Jane Austen′ın Hayatı

Jane Austen'ın Hayatı
Goldwin Smith
42 yıllık kısa hayatına Gurur ve Önyargı, Akıl ve Tutku, Emma ve İkna gibi dünyanın neredeyse tüm dillerine tekrar tekrar çevrilen ve günümüzün de en çok okunan klasiklerinden olan 6 roman sığdıran Jane Austen, edebiyat dünyamızı derinden etkilenmiştir. Darcy ve Elizabeth’ten Emma ve Knightley’ye, Marianne ve Elinor Dashwood’dan Fanny Price’a pek çok unutulmaz karakter, bugün de ilgiyle okunmaya, çok sevilen sinema ve televizyon uyarlamalarına konu olmaya devam etmektedir.

Bu kitap, Jane Austen’ın pek bilinmeyen yaşamını yakınlarının anıları, mektuplar ve kendi yazdıklarından edinilmiş bilgilerle gözler önüne sererken yaşamıyla romanları arasındaki paralelliklerin de izlerini sürüyor.

Hiçbirimiz, hayatımız boyunca sakin sularda yüzmek istemeyiz. (Jane Austen’ın İkna romanından)

Goldwin Smith
Jane Austen’ın Hayatı



Önsöz
Bundan yaklaşık bir buçuk sene önce yaptığımız yayın kurulu toplantısında hepimizi heyecanlandıran bir karar aldık. Aforizma Dizisi ile başladığımız, Bir Nefeste Dizisi ve Dünya Masalları Dizisi’yle devam ettiğimiz dizilerimize bir yenisini daha ekleyecektik: Biyografi Dizisi. Birkaç yayınevinde gayet başarılı biyografiler olmasına rağmen hem günümüz okur kitlesine hitap eden hem de kişilerin hayatlarının en sıradan detaylarını bile son derece canlı bir şekilde anlatan kitaplarda bir boşluk olduğunu fark ettik. Bu alanda gördüğümüz boşluğu doldurmak için hemen kollarımızı sıvadık ve işe koyulduk.
Öncelikle biyografisini okumak istediğimiz ve hayatını ilginç bulduğumuz tarihi kişilikleri belirledik. Sonra bunların arasında yayımlanmaya değer olduğunu düşündüğümüz biyografileri seçtik. Bu bağlamda ilk etapta on önemli tarihi kişinin biyografisi ortaya çıktı. Bu on kişinin hayat hikâyesini bize aynı edebi tat ve ruhla aktaracak çevirmenler aramaya başladık. Fakat bu süreçte en çok kararsız kaldığımız şey kapak tasarımı oldu. Çünkü bir biyografi dizisine yakışır sadelikte, aynı zamanda bu önemli tarihi şahsiyetlerin hayatlarını anlatacak canlılıkta kapaklar olmasını istiyorduk. Önümüze gelen ondan fazla taslak üzerinde günlerce kafa yorduk ve ortak bir karar vermek için çabaladık. En sonunda taslakları ikiye indirdik ve hepimizin içine sinen bu kapakta karar kıldık.
Kitapları yayına hazırlama aşamasında metinle o kadar içli dışlı olduk ki bahsedilen tarihi figürlerin hayatlarına girdikçe yaptığımız işten daha çok keyif almaya başladık. Hepimizin ismen bildiği kişilerin yaşam öykülerini okudukça aslında onların da sizin bizim gibi bir insan olduklarını, bizimle aynı duyguları paylaştıklarını, hayatın onları da tıpkı bizler gibi oradan oraya savurduğunu gördük.
Uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkardığımız bu diziyi siz okurlarımızla paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. Birer tarihi kayıt niteliği taşıyan bu yaşam öykülerini okurken keyif almanız tek temennimiz.
“İyi yazılmış bir hayat öyküsü, en az iyi yaşanmış bir hayat kadar nadidedir.”

    Thomas Carlyle

Birinci Bölüm
Bayan Austen edebiyat tarihinde Bayan Burney, Bayan Edgeworth ve Bayan Ferrier gibi önde gelen diğer isimlerle birlikte adabımuaşeret romancıları[1 - (İng.) Novel of manners. Bir döneme ait ahlaki kuralları ve yaşama tarzını açıklayan roman türüdür. Türk edebiyatındaki “töre romanı”na benzer. (e.n.)] grubunda yer almaktadır. Grubun tamamı, bir zamanların ünlü ismi Bayan Radcliffe gibi romantik çağdaşlarının aksi yönünde bir duruş sergilemiştir.[2 - Jane Austen’ın diğer İngiliz romancılarıyla kronolojik ilişkisi kitabın sonunda yer almaktadır.] Adabımuaşeret romancılarının atasının bir bakıma Richardson olduğu söylenebilir, romantizm akımı romancılarının öncüsü ise Otranto Şatosu’nun yazarıdır. Ancak Bayan Austen’ı önemli kılan, diğer yazarlarla veya edebi ekollerle ilişkisi değildir. Homeros’a, Shakespeare’e, Cervantes’e, Scott’a ve daha pek az kişiye verilmiş olan yaratıcılık, oldukça mütevazı bir biçimde olsa da, Austen’a da bahşedilmişti.
Hayatını anlatan yıllıklar kısa ve sade. Ömrünün sonunda bile dehası aile çevresinin dışında bilinmiyordu; vefatından sonra da hak ettiği üne kavuşamadı. Edebi çevreden hiçbir tanıdığı yoktu, hatta genel anlamda çevresi dardı. Yaptıklarını veya söylediklerini hiç kimse not almamıştı. Yirmi yıl önce, Jane Austen’ın aile üyelerinden birinin yanında, Austen hakkında neredeyse Shakespeare kadar az şey bilindiği söylenmiştir. Bunun üzerinden uzun zaman geçmemişti ki yeğeni Bay Austen-Leigh tarafından Jane Austen hakkında bir anı yazısı yayımlandı. Bu yazıda Austen’ın dış görünüşünden, genel karakter özelliklerinden ve alışkanlıklarından bahsedilmekte, ancak bunların ötesine pek geçilmemektedir. Muhtemelen anlatılacak birkaç şey daha vardı. Onun hayatını anlatan tek şey ise eserleriydi. Shakespeare’in eserlerinin kaybolduğu geceye dair detaylara ulaşmak için yapılan beyhude araştırmalar başarıya ulaşsa bile yine de bir hayal kırıklığı yaşanırdı. Anı yazısının yayımlanmasından sonra Austen’ın mektuplarından oluşan bir derleme, Austen’ın kardeşinin torunu Lort Brabourne tarafından dünyaya sunulmuştur. Editör iyi niyetli çalışmalarıyla elinden geleni yapmış olsa da mektuplar biyografik açıdan bir hayal kırıklığıydı. Gelgelelim bu mektuplar Bay Austen-Leigh’in anı yazısı haricinde Lort Brabourne’un giriş yazılarıyla birlikte sahip olduğumuz tek bilgi kaynağıdır; bununla birlikte, tıpkı diğer biyografiler gibi bu biyografinin de temelini oluşturmaktadır.
Jane Austen, Amerikan Devrimi’yle aynı yılda, 16 Aralık 1775’te Hampshire’da yer alan Steventon’ın papaz evinde doğmuştur. Babası George Austen, Hampshire’ın ve komşu bölge Deane’in bölge papazıydı. George Austen, Oxford St. John’s Koleji mensubuydu. İyi bir akademisyendi, böylece iki oğlunu üniversiteye hazırlayabilmişti. Dış görünüşüyle göze çarpan George Austen “yakışıklı akademisyen” olarak anılıyordu. Eşi ve Jane Austen’ın annesi olan Cassandra, Papaz Thomas Leigh’in en küçük kızıydı. Thomas Leigh, All Souls’ Koleji’nde akademisyendi. Sonrasında Henley-on-Thames yakınlarındaki Hampden Koleji’nde akademisyenlik yaptı. Cassandra’nın amcası ise Balliol Koleji’nde yarım yüzyıldan uzun süre akademisyenlik yapmış, döneminin üniversite dehası Dr. Theophilus Leigh’di.
Jane’in beş erkek, bir kız kardeşi vardı. En büyük ağabeyi James, İngiliz edebiyatı üzerine iyi bir eğitim almıştı, mütevazı bir yazardı. Jane’in okumasını yönlendirerek edebiyat zevkini şekillendirmede James’in payının büyük olduğu düşünülmektedir. En büyük ikinci ağabeyi Edward, tıpkı Emma’daki Frank Churchill karakteri gibi, Kent’teki Godmersham Park’ın ve Hampshire’daki Chawton House’un sahibi, zengin akrabası Bay Knight tarafından evlat edinilmiştir. Edward, mülkleri miras aldıktan sonra soyadını Knight olarak değiştirmiştir. Jane’le çocukken ayrılmalarına rağmen hayatlarının ilerleyen döneminde tekrardan yakınlaşmışlar ve Jane, ağabeyi ile yeğenlerine büyük bir sevgi beslemiştir. Edward çok uyumlu ve eğlenceli biri olarak tasvir edilmiştir. Üçüncü ağabeyi Henry’nin iletişim becerisinin çok kuvvetli olduğu, ancak hayatta çok da başarılı olamadığı söylenmektedir. Orta yaş döneminde vaiz olan Henry, yayıncılarla iletişim kurmasında Jane’e yardımcı olmuştur. Diğer ağabeyi ile erkek kardeşi denizciydi, I. Dünya Savaşı’nda ülkelerine hizmet etmişlerdi. İkisi de amirallik rütbesine yükselmiş, ikisi de bu rütbeyi hakkıyla kazanmıştı; her ikisi de profesyonel ruhlarının yanında nazik ve asil karakterleriyle iz bıraktılar. Evlerine döndüklerinde neşeyle karşılanmalarının yanı sıra meslekleriyle ilgili detaylar, kazandıkları para ödülü, aldıkları terfiler de kız kardeşlerinin sayfalarında açıkça yer etmiştir. Gelgelelim, bize aktarılanlara göre, Jane’in kalbinde en büyük yere kendisinden yaklaşık üç yaş büyük olan ablası Cassandra sahipti. Daima birliktelerdi. Aynı evde ve aynı odada ölüm onları ayırana dek birlikte yaşadılar. Cassandra daha sakin, daha soğuk mizaçlıydı. Aile arasında söylenenlere göre Cassandra öfkesini daima kontrol altında tutma yeteneğine sahipti; buna karşın Jane’in kontrol altında tutması gereken bir öfkesi yoktu. Akıl ve Tutku yayımlandığında iki kız kardeş Elinor ve Marianne’le özdeşleştirilmişti; ama Jane kendini asla Marianne gibi duygusallığı aptallığa varan fevri biri olarak betimleyemezdi. Böyle yapsaydı kendine büyük ölçüde haksızlık etmiş olurdu. Bay Austen-Leigh, daha yirmi yaşına basmadan Marianne Dashwood’un zayıflıklarını bu denli açıkça ortaya koyabilen genç kadının söz konusu kusurlara sahip olamayacağını belirtmiştir. Kız kardeşlerin arasındaki sevginin Akıl ve Tutku ile Gurur ve Önyargı’da birbirini seven iki kız kardeşin yanı sıra Emma’da gördüğümüz bir kız kardeşe sahip olma isteğinde kendini göstermiş olması muhtemeldir.


Jane Austen’ın, ablası Cassandra tarafından çizilen bir resmi.

