İstanbul'un tarihi, kültürü ve yaşamı
Richard Tillinghast
Bir Koltuk Gezgininden İstanbul
Yazar, araştırmacı ve seyyah Richard Tillinghast, 50 yıla dayanan gözlemleri ve yaptığı kapsamlı araştırmalar ışığında İstanbul’un imparatorluklar şehrinden bir metropole dönüşümünün hikâyesini anlatıyor. Şehrin Bizans, Osmanlı ve Türk köklerinden beslenen sanatının, mimarisinin, kültürünün, tarihinin, edebiyatının ve mutfağının bütün detaylarına iniyor. Tillinghast rehberliğinde şehrin sokaklarını, müzelerini, saraylarını, camilerini, kiliselerini, restoran ve çarşılarını gezerken hem Konstantinopolis’i hem de İstanbul’u bir arada yaşadığınızı hissedeceksiniz.
Roman tadındaki bu kitapta Bizans imparatorları, din adamları ve saray eşrafının hayaletleri Osmanlı sultanları, şairler ve dervişlerle kol kola geziyor. İstanbul’un tarihi, kültürü ve yaşamı hakkında bir rehber niteliğinde olan bu kitabı okuduğunuzda Şehirlerin Kraliçesi İstanbul’u yeniden keşfedeceksiniz.
Richard Tillinghast
İstanbul’un. Tarihi, Kültürü ve Yaşamı
Richard Tillinghast doğma büyüme Memphis, Tennessee’li. İstanbul’a ilk kez 1960’ların başında, Let’s Go gezi rehberinin yazarı olarak geldi. Harvard Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı doktorası yaptı ve bir süre yaşadığı İrlanda üzerine yazdığı Finding Ireland de (İrlanda’yı Bulmak) dahil olmak üzere 15 kadar kitap kaleme aldı. 1995’te yayımlanan kitabı, Damaged Grandeur (Mahvolmuş Görkem) Harvard’dayken birlikte çalıştığı şair Robert Lowell’ın anıları üzerine bir eleştiriydi. New York Times’a, Washington Post’a, Harper’s Magazine’e, The Irish Times’a ve daha pek çok başka dergiye seyahat, kitaplar ve yiyecek konularında yazılar yazdı. Şiirleri The New Yorker’da ve Paris Review’da yayımlandı. 2009’da Seçilmiş Şiirler adlı kitabı Dublin’deki Dedalus Press tarafından basıldı. John Simon Guggenheim Foundation, Arts Council of Ireland, The British Council ve Türkiye’deki American Research Institute tarafından verilen burslarla desteklendi. Kızı Julia Clare Tillinghast, Türk şair Edip Cansever’in Kirli Ağustos adıyla yayımlanan seçkisindeki eserlerini çevirdi. Yaşamını Hawaii’deki Büyük Ada ve Tennessee dağlarında sürdürüyor.
I. Bölüm
Varış
1
İlk İzlenimler
İstanbul’u bilen herhangi biri size Şehirlerin Kraliçesi’ne giden en güzel yolun, denizyolu olduğunu söyleyecektir. Ben de ilk ziyaretimi Yunanistan’dan bindiğim bir gemiyle gerçekleştirdim. Puslu Çanakkale kıyılarına yaklaştığımızda aklıma W.B.Yeats’in dizeleri geldi:
Ve ben yelkenle geçtim deryayı
Geldim kutsal Bizans şehrine bundan dolayı.
Bizans zamanında Cenevizli denizcilere ev sahipliği yapmış Karaköy limanına yanaştığımız o sabahtan hafızamda kalanlar metal yüzeyler, tekdüze bir grilik ve valizlerimizi boşalttığımız gümrük salonunun soğukluğuydu. Belki de bütün büyük şehirlerde olduğu gibi İstanbul da, onu ilk kez ziyarete gelenlere samimi yüzünü göstermiyordur. Öte yandan, artık Akdeniz ikliminde olmadığımız aşikâr, Ege’den ziyade Balkan iklimindeyiz, zaten şehir de önceki imparatorluğun güneşle sarmalanmış şehirleri Roma ve Venedik’ten ziyade, vaktiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun şehirleri olan Sofya veya Belgrad’ı daha çok andırıyor.
Bugünlerde İstanbul’a benim gibi denizyoluyla gelen oldukça az. Ne de olsa zaman değişti, ben de artık herkes gibi havayolunu kullanıyorum. Ziyaretimi ne kadar iyi planlamış olursam olayım, kent birkaç dakika içinde beni kendi keşmekeşine çekiveriyor. İşte yine buradayım. Bir taksinin arka koltuğunda, emniyet kemersiz, Avrupa veya Kuzey Amerika’da hiçbir zaman görülemeyecek türden son sürat giden bir taksinin şoförüyle baş başayım. Paris’te, Roma’da ve hatta İstanbul’da, nüfus şimdiki kadar kalabalık değilken ve otobanlar dahi yokken, bizzat araba kullanmış olsam da böyle bir yolda direksiyon başına geçmeyi tercih etmezdim.
Yolların darlığı, ne adının Osman olduğunu öğrendiğim taksi şoförünün ne de diğer sürücülerin umurunda. Osman, Cumartesi akşamının trafik yoğunluğuna aldırmadan, çoğunlukla yolun en sağından, kamyonlardan sıyrılarak, taksilerin ve diğer arabaların arasında makas atarak, elini kornadan neredeyse hiç çekmeden son sürat ilerliyor. Eski bir kilimin arasından gözüken soğanların yüklü olduğu bir kamyonun yanından geçiyoruz. Otoyolun kenarında ürkekçe birbirine sokulmuş üç kişilik bir aile gözüme çarpıyor. Adam siyah pantolon ve beyaz bir gömlek giymiş, bıyığını buruyor – belli bir sınıfa ait kentli bir Türk’ün günlük giysileri içinde. Başında bir eşarp bulunan kadınınsa kucağında bir bebek var. Acaba hikâyeleri ne? Neden bu tehlikeli otoyolun kenarında öylece duruyorlar?
Bu küçük aile yoğun trafiğin içinde anlık bir görüntüye dönüşüyor. Taksinin camları sonuna kadar açık. Fonda, dile dolanan Türkçe arabesk müzik buranın Avrupa olmadığını ve er ya da geç Avrupa Birliği’ne girse bile hiçbir zaman Avrupalı bir kent olamayacağını anlatıyor. Dinlerken şarkı sözlerinin bir kısmını anlayabiliyorum. Şarkıcı aslana benzettiği ölmüş babasından bahsediyor. Allah’tan onun için güzel bir mezar diliyor. Osman’ın sigara içmek için izin istemesi ise beni şaşırtıyor. Bense gönülsüz olduğum halde, neden olmasın, diyorum. Adamın kendisiyle ilgili bu tasarrufunu etkilemeye hiç niyetim yok.
Osman sinesine vurarak ne kadar iyi bir sürücü olduğunu ilan ediyor. Ona, arabayı bir aslan gibi kullandığını söylüyorum. Bana İstanbul’u fethederken düzenli Osmanlı ordularının yanında savaşan başıbozuk veya delibaş denen düzensiz birlikleri hatırlatıyor. Mehter takımı bu başıbozuk veya delibaş bölüklerinin özgür ruhlarını hücuma kalkmadan önce şangırdattıgı ziller ve inlettiği borularla daha da çığrından çıkarıp korku salıyormuş. Nihayet şehrin merkezine ulaşıyoruz ve Haliç boyunca yolumuza devam ediyoruz. İşte, İstanbul. Enerjinin en büyük dayanak noktasının içindeyiz.
2
İstanbul ve Konstantinopolis
Bir şehir kendine ait anılarıyla, yaşayan bir varlıktır. İstanbul’un hatırladıklarını ve hatta unutmaya çalıştıklarını ne kadar çok bilirsek özüne o kadar yaklaşmış oluruz. İstanbul’un kendine has sesleri vardır. Boğaz’dan geçen gemilerin düdükleri, martıların çığlıkları, taksilerin kornaları, Kapalıçarşı etrafındaki atölyelerde harıl harıl bakır ve pirinç döven zanaatkârlar, işportacılık yapan sokak satıcıları ve gün doğmadan başlayıp karanlık çökene dek düzenli aralıklarla günde beş kez ibadete davet eden, ezberlerdeki ezan sesi.
Ve İstanbul’un kendine özgü kokuları da vardır. Kömür ateşinde pişen kuzu kebabı ve mısır, tekne ve kamyonlardan çıkan dizel egzoz dumanı, sigara dumanı, 2000 yıllık kanalizasyon sisteminden kaynaklanan tarifi imkânsız güçlü foseptik kokusu ve bütün bu kokuların çözüldüğü zindeleştiren tuzlu deniz kokusu… Sıcak bir günde insan incir ağacının kekremsi kokusu ve akasya ağacının tatlı rayihasıyla can bulur.
Sonbaharın ilk günlerinde binlerce leylek ve büyük yırtıcı kuşlar Avrupa’dan Afrika’ya uzanan göç yolu üzerindeki bu şehri katederler. Baharda ise geri dönüp kuzeye yönelirler. Gökyüzü bu kuş sürüleri ve kanat çırpma sesleriyle dolar. Leylekler kuş dünyasının anarşistleridir. Kazlar gibi belli bir sırada ya da V düzeninde uçmaz, bütün gökyüzüne darmadağınık bir şekilde yayılırlar. Acem Yahudisi İstanbullu şair Murat Nemet-Nejat anı kitabı İstanbul Noir’da bu göçün daha büyük bir yapının simgesi olduğundan bahseder.
(…) İstanbul kuşların farklı göç yollarının üzerinde yer alır. Doğu’yla Batı’nın kucaklaştığı, Bizans ve İslam’ın kaynaştığı bir yer olmanın ötesinde insana özgü bir yansıma olan İpek Yolu gibi milyonlarca yıldır süregelen doğal bir akışın merkezi konumundaki bir geçiş noktasıdır. Kaç defa tahrip edilmiş ve her seferinde yeniden inşa edilmiş, daha kesin bir ifadeyle sayısız kereler ağır bir hüzün içeren tarihini yeniden yaratarak bir kez daha tasvir edilmiştir. Ancak bu değişiminin temelinde, bilinçaltında deneyimlenen derin ve kaçınılmaz bir süreklilik yatmaktadır. Karmaşa ve şifanın bütünlüğü arasındaki bu diyalektik, şehrin kalbindedir.
Şehrin şairleri şiirlerinde bu karmaşa ve şifanın bütünlüğü arasındaki diyalektiği çözümler. Birçok İstanbullu, şair Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” adlı şiirini ezbere okuyabilir. İşte o şiirden birkaç dize:
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;
Yavaş yavaş sallanıyor
Yapraklar ağaçlarda;
Uzaklarda, çok uzaklarda,
Sucuların hiç durmayan çıngırakları
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
(…)
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu
Loş kayıkhaneleriyle bir yalı;
Dinmiş lodosların uğultusu içinde
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı.
Kentin İngilizce yazan şairleri arasında öncü olan ve İstanbul’da yaşayan Şair John Ash’in dizelerine göre “İstanbul o denli büyük bir gizemin değişmez tefekkürü içine çekilmiştir ki, kendisi de ne olduğunu bilmez. Doğulu mudur yoksa batılı mı, laik midir yoksa Müslüman mı, çirkin midir yoksa güzel mi, zengin midir yoksa fakir mi? Laik Avrupai bir hayat tarzını benimseyen aydınlarla Kuran’ın emirlerine göre yaşayan, zamanında buraya göç etmiş Anadolulu köylüler hep birlikte yaşıyorlar.
Gizli saklı olsa da nereye bakacağınızı bildiğinizde, 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce bir zamanlar çeşitli din ve etnik kökenden insanın adını Konstantinopolis olarak bildiği bu şehri oluşturan azınlık nüfusun izlerini görürsünüz. Grekçede Konstantinoupolis olarak söylenen Konstantinopolis’in başka adları da vardı. Arapçada Konstantiniyye, Ermenicede Bolis, Bolşevik İhtilali’nden kaçarak gelen Beyaz Rus göçmenler için de Tsarigrad. Türkler resmi olarak Konstantiniyye adını kullandıkları için siz de bu kitapta zaman zaman bu isimle karşılaşacaksınız.
Her büyük şehrin çeşitli adları ve lakapları vardır. San Fransisco’da olduğu gibi Konstantinopolis adı da tek kelimeyle “şehir” (Eski Yunancada He Polis, günümüz Yunancasında ise i Poli) olarak bilinir. Bu kullanım şeklinin Yunanca ve Ermenicenin günlük konuşma dilinde hâlâ yaygın olduğunu öğrendim. Bugünkü Türkçede kullanılan İstanbul, Grekçede “şehirde” veya “şehre doğru” anlamına gelen “eis tin polis” ifadesinden gelmektedir. 1453’ teki fethinden önce bile “İstanbul” Türkçede bu şehir için en çok kullanılan addı. Buraya gelen ilk Türkler, Yunanlardan duydukları bu ifadeyi tam olarak ne anlama geldiğini bilmeden kendi sözlüklerine kattılar.
1930 yılında yeni bir posta sisteminin gelmesiyle, Türk yetkililer yabancıların Türkçe olmayan geleneksel adları terk etmelerini ve İstanbul’u kendi dillerinde tek ad olarak kabul etmelerini talep ettiler. Bir mektubu ya da paketi yollarken üzerine adres olarak “İstanbul” yerine “Konstantinopolis” yazdıysanız ismin dünya üzerinde kabul görmesine katkı sağlamış olan Türk PTT’si postayı size geri yolluyordu. Bir şarkıda söylendiği gibi “Eğer Konstantinopolis’te bir sevgilin varsa o seni İstanbul’da bekliyor olacaktır.”
Yeni Roma
Büyük Konstantin tarafından 330’da Roma İmparatorluğu’nun başkenti ilan edilen Yeni Roma, imparatorluk ikiye bölününce doğunun başkenti oldu. Şehri bir Yunan taşra limanından büyük bir metropol haline dönüştüren adamın adıyla anılan “Konstantinopolis”, dünyanın herhangi bir şehrinde olabilecek en güzel doğal alanlara sahiptir. Edward Gibbon, kentin konumunu Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı kitabında şöyle tarif eder:
41 derece enlemde konumlanan 7 tepeli imparatorluk kenti, Avrupa ve Asya’nın karşı kıyılarına kadar ulaşmıştı. İklim sağlıklı ve ılıman, toprak bereketli, liman güvenli ve geniş, kıtanın bu tarafına yaklaşmak kısa menzilde mümkün olup savunması da kolaydı. İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı, Konstantinopolis’in iki kapısı olarak düşünülebilirdi. Bu iki önemli geçide sahip olan hükümdar burayı isterse denizyoluyla gelen düşmanlara kapatabilir isterse de ticari filolara açabilirdi. İşlenmemiş ticari emtialar her ne kadar Almanya ve İskitler’in yaşadığı bölgelerdeki ormanlardan (İskitya’nın ormanlarından) getirilmiş, Avrupa veya Asya’nın becerisiyle işlenmiş olsa da, Mısır’ın mısırı, en uzaktaki Hindistan’ın değerli taşları ve baharatı değişken rüzgârlarla asırlar boyunca antik dünya ticaretini cezbeden Konstantinopolis limanına getirilirdi.
Konstantinopolis tarihinde anılmaya değer birçok kişilik vardır. Bu hayalet oyuncular antik kentin görkemli ve kana bulanmış sahnesindedirler. Bunlardan ilki, 1000 yıldan fazla hüküm sürmüş bir kentin kurucusu olarak en büyük güce sahip olmak için çırpınıp duran gaddar asker-imparator Büyük Konstantin’dir. Tarihçi Cyril Mango’nun bakış açısıyla: “Konstantin Hıristiyan bir azizdi. Gerçekle bağı çok az olan azizlere özgü bir yaşam tarzını benimsedi. Bir kâfir tarafından vaftiz edildi, hem karısını hem de büyük oğlunu öldürdü, ölümünden sonra da bir pagan gibi defnedildi.”
Konstantin’in ileri gelen haleflerinden İmparator Trajan’ın soyundan geldiğini iddia eden İspanyol I. Theodosius’un bir Mısır dikilitaşının mermer kaidesine kazınmış tasviri Hipodrom’da görülebilir. Tasvirde Theodosius, imparatorluğun tören izleme alanında yanında iki oğlu Arcadius ve Honorius’la 21 yaşına gelmeden ölen, belki de öldürülen, Batı’nın imparatoru Valentian olduğu halde maiyetindekilerle birlikte resmedilmiştir.
İmparatorluk morunu giyen diğerlerini de bu kitapta görüyoruz: Başta Ayasofya’nın (Grekçede Hagia Sophia, Türkçede Aya Sofya veya Ayasofya) kurucusu Justinianus’la onun gençlik yıllarında bir fahişe olan ve pek de matah yanı bulunmayan olağanüstü imparatoriçesi Theodora’yı ve düğün için İtalya’ya giderken ateşli bir hastalık nedeniyle ölen Kutsal Roma İmparatoru Otto’yla evlendirilecek olan 2. Basil’in yeğeni 11. yüzyıl imparatoriçesi Zoe’yi. Kendisi ilk önce 3. Romanus, daha sonra da Konstantin Monamachos’la evlendirildi. Zoe, Romanus’un yüzünü Ayasofya’daki mozaikten sildirip kendi yanına Konstantin’in yüzünü işlettirdi. Zoe’nin tasvirini büyük katedralin güney galerisinde görebilirsiniz. Ayasofya’da mozaik portresini görebileceğimiz bir diğer imparator da içkili halde polo oynarken ölen Alexander’dır.
Osmanlılar
Osmanlı Türkleri ya da başka bir deyişle Osmanlılar, Selçuklu İmparatorluğu döneminde Anadolu’da savaşmış yağmacı 400 savaşçıdan oluştuğu söylenen bir grubun lideri olan ve 1288-1326 yılları arasında yaşamış Osman’ın soyundan gelmektedir. Bu Türklerin ilk inancı şamanizmdi. Türklere eşlik eden ve ilham veren şamanlar ve dervişler, onların ulusal kimliğini oluşturmakta başrolü oynadılar. Dervişler bugün bile Türkler için ikonik birer figürdür. Sebat karşılığını bulur, cümlesinin Türkçedeki karşılığı “Sabreden derviş muradına ermiş” atasözüyle açıklanmaktadır.
II. Mehmet, Osmanlı’nın önde gelen hükümdarlarından biriydi. 1451-1481 yılları arasında hüküm sürmüş “Fatih” lakaplı Mehmet, hünerli ve yüksek öngörülü sert bir adam olmakla beraber, acımasız bir savaşçı ve ileriyi gören bir planlamacıydı. Mehmet, İstanbul’u Türkler için fethetti ve takip eden 5 yüzyıl boyunca kenti tanımlayacak kurumları inşa etmeye başladı. Oğlu II. Bayezid, mistik eğilimli sofu bir adamdı. Mehmet’in Yunan ve Roma uygarlıklarını örnek alan politikası yerine, Arapların İslami rejimini gözetti. Bayezid’in dingin hükümdarlığı, imparatorluk sınırlarını genişletmeye devam eden başka bir büyük savaşçı Yavuz Selim’in yolunu açtı.
I. Selim’den sonraki bütün padişahların en büyüğü sayılan Kanuni Sultan Süleyman (Muhteşem Süleyman) başa geçti. Osmanlılar, bu ulu hükümdarları için unvan olarak Süleyman adının önüne Sultan sıfatı yerine “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” anlamına gelen Farsça kökenli “padişah” kelimesini tercih ettiler. 1520-1566 yılları arasında yaşamış Süleyman’ın hükümdarlığı, doğuda Hint Okyanusu’ndan başlayıp bütün Küçük Asya boyunca devam ederek kuzeyde ve batıda Balkanlardan Viyana kapılarına kadar ve yine güneyde Orta Doğu boyunca Afrika’ya ve Mısır’ın güney sınırlarına ve Kuzey Afrika’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar uzanan bir imparatorluğun bölgesel ilerleme noktasıydı.
Ne yazık ki saray entrikaları yüzünden tahtını, kendisinden sonra ülkeyi yönetmekte yetersiz kalmış II. Selim’e ya da lakabının işaret ettiği üzere Sarhoş (Sarı) Selim’e bıraktı. Selim söylentilere göre bir şişe Kıbrıs şarabını bir dikişte içip Topkapı Sarayı’nın imparatorluk hamamının kaygan mermer zemininde kayarak kafatasını çatlattı ve 1574 yılında vefat etti. Beklendiği üzere Selim, bu büyük imparatorluğun çöküşünü başlattı – hemen hemen 450 yıl süren hadiseli bir çöküş. Son padişah 6. Mehmet’in 1922’de beraberinde zevceleri ve cariyeleri olduğu halde Dolmabahçe Sarayı’nın arka kapısından bir İngiliz savaş gemisiyle apar topar İtalyan Riviyerası'na sürgüne gönderilmesi ile Avrupa’nın hasta adamının sonu gelmiş oldu.
O DÖNEMDE ŞÜPHESİZ KAYDA DEĞER herhangi bir olay vuku bulmamasından ziyade 18. yüzyılın büyük değişimler zamanı olması nedeniyle Süleyman’ın hükümdarlığından sonraki 2 yüzyılı atlıyoruz. Osmanlılar, Avrupalı güçler ve Çarlık Rus-yası tarafından gölgede bırakıldıklarını ve dünyanın onlara ayak uydurmasını beklemek yerine değişen dünyaya ayak uydurmak zorunda olduklarını anlamaya başladılar. Üstelik Osmanlı mimarisi Avrupa’nın barok ve rokoko tarzını yansıtmaya başlamıştı bile. Dolayısıyla sonraki birkaç yüzyıl boyunca ihtişamdan basitliğe geçiş yaptılar. Güzelliğe ve lükse düşkün III. Ahmet, imparatorluğun ötesindeki dünyada olup bitenlere karşı duyarlılığı ile 18. yüzyılın ilk 30 yıllık dönemi boyunca süren Lale Devri’ne öncülük etti.
