallayarak onayladı. “Ram-bo.” Kirli giysisinin eteğini, yerdeki toz toprağa değmesin diye düzeltti. Büyük bir kayıtsızlıkla “Rambo,” diye tekrarladı. “Farangi.”
“Rambo hayranı mısın gerçekten?” diye sordum. Şaşırmıştım, sonuçta Charles Bronson Kalküta’da daha popülerdi. Rambo’yu anlaması için pazılarımı sıktım. “Hayranı mısın?”
Adam bana tiksinerek baktı. Fakat “Ram-bo” diye tekrarlamaya devam ediyordu. “Ram-boo, Ram-boooo. Gitmek? Sevmek?”
“İstemiyorum,” dedim oradan uzaklaşırken. “Sevmiyorum.”
Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da başladığım yirmi dört saatlik yorucu tren yolculuğunun ardından Etiyopya dağlarında eski bir şehir olan Harar’a varmıştım. Harar’ı daha şimdiden sevmiştim. Dönemeçli yollarında arabalar ve hırsızlar pek görülmüyordu. Addis’e kıyasla çok daha ferah bir yerdi burası, orada yankesiciler adeta sinekler gibi başıma üşüşmüş ve dışarı çıktığım tek akşamda, “dostluk adına düzenlenen bir kahve seremonisi”nin ardından beni soymaya kalkmışlardı. Kireç badanalı kerpiç evleri ve kızların giydikleri çingene kıyafetleriyle Harar’ın Araplara özgü dokusu da hoşuma gitmişti. Burada karşılaştığım tek dolandırıcı Rambo Adam olmuştu ve onun da kendince haklı sebepleri var gibi görünüyordu.
Güzel bir kafe buldum ve gölgede bir masa kaptım. Oldukça ufak bir bardakta servis edilen yoğun ve sade kahve, elle çalışan eski bir espresso makinesinde demlenmişti. Kahveyi kahve yapan aromasının ve tadının yoğunluğudur ve içtiğim kahve bu açıdan oldukça şaşırtıcıydı. Bu da, Etiyopya’da yaygın olan tavada kahve kavurma tekniğinden kaynaklanan küçük yanıklarla ilişkilendirdiğim bir özellikti. Harar’ın kahve çekirdekleri Jamaika ve Yemen’in-kilerden sonra ikinci sırada olup dünyanın en iyileri arasındadır; ancak bu kahve… Yerel kahve çekirdeklerinin bölgeye Zaire’den kaçak olarak getirilen Robusta çekirdekleriyle karıştırılmış olabileceğinden kuşkulanmıştım; çünkü hem kremanın köpüğü (burada wesh deniyor) mükemmeldi hem de bir fincan içtikten sonra yerimde duramaz hale gelmiştim.
İkinci fincanı sipariş ettim. Rambo Adam yolun karşısından beni süzerek geldi. Göz göze geldik. Omuz silkti ve bir şeyler ima etmek istercesine ellerini kaldırdı. Bense kaşlarımı çattım.
Harar, eski Afrika uygarlıklarının efsanevi şehirlerinden biridir. Yüzyıllar boyunca yabancılara kapalıydı; çünkü Müslüman bir evliya, bir gayrimüslimin etrafı duvarlarla çevrili Harar’a girmesiyle şehrin yıkılacağına dair bir kehanette bulunmuştu. Şehre girmeye teşebbüs eden Hıristiyanların kafaları kesiliyordu; Afrikalı tüccarlar ise şehre alınmıyor ve bölgedeki aslan sürülerinin insafına bırakılıyordu. Şehrin içi de daha iyi bir durumda değildi. Sırtlanlar sokaklarda dolaşıyor, evsizleri yiyordu. Büyücülük ve kölelik, özellikle de siyahi harem ağalarının Osmanlı haremlerine satışı yaygınlaşmıştı. 1800’lü yıllara gelindiğinde, etrafı duvarlarla çevrili şehir çevresinden öyle kopmuştu ki, şehirde farklı bir dil oluşmuştu. Bu dil bugün hâlâ konuşulmaktadır.
Şehrin bu namı, Avrupa’nın en gözü pek maceraperestlerini Harar’a çekiyordu. Nil Nehri’nin başlangıç noktasını “bulan” İngiliz Sir Richard Burton, 1855’te Arap kılığında şehre girene kadar birçok kişi şehre girmeyi denemiş ve çoğu ölmüştü. Çok geçmeden de şehir yıkıldı.
Ancak Harar’ın Batılı ilk ziyaretçilerden en ilgi çekici olanı Fransız sembolist şair Arthur Rimbaud’ydu. Rimbaud, on yedi yaşındayken Paris’e geldi. Bir yıl boyunca “tüm duyularının düzenini bozarak” yaşadığı o meşhur hayat tarzından sonra, şehirdeki en ahlaksız adam olarak nam saldı. On dokuz yaşına geldiğinde Cehennemde Bir Mevsim adlı başyapıtını bitirmişti. Yirmi yaşına geldiğindeyse şiir yazmayı bıraktı ve sırra kadem bastı. Rimbaud…
Sandalyemden kalkarak “Rambo!” diye bağırdım. Adamın söylemeye çalıştığı şey buydu; Rimbaud’yu “Rambo” olarak telaffuz ediyordu. Beni Rimbaud’nun yaşadığı yere götürmek istemişti. Şair, 1870’de şiir yazmayı bıraktığında sırra kadem basmamıştı aslında. Sadece aklı başına gelmiş ve Harar’da kahve ticaretine başlamıştı.
Fakat Rambo Adam ortadan kaybolmuştu.
Rimbaud’nun Etiyopya’ya gelmesinin altında kahve ticaretine girme isteğinden fazlası vardı. Aslında, Cehennemde Bir Mevsim’de “yitik iklimler diyarına gideceği” ve buradan “demirden uzuvlar, bronz bir cilt ve sert bakışlarla döneceği” öngörüsünde bulunduğu bölümü yaşayarak yerine getiriyordu. Macera, tehlike ve para istiyordu. En azından ilk iki isteğini Harar’da elde etti. Emir görevden alınalı sadece yirmi yıl olmuştu ve bölgede tansiyon hâlâ yüksekti. Fransız kahve tüccarlarının bir kahve çekirdeği için hayatını tehlikeye atacak kadar deli birine ihtiyaçları vardı ve aradıkları kişi Rimbaud’ydu.
Harar’ın Longberry[1 - Longberry: Bilinen en eski Arabica kahve çekirdeği türlerindendir. (e.n.)] kahve çekirdekleri, yalnızca hoş aromalı bir fincan kahve demek değildir. Birçok kişi, Robusta[2 - Robusta: En çok üretilen kahve çekirdeklerinden biridir. Vietnam, Brezilya ve Afrika’da yetişir. İçerdiği kafein miktarı Arabica’nın iki katıdır. Kolay yetişir ve ucuzdur. (e.n.)] çekirdeklerinin daha iyi hale gelip Arabica[3 - Arabica: Dünyada tüketilen kahvenin çok büyük bir bölümü Arabica çekirdeklerinden elde edilmektedir. İçerdiği asit oranı Robusta’ya kıyasla daha az olduğundan tadı daha yumuşaktır. (e.n.)]’ya dönüştüğü yerin burası olduğuna ve Harar’ın Longberry’sinin Coffea familyasının kayıp halkası olabileceğine inanmaktadır. Bunun önemini anlamak için öncelikle iki ana kahve çekirdeği çeşidi olduğunu bilmeliyiz: Doğu Afrika’nın yalnızca yüksek rakımlarda yetişebilen lezzetli Arabica’sı ve Zaire’nin hemen her yerde yetiştirilebilen ve pek sevilmeyen Robusta’sı.
Bunu anladıktan sonra, medeniyetin doğuşundan önceki o gizemli zamanı, yani “Kafein Öncesi Çağ”ı incelememiz gerekiyor.
O zamanlar, yani bin beş yüz ila üç bin yıl önce, dünyanın ilk kahveseverleri olan göçebe Oromolar, Kefa Krallığı’nda yaşamaktaydı. Oromolar aslında kahveyi içmiyordu. Ezip yağ ile karıştırdıkları ve golf topu büyüklüğünde şekillendirdikleri kahveyi yiyorlardı. Kendilerini çoğu zaman bozguna uğratan Bongalara karşı savaşa girmeden önce karınlarını bu kahve toplarıyla tıka basa doldurmaya bilhassa bayılıyorlardı. Bongalar aynı zamanda mükemmel köle tüccarlarıydı ve Harar’daki Arap pazarlarına her yıl yedi bin köle gönderiyorlardı. Bu talihsizlerin çoğu, savaşta esir düşen Oromolardı. Kahve çekirdeklerini tesadüfen Harar’a getirenler de onlardı. Etiyopyalı korucular, eski köle yollarını gölgeleyen ağaçların, geçmişte sağa sola atılmış kahve çekirdekleri sayesinde yetişenler olduğundan hâlâ söz ederler.
Ancak önemli olan, bu bölgelerin bitkileri arasındaki farktır. Kefa[4 - Bazıları kahve sözcüğünün “Kefa”dan türediğini söylemektedir. Birçoğu ise kahve kelimesinin, “yiyeceklerin tadını bozan” anlamına geldiğini ve kökü q-h-w-y olan Arapça qahwa kelimesinden türediğini ileri sürmektedir. Qahwa, başlangıçta yiyeceklerin tadını bozan şarabı ifade ediyordu ve uykuyu zorlaştırdığından dolayı kahve için de kullanılmıştı. İlginçtir ki, Etiyopya, kahve demlemesi için kahve benzeri bir kelime kullanmayan dünyadaki tek ülkedir; Etiyopya’da kahve yapımına çekirdek anlamına gelen buna denmektedir.Kefalılar yalnızca kralın kahvesini demlemekle kalmayıp, kahveyi kralın ağzından içeri döken dünyanın ilk baristalarının, Tofaco olarak adlandırılan bir sosyal sınıfın, oluşumuna da sebebiyet vermiştir. (yazarın notu)]’nın çekirdekleri nispeten düşük rakımlardaki muazzam kahve ormanlarında yetişir ve çoğunlukla da binlerce yıl önce Zaire ormanlarından çıkmış olması muhtemel bodur ve sert Robusta’y-la benzerlik taşır. Bunun aksine, Harar’ın kahve çekirdekleri uzun gövdeli ve Arabica gibi lezzetlidir. Harar’ın yüksek rakımına adapte olurken, bu çekirdekler müthiş bir değişim yaşamış gibi görünüyor. Bu değişimin ne olduğunu kimse bilmiyor, fakat Harar’ın evrimleşmiş Arabica çekirdekleri önce Yemen’e ve daha sonra tüm dünyaya yayıldığı için hepimiz minnettar olmalıyız.
Rimbaud’nun kahve çekirdekleri için hayatını tehlikeye atması (hatta bu uğurda ölmesi), belki o kadar da mantıksız değildir. Fakat ilginç olan nokta, şair ve tüccar Rimbaud’nun Harar’ın kahvesini çok da beğenmemiş olmasıdır. Bir mektubunda Harar’ın kahvesinden “berbat” diye bahseder, “korkunç bir tat” ve “iğrenç” diye de ekler. Böyle bahsettiğine şaşmamalı; çünkü absent[5 - Çeşitli bitkilerin damıtılarak fermante edilmesiyle elde edilen, alkol oranı yüksek bir içki. (e.n.)] içtiği tüm o yıllar onun damak zevkini köreltmiş olabilir. Yerlilerin Rimbaud’ya keçi dışkısıyla karıştırılmış çekirdekler satmaktan hoşlanmaları da kahve konusundaki fikirlerine etki etmiş olmalı.
Birkaç fincan kahve içtikten sonra bir otele yerleştim ve Rimbaud’nun evini bulmak üzere otelden ayrıldım. Harar yaklaşık yirmi bin kişilik nüfusuyla küçük bir şehir. Minareleri orantısız camiler ve çamurdan kulübelerle dolu dar sokaklardan oluşan bir labirent. Caddelerin isimlerinin olmaması hemen dikatinizi çekebilir. Rimbaud’nun evi, şehirde en kolay bulabileceğiniz yer; çünkü oraya yaklaşan her yabancının çevresi anında rehberlik etmek isteyenlerce sarılıyor. Rimbaud’nun evine kadar bana rehberlik etmesi için kimseye para vermeye niyetim yoktu ve akla gelebilecek en tenha güzergâhı kullanarak Rimbaud’nun mahallesi olduğunu düşündüğüm yere fark edilmeden ulaşmayı başarmış, fakat kendimi çıkmaz bir sokakta bulmuştum.
Görünürde kimseler yoktu, bu yüzden temkinli bir şekilde “Kimse yok mu?” diye seslendim.
Tanıdık bir ses, “Buradayım,” dedi.
Duvarlardan birindeki çentikli bir boşluktan eğilerek geçtim ve bir taş yığınının üzerinde çömelerek oturan Rambo Adam’ı gördüm.
“Hele şükür!” diye bağırdı. “Sonunda gelebildin.”
Şimdiye kadar gördüğüm en tuhaf evlerden birinin önünde oturuyordu. Bu ev, Harar’ın tek katlı kerpiç kulübelerine kıyasla çok farklı görünüyordu. Üç katlı evin çatısı yan yana iki üçgen şeklinde yükseliyordu ve her yanı oyma işleriyle süslenmişti. Padavra[6 - Köknar ve ladin ağaçlarından elde edilen ve çatı örtüsü olarak kullanılan ince tahta. (e.n.)] kaplı çatının saçak pervazlarında zambak süslemeleri vardı ve pencerelerde kırmızı cam kullanılmıştı. Ev, adeta bir Grimm masalından fırlamış gibiydi. En tuhaf şey ise, evi çevreleyen üç buçuk metre yüksekliğindeki kerpiç duvarda benim geçtiğim aralıktan başka bir geçiş yeri olmamasıydı.
Adam şaşkınlık içinde bana bakıyordu. “Rehberin yok mu?”
“Rehber mi? Ne için?”
“Tamam, sorun değil.” Sarı bir kâğıt parçasını bana doğru salladı ve on birr[7 - Birr: Etiyopya para birimi (ç.n.)] istedi.
“Bunlar ne?” diye sordum.
“Biletler.”
“Bilet mi? Gerçek mi bunlar?”
“Al bak.” Biraz gücenmiş görünüyordu. Kâğıt parçasının üzerinde Bilet – Rimbaud yazıyordu. 10 Br. “Gerçek evi görürsün. Hükümet. Diğerleri gibi değil.”
“Rimbaud’nun başka evleri de mi var yani?”
“Hayır. Bir ev.”
Ücretini verdim, o da beni eski moda oval bir balkonla çevrelenmiş on beş metre yüksekliğinde tavanı olan, dar bir iç merdivenle çıkılan yaklaşık üç yüz metrekarelik büyük bir salona getirdi. Duvarlar elle boyanmış tuval “duvar kâğıtları” ile kaplıydı; fakat o kadar kirlenmiş ve parçalanmışlardı ki, o eski ve büyüleyici Paris bahçe manzaralarını ve hanedanlıkla ilgili imgeleri zar zor seçebiliyordum. Büyük toz parçacıkları havada uçuşuyordu. Mobilya adına hiçbir şey yoktu.
Büyük Fransız şair hayatının son günlerini bu acayip şatoda, yanında sevgili uşağı haricinde kimse olmadan geçirmişti. Hiç şiir yazmıyordu ve mektuplarında sürekli yalnızlıktan, hastalıktan ve maddi sıkıntılardan yakınıyordu. Hatta bu sıkıntılar yüzünden köleleri ve silahları Etiyopya imparatoruna satmak gibi talihsiz bir teşebbüste bile bulunmuştu. “Demirden uzuvlar… sert bakışlarla” memleketine geri döneceği kehaneti boşa çıkmıştı. Fransa’ya delirmiş halde ve beş parasız döndü. Sol bacağı kesilmişti. Kısa süre içinde de bilinmeyen bir enfeksiyon sebebiyle öldü.
Bir süre salonda dolaştım, ellerimi duvarlarda gezdirdim, balkona çıkıp dışarısını izledim. Muhitte kimse yaşamıyor gibi görünüyordu. Yırtık pırtık giysiler içindeki bir oğlan, kendisine bir şeyler söylediğim anda kaçıp gitmişti. Eski püskü duvar süslerinin aralarındaki yuvalarından güvercinlerin sesleri duyuluyordu.
Evden ayrılırken, adam Rimbaud’nun torunlarıyla tanışmak isteyip istemediğimi sordu.
“Kızlar vardı,” dedi.
“Rimbaud’nun kızları…”
“Rimbaud’nun çocukları mı vardı?” diye sordum.
“Hem de pek çok. Çok güzel kızlar… Çok genç…” dedi ve bir şeyler ima etmek istercesine durdu. “Rambo kız ister misin?”
Arthur Rimbaud’nun gayri meşru kızlarıyla yattığımı hayal ettim, anlatılmaya değer bir hikâye olurdu doğrusu. Buradaki tüm kadınlar gibi, o da güzel biri olabilirdi ve Fransız kökenli bir Etiyopyalıya yaraşacak şekilde son derece kendini beğenmiş de olabilirdi. Bu beni cezbediyordu. Fakat Rimbaud’nun ölümüne sebep olan şey, Hararlı bir kadından kaptığı belsoğukluğu değil miydi? Teklifi reddettim.
Kahve çekirdeklerini pazarda kavurmayın
(Sırlarınızı yabancılarla paylaşmayın.)
Göçebe Oromo kabilesi atasözü