Jane Austen yirmi beş yılını, yani hayatının yarısından çoğunu, Steventon’daki papaz evinde geçirmiştir. Steventon, North Hants’in kavisli bir vadi tarafından sarılmış kireçli tepelerinde, Basingstoke’a on bir kilometre mesafede yer alan küçük bir köydür. Kireçli topraklara sahip bu köyün daima neşeli bir havası vardır. Steventon büyük bir ormanı olmayan ancak altında çuha çiçeklerinin, dağ lalelerinin ve yaban sümbüllerinin açtığı çalıdan örülmüş geniş, yapraklı çitleriyle küçük, sessiz ve güzel bir köy olarak betimlenmektedir. Çalıdan örülmüş çitler yalnızca bir çit değildi, eskinin henüz gelişmemiş çiftçilik günlerinde arazi sınırlarını belirlemeye de yarıyor, ortalarından ise bir patika geçiyordu: İkna’da bu patikalardan birinde yürüyen çiftin konuşmasına patikanın dışında bulunan heyecanlı biri kulak misafiri olur. Daha sonraları yıkılan papaz evi, “karaağaçlarla bezenmiş eğimli çayırlarla çevrili sığ bir vadide yolun iki tarafına güzelce sıralanmış, hepsi geniş bahçeli kır evlerinden oluşan küçük köyün sonunda yer alıyordu.” Güney tarafında eski bir bahçe vardı. Bay Austen-Leigh, halasının, Catherine Morland’in evinin arkasındaki yeşil yamaçtan aşağı yuvarlanırken duyduğu çocuksu keyfi tasvir ederken aklında bu bahçedeki çimenlik yamacın olabileceğini söylüyor. VIII. Henry’nin zamanından kalma bir malikâne buranın pek uzağında yer almasa da Jane’in düşüncelerini romantik geçmişe yöneltmişe benzemiyor.
Gerek Steventon’da ve çevresinde, gerek büyük bir olasılıkla Meryton’a kaynaklık eden Basington isimli küçük kasabada Jane, çeşitli sınıflara mensup insanlara ve İngiltere’nin köyleri ile küçük kasabalarındaki yaşama tanık olmuştur. Jane, parlamento üyesi Sör Thomas Bertram gibi büyük mülk sahiplerini, Bay Bennet ve Bay Woodhouse gibi ufak mülk sahiplerini, eşleri ve kızlarıyla din adamlarını, iyi bir aileden gelen askerler ile bahriyelileri, kötü bir aileden gelen yaşlı kadınları, emekli tüccarları, küçük bir kasabadaki yaşamı, köyün eczacısını, şu an neredeyse yok olmaya yüz tutsalar da bir zamanlar eşlerine çok sık rastlanan Robert Martin gibi bağımsız levazımcıları burada tanıyacaktı. Tüm bunlar Jane’in romanlarına malzeme olmuştur. Karakter çeşitliliği sınırlı olmasına karşın, şimdilerde hareketli ve yerinde duramayan bir hale gelen İngiliz yaşamı, demiryollarının yapımından önce sessiz ve durağan olduğundan onları iyiden iyiye inceleme şansına sahip olmuştu. Mektuplarından birinde Jane romancılığa yeni başlayan birine, “Artık insanlarını keyifle topluyorsun, onları tam olarak yerli yerine koymak hayatımın en büyük sevinci. Küçük bir köydeki üç dört aile üzerine çalışmak çok güzel; çok daha fazlasını yazacağını ve bu aileler yerli yerine oturduğunda kurguyu güzelce kullanacağını umuyorum,” şeklinde yazmıştır. Austen ailesi zengin değildi ama bölgenin sosyetesine katılıp bir faytona sahip olabilecek kadar iyi durumdaydı. Sosyal statüleri, Mansfield Park’ta fayton sahibi olup masalarını kıskanç Bayan Norris’e aşırı gelecek şekilde özgürce donatarak misafir ağırlayan Dr. Grant ve Bayan Grant’le aynı sayılırdı.
Austen ailesinin çevresi, Bayan Austen’ın en büyük ablası ile Reading yakınlarında, Basingstoke’a 30 km mesafede bulunan Sonning’in bölge papazı Dr. Cooper’ın çocukları, yani kuzenleri olan Edward ve Jane Cooper’la kurdukları yakınlık sayesinde her açıdan genişledi. Edward Cooper, yazdığı Latince şiirle Oxford’da ödül kazandı. Sonrasında kehanetler üzerine The Crisis (Kriz) isimli bir çalışma yaptı ve o dönemde moda olduğu üzere birkaç cilt vaaz yazdı. Mansfield Park’ta vaaz verme yeteneğini öven kısmı keyifle okumuş olmalı. Cooper ailesi bir süre Bath’ta yaşadı. Görünen o ki Jane Austen, Cooper ailesini burada ziyaret etmiş, kaplıcalarıyla ünlü bu kent hakkında Northanger Manastırı’nı yazmasına vesile olacak bilgileri edinmiştir. Austen ayrıca Godmersham Park’taki akrabası Bay Knight’ı da ziyaret ederdi. Belki de Mansfield Park’taki Sör Thomas Bertram’ı ve kırsal bölgedeki nüfuz sahibi insanları Steventon’dan ziyade burada incelemiştir.
Görünüşe göre Steventon papaz evindeki aile birlik ve mutluluk içinde yaşıyordu. Bu evde büyümenin etkisiyle akrabalarının canlı bir şekilde hatırlayacağı içten ve tatlı doğasının birleşimi Jane’e şen bir hayat görüşü vererek onu insanların zaafları üzerinde nazikçe oynamaya yöneltti. Jane sosyalleşmeyi ve hayattan aldığı küçük zevkleri çok severdi. Buna sessiz sedasız flört etmek de dahildi. Katıldığı bir balodan sonra, “Yirmi dans vardı ve hiç yorulmadan hepsinde dans ettim,” demiştir. Üstelik o yıllarda gençliğinin altın çağı çoktan geçmişti. Neşeli ortamlardan daima keyif aldığını hiç saklamamıştır. Tatlı bir sesi vardı. Basit aryalar söyleyerek piyano çalardı. Kasvetli Westmoreland bozkırlarıyla Hampshire Vadisi’nin yumuşak güzelliği arasındaki tezat bile Jane Eyre’in gençliği ile Jane Austen’ın gençliği arasındaki farklılığı geçemez.
Jane Austen’ın güzelliğinden pay alan mutluluğu da bu te-zatın bir parçasıdır. Hafif ve sağlam adımlarla yürüyen Jane, uzun ve ince bir silüete sahipti. Söylenenlere göre görünüşü bütünüyle sağlığını ve canlılığını yansıtıyordu. Yuvarlak ve toplu yanakları, küçük ve şekilli ağzı ile burnu, parlak ela gözleri ve yüzünün çevresine doğal buklelerle dökülen kahverengi saçlarıyla canlı bir görünüme sahip esmer bir kadındı. Yakın akrabalarının çizdiği portre bu şekildedir. Biraz daha uzak bir tanıdığıysa yanaklarının çok toplu ve yuvarlak göründüğünü söylemiştir.
Sosyeteye, balolara düşkün, flört etmekten kaçınmayan güzel bir kadının romantik bir bağ kurmamış olması ilginç görünüyor. Bay Austen-Leigh yazdığı ilk ciltte referans alabileceği herhangi bir romantik ilişkisinin olmadığını belirtmiştir. Yazdığı ikinci ciltteyse halasının gençliğine ilişkin olarak iyi bir karaktere, iyi bağlantılara ve statüye, kısacası kalbine dokunmak haricinde her şeye sahip olan bir adamdan bahsettiğini söyleyerek bu ifadesiyle ters düşmüştür. Bununla birlikte, Jane’in romantik ilişkilerinin tarihi hakkında kendisinin pek bilgisinin olmadığını, Jane’in kardeşi Cassandra’nın deniz kenarında bir yerde kız kardeşinin sevgisini kazanmayı hak eden ve muhtemelen kazanacak olan bir karaktere, zihne ve görgüye sahip bir adamla tanıştığından bahsetmesine dayanarak konuştuğunu belirtmiştir. Ayrıldıklarında, bahsi geçen adam onlarla tekrar görüşmek istediğini söylemiş, Cassandra ise adamın niyetinden şüphe duymamıştı. Ne var ki bir daha hiç buluşamadılar, kısa bir süre sonra da genç adam aniden hayatını kaybetti. Quarterly Review dergisi yazarlarından biri Mansfield Park’taki Fanny Price’ın Edmund Bertram’la ilişkisini şöyle anlatmıştır: “Aralarındaki tutkunun tadını sessizlik içinde çıkarmaları, sönük umutlar ve neşenin bu tutkuyu beslemesi, huzursuzluk ve kıskançlığın zihni uyarması, halinden memnunluğu ve saflığı, her yaşananı ve tasviri canlılık ve parlaklıkla boyamasından yalnızca bir kadının, hatta anılarından yola çıkarak yazan bir kadının varlığını çıkarabiliyoruz.” Ne var ki Bay Austen-Leigh bu varsayımın doğru olmadığı fikrinde. Fanny’nin Edmund’a olan aşkının kişisel deneyimden değil, dehası ile sezgilerinden yola çıkarak yazdığını düşünüyor. Halasının hayatındaki mutluluğa etki edecek bir bağ hissettiğini düşünmesine yol açacak bir neden görmediğini söylüyor. Gerçeğe dair bir kanıtımız yoksa varsayımlara kafa yormamızın pek faydası yok. Ama Jane Austen’ın böylesine bir aşk hissedip de duyguları karşılıksız kalmış veya talihsiz olaylar nedeniyle sekteye uğramış olsa da duygularına ihanet etmeyeceği Bay Austen-Leigh’e verilecek uygun cevap olabilir. Böylesine bir durumda duygularına tamamen hükmedebilmek, onun için kadınlığın iki temsilcisi olan Fanny Price ve Elinor Dashwood’da bulunan hayran olunası bir karakter özelliğidir. Bizi hayali bir aşkın kovalamacasına yönlendiren Mansfield Park değildir. Daha ziyade, İkna’da nişan atmalarının ardından Anne Elliot’ın Yüzbaşı Wentworth’e duyduğu hislerin sürmesini anlatan şu bölümdür:

Bu hazin hikâye sona ereli yedi yıldan çok olmuştu; Anne’in Yüzbaşı Wentworth’e duyduğu bağlılık zamanla azalmış, hatta belki de neredeyse tamamen ortadan kalkmıştı ama Anne bunu yalnızca zamana borçluydu, (ayrılmalarından sonra Bath’e yaptığı tek bir ziyaret dışında) bir yer değişikliği, herhangi bir yenilik ya da daha geniş bir çevre gibi destekler sunulmamıştı genç kıza. Kellynch çevresine belleğinde yaşattığı Frederick Wentworth ile boy ölçüşebilecek hiç kimse gelmemişti. Yaşadıkları dar çevrede onun gibi akıllı, ince zevkli bir kızın bağlanabileceği bir başkası yoktu, hayatının bu evresinde ona iyi gelecek tek doğal, sevindirici ve yeterli çare de bu olabilirdi.
Oysa Anne Elliot ne kadar tatlı dilli olabilirdi! Ya da en azından, emeğe saygısızlık ve Tanrı’ya güvensizlik gibi görünen o abartılı ihtiyat karşısında onun, erken yaştaki samimi bir bağlılıktan ve geleceğe sevinçle güvenmekten yana olan arzuları ne kadar da güzel ifade edilmişti! Anne Elliott gençliğinde ihtiyata zorlanmış, romantik aşkı yaşı ilerledikçe öğrenmişti; doğaya aykırı bir başlangıcın izlediği doğal yoldu bu.[3 - İkna, Çev: Serim As Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013, s. 25-26.]
Yüzbaşı Wentworth bahriyelidir. Jane’in donanmada iki kardeşi olduğundan dolayı, kardeşlerinin denizci arkadaşlarıyla tanışmış olması muhtemeldir. Ancak Jane, duygularını gizlemede neredeyse Shakespeare kadar başarılıdır. Bu yüzden romanlarından hayatına dair çıkarımlarda bulunma çabası büyük ölçüde yanıltıcı sonuçlar verecektir. Cassandra genç bir rahiple nişanlıydı. Henüz evlenemeden, nişanlısı Batı Hint Adaları’nda hayatını kaybetti. İkna’daki bölüm bu olaya dayanıyor olabilir, tabii gerçekle herhangi bir ilgisi varsa. Tom Lefroy’la ilgili olarak ise kesinlikle ciddi bir şey yoktur. Jane, Lefroy hakkında şunları yazmıştır: “Sonunda Tom Lefroy ile son kez flört edeceğim gün geldi, sen bu mektubu aldığında aramızdakiler bitmiş olacak. Melankoli düşüncesiyle yazarken gözlerimden yaşlar süzülüyor.”
Zeki bir kadın eleştirmen, böylesine bir gözlem yeteneğine ve keskin bir kaleme sahip olan genç bir kadının çevresinin, ona karşı sevgiden ziyade korku duyacağı kanısındadır. Jane’in eserleri uzun yıllar boyunca dünyaya sunulmadığı ve bu dönemde yazarlığından sadece ailesinin haberi olduğu için Steventon halkı bu keskin kalemden korkmuş olamaz. Sosyal hiciv yeteneğini gizlemek kolay olmasa da Jane’in etrafındaki herkesle arkadaşça bir ilişkide olduğundan, çevresindekilerin dertleriyle ilgilendiğinden, ailesi tarafından sevilmeyi hak ettiğinden ve içtenlikle sevildiğinden eminiz. Bir hicivci olsa da hiçbir şekilde etrafındakileri küçümseyen ya da kötü niyetli biri değildi. Shakespeare de çevresinde yaşananları kullanmak üzere daima gözlemlemiş olmalı, ancak yaşamı boyunca “Tatlı Will” olarak anılmıştır.
Jane’in sosyal deneyimleri gibi edebi kültürü de sınırlıdır. Başta kurgu eserler olmak üzere İngiliz klasiklerine hâkim olduğu şüphesizdir. Yeğeni bize Jane’in Richardson’ı çok iyi bildiğini ve kendisine büyük hayranlık duyduğunu söylemiştir. Hatta Richardson’a platonik bir aşk beslemenin eşiğinden dönmüştü. Cowper’ın ise hem şiirlerini hem de düzyazılarını seviyordu. Karakterlerinin biri aracılığıyla Cowper’a heyecan duymayan bir adamı hiçbir şey heyecanlandıramaz demiştir. Crabbe’i daha da çok sevdiği ortadaydı. Bu yüzden eğer bir gün evlenirse Crabbe’le evlenmek isteyebileceğini söylüyordu. Şiirlerinde resmettiği yoğun gerçeklikten, titiz ve kaliteli detaylardan etkilendiği şüphesizdir. Jane bir iki kez Crabbe’in düşüncelerini yeniden yorumlamışa benziyor. Örneğin bu bölüm bize Âşıkların Gezintisi’ni anımsatmaktadır: “Emma’nın ruhu mutluluğa şahlanıyordu; her şeyin havası değişmişti; James ve atları eskisi kadar ağırkanlı gözükmüyordu. Çitlere bakarak mürver ağaçlarının yakında açacağını düşündü; Harriet’e döndüğündeyse baharın görüntüsüne benzer bir şey, hatta hafif bir gülümseme gördü.”
Johnson’ın güçlü hisleri Jane’e tanıdık gelmiş olmalı. Bununla birlikte Jane, Johnson’a takdirini onun tarzından etkilenmeden göstermiştir. Jane, Spectator’a pek saygı duymayarak, “Çok uzun bir eser, hem konusuyla hem de üslubuyla zevk sahibi genç bir insanın midesini bulandırmayacak tek bir bölümü yok sayılır,” demiş, kitabın dili hakkındaysa fikrini, “O kadar bayağı ki hiçbir çağda böyle bir dil kabul edilemez,” diyerek ifade etmiştir. Bu son sözler, Spectator’ın kültürün zirvesinde yer alıp sosyal reformun çok önemli bir aracı olduğu zamanlardan o yana halkın üslubunun ne kadar geliştiğini göstermektedir. Jane, Scott ve Byron’ı da okumuş, kendi fikrini açıkça ifade etmeksizin dönem edebiyatının bu iki yazar hakkındaki alevli tartışmasına katkıda bulunmuştur. İkna’da yer alan bir bölümde Byron’ın tutkusunun Jane’i etkilediği görülüyor. Mektuplarının birinde Marmion’u okumaya başladığını ancak hayal kırıklığına uğradığını yazmıştır; fakat yazarın kendi şiir âlemiyle mutlu olmakla yetinmeyip sınırlarını kurguya doğru açarak kurgu yazarlarının ekmeğine göz diktiğinden şakayla karışık şikâyetlerde bulunsa da Waverley’nin mükemmelliğini kabul etmek zorunda hissettiğini ifade etmiştir. Jane, tabii ki çağdaş kadın yazarları da okumuştur. Camilla’nın yazarının arkasında durmuş, kitaba yavan ve donuk diyenlere karşı tarihi çalışmaları öne sürerek yazarı savunmuştur. Jane’in kendi ülkesinin tarihini Henry’nin kitaplarından çalıştığı düşünülüyor. Yazar, Fransızca da okurdu ancak hangi eserleri okuduğuna dair pek az bilgi mevcut. Voltaire ve Rousseau’nun bir İngiliz papaz evinin kitaplığına ulaşması pek olası değildi. Jane Austen’ın romanlarında ya da mektuplarında her iki yazarın da izleri mevcut değildir. İster devrimci ister karşı devrimci olsun, dönemin büyük entelektüel hareketi içinde yer almış yazarlara dair bir iz de yok. Yayımlanmış mektuplarında edebi konular hakkındaki kinayeler şaşırtıcı derecede az ve hafiftir. Austen’ın, Mühendis Yüzbaşı Pasley’nin “Britanya İmparatorluğu’nun Askeri İnzibatı ve Kurumları” üzerine kaleme aldığı çalışmayı, ilgisini en çok çeken kitap olarak belirtmiş olması tuhaftır. Kendisinin edebi çevreden arkadaşlara sahip olmadığından bahsetmiştik. Onu kışkırtacak, hayatına tecrübe katacak veya onu şımartacak hiçbir şey yoktu. Steventon’ın göl kenarında yetişen hiçbir çuha çiçeği veya kır sümbülü böylesine özgürce açmamış, hiçbiri doğduğu topraktan böylesine hayat bulmamıştı.
Mansfield Park’tan bir bölümde hafızanın muhteşemliğini, bir başka bölümde de yaprak dökmeyen ağaçlarla diğer ağaçların arasındaki farkı doğanın ihtişamının bir parçası olarak ele alması, Jane Austen’ın zihninin kimi zaman varoluşun gizemlerine yöneldiğini gösteriyor; ancak buna dair felsefi veya bilimsel bir çalışma yürüttüğüne dair bir kanıt yok. Sahip olduğu diğer özelliklerle birlikte burada da George Eliot’tan büyük ölçüde farklılık göstermiştir.
Papaz evindeki çevre samimi bir şekilde edebiyatla ilgiliydi. Bazen Mansfield Park’ta olduğu gibi ahırı tiyatro haline getirerek düzenledikleri özel tiyatro gösterilerinin tadını çıkarırlardı. Bu gösterilerin yönetmenliğini Jane’in kuzeni, George Austen’ın tek kız kardeşinin kızı üstlenirdi. Bu kuzeni bir Fransız kontuyla evlenmiş, kont giyotinle idam edildikten sonraysa dayısının evine alınmış, sonunda da Henry Austen’la evlenmiştir. Görünüşe göre Jane, Fransızca bilgisini bu kuzeninden edinmiştir. Fransa’ya ilgi duyup duymadığı yahut ilgisinin burada yaşanan büyük dramla uyanıp uyanmadığı bilinmiyor. Görünen o ki sesli okumak da en sevdiği hobileri arasında yer alıyordu, en azından Jane Austen sesli okumanın mükemmel bir şey olduğunu düşünüyordu. Öyle ki, Mansfield Park’ta Henry Crawford’ın, taş kalpli Fanny’yi Shakespeare’den hayranlık veren bir alıntı yaparak neredeyse etkilediği anlatılmıştır.
Jane, çocukluğundan beri hikâye yazmayı severdi. Yeğeni, Jane’in çok küçükken yazdığı bazı hikâyelerin yer aldığı bir defterin günümüze ulaştığını bize iletti. Sonrasında Jane, olgunluğa erişene dek daha fazla okuyup daha az yazmış olmayı dilediğini, bunun kendisi için daha iyi olacağını belirterek edebi hedefleri olan bir diğer yeğenine on altı yaşına basana dek daha fazla yazmamasını öğütlemiştir. Çocukluk döneminden kalma yazıları ve ilk yayımlanan çalışmaları arasında yer alan, dönemin gerçeklikten uzak ve abartılı romantizmiyle alay ettiği bazı parodilerin Northanger Manastırı’nın öncüsü olduğu görülüyor. Ayrıca Jane’in hikâye ve kompozisyon oluşturmayı sevmesinin yanında karakterler üzerine çalışma merakı şaşırtıcı derecede erken yaşta başlamıştır. Özellikle, kendi deyimiyle “karmaşık” karakterler üzerine çalışmayı severdi. Küçük sosyal dünyasında bir gözlemci rolü üstlenme alışkanlığını edinmesi de yine aynı döneme denk düşmektedir. Bu açıdan, yayımlanan ilk üç romanı edebiyat tarihinin en büyük eserleri arasında yer almaktadır. Yaygın kanıya göre Austen’ın başyapıtı olarak görülen Gurur ve Önyargı’yı 1796 yılının Ekim ayında, henüz yirmi bir yaşını doldurmamışken yazmaya başlamış, bu tarihten itibaren yaklaşık on ay içinde bitirmiştir. Akıl ve Tutku’nun günümüzdeki halini yazmaya ise hemen sonrasında, 1797 yılının Kasım ayında başlamıştır; ancak bu kitabın içeriği daha önceleri Elinor ve Marianne başlığı altında kurgulanmış bir hikâyenin işlenmiş, geliştirilmiş haliyse ki bu olasıdır, öyleyse Akıl ve Tutku’nun, Gurur ve Önyargı’dan daha önce yazıldığı düşünülebilir. Northanger Manastırı ise 1803 yılında yayıma hazırlanmış olsa da Bay Austen-Leigh kitabın 1798’de yazıldığını belirtmiştir. Böyle bir şüpheye kapılmaya neden olmasa da yayımlanmadan önce yazarın elinde belli bir süre kaldıkları için bu iki kitap da yeniden gözden geçirilmiş olabilir; ancak Northanger Manastırı kesinlikle orijinal halindedir. Northanger Manastırı şakacı bir dille yazılmıştır. Henüz ergenliğinin sonuna yeni gelmiş bir kadın tarafından yazılmış olsa da bu kitabın, yazarın olgunluk döneminde yazdığı diğer kitaplardan farkı yoktur. Karakterlerin iç dünyasına bakışı, sessiz ironisi, nazik derecede alaycı üslubu ve yaratıcılığı eş düzeydedir. Detaylardaki titizliği, son dokunuşlarındaki mükemmellik, yazarla okuru ve karakterleri asla birbirinden uzaklaştırmayan sessiz, saydam ve duygusuz üslubu da aynıdır.
Dünya, en parlak zihinleri büyüleyen bu kitapları nasıl kazandı? Jane’in babası Gurur ve Önyargı’yı bir yayımcıya teklif etmişti. Teklifi, postayla reddedilmişti. Yayımcının kitabın taslağını baştan sona okumaması kendi kaybı olmuştur. Northanger Manastırı 1803 yılında Bath’taki bir yayınevine 10 pound karşılığında satılmıştır. Yayımcı, kitabı inceledikten sonra bunun öylesine umut vaat etmeyen bir metin olduğunu düşünmüştür ki taslağı yıllarca çekmecesinde bekletmiştir. Sonunda, kitabı başlangıçta verdiği para miktarına memnuniyetle geri satmıştır.
Böylesine romanlar yazabilen Jane, yazdıklarının değerinin farkında olmalıydı. Umutsuz bir şekilde görmezden gelindiği yıllar acınasıydı. Ancak hayal kırıklığıyla morali bozulmamış, hayat görüşüne gölge düşmemiştir; ne romanlarında ne de mektuplarında yaşadığı hayal kırıklığına yer vermiştir. Tüm bunlar yaşanırken o kendi elleriyle ürettiklerinden keyif almaktaydı. Hayal gücüyle yarattığı karakterleri sanki gerçek bireylermiş gibi seviyordu. Resim galerilerini dolaşarak ana karakterlerinin portrelerini arıyor, karakterlerinin arasında yaşıyormuş gibi onlar hakkında küçük gizli bilgiler veriyordu. Yeğenlerine Anne Steele’in doktoru elde etmeyi asla başaramadığını, Kitty Bennet’ın Pemberley yakınlarında bir rahiple mutlu bir evlilik yaptığını, Mary’nin elineyse amcası Philip’in rahiplerinden daha değerli bir şeyin geçmediğini ve Meryton sosyetesinin yıldızı olarak görülmekten memnuniyet duyduğunu, Bay Norris’in William Price’a verdiği “hatrı sayılır miktar”ın 1 pound olduğunu, Frank Churchill’in Jane Fairfax’e verdiği, Jane’in okumadan bir kenara attığı mektuplarda Frank’in “affet” sözcüğünü kullandığını söylemiştir. Gurur ve Önyargı’daki Elizabeth’in albenisini sanki onunla sosyetede tanışmışçasına hissetmiştir. Tatmin edicilikten uzak miktarda kazandığı paranın veya hasadını bir hayli bereketsiz kaldırdığı şöhretin arzusuyla yazmıyordu; sahip olduğu yeteneklerin farkındalığı, bunları kullanmanın verdiği haz; kendini, ailesini ve belki de başkalarını eğlendirme isteği, karakterlere ve hayata duyduğu içten ilgi sayesinde yazıyordu. Dâhilerin para için yazmış oldukları eserlere de sırf bu yüzden kötü denemez; Shakespeare para için yazmıştır, Scott da öyle, ancak kusursuz bir doğallıkla, kâr amacı gütmeden üretmenin de bir çekiciliği vardır. Bu tarz eserlerin içi doldurulmuş, baştan savma kitaplar olmayacağından emin olabilirsiniz; Jane Austen’ın kitaplarında bu özelliklerin ikisi de yoktur.
Jane roman yazmaktan keyif alıyor olsa da hayatı bundan ibaret değildi. Hem bir aile hayatı hem de bundan bağımsız bir sosyal hayatı vardı. İkisi de eğlenceliydi, ikisi için de yapılması gereken şeyler vardı. Mektupları buna yeterince kanıt sağlamaktadır. İnsanlar onun bir yazar olduğunu bilmeksizin Jane’i düzenli olarak görüyorlardı. Yazmak için kendini bir odaya kapatmadığı, çeşitli dikkat dağıtıcı etkenleri içinde barındıran aile ortamında yazdığı aktarılmıştır. Muhtemelen daha önce zihninde kurduklarını yazıya dökmekteydi, böylece Scott’ın şiir yazışında açıkça görülen sürat, Austen’ın yazış tarzı için de geçerli olmaktadır. Söylenenlere göre üstlendiği her şeyde çok iyiydi. Annesi ev işlerinde çok iyi olduğunu söylüyordu. Hem basit hem de süslemeli dikiş nakışta birinci sınıf iş çıkarıyordu. Yengelerinden biri için yaptığı “ev hanımı” işlemesi de mükemmellik açısından diğer çalışmalarından aşağı kalmıyor, sanki bir peri kızının getirdiği armağanlara benziyordu. Jane’in bu işler için çok zaman harcadığı söylenmektedir. Konuşmayı en sevdiği konulardan biri bazen kendileri bazen de yoksullar için arkadaşlarıyla yaptıkları kıyafetlerdi. El yazısı oldukça okunaklıdır, harflerin şekilleri mükemmeldir; güçlüdür, ancak erkeksi değildir.
Zaman geçtikçe Jane’in ilgisi yeğenlerine de yönelmeye başladı. Çocuklar da Jane’e karşı koyamıyorlardı. Yeğenlerinden biri, “Çok küçük bir kızken daima Jane halama sessizce yaklaşır, evin hem içinde hem dışında elimden geldiği sürece onu takip ederdim. Annemin bana halamı rahatsız etmemi gizlice söylediğini anımsamıyor olsam belki de bunu hatırlamazdım. Çocukları ilk etkileyen yanı davranışlarındaki sevecenlikti. Sevgisini gösterirdi, siz de onu sevdiğinizi hissederdiniz. Şu an hatırlayabildiğim kadarıyla bunlar, Jane’in zekâsından etkilenecek yaşa gelene dek hissettiklerimdi. Fakat çok geçmeden şakacı konuşmalarından keyif almaya başladım. Çocuklar için her şeyi eğlenceli hale getirebiliyordu. Daha sonraları, biraz daha büyüdüğümde, kuzenlerim de bu eğlenceyi paylaşmaya geldiğinde bize çok güzel hikâyeler anlatacaktı. Bu hikâyeler genellikle periler ülkesi ve periler hakkındaydı; hikâyenin bütün kahramanları ise ona aitti. Şundan kesinlikle eminim, hikâyeyi o an uyduruyordu; eğer şartlar uygun olursa iki ya da üç gün boyunca hikâyeye devam ediyordu.” Yeğenlerden bir diğeri de bu görüşleri destekleyerek Jane’in “uzun, anlık hikâyelerinin” verdiği keyfi özellikle vurgulamıştır.
1801 senesinde, Jane yirmi beş yaşındayken, yaşlanmakta olan babası dini görevlerini ailenin ikinci büyüğü olan oğluna devretmiştir. Ardından, o zamanlar emekli rahiplerin ve birtakım zengin, gösterişli kadınların gözbebeği Bath’a taşınmıştır. Bu yüzden Jane, hikâye kurgularına serpiştirdiği Steventon’a, gençliğinin geçtiği yerlere, taraçalı eski bahçeye ve hikâyelerini oluştururken dolanıp durduğu, kır çiçekleriyle ışıldayan yeşil patikalara veda etmek zorunda kalmıştı. Akıl ve Tutku’da Marianne, taşınmasından bir akşam önce evinin önünde yalnız başına dolaşırken “Sevgili, çok sevgili Norland; seni düşündükçe hüzünlenmeyi ne zaman bırakacağım? Başka bir yerde kendimi evimde hissetmeyi ne zaman öğreneceğim? Ah! Benim mutlu evim, seni belki bir daha hiç görmeyeceğimi düşünerek buradan izliyor olmanın verdiği acıyı anlar mısın ki? Peki ya siz, yaprak yaprak tanıdığım ağaçlar! Ama siz, aynı kalmaya devam edeceksiniz. Ayrılığımız nedeniyle yapraklarınız sararmayacak, artık sizi seyredemeyeceğimiz için tek bir dal bile kurumamazlık etmeyecek! Hayır, siz hep aynı kalacaksınız; verdiğiniz keyiften veya hüzünden haberiniz olmayacak, gölgeniz altında yürüyenlerin değişiminden bihaber kalacaksınız! Ama sizden keyif alacak kim kalacak geride?” demiştir. Belki de Jane Austen, Steventon’daki son gecesinde böyle hissetmiştir.