19. yüzyılın başlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nu çağdaşlaştırma gibi göz korkutucu bir işe soyunan II. Mahmut tahta geçti. İmparatorluğun yavaş yavaş parçalanmaya başlaması ve tarihi güçlerin olumsuz etkisiyle başarısızlığa mahkûm olmuş bir teşebbüs… 19. yüzyılın sonlarında başa geçen iki hükümdar Abdülaziz ve II. Abdülhamit, beceriksizlikleriyle dikkat çeken cahil kişilerdi. Belki de bu sendeleyen ve yıkılmaya yüz tutmuş eski imparatorlukta modernizasyon ve batılılaşma çabalarının tamamen imkânsız olduğunu sezdikleri için, zamanı geri döndürmeye çalışıp borç parayla otokratik bir geçmişte yaşıyorlardı.
Türk ulusunu Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan enkazdan kurtarmak, -kabul gören ismi “Baba Türk” veya “Türklerin babası” anlamındaki Atatürk olan- Türkiye’nin büyük ulusal kahramanı Mustafa Kemal’e düştü. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Atatürk, öncülleri Fatih ve Kanuni Sultan Süleyman seviyesinde ileri görüşlüydü ve modern Türkiye’yi aynen onların Osmanlı İmparatorluğu’nu biçimlendirdiği gibi biçimlendiriyordu. Suretini paralarda, berberlerin ve o lezzetli Türk usulü köfteleri servis eden köfteci dükkânlarının duvarlarında, polis karakollarında, meyhane ve tavernalarda görürsünüz. Atatürk, büyük öncülü Fatih Sultan Mehmet gibi mizacında tuhaf tavırları da olan karmaşık bir adamdı; ancak Winston Churchill’le George Washington’ın kendi ülkeleri için olduğu gibi o da kendi ülkesinin her şeyiydi ve hatta belki de daha fazlasını ifade ediyordu.
Kentin Rumları, Yahudileri ve Ermenileri
İstanbul’un benzersizliğinin bir bölümü, katman katman sıralanmış tarihsel dönemlerinden ve farklı etnik gruplarla dinlere ait hikayelerin birbirleriyle kesişmesi, rekabet etmesi ve birbirlerine aykırı düşmelerinden kaynaklanmaktadır. Bizans tarihi, Osmanlı tarihi ve kentin Rum, Yahudi ve Ermeni azınlıklarının hikâyeleri de zaten içten içe kaynayan bir hüznün parçalarıdır. Osmanlı İmparatorluğu, başkentteki sayıları en az Türkler kadar olan Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler’den oluşan kozmopolit bir yapıya sahiptir. Balkanlardan gelen Sırplar, Hırvatlar, beyaz takkeli Arnavutlar, Bulgarlar ve Macarlar ile Venedikli tacirler ve Cenevizli denizciler, Çerkezler, Acemler, Araplar, sarıklı Türkmenler, Kürtler ve siyahi Afrikalılara yakın zamanda eklenen kıymetsiz rubleleriyle dolu bavullarını taşıyan Ruslardan bahsetmiyorum bile. 19. yüzyıl gezginlerinden İngiliz Adolphus Slade, mahkûm nüfusun dini ihtiyaçlarına cevap vermek için bir cami, bir sinagog ve bir kiliseye ihtiyaç duyan bir hapishaneye yaptığı ziyareti aktarmıştır.
Fatih Sultan Mehmet, bir zamanlar Bizans İmparatorluğu’nun başkenti olmuş şehri ele geçirdiğinde nüfus ciddi bir biçimde azalmıştı. Böylece şehri, bütün Akdeniz dünyasının tamamından verimli ve üretken yurttaşlarla doldurmak üzere işe koyuldu. Bu maksatla 1492’deki engizisyon sırasında İspanya’dan kovulmuş Sefarad Yahudilerine ibadethane teklif etti. Tıpkı ataları Mayflower’la göçmen olarak gelmiş Amerikalıların yeni gelenlerden daha üstün bir konumda olduklarını iddia etmeleri gibi, bu İstanbullu Sefaradların kendini beğenmişliğinin odağı da İspanya’dan gelen “ilk 16 gemi” içinde olduklarını iddia etmeleriydi.
Bizans zamanından 16. yüzyılın sonunda mahallelerinin Yeni Cami’ye yer açmak için yıkılmasına kadar, Eminönü rıhtımı boyunca Karay Yahudileri yaşıyordu. (“Yeni” sözcüğü İstanbul’da, tıpkı Oxford’daki 14. yüzyılın “Yeni Kolej”i gibi görecelidir.) İşçi sınıfından olan Yahudiler, Rum mahallesi Fener’e komşu olan Haliç kıyısındaki Balat’a taşınırken daha zengin olanlar da geleneksel olarak Ceneviz, Venedik ve diğer İtalyan denizci ve tüccarlarına ev sahipliği yapmış olan Galata’ya yöneldiler. Aynı zamanda Marmara Denizi’ndeki Prens Adaları da bu azınlıkların birçoğuna ev sahipliği yapıyordu. Israrcı bir Hıristiyan önyargısına rağmen, sultanlar Yahudileri cesurca savundular. 1840 yılında I. Abdülmecit özellikle “Yahudi ulusunun korunacağına ve savunulacağına” dair bir ferman yayınladı.
Birçoğu, Avrupalılaşmış Karaköy semtindeki Bankalar Caddesi etrafında yaşayan İstanbullu Yahudi topluluğu, Osmanlı bürokrasisinin ihtiyaçlarına hizmet etti. Diğer birçok Yahudi de şimdiki adıyla bankacılık sektörü için çalıştılar. Bu ailelerin en önemlisi 18. yüzyılda şehre gelmiş Venedikli Yahudi sermayedar ve emlak baronları Kamondo Ailesiydi. 1881 yılına ait emlak araştırması listesinde Kamondoların 10 adet han, 27 adet apartman ve ev, bir adet tiyatro, 50 adet dükkân ve Boğaziçi’nde 2 adet yalıya sahip oldukları görülmektedir.
Ne yazık ki Kamondolar 19. yüzyılda faaliyetlerini Paris’e taşıdı. Gecenin bir yarısında Naziler kapıları vurarak Parisli Yahudileri toplayıp pek azının dönebildiği doğuya giden trenlere bindirdiklerinde, bu göç etmiş İstanbullular Atatürk Türkiye’sinde sahip olacakları himayeden yoksun kalmış oldular. Kamondoların sonuncusu da Auschwitz’te can verdi. Paris’te bıraktıkları hatıra, dekoratif sanatlara tahsis edilmiş olan “Nissim de Camondo Müzesi”dir. Bu zarif konak 1860 İstanbul doğumlu Moise Camondo tarafından I. Dünya Savaşı sırasında Fransa için savaşan oğlu Nissim adına Fransızlara verilmişti.
Büyükada’daki Splendido Oteli’nin lobisinde sigara tüttürüp atalarına ait Sefarad dilinde skor tutarak briç oynayan yaşça geçkin Yahudi hanımları hâlâ nadiren de olsa görebiliriz. Karaköy’deki Yahudi Müzesi İstanbul’un tarihini bu açıdan görmek için iyi bir mekândır.
İstanbullu azınlıklar için her şey bu kadar da ahenkli değildi. 16. yüzyılın başında I. Selim, 2 yaşlı yeniçerinin bunun bir fetihten ziyade anlaşma olduğu konusunda kendisini ikna etmelerine kadar şehirdeki tüm kiliseleri kapatmak istiyordu. İslam geleneklerine göre bu durum, kentin sakinlerinin ibadet yerlerini korumasına izin verilmesi anlamına geliyordu. 19 yüzyılda yeri yerinden oynatacak olan milliyetçilik rüzgârları, ulusların daha büyük bir kültürel ve politik kimlik içinde birleştiğini öne süren Osmanlı ruhuna aykırı düştü.
Osmanlılar, vatandaşları üzerindeki hâkimiyetlerini kaybettikçe ve yıllar içinde her taraftan sürekli olarak saldırıya uğradıkça daha acımasız karşılıklar vermeye başladılar. Philip Man-sel Konstantiniyye, Dünyanın Arzuladığı Şehir kitabında şöyle anlatır: “1896 yılının alelade bir gününde Girit’ten ayaklanma, Lübnan’dan isyan ve Rusya’dan da Ermenilerin Doğu Anadolu’ya akın ettiği haberleri geldi.” Bu Ermeniler, Türk köylüleri, askerleri ve düzensiz Kürt Birlikleri tarafından kıyıma uğramıştı; İstanbullu Ermeniler de tehlike içindeydi. Çarlık Rusyası’yla müttefik olan radikal bir Ermeni grup, yalnızca Osmanlı birliklerine değil Ermeni Patriği’ne de saldırı düzenledi. Çokkültürlü Ortaköy semtinde de Rumlara saldırıldı. 1895 yılında tabanca ve bıçaklarla kuşanmış 2 bin kadar ayaklanmacı devrimci şarkılar söyleyerek “ya özgürlük ya ölüm” sloganıyla Bâb-ı Âli’ye yürüdüler. II. Abdülhamit’te her ikisi de yoktu. Polis kalabalığa ateş açtı ve birçoğu öldürüldü.
1896 yılında Ermeni ihtilalciler, vatandaşlarının kıyıma uğramasına dünyanın dikkatini çekmek istedikleri zaman tabancalar, el bombaları ve dinamitlerle kuşanmış olarak Karaköy’deki Osmanlı Bankası’na doğru harekete geçip birçok insanı öldürdüler, 14 saat boyunca 150 kadar çalışanı ve müşteriyi rehin tuttular. İhtilalcilerin kanundışı hareketlerine maruz kalan Türk topluluğuna ve Sultan II. Abdülhamit’e misilleme yaptılar. (Hem II. Abdülhamit’ten hem de ihtilalcilerin kanundışı hareketleri karşısında öfkelenen Türk topluluktan gelecek misillemeyi harekete geçirdiler.) Polis sokaklarda ve rıhtımda ölümüne dövülen Ermenilere seyirci kaldı. At arabaları cesetleri uzağa taşıdı.
Varlıklı Rumlar, Türkler ve Yahudiler çalışanlarını ve hizmetlilerini koruyabiliyorlardı. Bu durumda en çok acı çeken fakir Ermeniler oldu. Azınlıkların onları yönetenlere karşı ortak bir tavır alması beklenebilirdi ancak durum böyle değildi. Abdülhamit ve Rum Patriği III. Joachim’in oldukça yakın bir ilişkileri vardı; birbirlerine hediyeler veriyor ve Yıldız Sarayı’n-da Rumca sohbet ediyorlardı. Dediğim gibi, Osmanlılar Yahudi vatandaşları için güvenli bir cennet sağlamışlardı. Ancak daha sonraki yıllarda varlık vergileri İstanbullu Yahudileri ve Rumları hedef aldı ve birçoğu servetlerinin yok olmasını göze almak istemedikleri için burayı terk ettiler. 1950’li yıllarda milliyetçi isyancılar azınlıklarca, özellikle de Rumlar tarafından işletilen iş yerlerinin vitrinlerini kırıp döktüler.
Ermeni ve Rumların İstanbul’daki deneyimleriyle ilgili çok fazla İngilizce yazılı kaynak bulmayı başaramadım. 32. Bölüm’de daha çok bahsedeceğimiz Yunan şair Kavafis’in çocukken bu sokaklarda dolaştığını biliyoruz. Konstantinopolis’teki Rumların hikâyesi, İngilizce okurların dikkatine sunulmak üzere bekliyor. İstanbul’un geçmişine bakanlar bu azınlıkları gözünün ucuyla görebilir, zira onlar nadiren şehrin ilgi odağının merkezinde olmuşlardı. Bu yüzden Elif Şafak’ın yazmış olduğu 2006 tarihli Baba ve Piç adlı roman çok önemlidir. Hikâye, İstanbul’u ziyaret eden, normalde San Fransisco’da yaşayan Ermeni asıllı genç bir Amerikalı kadını anlatıyor ve bu kadının ailesinin tarihinin şehrin tarihiyle ne kadar iç içe geçmiş olduğunu gösteriyor. Ermeniler Konstantinopolis’in entelektüel hayatında önemli bir rol üstlenmişti. 2007 yılında, açıksözlü bir Ermeni asıllı Türk gazeteci Hrant Dink’in 17 yaşındaki bir Türk milliyetçisi tarafından suikaste kurban gitmesi, 100 bin İstanbulluyu ellerinde “Hepimiz Ermeniyiz” yazılı pankartlarıyla protesto gösterisi için sokağa döktü.
Bugünkü İstanbul’da Rumlar, Ermeniler ve Yahudilerin nüfusu büyük oranda azalmıştır ve şehir onların yokluğuyla gittikçe fakirleşmiştir. İstanbul, görünüşte cumhuriyetçi “Türkiye Türklerindir” sloganını benimsemiş ve bir zamanlar kenti renklendiren bu azınlıkları unutmaya razı olmuşken diğer bir yandan da ezan sesiyle kilise çanlarının aynı anda duyulduğu, İbranice yazıların sinagogların kapılarına kazındığı, çeşitli dillerin konuşulduğu ve birçok dini festivalin düzenlendiği bir yer haline gelmiştir. Eski İstanbullular hâlâ Rumları, Ermenileri ve Yahudileri hatırlıyor ve özlüyorlar. Hıristiyan olmayan birçok İstanbullu dinsel olmayan bir Noel’i kutluyor ve hatta Santa Maria ve San Antonio di Padua Katolik kiliselerindeki geleneksel toplu ayinlere katılıyorlar. Bu tükenmiş topluluklar, unutmanın ve hatırlamanın şehri İstanbul’un derin hafızasının bir köşesinde sessizce durmaya devam ediyor.
Galata köprüsünde eski şehirle yenisi arasında kalmış 1878 yılına ait bir manzara:
Sırtlarındaki koca yükün altında eğilmiş, koşuşturma içindeki bir yığın Türk hamalın arkasından, içinde Ermeni bir hanımın köşesinden görünüverdiği sedef ve fildişi kakmalı bir tahtırevan geliyor. Tahtırevanın bir yanında beyaz sarıklı bir Bedevi, diğer yanında ise mavi kaftanlı ve başına beyaz tülbent bağlamış yaşlı bir Türk göze çarpıyor. Yanlarından genç bir Rum hızla geçiyor, onu işlemeli yeleği içindeki tercümanı takip etmekte. Yanı sıra üniformalı uşakların arkasında Avrupalı büyükelçiyi taşıyan at arabasına yol açmak için kenara çekilen mahruti şapka ve devetüyü pelerinli bir derviş var. (…) Bir anda etrafınızı siyah astragandan gösterişli şapkalarıyla Acem alayı sarıyor. Hemen arkalarında, iki yandan yırtmaçlı uzun sarı bir kıyafet giymiş bir Yahudi, sırtına bağladığı çuvaldan sarkan bebeğiyle hırpani bir çingene, onun yanında elinde asası ve dua kitabıyla bir Katolik rahip, Yunan, Türk ve Ermenilerden oluşan karışık bir kalabalığın arasında atının üzerinde “Vardah!” (yol açın) diye bağırarak ilerleyen devasa bir hadım, onu hemen ardından takip eden yeşil ve mor giysili, büyük beyaz örtülere sarınmış harem kadınlarının olduğu çiçekler ve kuşlarla süslü bir Türk atlı arabası; hemen yanlarında Pera’daki hastanelerden birinden geldiği belli olan bir hemşire, onun da ardında maymunuyla yürüyen Afrikalı bir köle ve de cübbesi içinde bir falcı…
-Edmondo de Amicis, İstanbul.
3
İstanbul Eskiden Olduğu Gibi
İstanbul 50 yıl önce ilk kez geldiğimde hâlâ Orhan Pamuk’un İstanbul: Hatıralar ve Şehir adlı kitabında tarif edildiği gibi savaş sonrası ihmal edilmiş bir bölgeydi; tam da daha kalabalık bir metropol haline gelmeden önce Türkiye’nin büyük fotoğraf ustası Ara Güler’in siyah beyaz fotoğraflarında göründüğü gibiydi aslında. O günlerde nüfusu 1 milyon civarındaydı ve hâlâ Orhan Pamuk’un üzerinde durduğu hüzün atmosferini yayıyordu. Parke taşlar üzerinde sallanarak ilerleyen külüstür otobüsler ve otobüs kuyruğu etrafında dört dönen adamdan satın alacağınız pelür kâğıda basılı otobüs biletlerinin hatırası hâlâ hafızamda. Otobüs kalkar kalkmaz biletleri biletçiye uzatıyordunuz. Biletçi topladığı biletlerden bir yığın elde ettiğinde onları sürücü koltuğunun yanındaki teneke bir kutuda bir kibritle yakıyordu. İşlerin böyle yürümesi başka hiçbir yerde anlaşılır değildir ama İstanbul’da bir şekilde olağan görülüyordu.
Türklerin eski göçebe zamanlarında suya, ateşe ve havaya taptığı söylenir. Günümüzde bile bunların İstanbul’un üç temel elementi olduğunu görebiliyoruz. Su önemli, çünkü şehir suyla çevrili; Avrupa ve Asya yakası birbirinden Karadeniz’den Marmara Denizi’ne, oradan da Akdeniz’e dökülen akıl almaz ters akıntıların geçtiği Boğaz’la ayrılıyor. Bazen Stamboul adıyla anılan eski şehir, nispeten daha yeni olan Beyoğlu’ndan, Batılıların Altın Boynuz olarak adlandırdığı ve nehir ağzı anlamındaki Haliç’le ayrılmakta. Aynı şekilde hava da hâkim element, zira şehir bir dizi tepe üzerine kurulu ve İstanbul’da olmak, ufka kadar uzanan açık alanların ve manzaranın karşısında olmak anlamına geliyor.
Diğer element ateşin ise şehrin hayatıyla önemli bir bağı var. Bizanslılar, bir nevi erken napalm bombası denebilecek olan meşhur “Rum Ateşi”ni kuşatma zamanında düşmanlarına karşı bir silah olarak kullandılar. Etlerin pişirildiği ateş, havayı her yerden fark edilen güzel bir kokuyla dolduruyor. Ateş asırlar boyu şehrin yaşamını şekillendirdi. Kiliseler, camiler ve halka açık diğer yapılar taş ve tuğladan, yaşam alanları ise ahşaptandı ve büyük yangınlar çıktıkça mahalleleri küle çeviriyor, felaket civarda ne varsa silip süpürüyordu.
1960’larda İstanbul
Şehri ilk ziyaretimde karaborsa döviz bozdurma işi tıkırındaydı. Bir doların karşılığı resmi olarak yaklaşık yedi sekiz lira civarındaydı, ancak paranızı nerede bozduracağınızı bildiğinizde 1 dolar karşılığında 11-12 lira alabiliyordunuz. Kapalıçarşı’daki bir dükkânın arkasında kalan gizli bir odaya girip imzaladığım birkaç seyahat çeki karşılığında parlak siyah kruvaze bir takım elbise giymiş bezgin görünümlü bir adamın belli ki pek çok kez elden geçtiği için yıpranmış bir tomar Türk lirasını bana uzattığını hatırlıyorum. Karaborsa artık geçmişte kaldı. Şimdilerde dünyanın herhangi bir yerinde olduğu gibi banka kartınızı makineye sokuyor ve karşılığında gıcır gıcır Türk lirası alıyorsunuz. Bir yeni Türk lirasının geçmişin bir milyonuna eşit olması, bu kadar çok sıfırın yarattığı karmaşayı ve iki ayağın iki yana basıldığı, ortada bir delikten ibaret umumi tuvaleti kullanmak için küçücük bir pencereden 250 bin lira ödemenin garipliğini gideriyordu.
Şimdiye kadar hiç duymadığım bir sözcük olsa da, kenti rüyadaymışçasına dolaşan bir İstanbul avaresi olmuştum. Birkaç kuruşa ekmek, çiğ soğan ve acı sivri biber eklenmiş beyaz fasulyeden oluşan piyaz ve bir şişe suyla öğle yemeğimi geçiştiriyordum. İstanbul’da hiç kimse musluktan su içmiyor, hatta dişini bile fırçalamıyor. Baş ağrısı yapacağını söylüyorlar. Gece amaçsızca gezinirken muhallebici ya da pastane dedikleri bir tatlıcı dükkânına girip bir porsiyon baklavayla sade, şekerli ya da orta şekerli seçenekleri olan sert ve yoğun bir Türk kahvesi söylüyordum.
Bir başıma dik parke taşlı Galata sokaklarını tırmanıyor veya paslı Sovyet tankerlerinin denizin ışıltılı yüzeyinde gezdiği ve bir adamın iş çıkışı ailesiyle birlikte balık tutmaya gittiği ya da kilim veya battaniyelerini serip Bizans zamanından kalma yıkık dökük taş duvarlar boyunca yayıldığı Marmara Denizi’nin kıyısında dolanıp duruyordum. Oralarda Orta Asya’nın göçebe nesline mensup olanllar mangallarını hazırlayıp, domates ve salatalıklarını dilimleyip tıpkı atalarının Asya steplerinde yaptığı gibi şişe geçirilmiş kuzu etlerini pişiriyorlardı.