HER GECE ŞEHİR DUVARLARININ DIŞINDA TOPLANAN SIRTLAN SÜRÜLERİNE, yemeleri için Harar’ın çöplerini vermekle görevli sırtlan adamları ararken Abera Teshone’yle tanıştım. Bu sistem, hayvanların şehre girmesini ve insanlara saldırmasını önlemek amacıyla uygulamaya koyulmuştu. Korkunç hayvanların yırtık pırtık kıyafetli adamlardan çöp almalarını gözlemlemenin Disney imparatorluğunu devirmesi pek olası değil, ama sistem bugün pek çok turistin ilgisini çekiyor.
Sol bacağı sağ bacağından daha ince olan genç Abera, bu etkinlikte bana rehberlik etmişti ve daha sonra da bira içmeye gittik. Harar’a neden geldiğimi merak ediyordu.
“Buraya pek turist gelmez,” diye açıkladı.
“Evet, fark ettim. Ben kahve hakkında bilgi edinmek için buraya geldim.” Birden aklıma bir şey gelmişti. “Baksana, ziraat öğrencisi olduğunu söylemiştin, değil mi? Kahvenin doğuşuyla ilgili ne biliyorsun?”
“Kaldi ve dans eden keçilerin hikâyesini biliyor musun?”
“Tabii ki,” dedim. Kahveyle ilgili bayatlamış mitolojik efsanelerden biridir. Şöyle anlatılır:

Kaldi isimli Etiyopyalı bir keçi çobanı, bir gün en iyi keçisinin dans ettiğini ve deli gibi melediğini fark eder. Bu, yaşlı erkek keçinin belirli bir bitkinin meyvelerini yemesinden sonra olur. Keçi çobanı da meyvelerden birkaçını ağzına atar ve çok geçmeden kendisi de dans etmeye başlar.
Oralarda dolaşan bir rahip bunu görünce çobana neden bir keçiyle dans ettiğini sorar. Keçi çobanı da durumu izah eder. Sonra rahip meyvelerden birkaçını evine götürür ve onları yedikten sonra uyuyamadığını fark eder. Tesadüfe bakın ki, bu rahip bütün gece süren, oldukça sıkıcı vaazlarıyla ünlüdür ve öğrencilerini uyanık tutmakta zorlanmaktadır. Meyvelerin uykusunu açtığını görünce, “dervişler” denen öğrencilerine vaazdan önce çekirdekleri çiğnemelerini söyler. Dervişlerin bir daha vaaz sırasında uykusu gelmez ve hayret uyandıran irfanıyla insanları sabaha kadar uyanık tutan bu büyük din adamıyla ilgili bu rivayet tüm dünyaya yayılır.

Bir şehir çocuğu olarak, Abera’ya keçilerin meyve yemesinin bana garip geldiğini söyledim. Normalde yapraklı şeyleri yemiyorlar mıydı?
“Hmm, evet, belki de öyleydi,” dedi. “Köylüler hâlâ bu şekilde yapıyor.”
“Kahveyi yapraklardan mı yapıyorlar?”
“Evet. Ona da kati diyorlar.”
“Gerçekten mi? Denemek isterim. Belki de bir kafede…”
“Yok, öyle değil,” diyerek güldü. “Kati sadece evde içilir. Bugünlerde Harar’da bunu içen neredeyse kimse yoktur. Ogadenlileri ziyaret etmelisin. Onlar hâlâ içiyorlar.”
“Nerede yaşıyorlar peki?”
“Ogadenliler mi? Şu an Jiga’da yaşıyorlar.” Söylerken bir hastalıktan bahsediyormuş gibi yüzünü buruşturmuştu. “Fakat oraya gitmemelisin. Çok tehlikeli. Ah o Somalililer, ah o Ogadenliler yok mu… Çok küstah ve kabalar!”
“Neden? Sorun ne?”
“Kaba insanlar!” Ogadenlilerin görgü kurallarından yoksun oluşu Abera’yı çileden çıkarıyordu. “Neden mi, çünkü daha kısa bir süre önce oraya giden bir otobüse kötü bir şey yaptılar. Otobüsteki herkese.”
“Kötü mü? Ne kadar kötü?”
“Ne kadar mı kötü? Hepsini öldürdüler!”
“Bu oldukça kötü,” diyerek ona katıldım.
Abera’nın anlattığına göre, Ogadenli eşkıyalar Jiga’ya giden bir otobüsteki herkesi otobüsten indirmiş ve her birinin Kuran’dan bir ayet okumasını istemişti. Okuyamayanlar kafalarından vurulmuştu. Çölde yaşayan göçebe Ogaden kabilesinden binlerce kişi, Somali hükümetinin çökmesi sonucu kısa süre önce mülteci yerleşim yerlerine gitmeye zorlandı. En büyük mülteci kampı, Etiyopya – Somali sınırındaki Jiga’nın yakınındaydı, bu nedenle de tüm bölgede gerilla faaliyetleri oldukça fazlaydı. Ölü Amerikalı askerlerin sokaklarda sürüklendiği Mogadişu’daki son karışıklıklar, Ogadenlileri özellikle Amerikalılara karşı düşman etmişti. Durum o kadar içinden çıkılmaz bir hal almıştı ki yardım kuruluşları vurulacakları korkusuyla artık Jiga’ya beyazları göndermiyordu.
“Yabancıların oraya gitmesi çok tehlikeli,” dedi. “Peki, sen neden gitmek istiyorsun?”
“Sadece bir fincan kahve içmek istiyorum,” dedim. “Hiç Jiga’ya gittin mi?”
“Berbat bir yer.” Abera Jiga’yı küçümsüyordu. “Gitmeni asla tavsiye etmem,” dedi.

HARAR’DAN JİGA’YA, SÖZDE “HARİKALAR VADİSİ” ÜZERİNDEN GEÇTİĞİMİZ iki saatlik keyifli bir yolculukla vardık. Yine de vadiyi harika yapan şeyin ne olduğunu anlayamadığımı söylemem gerek. Abera, eşkıyalardan korktukları için şoförlerin öğlen ikiden sonra Jiga’dan dönmek istemedikleri konusunda beni uyarmıştı; ben de bu yüzden sabah beşte yola çıkmıştım. Gece Jiga’da konaklamayı düşünmüyorsam (ki düşündüğüm takdirde gece vakti silah zoruyla soyulma ihtimalim çok yüksekti), yolculuğuma erken başlayıp öğleden önce Harar’a dönmemi önermişti. Birinin beni misafir etmesinin aptalca olacağını düşündüğü ortadaydı. Acaba biraz paranoyak mıydı? Muhtemelen. Her hâlükârda, bu saatte yolculuk yapmak güne başlamanın harika bir yoluydu. Ancak, biz çöle varana kadar hava o kadar ısınmıştı ki, yolcuların bazıları gömleklerinin altındaki tabancaları çıkarmak zorunda kaldı.
“İnsanın başı bir kez vuruldu mu, gülün başı gibi yeniden çıkmaz.” Sir Richard Burton 1854’te bir İngiliz subayına buraya gelip gelemeyeceğini sorduğunda, subay bu karşılığı vermişti. Cümle zihnimde yankılanıp duruyordu. Burton’ın arayışıyla benimki arasındaki paralellikler artık ürkütücü olmaya başlamıştı. İkimiz de Orta Afrika’daki o gizemli “su kaynakları”nı arıyorduk. Benim gizemli su arayışım birkaç kahve çekirdeğini de içeriyordu, fakat bunun dışında ikimiz de aynı şeyi arıyorduk. Burton, Nil’in nerede başladığını öğrenmek istemişti; ben de nehrin bazı kollarının nerede bittiğini öğrenmek istiyordum. Burton, bir yanağından girip diğerinden çıkan bir Somali mızrağıyla yaralanmıştı; işte tam bu noktada paralelliklerin sona ermesini umuyordum.
Jiga, düzleştirilmiş Shell markalı yağ bidonlarıyla inşa edilmiş kulübelerle dolu, tozlu bir yerdi. Gördüğüm ilk kapıdan içeri girdim ve çatlak fincanların olduğu bir tepsi gördüm.
Hem Amharca hem Arapça olarak “Kati?” diye sordum. “Katiniz var mı?”
Kadın eski püskü hasırdan fötr şapkamı işaret ederek kıkır kıkır gülmeye başladı. Başka bir kafeye gittim. Gittiğim sonraki yerlerde olduğu gibi kafe sahibi beni kovdu. Sokağa ne zaman adımımı atsam, kaygı verici bir kayıtsızlıkla beni süzen bir seksenlik başka bir kemik torbası görüyordum. Erkekler tüfek taşıyor, kadınlar rengârenk başörtüleri takıyorlardı. Galiba bunlar Ogadenlilerdi.
Boyun kısmında birkaç tane haç dövmesi olan, yaşlılıktan cildi buruş buruş olmuş bir kadın durup dururken eliyle işaret ederek beni kulübesine çağırdı. Bir şeyler mırıldanmaya başladı. Korkmuş görünüyordu. Sorumu anlayabilmesi için bir fincandan yudum alıyormuş gibi yaptım ve katiyi sordum.
“Kati?” diye karşılık verdi ve kirli yaprak dolu bir çuvalı işaret etti. Pandomimimi tekrarladı. “Kati mi?”
“Evet!” Çuvaldan bir yaprak alıp kokladım. Bu gerçekten kati miydi? Efsanevi kati, qat shia, Habeş çayı ve belki de tüm kahvelerin atası? Eliyle kulübenin bir köşesinde oturmamı işaret etti ve sonra başka tarafa döndü. Ne var ki gösterdiği köşede üzerine oturulacak bir şey yoktu. Hatta içinde yaprak olan çuvallar dışında kulübede hiçbir şey yoktu. Burası gerçekten bir kafe miydi? Fincanlar yoktu, sandalyeler yoktu… Ayrıca katiyi nerede pişirecekti? Hatta bunların kahve yaprakları olduklarından nasıl emin olabilirdim ki?
Yaşlı kadın durdu ve şüpheli gözlerle bana baktı.
“Bunlar kati mi?” diyerek sorumu tekrarladım.
Hırıltılı bir sesle “Eeeee,” gibi bir şey söyledi.
İşte şimdi olmuştu. Oldukça dürüst görünüyordu. Kirli yere çömeldim. Peki ya katimin içine ilaç kattıysa? Kapı çaldı ve asker üniformalı bir adam içeri giriverdi. Pasaportumu görmek ve Jiga’da ne halt ettiğimi bilmek istiyordu.
Onu ikna edemeyecek kadar etkisiz bir ses tonuyla “Kahve,” dedim. “Birisi beni buraya çağırıp kahve ikram etmek istediğini söylemişti.”
Asker yaşlı kadına bir şey sordu. Kadın da yaprak dolu çuvalı salladı.
“Sen çok aptal bir beyaz adamsın,” dedi öfkeyle. “Burası yasak bölge. Çok tehlikeli! Lütfen, benimle gel.”
“Ama… Bu kadın bana bir fincan…” Asker mazeretimi duymazlıktan geliyordu. “Elbette, asker bey,” dedim isteksizce. “Öncesinde size bir fincan çay ısmarlayabilir miyim?”
“Çay mı?” diye sordu.
“Hayır, hayır. Yani kati demek istemiştim.”
“O ne?”
Açıklamaya başladım. “Olmaz. Bu bölge askeri kontrol altında. Buradan gitmelisiniz.”
Asker beni Harar’a giden bir sonraki kamyona bindirirken, arkadaşlarıyla buluşacaklarını ısrarla söyledikleri halde, birkaç İrlandalı arkadaşın iki New York polisi tarafından Doğu Harlem’den atılmalarını anımsadım.
Arkadaşlarıma en yakın metro istasyonuna kadar eşlik ettikten sonra, “Aptal olma,” demiş polislerden biri. “Burada asla arkadaşınız olmaz.”