Bath, Jane’in gözlemleyebileceği daha büyük bir dünya sunmuştu; Beau Nash ruhunun etkisinin sürdüğü sosyete, o günlerde birliğini koruyup her akşam kabul salonlarında buluştuğu için gözlemciye açık durumdaydı. Ne var ki Jane Austen, Bath’ta geçirdiği dört senede Watson Ailesi’nin bir bölümü haricinde hiçbir şey yazmamıştır. Bununla beraber hem Northanger Manastırı’nın ve hem de İkna’nın geçtiği yerlerin bir kısmını temsil ediyor olmasına karşın kaplıcalarıyla bilinen Bath, gelenekleri ve alışkanlıklarıyla genel bir şekilde resmedilmiş olsa da karakterlerin kişiliklerinde yerel halka özgü özellikler göremiyoruz. Karakterler hâlâ kırsal kesimin seçkin sınıfından ve din adamlarından oluşmaktadır. Bath ise yalnızca bu iki kesimin karşılaştığı yerden ibarettir. Yerel halkta muhtemelen pek ilginç bir şey yoktu, arada sırada gelen misafirlerse Jane Austen’ın sanatının sırrı olan sabır ve titizlik gerektiren karakter çalışması için gereken olanakları sağlamıyordu. Jane’in Bath’ı sevdiği ortadaydı. Bath’ın altı haftadan sonra can sıkıcı bir yer haline geldiğini düşünen, buna karşın her kış düzenli olarak gelip altı haftalık ziyaretlerini on, on iki haftaya uzatan, sonunda burada daha uzun süre kalmak için yeterli maddi kaynaklara sahip olmadıklarından gitmek zorunda kalan insanları alaya alırdı. Belki de kabul salonlarında Bay Henry Tilney gibi hoş bir kavalyeyle sohbet ederek geçirdiği neşeli bir akşamdan sonra kendini Catherine Morland gibi hissediyordu; “eve varana dek kendisi koltuğunda, ruhu ise içinde dans etti.” Kaleminin durağanlığının sebebi sosyal hayatından aldığı keyif olabilir. Hiç şüphe yok ki zihni hâlen çalışıyor, malzeme topluyordu. Sırf bir serinin aylık bölümlerini tamamlayabilmek için ilham beklemeden veya yaratıları olgunlaşmadan yazmak gibi katı bir zorunluluğu yoktu. Bath’tan sonra ilerde İkna’da bir bölümün geçeceği yer olan Lyme’ı ziyaret etmiştir.
Babası 1805 yılında hayatını kaybettikten sonra annesi ve ablasıyla Southampton’a taşındılar. 1809 yılına kadar burada yaşadılar. Castle Square’de bahçesi surlarla çevrili, büyük, eski moda bir evleri vardı. Southampton sosyal bir merkezdi. Castle Square’in bir kısmında Lansdowne Markisi’nin şatoya çevrilen malikânesi yer alıyordu. Sekiz atlı faytonuyla at süren markiz ise arkadaki dört atından vazgeçerek karşı evdeki nazik yergiciye neşe ve tefekkür karşılığında gıda yardımı yapmış olabilir.
Muhtemelen Southampton’dan sonra ziyaret ettiği Portsmouth’ta denizin güzelliğini görüp keyfini çıkardığında, “Aslında Mart ayında olsak da sanki yumuşacık havası, canlandıran hafif rüzgârıyla Nisan ayındaydık. Kimi zaman parlak güneş bir dakikalığına bulutların arkasında kalıyor, böylesi bir gökyüzünün altında her şey çok güzel görünüyordu. Gölgeler Spithead’de ve ilerisindeki adadaki gemilerde birbirini kovalıyordu; çeşit çeşit renkleriyle kabarıp yükselmiş deniz, neşeyle dans edip hoş sesiyle surlara çarpıp duruyordu,” ifadelerini kaleme almıştır. Bunlara ek olarak büyük askeri limanın kıyısında yaşayan bahriyelilerin ve halkın sosyal yaşantısına da şahit olmuştur, ancak görünüşe bakılırsa bundan pek tat almamıştır. En azından Mansfield Park’ta Fanny’nin, Portsmouth’ta kendisini azıcık da olsa tatmin edebilecek bir sosyal çevre bulamadığını yazmıştır. “Fanny’ye göre erkeklerin hepsi bayağı, kadınlar ise şımarıktı. Herkes görgüsüzdü. Eskiden tanıdığı insanlardan da yeni tanıştıklarından da hiç memnun değildi.” Bu, kulağa kişisel deneyimle varılan bir kanı gibi geliyor.
Lyme’da balolara gitti ve dans etti. Mektuplarında katıldığı danslardan ve kavalyelerinden bahsetti. Gelgelelim artık evlilik yaşını geçmekteydi, hiç evlenmemiş yaşlı bir kadın olmayı istemeye başlamış olmalıydı. Yine de bir romanında bir kadının yirmi dokuz yaşındayken hiç olmadığı kadar güzel olabileceğini ima etmiştir. Evliliğin mutluluk getirdiğini düşündüğü açıktır. Emma’daki Bayan John Knightley, hayatını eşi ve üzerine titrediği çocuklarına adamıştır ve Jane’in “ideal kadınsal mutluluk modeli”dir. Buna karşın kendisi için daha kendi halinde ve mantıklı bir yol çizmiştir. Harriet, Emma’ya “Evde kalacaksın ve bu korkunç bir şey,” der. Emma, “Boş versene; evlenmemiş, fakir ve yaşlı bir kadın olmayacağım. İnsanların çoğu bekarlığı yoksulluk yüzünden hor görüyor! Dar gelirli bekâr bir kadın gülünç, aksi, evde kalmış bir kadın olmalı, genç kızlara ve erkeklere alay konusu olacak türden biri; buna karşın bekâr ama varsıl bir kadın daima saygıdeğerdir, diğer herkes gibi mantıklı ve hoş olabilir,” şeklinde cevap vermiştir. Jane, gerçekçi sağduyusuyla dünyanın bu konuda ilk bakışta göründüğü kadar hatalı olmadığını da eklemiştir, dar gelir zihni bulandırıp insanı fevrileştirebilirdi. Jane Austen’ın yanında büyüyen yeğenleri, ona Emma Knightley’nin evliliğinden duyduğu mutluluğun bir bölümünü verebiliyordu.
Hem kendisi hem de ablası, orta yaş sembolü olan şapkayı takmaya oldukça erken başlamıştır. Birinin yaptığını mutlaka diğeri de yapıyordu. İkisi tek bir ruhta tamamlanıyordu. Öyle ki, Cassandra idam edilse, Jane’in de idam edilmek için ısrar edeceği söyleniyordu. Jane, kendisini saçına şekil verme işkencesinden kurtardığı için şapka taktığını belirtmiştir. O günlerde saç yapmak, moda tiranlığına adanan korkunç bir adaktı. Şapka takmak, iki kız kardeşin de karakterine uyuyordu. İkisi de tertipliydi ancak neyin modaya uygun olduğunu ya da neyin moda olacağını umursamıyordu. Mektuplarda kadın şapkacı-lığının hafife alındığını erkeklerin anlamadığı geçmektedir. Hatta Jane, ilk yazılarında erkek kalbinin puantiyeli, çiçekli, muslin veya jakona[4 - Giysi ve başlık yapımında kullanılan oldukça ince bir kumaş türü. (e.n.)] gibi kumaş türleri arasında ayrım yapmadığını belirterek hemcinslerini erkekleri memnun etmek için giyinmenin beyhude olduğu yönünde şakayla karışık uyarmıştır. “Kadın, sadece kendi tatmini için var olmalıdır. Kıyafeti yüzünden hiçbir erkek ona daha çok hayranlık duymaz, hiçbir kadın onu daha çok sevmez. Tertiplilik ve moda kadın için yeterlidir, erkekler içinse pejmürde ve uygunsuz bir şeyler gayet çekici gelecektir,” demiştir. Bu son sözleri yirmi bir yaşındaki bir kadın için oldukça sivriydi. Neticede kadınların kendisi için değil, birbirleri yüzünden giyindiği anlamı çıkmaktadır.
1809 senesinde, Jane yirmi dört yaşındayken annesi ve ablasıyla Southampton’ı terk ederek abisi Edward Knight’ın giderlerini karşıladığı, Jane’in eski yuvası olan Steventon’a pek de uzak sayılmayan Winchester yakınlarındaki Chawton’daki evine yakın bir çiftlikte yaşamaya başladılar. Chawton Evi, Jane’in kardeşinin torunu Lort Brabourne’a miras kalmıştır. Çiftlik, tatil için evlerine dönen Winchester çocuklarının neşeli telaşına şahitlik eden anayolun üzerindeydi. Buna karşın, gürgen çitlerle çevrili, çimenlikleri, yürüyüş patikaları ve fundalıklarıyla bahçenin asil bir mahremiyeti vardı; egzersize ve yazı yazmaya uygundu. Misafir odaları da mevcuttu. Bayan Lloyd da onlara eşlik etmeye başlamıştı. Steventon’dan eski tanıdıkları yakındaydı, ev ahalisi genel olarak mutlu, neşeli ve Jane’in çalışmasına uygundu. Hayal gücü canlanmış, kalemini tekrardan eline almıştı; tıpkı Steventon’da olduğu gibi Chawton’da da üç roman yazdı. Bu üç roman Emma, Mansfield Park ve İkna’dır. En sonunda Steventon’da yazdığı romanlardan ikisini basacak yayımcıyı bulmuştu. Yayımcı Bay Egerton bu maceranın çok çılgınca olduğunu düşünmüş olmalıydı; böylece, Egerton’ın maceracı ruhu sayesinde Jane Austen’a gereken saygı gösterilmiş oldu. Yayımcı, Akıl ve Tutku için Jane’e, neşeli tevazu-suyla çok büyük bir miktar olarak kabul ettiği 150 sterlinlik bir ödeme yaptı. Jane’in ölümüne dek eserlerinden kazandığı miktar yalnızca 700 sterlin olmuştur. Akıl ve Tutku, 1811’de, Jane otuz altı yaşındayken; Gurur ve Önyargı ise bundan iki sene sonra yayımlanmıştır. 1811 ile 1816 yılları arasında Jane Austen, Mansfield Park, Emma ve İkna’yı yazmıştır. Mansfield Park 1814’te; Emma 1816’da yayımlandı. Northanger Manastırı ile İkna 1818 yılında, yazarın ölümünden sonra yayımlanmıştır.
Yayımlar isimsiz yapılmış, Jane Austen yazarlığını hiçbir zaman halka beyan etmemişti. Buna karşın sırrı ortaya çıkmıştı. Yeğeni tarafından doğrulanmış olmasa da Gurur ve Önyargı’nın yazarı olarak Corinne’in yazarıyla buluşmak üzere aldığı daveti, Jane Austen olarak davet edilmediği hiçbir haneye gitmeyeceğini belirterek reddettiğine dair bir söylenti bulunmaktadır. Bu davranışı bağımsızlık olarak övülmüş, gurur gösterisi olarak eleştirilmiştir. Bu hikâye ve yorumu doğruysa bize Congreve’in oyun yazarından ziyade bir beyefendi olarak görülmeyi istediğini, Voltaire’in de bunun üzerine onca yolu bir beyefendiyi görmek için gelemeyeceğini söylemesini anımsatıyor. Gelgelelim hikâye doğruysa bile Jane yalnızca yazarlığını resmi olarak beyan etmekten kaçınmayı amaçlıyor olamaz mıydı? Bayan Barney, Bayan Edgeworth ve diğer kadın romancıların popülerliğine rağmen, o günlerde hâlen bir kadının kitap yazması cinsiyetinin sınırlarını aşması olarak görülüyordu; edebi dünyadan uzak yaşayan, sosyal duyarlılığa dikkat eden Jane’in bu konuda hassas olması muhtemeldir. Belki de Corinne ile Gurur ve Önyargı’nın yazarlarının bir araya getirilememiş olması çok da üzücü değildir; Madam de Stael, Jane Austen’ın yazılarını vulgaires (kaba, gündelik) olarak nitelendirmiştir. Bu ifadeyle Jane’in seçtiği konuların gündelik olmasının ötesinde bir görüş beyan ettiyse daha yersiz bir tespit yapmış olması mümkün değildir.
Romanlar, yorumlarına en çok önem verilen kişiler tarafından takdir görmüştü. Sör Walter Scott’ın günlüğünde şu sözler yazılıdır: “Gurur ve Önyargı’yı en az üç defa olmak üzere tekrar tekrar okudum.” Sör Walter, kendini zarifçe küçük göstererek, “Bu genç kadın, günlük hayattan karakterleri ve içinde bulundukları hisleri tasvir etmede şimdiye dek karşılaştıklarım arasında en büyüleyici yeteneğe sahip. Büyük ve şaşaalı örgüyü tıpkı şu anda olduğu gibi ben de kurabilirim; ancak gündelik, sıradan olayları ve karakterleri gerçekliğin ve duygunun tasviriyle ilginç kılan muhteşem dokunuş bana bahşedilmemiş. Bu denli yetenekli birinin bu kadar erken ölmesi ne acı!” şeklinde eklemiştir. Macaulay ise günlüğünde şöyle yazmıştır: “Bir kez daha Bayan Austen’ın romanlarını okudum; büyüleyiciler. Dünyada mükemmelliğe bu kadar yaklaşan başka bir yapıt yoktur.” Ne var ki Jane Austen, bu övgülere asla denk gelmemiştir. Görünüşe bakılırsa Lort Lansdowne’un, Sydney Smith’in veya Sör James Mackintosh’un sözlerini veya herhangi birinin övgülerini de işitmemişti. Quarterly dergisi 1815’te Jane’i şüpheli bir yazıyla oldukça kötü şekilde eleştirmiştir. Şatafatlı hislerle veya Udolpho’nun Gizemleri’nin romantizmiyle beslenen kitleye Jane’in hikâyeleri sıradan ve önemsiz gelmişti. Jane’in ölümünden sonra ün kazandığını söyleyebiliriz. Yaşamı boyunca kazandığı şöhret, baş döndürmekten çok uzaktı. Buna karşın, Morley Kontesi’nden nazik bir not eline ulaşmış, çok daha önemlisi, Warren Hastings’in beğenisini kazandığına ilişkin duyumlar almıştır. Jane bağımsız ve cesur bir kadın olamamıştı. Basılan kitapları onu Londra’ya getirmiş olsa da edebiyat dünyasından tanıdıklar edinmemiş, entelektüel dünyaya karışmamıştır. 1815 yılının sonbaharında da Londra’da bulunmaktaydı; ancak edebi partilere katılmak için değil, kardeşi Harry’ye geçirmekte olduğu tehlikeli ateşli hastalığı atlatırken Hans Place’teki evinde bakmak için oradaydı.
Tüm bunlara rağmen Londra’da geçirdiği sürede enteresan bir iltifat almıştır. Kardeşiyle, Prens Naibi’nin hekimlerinden biri ilgileniyor ve bu hekim Jane’in sırrını biliyordu. Bir gün Jane’e, Prens’in onun romanlarına hayran olduğunu, her evinde bunların birer adet kopyasını bulundurduğunu söylemiştir.
Prens, Jane’in Londra’da olduğunu öğrenince Carlton House’un kütüphanecisi Bay Clarke’dan Jane’in emrine amade olmasını istemiştir. Bay Clarke, Jane’i Carlton House’a götürerek muhteşem malikâneyi gezdirmiş ve ileride yazacağı bir roman varsa bu romanı Prens’e adayabilme özgürlüğüne sahip olduğunu söylemiştir. Bu yüzden Emma, Prens’e adanmıştır. Bununla birlikte Bay Clarke, ya yüce bir ilhamla ya da sahip olduğu bilgelikle Jane’e ileride yazacağı bir hikâye için konu olarak “yaşamını şehir ve taşra arasında geçirmesi gereken bir din adamının alışkanlıklarını, karakterini ve coşkusunu” seçmesini önermiştir. Jane ise tevazu göstererek iyilik, coşku ve edebi kimlik haricinde bu karakterle neredeyse aynı özellikleri taşıdığı yanıtını vermiştir. Edebi yanına gelecek olursak, “Bir yazar olmaya cesaret eden düşük öğrenim görmüş bilgisiz bir kadın olmakla övünebilecek kibre sahip olduğunu düşünüyordu.” Ne var ki Bay Clarke böyle düşünmüyordu. Prens Leopold’ün Özel Kalemi ve Rahibi görevlerine henüz getirilen, Prenses Charlotte’la evlenecek olan Bay Clarke, Emma’daki ithafın kabulü için Jane’e yazdığında, “Cobourg Hanedanı’ndan August’u anlatan tarihi romantik bir kitap yazmak bu aralar çok ilgi çekebilir,” sözlerine yer vermiştir. Jane, epik şiir yazamayacağı gibi romantik bir kitap da yazamayacağını belirten bir cevap vermiştir. “Hayatımı kurtarmak haricinde başka bir amaçla oturup bir dizi romantik hikâye yazmaya kalksam, yazmaya devam etmek zorunda kalıp da kendime veya başkalarına gülecek kadar rahatlayamazsam eminim daha ilk bölüm bitmeden beni asarlar. Hayır, kendi üslubumdan devam etmeliyim, kendi yolumda gitmeliyim; bir daha bu yolda başarılı olamasam bile, başka bir yola girdiğimde büsbütün başarısız olacağıma eminim,” demiştir. Bay Clarke’ın önerisinden hareketle Plan of a Novel according to Hints from Various Quarters (Çeşitli Yerlerden Gelen Öneriler Doğrultusunda Bir Roman Planı) başlıklı bir hiciv haricinde bir şey üretilmedi. Zavallı VI. George, oldukça iyi nedenlerle, sayısız el tarafından kendisine atılan çamurlarla tepeden tırnağa kaplanmış haldeydi. Gelgelelim onun hakkında şu üç iyi şeyi söylemeliyiz: İrlanda’yı ziyaret etmişti, Bayan Fitzherbert isminde harika ve alımlı bir kadına âşık olmuştu, izin verilseydi bu kadınla evlenecekti ve Jane Austen romanlarını seviyordu. Jane’in kitaplarını gerçekten okumuş olduğunu umuyoruz. Kütüphanecisi, okuduğunu söylerken kraliyete yaraşan beyaz yalanlardan birini söylemiyordu.
Bu esnada Jane hayatın tüm sıradan görevlerini yerine getiriyordu. Annesi yaşlanıyor, Jane şefkatle onunla ilgileniyordu; yeğenleri için nazik bir hala ve danışmandı, daha önce de gördüğümüz üzere kardeşi hastayken onun bakımını üstlenmişti. Maun ağacından yapılma küçük masasında oturup yazıyor, biri gelirse yazdıklarını yanında tuttuğu kurutma kâğıdının altına saklıyordu. Hiç kimse Jane’in tavırlarından hareketle onun bir yazar olduğunu tahmin edemezdi. Romanlarının başarısını doğal olarak ilgiyle ancak sessiz bir neşeyle izliyordu. Daha önce de söylediğimiz gibi, hayatı romanlarından ibaret değildi.
İkna’nın tamamlanmasının ardından bir kısmı değiştirilmişti. Bu esnada Jane Austen, hayatının sonuna yaklaşıyordu. 1816’da güçsüzleştiğini hissetmeye başlamıştı. Gelgelelim hastalığının ölümcül doğasının ne zaman farkına vardığı bilinmiyor. Yürüyüşleri kısalmıştı; artık yürüyüşe çıkamadığında bir eşeğin çektiği arabayla dolaşıyordu. Zamanla evdeki hareketliliği de son buldu, artık uzanmak zorundaydı. Evlerinde sadece bir tane kanepe vardı. Cowper’ın muhteşem şiirine konu olacak kadar nadir bulunan bu kanepe, o dönemde bir zenginlik göstergesiydi. Bu kanepede daima Jane’in annesi otururdu. Jane, annesi etrafta olmasa bile bu kanepeye oturmazdı. Bunun yerine sandalyeleri yan yana koyarak kendine bir koltuk yapar, kanepeden daha rahat hissediyormuş gibi davranırdı. Bu davranışının altında yatan sebep, neden böyle yaptığını açıklaması için Jane’i zorlayan küçük yeğeninin ağzının aranmasıyla ortaya çıkmıştı; eğer Jane kanepeyi kullanmak için herhangi bir eğilim gösterse annesi bir daha o kanepeyi kullanmaya çekinebilirdi. 1817 Mayıs’ında tıbbi yardım için Winchester’daki lojmana götürüldü. Hekim Bay Lyford umut dolu konuşmuştu fakat ortada umut namına hiçbir şey yoktu; artık güçlü ve berrak bir el yazısıyla yazamadığı bu mektup ise Jane’in son mektuplarından biridir:

Benim canım E’m, hastalığım boyunca gösterdiğin şefkat dolu ilgiye, kendimi iyi hisseder hissetmez sana kendim hakkında yazmaktan daha iyi bir teşekkür etme yolu yok. El yazımla övünmeyeceğim; ne el yazım ne de yüzüm güzelliğini geri kazanabildi. Buna karşın diğer yönlerden gücümü hızla kazanıyorum. Artık sabah dokuzdan akşam ona kadar yatağın dışında, kanepede[5 - Bu kanepe, Chawton’daki evinde bulunan değil, Winchester’da konakladıkları yerde bulunan kanepedir.] oturuyorum. Durum böyle olsa da yemeklerimi Cassandra halanla makul bir ölçüde yiyip kendimi meşgul ediyor, bir odadan ötekine yürüyebiliyorum. Bay Lyford beni iyileştireceğini söylüyor. İyileştiremezse bir bildiri yazıp kilise yönetimine sunduğumda bu dindar, bilgili ve tarafsız kurumdan bir tazminat alacağımdan şüphem yok. Kaldığımız yer çok rahat. Kavisli çıkma penceresi Dr. Gabell’ın bahçesine bakan küçük, derli toplu bir çizim odamız var. Bana at arabalarını yollayan anne ve babanın nezaketi sayesinde cumartesi yaptığım yolculuk beni çok az yordu. Eğer hava güzel olsaydı hiç yorulmazdım; fakat Henry amcan ile William Knight amcanın nezaketlerinden ötürü yağmur boyunca at sırtında bize eşlik etmeleri beni üzdü. Yarın bizi ziyaret etmelerini bekliyor, gece de kalmalarını umuyoruz; kilisenin kabul ve tatil günü olan perşembe, Charles’ı kahvaltıya götüreceğiz. Zavallıcık, hasta odasında kaldığından bizi sadece bir kez ziyaret edebildi, ama bu akşam taburcu olmayı umuyor. Bayan Heathcote’u her gün görüyoruz. William da bizi yakında arar. Tanrı’ya emanet ol, benim canım E’m. Eğer bir gün hastalanırsan tıpkı benim gibi şefkatle bakım göresin. Endişelerinin azalmasını, duygularını paylaşan arkadaşlar edinmeni diliyorum ve en büyük hediye olan, senin de kesinlikle kazanacağını söylemeye cüret ettiğim, yakınlarının sevgisine layık olduğun bilincine sahip ol. Ben bunu hissettim.
    Seni çok seven halan, J.A.
    COLLEGE ST., WINTON, 27 Mayıs Salı.
Son mektubunda şu kelimeler yer almıştır: “Sadece canım ablamın, benim nazik, dikkatli, yorulmak bilmeyen hemşiremin sarf ettiği uğraş nedeniyle hastalanmadığımı söyleyeceğim. Ona ve sevgili ailemin bu durumda bana gösterdiği sonsuz şefkatin karşılığında borçlu olduklarıma gelince… Sadece ağlayabilir ve Tanrı’ya onları daha çok kutsaması için dua edebilirim.”
Bırakalım da hikâyenin geri kalanını Jane’in en sevdiği yeğeni anlatsın:

Hastalığı boyunca ablası ve sıklıkla ona yardımcı olan yengesi, yani annem tarafından bakıldı. Hayatını kaybettiğinde ikisi de yanındaydı. Erkek kardeşlerinden din adamı olan ikisi Winchester’a, Jane’i sıklıkla ziyaret edebilecek ve bir Hıristiyanın hasta yatağında gerçekleştirilen ritüelleri gerçekleştirebilecek kadar yakın yaşıyordu. Jane mektuplarında umut dolu bir dil kullansa da içinde bulunduğu tehlikenin farkındaydı. Ne var ki bu durum onu korkutmuyordu. Onu hayata bağlayan birçok şeyin olduğu doğru. Ailesiyle bir arada bulunmaktan mutluydu, başarısı nedeniyle özgüven sahibi olmaya daha yeni başlıyordu ve hiç şüphe yok ki muhteşem yeteneklerini kullanmaktan keyif alıyordu. Çok daha uzun yaşamaktan mutluluk duyabileceğini düşünebiliriz; fakat o, ölüme korkmadan ve şikâyet etmeden hazırlandı. Mütevazı, inançlı bir Hıristiyandı. Ömrü, herhangi bir övgü beklemeden, kişisel çıkar gözetmeden ev işleri ve ailevi ilişkilerle geçti. Sanki içgüdüsel olarak etki alanına giren herkese mutluluk aşılamaya çalışırdı. Şüphesiz, son günlerini huzur içinde geçirerek bunun ödülünü almıştır. Tatlı mizacı asla değişmedi. Onunla ilgilenenlere karşı her zaman düşünceli ve minnettardı. Bazı zamanlar kendini nispeten daha iyi hissediyordu; o anlarda şakacı ruhu canlanıyor, içinde bulundukları hüzne rağmen etrafındakileri eğlendiriyordu. Bir keresinde sona yaklaştığını hissettiğinde son sözleri olduğunu düşündüğü şeyleri söylemiş; yanında olduğu için yengesine özellikle teşekkür ederek, “Bana daima nazik bir kız kardeş oldun, Mary,” demişti. Kaçınılmaz son yaklaştığında ise hızla çökmüş, bir isteği olup olmadığını soran yakınlarına, “Ölüm haricinde hayır,” yanıtını vermişti. Bunlar son sözleriydi. 8 Temmuz 1817 sabahı, sükûnet ve huzurla son nefesini verdi.
Jane’in cenazesine sadece onu “çok seven ve onunla gurur duyan” ailesi katıldı. Hatta görünüşe göre Jane’e olan sevgileri, onunla duydukları gururu bile aşıyordu. Ölüm haberi Annual Register’da yer almadı. Winchester Katedrali’nde, kuzey patikasının ortalarına yakın, siyah mermer kaplama bir mezara gömüldü. Katedrali gezdiren kilise görevlisi, bir keresinde bir ziyaretçiye “mezarının yeri birçok kişi tarafından sorulan bu kadınla ilgili önemli bir şeyin olup olmadığını” sormuştur. Eğer bu görevli, bahsi geçen soruyu Jane Austen’ın mezarını arayanlara sormayı akıl edebilseydi birçoğu en büyük İngiliz edebiyatçıları arasında yer alan, azımsanmayacak kadarını ise ünlü siyatçilerin oluşturduğu ziyaretçilerin saygılarını sunmak üzere bu mütevazı mezarı ziyarete geldiğini öğrenebilirdi. Belki de siyasetçiler, kendi dertlerini yumuşatmayı başaran Jane Austen’a edebiyatçılardan daha fazla minnet duymaktaydı.
Böylesine bir yaşamdan beklenebileceği gibi Jane Austen’ın dünya görüşü samimi ve naziktir; bunun yanı sıra, kinizmden de tamamen uzak olduğunu tekrarlıyoruz. Keskin gözlü ve alaycı bir gözlemci olarak sevilmeyi hak edeni sevmiş, insanlığın zaaflarıyla, kendini kandırma eğilimiyle ve sahte tavırlarıyla kendini eğlendirmiştir. Kabalığa karşı neredeyse titizlik seviyesinde sert bir tutumu vardır. Bu sert tutumu Akıl ve Tutku’daki Bayan Jennings’inki gibi iyi huylu bir kabalığa değil, aynı romandaki Bayan Steele’in ruhunun kötülüğü ve küstahlığının birleşiminden çıkan kabalığa karşı yönelmiştir.
Mektuplar, daha önce söylendiği gibi hem biyografik hem genel açıdan ilgi çekici değildir. Konuları tamamen olaysız geçen bir hayatın önemsiz detayları üzerinedir. Mektuplarda bahsedilen insanların tarihte mezar taşlarında yazan isimlerinden başka bir kaydı yoktur. Aslına bakılacak olursa editörün hazırladığı sos, yemeğin kendisinden daha iyidir. Madam de Sévigné ve Horace Walpole tüm sanatlarını mektuplarına aktarmıştır. Jane Austen ise mektuplarına sanatından küçücük bir parça bile yansıtmamıştır. Mektup yazma sanatının yalnızca yazılan kimseye sözlü olarak ne söylenmek isteniyorsa onun kâğıtta ifade edilen yanına ilgi duyduğunu söylemiştir. “Bu mektubun tümünde seninle mümkün olduğunca hızlı konuştum.” Mektuplarında hâkim olan hava neşeli, alaycı ve hatta enerjiktir; bunlardan, yazarın hayatından gayet memnun, sevecen biri olduğunu ve etrafındakilerin sevgisinden mutluluk duyduğunu görebiliyoruz. Partilerden, balolardan ve her türden sosyal eğlenceden çokça bahsetmiştir, hepsinde kalbi canlılıkla çarpmaktadır. Fakat aynı zamanda eleştiriden de kaçınmamıştır. Kimi zaman dokunuşları serttir. “Bay Price’ın Deane’de yaşamasına pek olanak tanımıyorum; umudunu annesinin yazdıklarının üzerine değil, kendi yazdıklarının etkisi üzerine kurduğunu düşünüyorum. Huysuz ve dar görüşlü bir kadını sevmediği kişilere minnet duymak zorunda bırakmaya ikna edebileceğini iddia eden o gözlerden çok daha iyisini yazmak zorunda.” “Earle ile eşi Portsmouth’ta herhangi bir hizmetçileri olmadan, olabildiğince münzevi bir hayat sürüyor. Kadıncağız bu şartlar altında evlilik yaptığına göre ne kadar da muazzam, içten ve hakiki bir aşk duyuyor olmalı.” “Bayan T. beklediğim kadar güzel değil; yüzü tıpkı kardeşininki gibi tüysüz, yüz hatları da pek güzel değil; çok allık sürmüştü ve sessiz, aptallığıyla halinden memnun bir görüntüsü vardı.” “Dorsetshire’da Bayan Portman’a pek hayranlık duyulmuyor; iyi huylu bu dünya, Bayan Portman’ın güzelliğini öyle abartmıştı ki herkes hayal kırıklığına uğrama mutluluğuna erişmiş oldu.” “Bir kütüphaneye üye olması önerilen Bayan Martin, bana üye olacağı kütüphanede sadece roman olmaması gerektiğini söyledi. Kendisi bu iddialı lafı, harika bir roman okuru olan ve bundan çekinmeyen ailemizi iğnelemek amacıyla etmiş olabilir; fakat bu sözlerin asıl muhattabı, kendisinin sahip olduğu üyelerin yüzde ellilik bölümüdür.” “Bayan … epey telaşlı bir gelin olmuş olmalı; öyle bir tören düzenlemiş ki alçakgönüllülükte yeni bir sayfa açarak arsızlığı tahmin edilemez boyutlara ulaştırmış. Muhtemelen aklındaki tek şey ilgi çekebilmekti. Bu, kuracağı ailenin kaderinin kötü olacağına işaret ediyor; hiç akıllıca davranmıyor.” Yazar, bu mektupların yazıldıkları kişi haricinde biri tarafından okunması fikrinden çok korkuyor, ancak yine de alaycılıktan vazgeçemiyordu. Yengesinin ölümü gibi üzüntü verici bir konu hakkında yazması gerektiğinde duygularının güçlü olduğu ortada, ancak ifade etme biçimi oldukça ölçülü.
Jane Austen duygusallığa düşmandı. Duygusallığa duyduğu antipati, çalışmalarının tümünde mevcuttur. Bu antipati, Jane’in romantizmle gündelik hayatta, yani Bayan Radcliffe’in eserlerinin ve bunlarla beslenen insanların romantizmiyle karşılaşmasından kaynaklanmıştır. Rousseau tarzı bir romantizmle karşılaşmış olsaydı ne düşünürdü bilmiyoruz. Jane’in karakterinin somut temeli sağduyuydu, mükemmelliyet anlayışı ise kitaplarında yer alan, duygusal olmasına karşın duygularını tamamen kontrol altına alabilen kadın karakterlerde kendini göstermektedir. Buna karşın Jane, pek azı kontrol altına alınmış olsa da içten duyguları sevilesi buluyordu. Akıl ve Tutku’daki Marianne’in yönetemediği duyguları onu budalalığa sürüklese de içtenlikle dolu olduğu için sempatik bir karakterdir. Duygularının yoğunluğu da Jane’in kız kardeşine duyduğu sevgiyle örtüşüyor. Gelgelelim Jane için sahte hislere geçit yoktur. Sahte hislere duyduğu tiksintiyi kimi zaman aşırılığa kaçarak göstermiştir. İkna’da Richard Musgrove, ölümüne dek ailesinin umursamadığı, umursuyormuş gibi dahi davranmadığı değersiz bir gençti. Yine de Jane, bir annenin oğlunu kaybetmesinden duyduğu hüznü dışavurmasını saçma buluyor olmasına karşın asla küçümsemez; diğer yandan, yaşarken pek saygı duyulmayan bir kişinin ölümünden sonra yasının tutulmasının samimiyetsiz olduğunu ya da genç bir adamın yaptığı hataların anısının erken ve acınası ölümüyle silinemeyeceğini söylemek acımasızlık olurdu.
Jane Austen, doğanın dilinden anlıyordu; kendisinin de bu yeteneğinden hiç ama hiç şüphesi yoktu. Lyme’ın manzarasını ışıl ışıl bir dille aktarmıştır. İngiltere’nin dışına hiç çıkmamış biri olarak böyle bir yargıda bulunması pek mümkün görünmemesine karşın tam bir İngiliz kasabası olarak betimlediği manzaradan bahsederken mest olmuştur. Deniz onu derinden etkiliyordu, “denizi görmeye kim layık olursa denize yeniden kavuştuğunda durup şöylece bir bakmalıdır,” demiştir. Ne var ki manzaraya hayranlık duymak “yalnızca bir jargon halini almıştır”, Jane ise bundan kaçınmıştır. Karakterlerinden biri aracılığıyla güzel manzaraları sevdiğini, fakat sevgisinin pitoresk ilkelere yönelmediğini; çarpık ve kuru olanlardansa uzun ve canlı ağaçları, harabe kulübelerdense muntazam olanları, gözetleme kulelerindense sıcak çiftlik evlerini ve dünyanın en iyi haydutlarındansa mutlu ve düzenli köylüleri sevdiğini söylemiştir.
Söylenenlere göre Jane Austen ılımlı muhafazakârdı. Fikirleri ne olursa olsun ılımlı oldukları kesindi. Fransız Devrimi’y-le aynı dönemde, devletin resmen tanıdığı kilisede iki ayrı makama sahip bir rahibin kızı ılımlı muhafazakâr olmasaydı bu onun olağandışı özgür bir zihne sahip olduğunu gösterirdi. Jane’in Godwin Ekolü’ne bağlı bir radikal olmadığı kesin, çünkü tanıştığı bir adamdan “Bir Godwin müridinin olabileceği kadar rezil biriydi,” şeklinde bahsetmiştir. Buna karşın romanlarında siyasetten eser yoktur. Austen’ın Amerikan kolonilerinin ayaklanmasıyla başlayan, Napolyon’un düşüşüyle sonlanan yaşamının büyük devrimlere sahne olan bir döneme denk düştüğü göz önüne alınacak olursa gerek kitaplarında gerek romanlarında tüm bu tarihi olaylara bu denli az göndermede bulunmuş olması şaşırtıcıdır. Fransız göçmenlerine dair bir iki göndermede bulunmuş; ancak onunla aynı çatı altında yaşayan, eşi giyotinle idam edilmiş bir kuzeni olmasına rağmen Fransız Devrimi’nden hiç bahsetmemiştir. Trafalgar Savaşı’na ve Mısır seferine değinmiş; Mektuplar’da İngiliz ordusunun Corunna’dan geri çekilmesine ve Sör John Moore’un ölümüne göndermede bulunmuştur ancak bu konulara ilgisi yok denecek kadar azdır, duygusallıktan ise eser yoktur. Jane, Southey’in Nelson’ın Hayatı isimli kitabını, içinde kardeşi Frank’e dair bir şey olup olmadığını görmek için okuyacağını ifade etmiştir. Seferler ve ganimet ele geçirmek hakkında çok şey söylemiştir. Ne var ki seferlerden sanki sıradan bir işmiş gibi sakinlikle bahsetmiş;
ganimet ele geçirmeyi ise evlenmek isteyen bahriyeli beyefendilere servet, Jane Austen ve Mansfield Park’taki Fanny Price gibi bahriyeli kardeşi olan genç hanımlara sarı yakut yüzükler ve altın haçlar kazandıran bir şey olarak ele almıştır. Trafalgar Savaşı’yla birlikte Fransız istilası tehlikesi sona ermişti. İngiltere kırsalının neredeyse tümü muhafazakâr sosyetesi, tıpkı bir kasırganın rüzgârsız merkezinde yer alıyormuşçasına, Avrupa’yı sarsan fırtınanın ortasında kendi halinde sakinliğin tadını çıkarıyordu. Sör Thomas Bertram, devrim ateşinin kendi ülkesine sıçrama ihtimali üzerine ciddiyetle kafa yormamıştı. Dr. Grant’in tek korkusu, Akıl Tanrıçası’nın kilisenin yerini alması ya da sahip olduğu yaşamı elinden alması değil, akşam yemeğinde masada yeşil kaz servis edilmemesiydi.
İki kardeşi bahriyeli olan Jane, donanmaya karşı büyük ilgi göstermiştir; mesleği iyi tanımış, Mansfield Park ve İkna’da donanmaya dair bilgilerinden büyük ölçüde yararlanmıştır; mesleğin koşulları, işleyişi, dedikoduları ve argosu hakkında bilgi sahibiydi; kayırma ve mesleği kötüye kullanımın yaygın olduğu dönemin donanmasındaki sorunlardan bahsetmiştir. Bu konuda biraz radikaldir. İkna’da Yüzbaşı Wentworth’ün ağzından, “Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, birkaç yüz adamı, kullanılamayacak durumdaki bir gemiyle denize açılmaya göndererek kendini eğlendiriyor; ancak bakımlarını üstlenmesi gereken çok daha fazlası var ve en bariz rüzgârın yönünü saptayamadığı için dibi boylayabilecek binlercesi bulunuyor,” demiştir. İkna’nın bu soğuk sayfalarında denizcinin karakteri ve onu kötüleyenlere karşı kendini savunması üzerine yazılan övgüden daha sıcak bir bölüm yoktur. Ancak Mansfield Park’ta Yüzbaşı Price ve ailesinin tasvirine bakacak olursak Jane’in taraflılığının deniz piyadelerini kapsadığını söyleyemeyiz. Southampton’da yaşarken Portsmouth’a gidip denizcilerin karadaki hayatını gözlemlediği şüphe götürmez.
Genel eğilimlerine bakacak olursak Jane açıkça muhafazakârdı. Eskiyle yeniyi her mukayese edişinde eskiye daha sıcak baktığını görebilirsiniz. Kelime kullanımındaki yeniliklere titizlikle karşı çıkmıştır. Emma’daki Bayan Goddard’ın okuluyla tipik bir örneği verilen eski usul kadın eğitim sistemini seviyordu.