Paris’te Doğu Ekspresi’ne bindiğim zamanı hatırlıyorum. Gerçi bana gelene kadar kendisinin ve geçtiği yerlerin adının ötesinde pek bir çekiciliği kalmamıştı. Ufak tefek anlık şeyler anımsıyorum. Dar koridorlu ve ahşap kompartımanlı trenin zemininde uyumanın bıraktığı etki ve Stalin yanlısı Bulgaristan’dan geçerken gözüme takılanlar gibi. Askerler trene binip Yugoslavya sınırından Türk sınırına kadar olan bölgede trende kalarak ağır postalları, yüksek sesleri ve haşin davranışlarıyla uyuyanları uyandırıp yolculara gözdağı verdiler. Bu yolculuklarımdan birinde sabah erken bir vakitte Türkiye sınırındaki ilk istasyonun peronunda çalan mızıka bandosunu görmek için trenin penceresinden başımızı uzattık.
1967 yılındaki bu ziyaretimi karayoluyla mı yoksa Pire’den gemiyle Girit’e Mikonos’a ve Rodos’a gittiğimiz sırada arabayı yüklemede kullanılan çelik halatlar yüzünden kaportası ezilen Volkswagen marka arabamla mı gerçekleştirdim bu kadar zamandan sonra hatırlayamıyorum. Karadeniz’in Kilyos kıyısında denize girdiğimi, sonra da 60’lı 70’li yıllarda Hindistan’a kadar giden hippi tren yolunun İstanbul ara durağı Sultanahmet’teki Divanyolu Caddesi’nde bulunan Pudding Shop’ın terasında haşhaş içtiğimizi hatırlıyorum. Bir gece geç saatlerde Çemberlitaş’ta bir binanın tuvaletine gittiğimde tavandaki ampulun hızlıca öne arkaya sallandığını fark ettim. Meğerse deprem oluyormuş.
Öğrencilik yıllarımda şehri otobüsle dolaşırdım. Daha sonra ilerleyen yaşımda nasıl olduysa ben de tanıdığım orta sınıf Türklerin yaptığı gibi her yere taksiyle gitmeye başladım. Son seyahatlerimde ise Vikipedi’de “plastik bir köstek üzerindeki elektronik buton” şeklinde tanımlanan akıllı bilet “Akbil” alarak toplu taşımayı yeniden kullanmaya başladım. Böylece ağır ağır yapılan seyahatlerin ucuz olmasının yanında aynı zamanda Beşiktaş vapur iskelesinin hemen ötesindeki kıyı yolundan kuzeye doğru ilerlerken otobüsün penceresinden gözüme takılan “Peri Çıkmazı” gibi çıkmaz sokak levhalarını keşfetmenin tadını çıkaracak kadar boş zamanım olduğunu fark ettim. Akbil, vapur seferlerinde, tramvayda, hafif raylı sistemde ve diğer ulaşım araçlarında çok daha iyi ve kârlı, üstelik akbilinizi şehrin her yerinde kolaylıkla bulabileceğiniz makinelerde de doldurabiliyorsunuz.
Beşiktaş’tan Taksim’e giden dik yokuşu otobüsle çıkarsanız etrafınıza baktığınızda beton çağından önce şehrin ne kadar harika yerleri varmış anlarsınız. Pencere camları eksik olmasına karşın güzel kayısı renkli duvar sıvaları hâlâ korunmuş yıkık bir Osmanlı köşkünün yanında, limon yeşili renkte bir cami ve bu ikisinin yanında da nereye gittiği belli olmayan sivri kemerli bir geçit gözünüze çarpar. Avrupa yakasındaki Boğaz kıyısından taksi ya da otobüsle geçerken Bebek koyuna yakın Mısır Konsolosluğu’nun eski yaz köşkünü seyretmek hoşuma gidiyor. Art nouveau stilindeki bu bina şimdilerde bakımsız, köhne ve otlarla kaplı.
Taksim’de bir tur atıp Atatürk Köprüsü’ne (diğer adıyla Unkapanı Köprüsü) doğru kıvrılarak inen otobüsle giderken bir zamanlar Rum, Yahudi, Ermeni ve Levanten tüccarların yaşadığı zarif art nouveau apartmanların bulunduğu Grande Rue de Pera denilen alışveriş caddesi İstiklal’den aşağı inen garip Beyoğlu sokaklarını görüyorsunuz. Pera, Yunancada “karşı taraf”, yani şehrin Haliç’in karşısındaki bölümü anlamına geliyor. Orada burada ayakta kalan, yıkık dökük, harap ve boyaları kabarmış Osmanlı tarzındaki eski ahşap binaların her an yerle bir olacağından endişe ederek yenilenmesini istiyor insan. Bu terk edilmiş binaların çoğu eski Türk evlerindekilere benzeyen payandaları, yuvarlak kemerleri, odaları sokağa taşıyan cumba denen kafesli çıkma pencereleriyle masalsı bir görünüme sahip. 20. yüzyıl erken dönem Levanten mimarisi, Avrupalılaşmaya olan hevesi ortaya koyarken aynı zamanda oryantalist fantezileri de sürdürüyordu. Şehir, çürümenin ve yenilenmenin sahnesidir.
Karaborsadaki para, alışkın olmadığım bir mutfak, insanların bakışları, her türden gemi ve tekneyle tıklım tıklım dolu limanın üzerindeki parke taşlı dik yokuşlar, burun deliklerindeki pis ve güzel kokuların birlikteliği, ezanın çığlığı – bunların her biri, hem davetkâr hem de tehditkâr bulduğum bir şehri anlama merakımın artmasına sebep oluyor. Yaklaşık yarım yüzyıldan daha uzun bir süre bu bulmacayı çözebilmek amacıyla dilini okuyabilmek için öğrenerek, dinini anlamak için uğraşarak, hem Osmanlı hem Bizans tarihi üzerine odaklanarak, kendimi şehrin sanatı ve mimarisi konusunda eğiterek ve en sonunda da İstanbul’u İstanbul yapan duyguyu bulmaya çalışarak parçaları bir araya getirme yolunda adım adım çabaladım.
4
Mahalleler
İstanbul’u her mevsimde ziyaret ediyorum. Akasya ve ayvaların yeşerdiği ilkbaharda ya da çınar ağaçlarının altında bir gölge aradığınız ve tozlu sokaklarda yürürken incir ağaçlarının kekremsi kokusunu yakaladığınız bir yaz mevsiminde… Ve hatta sivrisineklerin henüz ölmemiş olduğunu öğrenip hayal kırıklığına uğradığınızda gökyüzünü dolduran leylek sürüleriyle mutluluk duyduğunuz sonbaharda… Her ne kadar etrafınız satıcılar, halıcılar ve kartpostalcılarla çevriliyor olsa da istediğim çoğu şeyi bulabilmem sebebiyle ilk başlarda kalacağım yeri tarihi bir bölge olan Sultanahmet’teki bir otelde ayırtıyordum. Bunları çok dert etmiyorum, zira büyük bir fakirliğin olduğu bu şehirde bazı insanlar ancak böyle para kazanabiliyor. Şehre daha sonraki gelişlerimde ise Boğaz kıyılarında sabah ve akşamları rahatlıkla dolaşabileceğim, kıyı boyunca sıralanmış restoranlarda balık yiyebileceğim ve Asya yakasındaki sessiz kıyı köylerine bir vapurla ulaşabileceğim Bebek veya Arnavutköy semtlerini seçecektim.
Londra ve New York gibi, bu uçsuz bucaksız şehrin görünmeyen yüzüne baktığınızda, İstanbul metropolünün büyüdükçe birbiri içine geçmiş kenar mahallelerden oluşan semt ve köylerden ibaret olduğunu görürsünüz. Üst orta sınıf Türklerin yaşam tarzını yakalamak için Orhan Pamuk’un “Hatıralar” veya “Masumiyet Müzesi” kitabındaki karakterlerle özdeş İstanbullularla takılabileceğiniz Nişantaşı’na gidin. Sultanahmet’ten kısa bir otobüs yolculuğuyla ulaşabileceğiniz Fatih semti ise muhafazakâr bir ortama sahip. Fatih çevresindeki sokaklarda dolaşıp haftada bir kurulan açık pazarda alışveriş yaparken neredeyse bir Türk köyünde olduğunuzu hissedersiniz. Geleneksel anlamda İstanbul’un dini merkezi de 7. yüzyılda Konstantinopolis’i kuşatmakta başarısız olmuş orduya mensup, Peygamber’in yoldaşı Eyüp-El Ensari’nin türbesini çevreleyen Haliç kıyısındaki Eyüp semtidir.
Eski şehrin ticaret merkezi çarşı bölgesiydi. Kapalıçarşı bu bölgenin tam kalbinde yer alıyor etrafı da metal işçiliği ve diğer hafif üretim ticaret işlerine ayrılmış ardı ardına gelen sokaklarla çevreleniyor. Osmanlı âdetlerine göre aynı ürünü alıp satan dükkânlar tek bir yerde kümeleniyorlar, misal kakmalı satranç veya tavla takımı arıyorsanız bunları Kapalıçarşı’dan Baharatçılar Çarşısı’na kadar uzanan Uzun Çarşı’da yan yana sıralanmış dükkânlarda bulursunuz.
Kervanların çeşitli ürünleri uzak diyarlardan satılmak üzere kente getirdiği, tüccarların yük hayvanlarını bağlayabildiği, mallarını güvenli bir biçimde saklayabildiği ve geceleri konaklayabildiği geçmiş dönemlerden bugüne kadar varlığını sürdürmüş ticari yapılara “han” adı veriliyor. Bunların arasında benim en çok beğendiğim 17. yüzyıldan kalma Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Büyük Valide Han’dır. İçinde Acem tüccarların dini ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılmış bir Şii camisi vardı. Şimdilerde, Haliç manzarasını seyredebilmek için, otların büyüdüğü bu caminin çatısına tırmanmayı seviyorum.
Boğaz kıyıları boyunca uzanan semtler kendilerine has köy lezzetini hâlâ koruyorlar. Beşiktaş’tan bir vapurla karşıya geçtiğinizde ulaşabileceğiniz Asya tarafındaki Üsküdar semti, suyun Avrupa tarafındaki diğer bölgelerinden farklı olarak aynı Fatih’te olduğu gibi daha muhafazakâr ve daha Anadolulu bir yapıya sahip. Çok sevilen Kanaat Lokantası da Üsküdar’da bulunuyor. Kanaat Lokantası’ndan daha sonra tekrar bahsedeceğim. Osmanlı Dönemi’nde Mekke’ye doğru yapılan kutsal “hac” yolculuğu, Sultan’dan hediyelerle yüklü beyaz devenin başı çekmesiyle buradan başlardı. Üsküdar tıpkı Sultanahmet, Tünel ve Asmalımescit ile Fatih, Kanlıca ve Boğaz’ın yukarı taraflarında olduğu gibi keyifli bir gezinti sunuyor.
Arka Sokaklara Girmeyi Göze Almak
Ticari bölgelerden, pahalı marketlerin bulunduğu semtlerden ve Sultanahmet gibi turistik merkezlerden başka, çok sevdiğim kendine özgü başka bir mahalle daha var. Otelime yerleşip, bavulumu boşaltıp temizlendikten sonra gitmekten hoşlandığım arka sokaklara doğru yola koyuluyorum. Şimdi gerçekten kendimi İstanbul’un arkasındaymışım gibi hissediyorum. Bir köşede ortalık yerde ateş üzerinde pişirilen şiş kebap, döner kebabı, köfte ve çeşitleri, yanında da ekmek ve doğranmış domates, salatalık, soğan ve kırmızı acı biberden yapılan çoban salatasıyla sunulan yoğurtla suyun karışımı lezzetli bir içecek olan “ayran” olacak. Canınız bira çekerse, genellikle lokantadan biri çıkıp dışarıdan aldığı birkaç şişe hafif içimli mükemmel Türk birası Efes’le gelecektir. Güzel havalarda açık havada yemek yemek de mümkün. Ilık bir akşamüstü açık havada bira içip kebap yemenin keyfi! Bölük pörçük bir müzik sesi, kuzu kavurma kokusu, koçanıyla kızaran mısırın ve nargile içenlerin aromalı tütün kokusu hafif bir esintiyle geçip gidiyor.
Sokak boyunca bakkal, kasap ve manavlar sıralanmış. İçinde modası geçmiş berber koltuğuyla duvarda üzerinde ikonik Atatürk fotoğraflı takvimin bulunduğu bir berber dükkânı her zaman mevcut. Etraftaki bu tarz yerlere, civardaki erkeklerin küçük gruplar halinde toplanıp sigara içtiği, dedikodu yaptığı ve günlük haberleri tartıştığı “çarşı”, “meydan” veya “pazar yeri” deniyor. Nadiren de otelinizde yıkatmaktan daha ucuza gelen bir çamaşırhane el altında bulunuyor. Yanı sıra, içlerinden biri kupa oyununu andıran karışık kart oyunları oynayan adamların toplandığı kahvehaneler var. Bir de mahallenin camisi ve cemaati var. Bazen takke giyiyorlar, çuval gibi pantolonları, uzun tişörtleri var, sakallı ve bıyıklılar. Sakallar Kuran’da tasvir edildiği gibi kırpılmış.
Parke taşlı kaldırımlarda yol boyunca dizilmiş yaşlı çınar ağaçları var. Bazısı az miktarda beyaz briket ya da tel örgü çitlerle korunuyor. Bir de az rastlanan mersin ağacı ve zakkum var. Birçok yerde, dar sokaklarda doğal bir çardak vazifesi gören üzüm asmaları yetiştirilmiş. Öylesine dolaştığınızda başkaları da doğal olarak sizi merak edecektir. Eğer birini “İyi akşamlar,” diyerek selamlarsanız onlar da karşılığında sizi selamlıyor ve biraz Türkçe bilmenizden memnuniyet duyuyorlar. “Selamün Aleyküm” yani “Allah’ın selamı üzerinize olsun” dediğinizde ise dinlerine hürmet ettiğinizi düşündükleri için bir kat daha memnun oluyorlar. Sokaklarda çoğunlukla erkekler var. Eve gittiklerinde kadınların yönettiği bir dünyaya girmiş oluyorlar ancak meydan erkeklere ait bir yer.
Başıboş kediler aylak aylak dolaşıyor ve birileri onları besliyor. Yemeleri için iyi kötü her şeyi veriyorlar. Kedilerin salatalık, domates ve ekmek yediği başka bir yer var mıdır acaba? Çok aç olmalılar. Hz. Muhammed’in kedileri çok sevdiği anlatılıyor. Bir hadiste anlatıldığına göre Peygamber, birlikte oturduğu arkadaşlarından ayrılmak üzere ayağa kalktığında, kaftanında bir kedinin uyuduğunu görür. Mahluğu rahatsız etmemek için bir makas ister ve kedinin uyuduğu parçayı keser.
Bu antik şehirde tarih bize hiç de uzak değil. Fener, Haliç kıyısındaki eski bir Rum mahallesi, kalmayı sevdiğim bir yer. Galata Köprüsü’nden yalnızca iki iskele uzaklıkta. Eğer aceleniz varsa eski şehrin merkezi Eminönü’ne taksiyle yalnızca beş liraya, yani aşağı yukarı 1,20 pound’a gidebiliyorsunuz. Kıyı boyunca uzanan yoldan yürüyecek olursanız önce Haçlıların daha sonra da Türklerin saldırısına uğramış Bizans zamanından kalma duvarların kalıntılarını göreceksiniz. Bir gece Cibali adlı bir semtte karşıma çıkan Kadir Has Üniversitesi’nin hemen üzerindeki duvara oyulmuş alçak geçidin üzerinde aşağıdaki gibi tercüme edebileceğim şu yazı vardı: “Burada, 29 Mayıs 1453’te Bursalı Zabit Cebe Ali Bey surları yıkarak bir delik açtı. Kendisi buradan geçtiği için bu bölgeye adından ilhamla Cibali denmiştir.” Bu kapıdan az ileride, 1453’teki o vahim günde Konstantinopolislilerin kaderlerinden kaçmak için beyhude yere toplandıkları Gül Camisi var. Osmanlı birlikleri, aslen bir Ortodoks kilisesi olan camiye saldırdıklarında, çoğunluğu kadın, çocuk ve savaşamayacak kadar yaşlı erkeklerden oluşan Rumların, Türklerin gülleri sevdikleri için onları bağışlayacakları umuduyla ibadethaneyi güllerle donatması karşısında büyülenmiş ve şaşkına dönmüşlerdi.
Mecidiyeköy
İstanbul’da birçoğumuzun ziyaret etme fırsatı bulamadığı bazı semtler vardır. Bunlar merkezi, manzaralı ya da tarihi öneme sahip semtler değildir. Bir kış mevsiminde zamanımın bir kısmını, Taksim’in hemen ilerisinde, şehrin hafif raylı sistem hattı üzerindeki yeni semtlerinden biri olan Mecidiyeköy’de geçirdim. Soğuk kış sabahlarında bir yorgana sarınıp, 7. kattan son yarım yüzyılda İstanbul’un nüfusunu artıran 12 veya 15 milyon kişinin bir kısmına ev sahipliği yapan semtin çevresinde labirent oluşturan sokakları seyrediyordum. Bu şehre ilk kez geldiğimde bu binaların pek azı mevcuttu. Şimdi 6-7 katlı beton dökme vasat apartmanların sıralandığı bu dik tepelerde, bir zamanlar otlar bitiyordu. Koyunlar burada otluyor, şehrin pazarlarına yiyecek sağlayan sebze bahçeleri burada bulunuyordu. Türkçede “yokuş” denen sarp bayırlar güya asfaltla kaplı olsa da sanki birisi birkaç kamyon sıcak asfaltı tepeden aşağı öylesine dökmüş gibi duruyorlar.
Karlı bir sabahta erkenden gözümü açtım. Bitişik dairedeki bir bebek ilk hecelerini çıkarmaya çalışırken aşağıdaki kanyonvari sokaklardan, arada sırada çalan araba kornasının, patinaj yapan tekerleğin ve kara saplanmış aracı kurtarmak için şoföre “gel, gel, gel,” diye bağırarak talimatlar veren bir adamın sesini duyabilirsiniz. Aşağıda ne olup bittiğini görebilmek için yan apartmanın karla kaplı kırmızı kiremitli damında siyah beyaz bir kedi dikkatli adımlarla yürüyor. İnsanlar işe gidince ortalık sessizliğe bürünüyor. Kuşluk vaktinin sessizliği, İstanbul’un her yerinde bulunabilen sert ve gevrek halka şeklindeki lezzetli susamlı simitleri satmak için “simiit!” diye bağıran adamlar, “Eskicii! Eskicii!” diye bağıran el arabalı hurdacı gibi sokak satıcılarının tekrarlayan bağırışlarıyla bozuluyor.
Turistler Sultanahmet’te kalmayı tercih ediyorlar, zira tarihi Ayasofya Kilisesi’yle önündeki parkın karşısındaki Sultanahmet Camisi ve 2000 yıl boyunca şehrin ana caddesi olmuş Divanyolu Caddesi’nden birkaç sokak ötedeki Kapalıçarşı da burada. Geceleri turistler de yerliler gibi restoran ve gece hayatı için Tünel ve Asmalımescit semtlerine geliyorlar. Üsküdar’a yapılacak bir gezi, bir kıtadan diğerine vapurla geçilebilen dünyadaki tek yer olma cazibesinin yanı sıra denizde olmak için de iyi bir bahane. Mecidiyeköy turistlerin ilgisini çekmemekle beraber fazla zengin olmayan insanların yaşadığı bir mahalle. Burası, sofralarına yiyecek bir şeyler koyabilmek için ne iş yapmak gerekiyorsa o işi yapan insanların toplandığı, çalışan orta sınıf ailelerin dışa kapalı yerleşim bölgesi. İnsanlar İstanbul’da iki yakalarını bir araya getirmek için gerçekten çok çalışıyorlar. Hiçbir zaman düzgün çalışmayan sıcak su teçhizatı ve bir türlü yeterince ısıtamayan kaloriferli bir apartmanda yaşamak birçok İstanbullunun ortak sıkıntısı olmuş durumda.
O kış, bizim yaşadığımız apartmanda doğalgazla çalışan ısıtma sistemi “kombi” en çok ihtiyacımız olduğu zamanlarda çalışmıyordu. Kullanım kılavuzunu İngilizceye çevirdiğim halde oğlum ve ben durmadan cihazın ayarlarıyla oynuyorduk. Yatak odamın camından apartman sakinlerinin odun ve kömür torbalarını balkonlarına yığdığını görüyordum. Arada renkli bir eşarp takmış bir kadın dışarı çıkıp birkaç parça kömür için çuval bezinden torbanın altını üstüne getiriyordu. Kar fırtınası sırasında bir iki kez aynı bir Rus romanında olduğu gibi ısınmak için mobilyaları kırıp yakmayı bile hayal ettim. Fırtınalı havada dışarı çıkmaya cesaret etmek, çöple dolu plastik torbaları geçip karlı sokaklarda zorlanarak yürümek bu şehri turistik bir cazibe merkezi veya egzotik bir şehir olarak görmek şöyle dursun, I. Dünya Savaşı’nda kaybeden tarafla aynı alınyazısını paylaşan, imparatorluk sonrası yeni bir metropol olarak görmenize bile yetmez. Yüksek sivri ökçeli, topuklu çizmeleriyle çok yavaş bir şekilde kaldırımdan yürüyerek Mecidiyeköy’deki buzlu yokuşu çıkan bir kadının görüntüsünden bütün bir toplumun yapısı okunabilir.