ABERA’YA BAŞIMA GELENLERİ ANLATTIĞIMDA, “Alman Cumhurbaşkanı Jiga’ya geliyor,” dedi.
“Seni bu yüzden gönderdiler.”
Ancak iyi haberleri vardı. Kız arkadaşına aradığım şeyden bahsetmişti. Kız arkadaşının ev arkadaşı da katinin nasıl pişirildiğini biliyordu ve kati içmem için beni evine davet etmişti.
Aslında kahve yaprağından yapılan iki çeşit içecek vardır. İlki ve daha yaygın olanı kati veya kotea, kavrulmuş kahve yapraklarından yapılan bir karışımdır. Diğeri amertassadır. Birkaç gün boyunca gölgede kurumaya bırakıldıktan sonra kavrulmadan demlenen yeni toplanmış yeşil yapraklardan yapılan içeceğin eski bir türüdür. Malzemelerimizi aldığımız dükkânın sahibi olan kadın, büyükannesinin amertassa içtiğini hatırlayabiliyordu. Şimdilerde ise içen neredeyse kalmamıştı. Yine de, turuncu ve yeşil renkleriyle parıldayan geniş kati yapraklarının göründüğü eski bir çuvalı vardı.
İçilen ilk kahvelerin kati ve amertassa olması muhtemel; çünkü Etiyopyalılar çok eski zamanlardan beri kahvenin çekirdeklerini yeseler de, kahvenin içilmesi çok eskilere dayanmıyor ve bulunan en eski kayıtlar da kahve içeceğinin yaprakların demlenmesiyle hazırlandığını gösteriyor. Arapçası da Kafta. Bazı bilim insanları kahvenin narkotik bir bitki olan katın yapraklarıyla demlendiğini iddia etmektedir, ancak 1400’lü yılların başında Arap sufi al-Dhabhani, Etiyopyalıların qahwa[8 - Arapçada kahve. (ç.n.)] “kullandıklarını” bizzat görmüştü, bu da kahvenin sıvı olarak tüketildiğini gösteren bir kayıttı. Peki Etiyopyalılar ne içiyorlardı? Büyük ihtimalle, kahve yapraklarını demleyerek yaptıkları kısmen efsanevi Habeş çayını. Kavrulmamış çekirdekler ise daha sonra Güney Yemen’de, Muha[9 - İng. Mocha. Günümüzde “mocha” adıyla anılan çikolatalı kahve, adını buradan alır. (e.n.)]’da, Sufi mistik Şâzelî ya da müritlerinden biri tarafından eklenmişti.[10 - Bir teoriye göre kahve, Çinli Amiral Cheng Ho’nun 1400’lü yılların başında Arapları çayla tanıştırması sonucu ortaya çıkmıştı. Çin dış dünyayla iletişimini kestiğinde Araplar, Arabistan’da yetişmeyen çay yapraklarının yerine kat veya kahveyi koymuşlardı. (yazarın notu)]
Ne olursa olsun, kati güzel bir kahve. Hazırlanışı da basit: Kurutulmuş yapraklar koyulaşana ve katrana benzer bir kıvam alana kadar düz bir tavada kavrulur. Sonra yapraklar ufalanır ve su, şeker ve bir tutam tuzla kısık ateşte demlenir. Pişme süresi yaklaşık on dakikadır. Ortaya çıkan kehribar rengi içeceğin tadı, lapsang souchong’a (Çinlilerin tütsülenmiş çayına) kıyasla hafif karamelli ve is kokuludur; ancak jelatinimsi kıvamı ve hem tatlı hem tuzlu olmasıyla daha karmaşık bir yapıdadır.
Kati, bilhassa Abera’nın çiğnememiz için aldığı kat yapraklarıyla güzel bir uyum oluşturmuştu. Kat, kahvenin şeytani kız kardeşidir ve Güney Arabistan’la Doğu Afrika’da müptelası çoktur (Batı’da da yakın zamanda sevilmeye başlamıştır). Bu iki maddenin tarihi öylesine iç içedir ki kahve içenlerin koruyucu evliyası Muhalı Şâzelî’nin bir lakabı da “İki Bitkinin de Atası” şeklindedir; kat ve kahve. Katın çiğ yaprakları çiğnenir ve özü çıkana kadar posası ağızda bekletilir. Bunu ilk kez yıllar önce Kenya’da denemiştim ve pek hoşuma gitmemişti; ancak Abera’nın o gün getirdiği şey enfesti, düşük kalite bir ekstaziye benziyordu. Ne var ki, ekstazi fiziksel ve duygusal bir sarhoşluğa sebep olurken, kaliteli kat (ki Harar’da en iyilerinin yetiştiği söylenir), çiğneyen kişiyi transa girmiş gibi hissettirerek, kurulan diyalogları büyüleyici bir duyusal deneyim gibi algılamasına sebep olur ve daha zinde hissettirir.[11 - Çayın eşdeğeri, Myanmar’ın bazı bölgelerinde çiğnenen salamura çay yaprağı leppet-so olabilir. (yazarın notu)]
Günün geri kalanını Abera’nın geleneksel Harar evinde uzanarak geçirdik. Arkadaşlar ziyarete geldi. Daha fazla kat çiğnendi, daha fazla kati demlendi. En önemli şeyin kendini ifade etme ve birbirini anlama olduğu samimi, fakat boşa geçen öğleden sonramızdan aklımda kalan tek şey katın dumanıydı. Hava çok sıcaktı fakat Abera’nın toprak evi serindi ve minderler sayesinde rahatımız yerindeydi. Abera’nın, saç kesiminden dolayı büyük bir hayranlık beslediğini itiraf ettiği Rod Stewart’tan bahsettik. Daha sonra, “Süleyman Vakti” adlı daha ciddi bir kat oturumu sırasında konu büyücülüğe geldi. Müslümanların insanları lanetlemek için kahveyi kullanmış olduklarını iddia eden Etiyopyalı Hıristiyan diyakozdan bahsettim. Abera daha önce böyle bir şey duymamıştı. Ancak Harar’da bazılarının kahveyi mucizevi bir şifa aracı olarak kullandıklarını söyledi.[12 - Etiyopya, geleneksel olarak Hıristiyan bir ülkedir, hâlbuki kahve İslamla ilişkilendirilir; geçmişte yaşanmış bir durum kahvenin Etiyopyalı Hıristiyanlara yasaklanmasına sebep olmuştur. (yazarın notu)]
“İnsanlar bu kişiler tarafından iyileştirilmek için çok uzaklardan Harar’a geliyor,” dedi.
“Hiç yapılırken gördün mü?” diye sordum.
“Bir kez.” Başını iki yana salladı. “Bu insanların yaptıklarını onaylamıyorum.”
“Neden ki?” diye sordum. “Yoksa Zar’ı mı gördün?”
“Sen Zar’ı biliyor musun?”
“Addis’teki rahip bahsetmişti. Bir şeytan, değil mi?”
“Hayır, tam olarak değil. Şeyhe görünen bir şey.” Bir Birleşmiş Milletler ajansı için çalışan fakat hiç İngilizce bilmeyen arkadaşına bir soru sordu. “Evet, arkadaşım da Zar’ın şeyhe göründüğünü söylüyor. O tüm bu insanları tanır.”
Meşhur bir şeyh, Etiyopya’nın kutsal Wolla Gölü’nde dört yıllık özel eğitimini tamamladıktan sonra Harar’a daha yeni dönmüştü. Her salı ve Perşembe, Harar’da seanslar düzenliyordu. O gün de bir seans olacaktı.
“Arkadaşın bu kutsal adamları tanıyor mu?” diye sordum.
“Evet. Bazılarını.”
Tereddüt ederek “Bir yabancı bu şifa seanslarına katılabilir mi?” diye sordum.
“Gitmek mi istiyorsun?” Abera şaşırmış görünüyordu. “Bilmem…” Arkadaşına başka bir soru daha sordu. “Bilmediğini söylüyor. Yabancılar bu tür şeylere gitmiyormuş. Ama sorabilir.”
Öğleden sonramızın geri kalanını şeyhin nerede olduğunu bulmaya çalışarak geçirdik ve en sonunda hâlâ uyumakta olduğunu öğrendik. Müritleri bugünün tatil olduğunu ve en iyisinin daha sonra gelmemiz olacağını söylediler. Tabii ki hediyelerle…
“Hediyelerle mi?” diye sordum.
“Evet, bu normal bir şey. Saygımızı göstermek için.”
Planımızı yaptık. Ben otele dönerken, Abera “saygı”mızı satın almaya yalnız gidecekti. Akşam da tekrar buluşacaktık. Ancak bu arada hediyeleri alması için ona biraz para vermeliydim. Acaba tüm bunlar bir aldatmaca mıydı diye düşünmeden edemedim, ancak yine de parayı verdim.
Parayı vermeden önce, “Onlara ne alacaksın?” diye sordum.
“Yeşil kahve çekirdekleri,” dedi. “Hep çekirdek alınır. İki kilo yeterli. Onlara başka bir şey verme! Sadece izleyeceksin, tedavi edilmeyeceksin.”

2
Etiyopya Duası
Eele buna nagay
nuuklen eele buna iijolen
haagudatu hoormati haagudatu
waan haamtu nuura dow
bokai magr nuken.
    Garri / Oromo duası


KAHVE ÇEKİRDEĞİ HARAR’DA UZUN ZAMANDAN BERİ bir güç sembolüdür. Şehrin adıyla anılan kahve yetiştiricisi “Haraşlar”ın, bu bitkiyi yetiştirme sanatı kaybolmasın diye şehirden çıkmaları yasaklanmıştı. Makamının bir göstergesi olarak Emir’in baş-muhafızına, küçük bir kahve bahçesi sahibi olma izni veriliyordu.
Tabii ki yerliler, yukarıdaki duada da söylendiği gibi, kahve demliklerine tapıyorlardı. Duanın çevirisi şöyle:
Kahve demliği, bize huzur ver,
kahve demliği, çocuklarımızın büyümesine izin ver,
lütfen bizi zenginleştir,
şeytanın boynuzlarından bizi esirge,
bize yağmur ve yeşil alanlar ver.
Günün ilk kahvesini içerken hepimizin şükrettiğini düşünüyorum. İlk fincan, zihin hâlâ bulanık ve kişi keyifsizken edilen sessiz bir duadır. “Ey sihirli fincan,” diye başlar ve şöyle devam edebilir: “Beni trafik sıkışıklığından kurtar. Metroda medeni davranmamı sağla. Beni bağışladığın gibi, işverenimi de bağışla. Amin.”
Ancak Garri / Oromo kabilesinin duası daha ciddidir; tanrılara sunulan besili öküzün yerini kahve çekirdeklerinin aldığı, seks ve ölümü kutlayan bun-qalle adlı bir ayinin parçasıdır. Garrilerde, kahve meyvesinin kabuğu soyulur ve rahipler bu minik kurbanlıkların baş kısmını ısırırarak kopartır. Bu, katliamı simgeler. Daha sonra çekirdekler tereyağında pişirilir ve yaşlılar tarafından çiğnenir. Böylece yaşlıların spiritüel güçleri artar, ayini kutsarlar ve katılımcıların alnına kahve kokulu kutsal tereyağından sürerler. Sonrasında çekirdekler tatlı sütle karıştırılır ve dua okunurken herkes bu sıvıdan içer.
Tüm bu ayin birazcık da olsa tanıdık geliyor olabilir. Kahvenin ikram edilmediği bir iş toplantısına kim gitmiştir ki? Garri duasına göre bizi zenginleştirmesinin yanı sıra zihinsel faaliyetleri hızlandırma amacıyla kullanımı da bir fincan kahveyi uluslararası bir iş normu haline getirmiştir. Bu şekilde bakıldığında modern bir işyeri, kendi kutsal demliği etrafında toplanan bir “kabile”den başka bir şey değildir ve bun-qalle de, dünyanın en yaygın sosyal ayininin arketipinden, yani insanın ilk kez kahve içip sohbet etmek için toplantılar düzenlemesinden başka bir şey değildir.
Bun-qalle’de kahvenin bu ayinde ilk kez bilinci etkileyen veya mucizevi bir uyuşturucu olarak kullanıldığını gösteren iki şey vardır. İlki, Kefa yakınlarındaki Oromo savaşçılarının çiğnediği kahve toplarından türediği bariz bir yöntem olan çekirdeklerin kavrulduktan sonra yenmesidir. Harar’ın birkaç yüz kilometre güneyinde yaşayan Garriler, Oromolarla akrabadır ve aynı dili konuşurlar. Kavrulmuş çekirdeklerin süte eklendiği ve karışımın içildiği ayinin ikinci kısmı, bu alışkanlığın İslamiyetten önce geldiğinin (MS 600) göstergesidir; çünkü Müslüman simyacılar kahve ve sütü karıştırmanın cüzama sebep olduğuna inanıyorlardı (bu da, birçok Avrupalının sütlü kahve içmek istememesinin altında yatan bir inançtır).
Bu ayinin oldukça eski olduğunu gösteren başka bir bulgu da Garrilerin bun-qalle’yi Gök Tanrı Waaq ile ilişkilendiriyor olmasıdır. Bu tanrıyı daha önce duymamış olabiliriz, ancak Waaq’a tapınmanın dünyanın ilk dinleri arasında olduğu düşünülmektedir. Eski Waaq ayinlerinde, kahve çekirdeklerinin yenilip yenilmediği ise bilinmiyor. Garriler, favori çekirdeklerimizi tadan ilk insanlar arasındaydı ve psikoaktif ilaçları keşfeden ilkel insanlar, bu ilaçlara tapma eğilimindeydi (bugün aşağılanan bir eğilimdir); işte bu iki bilgiden hareketle kahve çekirdekleri yemenin Waaq ayinlerine nispeten erken bir zamanda eklendiğini söylemenin yanlış olmayacağını düşünüyorum.
Antropolog Lambert Bartel’ın bir eserine göre, Batı Etiyopya’nın Oromo kültüründe kahve çekirdeği, kadının cinsel organına benzetilmektedir ve bu benzerlik bir başka bun-qalle ayininin doğmasına yol açmıştır. Bu ayinde cinsellik kavramı o kadar önemlidir ki, ayinden önceki gece cinsel perhize girilir. Oromo halkından bir ihtiyar olan Gam-machu Magarsa, Bartel’a, “Kahve meyvelerinin ısırılarak açılışını, vajinasına erişmek için erkeğin kızı bacaklarını açmaya zorladığı ilk cinsel ilişkiye benzetiyoruz,” demiştir. Kabukları soyulan çekirdekler, penis anlamına gelen dannaba isimli bir çubukla tereyağında karıştırılırlar. Bazı insanlar çubuk yerine taze ot demetleri kullanır; çünkü cansız bir tahta parçası “hayat veremez” veya çekirdekleri dölleyemez. Çekirdekler karıştırılırken, kahvenin meyveleri sıcaktan patlayıp “tıssss” diye ses çıkarana kadar başka bir dua okunur. Meyvenin bu şekilde patlaması hem doğuma hem de ölen kişinin son haykırışına benzetilir. Çekirdekleri karıştıran kişi bu aşamada şöyle dua eder:
Ashama, kahvem, ağzını açarak patladığın yerde
bize barış ver
Lütfen bana huzur dile
Beni tüm şom ağızlardan koru
Kahve çekirdeği yenildiğinde, yeni fikirler vermek ve yaşamı kutsamak üzere “ölür”; Oromoların da söylediği gibi herhangi birinin hatırlayabileceği en eski tarihe kadar dayanan bir gelenektir bu. Çekirdek yendikten sonra topluluk; sünnet, evlilik, araziyle ilgili anlaşmazlıklar veya tehlikeli bir yolculuğa çıkma gibi güncel konuları ele alır.
Bun-qalle ile ilgili önemli bir nokta da çekirdeklerin ezilmeden, süte bütün olarak eklenmesidir. Ezilmiş çekirdeklerin su gibi nötr bir sıvıya eklendiği, böylelikle de çekirdeklerin güçlerini tamamen serbest bıraktığı gerçek demleme, lanetleme veya o geceki ayinde olacağı gibi kötü bir ruhun defedilmesi gibi daha karanlık işlere mahsustur.