Bayan Goddard bir okul müdiresiydi; ancak uzun cümleler ya da rafine saçmalıklar dile getiren, yeni sistemler ve ilkeleri temele alarak liberal kazanımlarla zarif ahlak kurallarını birleştiren; genç hanımların sağlık ve güzelliğini kaybetme pahasına inanılmaz miktarlar ödediği dini bir okul veya kuruluşun değil, gerçek, dürüst, eski sistemde, makul bir başarı seviyesinin makul bir fiyatla verildiği bir yatılı okulun müdiresiydi. Genç kızlar buraya ayak altında durmamaları için gönderilebilir, bir dahi olarak geri dönme tehlikesine düşmeden hafif bir eğitimden geçebilirlerdi. Bayan Goddard’ın okulu haklı olarak iyi bir üne sahipti, High-bury sağlıklı bir yer olarak görülüyordu; Bayan Goddard’ın geniş bir evi ve bahçesi vardı, çocuklara bol bol sağlıklı yemekler veriyordu, yazları doyasıya koşmalarına izin verip kışları soğuktan kızaran ellerini kendi elleriyle ısıtıyordu. Şimdilerde kiliseye giderken onu takip eden, yirmi genç çiftten oluşan bir kafilenin bulunuyor olmasına şaşırmamalı.[6 - Emma, Çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 2013.]
Belki de Jane’in ablasıyla birlikte Reading’te gittiği okul da böyle bir okuldu. Jane, okula gitmek için çok küçük olsa da ablasından ayrılamadığı için onunla gitmişti.
Diğer yandan, Emma’da baskı gören mürebbiyelere duyulan içten sempatiyi seziyoruz. Emma’da mürebbiyelerin reklamını yapan ofisler “insanın bedeni yerine, zekâsını satışa çıkaran ofisler” olarak damgalanmıştır. Bu ticaret, kurbanlarının çektiği acılardan ziyade bunun sürdürülmesini sağlayanların acı-nasılığı yönünden köle ticaretine benzetilmiştir. Belki de aynı hikâyedeki Bayan Taylor karakteri, mürebbiye sınıfına daha iyi muamele edilmesi ve değer verilmesi yönünde bir çağrı olarak yorumlanabilir. Jane Austen’ın yazılarında “kadınların ayaklanması”na dair başka bir gönderme yoktur. Mary Godwin’in öğretileri, babasının Steventon papaz evi veya Chawton Çiftliği’ne vaaz ettiği öğretilerinden daha etkili olamamıştır.
Jane Austen kendi dönemine, ya da en azından kendi döneminin belli bir zümresine ayna tutmuştur; bu dönem, içinde yaşadığımız dönemin birkaç nesil öncesine denk düşmektedir. Yazılarındaki yüzyılın başlarındaki gelenekler ile alışkanlıkları anlatan küçük dokunuşlardan, yüzyılın getirdiği keşif ve gelişim heyecanının başlangıcından bunu hissediyoruz. Bu yazılarda tren yolları ve Lucifer kibritleri[7 - 1800’lerde satılan bir kibritin markası. (e.n.)] yok. Somersetshire’den Londra’ya gitmek, aşkın veya acının kanatlarında uçuyor olsanız bile iki gün sürüyor. Mumunu üfleyen genç bir kadın, yatağına karanlıkta gitmek zorunda. Gecenin saatlerini nöbetçiler bildiriyor. Nüfuzlu kimseler uşaklarıyla birlikte, arabacıları peruk takan dört atlı faytonlarıyla seyahat ediyor. İnsanlar saat beşte akşam yemeği yiyor ve bizim gibi akşamı zekâ dolu sohbetlerle geçirmektense entelektüellikten uzak eşli ya da eşsiz iskambil oyunlarıyla geçiriyor. Hayat coşkulu ya da hareketli değil; daha sessiz bir biçimde evlerde geçiriliyor. Sakinlikten ya da en azından arada sırada günümüzün stresi ve karmaşasının tezatını görmekten keyif alıyorsanız, yüzyıl öncesinin İngiltere taşrasında yer alan küçük bir kasabanın ya da kırsal mahallelerin sakinliğini bu hikâyelerde bulabilirsiniz.
Kronolojik açıdan, Jane Austen’ın döneminden bir yazar, bizimle Fielding neslinin tam ortasında kalmaktadır. Gelgelelim bir rahibin kızı ve bir kadın olmasına karşın Bayan Aphra Behn veya Bayan Manley gibi erken dönem kadın romancılardan çok daha farklı bir karaktere sahip olan Jane ve onun çağdaşları, biraz Wesley ve ilk Protestanlar gibi dini reformcuların, biraz saray eşrafının değişen karakterinin, büyük oranda da Fransız Devrimi’nin İngiltere toplumunda yarattığı ahlaki ve dini tepkinin etkisi altında yazmaktaydılar. Jane’in döneminde Tristram Shandy hoş görülemez, böyle bir eserin yazarının piskoposluk yapma şansı çok daha az olurdu. Trist-ram Shandy’nin yazarı döneminin en büyük yazarlarından biri olarak, geniş bir hayat tecrübesine sahip olmasına karşın bir İskoç viskisinin verdiği yanma hissi kadar saftı. Jane Austen’ın yazılarında dönemin yavanlığının silik bir izi mevcuttur. Jack Thorpe ve Yüzbaşı Price’ın ağzından bir dizi yemin yazmıştır. Jane iki karakterin de yavan ve nefret uyandırıcı olmasını amaçlamıştır; ancak bizim dönemimizde Jane Austen’ın dengi yazarlar pek de yemin kaleme almazlar. Ayrıca düello yapmanın da eskimediğini görüyoruz. “Elinor bu düellonun gerekli olduğunun düşünülmesi üzerine iç geçirdi, ancak bir erkeği ve askeri bu yüzden eleştirmemeye karar verdi.” Bu, bir papaz evinde yazılmıştı.
Jane Austen, kadın erkek ilişkileri ve özellikle kadınların evliliğe bakış açılarıyla ilgili konuşurken incelik arayışında bulunmakla itham edildiğinde onun kendi dönemine ayna tuttuğu hatırlanmalıdır. Bu dönemde kadınlar, mutlu bir evliliğin kaderlerinde olabilecek en iyi şey olduğunu düşünüyordu. Mutlu bir evliliği hem kendileri hem de kızları için istiyorlardı. Henüz farklı anlayışlarla tanışmamışlardı; bir meslek sahibi olmayı ya da sosyal bir yaşam sürdürmeyi düşünmüyorlardı. Anneliğin, kadınlığın zirvesi ve en önemli görevi olmadığının da henüz farkında değillerdi. Hedeflerini kendilerine ve birbirlerine bugün uygunsuz kaçacak derecede dürüstlükle itiraf ettikleri açıktır. Daha dünyevi hırsları olan kadınlar evlilikte nüfuz ve servet hedefler, bunu başardıklarında ise herkese ilan ederlerdi; bugünse kimse böyle bir şeyi uluorta beyan etmez. Bu konular üzerine dedikodu yapmak, duyumlar aktarmak daha yaygın ve bugüne kıyasla daha kabaydı. Doğal olarak da bunlar Jane Austen’ın karakterlerinin ait olduğu, varlıklı ve işsiz zümrenin eğlencesinin büyük bölümünü oluşturuyordu. Jane Austen yalnızca dramatik gerçekliği gözetmiştir. Aynı zamanda sıklıkla ironik yaklaşımlar sergilemiştir; ironiye duyduğu sevgi zihninin bir özelliğidir, bu yüzden müsamaha gösterilmelidir. Jane, görücü usulünü veya koca avına çıkmayı onaylamıyordu. Akıl ve Tutku’daki Bayan Jennings muazzam bir çöpçatandır ve aynı zamanda tam bir bayağılık timsalidir. Mansfield Park’ta Bayan Morris’in çöpçatanlığı çok vahim sonuçlar doğurmuştur. Gurur ve Önyargı’daki Charlotte Lucas, iyi gelirli bir eş aradığını çekinmeden beyan etmiştir. Sonunda aradığını bulmuştur, ancak ilerleyen bölümlerde bu dileğinin ona pahalıya patladığını görürüz.
Parayla ilgili sorulara gelecek olursak, Jane tümüyle objektifti. Mutluluk için bir miktar paranın gerekli olduğunu itiraf etmiştir, ancak yeterli miktarda sahip olunan bir şeyin daha fazlasını isteyenleri paylamıştır. Para için evlenmeye karşı olduğu apaçık ortadır; Akıl ve Tutku’daki Willoughby ile İkna’daki William Elliot’ın durumlarında bunu açıkça ayıplamıştır. Anılan hikâyelerin ilkinde birbirine bağlanmış iki insanın sadece para nedeniyle ayrılmasına karşı durmuş, diğerinde ise aynı nedenle nişan atılmasının acı sonuçlarını yazmıştır. Erkeklerin kadınlara, geldikleri evlerden daha rahat bir yaşam sunmayı; kadınların da geldikleri evlerden daha rahat bir yaşama sahip olmayı isteyebileceklerini söylemiştir. Fakat burada aşka ihanet söz konusu değildir. Jane objektifti, hatta görünüşe bakılırsa Shakespeare de öyleydi. Ne de olsa romantik ve duygusal romanların kadın karakterlerinin hikâyeleri nadiren fakirlikle sonlanır; genellikle varlıklı, genç bir centilmenle evlenirler. Jane’in altı kadın kahramanından üçü orta gelirli din adamlarıyla mutlu olmuştur. Biri, maaşı ve elde ettiği ganimetlerden başka serveti olmayan bir deniz subayıyla evlenmiştir. Bir diğeri, daha büyük beklentilere sahip olmasına karşın kalbini kazanan orta halli mülk sahibi bir adamla evlenmiştir. Altıncısıysa yüksek bir aileden gelen, sosyal açıdan nüfuzlu, muhteşem bir malikâne ve muazzam mülklere sahip yaşlı bir adamı reddederek zengin bir hayatı elinin tersiyle itmişti. Tüm bunlara, günümüzün karşılıksız aşklarını düşündüğümüzde bile kadın kalbinin servete kanması denemez. Kadın karakterlerin yalnızca aşkla hareket ettiği birden çok durumda anlatılmıştır. Mansfield Park’taki Fanny “Kadının aşkındaki coşku, yazarınkinden bile büyüktür. Kadın için sevdiği adamın elyazısı bile, yazdıklarından bağımsız olarak, bir mutluluk kaynağıdır,” demiştir.
Sör Robert Harry Inglis, Jane Austen’a derinden hayranlık duysa da, Jane’den bahsederken dine referans vermemesine hayıflanmadan edememiştir. Belki de Bayan Barbauld veya Hannah More modasından sonra Jane’in de dinden bahsetmesini istiyordu. Oysa dinden bütünüyle bahsedilmediğini söyleyemeyiz. Mansfield Park’ta iki genç kızın, dini inançlarının teoriyle birlikte pratiğe dökülmesini sağlamak için onları yetiştirenlerin ihmalinden dolayı mahvolduğu söylenmiştir. Diğer bir hikâyede bir âşığın pazar günleri gezmeye çıkma alışkanlığı olduğu için reddedildiği iddia edilmiştir. Gelgelelim o dönemde, Piskopos Porteus veya Simeon’un çevresi gibi özel çevreler hariç, duyguları ne olursa olsun soylular din hakkında konuşmazdı. Bunun nedeni temelde kayıtsızlıktı; ancak bir ölçüde dine duyulan saygı da bunda etkiliydi. Oldukça dindar bir karaktere sahip Johnson’ın dini bütünlüğünden şüphe edilemez; buna karşın Johnson pek dinden bahsetmezdi, çalışmalarında da dinden bahsettiğini görmüyoruz. Jane Austen’ın vefatında dindar olduğunu biliyoruz, dolayısıyla yaşarken de dindar olduğuna veya görev bilincinin temelinde dinin yer aldığına şüphe yok. Diğer her şeyde olduğu gibi din konusunda da ılımlı ve coşkusuzdu. Ateşli Blair’dansa ılımlı bir vaiz tarzını tercih ettiğini bizlere göstermiştir. Bunun, ruhani veya edebi zevki hakkında övülmeye değer bir şey olmadığı düşünülebilir. Bir zamanlar çok ünlü olan Blair, artık alay konusu haline gelmiştir. Kullandığı retorik sanatların bazen dayanılmaz bir hal aldığı doğrudur. Fakat Blair’ı okuyacak sabrı olanlar, popülerliğinin bir nedene dayandığını görecektir. Ahlak anlayışı sağlam, hayat ve görev anlayışları akla yatkındır; dünyevi insanların ulaşabileceği bir dindar insan ideali oluşturmuştur. Johnson, İskoç bir Presbiteryen olmasına rağmen Blair’den saygıyla söz etmiştir.
Bugüne kıyasla geçmişte kilise adına çalışmak için uyulması gereken standartlar düşüktü. Metodizmle uykusundan uyanır gibi olsa da devlet tarafından resmen tanınan kilisenin siyasi muhaliflik ile rasyonalizmin demokrasiyle birlikte yükselişiyle canlılık kazandığı söylenemez. Rahiplerin pazar ayinlerini yerine getirmeleri, insanları evlendirip cenazelerini gömmeleri ve muhtemelen yoksullara yardım edip öğüt vermeleri yeterli görülürdü. Görev yerinde ikamet etmemek ve birden fazla görevi aynı anda yürütmek o günlerde yaygındı ve genel kanı buna izin veriyordu. Kilise görevleri herhangi bir tür mülk gibi görülüyor, çekinmeden açıkça alınıp satılıyor, genellikle de ailenin en küçük oğlunun gelir kaynağı olarak görülüyordu. Diğer konularda olduğu gibi burada da Jane Austen’ın romanları, yaşadığı küçük dünyayı sadakatla yansıtıyor. Bir kilise görevini üstlenen adamın, görevini küçük oğluna bıraktığında, onun baba evinde kalmaya devam edip haftada bir atına binerek görev yerini ziyaret etmesindense görev yerinde bulunan papaz evinde ikamet etmesi konusunda ısrarını yansıtan Jane yaşının ilerisinde olduğunu göstermiştir. Jane, kendi babasını kınamadan birden çok görevi üstlenmeyi reddedemezdi. Babasının, birbirine yakın olsa da, iki görev bölgesi vardı. Din adamlarının yaptığı işin sosyal önemine, dünyevi ve hırslı bir kadının bir din adamıyla evlenmeyi istememesi üzerinden vurgu yapıyor, aynı zamanda hatiplik yeteneğine övgüde bulunuyordu. Bay Collins karakteriyle dini dalkavukluğu alaya alması, din adamlarına nefret duyduğunu değil, mesleğe leke süren dalkavuk din adamlarına gülüp geçmeyi dilediğini gösteriyor. Garip olmakla birlikte, Bay Collins bile sadece içten bir karakter olarak betimlenmiştir. Romancılar da dine en ölümcül darbeleri ikiyüzlü dindarları resmederek vurmuşlardır.
Sör Robert Inglis, Jane Austen’ının ahlaki görüşlerinin saflığına ya da ahlaki yargılarının ve karakter ölçütlerinin sağlamlığına karşı çıkmazdı. Jane, Bulwer’ın yaptığı gibi ahlaki kurallarla oynayarak duygusallığı öne çıkarma fikrinden çok uzaktı. Yapmacıklığı sıklıkla alaya alıyor ve kendini aldatmayı su yüzüne çıkarıyor; bazen, özellikle de gençliğinin verdiği toylukla küçümsemeye varan şeyler söylüyorsa da asla insanları gerçekten küçümseyen biri olmamış ve asla erdemliliğine duyduğumuz inancı sarsmamıştır. Jane, görevi farklı bir tarzda anlatsa da, sevgi ve şefkat döngüsü Wordsworth’ün Kaside