5
Türkçe
Türkiye’nin anadili Türkçedir. İstanbul’u kısa süreliğine ziyaret eden birinin Türkçeyi çözebilmek için yeterli zamanının ve isteğinin olması uzak bir ihtimalken, bazı benzerlikler hem faydalı hem de ilgi çekici olabilir ve birkaç kelime ya da bilinen bir söz size şaşırtıcı biçimde yarar sağlayabilir. Türkçeyi şehirde pratik yapacak kadar yeterli vakit geçirmediğim için oldukça yavaş ve duraklayarak konuşuyorum, ama yine de “çok güzel Türkçe konuştuğumu” söylüyorlar. Pek gerçekçi olmasa da insana büyük bir güven veriyor! Bir yabancının Türkçe konuştuğunu ya da konuşmaya çalıştığını görünce adeta insanların yüzü aydınlanıyor.
Türkçe, dünyada yaşayan 83 milyon kişinin birinci dili olsa da Türkiye’nin dışında Kuzey Kıbrıs’taki Türk vatandaşlarıyla Irak, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya Cumhuriyeti, Kosova, Arnavutluk’un bazı kesimleri ve Doğu Avrupa’nın bir bölümü dışında geçerliliği pek az. Türkçeyi Batı Avrupa’da, özellikle Almanya’da yaşayan göçmenler arasında da sıkça duyarsınız. Türkçeye benzeyen Türki diller de Karadeniz’den başlayıp Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’ı içine alarak Tibet’in batı sınırlarına kadar uzanan, eskiden Sovyetler Birliği olarak bildiğimiz Rusya’nın güney kesimlerinde de yaygın olarak konuşulmaktadır.
Bu dillerin Türkçeyle ne kadar yakın olduğunu göstermek için bir partide tanıştığım Azeriyle o Azerice ben ise Türkçe konuştuğumuz halde anlaşabilmemizi örnek verebilirim. İçtiğimiz kokteyllerin de faydası olduğuna hiç şüphe yok. Konudan anlayan okuyucular için söylemek gerekirse bu diller Ural-Altay dil grubuna ait. Türkçe ne birçok Avrupa dili gibi Hint-Avrupa dil grubuna ait ne de Arapça gibi bir Sami dili. Çünkü Türkler batıya doğru göç etmeye başlamadan önce göçebe bir kavim olarak Çin’in batı sınırlarında koyun güdüyorlardı.
Dilbilgisi ve telaffuz
Bu dilin tarihçesi ve sınıflandırılmasıyla ilgili söylenecek çok şey var. İngilizcenin cümle yapısı nasıl “Özne-Yüklem-Tümleç” modeli etrafında şekillenmişse, Türkçe geleneksel olarak “Özne-Tümleç-Yüklem” modelini tercih etmiştir. “Ahmet bugün şehirde bana bir masal anlattı,” cümlesinde olduğu gibi cümlenin aktarmak istediği tüm bilgiler öznenin ardından sıralanıyor ve cümle en sona gelen eylemle toparlanıyor. Cümlenin eylemini ortaya koymadan önce Türkçe bizi eylemin ne zaman, nerede, kime yapıldığıyla ilgili bilgilendiriyor. Ancak vurgu için kelimeler yer değiştirebildiğinden bu kurallar her zaman uygulanmıyor.
Türkçe zamirler cinsiyet belirtmiyor. “Örneğin ‘o’ zamiri tek başına içeriğe bağlı olarak dişi, erkek ve cins isme işaret edebiliyor. Türkçede İngilizcede yaygın olarak kullanılan “sahip olmak” fiili yok mesela. Peki o zaman kişi sahipliğini veya mülkiyetini nasıl ifade ediyor? “Arabam var” örneğinde olduğu gibi sahip olunan şeyi betimleyen kelimeye doğru takıyı getirip Türkçede yaygın olarak kullanılan “var” kelimesini ekleyerek yapılır. “Var” sözcüğünün zıddı “yok”tur. Arabam bulunmuyor anlamına gelen “Arabam yok” gibi. Yine İngilizcenin aksine Türkçede ilgeç bulunmuyor, verilmek istenen anlam “arabada”, “arabadan”, “arabamı sürüyorum” örneklerinde olduğu gibi eklerle sağlanıyor.
Türkçe sondan eklemeli bir dil olduğu için bir kelimenin kendisine eklenen başka bir kelimeyle anlamı değişir. Örneğin bir önceki bölümde kullanılan “çamaşırhane”, “çamaşır” kelimesine yer bildiren “hane” kelimesinin eklenmesiyle meydana gelir. İki kelime arasındaki bağlantı ayrıca nispeten biraz daha belirli bir yöntemle, “iyelik eki” kullanılarak dile getirilir. Mevlevi dervişlerin toplandığı Tünel’deki mevlevihanenin adının anlamı tam olarak “Mevlevilerin Evi”dir. “Galata Mevlevihanesi” derken iki sesli harfin arka arkaya gelmesini engellemek için kelimenin sonundaki “i” harfinden önce gelen tampon sessiz harf “s” ikinci kelimenin birinciyle ilgili olduğunu gösterir.
Bu anlattıklarım öğrenmek istediklerinizden fazla olabilir. Ancak bir kelimenin sonunda neden “i” olup olmadığına açıklık getirmeliyiz. Cadde ve sokak örneğinde olduğu gibi kelimenin sonundaki “i” o kelimenin bir öncekine bağlı olduğunu göstererek iyelik çiftini tamamlar. “i” harfini eklediğinizde aynı Amerika’daki çocuklar için yapılan televizyon programının benzeri olan Susam Sokağı’nda olduğu gibi “sokak” kelimesi “sokağı” haline dönüşüyor. (Türkler sert sesleri sevmiyorlar, o yüzden “k” yumuşayarak “ğ” haline dönüşüyor.)
Ayasofya veya Divan Yolu gibi yer isimleri bazen iki ayrı kelime olarak bazen de bitişik yazılıyor. Sonradan camiye dönüştürülmüş şehrin göze çarpan iki kilisesi Aya Sergios ve Bachos (St. Sergius and Bacchus) Büyük Ayasofya kilisesine benzerliği nedeniyle “Küçük Ayasofya” olarak bilinir. Adını aldığı caminin ve sokağın isminin birleşik olarak Küçükayasofya veya ayrı ayrı Küçük Ayasofya şeklinde yazıldığını görebilirsiniz.
Türkçeyi kulağa hoş gelen bir dil yapan içindeki sesli uyumudur. Art arda gelen hecelerdeki sesli harfler kendisinden önce gelen kalıba uymak için değişiyorlar. Arabalar ve kalemler örneklerinde olduğu gibi bir kelimeyi çoğul yapmak için sonuna “ler” ya da “lar” ekleri getiriliyor.
Dilbilimcilere göre ağız yapısı sebebiyle d ve t harfleri dönüşümlü olarak kullanılabiliyor. Örneğin Mahmut ve Mehmet bazen Mahmud ve Mehmed olarak yazılıyor. Yumuşak g biraz kafa karıştırıcı olabilir. Kendi başına seslendirilemiyor, yalnızca bir önceki sesliyi uzatmaya yarıyor. Tıpkı Beyoğlu kelimesini telaffuz ettiğimiz gibi.
Ayrıca İngilizcede olmayan sesli harfler de var. Örneğin Atatürk isminde bulunan çift noktalı u harfi dudakları yuvarlatıp İngilizce u seslisini söyleyerek telaffuz ediliyor. Köprü kelimesinin ilk hecesindeki çift noktalı o harfi ö ise sesi ağzınızın ön kısmına doğru iterseniz biraz İngilizcedeki cup sözcüğünün telaffuzuna benziyor. Bir de üzerinde noktası olmayan “ı” harfi var. Bu sesi ağzın ön tarafına doğru itince biraz da İngilizcedeki “uh” sesine benziyor. Büyük I harfini büyük İ harfinden ayırmak için Türkler “İ” karakterini kullanıyorlar.
Dilbilgisi olarak Türkler cinsiyet belirtmiyorlar. “Onun evi” dediğimizde örneğin, içerik bize bir erkeğin mi yoksa bir kadının evi mi olduğunu söylemeli. İngilizcedeki sibling sözcüğünün karşılığı olan kardeş sözcüğü, erkek kardeş ya da kız kardeş diyerek kesinleştiriliyor.
Türkçede çoğul olarak kullanılan kelimeler İngilizcede tekil olarak kullanılabiliyor. Birisi size yolculukla ilgili iyi temennilerini sunmak istiyorsa “iyi yolculuklar” veya “iyi akşamlar” diyor.
Faydalı hoş sözler
Bu gözlemler işin yalnızca yüzeysel kısmı. Türkçe birçok açıdan büyüleyici bir dil. Belki de sadece İngilizceden farklı olduğu için bana öyle geliyordur. Elverişli bir dil olmasının bir sebebi de konuşma dilinin çeşitli koşullarda reçete gibi kullanılan ortak latifelere sahip olması. Restoranlarda sık sık garsonlardan ve yemek yediğiniz dostlarınızdan “bon apetit”e karşılık gelen “afiyet olsun” sözünü duyarsınız. Eğer birisi hastaysa ya da başına bir iş gelmişse “geçmiş olsun” diyorsunuz. Bir işle meşgul olan birinin yanından geçerken aynı koşullarda Fransızcada söylenen “bon courage”la aynı manaya gelen “kolay gelsin”i kullanabilirsiniz. “Kolay gelsin” aynı zamanda İngilizcedeki “take it easy” gibi kullanılan yaygın bir gayrı resmi uğurlama sözü.
Eğer “günaydın” veya “iyi akşamlar” telaffuz açısından zor geliyorsa o zaman “merhaba” da gayrı resmi olmasına rağmen işe yarıyor. “Teşekkür ederim” demesi zor, hatta “çok teşekkür ederim” ondan daha da zor. Sağ olun (resmi) veya sağ ol (gayrı resmi) sağlıklı ve güçlü ol anlamına gelen bir söz ve şükranlarınızı ifade ederken kullanılabilir. Bunlardan birkaç tane öğrendiğinizde siz de “ne kadar güzel Türkçe” konuştuğunuzu göreceksiniz.
II. Bölüm
Roma ve Bizans Döneminde Konstantinopolis
6
Büyük Konstantin
Roma, Shakespeare’in “en zirvedeki ve muhteşem dönemi” diye tabir ettiği 4. yüzyılda, tarihinin tehlikeli bir dönemine giriyordu. Roma Cumhuriyeti yerini hayli zamandır dört bir yandan onun zenginliğini ve gücünü kıskanan düşmanlarla sarılmış Roma İmparatorluğu’na bırakmıştı. 2. yüzyılda Romalıların Perslerden zorla aldığı Küçük Asya ve Orta Doğu olarak adlandırılan bölgeler, şimdi yeni bir hanedanlığın yönetimi altında canlanan Pers gücünün tehdidi altındaydı. Avrupa’daki barbar kavimler de bir diğer yanda kuzeye doğru harekete geçmişlerdi.
İmparatorun, İtalyan aristokratlardan oluşan elit bir yapıya sahip Roma Senatosu tarafından seçildiği, temsili yönetime benzer bir yönetimin olduğu günlerin yerinde yeller esiyordu. O dönemde imparatorluk aslında ordu kademeleri arasından liderin oybirliğiyle seçildiği askeri bir diktatörlük haline gelmişti. Tarihçi Peter Saris “aciz imparatorlar birbiri ardına tahttan indirildi ve kendi askerleri tarafından öldürüldü” diye anlatıyor. Saris, Konstantin’in iktidara yükselmesi “yalnızca, sonraki Roma İmparatorluğu’nun politikalarını şekillendiren hırslı adamların gaddar ve fırsatçı manevraları çerçevesinde yorumlanabilir” diye devam ediyor. Artık, zihnimizde Roma’dan yönetilen merkezileştirilmiş bir devlet canlandırıyorsak imparatorluğa Romalı demek de yanıltıcı olabilir. Ordu Küçük Asya, Kuzey Afrika, Balkanlar veya Kuzey Avrupa’da savaşırken, artan sayıda aslen Romalı olmayan asker-imparatorlar, sürekli yer değiştiriyorlardı.
305 yılında gönüllü olarak sahip olduğu gücü bırakıp Dalmaçya kıyılarındaki çiftliğine çekilerek lahana yetiştirmeye başlayan İmparator Diokletian, artık tek bir kişiyle yönetilemeyen imparatorluğun bağımsız yönetime geçmesini sağlamak için, imparatorluğun yönetimsel olarak doğu ve batı şeklinde ikiye ayrıldığı, her birinin diğerine karşı sorumlu olduğu birer üst (Augustus’lar) ile birer ast (Sezar’lar) imparatorlardan haiz Tetrarşi (dörtlü yönetim) denen bir yönetim şeklini uygulamaya koydu. Bu düzenleme teoride ağırlıklı olan imparatorluğun daha kolay yönetilmesini sağladıysa da, gerçekte bu mevkilere atanan güç meraklısı generalleri düşününce, 4 haris adamın aynı görev için en güçlüsü galip gelene kadar birbirleriyle savaşacağı bir sistem yaratmış oldu.
Tetrarşiyi temsil eden Mısır mermerinden yontulmuş nadir bir heykel Venedik’teki San Marco Bazilikası’nın güneybatı köşesine yakın bir yerde durmaktadır. Grekoromen heykel geleneğinin hiçbir zarafetini taşımayan 4 zalim savaşçı tasvirinin yer aldığı, ham hali mat kestane rengindeki bu yontu, Konstantin’in ilk zamanlarına kadar Roma İmparatorluğu’nun dönüştüğü otoritenin asıl gücünün iç karartıcı bir suretidir adeta. Giysili ve aynı şekilde poz vermiş nemrut suratlı adamların her biri bir elleriyle kılıçlarının kabzalarını sımsıkı tutarken diğer elleriyle de eş-imparatorun omuzunu tutmuş, sanki diğerlerinin yapacağı ilk saldırıyı önlemek ister gibi duruyorlar. Adı Roma İmparatorluğu’yla birlikte anılan hayalimizdeki hiçbir soylu veya ruhani liderin böyle duygusuz ve kaba savaşçılarla bir bağı olamaz. Heykeldekiler ritüel olmuş bir törenin mola anında, daha önceden verilmesi kararlaştırılmış bir işaretle, sanki birazdan savaşa tutuşacaklarmış gibi duruyorlar ki yaptıkları da budur zaten.
Roma İmparatorluğu ve Yeni Din
Konstantin’in koşulları ve iktidara yükselme yöntemi, Roma İmparatorluğu’nun coğrafi olarak genişlemesi hakkında bazı işaretler verir. Konstantin, bir Roma eyaleti olan Dakia’ya bağlı bugünkü Sırp kasabası Niş’te doğmuştur. Babası Konstantius ilham verici liderliğiyle Diocletian’ın ilgisini çekti ve Sezar ünvanıyla imparatorluğun kuzeybatı sınırındaki uzak eyaleti Britanya’da çıkan ayaklanmayı bastırmak üzere görevlendirildi. Konstantin de babasının izinden gitti ve babasının yanında savaşarak hem doğu eyaletlerinde hem de Kuzey Avrupa’daki seferlerde kendisini gösterdi. Babası ölünce askeri birlikler onu himayelerine alıp yetiştirdiler ve Augustus ünvanını verdiler.
Konstantin’in güneye doğru Alpler’i aşarak hasmı Maxentius’la karşılaşacağı kaçınılmaz an geldi çattı. Bu karşılaşma Roma’nın hemen kuzeyinde Tiber Nehri üzerindeki Milvian Köprüsü’nde meydana geldi. Efsaneye göre genç kumandan Konstantin çarpışmadan hemen önceki gece askeri ve dolayısıyla da imparatorluk kariyerine ilham kaynağı olacak bir rüya gördü. Bu rüya, daha ziyade bu efsane, tarihin akışını değiştirecekti. Konstantin’in resmi biyografi yazarı tarihçi Eusebius şöyle anlatıyor. “Gün ortasında güneş alçalmaya başlamışken kendi gözleriyle göklerde üzerinde ‘Bununla fethet’ (Hoc Vince) ibaresi bulunan parlak bir haç gördüğünü söyledi. Bu görüntü karşısında hem kendisi hem de ordusu şaşkınlık içinde kalakaldılar. “O gece rüyasında Konstantin’e görünen İsa, yeni dinin sembolünün Konstantin’in birliklerinin siperlerinde de olması gerektiğini buyurdu. Hikâyeye göre, Konstantin bu rüyadan ilham alarak birliklerini Maxentius’a karşı savaşa soktu ve sayıca az olmalarına rağmen o ünlü zaferini kazandı.
Konstantin’in rüyasında haç görmesi Hıristiyan efsanelerinin sanatsal malzemelerinden biri haline geldi ve Avrupa sanatında sık sık resmedildi. En ilgi çekici erken dönem tasvirlerinden biri, üç ayrı panoda resmedilmiş 9. yüzyıla ait bir minyatürdür. En üstteki panoda, değerli taşlarla süslenmiş şatafatlı koltuğunda oturan Konstantin rüyasında haç görürken, ortadaki panoda Milvian Köprüsü’nde düşmanlarını gönderirken, üçüncüsünde de annesi Helena yıllar sonra kutsal topraklarda Hz. İsa’nın gerildiği çarmıhı keşfederken gösteriliyor. Belki de en haşmetli tasvir Pierro della Francesca’ya ait Arezzo’daki Konstantin’in Rüyası (Kutsal Haç Efsanesi) adlı bir seri fresktir. Burada muhafızları tarafından korunan imparator, etrafı açık ordugâhının çadırlarıyla çevrili halde çadırında uyurken görülmektedir. Tablo ağırbaşlı bir gizem havası vermektedir. İmparator rüya görürken ona eşlik edenler de sanki transa geçmiş bir halde resmedilmiştir.
Bu gizem havası Konstantin’in rüyasındaki duruma uygun düşüyor. Gerçekten olup olmadığıyla ilgili şüphe uyandıran sebepler var. Ordunun tanık olduğu varsayılan gökyüzünde haçın görülmesi olayı, başka herhangi bir gözlemci tarafından doğrulanmadı. Eusebius, Konstantin hayattayken yazdığı Kilise Tarihi adlı kitabında bu ünlü çarpışmanın hikâyesini anlatırken bu rüyadan bahsetmiyor. Yalnızca Konstantin’in ölümünün üzerinden uzun zaman geçtikten sonra yazdığı Life of Constantine (Konstantin’in Hayatı) adlı kitabında bu olaydan bahsediyor. Eğer gerçekten Konstantin’in gördüğünü bütün ordu gördüyse demek ki John Julius Norwich’in kurnazca yorumuyla “98 bin kişi bu sırrı fevkalade iyi bir şekilde saklamış” olmalı.
Robin Lane Fox, Akdeniz dünyasında paganizmden tek tanrılı din Hıristiyanlığa geçiş dönemini ele alan Pagans and Christians (Paganlar ve Hıristiyanlar) adlı çalışmasında, daha çok Konstantin’in ertesi gün çatışmaya girerken haç sembolünün askerlerin siperlerinde görünmesini emreden İsa’yı rüyasında gördüğü deneyiminin ikinci bölümüne odaklanmıştır. Paganizm dünyasında zaman zaman vuku bulan tanrıların görünmesi olayı, Yunanca epiphanos olayı olarak adlandırılan bir fenomen olup günümüzde epiphany[1 - Tezahür. (ç.n.)] kelimesiyle ifade edilmektedir. Konstantin’in deneyiminde farklı olan, pagan inanışında daha sık rastladığımız yürüyen ve konuşan insan formundaki görüntüden önce, ilk haç sembolünün tezahürüdür.
Kudret veya güzellikle ışıldayan ve doğaüstü bir otorite taşıyan ölümsüzlere ait bu gerçeküstü aydınlanma anı betimlemeleri İlyada ve Odysseia Destanı’nı okumuş olanlara tanıdık gelecektir. Lane Fox, ancak inanmış Hıristiyanların güzellikle ikna edilmesiyle Konstantin’in rüyasında gördüğü adamı İsa ile ilişkilendirmiş olacağını ileri sürer ve şöyle devam eder: “Belki de (…) rüyasında parlak giysiler içerisinde sıradışı güzellikte genç bir adam, geleneksel tipte bir tanrı gördü. Konstantin’in rüyasını hiçbir sanatsal tasvir şekillendirmediği için ve hiç kimsenin İsa’nın görüntüsüyle ilgili bir fikri olmadığı için Konstantin ancak bu kadar açık olabilmişti.”
Hıristiyanlığın, imparatorluğun resmi dini olarak seçilmesi iyi bir politik algı yarattı. Roma’yla erkenden özdeşleştirilmesi sebebiyle oluşan Roma İmparatorluğu algısı, yavaşça içeri sızan barbar etkilerinin de imparatorlukça uzaklaştırılması sayesinde güçlendi. Hıristiyanlık imparatorluğa yitip gitme tehlikesi altında olan ahlaki ve ruhsal bir ortak payda da verdi. İmparatorun kendisinin tanrı olarak görüldüğü eski bir inancı bertaraf ederek politik gücü bakış açısına dahil etti. Konstantin’in bilinen dünyanın en güçlü kişisi olması konusunda hiç kimsenin bir şüphesi olmasa da “Tanrı’nın adamı” -daha önceki imparatorların ilan ettiği gibi bizzat kendisi bir tanrı olarak değil- olduğunu ilan ederek yetkisinin ispatında daha da ileri gitti. Konstantin tarihte, son derece yetkin, kararlı, otoriter ve hedefinden kesinlikle emin biri olarak geçmektedir. Eusebius’un Life of Constantine (Konstantin’in Yaşamı) adlı kitabında Konstantin’in kendisini nasıl gördüğü ile ilgili biraz fikir edinebiliriz:
Bu tür bir inançsızlık insan ırkını istila etmiş ve devlet yıkılma tehdidi altındayken Tanrı nasıl yardım edebilir ki? Ben bizzat O’nun seçtiği bir aracıyım… Nitekim güneşin doğa kanunlarına boyun eğerek ufukta gözden kaybolduğu uzak Britanya Okyanusu’ndan başlayarak Tanrı’nın yardımıyla insan ırkının, benim sayemde aydınlanarak Tanrı’nın kutsal emirlerine riayet etmeyi hatırlamaları ümidiyle, o sırada hüküm süren kötülüğün her türlüsünü defettim ve ortadan kaldırdım.