“ÜÇKÂĞIDA GELMİŞSİN GİBİ GELİYOR BANA,” DEDİ AARON.
Aaron, Abera’nın beni Zar ayinine götürmesini beklerken tanıştığım Amerikalı bir sağlık uzmanıydı.
Abera’ya verdiğim hediyeyi düşünerek “Kırk birr eder,” dedi. “Büyük para. Umarım yanılıyorumdur.”
Aaron, özellikle Etiyopyalıları pek sevmiyordu ve görüşlerini destekleyecek bazı çalışmalar bulmuştu. Bu çalışmalara göre, kıtlık boyunca bölgeye yapılan büyük çapta uluslararası yardım akışı, yabancılardan dilenmeyi sosyal bir norm haline getirmişti. Aaron’a göre burada dilenmek nefes almak kadar doğal bir şeydi. Doğru olsun veya olmasın, Etiyopya kentlerinde, daha önce yalnızca insanların sadece birkaç birra otlanmak için sahte dostluklar kurmaya pek de ihtiyaçlarının olmadığı Amerika’da rastladığım bir tür dilencilik olduğu yadsınamazdı.
“Hayır, arkadaşını bir daha asla görmeyeceksin,” diyerek beni inandırdı Aaron. “Neden odama gelip satın aldığım sepetlere bir bakmıyorsun? Her biri yalnızca yetmiş dolar.”
Abera tam zamanında geldi. Her şey ayarlanmıştı. Artık ayine gidebilirdim.
“Ama onlara daha fazla hediye verme!” diye tekrarladı. “Bunlar yeterli. Ayinde ikram edilen hiçbir şeyi de içme.”
Moralimizi bozan tek şey onun ayine gelmiyor olmasıydı. Bir sınav için ineklemesi gerekiyordu. Abera’nın yerine, dindar Katolik bir arkadaşı benimle ayine gelmeyi kabul etmişti.
“Katolik arkadaşın gelecek mi?” diye sordum.
“Söz verdi,” dedi Abera tereddüt ederek. “Stewart, sana bir şey sormam gerek. Ayine giderken bu şapkayı takacak mısın?”
Abera, bana ilk katiyi hazırlayan Jiga’daki kadının oldukça gülünç bulduğu eski hasır şapkamdan bahsediyordu. Belli bir giyim eşyasına çok bağlanıp onu üzerinizden hiç çıkarmak istemezsiniz ya, işte o durumdaydım. K-mart mağazasından aldığım Avustralya tarzı bu şapkayı çok seviyordum ve şapkam seyahatimin son bir yılında oldukça zarar görmüştü. Etiyopya’ya geldiğimde, artık şapkam beş altı siyah yamanın bir arada tuttuğu buruşmuş bir saman parçasıydı. Üstelik kirliydi de; dağılmasın diye onu yıkamaya bile cesaret edemiyordum. Şapkamı her haliyle seviyordum. Değişik milliyetlerden insanlar şapkamla ilgili farklı ama karakteristik tepkiler veriyorlardı. Nepalliler şapkam için şakayla karışık büyük paralar teklif etmişlerdi. Hintliler gülmüş ve şapkamın “eşsiz niteliğini” övmüştü. Etiyopyalılar ise sadece şapkamın hijyenik olmadığını düşünmüştü.
“O şapkayı takamazsın,” dedi Abera. “Bu akşam olmaz. Saygısızlık olur.” İslami tarzda bir başörtüsü çıkardı. “Bunu tak. Hatta dur ben hallederim.”
“Tamam,” dedim. Haklı olduğunu biliyordum. Ayrıca, üzerinde mavi ve kırmızı zambak desenleri olan beyaz başörtüsü daha şıktı. Abera örtüyü bir sarık gibi başıma doladı.
“İyi görünüyor,” dedi. “Müslümanlara benzedin.”
“Artık tanınmam, değil mi?”
“Muhtemelen. Gece geç saatlerde Harar’da bu şekilde yürümek daha az tehlikeli.”
Bir süre sohbet ettik. Akşam yemeği teklifimi geri çevirdi ve ona Cosmopolitan dergisinin sayılarından göndermemi son bir kez daha hatırlattıktan sonra (üniversite gazetesinin editörüydü) yanımdan ayrıldı. Ben de otelin lobisinde oturup beklemeye başladım.
Saat sekiz olmuştu. Sonra dokuz. Derken on oldu. Otel bekçisi uyku hasırını yere sererken, biri ön kapıyı çaldı. Gelen Abera’nın arkadaşıydı. Ona geldiği için teşekkür ettim, ancak ayinin bitmiş olma ihtimalini de sordum, çünkü iki saat geç kalmıştık. “Sorun değil,” dedi. Her şeye rağmen, Harar’ın karanlık sokaklarında aceleyle ilerliyorduk. Yerde çömelmiş duran adamlar haykırarak selam veriyordu. Kadınlar ise daha utangaç şekilde gülümseyerek “merhaba” diyorlardı.
Arkadaşım başımdakini işaret ederek “Müslüman olduğunu sanıyorlar,” dedi.
Kasabanın merkezinden uzaklaştıkça ortalık sessizleşti. Arkadaşımın da sesi çıkmıyordu. Harar sokaklarının, daha önce buralarda köleleştirilmiş tüm kabilelerin ruhları tarafından lanetlenmiş olduğu söylenir. Bazıları, geleneğe göre çift cinsiyetli olduklarına inanılan Harar sırtlanlarının, hadım edilen ve harem ağası olarak satılan yoksul erkeklerin ruhları olduklarını söyler. On sekizinci yüzyılda yaşamış Fransız gezgini Antoine d’Abladie’nin aktardığına göreyse sırtlanların, Zar ruhlarına saldırıp onları yiyen buda isimli bir tür kurt adam olduğuna inanılıyordu.
Zar ayininin yapılacağı eve yaklaşırken sesleri işitmeye başladım. Şeytan çıkarma ayini başlamıştı bile. Arkadaşım sessiz olmamız gerektiğini söyledi ve tek bir lambayla aydınlanan, uzun ve dar bir odaya girdik. Aşağı yukarı yirmi kişilik bir kalabalık, kapının yanına çömelmişti. Odanın ortasında büyük, pirinçten yapılmış bir yatağa dayanmış şeyhin siluetini görebildiğimiz kirli bir beyaz çarşaf asılıydı. Çarşafın önünde ilk hastası duruyordu. Geç geldiğimizden ötürü, adamın ne tür bir rahatsızlığı olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Fakat şeyh adamın ruhunu ele geçiren varlığı çoktan tespit etmiş ve şeytanı, boyun kısmında belli renklerde tüyleri olan üç horozu kurban etmesi karşılığında adamın bedenini terk etmeye ikna etmişti.
Bir kadeh renksiz likör odada elden ele dolaştırıldı. İnsanlar alçak sesle konuşuyorlardı. Yabancı olduğumun anlaşılmaması beni şaşırtıyordu. Anlaşılan “kılık değiştirmem” işe yaramıştı ve yabancı bir Müslüman olarak görülüyordum. Duvar dibine çömelmiş insanların bir kısmı yavaşça ileri geri sallanmaya ve tuhaf bir melodiyi tekrar tekrar mırıldanmaya başlamıştı. Maltızın üstüne tütsü atıldı.
Geleneksel olarak bu tarz şeytan çıkarma ayinlerine başlarken bir çift güvercin kurban edilebilir veya esrar ya da alkol içilebilir. Tüm bu ayinlerde yeşil kahve çekirdekleri önce kavrulur, sonra çiğnenir ve demlenir; böylelikle “kutu açılmış” ve şeyhin, ellerindeki deliklere baktığınızda başka bir boyuta geçeceğiniz, ayak parmakları olmadan tasvir edilen Zar ruhlarıyla iletişim kurabilmesini sağlayan gücü açığa çıkmış olur. Ayrıca, bu ruhların güzel oldukları ve Arap, beyaz ve Çinli gibi çeşitli ırksal arketiplere bürünerek geldikleri de söylenir. Bazılarına göre Zar kelimesi, Afro-Asyatik dil grubunda gök tanrı anlamına gelen Waaq kelimesinin değişime uğramış halidir. Etiyopyalı Zar rahipleri, genelde, Wato ya da Wallo isimli bir kabileye mensuptur; bu da o akşamki ayini yapan rahibin de eğitim gördüğü gölün ve Etiyopya’nın en eski kutsal yerinin ismidir. Wallo kabilesi, ilk kahve çiğneyicilerinin torunları olduklarını iddia etmektedir ve tarihin bir döneminde büyülü güçlerinden dolayı bu kabileden o kadar korkulmuştur ki, diğer kabileler onlara saldırmaya cesaret edememiştir. Yakın zamana kadar, özellikle güçlü büyücülerin mezarlarına bir kahve ağacı dikmek âdettenmiş ve Oromolar ilk kahve ağacının, Gök Tanrı’nın ölmüş bir büyücünün cesedine düşen gözyaşlarından doğduğunu söylermiş.
Ben bu ayine bir şeytan çıkarma diyordum; fakat bu, tek başına Zar’la iletişim kurabilen ve gerektiğinde daha makul talepler için Zar’la pazarlık yapan şeyh ve Zar arasında geçen gerçek bir pazarlıktı aslında. Kahvenin rolü belki de, Carlos Castaneda’nın Don Juan’ın Öğretileri üçlemesiyle popüler olmuş, halüsinatif madde içeren kaktüsün “benzerleri” ile kıyaslanabilir; çünkü çekirdeğin içindeki “ruhlar” sadece onları vücuduna alan kişinin güçlerine göre hareket edebilir.
Bir kız öne çıktı ve yere, şeyhin siluetini gördüğümüz beyaz çarşafın önüne, biraz daha hediye koydu. Baş ağrılarından mustaripti; günlerce süren berbat, korkunç baş ağrılarından. Kız konuşurken şeyhin siluetinin titrediği görülebiliyordu.
Çektiği ıstıraplar erkek bir yakını tarafından anlatılırken kız duruyor ve tek kelime etmeden bekliyordu. Adamın açıklamalarına bakıldığında, kızın çektiği dertlerin baş ağrılarından daha ciddi olduğu anlaşılıyordu.
Abera’nın arkadaşı, “Bu psikolojik bir sorun,” diye fısıldadı.
Kız mobilyaları kırıp döktüğü sara nöbetleri ve tuhaf, şiddetli krizler geçiriyordu. Annesinin parmağını ısırmaya çalışınca, ailesi Zar rahibine danışmaya karar vermişti. Kızın hikâyesini öğrenen kalabalık üzüntüyle fısıldaşmaya başladı. Kızın belirtileri tipik bir Zar şeytanı çarpmasına işaret ediyordu. Şeytan, kadınların ruhlarını ele geçirerek onların vücutlarında yaşama eğilimindedir; bedenine yerleştikleri kadınları, demir çubuklarla kendilerine zarar vermeleri de dâhil -yaraları sabaha kadar kaybolur- pek çok eylemi gerçekleştirmeye zorlarlar.
Kız aniden kendini yere attı, çok acı çekiyormuş gibi titreyerek ve başını ellerinin arasına alarak bağırmaya başladı. Şeyh, kızın içindeki şeytanı sorgularken, kızın yakarışları giderek artıyordu. Olan biteni izleyen Katolik arkadaşım tiksintiyle başını sallıyordu. Sonunda, kızın ailesinin bir buzağı bağışlaması gerektiğine karar verildi. Sonrasında ise kızın ruhunu ele geçiren Zar oldukça garip bir şey talep etti: Kız saçını tamamen kesmeli ve kestiği saçı sırtlanların olduğu yerlerde dağıtmaya tek başına gitmeliydi.
Bir çift makas getirildi. Ancak saçı kesmeye başladıklarında, kız eliyle oturduğumuz yeri gösterdi. Büründüğüm kılığın düşündüğüm kadar işe yaramadığı ortadaydı. Kız, bir yabancının, saçının kesilmesine şahit olmasını istemiyordu.
Yorgun argın otele yürürken, Abera’nın arkadaşı anlamadığım şeyleri bana açıklıyordu. O, bu tarz şeyleri ciddiye alan biri değildi. Ona, Amerika’da da televizyonlara çıkan benzer şifacılar olduğundan bahsettim.
“Onlar da kahve çekirdekleri mi kullanıyor?” diye sordu.
“Şey, kahveyi kesinlikle severler,” diye açıkladım. “Ancak ödemelerde çoğunlukla kredi kartı tercih ediyorlar.”
Ertesi gün, kızın saçlarına dair tüm izlerin gün doğumuna kadar ortadan kaybolduğunu duydum.