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403411?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
(İng.) Novel of manners. Bir döneme ait ahlaki kuralları ve yaşama tarzını açıklayan roman türüdür. Türk edebiyatındaki “töre romanı”na benzer. (e.n.)

2
Jane Austen’ın diğer İngiliz romancılarıyla kronolojik ilişkisi kitabın sonunda yer almaktadır.

3
İkna, Çev: Serim As Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013, s. 25-26.

4
Giysi ve başlık yapımında kullanılan oldukça ince bir kumaş türü. (e.n.)

5
Bu kanepe, Chawton’daki evinde bulunan değil, Winchester’da konakladıkları yerde bulunan kanepedir.

6
Emma, Çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 2013.

7
1800’lerde satılan bir kibritin markası. (e.n.)
Jane Austen′ın Hayatı Goldwin Smith
Jane Austen′ın Hayatı

Goldwin Smith

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: 42 yıllık kısa hayatına Gurur ve Önyargı, Akıl ve Tutku, Emma ve İkna gibi dünyanın neredeyse tüm dillerine tekrar tekrar çevrilen ve günümüzün de en çok okunan klasiklerinden olan 6 roman sığdıran Jane Austen, edebiyat dünyamızı derinden etkilenmiştir. Darcy ve Elizabeth’ten Emma ve Knightley’ye, Marianne ve Elinor Dashwood’dan Fanny Price’a pek çok unutulmaz karakter, bugün de ilgiyle okunmaya, çok sevilen sinema ve televizyon uyarlamalarına konu olmaya devam etmektedir.

  • Добавить отзыв