Bu enerjik genç asker, batılı rakiplerini yener yenmez yüzünü doğuya çevirdi ve Küçük Asya’da hüküm süren son düşmanı Licinius’u ortadan kaldırdı. Licinius’un doğu imparatoru, Konstantin’in ise batı imparatoru olduğu ve barış içinde oldukları zamana ait, üzerinde “Licini Auguste Semper Vincas” yani “Licinius Augustus, her daim muzaffer olasın” ibaresini taşıyan 6 adet 4. yüzyıla ait gümüş çanak şaşırtıcı biçimde tarihin alışılmadık detaylarından biri olarak günümüze kadar gelmiştir. Defne çelengiyle çevrili çanağın ortasında, Licinius doğuda imparatorluğa hâkimken ve gelecek için umutlu bir kehanette bulunurken Augustus ünvanıyla kutladığı 10. yılının anısına kazınmış “on olduğu gibi yirmi de olur” anlamındaki “SIC X SIC XX” ifadesi yer almaktadır. Çanaklar 1901 yılında Konstantin’in doğum yeri olan Niş’te bulundu. Her biri gümüş ve aşağı yukarı bir Roma librası ağırlığında olan bu çanaklara “largitio” adı verilir. Bunlardan biri British Museum’da sergilenmektedir. Müze kataloğunda bu çanak şöyle tarif edilmiştir:
Bu tarz çanaklar imparator tarafından özel durumlarda yüksek sınıf askerlere, sivil memurlara ve sadakatli müttefiklere sunulurdu. Dolayısıyla Licinius makamında 10. yılının başlangıcını ikinci 10 yıl için adak adayarak ve bu çanaklara benzer hatıra sikkeleri basarak kutladı. Bu çanaklara Latincede “cömert armağanlar” anlamına gelen “largitio” denir. Largitio aynı zamanda rüşvet anlamına da gelir!
Zaman içinde Licinius mağlup olup kılıçtan geçirilince Roma’nın imparatorluk gücünün merkezi olduğu dönem bitmiş oldu. Konumu itibariyle barbar istilalarına karşı koyacak kadar emniyetli değildi artık. Sebep sadece bu değildi, aynı dönemde doğudaki imparatorluğun nüfusu ve içinde bulunduğu refah da artmıştı. Dünya ticaretinin merkezi, Avrupa’nın Asya ile birleştiği yere kaymıştı. Konstantin’in gözünü doğudaki imparatorluğa dikmiş olmasının sebebi belki de buydu. Konstantin Roma’nın imparatorluk gücünü, idari ve organizasyon geleneklerini yeni dünya dini Hıristiyanlıkla bir araya getirerek Bizans İmparatorluğu’nun bütün iktidarı süresince var olacak bir karışım yarattı. Laik ve kutsal arasındaki ayrımın, tanrıya karşılık Sezar’a minnettar olmanın bu insanların düşünce biçimiyle pek ilgisi yoktu. İmparator “havarilerin eşiti”, “Romalıların vefalı Hıristiyan İmparatoru” olarak isimlendirilmişti.
Yeni (Bir) Şehir ve Yeni (Bir) Uygarlık
Konstantin, yeni konumununun güvencesiyle ve halkına esin kaynağı olan yeni dinin kendisine verdiği manevi destekle gücünün temelini sağlamlaştırmak üzere Nova Roma Constantinopolitana, Konstantin’in şehri Yeni Roma olarak anılacak yeni bir başkentte işe koyuldu. Konstantin’in Yunan kenti Bizans’ı karargâhı olarak seçmesinin isabetli bir karar olduğu, bin yıldan uzun bir süre boyunca saldırılar karşısında kentin zapt edilememesiyle teyit edildi. Etrafının tamamen suyla çevrili olması sebebiyle kara tarafından inşa edilecek bir savunma duvarıyla korunabilirdi. Efsaneye göre bizzat Konstantin, duvarların yerini adım adım belirlemişti. Maiyetindekiler, yedi tepeli şehirde bir yandan diğer yana yürürken kuşatacağı bölgenin büyüklüğü karşısında hayrete düştüler. Daha ne kadar gideceği sorulduğunda “önüm sıra giden durana kadar” dediği rivayet edilmekteydi.
Başkent yapacağı bu yeri kurmaya Roma’dakinin benzeri büyük bir umumi toplanma alanı ya da forum inşa ederek başladı. Ardından halkın at yarışlarını, jimnastik gösterilerini, spor oyunlarını, vahşi hayvan sergilerini, tiyatro, akrobatlar ve benzerlerini izleyebileceği devasa bir açık hava arenası olan hipodrom geldi. Hipodrom, yeni Roma’nın eski Roma’daki büyük stadyumu Kolezyum’un karşılığıydı. Konstantin emrinde olan yüksek rütbeli devlet memurları için de tapınaklar, saraylar ve malikâneler inşa ettirdi. Yollar ve meydanlar, şehrin su ihtiyacını karşılamak için su kanalları ve su depoları, vatandaşlar için de umumi banyolar tasarlandı.
Her biri tamamen kaliteli mermerler, kıymetli metaller ve heykellerle donatılmıştı. Gibbon, Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi adlı kitabında yeni başkenti şöyle tanımlar:
Konstantinopolis’in kuruluşunda, surlar, sütunlu girişler ve su kemerleri için imparatorluğun bütçesinden cömertçe 2 milyon 500 bin pound ödenek ayrılmasından bir tahmin yürütülebilir. Karadeniz (Euxine) kıyılarını gölgeleyen ormanlar, küçük Marmara Adası’ndaki (Proconnessus) meşhur taş ocaklarından getirilen beyaz mermer, diğer bitmez tükenmez malzemeler vb. Bizans limanına taşınmak üzere tedarik edildi. Çok sayıda işçi ve zanaatkâr, kararlılıkla ve aralıksız çalışarak işlerin sonuçlandırılmasını mümkün kıldılar. Yunan ve Asya şehirlerinin en değerli süslemeleri Konstantin’in emriyle yağmalandı. Unutulmaz savaşlardan kalan hatıralar, kutsal eserler, tanrı ve kahramanlarla antik zamanların bilge ve şairlerinin tamamlanmasına çok az kalmış heykelleri Konstantinopolis’in görkemli zaferlerine katkıda bulundu.
Antik dünyada Euxine dedikleri yer Türkçede Karadeniz olarak bilinir. Proconnesus Adası’nın bugünkü ismi ise Marmara’dır ve etrafı eski uygarlıkların Propontis olarak adlandırdığı aynı adı taşıyan denizle çevrilidir. Konstantin dünyadaki en görkemli şehirlerden birini kurmuş olsa da Gibbon’dan geçer not alamamıştır:
Tercih ettiği kıyafet ve davranışlar, hayatının sonuna doğru insanlığın gözünde sadece küçük düşmesine sebep oldu. Diokletian’ın kibriyle benimsenen Asya tarzı ihtişam, Konstantin’in kişiliğinde bir nevi efemineliğe büründü. Kendisi, o zamanın yetenekli sanatçılarının binbir zahmetle hazırladığı çeşitli renklerdeki peruklar, yeni ve daha pahalı bir taç, bol miktarda kıymetli taş ve incilerle kolye ve bilezikler, en ilgi çekici altın çiçeklerle süslenen rengârenk, uçuşan ipek giysilerle tasvir ediliyordu.
İlginç olan şudur ki, Konstantin, Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu’nun devlet dini olarak kabul ettirerek tarihe damgasını vuran bir adam olarak tahtta olduğu yıllar boyunca benimsediği dine karşı bir nevi kararsızlık yaşadı. Halkının birçoğu özellikle de ordudaki askerleri arasında hâlâ pagan inancında olanlar vardı ve Konstantin’in gücü onları uzaklaştırmaya yetmedi. Şüphesiz ki batı dünyasında tek bir tanrıya inanma yönünde bir eğilim olmasına rağmen bu tanrının kimliğiyle ilgili bazı şüpheler hâlâ mevcuttu.
Konstantin, imparator unvanıyla kendi adına madeni paralar bastırmaya başladığında bu paralardan bazıları “Sol Invictus” yani “Yenilmez Güneş” ifadesiyle Güneş Tanrısı Apollo’yu onurlandırırken diğerleri de Konstantin’i Güneş Tanrısı’yla yan yana gösteriyordu. Tatil günü olacak haftanın birinci gününe, Latinlerin pazar günü anlamındaki Domenica’sı (Tanrı’nın günü) yerine, Güneş Tanrısı’nın adıyla anılan “Sunday” (Sun’s day: Güneşin günü) adını verdi. Konstantin, İsa’yı insanoğlunun kurtuluşunu sağlama almak için kurban edilen çilekeş bir savunucudan ziyade, düşmanları karşısında zafer kazanmış ve yeni kurulmuş Roma İmparatorluğu’nu tek elden yöneten kendisi gibi ölümü yenmiş bir muzaffer olarak görüyordu.
Konstantin kiliseyle devlet arasındaki yakın ilişkiyi biraz daha ileri taşıyarak ana kiliseyi kraliyet sarayıyla yan yana koydu. Bizans’tan etkilenen Venedik ve Moskova gibi şehirlerde var olmaya devam eden Basileia (kraliyet gücü) ve sacerdotium (papazlık sistemi) konum olarak birbiriyle birleştirdi. Ancak Bizans, mimari açıdan kendini bir Hıristiyan şehri olarak ilan ettiği halde kültüründe Yunan ve Roma’dan kalma klasik bir miras barındırıyordu. Romalı öğrenciler dilbilgisi ve tarihi Homeros’un şiirlerinden öğrendiler. Bizans okullarındaki erkek öğrencilere de yine Truva’nın surları altında ve Odisseus’un gezintileri rehberliğinde destansı savaş hikâyeleriyle eğitim verildi.
Böylelikle pagan dünyası gitgide gücünü kaybederek yerini Hıristiyan dünyasına bıraktı. Konstantin kendi imparatorluk şehrini yaratırken kiliselerin yanı sıra pagan ibadeti için de tapınaklar inşa etti. Hükümdarlığı zamanında da pagan ritüelleriyle kutlamalar sürdü. Bu şehrin farklı inanışları barındıran uzun bir tarihi var. Müslümanların devrinde dervişlerin her yeri kuşatan etkisi ve tasavvufi hoşgörüsü otoriter İslam anlayışını yumuşattı. Kısmen de olsa, hem Türkler hem de Yunanlar o zamanın yükselen dini inançlarının geleneksel öğretileriyle birlikte var olan ve onlardan önce gelen inançları keyifle sürdürüyorlardı. Bugünün İstanbul’undaki hacıların, şeyhülislamın Türklerin kutsal yer olarak addettikleri türbelerde Müslümanların nasıl davranmaları gerektiğiyle ilgili kurallarını tam olarak yerine getirdikleri söylenemez. Müslüman köylü kadınlar şifa için antik Yunan’ın kutsal su kaynaklarına (ayazma) akın ediyorlar. Ayrıca kutsal Kuran’da, Türklerin kem gözden korunmak için her binaya, kolyelere, bileziklere, anahtarlıklara ve buzdolabı mıknatıslarına koyduğu o mavi nazar boncuğuna dair herhangi bir atıf bulamadım.
Tabii ki paganizm Konstantin döneminde bitmedi. New York’taki Metropolitan Sanat Müzesi’nde John Mauropous tarafından 11. yüzyıl erken döneminde İsa’dan niyaz dileme anlamı taşıyan nadir bir epigram buldum: “Sevgili İsa, olur da bazı paganları cezalandırılmaktan muaf tutmak istersen benim hatırıma Platon ve Plutarkhos’un canını bağışla. İkisi de senin tanrı olarak her şeye hükmettiğinden habersiz olsalar da hem öğretide hem de yaşam şeklinde senin ilkelerine yakın duruyorlardı. Bu durumda sen karşılık beklemeden tüm insanlığı kurtarmaya gönüllü olduğun için yalnızca senin merhametine ihtiyaçları var.”
Konstantin bir hükümdardı, din adamı değildi ve dinsel anlamda kılı kırk yarmanın yeni kurduğu imparatorlukta nasıl bir ihtilaf yaratacağını çabucak gördü. Hıristiyanların inanması gereken doğru tanımı oluşturmak için harekete geçti. Ortodoksluğun kurulmasıyla birlikte muhalif inançlar sapkınlık olarak kabul edildi. Bunlardan en yıkıcı olanı İskenderiyeli rahip Arius’tan geldi. Aykırı görüşlerin birçoğunda olduğu gibi Arius’un teorisi de İsa’nın yapısıyla ilgiliydi. İnsan mıydı yoksa ilah mı ya da her ikisinden biraz mı? Arius’a göre İsa, Tanrı’nın doğasıyla benzerlik göstermiyordu, çünkü Tanrı gibi ölümsüz değildi. Tanrı tarafından özel bir amaç için yaratılmıştı, dünyanın kurtuluşu için. Ölümsüz olmamasına rağmen mükemmel bir adamdı ve bu sıfatla Tanrı’nın emrindeydi. Bir yandan da kısmen bu tarz sorunlarla baş etmek maksadıyla bizzat başkanlık ettiği kilise konsülünü İznik’te toplantıya çağırdı. Eusebius imparatorun konsül salonuna girişine çok önem vermektedir:
Ve şimdi herkes, imparatorun teşrif ettiğinin işareti verilince ayağa kalktı, imparator değerli taşlar ve altın işlemelerle bezeli mor giysisinin göz kamaştıran yansımalarıyla semavi bir tanrının meleği gibi toplantının ortasından geçerek ilerledi. Oturma yerlerinin başına yaklaştığında önce bir anlığına durdu. (…) Sıraların başına ulaştığında, kendisi için yüksekçe bir yere yerleştirilmiş dövme altın tahta oturmak için piskopos izin verene kadar bekledi. Hazır bulunanlar da ondan sonra aynısını yaptılar.
Konstantin hem asker hem de hükümdardı. Onun da teşvikiyle piskoposlar Aryan doktrinini çürüttüler ve İsa’nın Tanrı (Baba) ile aynı tözden olduğunu ilan ettiler. Bugüne dek toplu dua kitabındaki İznik Amentüsü’nü ezbere bilen Hıristiyanlar bu sebeple şöyle iddia ederler: “Tanrı’nın biricik oğlu tek rab ve ezelde Baba’dan doğmuş Mesih İsa’ya inanıyorum. O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nur’dan Nur, Gerçek Tanrı’dan Gerçek Tanrı’dır. Yaratılmış olmayıp, Tanrı (Baba) ile aynı tözdendir.” Tarihçiler arasında tartışma konusu olan sebeplerden dolayı Konstantin ölüm döşeğine kadar vaftiz edilmeyi erteledi. Kendisine kutsal ekmek verildiğinde “Şimdi gerçeğin ta kendisi gibi kutsandığımı biliyorum; şimdi tanrısal ışığın bir parçası olduğuma inanıyorum,” diye haykırdığı söylenir.
Dünyanın Ticaret Merkezi
Dünyaya neredeyse 1000 yıl hükmetmesini mümkün kılan politik ve askeri hâkimiyeti takdir edebilmek için, Bizans İmparatorluğu’na sanat ve mimari açıdan bakmak iyi olur. Ticaret açısından da aynı derecede önemli bir merkezdi. Yahudi bir tüccar olan Cordoba’dan Tudela’lı Benjamin (Bünyamin) diye birinin 12. yüzyıldaki tasviri, ticaretin tarihe karışmış dünyasını hatırlatıyor:
Envai çeşit tüccar Babil ve Mezopotamya’daki Shinar’dan, İran ve Medea’dan, Mısır’ın tüm krallıklarından, Kenan diyarından, Rus Krallığı’ndan, Macaristan’dan, Peçeneklerin diyarından (Romanya), Hazar’dan (Kafkasya), Lombardiya ve İspanya’dan geliyor. Burası çalkantılı bir şehir; tüm ülkelerden insanlar buraya kara ve denizyoluyla ticaret yapmak için geliyorlar. Bağdat dışında dünyada böyle bir yer yok. Dükkân ve pazarlardan gelen kirayı, kara ve denizyoluyla gelen tüccarlardan alınan vergileri hesaba kattıktan sonra kentin günlük gelirinin 20 bin altın olduğu söyleniyor.
Konstantinopolis’in ihtişamının, gücünün ve görkeminin altında yatan sebepleri anlamak için en eski zamanlardan beri Avrupa ve Asya arasındaki sağlam konumundan nasıl istifade ettiğini bilmek gerekir. Dünyanın sahip olduğu varlığın üçte ikisinin bu muhteşem kentin zapt edilemez duvarları içinde toplandığı söyleniyor. Kervanlar, Konstantinopolis’e Semerkant, Buhara, Maveraünnehir, Horasan ve İran gibi önemli bölgelerden bütün Ortadoğu’yu geçerek kara yoluyla ulaştılar. Bazı durumlarda onların yüklü develeri kente Antakya ve Halep gibi ticaret merkezlerini geçerek geldi. Kuzey steplerinden gelen karların eriyerek taşırdığı Rusya’daki o büyük nehirler Dinyeper ve Don, Moskova ve Kiev krallıklarından Karadeniz’deki Trabzon gibi liman kentlerine kereste ve kürk taşıdılar ve Konstantinopolis kıyıları boyunca sıralanmış limanlar en doğuda Bengal Körfezi ve en kuzeydeki Vikinglerin ülkesi kadar uzak diyarlardan yelken açarak gelen gemilerdeki vergiye tabi yükleri boşaltmakla uğraştılar.
Bilinen dünyadaki hammaddeler -eşine az rastlanır ağaçlar, lüks mallar, değerli taşlar ve metaller- şehrin atölye ve ambarlarına çıkarıldı. İpek ve deri Peşaver’den (şimdiki Pakistan), tütsü Arabistan’dan geldi. Biber, hindistancevizi, karanfil, tarçın ve mücevherat Hindistan ve Çin’den gemiyle getirildi. Afrika’dan köleler, pamuk, mısır, altın, fildişi, kehribar ve abanoz ağacı Kızıldeniz’in yukarısındaki ticaret yolu boyunca İskenderiye’nin Akdeniz’deki limanı üzerinden tedarik edildi. Balık, Kuzey Denizi kadar uzaklardan, yünlü ürünler Brugge’den, bal, kürk, deri ve köleler Doğu Avrupa’dan, keten Mısır’dan, pamuk ise Suriye ve Ermenistan’dan denizyoluyla gemilere yüklenerek geldi.
Konstantinopolis’teki zanaatkârlık, Avrupa ve Yakın Doğu’nun yanına bile yaklaşamayacağı bir seviyeye geldi. Bizans’ın meşhur olduğu tezhip sanatını icra etmek için renklendirici olarak safran, şap, çivit ve tutkal ithal edildi. Usta zanaatkârlar, değerli metalleri işleyen el işçileri, nakkaşlar, taş oymacıları, mozaik işçileri, kâtipler, dokumacılar, kadın terzileri, boyacılar ve düğmeciler Marmara ve Haliç arasında kârlı bir ticaret yaptılar. Ve tabii ki insan gücü sınırsızdı. İmparatorluğun doğu sınırında nüfus yoğunluğu oldukça fazlaydı; başkente iş için yeni insanlar akın etti. Bizans İmparatorluğu da antik dünyadaki Yunanistan ve Roma gibi kölelik sistemi üzerine kurulmuştu.
Ortaçağda Bizans’ın veya o zamanki adıyla Roma İmparatorluğu’nun dünya nezdinde muazzam bir itibarı vardı. İlk yıllarında müttefikliklerini kuvvetlendirmek için evlenmek üzere kızlarını Bizans’a veren önde gelen Venedikli doçlar Bizans İmparatoru’nun verdiği kaftanla yetkilendiriliyorlardı. Tüccarlar gibi Ortodoks manastırları da imparatorluğun din ve kültürünü Küçük Asya’dan Balkanlar üzerinden İtalya’ya, hatta İtalya’nın en uzak noktası Sicilya’ya kadar yaydılar.
Geride Kalanlar
Şehirde, sokakların ana hatları onun planladığı gibi kalmış olsa da 1600 yıldır Büyük Konstantin’in adını taşıyan somut kanıtlardan çok azı mevcut. Tam şehrin ortasından geçtiği için Mese adıyla anılan yolun güzergâhı değişmedi. Mese, Yunancada “orta” anlamına geliyor. Osmanlılar ismini “Divan Yolu” olarak değiştirdikleri Mese’yi şehrin ana caddesi olarak korudular, zira burası sultanların devrinde Topkapı Sarayı’ndaki divana çıkıyordu. Ne kadar yoğun olursa olsun Divan Yolu, Sultanahmet’ten başlayıp Kapalıçarşı civarına kadar yol boyunca sıralanan Osmanlılara ait türbe ve mezarlardan dolayı kendine özgü cazibesi olan bir sokak. Sağ kolda eski bir mezarlığın arkasında bulunan Balkan Türklerinin işlettiği çay bahçesinde çay içmek hoşuma gidiyor.