ETİYOPYALILAR, KAHVENİN HALÜSİNATİF ETKİLERİNİ KEŞFETTİKLERİNDE, komşularının da bunu fark etmesi kaçınılmaz hale gelmişti. Söylentilere bakılırsa, ilk olarak kuzeydeki zalim Mısırlılar bağımlı hale gelmişti. Hatta bazı aşırı heyecanlı akademisyenler, Truvalı Helen’in “ıstırabını dindirmek” için içtiği Mısır’ın efsanevi ilacının, Frappuccino[13 - Starbucks tarafından satılan buzlu kahvenin ticari markası. (e.n.)]’nun çok eski bir türü olduğunu öne sürmüştür.
Fakat kahve çekirdeğinin Harar’dan çıktığı yolculuğun ana istikameti doğudaki Kızıldeniz’di. Buradan da bugün Yemen’de bulunan, günümüzde Muha Limanı olarak bilinen limana gemiyle gönderiliyordu. İlk bin yılda Harar ve el-Muha hattında ticaret bir hayli gelişmişti. Çoğunlukla devekuşu tüyleri, gergedan boynuzu ve kaplumbağa kabuğu ticareti yapılıyordu. Yani temel ihtiyaçlar. Tabii, bir de köleler. Arapların köle tüccarlığı konusundaki kötü namı her yere yayılmıştı ve zanj dedikleri kurbanlarını bulmak için bu bölgede dolaşıyorlardı. Zanjlar, Arapları ya da en azından Arap tatlılarını çok seviyorlardı. Ortaçağda yaşamış Arap yazar Kitab el Agail el-Hind’e göre, “Zanjlar [Araplara] secde edip onlara ‘Ey hurmalar diyarının yüce insanları, size selam olsun!’ şeklinde seslenerek [Arapları] gözlerinde büyütüyorlardı. (…) Zira bu ülkeye seyahat edenler, zanjların çocuklarına tatlı hurmaları gösterip onları istedikleri yere çekerek ele geçirdikten sonra kendi ülkelerine kaçırırlar.”
Bin yıl önce köle kafilelerinin Harar’dan Kızıldeniz kıyısına ulaşması yirmi gün sürüyordu. Türk haremlerine gidecek oğlanlar yol üzerinde hadım ediliyordu. Tutsakların da en az yarısı yolda ölüyordu. Onlardan arda kalanlarla da kahve ağaçları filizleniyordu.
Benim Kızıldeniz yolculuğum sadece üç gün sürmüştü. Önce Harar’dan ülkenin tek demiryolunun yakınında bulunan Dire Dawa kasabasına otostop çekerek gittim. Kaplaması yırtık pırtık, pis ve eski moda yatar koltuklarıyla (en azından birinci sınıfta böyleydi) 1900’lerin başında popüler olmuş bebek mavisi Fransız şimendiferi bir gün gecikmişti, fakat beklememe değmişti. Mekanik arızalar on iki saatlik yolculuğu iki günlük bir çileye dönüştürmüştü. Hindistan’daki bir yılımın üzerinden çok geçmemişti, dolayısıyla bu tür gecikmeler bana son derece olağan geliyordu. Sadece gözlerimi kapatıp ölü taklidi yapmıştım (belki de sadece bunu diliyordum).
13. yüzyılda Müslüman bir seyyah olan İbn-i Batuta’nın, “dünyanın en pis, en rahatsız edici ve en kokuşmuş kasabası” olarak tanımladığı ve bölge halkının deve eti sevdiği Cibuti Limanı’na varmıştık. Bugün Cibuti teknik açıdan bir ülkedir. Aslında barlar ve genelevlerle dolup taşan abartılmış bir Fransız askeri garnizonu da diyebiliriz. Soğuk bir şeyler içmek için soluğu bir kafede aldım.
“İngilizce biliyor musun?” Ekose etek giymiş göbekli bir adam, bir kanga[14 - Sudanlı etnik bir grubun üyesi. (ç.n.)], yan masaya oturdu. “Tu parles français?”[15 - Fr. “Fransızca biliyor musun?” (ç.n.)]
“Evet.”
Şapkamı inceliyordu. “Ooo! Amerikalı bir adam. Güzel! On iki dil biliyorum,” dedi. “Dünyadaki tüm limanlara yelken açtım: Kahire, İskenderiye, Venedik, New York, Atina, Sidney, Hong Kong…”
Liste devam ediyordu. Adam emekli bir denizciydi.
“İşte bu yüzden Cibuti’ye döndüm. Sen burayı beğendin mi?” Yüzümü ekşiterek sırıttım. “Neden buraya geldin?” diye sordu.
El-Muha’ya giden bir gemi aradığımı söyledim.
Şaşkınlıkla bana baktı. “El-Muha mı? Neden oraya gidiyorsun?”
“Kahve için.”
“Kahve için Yemen’e gidiyorsun yani,” diyerek bardaki kalabalığa bunu tercüme etti. Herkes kahkahaya boğuldu. “Bugünlerde oraya pek gemi gitmiyor dostum.”
Adam, daha dün Eritre’nin, iki ülkenin ortasında kalan Yemen’e ait bir grup adayı işgal ettiğinden bahsetti. Kızıldeniz iki tarafın da ordularıyla doluydu ve söylentilere göre Yemen hava kuvvetleri şüpheli görünen gemileri bombalıyordu.
“Ama sen şanslısın. Arkadaşımın gemisi bugün kalkıyor. Bu gemi için iki hafta boyunca bekleyenler oldu ve bombalar onların umurunda bile değil. Eğer istiyorsan acele etmelisin!”
Arkadaşının gemisi, parlak boyalı gövdesi uzun zaman önce griye dönmüş 9 metre uzunluğunda bir tekneydi. Teknenin arka tarafına doğru bir çeşit kulübe ve basit bir direk (yelkeni olmayan) vardı, başka da bir şey yoktu. Radyo, lamba ve herhangi bir acil durum donanımı da yoktu. Tuvalet, okyanusun üzerinde asılı duran bir kutuydu. Güverte bile yoktu, sadece 15 Somalili mültecinin üzerinde sağa sola yayıldığı yeşil bir branda altında küfeler vardı.
Fakat tekne yüzer haldeydi. Kaptan Abdou Hager’le otuz dolara hızlı bir anlaşma yaptık. Tekneye atladım ve beş dakika sonra, Qasid Karin iskeleye bağlı halatların üzerindeki fareleri silkeledi ve denize açıldı. Güneşin yoğun altın rengi ışınlarını tüm göğe yayarak gözden kaybolduğu vakitteydik. Deniz, koyu mora dönmüştü. Ertesi gün Yemen’de olacağımı düşünüyordum. Limanın ağzına vardığımızda tekne yavaşladı. Bir şapırtı sesi geldi ve motor durdu.
“Aşırı rüzgâr var,” dedi yanımda duran on dört yaşındaki Somalili delikanlı. “Yarın gidiyoruz.”
Adı Muhammed’di. Muhammed ve kız kardeşi, savaş sona erene kadar akrabalarıyla birlikte yaşamak üzere Yemen’e gönderiliyordu. Aşırı iri kadınsı gözleri ve bükük dudakları olan ince, uzun boylu bir oğlandı ve bence güzeldi. Eğer bir kadın gibi giyinmiş olsaydı, onu genç bir kız sanabilirdim. Amerika’da Somali’deki gibi diktatörler olup olmadığını sordu. Tabii var dedim, tüm büyük yerlerin diktatörleri olmuştur. Muhammed ve kız kardeşi Ali şaşkın görünüyordu. Amerikalı diktatörlerin tankları ve silahlarının olup olmadığını sordular. Pek tankları olmadığını, fakat bir sürü silahları olduğunu söyledim. Amerika’daki pek çok mahallenin Mogadişu’dan farksız olduğuna onları inandırdım.
Birkaç dakikalık sohbetin ardından çok az İngilizce bilen Muhammed (yine de İngilizcesi benim Somalicemden iyiydi) bana bir hediye verdi.
Bir tomar Somali şilinini ellerime koyarak “Bunu almanı istiyorum,” dedi. “Al.”
Kabul etmedim. Somalili mülteciler Amerikalı turistlere nakit para vermemeli. Tam tersi de geçerli. Benim de ona karşılık olarak bir avuç dolusu Amerikan doları vermek gibi bir niyetim kesinlikle yoktu.
“Hayır, hayır, hayır,” dedim. “Bunu yapmamalısın.”
“Evet, evet.” Parayı elime tekrar sıkıştırdı. “Al.”
“Burada çok para var,” dedim. On beş bin Somali şilini vermişti. “Bunu alamam. Sen delirmiş olmalısın.”
İngilizcesi daha iyi olan bir Etiyopyalı araya girdi. Somali hükümeti çökmüştü ve para değersizdi. Kâğıt parçalarını isteksizce kabul ettim. Hediyesinin değersiz olduğunu düşünüp öyle kabul etmiş olmam Muhammed’i şaşırtmıştı.
Ali de en çok, Yemen’de peçe takmak zorunda kalacağı için endişeliydi. Elbisesinin kenarıyla alaycı bir şekilde suratını örttü.
“Kötü, kötü,” dedi. “Ülkemde böyle değil.”
Yüzü, Arap ve Afrikalı çehresinin harika bir karışımıydı. Bana sürekli çay ve bisküvi ikram ediyordu. Ben de ona Arapça-İngilizce sözlüğümü verdim.
Gecenin ikisinde, en değerli eşyaları olan küçük bir Casio marka orgu çıkardılar. Onlara Mozart’ın sonatının girişini la majörden çaldım, ancak seçilen tarzda sabit bir senkop[16 - Ritim vurgusunun doğal akıştaki güçlü vuruşa değil, ölçünün hafif vuruşlarına rastlaması. Aksatım. (e.n.)] oluşturan makinenin otomatik ritim kontrolleri onların daha fazla ilgisini çekmişti. Bu tarz bir yolculuğun kahve taşımak için yapıldığı günlerde olsaydık, bu ikisi, rüzgârın sesini bastıran ritmik bossa nova[17 - Brezilya kökenli bir müzik ve dans türü. (e.n.)] parçaları dinlerken, köle olmak üzere yolda olurlardı diye aklımdan geçirdim. Şu an ise sadece mülteciydiler; acaba bu, gerçek bir ilerleme sayılabilir miydi?

3
El-Muha’ya Yelken Açış
Seyahatlerinde bir kahve ağacının yanından geçti ve dini bütün herkesin geleneği olduğu üzere, o da kendisini kahvenin hiç ellenmemiş meyvesiyle besledi. Kahve meyvesini yemenin, uyanıklığını artırarak dini vazifeleri yerine getirilmesini ve ayinlerde uyanık kalmasını sağladığını fark etti.
    al-Kawakib al-sa’irn bi-a’yan al-mi’a al-’ashira Najm al-Din al-Ghazzi (1570–1651)


SABAH TEKNE MOTORUNUN SESİYLE UYANDIM. Artık Cibuti’de değildik. Korkuluk üzerinden etrafı süzerken görebildiğim tek şey, turkuaz renkli deniz suyunun dalgalarla köpürüp benek benek oluşuydu. Gökyüzünü yansıtan kırılmış bir aynaya bakmak gibiydi. Kasırga hiç de bitmiş gibi durmuyordu.
Diğerlerinin de eşyalarını teknenin arka tarafındaki sundurmaya taşımış olduklarını fark ettim. Olduğum yerde kalmaya karar verdim. Pruvaya bir dalga vurdu ve beni tepeden tırnağa sırılsıklam etti. Bir tane daha dalga geldi ve sonra bir tane daha. Diğerlerinin eşyalarıyla birlikte kendi eşyalarımı teknenin arka tarafına taşırken, güvertenin yirmi derecelik bir açıyla yan yatmış olduğunu fark ettim.
Qasid ilerlemiyordu. Mürettebat giren suyu kovalarla boşaltıp tekneyi doğrulturken, teknenin burnunu rüzgârdan etkilenmeyecek şekilde döndürdü. Kutular yerlerinden oynamıştı ve bu sorunun, sadece teknenin yükünün yanlış dağıtılmasından kaynaklandığı sonucuna vardım. Sonra bir balıkçı teknesi yarışırcasına yanımızdan geçti ve teknenin ne kadar yüksekten gittiğini fark ettim. Qasid yaklaşık iki metre daha aşağıdan gidiyordu; çünkü kaptanımız tekneyi aşırı doldurmuştu.
Hareket eder etmez dalgalar pruvaya çarpmaya başladı. Durup suları boşalttık. Bu, tüm gün devam etti. Sonunda mürettebatımız “bisküvi” taşıyan yük teknesinin tuzlu sudan zarar görebileceğinden endişelenmişti. Ancak gerçek sorun, Qasid’in ağırlıklı olarak içki ve AK-47[18 - Bir makineli tüfek türü. (e.n.)] taşıyor olmasıydı.
İçkiler Cibuti’den geliyordu, ancak daha sonra öğrendim ki silahlar Eritre’ye yapılmış başarısız bir satış gezisi sonrasında Yemen’e geri dönüyordu. Bütün o silahların ağırlığı da tekneyi aşağı çekiyordu.
Mürettebat bir ada bulup fırtınanın dinmesini beklemeye karar verdi. “Mürettebat” diyorum çünkü Kaptan Abdou’yu gemide hiç görmediğimin daha yeni farkına varıyorum. Önemli değil. Qasid’i süren üç genç ve iki yaşlı adam çok geçmeden bir adanın açıklarında demir attılar. Derhal hepimiz eşyalarımızı kurumaları için dışarı astık. Burada, rüzgârsız bir yerde bile, fırtınanın kıyafetleri doksan derecelik bir açıyla dalgalandırdığını fark etmiştim. Herhalde burası eyaletlerarası bir mola yerinin Kızıldeniz’deki eşdeğeriydi. Ancak, teknik olarak, şu an ıssız bir adada bulunan kazazedelerdik. Benim keyfim tıkırındaydı. Ne de olsa teknenin motoru hâlâ çalışıyordu ve muhtemelen en sonunda Yemen’e varacaktık.
Ancak yol arkadaşlarımdan bazıları durumla ilgili daha tedirgindi. Mesela, Etiyopyalı bir kat bağımlısı olan Paulious. Günlük dozundan yoksun kalmış kat bağımlılarına şeytan katou musallat olurmuş ve Paulious da katsız bir ortamda mahsur kaldığı için tedirgindi.
“Ah, aklıma kötü düşünceler geliyor,” diyerek sızlanıyordu. “Buradan gitmemiz gerek.”
İlk kavga “Dişsiz” adını taktığım eski bir denizciyle onun katını çalmaya çalışan bir yolcu arasında çıktı. Diğerleri hızla onları ayırdı (Dişsiz, genç adamı parmakarası terliğiyle tehdit ediyordu); çünkü bu, kötüye işaretti. Bir çeşit değirmende yeşil bir püreyi öğüttüğünü fark ettiğimde ona bu adı takmıştım. Önce yemek hazırladığını düşünmüştüm. Daha sonra hazırladığı şeyin o çok değer verdiği kat olduğunu anladım. Dişsiz olduğundan, yaprağın değerli özünü çıkarabilmek için önce bu değirmenle “çiğnemesi” gerekiyordu.
Başka bir mürettebat daha vardı, birkaç kez bana dik dik bakarken yakaladığım, muhtemelen on altı yaşlarında, kıvırcık saçlı, genç bir delikanlı. Samimi ve dürüst bir yüzü vardı; bir maymunu hatırlatan rahat hareketleri, hayatını Qasid gibi teknelerde geçirmiş olduğunu düşündürüyordu. Diğerleriyle muhabbet ederken konu Amerika’ya geldi. Üstümüzdeki küfede oturan delikanlı, şaşkınlık içerisinde el-Muha’yı işaret ediyordu.
“El Marikalı mı?” diye sordu diğerlerine. “Orası el-Muha’ya yakın mı?”
Diğerleri güldü, en sesli gülense Paulious oldu. “Daha Amerika’nın ne olduğunu bilmiyor!” dedi.
“Bir ada mı?” diye sordu delikanlı.
Kuzeybatıya doğru işaret ettim. “O tarafta.”
“Eritre’nin orada mı?”
Diğerleri yine güldü.
“Hayır, hayır. Oldukça uzak,” dedim. “Amerika’ya gidecek olursan, önce Eritre’ye, sonra Etiyopya’ya gidersin, sonra Afrika’yı aşıp Türkiye’yi, sonrasında Avrupa’yı geçersin, sonra başka bir yere varırsın, yani İngiltere’ye ve oradaki denizi de geçersin. Büyük bir denizdir. Tüm bu yerleri geçtikten sonra vardığın yer Amerika’dır,” dedim. Diğerleri bu dediklerimi tercüme etti.
Çocuk, bir yerin nasıl o kadar uzak olabileceğini anlayamıyormuş gibi bakıyordu bana.
“Sandığın kadar uzak değil,” dedim ikna edici olmayan bir tonda.
Kafası daha da karışmış görünüyordu. Sonra gözlerini kıstı; diğerleri hâlâ gülüyordu. Sanırım, insanların ona güldüklerini ve benim de ona yalan söylediğimi, onunla dalga geçtiğimi düşünmüştü. Öfke ve şaşkınlık arasında kalmış bir ifadeyle yanımızdan uzaklaştı ve birden aklıma geldi; evet, haklıydı. Amerika hayal edilemeyecek kadar uzaktı. Gidilemeyecek kadar uzaktı ve böyle bir deniz yolculuğu mümkün olsa bile, neden biri memleketinden bu kadar uzağa gitmek isterdi ki? Hatta Ay’da bile olsa, burası neden umurunda olsundu ki? Delikanlının yaşadığı yer burasıydı. Tüm hayatı boyunca burada, muhtemelen bu teknede yaşamıştı. Burası onun memleketiydi; burası, el-Muha, kumsal, deniz, rüzgâr ve bekleyiş. Bir gün, teknenin direği önünde oturan, gülen ve yüklerin arasından turuncu kremalı bisküviler çalan Dişsiz’in yerini o alacaktı. Belki otuz, belki kırk yaşında olacak, fakat bundan çok daha yaşlı gösterecekti.
Sonrasında ise, ona ne zaman gülümsesem yanımdan uzaklaştı. Bana diğerleri gibi, sadece “Amerikalı” diye hitap ediyordu. Öğleden sonranın geri kalanını yalnız başıma oturarak geçirdim.
Gitmekte olduğumuz Yemen’deki el-Muha Limanı hâlâ dünyanın en izole bölgelerinden biridir. Ancak kaçırılan Afrikalıların buraya kahve getirdikleri zamanlarda, en azından Batılılara göre, burası neredeyse efsanevi bir yermiş. Bir Yunan yazarın birinci yüzyılda kaleme aldığı Periplus Maris Erypraei’de anlattığına göre, buraya “yelken açmak bile son derece tehlikeli. (…) Burası, gemisi kaza yapmış herkesi yağmalayıp köleleştiren, ihtiyofajlarla [balık yiyenlerle] dolu bir diyar.” Yunanlar, Arapların devasa kertenkeleleri yediklerine ve kalan yağlarını da kaynattıklarına inanıyorlardı. Kanatlı ejderhaların da korkunç hastalıkların bulaştığına inanılan kıyıyı koruduklarına inanılırmış.
Bu propagandanın büyük kısmı, yağmacıları, ticaret imparatorlukları için hayati önem taşıyan mür[19 - İlaç yapımı ve parfümeride kullanılan kokulu bir tür reçine. (e.n.)] bahçelerine saldırmaktan vazgeçirmek için Araplar tarafından yayılmıştı. Ummanlı Arap denizciler çoktandır Qasid’e benzer teknelerle Hindistan’dan çivit otu, pırlanta ve safir getiriyorlardı. Afrika’ya da “vahşilerin iyi niyetini kazanmak için Muza’dan [el-Muha’dan] bölge halkının yaptığı silahlar”ı götürüyorlardı. Afrika’dan geri dönerken ise misk yağı, misk kolonyası, kaplumbağa kabukları ve gergedan boynuzlarını getiriyorlardı.
Bir de çok sayıda köle getiriyorlardı; kölelerden bazıları Arabistan’a ilk kahve tohumlarını getirdi. Sayılarını ne yazık ki kesin olarak bilemiyoruz, fakat zanj köleleri birinci yüzyılda Çin’e getirilmişlerdi. 1474 yılında sekiz bin Afrikalı köle, Doğu Hindistan’daki Bengal’in yönetimini kısa bir süreliğine ele geçirdi. Bu köle ticareti, Umman’ın Siyahi Sultanı’nın Portekizlileri defetmesi ve 1800’lerde Afrika’nın Svahili kıyısındaki nüfusun neredeyse yarısını köleleştirerek Zanzibar’daki karargâhı kurmasıyla zirveye ulaştı.
Akşam yemeğinde pirinç pilavı vardı. Haniş Adaları’nın titreşen ışıkları görünüyordu. Yanımdakilere bunların bomba atan uçaklar olup olamayacağını sordum. Hayır dediler, bu önemli bir şey değildi. Kat yoksunluğuyla tamamen gerginleşen Paulious hariç herkes somurtarak sessizliğe bürünmüştü. Paulious bana, rüzgârın azalmaya devam etmesinin ve yakında buradan gidebilecek olmamızın harika olduğunu söyleyip duruyordu. Bir adanın tepesi üzerinde karanlıkta dans eden küçük kum fırtınalarına doğru işaret ettim. Yıldızların aydınlattığı kum fırtınasının izleri gümüşe çalmakta ve adeta gökyüzünden aşağı süzülmekteydi.
Şeytan hortumlarına Etiyopya dilinde bir isim vererek “Is al-sichan,” dedi. “Kötü şeyler olacak.”
Ertesi gün rüzgâr yolumuza devam edebileceğimiz kadar sakinleşmişti. Araziyi günbatımına kadar gözlemledik ve birkaç saat sonra el-Muha Limanı’nın hemen dışına demir attık. Fakat ertesi sabah rıhtıma yanaşmaya çalıştığımızda Yemen’in bizi kabul etmediğini öğrendik. Başta Somalili mülteciler olmak üzere yol arkadaşlarımın resmi evrakları yoktu. Rıhtımdan yirmi üç metre uzağa demir atmamız ve orada durmamız gerektiği, limana girmemizin veya limandan ayrılmamızın yasak olduğu söylendi. Üç gün, üç gece boyunca limandaki sahipsiz gemilerin arasında sürüklenip durduk. Dostluklar kuruldu ve bitti. Daha fazla kavga çıktı. Somalili delikanlı Muhammed, konuşmak istemiyordu. Neyi olduğunu sorduğumda da yalnızca yıldızlara bakıp “Çok güzeller,” diye mırıldanıyordu.