Yakınlarda 19. yüzyılın ilk zamanlarında hüküm sürmüş yenilikçi 2. Mahmut’un türbesi var. Türbeyi çevreleyen mezarlık, Osmanlı padişahlarının aile fertleriyle imparatorluğun son asrındaki 10 yıllık çöküş döneminin saygın kişilerinin harikulade anıt mezarlarına ev sahipliği yapıyor. Ünlü yazarların kabirleri, mermer mürekkep hokkası ve tüylü kalemlerle donatılmış. Bir amiralin gemi şeklindeki kabri göze çarpıyor. Yolun aşağısına doğru, Türklerin “Çemberlitaş” adını verdiği, mermer bir kaide üzerine oturtulmuş, somaki mermerinden 6 adet silindirden oluşan Konstantin sütunu “Yanan Sütun” yakın dönemde temizlenmiş ve onarılmıştı. Çekidüzen verilmiş olmasına rağmen yine de yok olan bir nesnenin geride bıraktığı üzgün görünümlü bir parçayı andırıyor. Başlangıçta sütunun üzerine oturtulmuş Apollo giysileri içindeki Konstantin’in heykeli 1106 yılında meydana gelen bir fırtına esnasında tahrip olmuş ve sonraki yüzyıllarda da başka kötü durumlara maruz kalmıştır. Bugün adı bir tramvay durağına verilmiştir.
“Havarilerin Eşiti” Konstantin kendisi için Kutsal Havariler Kilisesi’nin (12 Havari Kilisesi) bir bölümü olarak Venedik’teki San Marco Katedrali ve diğer Bizans kiliseleri için emsal oluşturan haç şeklinde bir bina, bir mozole yaptırdı. Konstantin, Büyük Saray’da mor bir kefene sarılıp altın bir tabut içinde üç ay boyunca teşhir edildikten sonra buraya gömüldü. Haleflerinden bir kısmı da aynı şekilde buraya defnedildi. Fatih Sultan Mehmet, kendi imparatorluk camisi için İstanbul’un yedi tepesinden birinin üzerinde bulunan kutsal havarilerin bölgesini seçti. Kutsal havarilerin kilisesi yıkıldı; malzemeleri de caminin yapımında kullanıldı. Fatih’in camisi 18. yüzyılda meydana gelen bir deprem sırasında tahrip oldu. Şimdi yerinde duran cami de o tarihte yapılmıştır. Bizans kraliyet ailesinin bir kısmının kemiklerinin bulunduğu somaki mermerinden lahitleri Arkeoloji Müzesi’nin arazisinde görebilirsiniz. Bir keresinde bunlardan birinin klima ünitesini saklamak için kullanıldığını görmüştüm.
7
Jüstinyen ve Theodora: İmparatorluk Döneminin Konstantinopolis’inde Bir Gezinti
Hagia Sophia Kilisesi, görünen o ki Konstantinopolis’in kutsal merkeziydi; ancak şehrin halka açık merkezi “Hipodrom”, yani Türkçedeki adıyla “At Meydanı” idi. Genişliği 130 metre, uzunluğu 450 metre olan Hipodrom, en parlak döneminde 40 sıralık ve 100 bin kişilik oturma kapasitesine sahipti. Adından anlaşılacağı üzere burada at yarışları yapılıyordu ve Konstantinopolis’in ilk sakinleri spora, özellikle de at yarışına deli oluyorlardı. Hipodrom ayrıca halka açık gösterilerin gerçekleştirildiği bir yerdi. Konstantinopolis halkı oldukça mücadeleciydi. MS 532’de gerçekleşen Nika İsyanı; Yeşiller, Maviler, Kırmızılar ve Beyazlar adlarını taşıyan tüccar loncaları arasındaki çekişmeye tanık oldu. Ayaklanma sırasında İmparatorluk Sarayı ve Ayasofya büyük çapta zarara uğradı ve Büyük Jüstinyen tahttan indirilme noktasına kadar geldi. Jüstinyen afalladı; fakat sert bir mizaca sahip eşi Theodora, Jüstinyen’i dirençli olması için ikna etti. İlerleyen sayfalarda göreceğiniz gibi Prokopius, zaman zaman Theodora’nın aleyhinde bir tavır içinde olsa da, bu sefer onu kahramanca takdim ediyor:
Güne doğan her erkek er ya da geç ölecektir [dedi Theodora]; peki bir imparator kaçak olmaya nasıl razı olabilir? Ben şahsen ne kendi rızamla imparatorluk pelerinimi çıkarmak ne de bu ünvanla çağırılmadığım günü görmek isterim. Eğer siz efendim, paçanızı kurtarmak istiyorsanız bu konuda hiçbir sıkıntı yaşamayacaksınız. Zenginiz, işte deniz burada, gemilerimiz de. Öncelikle şunu idrak edin ki eğer güvenliğiniz sağlanırsa ölümü tercih etmediğiniz için pişmanlık duymayacaksınız. Ben şahsen eski bir sözden yanayım: Mor, asaletin kefenidir.
Jüstinyen kuvvetlerini tanzim etti ve gücünü yeniden elde etmek için harekete geçti. İsyancıları ele geçirmeyi kararlılıkla aklına koymuştu. Birliklerine, içinde insanlar olduğu halde hipodromun kapılarını kapatmalarını emretti. Arkasından gelen toplu bir katliamdı. Jüstinyen’in emriyle 300 binden fazla insan kıyıma uğradı.
Asil Çift
İmparator Jüstinyen, Trakya’nın Roma eyaleti Balkanlarda doğdu. Anadili muhtemelen ilk milenyumun sonundan oldukça önceki bir zamanda unutulan Trakya diliydi. Kendisinden önce imparator olan amcası ve hamisi Jüstin, Trakya köylülerindendi ve muhtemelen okuma yazma bilmiyordu. Jüstin’in üzerinde “onu okudum” anlamındaki “LEGI” ibaresi kazınmış ahşap bir mührü vardı. Kelimenin üzerinden mor mürekkeple geçiyordu ve yalnızca imparatorun mor rengi kullanma hakkı olduğu için herhangi bir dökümanda görüldüğünde kimin onayından geçtiği açıkça belli oluyordu. Ölmekte olan klasik Yunan kültürünün varlığını sürdüren ustalığıyla yapılabilen, eski Roma İmparatorluğu’nun uzak bir eyaletindeki Balkan köylü hayatının çamur ve samanından pek de uzak olmayan bir imparatorun açıkgözlülüğü, derin ihtirası ve servetiyle desteklenen Ayasofya Kilisesi, yalnızca beş yılda tamamlandı ve 26 Aralık 537’de kutsandı.
Jüstinyen’in köylü geçmişine rağmen bu güçlü imparatorluğun başına geçmiş olması kadar İmparatoriçe Theodora’nın soyu da şaşırtıcıdır. Theodora, çocuklarınızın annesi olmasını isteyeceğiniz tarzda bir kız değildi. İmparatoriçelerden çok azı ayı bakıcısı bir babaya ya da sirkte akrobat bir anneye sahip olmasıyla gurur duyabilirdi. Lakin Theodora’nın ebeveynleri böyleydi işte. 6. yüzyıl tarihçilerinden Bizanslı Prokopius’un resmi tarih kayıtlarından çıkarmak zorunda kaldığı tüm sıradışılıkları içeren Bizans’ın Gizli Tarihi kitabındaki Theodora’nın hikâyesi, dünyadan geçmiş bir hükümdarın en küçük düşürücü tasvirlerinden biridir. Theodora’nın ilk zamanlarına ilişkin Bizans’ın Gizli Tarihi kitabından bir paragraf şöyle söyler:
Şimdi bir süredir Theodora bir erkekle yatacak veya bir kadın gibi ilişkiye girecek kadar olgun değildi ama insanlığın döküntülerini tatmin eden -ki onlar köleydiler ve efendilerini tiyatroya kadar takip edip bu tarz yabani deneyimleri yaşama şansı buluyorlardı- bir erkek fahişe gibi davranıyordu. Önemli bir zamanını bedenini bu tarz olağan dışı alışverişlere adadığı bir genelevde geçirdi… Ama olgunluğa erişir erişmez o ortamın kadınları arasına katıldı ve atalarımızın piyade olarak adlandırdığı bir fahişe oldu. Genç kadının bir nebze bile iffeti yoktu ya da hiç bir erkek yüzünün kızardığını dahi görmemişti, bilakis hiç tereddüt etmeden en utanç verici isteklere bile razı olurdu.
Tarihçi John Julius Norwich, Prokopius için “kibirli yaşlı münafık” diyordu; ancak Prokopius’un tüm bunları uydurmuş olduğuna inanmak hayli güç. Doğrusunu söylemek gerekirse birçok açıdan Konstantinopolis’in kutsal bir şehir olmakla beraber çirkin bir yanı da vardı. Yeats’in söylediği gibi Bizans’ın bütün bu kadın ve erkekleri, tüm zamanlarını tanrısal sırların mest edici tefekkürü içinde geçirmiyorlardı elbette.
Jüstinyen, belki de Konstantin’den sonra gelen Bizans imparatorlarının en büyüğüydü. Ayasofya’yı inşa etmenin yanı sıra bir yönetici olarak da yorulmadan çalıştı. Saray memurları ondan söz ederken “uykusuz adam” diyorlardı; bitmez tükenmez enerjisiyle her daim işinin başındaydı. Devlet bürokrasisini yeniden organize etti, rüşvet ve yolsuzluğu ortadan kaldırmaya çalıştı, eyaletlerdeki sivil ve askeri otoriteyi birleştirdi. Belki de en önemli çalışması Jüstinyen Yasaları olarak bilinen bir dizi Roma kanununu ciltler halinde sistematik ve ansiklopedik olarak yazdırmaktı. Vizigotlar ve Vandallar gibi Alman istilacılara kaptırmış oldukları imparatorluk topraklarını tekrar ele geçirmekle ilgili büyük hedefine, Roma’nın geleneksel askeri meziyetlerini bünyesinde toplamış olan General Belisarius’un önderliği sayesinde ulaşıldı. 534 yılında Kuzey Afrika’yı, 20 yıl süren bir savaştan sonra da İtalya’yı yeniden Bizans’ın kontrolüne geçirdi.
Hipodrom
Ayasofya’dan hipodroma doğru yürüdüğünüzde, sağ kolda veya başka bir deyişle hipodromun batı kanadında, Muhteşem Süleyman’ın sadrazamı İbrahim Paşa’nın şahsına ait sarayın da içinde bulunduğu Türk ve İslam Eserleri Müzesi vardır. Süleyman’ın en gözde ve sevgili karısı Rus kökenli -daha kesin bir deyişle Rutenya veya Ukraynalı- Roxelana gibi, en yakın arkadaşı İbrahim de, imparatorluğun en kudretli konumuna gelen bir Rum asıllıydı ve Süleyman’ın kız kardeşi Hatice’yle evliydi. Zaman içinde boyundan büyük işlere kalkıştı; Süleyman 13 yıllık sadrazamlığının ardından İbrahim’i öldürttü ve bütün varlığına el koydu. Bugünkü haliyle bile oldukça büyük olan saray, o zamanlar şimdikinin iki katı büyüklüğündeydi. İçinde kilim, kaligrafi, minyatür ve benzerlerinin bulunduğu olağanüstü bir koleksiyon bulunmaktadır. Ayrıca bir kahvehane ve pazarlık yapma konusunda endişeli olanlar için fiyatların sabit tutulduğu bir dükkân vardır.
Hipodrom bugün diğer yerlere ulaşmayı sağlayan bir geçiş yolundan ziyade, kendi içinde küçük bir merkezdir. 19. yüzyıl sonunda inşa edilen İmparator 2. Wilhelm’in emsalsiz çeşmesi, Kuzey Avrupa hantallığı ile Osmanlı mimari biçimlerini örnek alan kıymetli bir yapıdır. Bir Osmanlı mimarı akşam yatmış, sabah da Almanca konuşarak uyanmış gibidir adeta. Bir yanında İbrahim Paşa Sarayı, diğer yanında Sultanahmet Camisi’ne giden batı kapısının önündeki kafeler ve hediyelik eşya dükkânları ile uzun ve oval bir yarış pisti gibi tahayyül edilebilecek uzun ince şerit, alanın merkezinden geçer ve “spina”, yani “hipodromun omurgası” olarak adlandırılır.
Spina’nın ortasında Konstantin’in Mora Yarımadası’ndaki Delfi’den getirttiği Yılanlı Sütun bulunmaktadır. Yılanlı Sütun’a gelmeden önce ise antik Mısır Dikilitaşı’nı görürsünüz. 800 ton ağırlığındaki bu devasa dikilitaş gemi yolculuğuna dayanamamış ve yalnızca üstteki üçte birlik kısmı Konstantinopolis’e sağlam şekilde getirilebilmiştir. Dikilitaş, Batı Roma İmparatorluğu’nun nihai çöküşünden ve Doğu’nun ya da Bizans’ın yükselişinden önce, hem Doğu’ya hem de Batı’ya hükmeden Roma imparatorlarından sonuncusu olan müstesna kişilik Büyük Theodosius tarafından Hipodrom’a dikilmişti.
Burada özellikle bakmaya değer olan, dikilitaşın üzerinde durduğu mermer kaidedir. Bu taş blok üzerine, hipodromun doğu cephesinde bulunduğu varsayılan kraliyet locası Kathisma’daki imparator ve ailesinin tören sahneleri yontulmuştur. Kabartmalar aşınmış olmasına rağmen, dikilitaşın kuzey cephesinde, zamanında muhteşem bir mühendislik becerisiyle yapılmış olan obeliskin taşınması ve dikilmesine nezaret eden imparatoru görebiliyoruz. İşçiler omuzladıkları halatlarla sütunu sürüklüyor, diğerleri de halatları sarmak için kullanılan bir vinci çeviriyor. Batı cephesinde, Romalı kıyafetlerine, harmani ve benzerlerine bürünmüş kraliyet topluluğunun (bizim “Bizanslı” olarak adlandırdığımız bu kişilerin ilk birkaç yüzyıllık dönemde kendilerini Romalı [Rhomainoi] olarak kabul ettiklerini hatırlatalım) arasından öne çıkan Pers başlığı takmış, diz çökmüş bir grup köle, İmparator Theodosius’a saygılarını sunuyor. Theodosius’un yanında Batı’daki eş-imparatoru II. Valentinianus ve sırasıyla, biri Batı’nın diğeri de Doğu’nun imparatorları olacak oğulları Honorius ve Arcadius bulunmakta. Güney cephesinde ise hepsi bir araba yarışını izliyorlar. Kalabalık arasından çehrelerini görüyoruz. Alt kısım boyunca da dans eden genç kızları ve müzisyenleri görüyoruz.
Anıtın en sevdiğim bölümleri imparatorlukta hiçbir şeyin, hatta hükümdarların yaşamlarının dahi güvence altında olmadığı bir yapının havasıyla ilgili fikir veren Theodosius’un mızraklı ve dağınık sakallı muhafızlarının ifadeleri. Roma, Bizans, Osmanlı veya diğer herhangi bir imparatorluğun ihtişamı ve görkemi bizde nasıl bir etki bırakmış olursa olsun, gerçek, Mao Zedong’un “Politik kudret bir silahın namlusundan ya da bir bıçağın ucundan çıkar,” sözlerinde saklıdır. Bu taşlarda ölümsüzleşen Valentinian, Galyalılar ile girdiği bir güç savaşında mağlup oldu ve 15 Mayıs 392 tarihinde 21 yaşındayken özel dairesinde ölü bulundu. John Julius Norwich, Byzantium: The Early Years (Bizans: İlk Yıllar) adlı eserinde şöyle yazar: “Ölümünün bir intihar olduğunu kanıtlamak için çok zahmete girildi.”
Hipodrom, her ne kadar imparatorluk başkentinin iz bırakan bir hatırası olsa da Konstantinopolislilerin “Kutsal İmparatorluk Sarayı” olarak adlandırdığı, hiçbir masraftan kaçınmadan dekore edilmiş, geniş bir alana yayılan ve birbirine bağlı bir dizi binadan oluşan bu taş yığınından geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştır. Büyük Saray, Marmara Denizi ve Haliç’e doğru inen ormanlık bir yamaç üzerine kuruluydu. Bir yanda bahçeler ve kiliseler güzellik ve kutsallık taşıyor, diğer yanda yazlık evler, çeşmeler, binicilik okulu ve polo sahalarıyla havuz ve dekoratif göletler ferahlatıcı bir etki bırakıyordu. Bizans’ın yüksek tabakasının güvenli ve konforlu hayatını sürdürmek için ahırlar, mutfaklar ve ambarlar mevcuttu. İmparatorlar ve maiyetindekiler burada, imparatorlar arasında en kültürlü ve belki de doğuştan en zarif isme sahip Konstantin Porphyrogenitus’un Book of Ceremonies (Törenler Kitabı) adlı eserinde detaylıca bahsedilen dinsel ve resmi törenlerle belirlenmiş bir hayatı sürdürüyorlardı. Tarihe karışan bu dünya, gözle görülür olmayanı tasavvur edecek gezginler için işte buradadır.
8
Kutsal Şehir
W.B. Yeats İstanbul’a hiç gelmedi, ama Bizans Sanatı ile ilgili okumalarından esinlenerek yazdığı şiirler ‘Bizans’ı bu kutsal şehrin ebedi simgesi yaptı. Yeats’in Bizans sanatıyla tanışması Palermo ve Ravenna’da gördüğü mozaikler vesilesiyle oldu. Şiirleri yoluyla kutsallaştırdığı şehri kendi gözleriyle görmemiş olması ironik görünse de bir bakıma buna ihtiyaç da duymamıştır. Dünyadaki varlığını, sanat ve mimarisiyle halen sürdüren Bizans, İrlandalı ustanın o harika şiirlerinin yarattığı etkiye benzer bir nevi ebedi bir hediye, ilham veren bir mucize ve görkem anlayışı barındırır. Yeats, Bizans’ın hiyeratik mozaik sanatından etkilendi ve onun bu sanatta tasvir edilen kişilerle ilgili sihirli sözleri, parlayan binlerce küçük renkli kareyle tasvir edilenin ruhani ifadesiyle birleşti. Yeats’in “Tanrının kutsal ateşinde duran bilgeler / Bir duvardaki altın mozaikte durur gibi” dizeleri, resmedilenle anlamı arasındaki ilişkiyi çok güzel anlatıyor.
Bizans sanatı ve onu taklit eden 13. ve 14. yüzyıllara ait erken dönem İtalyan dini sanatı, daha sonra modernizmden önceki Avrupa sanatının tipik bir örneği olacak yaşamın taklit edilmesinden ziyade barındırdığı salt durağan ve yapay nitelikleriyle kendini göstermektedir. “Sailing to Byzantium” şiirinin son kıtası bu büyük yapmacıklığı yakalamaktadır:
Çıkacak olsam bir kez tabiattan,
Tabii bir şeyden gövdeli bir şekil almayacağım asla
Yunanlı kuyumcuların çekiçle ve mineyle işlenmiş altından
Uykulu bir imparatoru uyanık tutmak amacıyla
Yaptıklarından başka; Kondurduklarından
Başkasını ya da, altın bir dala,
Geçmiş, geçen ve geleceğin ne olduğunu şakısın diye
Bizans’ın Lortlarına ve Leydilerine.[2 - William Butler YEATS’ten çeviren Osman Tuğlu (ç.n.)]
Yeats’in imgeleri ziyaretçilerin taht odasındaki suni ağaçlarla ilgili tasvirlerinden esinlenmişti; küçük mekanik altından kuşların konup şarkı söylediği yakut, zümrüt, turkuaz ve safirden yapılmış meyvelerle kaplı altın ve gümüş dallardı bunlar.
İmparatorluk Şehri Konstantinopolis
Mimari çizimler ve dijital örnekler bize imparatorluk zamanında Konstantinopolis’in nasıl görünüyor olabileceğiyle ilgili net bir fikir veriyor. Ayasofya’nın kuzeyinde ve biraz aşağısına doğru, Kutsal Bilgelik Kilisesi Ayasofya’dan sonra en önemli ikinci kilise olan Kutsal Barış Kilisesi Aya İrini “Hagia Eirene” var. Aya İrini şu haliyle Topkapı Sarayı’nın duvarlarıyla çevrilmiş olsa da o kadar değişmemiş. Ayasofya’nın önündeki meydanın yerinde daha önceden sıra kemerli bir forum veya agora varmış gibi görünüyor. Büyük Konstantin bu planı 4. yüzyılda hazırlatmıştı. Agoranın batı ucunda, imparatorluktaki tüm mesafelerin ölçüldüğü “Milyon Taşı[3 - Kimi kaynaklarda Milenyum Taşı, kimi kaynaklarda da Sıfır Noktası olarak geçer. (ç.n.)]” adındaki mermer nişan durmaktadır. Nişan bugün hâlâ burada, ancak yıpranmış ve içler acısı bir görünüme sahip; önünden geçen tramvay yolu ise onu meydandan ayırıyor. Zemin, yüzyıllar içerisinde depremler, molozların toplanması ve yeni yolların yapımı sebebiyle yükselmiş olduğu için bir zamanlar meşhur olan nişanın zeminini görmek için küçük bir kuyunun dibine doğru eğilip bakmanız gerekiyor.
Şehir surları içindeki Altın Kapı’ya uzanan Mese’nin başladığı nokta da burasıdır. Binlerce kilometre ötedeki Roma’ya giden yol da buradan başlar. Hemen yakınında Yerebatan Sarnıcı vardır. Bizanslılar büyük ölçekte, 336 sütunlu bir nevi yeraltı tapınağı inşa etmişlerdi. Bu antik yontmaların kalıntıları günümüz İstanbul’unda zaman zaman kötü kullanıma maruz kalıyor. Burada, iki adet devasa “Gorgon Başı”, sütunların kaidesi olarak kullanılmış. Birisi yerde yan yatmış, diğeri ise baş aşağı duruyor. 1545 yılında Fransız antikacı Peter Gyllius semt sakinlerinin katlardaki deliklerden su çekmek için kova daldırdıklarını ve hatta bazen de aynı deliklerden balık tuttuklarını gözlemleyip yeniden keşfedene kadar burasının varlığı tamamen unutulmuştu. Yumuşak bir ışıklandırma ve new age müzik, burayı sıcak bir İstanbul gününde dinlenmek için inebileceğiniz mükemmel bir yer haline getiriyor ve herkesin hoşuna gidecek mistik bir hava veriyor.
Arkeologlar, Sultanahmet’te yeni keşiflerde bulunmaya devam ediyorlar. Bunlardan biri olan Büyük Bizans Sarayı, Ayasofya’nın hemen aşağısında. Four Seasons Oteli arkasındaki kazılar da halen devam ediyor. 1935’te Büyük Saray’da yapılan kazılardan çıkarılan mozaikler ve heykel parçaları Torun Sokak’taki Mozaik Müzesi’nde sergileniyor. Buraya Arasta Çarşısı’ndan ulaşım sağlanıyor. Mermerleri büyük olasılıkla Sultanahmet Camisi’nin kaplamalarında kullanılmış sarayın eski hükmü kalmamış ama yüzyıllardır hafızalardaki yerini koruyor. Civardaki binaların teraslarından görülebilen taş, Marmara Adası’ndaki taş ocağından getirilmiş. Anlaşılan o ki mermerler antik dönemden ta bugüne kadar adanın tükenmeyen maden ocaklarından çıkarılmış. Bir keresinde caminin avlusundaki taşları incelerken bu mermer blokların büyüklüğü ve asimetrik şekilleri karşısında hayrete düştüm, sanki işçiler devasa blokları çıkardıktan sonra belli bir ölçüye göre küçültüp yerlerine oturtmuş gibiydiler.
Manevi Hâkimiyet: Bizans
Tarih okuyan gezginler için Bizans’ın elle tutulur bir mevcudiyeti vardır. Ayasofya önündeki büyük açık alandan geçtiğimde sık sık aklıma Yeats’in bu şehir üzerine yazdığı olağanüstü şiirlerinden ikincisi ‘Byzantium’un dizeleri düşer:
Günün bozulmamış görüntüleri geri çekilir;
İmparatorun sarhoş askerleri yatakta;
Gecenin uğultusu çekilir, uyurgezerlerin şarkısı
Büyük katedralin çanından sonra
Yıldızlı yahut mehtaplı kubbe dudak büker
Bütün o adamlara
Bütün küçük karmaşıklıklara,
Öfke ve insan damarlarının çamuruna.
Bu dönemden sonra iki imparatorluk geldi geçti. Turizm veya zamanın akışıyla tamamen silinip kaybolmayan o oluşumla ilgili muhteşemlik hali hâlâ varlığını sürdürüyor.
Gecenin bir vakti İmparator’un konuştuğu yerde
Ateş ne yiyeceği pişirecek ne de kabını yakacak,
Ne de fırtına rahatsız edecek, ateşten doğan alevleri,
Kanla doğan ruhların geldiği yerde
Ve öfkeli vedanın olanca karmaşıklığında
Dansla ölen,
Coşkuyla acı çeken,
Ateşin acısı kollarını açmayacak.
Ata binercesine çamurlu ve kanlı yunusa,
Ruh peşinde ruh! Demirciler sele set çeksin,
İmparatorun en iyi demircileri!
Dans pistinin mermerleri
Karmaşıklıkların öfkesi buruk bir ara
Bu görüntüler henüz
Babalık anından,
Denizlerde işkenceye uğramış bu yunus paramparça.
Yeats, Plotinus ve Proclus gibi yeni Platoncu filozofların sıkı takipçisiydi. Bizans’ta “Varlık Birliği” adını verdiği bir tasvir buldu:
Bana antik çağlarda bir ay yaşama şansı verilseydi ve o zamanı nerede geçireceğim bana bırakılsaydı o zaman Jüstinyen’in Plato Okulu’nu kapatıp St. Sophia’yı açmasından hemen öncesindeki Bizans’ı tercih ederdim. Ufak bir şaraphanede, bütün sorularıma yanıt verecek bu mozaiği oluşturan felsefeyle uğraşanları bulacağımı, doğası gereği Plotinus’a kıyasla daha yakın olanları, prensler ve din adamları için bir iktidar aracı yapan hassas becerisinin gururunu, avam arasında çılgınlığa varan caniliği, mükemmel bir insan vücudu gibi hoş esnek bir varlığı sergiler gibi sorularıma yanıt alacağımı sanıyorum.
Yeats Konstantinopolis’te tüm sorularına cevap verecek birini bulabilseydi gerçekten de şanslı biri olurdu. Birkaç yüzyıl boyunca devletin istikrarını tehdit eden din tartışmaları Bizans’ın başına bela oldu. Dediğim gibi tartışmanın asıl meselesi İsa’nın gerçek doğasıyla ilgiliydi. Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlüsünün bir mensubu olarak Tanrı mıydı insan mı, yoksa ikisi arasında bir şey miydi? Aryanlara göre İsa, insan olmaya ilahi olmaktan daha yakındı. Monofizitlere göre ise İsa’nın ilahi olan tek bir doğası vardı. Büyük Konstantin gerçekçi fikirlere sahip bir hükümdar olarak devlet işlerinin arasında bu konuda bir uzlaşma zemini bulmak için çabaladı.
Böyle bir sorunun sadece okumuşların değil sokaktaki adamın da zihnini meşgul etmesinin gerekmesi ilk başta bize şaşırtıcı gelebilir, ancak bir sonuca varmak için din uğruna kan akıtılmış olmasını ve hâlâ da buna devam edilmesini enine boyuna düşünmek gerek. Felsefi ve teolojik tartışmalar, dini gelenekteki çeşitli din ve bilim adamlarının kafasını meşgul etmiştir – Talmud kitabına ait kavgaları düşünün, Tibetli keşişlerin dahil olduğu ayrıntılı tartışmaları, ortaçağ Avrupa’sındaki Katolik din adamlarını, ortaçağ sonlarında yaşayan İbn-i Sina gibi İslam filozoflarını… 4. yüzyıl sonlarının Konstantinopolis’inde Nissalı Gregor’un İsa’nın tanrısallığına ve Baba Tanrı ile münasebetine ilişkin tartışmalarıyla ilgili hikâyeler canlı ve unutulmazdır:
Bütün şehir, meydanlar, pazar yerleri, kavşaklar ve hatta sokak araları, eskiciler, sarraflar, yiyecek satanlarla doludur ve hepsi de tartışmakla meşguldürler. Birisinden paranızı bozmasını isteseniz size yaratılmış olmak ya da doğmamış olmak hakkında felsefe yapar; bir somun ekmeğin fiyatını sorsanız bir şekilde Tanrı Baba’nın büyüklüğünden ve oğlu İsa’nın acizliğinden bahseder, “Banyom hazır mı?” diye sorsanız hizmetli size Oğul’un hiç yoktan var edildiğini söyler.
Yeats’in şiirleri ve A Vision adlı kitabındaki yorumları Kutsal Bilgelik Kilisesi’ne yapacağınız ziyaret için hazır olmanızı sağlayacaktır. Bu kilise büyük bir gücün, varoluşun ve itibarın yapısıdır. İmparator Jüstinyen, Bizanslı ayaktakımının 532’deki Niko Ayaklanması’nda tahrip ettiği kilisenin yeniden inşaası için mimar olarak matematik ve fizikle uğraşan Trallesli Antemius ve Miletli İsidoros’u seçti. İsidoros, Jüstinyen’in kapatmış olduğu Platon Akademi Okulu’nun başındaydı. Ünlü kişiler hakkındaki bu kısa aktarımlar Bizans İmparatorluğu’nu oluşturan kültür ve milletlerin karışımına şöyle bir göz atmamızı sağlar. Bu iki bilge adam Artemius ve İsidoros, antik Yunanistan ve onun bütün bilgi ve deneyimiyle bir bağ kurdular. İmparatorun bu iki mimarı seçmesi başkenti Konstantinopolis olan Doğu Roma İmparatorluğu ile Helenistik dünyayı birbirine bağladı. Yüksek idealler, menfaatler ve gücün yanı sıra saygınlık talepleri de içeren bu birleşim bütün ortaçağ boyunca varlığını sürdürdü ve zenginleşti.
9
Bizans Sanatına Bakış
Bizans sanatının iki ölümsüz eseri İstanbul’da bulunmaktadır. Her ikisi de kilisedir. Ayasofya ve Kariye Camisi. Ayasofya’nın resimleri mekânın gerçek ihtişamını yansıtmaktan uzaktır; ziyaretçilerini gerçek boyutuna ve içinde barındırdığı alan ve ışığın etkisine hazırlayamaz. Robert Byron’ın deyişiyle o “mimarinin amiral gemisi”dir. İçindeki mozaik süslemelerin çoğu kaybolmuştur. Yine de tarzının güzelliği ve mermer sütunlarının, kaplamalarının ve döşemelerinin zenginliği güçlü bir hatırlatıcıdır. Kariye ise dışarıdan görüntüsüyle sevimli bir kiliseyken, Robert Byron’ın deyişiyle mozaik ve duvar resimleriyle ziyaretçilerin ilgisini çeken iç kısmı sanatkârlığın “mikrokozmosu”dur. Mozaik Müzesi de makrokozmos ve mikrokozmosun bu iki şaheserinin yanında, barındırdığı Büyük Bizans Sarayı’nın kalıntılarından çıkan erken dönem kaplama mozaikleriyle bir ikramiye gibidir.
Bizans Sanatının Coğrafi Menzili
W.B.Yeats birçok kişiye ulaşan yazılarında sözünü ettiği bu yere bildiğimiz kadarıyla hiç gelmedi. Ben bile Bizans sanatıyla ilk kez İtalya’da anakaradaki Ravenna bölgesinin kiliselerinde ve Sicilya’da Palermo ve Cefalu’da karşılaştım. Sonraki zamanlarda iç duvarları mücevherleri andıran Bizans freskleriyle süslenmiş keşişlerin yaşadığı kiliseleri görmek için küçük Volkswagen’imin amortisörlerini zorlayarak Yunanistan, Makedonya ve Sırbistan’ın kötü ve zorlu yollarında yolculuklar yaptım. Bir bardak soğuk su, bir parça Türk lokumu, pirinç tepside sunulan bir içimlik slivovitz (erik konyağı) eşliğinde sakallı, siyah giysiler içindeki keşişlerin güleryüzüyle karşılanmak ve ardından kiliseye gidip mumla aydınlatılmış fresk ve ikonaları görmek benzeri olmayan bir deneyimdi.
Osmanlı Türkleri Küçük Asya ve Trakya’yı işgal edip ardından Konstantinopolis’i ele geçirince Bizans’ın büyük şehir merkezi ebediyen değişti ve birçok anıt ya tahrip edildi ya da başka türlü kullanımlara açıldı. Bukoleon Sarayı’nın karşısında, Marmara Denizi’ndeki imparatora ait özel limana ve tekne havuzuna erişim olacak şekilde inşa edilmiş Bizans Sarayı’ndan geriye kalan, yalnızca denize bakan tuğla ve taş duvar içine yerleştirilmiş dört büyük mermer çerçeveli boş pencereleriyle terk edilmiş, harap bir bina iskeletidir. Bizans’ın imparatorluk saraylarının muazzam ihtişamını anlamak için Sicilya’ya gidip 12. yüzyıla ait, Bizanslı zanaatkârlar tarafından görkemli bir şekilde süslenmiş Palermo Kraliyet Sarayı’ndaki Kral Ruggiero’nun özel odasına bakmak gerekir. Zemin çok renkli taştan oyma desenli mermerle döşelidir. Venedik Sarayı’nın dış duvarlarını süsleyenlerdekine benzeyen, somaki taşından yuvarlak madalyonlar kaplamanın içine konmuştur. Az miktarda varaklı mermer yüzeyli masalar ihtiyaca binaen uygun yerlere yerleştirilmiştir.
Yukarı doğru baktığımızda duvarların aynı Ayasofya’da olduğu gibi sade, damarlı mermerle giydirildiğini görüyoruz. Bu duvar panolarının üzerinde mermer sütunlarla desteklenen kemerli bir tavan yükseliyor. Odanın ihtişamı, duvar boyunca tavana kadar yükselen mozaiklerin ve bunaltıcı Sicilya akşamüstlerinde gözümüzü dinlendiren portakal ağaçları ve palmiyelerin biçimli görünümleriyle yeşilliklere karşı altın gibi ışık saçarak parıldamasından kaynaklanıyor. Tonozları bölen kemerlerin üzerinde gergin ifadeleriyle yüz yüze bakan sentorlar[4 - Yunan mitolojisinende yarı insan yarı at görünümünde olan yaratıklar. (e.n.)], çalımla yürüyen leoparlar ve tavus kuşları, aslan kabartmaları, arma stilinde poz veren griffonlar yer alıyor. Şatafatlı ama derli toplu bu oda, altın mozaiklerin ihtişamına karşı sade renkteki mermerler ve gösterişsiz boyanmış kapılarıyla görkemli bir hava taşıyor. Eğer böyle bir zenginlikle dekore edilmiş bu özel odaları gözümüzde canlandırabilirsek, o zaman Büyük Bizans Sarayı’nın nasıl göründüğünü hayal etmemiz de mümkün olur.
Osmanlılar, imparatorluktaki milletlerin ya da etnik toplulukların kendi aralarındaki ilişkileri düzenlemelerine ve inançlarını özerk bir biçimde tatbik etmelerine olanak verecek bir politika benimsedikleri için kiliseler, imparatorluk sarayları ve zenginlerin malikânelerinden daha uzun süre varlıklarını sürdürme şansına sahip oldu. Sıkça rastlandığı üzere kiliseler camiye dönüştürüldüğünde bile binaların kötü ve tahrip edici hava şartlarından korunmak üzere yapılmış dayanıklı çatıları sapasağlam kalmıştır. Hemen hemen bütün Türklerin bir kiliseyi camiye dönüştürürken tek yaptıkları, ezan için bir minare inşa etmek ve caminin içine cuma namazı sırasında vaaz için kullanılan bir minberle İslam inancına göre Mekke’nin olduğu yöne bakan bir mihrap yerleştirmektir.
Yine gözüme çarpan camiye dönüştürülmüş başka bir kilise İstanbul’daki Myrelaion Kilisesi, yani Bodrum Camisi’dir. Bu camiyi sisli bir sonbahar akşamında Laleli Camisi’nden çok da uzakta olmayan Divan Yolu’nun Marmara’ya bakan tarafındaki giysi satılan dükkânların bulunduğu sokaklarda bulmaya çalışmak pek de kolay olmadı. Ama görür görmez içimden “Bu bir cami değil bir kilise!” diye haykırdım. Tıpkı diğer Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi dış cephesi sade tuğlayla örülmüş, Küçük Mustafa Paşa semtindeki Gül Camisi gibi yüksek ve heybetli bir görünümü vardı. İç kısımları tamamen değiştirilmiş, mozaikleri sökülmüş, tahrip edilmiş ya da sıvayla kapanmış olsa da bu yapıların ayakta kalması, Britanya adalarında 8. Henry yönetimindeki Roma Katolik manastırlarının tasfiye edilmesinden hemen sonra manastır ve çatısız mabetlerin yalnızca güzel görüntülü kalıntılara dönüşmeye terk edilmesiyle yalın bir tezat içermekteydi.
Klasikten Bizans’a
Bizans sanatının kökleri MÖ ilk bin yılın erken döneminde Doğu Akdeniz’e özgü farklı izlerin bir araya gelmesi ve kaynaşmasına dayanır. Bir açıdan Roma İmparatorluğu’nun sanatı “huşu vermek için tasarlanan kudretin sanatı” olmaya devam etti. Göz kamaştırma ve etkileme becerisi, öznelerini görsel gerçeklik gerektiren bir yaklaşımla değil, resmedilen şeyin psikolojik ve ruhani anlamını ileten bir bakışla tasvir eden İran ve Suriye gibi Ortadoğu geleneklerinden gelen unsurların sahiplenilmesiyle önemli ölçüde geliştirilmiştir. Bu sanat her daim vurgulamaya, abartmaya ve soyutlamaya yatkındır. Bizans sanatı ve kültürü Akdeniz ve Ortadoğu’nun her tarafında muazzam bir saygınlığa sahipti. Persler, yeni inşa ettikleri saray için Bizans elçisinin “üst tarafı kuşlar, alt tarafı da fareler için” demesi üzerine tüm binayı yerle bir etti.
4. yüzyıldan itibaren Roma İmparatorluğu, kilise ve devletin eşit güçlere sahip olduğu bir Hıristiyanlık oluşumu haline geldi. Kilise, devletin hukuk sistemine onay verdiği için zenginlik ve güç elde etti, devlet de ilahi hakları gözeterek yönettiği için kiliseden bir nevi icazet aldı. Cyril Mango Bizans sanatını şu ifadelerle özetler:
Erken dönem Hıristiyan sanatı, gösteriş meraklısı olmaya meyilli ve klasik standartlara göre değerlendirildiğinde rakipsizken Bizans sanatı farkındalık yaratan ruhaniliğini ve zarafetini eski geleneklere aşıladı. Sınırsız bir soyutlamaya düşmeden doğalcılıktan vazgeçti ve daima giysili insan figürü anlayışını muhafaza etti.
Işıltılı çokrenklilik geleneğini devraldı; sonrasında onu harikulade bir zenginlik ve uyum paletine dönüştürdü ve Venediklilere devretti.
Bu sanat geometrik saflığı yüzünden hoşa gitmektedir: İsa’nın, Meryem Ana’mızın veya savaşçı bir azizin başını çevreleyen kusursuz halka şeklindeki hale, bir azizin tuttuğu kalkanı çevreleyen desenli kenar süsü, mücevherleri ve diğer aksesuarlarıyla beraber imparator, imparatoriçe ve saraylıların örtündüğü kumaşların zenginliği… Bu sanatta tasvir edilen figürlerle ilgili belki de en çarpıcı unsur bakışlarıdır. Bizans mozaiklerinde resmedilen gözler ardına kadar açık, gerçekte olabileceğinden biraz daha büyük ve sanki doğrudan bize bakıyorlarmış gibi. Bu sanat eserlerini yalnızca biz görmüyoruz, onlar da bizi görüyorlar.
Ağırlıklı olarak desen ve tasarıma ilgi duyan Bizans sanatı, doğası gereği muhafazakâr bir yapıya sahiptir. Değişimi içgüdüsel olarak reddeder. Statükoyu devam ettirmek tabiatında mevcut, sanki açığa vurulmamış bir idealdir. Batı sanatında çok önemli olan özgünlüğe değer verilmez. 12. yüzyıl sonlarına kadar Bizans sanatından yalnızca bir ya da iki sanatçının ismini bugün biliyoruz. Batı sanatına baktığımızda ise, bir ressamı ya da heykeltraşı diğerinden ayıran niteliklerine ve tarzına odaklanıyoruz. Boticelli, Michelangelo, Titian, Ingres, Turner, Constable, Picasso, Matisse, Modigliani, Pollock, Rothko gibi isimleri duyduğumuzda aklımızın gözü hemen onların ayırt edici kişisel üslup özelliklerini önümüze getiriyor. Buna karşın Bizanslı sanatçı kendi bireyselliğini ifade etmeye çalışmıyordu, bir nesneyi yalnızca Tanrı’nın, veya O’nun yeryüzündeki temsilcisi İmparator’un yüce şanı için biçimlendiriyordu.
Klasik dönemdeki Grek ve Roma sanatı -ister giysili isterse çıplak olsun- bedenin güzelliğini keşfetmiş, anlamış ve onu taçlandırmışken Bizans sanatı gerçekçiliğe sırtını döndü. Robert Byron, The Byzantine Achievement adlı kitabında şöyle yazar: “Bizim eserlerini muhteşem bulduğumuz Avrupa kültürleri arasında Bizans’ın temsili sanatı, zamanımızdaki tüm artistik ifadelerin temelini oluşturan ‘algılanan olayları yeniden yaratmak’ yerine, yorumlama ilkelerini keşfeden ilk sanattı.” Kuşkusuz ki modern sanattaki soyutlama zevki bizi Bizans sanatının soyut niteliklerini anlayacak kıvama getirmiştir.
Bin yıllık Bizans İmparatorluğu, 500 yıl önce yok olmaya başladığı halde bu sanatın kalıntılarına dünyanın her yerinde -dediğim gibi öncelikle İstanbul’da değil ama birçok başka ülkenin Bizans tarzında inşa edilmiş kilise ve müzelerinde- halen rastlanmaktadır. Seçkin eserler eski Yugoslavya, Sina Dağı ve Rusya’da olduğu gibi Kıbrıs, Sakız Adası, Yunanistan’da bulunan Mistra ve Dafni’deki kiliseleri de süslemektedir. Selanik’teki Ayasofya’da (Hagia Sophia) bulunan 9. yüzyıl sonlarına ait mozaikler harikulade bir zarafet ve güzelliğe sahiptir.