HAKLIYDI. GÜNDÜZLERİ, GİRDAP GİBİ DÖNEN kum fırtınalarının arasında bir görünüp bir kaybolan el-Muha’nın kemik beyazı minarelerini görebiliyorduk. Geceleri ise teknemiz demir attığı yerde sallanırken, sırtüstü uzanıp yıldızların daire çizerek dönüşünü izliyordum. Geceler soğuktu. Battaniyem yoktu, bu yüzden ısınmak için Billie Holiday’in şarkılarını söylüyordum. Şarkıları güzel söylediğimde, Dişsiz beni bir paket bisküviyle ödüllendiriyordu. En sevdiği şarkı da “God Bless the Child” idi.
Zihnim biriktirdiği her anıyı kusmaya başlamıştı. Hayaletli Noel ilahileri rüzgârda yankılanıyordu ve belirli cinsel fantezileri zihnimde o kadar çok tekrarlıyordum ki sevgilimin saçlarının parmaklarıma dolandığını hissedebiliyordum. Son gecemizde yakındaki bir gemi enkazında birtakım hareketlenmeler olduğunu fark ettim. Geminin yarısı batmıştı ve ben de terk edildiğini düşünmüştüm. Ancak gece boyunca geminin lombozlarında soluk renkli ışıkların kırpıştığını gördüm. Teknemiz ne zaman enkaza doğru sallansa, bir dirseğimin üzerine doğrulup karanlıktaki gemiye bakıyordum. Enkazdaki biri Michael Jackson’ın meşhur ayak hareketlerini yaptığı “Billie Jean”i izliyordu. Tekne sürekli sallanırken ve deniz tuzuyla kaplanmış gözlüğümle orada neler döndüğünden emin olmak zordu; ancak Michael Jackson’ın suyun üzerinde ay yürüyüşünü tekrar tekrar yapıyor olduğuna ikna olmuştum.
Üçüncü gün uyandım ve Qasid’in rıhtıma çekildiğini fark etim. Somalili kadınlar peçeleriyle yüzlerini örtmüşlerdi. Teknedeki arkadaşlarım bir kamyonete bindirildiler, ben de sarıklı askerlerle çevrili küçük bir barakaya götürüldüm. Barakanın içinde bir masanın arkasında oturmuş bir başka asker vardı.
“Pasaport.”
Pasaportumu uzattım. Sayfaları kızgın bir şekilde çevirdi.
“Evet,” dedi yüzüme bakmadan. “Geldiğin yer…”
“Etiyopya.”
“Burada Cibuti yazıyor. Hangisi doğru?”
“Evet, evet, Cibuti,” dedim. “Unutmuşum.”
Öfkeyle içini çekti. “Cibuti’yi unuttun. Savaşı da unuttun mu?”
“Savaş mı? Yemen ile Eritre arasındaki mi? Tabii ki hayır.”
“Tabii ki hayır,” diye tekrarladı ve sandalyesine yaslandı. “Senin, yani bir Amerikalının, şu an burada olması garip. Neden böyle diyorum biliyor musun?”
Savaşın iyi gitmediği anlaşılıyordu. Eritreliler, Yemenlileri Ha-niş Adaları’ndan sürmüştü. Elli kadar insan ölmüştü. Bu çok ciddi bir şeydi. Subaya göre de her şey, Eritrelilerin deniz dibi petrol sondajıyla ilgili bir anlaşmayı imzalayıp haklarını bir Amerikan petrol şirketine devretmesiyle başlamıştı. Petrol yatağı, Eritre’nin kıyı şeridiyle adalar arasındaydı, bu yüzden Eritre petrol üzerindeki haklarını sağlama almak için orayı istila etmişti.
Karşılarında komik şapkalı bir Amerikalı vardı. CIA’den geldiğim besbelli ortadaydı işte.
“El-Muha’ya geldiniz,” dedi başını sallayarak ve gülümseyerek.
“Vizemi görebildiniz mi?” diye sordum.
“Ah evet,” dedi küçümseyerek. “Vize.” Eşyalarımı işaret etti ve duvarın önünde duran bir masaya yaydı. “Fotoğraf makinen de var, ha?”
“Evet.”
“Fotoğraf çekiyor musun?”
“El-Muha’da değil.” Öfkeli bir ses tonu çıkarmaya çalıştım. “Burası askeri bölge!”
“Yaa. Peki neden el-Muha’ya geldiniz?”
“Kahve için,” diye açıkladım.
“Kahve? Muha’da mı?”
“Evet. Hani, Şâzelî… “
“Cami mi?” Pasaportuma tekrar baktı ve ilk sayfayı inceledi. “Fakat burada Müslüman olduğun yazmıyor.”
“Hayır, ama…”
“Sadece Müslümanlar camiye girebilir.”
“Sadece görmek, şöyle bir bakmak istiyorum.”
“Yaa… Önce kahve için geldiğini söylüyorsun. Sonra da turist olduğunu.” Bana inanmamıştı. “Gelgelelim, Eritreli suçlularla Yemen’e geliyorsun. Hem de bir fotoğraf makinesiyle.”
Sonuçta beni bir casus zannıyla nezarete atacaktı. Bir yatak ve su olduğu müddetçe benim için sorun yoktu. Yemen bürokrasisinin seyrini izlemek ilginç olabilirdi. Subay eşkâllimi gönderecek, diğer subaylar daha fazla soru soracaklar, o da verdiğim cevapları onlara gönderecekti. Daha fazla soru, daha fazla cevap; ama ikimiz de sonunda serbest kalacağımı biliyorduk.
Subay beni inceledi. Belki de zihnimi okudu; çünkü bir anda tüm bu çabaya değmediğime karar vermiş gibiydi. Yemen felsefesiyle özdeşleştirdiğim bir hareket yaptı: Sağ elini kulağına kadar kaldırdı ve durumdan sıkılmış gibi yukarı bakarak ilk üç parmağıyla “hadi git artık” anlamına geldiğini düşündüğüm tuhaf bir el hareketi yaptı. Sonra da makineli tüfek taşıyan iki askerinin dışarıya kadar bana eşlik etmesini emretti.
“Hoş geldiniz. Pasaportunuzu unutmayın,” dedi. “Fakat kahve için geldiyseniz, üç yüz yıl kadar geç kaldınız.”

EL-MUHA LİMANI, NEREDEYSE BİN YILDIR kahveyle özdeşleşmiş durumda. Afrika’dan getirilen ilk kahve çekirdeklerinin kaynağı burasıydı ve ismi “Muha” olarak değişen el-Muha, sonradan kahve demlemenin evrensel adı gibi olmuştu. Görünen o ki, 1200’lerde Şâzelî adında Müslüman bir dervişin kahveyi ilk kez demlediği yer yine Muha’ydı. Etiyopyalılar uzun zamandır kahve çekirdeğini çiğniyor ve belki de yapraklarından çay yapıyor olsalar da, çoğu insan el-Muhalı Şâzelî’nin kahve çekirdeğinden içecek yapan ilk kişi olduğunu düşünmektedir.
“Bize ulaşan birçok rivayete göre, qahwayı tanıtan ve kahve içimini Yemen’de yaygın ve popüler bir gelenek haline getiren ilk kişi Şâzelîlik tarikatı üstatlarından, üstadımız Şeyh Ali Bin Ömer el-Şâzelî’dir,” demişti Fakhr el-Din al-Makki.
Şâzelî isminin pek çok farklı yazılış şekli vardır, onun bu keşfi nasıl yaptığını anlatan hikâyeler de en az ismi kadar farklılık göstermektedir. Bir gece ibadet ettikten sonra eve yürürken keşfetmiştir kahveyi; yok yok, aslında yabanda oruç tutarken keşfetmiştir bitkinin güçlerini. Bazıları, ağzına yirmi yıl boyunca kahve çekirdeklerinden başka bir şey koymadığını söyler; başkaları da, sadece kahve tüketmenin kişiyi evliyalığa götüreceğini vahiyle Şâzelî’ye bildirenin Cebrail olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmektedir. En garip hikâyeye göre de kahramanımız, kralın kızıyla ilişki kurmakla itham edilir ve yabana sürgün edilir. Cebrail, Şâzelî’ye kralın bir cilt hastalığına yakalandığını ve onu bir fincan sihirli kahveyle tedavi edebileceğini bildirene kadar, Şâzelî burada sadece kahve çekirdekleriyle beslenir.
Bazı tarihsel rivayetlere göre Şâzelî veya tarikat üyelerinden biri, Etiyopya ziyaretinde insanları kahve içerken görmüş ve bu alışkanlığı kendi ülkesine taşımıştır. Başka bir rivayet ise Portekizli denizcileri deniz tutunca, gemilerinin Muha’ya çekildiğinden bahseder. Hayırsever Şâzelî yıllardır içmekte olduğu sihirli iksiri hasta ve zayıf düşmüş denizcilere tavsiye ettiğinde hepsi ölmek üzeredir. Kahveyi içer ve birkaç gün içinde yelken açacak kadar iyileşirler. Yola çıkarken Şâzelî’nin denizcilere “Bunu unutmayın, Muha’nın içeceği!” diye haykırdığı söylenir. Böylelikle de tarihi değiştiren içecek ilk kez Batı’ya getirilmiş ve Muha’nın ünü sonsuza dek garantilenmiş olur.
Her neyse. Aslında Şâzelîlik bir Sufi tarikatıdır ve 1200-1500 yılları arasında bir avuç Şâzelî dervişi, kahve kokulu dini deneyimler yaşayarak Arap yarımadası civarında gezinmişlerdir. Şâzelî dervişleri sonunda farklı din ve kültürlerin bir araya getirilmesi için çalışan bir Hıristiyan/Müslüman grubun bulunduğu İspanya’ya kadar yayılmıştır ve şu an hâlâ Cezayir’de “bir fincan Şâzelî” diye isteyeceğiniz kahveyle yakın bir ilişkileri vardır. Aslında herkesin gerçekten bildiği tek şey, el-Muha’da yaşayan bir Şâzelî tarikatı üyesinin kahveyi dünyayla tanıştırmış olması ve içtikleri her neyse, çekirdeklerini kavurmadıkları için tadının muhtemelen berbat olmasıydı. Kavrulmamış çekirdekleri, yaprakları ve kakuleyi kısık ateşte kaynatmış olabilirler. Doğrusu, el-Muha’daki Şâzelîlerin yaptığı tek şeyin kat yapraklarından çay demlemek olduğuna ve Aden’deki başka bir sufinin de bu yaprakları kahve çekirdekleriyle değiştirdiğine dair bazı kanıtlar mevcuttur.
Bu mütevazı başlangıçtan küçük bir imparatorluk doğmuştur. 1400’lü yıllarda Türkler Yemen’i fethettiğinde, İslam dünyasının her tarafında Muha kahvesi içilmekteydi. 1606’da, yani Avrupa’daki ilk kafenin açılmasından neredeyse yarım yüzyıl önce, ilk kez bir İngiliz tüccar limanı ziyaret ettiğinde, Hindistan kadar uzak yerlerden gelenler de dahil olmak üzere limanda otuz beşten fazla ticaret gemisinin olduğunu ve hepsinin de limana düzensizce yığılmış kahve paketlerini beklediğini bildirmişti. Günümüz kambiyosunun tersinin geçerli olduğu bir zamanda, İngiliz tüccar John Jourdain şöyle yazmıştı: “Muha’daki ürünler o kadar pahalı ki büyük Kahireli tüccarlara verdikleri fiyatlar üzerinden bizim anlaşmamızın imkânı yok.” Liman boyunca kahve sarayları vardı ve kölelerin yelpazelediği prensler altın yastıklara oturuyordu. Görevi, kâfirlerin değerli kahve bitkilerinden birini çalmasına engel olmak olan özel bir ordu bile vardı.
O dönemlerde, uzun süre önce ölen derviş Şâzelî kahve içenlerin koruyucu evliyası kabul edilmiş ve yerel bir camide bulunan türbesi Müslümanların uğrak mekânı haline gelmişti. Limanda bekletilirken minareyi görmüştüm. Yetkililer gitmeme izin verir vermez de minarenin yolunu tuttum. Modern Muha’nın şimdiye kadar gördüğüm en pis cehennem çukuru olduğunu anlamıştım. Ayakları yağdan kararmış, yırtık pırtık kıyafetli adamlar, bir zamanlar yerel taksi filosunu oluşturmuş araçların enkazı arasında avarelik ediyordu. Balık kokan birkaç kafe ve otuz adamın tek bir odaya tıkıştığı bir funduq (otel) vardı. Teknemizi tahrip eden muson rüzgârı hâlâ esiyordu; burada sadece küçük bir kum fırtınası çıkarmıştı. Bir anda gömleğimin içine girip yavaşça aşağı doğru süzülen kum ve terle kaplanmıştım.
Nihayet şehrin tarihi kısmına vardığımda, aklıma Hindistan’da gördüğüm bir kitaptan bir alıntı geldi.
“Şehir kendisini çok güzel bir nesne olarak sunuyordu,” diye yazmıştı Jean de La Roque Voyage to Arabia the Happy isimli kitabında. “Çok sayıda palmiye ağacı ve saray vardı. Manzara bize keyif veriyordu.”
Kitap üç yüz yıl önce yazılmıştı. Bazı şeylerin değişmiş olabileceğini anlıyordum. Ama bunun, kasabadaki tek yolun sonunda duran bu şeyin, inanılmaz olduğunu düşünmüştüm. Ufuk boyunca yıkık dökük konakların yayılmış olduğu kumlu bir açıklık uzanıyordu. Hemen solumda, bir kahve tüccarının adeta Binbir Gece Masalları’ndan fırlamış konağının yıkık dökük duvarları duruyordu; konak, itinayla süslenmiş oymalı frizler, balkonlar ve soğan şeklinde pencerelerle doluydu. Daha uzakta, büyük ihtimalle bir zamanlar küçük bir kalenin köşesi olan mazgallı bir kule vardı. Bazıları yıkık dökük bir duvardan daha büyük olan kalıntılar birkaç kilometre boyunca devam ediyor gibiydi. Aralarında, üzeri kum tepeleriyle kapanmış daha pek çok bina kalıntısı olduğunuysa sonra fark edebildim.
Buradaki tek yaşam belirtisi, dokunsan yıkılacak gibi görünen bir duvarın yanına çömelmiş ve varlığımdan bihaber görünen yaşlı bir adamdı.
“Selam,” diye seslendim. Nargilesini içmeye devam etti. Sağır olabileceğini düşündüm ve görüş alanına girerek bekledim. Bir şey değişmedi. Daha önce bazı ürkütücü şahıslar görmüştüm, ancak bu adam gibisine denk gelmemiştim. Yağ lekeli kıyafeti o kadar eski püsküydü ki adam tamirci dükkânından henüz çıkmış gibi görünüyordu ve başına taktığı sarık o kadar yağ ve pislik içindeydi ki artık temizlenmesinin imkânı yok gibiydi. Örümcek ağını andıran kırışıklıklarıyla paramparça olmuş yüzü, aşırı güneşten kahverengi olmuştu ve mumyalanmış gibi görünüyordu. Sarığının altından akan ter, yüzüne yapışan kum tanelerinde izler bırakarak aşağıya süzülüyordu. Nargilesi, nargile lülesi yerine kullanılabilecek kırmızı bir akik taşı ve kırık bir su şişesine sıkıştırılmış paslı borulardan ustaca yaptığı acayip bir mekanizmaydı ve onunla muhteşem bir uyum yakalamıştı.
Merakla camiyi işaret ettim. “Şâzelî?”
Bir fırt daha aldığı esnada nargilesinden gelen sesleri duyabiliyordum. Hâlâ bir tepki yoktu. İçeriye girmenin bir yolu olup olmadığını görmek için camiye doğru gittim. Altı adet alçak kubbenin ortasından, Zabid usulü zarif geometrik oymalarla kaplanmış, kırk metrelik beyaz bir minare yükseliyordu. (Matematiğin doğduğu yer olan Zabid köyü buraya çok yakındı.) Caminin diğer tarafına geçtim ve pirinç topuzlarla kaplı ahşap bir kapı buldum. Ben daha kapıyı çalmadan karşıma yaşlı bir adam çıkıverdi. Pis pis sırıttı, arkasını döndü, kapıya bir asma kilit taktı ve ben “Bahşişş!” diye tıslayışını bile duyamadan kum fırtınasında gözden kayboldu.
Şöyle bir durdum ve camiyi inceledim. Sonra da kalıntıları ve nargile içen yaşlı adamı. Esen rüzgârla birlikte burnuma kötü bir koku gelmişti. Kokan bendim. Bir haftadır duş almamıştım. Açlıktan ölüyordum ve bitkin düşmüştüm; sanki bir dişim kırılmış gibi beynim zonkluyordu. Kum fırtınası o kadar şiddetliydi ki, kırılmasın diye elimle cam gözlüğümü korumak zorunda kalmıştım. Oradan ayrılmaya karar verdim.
“Şimdilik hoşça kal,” dedim. “Sonra görüşürüz.”
Yaşlı adam nargilesinden bir fırt daha çekip tam karşıya dik dik baktı. El-Muha’dan bir çıkış yolu bulmak için kum fırtınasına doğru yola koyuldum.

4
Kötü Abla
İmamlar, camileri boşken kahvehanelerin her zaman dolu olmasından şikâyetçiydi.
    Alexandre Dumas


YOLUM YEMEN’İN YÜKSEK DÜZLÜKLERİNDE BULUNAN BAŞKENT Sanaa’dan geçerken, gece yarısına on beş dakika kalmıştı. Başardım diye düşündüm. Kimseciklerin olmadığı meydanda kâğıt parçaları uçuşuyordu.
Yaşasın! Arabam durdu.
“Uyku?” diye sordu şoförün genç oğlu. Sokakta ışığı yanan tek kapıyı gösteriyordu.
“Otel mi?” diye sordum.
Delikanlı kafasını evet anlamında salladı. Araplara özgü kare desenli bir sarık takmış babası, Yemen’in gerçekten “bir numara” olduğuna beni bir kez daha ikna etmek için arkasına yaslandı. “Kesinlikle,” dedim ona yol ücretini uzatırken. O da başparmağıyla onayladı ve aracı karanlığa doğru sürerek gözden kayboldu.
Otelin merdivenlerini çıkmaya başladım. Yemen gerçekten “bir numara” mıydı? Şoförüme “kesinlikle” demiştim ama bundan pek de emin değildim. Aslında burasıyla ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyordum; çünkü Etiyopya’da bulabildiğim tek rehber kitap dokuz yıl öncesine aitti. Yemen’in, İslam ülkelerinin en dışa kapalısı olduğunu, tüm vatandaşlarının uyuşturucu bağımlısı olduğunu ve şu anda bulunduğum dağlık başkent Sanaa’da gerçekten tuhaf binaların bulunduğunu yazıyordu. Merdiven boşluğunda bir köşeyi döndüm ve vücudunu örten gri bir kaftan giymiş bir delikanlının ikinci kattan beni izlediğini fark ettim. Bir elinde alevi titreşen bir mum, diğerinde ise yapraklı bir filiz tutuyordu. Odanın fiyatı hakkında konuşurken, en körpe filizleri ağzında geveliyordu. Kat. Bakışımı gördü ve bana da bir yaprak ikram etti. İstemedim. Beni alt kattaki odama giden koridora götürdü. Hoş bir odaydı, ama her yerde olduğu gibi, elektrik olduğunu gösteren en ufak bir belirti yoktu. Emin olmak için ışığı açmaya çalıştım.
Tavandaki tesisatı işaret ederek “Işık?” diye sordum.
Delikanlı ellerini iki yana açtı ve yukarı baktı.
“Bismillah,” dedi.
“Allah’ın adıyla,” diye çevirdim içimden. Haklıydım. Delikanlıyı odadan adeta kovaladım ve oturup geçirdiğim günü düşünmeye başladım. Günüm oldukça iyi başlamıştı. Şâzelî’nin türbesinden ayrıldıktan sonra el-Muha’nın ana yoluna çıkmış ve orada bekleyen bir taksi bulmuştum. Taksinin içine on bir adam tıkışmıştı, bu da bir kişilik daha yer olduğu anlamına geliyordu.
“Arkaya, Amerikalı’nın yanına koyalım.”
Gözlerim büyüdü; tam altı keçi! Şoför kahkaha attı ve kapıyı çarparak kapattı.
“Haha!” diye haykırdı. “Şaka, şaka!”
Ne yazık ki şoförün, bu yolculuğun altı saat süreceğine dair tahmini de yapmış olduğu başka bir ince espriydi. İyi geçmesine rağmen yolculuk on iki saatten fazla sürmüştü, çünkü yolculuğumuz Yemen’deki en önemli tek toplumsal gücün, yani kat isimli uyuşturucunun, canlı bir gösterisine dönüşmüştü.
Galal isimli bir yolcu, “Bu, Yemen’in başına gelen en kötü şey,” dedi. “İngilizlerden bile kötü.”
“İngilizlerden daha mı kötü?” diyerek tekrarladım. “Anlaması zor.”
Katı Etiyopya’dayken duymuştum. Ancak, Avrupa ve Mekke’de yaşamış Galal’a göre kat, o kadar çok Yemenliyi bağımlı hale getirmişti ki artık ekonominin canına okuyordu ve kahvenin ilk ekilip biçildiği topraklardan tamamen silinmesi söz konusuydu.
“Eskiden sadece öğleden sonraları çiğnenirdi. Öğle yemeğinden sonra bir saat boyunca kat çiğniyorlar ve işe geri dönüyorlardı. Sonra bu bir saat, üç saat oldu. Tüm öğleden sonrayı kat çiğneyerek geçirdikten sonra işe geri dönmeyi hiç istemezsin, hele de devlet kurumunda çalışıyorsan. Artık birçok insan bir önceki gün çiğnediği katın etkisinden kurtulamadan işe geliyor ve yaptıkları tek şey daha fazla kat çiğnemenin hayalini kurmak, daha sonra da sabah on civarlarında, kat satan dükkânlara en tazesini almak için hücum ediyorlar. Sonra oturup çiğniyorlar ve hiçbir şey yapmadan günü bitiriyorlar.”
Devasa dağların, merak uyandıran köyler ve kalelerin büyüleyici manzarasını seyrederek yolumuza devam ediyorduk. Kahve ilk kez sekiz yüz yıl önce burada, Güney Yemen’de bulunan Taiz ve İbb yakınlarındaki Kahve ya da diğer adıyla efsanevi Nasmurade Dağı’n-da (Nakil Sumara) yetiştirilmişti. İngiliz gezgin John Jourdain’in 1616 yılında yazdığına göre Yemenliler, Avrupalıları kahvenin yalnızca Nasmurade’de yetişeceğine inandırmıştı; çünkü Nasmurade, “[zirvesinde] Arapların, Büyük Kahire’ye ihraç edilen en kıymetli ürününün korunduğu iki kale olan (…) Arabistan’ın en yüksek dağıydı.”
Artık öyle değil. Bazıları milattan önce oluşmuş, dağ yamacına yayılan sekilerde artık kattan başka bir şey yetişmiyor. Bu ilerleme de iki madde arasındaki tarihi ilişkinin göstergesidir. Hatta bazıları Muhalı Sufi Şâzelî’nin demlediği kahvenin kat yapraklarından yapılmış çay olduğunu düşünmektedir ki bu yaprakların yerine el-Dhabhani isimli başka bir sufi kahve çekirdekleri kullanmıştır çünkü kat, yaşadığı yer olan Aden’de bulunmamaktadır. Her ikisi de uyarıcıdır, fakat çoğunlukla “kahvenin kötü ablası” olarak adlandırılan kat, aynı zamanda bir uyuşturucudur ve o kadar sıradışıdır ki Dünya Sağlık Örgütü’nün yedi uyuşturucu kategorisinin hepsinde bulunan tek maddedir. Amerikan hükümeti katı eroin kadar tehlikeli bir madde olarak görmektedir.
Harar’dan sonra Yemen’in en iyi katının İbb yakınlarındaki bölgede yetiştirildiği söylenir; burada parlak yeşil yaprakları anayolda seyyar olarak satan delikanlıları adım başı görebilirsiniz. Şoförümüz her birinde durdu. Galal, kamyon şoförlerinin tercih ettiği ve bazen insanda korkunç bir uyuşukluk hissine neden olan sawli ve muz yapraklarına sarılmış taze filiz demetlerinden oluşan, şairlerin tercih ettiği shami gibi katın tüm çeşitlerinden bahsetmişti. Mezarların üzerinde yetişen katların da halüsinasyonlara sebep olduğu söyleniyordu.
Dubai’de banka müdürlüğü yapmış olan Galal, şoförümüzün günde yaklaşık bin iki yüz riyad kazandığından, ancak bu paranın en az sekiz yüzünü kata harcadığından bahsetti. Birçok erkeğin gelirinin dörtte üçünü bu uyuşturucuya harcadığını söyledi. Her köy pazarının, satılan diğer tüm ürünlerin birleşimi kadar büyük, kata özel bir bölümü olduğunu ben de fark etmiştim.
“Bazıları da prestij sahibi olmak için kendi ağacını yetiştiriyor,” dedi Galal. “İnsan ancak o zaman en tazesi olduğundan emin olabilir!”
Bitkiden dolayı yeşile boyanmış dudakları arasındaki katı yerden yere vuran Galal da dahil olmak üzere, akşam olduğunda ben ve üzerinde Kuran taşıyan Sudanlı hariç taksimizdeki herkesin kafası iyi olmuştu. “Katın dudağında bıraktığı lekeler düşük itibar göstergesiyse neden çiğniyorsun?” diye Galal’a sordum.
Yemen’e geri dönmeyi düşündüğünü açıkladı. “İnsanların garip olduğumu düşünmelerini istemiyorum.”
Otelime geldiğimde, konforuyla beni şaşırtan yatağıma uzanırken bir gün daha bitti diye düşündüm. Mumu söndürdüm. Ya Yemen kat-kafalı insanlarla doluysa? O zaman şüphesiz ki burada, başkent Sanaa’da, kahve daha yaygındır. Gözlerimi yumdum ve içimden, bildiğim tek Arapça tabiri tekrarladım: qahwa al-bon. Bon Arapçada çekirdek, qahwa ise şarap demekti: “Çekirdek Şarabı.”

SABAH OLDU VE ESKİ SANAA PAZARININ, Arapçada “alışveriş merkezi” anlamına gelen Suq’un yolunu tuttum. Sanaa, kristalize olmuş hurmalar (“Ey hurmalar diyarının yüce insanları, size selam olsun!”), kuru üzümler, mür ve tütsü, yedek lastikler, silahlar, sarraflar, Koreli kadınların kıyafetleri, kolonya, ayakkabı bağcıkları, tıraş losyonu, Müslüman tespihleri, nargileler ve eski teneke kutulardan yapılmış demliklerle dolu bir labirenti andıran dünyanın en eski dar sokaklarına sahipti. Yerli halkın söylediği gibi, kusana kadar satın al. Tabii kahve çekirdekleriyle dolu kahverengi-beyaz çizgileri olan çuvallar da vardı.
“Qahwa?” diye sordum.
Dükkân sahibi kuşkuyla baktı.
“Qahwa?” Arapça kelimeyi tekrarladım. “Qahwa al-bon?” Eliyle torbaları işaret etti. “Hayır, hayır.” İçiyormuş gibi yaptım. “İçmek için.”
“İçmek? Kahve mi içmek istiyorsun?” dedi İngilizce; sonra da sokağın diğer tarafında kahve içen erkeklerin olduğu bir kalabalığı işaret etti. Herkes gibi onlar da kareli sarıklar ve ayak bileğine kadar uzanan gömlekler giyiyorlardı. Tüm erkekler, kemerlerinin içine otuz santimetre büyüklüğünde kavisli bir hançer sıkıştırmıştı. Tereddüt ettiğimi gördüğünde, tabii ki, dedi kahve dükkânının sahibi. Kahve servisimiz var. Ama şu an yok. Sonra. Yarın. Çay isteyip istemediğimi sordu. Adamlardan biri San Sarat al’Muzan adlı kahvehaneyi işaret etti. Beni kalabalığa doğru yönlendirerek “Muhtemelen orada bulursun,” dedi dostça. Fakat dakikasında yolumu kaybetmiştim.
Girdiğim her dükkânda bana söylenenler aynıydı. Kahve mi? Şu an? İmkânsız. Hepsi de ertesi gün gelmemi söylüyordu. Yemen çarşılarında bir fincan kahve içmek nasıl bu kadar zor olabilirdi? Acaba kelimeyi mi yanlış telaffuz ediyordum? Kahveh, kohve, kahge, keahf… Dükkân dükkân dolaşırken olabilecek varyasyonları kendi kendime mırıldanıyordum. Lanet olası kelimeyi kaç farklı şekilde telaffuz edebilirdim ki?
Sanaa, LSD kullanan bir çocuğun yaptığı kumdan bir kale gibidir; garip beyaz sıvalı frizlerle süslenmiş, yedi katlı kerpiç gökdelenlerden oluşan, arabaların giremediği bir labirent. Eşi benzeri yoktur. Kendimi bir anlığına hiçbir şey düşünmeden aval aval şehre bakmanın keyfine kaptırmıştım. Sonra o kokuyu aldım; dükkânlardan gelen diğer binlerce koku arasından, burnuma kavrulmuş kahvenin o tanıdık rayihası geliyordu. Koca bir kemerden geçerek ufak, koyu renkli bir meyveyle doldurulmuş yüzlerce çuvalın üzerine uzanmış tüccarlarla dolu bir avluya daldım. Bunlar kuru üzümdü. Hemen ana yola geri dönüp kokuyu takip ettim; fakat bu sefer de yaklaşık bir metre yüksekliğinde piramitler şeklinde yığılmış zencefil, karanfil, kakule ve tarçının olduğu bir başka dükkâna gelmiştim. Çok üzüldüm. Burası da bir aktardı. Kokuyu artık bir daha asla bulamayacaktım.
Tüccarlardan birine “Qahwa?” diye sordum ve hemen sonrasında kendimi eski Arnavut kaldırımları olan, duvarlarla çevrili bir avluda buldum; üç cephesinde elli kiloluk kahve çuvalları yığılıydı. Beline kadar sakalı olan bir adam bacak bacak üstüne atmış oturuyor, kocaman bir hesap defterinde düzeltmeler yapıyordu. Bir oğlan kapı aralığından beni izliyordu. Sonra avlunun köşesindeki bir kapı aralığından gelen belirsiz fakat ritmik bir ses duydum. İçeride iki adam omuzlarına kadar gelen kabuklu kahve çekirdeği yığınları arasında oturuyordu. Kabukları ayırmak için kavrulmuş çekirdekleri metal örgüden büyük sepetlere atıyorlardı. Görünürdeki tek modern cihaz, eski püskü bir kahve kavurma tavası ve tek bir çıplak ampuldü.
San Salat’l Musan. Dünyanın en eski kahve dükkânı. Ayakkabılarımı çıkardım ve oradaki iki adamı izlemek için kapının önüne oturdum. İkisi de gülüyordu. Kahve çekirdeklerine dokunmak istediğimi belirttim, sonra elimi koyu ve parıltılı taneciklerin içine daldırdım. Çekirdekler tenimde bir şelale gibi kayarken, bunun kahveyi içmekten daha iyi olduğunu düşündüm. Diğer kolumu da dirseğime kadar çekirdeklerin içine daldırdım. Şimdi çok daha iyi diye düşündüm; kahve içmek de neymiş?
Çocuk, buharı tüten koyu renk bir sıvıyla ağzına kadar dolu üç fincan getirdi. Adamlar, keyif naraları atarak sepetlerini bir kenara attılar ve fincanların ikisini aldılar. Oğlan üçüncüsünü bana uzattı. Fincanı ağzıma götürürken “Oh be, sonunda!” dedim içimden. Kutsal çekirdeklerin yetiştiği dağlarla çevrili “En Kutsal Yer”de, İslamiyet’in üç kat daha kutsal içeceğini, en çok da Peygamber tarafından sevilen kahveyi içiyordum.
“Pişt!” dedi çocuk, bardağımı işaret ederek. “Pişt! Çay ister misin?”

İNSAN VE BAHARAT TAŞIYAN BİR SÜRÜ DEVEYLE SABA MELİKESİ BELKIS, Süleyman Peygamber’i zor sorularıyla test etmek için Kudüs’e gelir. Saba Melikesi’nin Süleyman Peygamber’e verdiği baharatların eşi benzeri de yoktur.
İncil’den alınan yukarıdaki paragrafın, Melike’nin Süleyman Peygamber’e ne tür baharatlar verdiğinden bahsetmemesi çok üzücü. Melike’nin getirdikleri arasında kuşkusuz ki tütsü ve mür vardı; çünkü Saba veya diğer adıyla Sheba, Yemen’in en eski krallıklarından biri ve en ünlü tütsü ve mür ihracatçısıydı. Bu değerli hediyeler arasında acaba kahve çekirdekleri de var mıydı? Saba Krallığı’nın Etiyopya’yı da kapsadığını düşünen tarihçilere göre bu muhtemel. Bu varsayım için sunulan tek kanıt, Süleyman Peygamber’in o gece Melike’yi baştan çıkarmasıdır; bu da kahve çekirdeğinin bir afrodizyak olduğu yönündeki söylentilere sebep olmuştur. Kahvenin Yemen’in dışına yeni yeni yayıldığı dönemlerde, Arap tarihçi Ebu Tayyip El-Gazi de (1570-1651) Melike’nin ziyaretinden kısa bir süre sonra, vebanın sardığı bir kasabayı iyileştirmek için Süleyman Peygamber’in Yemen’den gelen kahve çekirdeklerini kullandığını iddia ederek Süleyman Peygamberi kahveyle ilişkilendirmiştir.
Genel olarak kabul gören teori ise kahvenin İslamiyetin doğuşundan birkaç yüzyıl sonra Araplar arasında yayılmaya başlamış olmasıdır. Bugün İslamiyet deyince pek çok Batılının aklına ilk gelen teröristler, sakallı yobazlar ve tuvalet kâğıdı azlığı oluyor. Bu, hem saçma hem de doğru elbette. İslam güzel bir din, ama mükemmel değil; üzerinde düşünülmesi gereken noktaları var. Ne var ki İslami-yetin altın çağını yaşadığı dönem insanoğlunun en görkemli zamanıydı. Avrupa’daki Hıristiyanlar Karanlık Çağ’a saplanıp kalmışken, Müslümanlar Aristoteles’in eserlerini inceliyor, matematiğin ortaya çıkmasına katkıda bulunacak çalışmalar yapıyor ve tarihin en mükemmel medeniyetlerinden birini kuruyordu.
Fakat bütün bunlar kimin umurunda ki? Asıl önemli nokta hiçbir Müslümanın ağzına içki sürmemiş olması. Üzümün tadından mahrum kalmış bu yeni toplumun, özellikle de kahveyi dini ayinlerde kullanmaya başlayan mistik sufilerin kahve tiryakisi olması, hiç de şaşırtıcı değil.
“Saçmalık. Tamamen saçmalık. Sufiler!” Yerel bir kafede masamı paylaştığım İsmail, Sünni bir Müslümandı ve görünüşe göre Sufizmi ya da genel olarak İslamiyeti araştırmaya pek de vakit ayırmamıştı. “Bu ülkedeki insanların yaptıkları tek şey kat çiğnemek.”
Sanaa, Müslüman siyasi mültecilerin gurbetteki evidir ve buradaki kafeler Iraklı, İranlı, Afgan ve Somalililerle doludur; tüm bu farklı memleketlerden gelenlerin en sevdiği aktivite de kendilerine kapılarını açmış ülkeleri eleştirmektir. İsmail, yirmi yıl önce babasıyla birlikte Sanaa’ya gelmişti ve artık tamamen asimile olmuş gibi görünüyordu. Kemerinin içinde bir jambiya (hançer) bile taşıyordu. Onun bir Afgan olduğunu ele veren tek şey, sakalındaki kına izleri ve başına sardığı kocaman çalmaydı[20 - Bir tür sarık. (e.n.)].
İsmail’e, insanların kahve içmeye nasıl başladıklarını merak ettiğimi söyledim. O da bana eski keçi hikâyesinin yeni bir versiyonunu anlattı. Bir zamanlar aşırı hareketli bir sürüsü olan Afgan bir keçi çobanı varmış. Çoban, sürüsünün neden yerinde duramadığını bir türlü anlayamıyormuş. Bir gün, en hareketli keçilerinin gidip gelip bazı küçük kırmızı meyveleri yediklerini fark etmiş. Merak edip kendisi de denemiş. Yorgunluğu geçmiş. Uylukları arasına yakıcı bir his yayılmış. En güzel dişi keçisini kapmış ve…
Böylelikle de hayvanlarla cinsel ilişkiye girme kavramı ortaya çıkmış. 18 yaş üstü öğe yeni olsa da, bu eski Kaldi hikâyesiydi.
“Doğru,” dedim. “Sanırım bu yüzden qahwanın insanı bir ‘şeytan’severe dönüştürdüğü düşünülüyor?”
“Yok, hayır. Ama işte bu yüzden Yemenli erkekler çok fazla kahve içiyor,” diyerek göz kırptı. “Keçilerini seviyorlar.”
“Peki Afgan çobanlar sürülerini sevmiyor mu?” diyerek İsmail’e takıldım.
“O kadar değil. Bir İngiliz kızı bir keçiye tercih edip etmediğini bir Afgan’a sor, sana bir cevap verebilir. Yemenli bir adama sorarsan, ‘Bu nasıl bir kıyaslama? Hiç İngiliz bir kızla birlikte olmadım ki,’ diyecektir.”
“Evet, evet. Bunu biliyorum. Bana bilmediğim bir şey söyle.”
“Esrar ister misin?”
Teklifini reddettim. Acilen döviz bozdurmam gerekiyordu. Bunu Sanaa’da yapmanın biraz çetrefilli bir iş olduğunu anladım. Sebebi karaborsa bulmanın zor olması değildi. Delikanlıların gece iki veya üçe kadar, para yığınlarıyla korkusuzca kaldırımda oturdukları bir cadde vardı. Sorun, daha önce hiç kimsenin bir seyahat çeki görmemiş olmasıydı. Bozdurmaya çalıştığım bir çek, şiddetli bir tartışmadan sonra kabul edilmişti. Paramı da şartları kabul ettikten sonra alabilmiştim; çünkü “paranın üzerine yazı yazmıştım ve bu da parayı değersiz kılıyordu.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403423?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Longberry: Bilinen en eski Arabica kahve çekirdeği türlerindendir. (e.n.)

2
Robusta: En çok üretilen kahve çekirdeklerinden biridir. Vietnam, Brezilya ve Afrika’da yetişir. İçerdiği kafein miktarı Arabica’nın iki katıdır. Kolay yetişir ve ucuzdur. (e.n.)

3
Arabica: Dünyada tüketilen kahvenin çok büyük bir bölümü Arabica çekirdeklerinden elde edilmektedir. İçerdiği asit oranı Robusta’ya kıyasla daha az olduğundan tadı daha yumuşaktır. (e.n.)

4
Bazıları kahve sözcüğünün “Kefa”dan türediğini söylemektedir. Birçoğu ise kahve kelimesinin, “yiyeceklerin tadını bozan” anlamına geldiğini ve kökü q-h-w-y olan Arapça qahwa kelimesinden türediğini ileri sürmektedir. Qahwa, başlangıçta yiyeceklerin tadını bozan şarabı ifade ediyordu ve uykuyu zorlaştırdığından dolayı kahve için de kullanılmıştı. İlginçtir ki, Etiyopya, kahve demlemesi için kahve benzeri bir kelime kullanmayan dünyadaki tek ülkedir; Etiyopya’da kahve yapımına çekirdek anlamına gelen buna denmektedir.
Kefalılar yalnızca kralın kahvesini demlemekle kalmayıp, kahveyi kralın ağzından içeri döken dünyanın ilk baristalarının, Tofaco olarak adlandırılan bir sosyal sınıfın, oluşumuna da sebebiyet vermiştir. (yazarın notu)

5
Çeşitli bitkilerin damıtılarak fermante edilmesiyle elde edilen, alkol oranı yüksek bir içki. (e.n.)

6
Köknar ve ladin ağaçlarından elde edilen ve çatı örtüsü olarak kullanılan ince tahta. (e.n.)

7
Birr: Etiyopya para birimi (ç.n.)

8
Arapçada kahve. (ç.n.)

9
İng. Mocha. Günümüzde “mocha” adıyla anılan çikolatalı kahve, adını buradan alır. (e.n.)

10
Bir teoriye göre kahve, Çinli Amiral Cheng Ho’nun 1400’lü yılların başında Arapları çayla tanıştırması sonucu ortaya çıkmıştı. Çin dış dünyayla iletişimini kestiğinde Araplar, Arabistan’da yetişmeyen çay yapraklarının yerine kat veya kahveyi koymuşlardı. (yazarın notu)

11
Çayın eşdeğeri, Myanmar’ın bazı bölgelerinde çiğnenen salamura çay yaprağı leppet-so olabilir. (yazarın notu)

12
Etiyopya, geleneksel olarak Hıristiyan bir ülkedir, hâlbuki kahve İslamla ilişkilendirilir; geçmişte yaşanmış bir durum kahvenin Etiyopyalı Hıristiyanlara yasaklanmasına sebep olmuştur. (yazarın notu)

13
Starbucks tarafından satılan buzlu kahvenin ticari markası. (e.n.)

14
Sudanlı etnik bir grubun üyesi. (ç.n.)

15
Fr. “Fransızca biliyor musun?” (ç.n.)

16
Ritim vurgusunun doğal akıştaki güçlü vuruşa değil, ölçünün hafif vuruşlarına rastlaması. Aksatım. (e.n.)

17
Brezilya kökenli bir müzik ve dans türü. (e.n.)

18
Bir makineli tüfek türü. (e.n.)

19
İlaç yapımı ve parfümeride kullanılan kokulu bir tür reçine. (e.n.)

20
Bir tür sarık. (e.n.)
Kahvenin hikayesi Stewart Lee Allen
Kahvenin hikayesi

Stewart Lee Allen

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: “Gurmeler, kahve bağımlıları, antropologlar ve eğlenceli macera hikâyelerini seven herkes bu kitabı mutlaka okumalı.”

  • Добавить отзыв