Bu sanata meraklı olanlar Yunanistan ve Makedonya’ya, Sicilya ve Rusya’ya, Sina Çölü’ndeki St. Catherine Manastırı’nın yanı sıra İstanbul’dan bir gemiyle ulaşılabilen Karadeniz kıyısında bulunan Trabzon’daki Ayasofya Kilisesi’ne de gitmek isteyeceklerdir. Bu sanatın parçaları aynı zamanda Paris, Berlin, Londra, New York ve Dumbarton Oaks-Washington’daki dünyaca ünlü müzelerin koleksiyonlarında da bulunmaktadır. Resimli elyazmaları, kutsal emanetlerin saklandığı sandıklar, sırlı varak kaplı kitap kapakları, küçük mozaikler, mücevherat, fincan ve kadehler, madeni para ve madalyonlar, tekstil ürünleri ve özel adak parçalarının bazı açılardan Bizans’ın sanatsal girişimleri arasında daha az payı olsa da bunlar en büyük eserler kadar özel bir canlılığa sahiptir.
İkonalar ve İkona Düşmanlığı
Özgün eserler anlamında Bizans dünyası, en iyileri Konstantinopolisli sanatçılar tarafından yapılan ve sonrasında Girit, Venedik ve Rusya gibi yerlerde de devam eden ikona üretimiyle bilinmektedir. Venedik’teki İkona Müzesi ile Atina ve Selanik Bizans sanat müzeleri seçkin koleksiyonlara sahiptir. Bizans ikonaları, erken Rönesans İtalyan dini tablolarının temelini oluşturur. İstanbul’da, Ortodoks Patrikhanesi’ndeki muhteşem mozaik ikonalar haricinde çok azı günümüze ulaşmıştır. Bunlardan biri St. Luke’un kendisi tarafından boyandığı söylenen, vaktiyle en sevgili ve en değerli ikona olarak kabul edilen “Yol gösteren” isimli “Tanrı’nın Anası Hodegetria” ikonasının bir kopyasıdır. Konstantinopolisliler bu ikonanın savaşlarda ordularına zafer kazandırdığına ve şehri saldırganlardan koruduğuna inanıyorlardı.
İmparator I. Manuel, 1167’de Macarlara karşı zafer kazandığı bir seferden dönünce Altın Kapı’dan Ayasofya’ya uzanan tören güzergâhı, resmi geçit için altın ve mor renkli kumaşlarla kaplanmıştı. Savaş esirleri, askerler ve ileri gelenlerin önünde yürüyorlardı. Tarihçi Niketas Choniates’in yorumuna göre: “İmparator, zafer alayına katıldığında her biri kar tanesi kadar bembeyaz dört at tarafından çekilen, gümüş yaldızlı, Meryem Ana ikonası ve imparatorluğun yenilmez generallerinden birinin bulunduğu savaş arabası onu takip ediyordu. En şanlı, şerefli ve en büyük imparator, imparatorluk giysilerini kuşanmış halde, tören için süslenmiş heybetli bir atın üzerindeydi.” Hodegetria,1453 Mayıs’ındaki son çarpışma sırasında şehrin surları boyunca büyük bir törenle taşınmış ve Blaherne Sarayı (Tekfur Sarayı) yakınlarındaki Kariye Müzesi’nde muhafazaya alınmıştı. Osmanlı askerleri kiliseye akın edip bu ikonayı yerinden söktüler ve dört parçaya ayırıp lime lime ettiler.
Hatta bir de savaş sırasında taraf değiştiren ikona örneği bile var. 1204 yılında, Haçlı Seferleri sırasındaki baskında İmparator V. Alexios, Nikopoios “zafer yapıcı” ikonasıyla şehirde dolaştı. Hem imparator hem de ikonası haçlılardan biri olan Flandreli Henry tarafından esir alındı. Haçlılar bu savaştan zaferle çıkınca ikonanın onlara başarı getirdiğine inanarak bir tekne dolusu ganimetle beraber ikonayı ülkelerine götürdüler. İkona günümüzde Venedik’teki San Marko Katedrali’nde sergilenmektedir.
Bu, Meryem Ana’nın Bizans inanışının merkezinde olması hakkında yorum yapmak için iyi bir an olabilir. Batı’da Bakire Meryem, Kutsal Meryem, Meryem Ana ve bunun gibi adlara sahipken, Doğu’daki kiliselerde ise Theotokos yani “Tanrı’yı doğuran” adıyla anılmaktaydı. Hiç şüphesiz ki insanın zihnindeki yeri, kadim inanışlardaki Ana Tanrıça’nın devamını temsil ediyor. Bizans dönemine ait meşhur “Akathist İlahi[5 - Meryem Ana’ya övgü. (ç.n.)]”de Meryem, batmayan yıldızın annesi, gizemli günün şafağı, susuzluğu söndüren kaya, ateş sütunu, yeryüzünün çadırı, ölümsüzlüğün çiçeği, süt ve balla akan toprak, zapt edilemez duvar olarak tanımlanmıştır. Akathitos kelimesi “oturmadan” anlamına gelir ki dua edenler ilahiyi söylerken ayakta durmaktadırlar.
TARİHSEL OLARAK BAKTIĞIMIZDA, ikonalar büyük olasılıkla, İtalyan Rönesans sanatçılarının yağlıboya tablolarında elde ettiği etkiye benzer şekilde, canlı bir parlaklık ve şeffaflık vermek için boya maddelerinin balmumu ile karıştırıldığı, ısıtarak süsleme tekniğinin kullanıldığı Roma cenaze tasvirlerinden türemiştir. İkona ressamları nesneleri canlıymış gibi göstermek için, figürleri önden bakışta bir tarafa meyilli görülecek şekilde döndürmek, bir gözü hafifçe diğerinden farklı bir yöne bakar şekilde çizmek, kaşları ve bıyıkları hafifçe kıvrık göstermek gibi küçük hileler kullanırlardı. Ayasofya’nın apsisindeki Meryem Ana mozaiğine ithaf olunan vaazda Başpiskopos Photius şöyle bir yorumda bulundu: “Konuşmayacağı aklınızın ucundan bile geçmez. (…) Dudakları o kadar iyi boyanmıştır ki etinin canlı olduğunu sanabilirsiniz.”
Grekler ve Romalılar tanrı ve tanrıçalarının küçük ölçekte yapılmış heykelciklerini evlerinde bulundursalar da ikonaların Bizans’ın sanatsal ve dini hayatında başrolde olması gibi bir durumun klasik sanatta bir karşılığı yoktur. İkonaların şifa verici veya tedavi etme güçleri olduğuna inanılırdı. Hatta bazılarının İncil’deki ifadelere göre “elle yapılmış olmadıkları” inancı bile vardı. St. Luke tarafından mucizevi bir şekilde üretildiği kulaktan kulağa yayılan Hodegetria gibi ikonalara rastlamak nadir görülen bir durum değildir. Bir ikonaya baktığınızda hayır duası alırsınız. Hayır duaları kutsal kişinin gözlerinden geçerek ona bakan kişinin gözlerine ve kalbine doğru akacak gibi hissedilir.
İkonaların tanrı vergisi etkisi göz önüne alındığında şiddetli bir muhalefetle karşılaşmaları şaşırtıcı değil. Teologlar putlara karşı Eski Ahit’teki eleştirileri hatırlattılar ve nihayetinde 7. yüzyılda İmparator III. Leo bunun karşılığını ikonaların tamamını yasaklayarak verdi. İmparatorun Büyük Saray’ın Halke Kapısı’ndaki İsa ikonunu kaldırması ayaklanmalara sebep olduğu halde, Araplara karşı kazandığı askeri başarı Tanrı’nın onun yanında olduğunun bir işareti olarak algılandı. Yerine geçen imparatorlar da putkırıcı (ikonoklastik) dönemde onun politikalarını devam ettirdiler. Binlerce ikona tahrip edildi. Sonuç olarak Bizans’ın sanatsal mirasına verdiği zarar fevkalade büyük oldu. Bizim için önemsiz olan teolojik farklılıkların birçok insan için yaşamın kendisinden daha önemli olduğunu anlamadıkça Bizans’ı anlama umudumuz olmaz. Tanrı’nın koşulsuz merhametini doğruladıkları için ikonofiller, yani ikonalara hizmet edenler -diğer bir deyişle ikonaseverler- için, İsa’nın, Meryem Ana’nın, azizlerin ve Tanrı’nın diğer elçilerinin tasvirleri önemliydi. Kutsal üçleme (Baba-Oğul-Kutsal Ruh) de önemli bir semboldü. Ayrıca Tanrı’nın bir insan olarak kabul edilme anlayışı Hıristiyanlığı, sanatı kaligrafi ve geometrik desenler üzerine odaklanmış Ortadoğu’da tektanrıcılık mücadelesini sürdüren İslam dinininden ayıran en belirgin özelliklerden biriydi.
Mimari
Şimdi üç çeşit yapı arasındaki farklılıklara bir bakalım: Yunan tapınağı, Gotik katedral ve Bizans kilisesi. Yunan tapınağı -Parthenon’u bir düşünün- rasyonel mükemmeliyetçiliğin muhteşem bir şekilde ortaya konmuş somut halidir. İzleyicinin gözü statik değildir, hatta gözünün hareketi gördüğü şey tarafından yakalanır; bu arada tapınağın orantısı, sütun dizisi, alınlıkları ve arşitravı[6 - Antik Yunan ve Roma mimarisinde üzerine oturtulduğu sütunları birbirine bağlayan taş blok. (e.n.)] birbirleriyle uyum içindedir ve birbirlerini bütünler. Parthenon fevkalade bir insan yapısıdır, orantısı aynı bir insan bedenininkini andırır. Antik Yunan’ın insanlığa en büyük hediyesi insani mükemmeliyetçilik anlayışıdır.
Diğer yandan, Gotik tarzın ulaştığı nokta ise Yeats’in tarif ettiği gibi bizleri “insan mizacının öfkeli ve pislik tarafı”nın dışına çıkarmasıdır. Rheims’deki katedralin dimdik yükselen kulelerinde, Paris’teki Notre-Dame Kilisesi’nde, hatta Westminster Abbey’deki trafik ve turist kalabalığı arasında bile akla uygunluk bir mesele değildir. Gözlerimiz ve ruhumuz göklere doğru yükselir ve destekleyici sütunlar yukarıya doğru incelse ve kemerler keskin uçlu olsa bile dayanıklılık ve sabitliğin kaybolması problem yaratmaz. Île-de-France[7 - Fransa’nın 18 bölgesinden biri. Paris şehri de bu bölgede yer almaktadır. (e.n.)] Bölgesi’nde geliştirilen ve İngiltere’deki Bath Abbey’de kullanılan kemerli payandalar o kadar hafif görünür ki mühendislik amaçlarının, çok fazla mozaik cam ihtiva ettiği için zayıflayan duvarların kilisenin yüksekliğinin ağırlığı altında çökmesini engellemek olduğunu unuturuz.
Venedik’e gittiğimde Konstantinopolis kiliselerinin en parlak evresindeki çehresini gösteren belki de dünyadaki günümüze ulaşmış en iyi örnek olan San Marco Bazilikası’nı gördüm ve ilk defa bir Bizans kilisesiyle karşılaşmış oldum. Toy bir bakış en güvenilir kaynağımız olsa da bizi hüsrana uğratabilir. San Marco’ya ilk kez yakından bakınca hayal kırıklığına uğradım. Bulutlara ulaşan bu sivri yapının Gotik olduğunu düşünmüştüm. Yükseklere kadar çıkan Gotik kemerli Notre-Dame Kilisesi’ni gördüğüm Paris’ten yeni dönmüştüm. Gözlerim kubbelere ve yuvarlak kemerlere aşina değildi henüz. Peki, gerçekçi olursak insanın gözleri böyle bir hazırlık aşamasından nerede geçebilir ki? Hiç kimse bana Gotik olmayan bir katedrale nasıl bakacağımı öğretmemişti. San Marco Bazilikası, Bizans mimarisindeki diğer örnekler gibi “havada yükselmiyor”du ne yazık ki.
San Marco Bazilikası’nı gördüğümde henüz John Ruskin’in Stones of Venice (Venedik’in Taşları) kitabını okumamıştım. Ruskin bazilikayı “parşömen yerine kaymak taşıyla bağlanmış, mücevher yerine somaki taşından kolonlarla süslenmiş, içi ve dışı mine ve altın harflerle yazılmış ışık saçan büyük bir toplu dua kitabı” olarak niteler. Bu, ustaca yapılmış bir metafordur; çünkü duayı çağrıştırsa da aslında Venedik’in en iyi sanatçı ve zanaatkârlarının elişlerinin yanı sıra, mermerler, ikonalar ve kutsal emanet sandıklarıyla süslenmiş, kendisi de bir sanat eseri olan kiliseyle ilgilidir. Bunların birçoğu IV. Haçlı Seferi zamanında meydana gelen Konstantinopolis yağması sırasında talan edilmiştir. Kilise eğer bir dua kitabı gibiyse o zaman herhangi bir kitabın fiziksel biçimi gibi dışa kapalı ve sınırlıdır. San Marco Bazilikası, kubbelerinin doğup bir ahenk içinde göğe doğru yükseldiği toprakla kucaklaşmış izlenimini verir.
Bizans kiliselerinden keyif almak, bütün Akdeniz kültürlerinde olduğu gibi mermerin güzelliğini takdir etmeyi öğrenmek demektir. Bizanslı taş ustaları, kilisenin duvarlarını kaplayacak veya giydirecek mermer levhalar hazırlarken yüzeyin altına gizlenmiş renk akışını açığa çıkarmak için mermer blok parçalarını diyagonal kesmeyi severlerdi. Tüm yüzey boyunca derin olmayan bir oyuk açar, bu oyuğu kumla doldurur ve iki işçi günde 5 cm kadar ilerleyebilmek için uzun bir sicim parçasını karşılıklı olarak ileri geri çekerlerdi.
Konstantinopolis’in kiliselerindeki iç sütunlara gelince, bu inanılmaz mermerlerden birçoğu Pagan tapınaklarından kurtarıldı ya da yağmalandı. Hem Konstantin hem de Jüstinyen, imparatorluktaki bütün inşaat malzemelerine el koydu. Venedikli zanaatkarların dehasının bir bölümü, özümsedikleri kültürlerin sanat ve tasarımını taklit etme yeteneklerinden gelir. Hem zarif bir dekorasyon için klasik bir yetenek üzerine inşa edilen Bizans motiflerinin parlaklığını ve İslam sanatının dekoratif desenlerini hem de kraliyet ve doğaüstü varlıkların bir ifadesi olarak Ortadoğu sanat anlayışını yeniden ürettiler.
Tören ve İhtişam
Yunanlar ve Romalılar tapınaklarının dışını süslemeyi severken ve İtalyan Rönesansı’nın kiliseleri çok renkli mermerleriyle göz kamaştırırken, Bizans’ta bunların tam tersi geçerliydi. Floransa’daki Santa Croce Bazilikası’nın ihtişamı ile Ravenna’nın düz tuğla örülü kiliselerini veya güzel desenli tuğlalı dış cephesi, içinde bulunan altın mozaik yüzeyleri ile ilgili pek de ipucu vermeyen İstanbul’daki Fethiye Camisi’ni (Pammakaristos Kilisesi) karşılaştırın. Tüm erken dönem kiliselerinde olduğu gibi, iç mekânlarının fazlasıyla süslenmiş olmasının iki ayrı sebebi vardı: Yön vermek ve göz kamaştırmak.
İncil’i az sayıda kişi okuyabilmişti; bu sebeple kiliselerdeki resimler Yaratılış, Âdem ve Havva, Nuh Tufanı, çarmıha gerilme ve benzerleri hakkında onları eğitti. Azizlerin, Tanrı elçilerinin, kilise papazlarının tasvirleri bunların varlığını ibadet edenlerin gözünde canlı kılardı. Artık iç kısımlar kazınmış ve gösterişten uzak, “kuş sesleri kesilmiş yıkık boş tapınaklar”dır. Yine de, ahenkle çalan çanların ve genizden şarkı söyleyen rahip ve keşişlerin sesiyle beraber havaya tütsü kokusunun yayıldığı, altın gibi parıldayan bir binanın içinde bir ayinin nasıl gerçekleştiğini hayal edebilirsiniz.
Bunun, insanın üzerinde nasıl bir duygu yarattığını öğrenmek isteyenler, Haliç kıyısındaki Fener Rum Patrikhanesi’nde bol tütsülü, bol ilahili, bol diz çökmeli ve ikona öpmeli bir ayine katılabilirler. Ortaçağdaki Bizans sanatsal ihtişamının ve dini ayinlerin Konstantinopolis’e gelenler üzerinde bıraktığı etki, kurduğu krallığın dininin İslam mı, Roma Katolik mi, yoksa Ortodoks mu olacağına karar vermeye çalışan Kiev prensi Vladimir tarafından gönderilen elçilerin 987 yılında bıraktığı günlüklerden anlaşılabilir. Elçilerin Prens’e raporu şöyledir:
Cennette miydik, dünyada mıydık belli değil. Dünyada böyle bir görkem veya güzellik olamaz, nasıl tarif edeceğimizi bilememenin şaşkınlığı içindeyiz. Biliyoruz ki Tanrı yalnızca bu adamların arasında yaşar; buradaki ayin diğer milletlerin törenlerinden daha adaletli, bu yüzden bu güzelliği unutmamız mümkün değil. İnsan bir kere güzel bir şeyin tadını almayagörsün, bir daha kötüsünü kabul etmeye gönlü razı olmaz. İşte bu yüzden burada daha uzun süre kalamayız.
Prens Vladimir devletin resmi dini olarak Ortodoksluğu seçti ve Bizans kurulduğu yerde yok olup giderken Rusya, Bizans’ın çift başlı kartalını sembolü olarak benimseyip yeni Bizans oldu.
O görkemli isme sahip İmparator VII. Konstantin (Constantine VII Porphyrogenitus) oğlunu ve halefini yönlendirmek ve aydınlatmak için yazdığı Seremoniler Kitabı (De Ceremoniis) adlı kitabı, saray protokolü hakkında mükemmel bir eserdir. Bizanslı bir imparatorun hayatını yönlendiren tören hem huşu veriyor hem de dini sembolizma barındırıyordu. İmparator ziyafet verdiği zaman 12 misafir kendisine eşlik ediyor, geri kalan diğer misafirler 12’şer kişilik başka masalara oturuyorlardı. Yemeklerini altın, sırlı ve değerli taşlarla süslenmiş tabaklarda yiyorlardı. Ziyafet salonunun zeminine yemek yedikleri esnada kokusu havaya yayılan gül, biberiye ve mersin ağacı serpiştiriliyordu. İmparatorun merasim elbisesi kilisenin ayin takvimindeki değişiklikleri yansıtıyordu. Hz. İsa’nın dünyaya geliş mevsiminde mavi bir cübbeye sarınıyor, Ölüler Günü’nde siyah giysiler giyiyor, Paskalya’da ise yeniden diriliş renklerine bürünüyordu.
Bizans Sanatının Üç Dönemi
Yeats bir yazısında Bizans’tan “Büyük Bizans (…) hiçbir şeyin değişmediği yer” diye bahseder. İzleyici, Bizans sanatıyla ilk karşılaşmasında, Yeats’in vurguladığı gibi bu sanatın durağan gibi görünen özelliklerinden etkilenir ama yakından bakınca aslında değiştiğini ve geliştiğini görür. Burada biraz bilgiçlik taslamayı göze alıp Bizans sanatındaki ürünleri üç ayrı dönemde incelemenin faydalı olabileceğini ileri sürmeme izin verin. 4. yüzyıl ortalarından 6. yüzyıl ortalarına kadar süren ilk dönem, antik dönem sanatına katkıda bulunur ve onu sanat tarihçilerinden birinin sözleriyle şöyle bir yere doğru götürür: “Artık antik dünyada değiliz.” Figürlerin tasvir edildiği o tarihi an Yunan ve Roma sanatının klasik üslubuna göre artık gerçekçi olmayan ama fark edilir edilmez daha özgün, dikkat çekici, kolaylıkla tanınabilen ve unutulmaz görünen bir andır. Bu evre özbeöz Bizans’a ait hiyeratik bir sanat anlayışı geliştiren Ravenna’daki nefes kesen mozaiklerin oluşumuna tanıklık etti.
Konstantinopolis, ince dokuma kumaşlar üreten atölye ve fabrikaların yanı sıra ortaçağ Avrupa’sında taklit edilen incelikli ve zahmetli tekniklerin kullanıldığı mücevher ve cila işlerine ev sahipliği yaptı. Özellikle Fransa’da Cloisonne mine işi, Bizans uygarlığının ortaçağ Avrupa’sını nasıl etkilediğini ve bilgilendirdiğini gösteren bir örnektir. Duvar mozaikleri hiçbir kültürde Bizanslı sanatçı ve zanaatkârların ürettikleri kadar yoğun bir şekilde kullanılmamıştır. Kraliyet ailesine mensup kişilerin tasvirleri, kutsal kitapların anlatıları ile aziz ve piskoposların suretleri, bütüne daha dinamik bir görüntü vermek için tavan ve kemerlerin kavisli yapısından istifade eden altından parıl parıl bir zemin üzerinde göz alıcı renklerde bir karışım oluşturmak için fırında pişirilmiş minik cam parçaları kullanarak resmedildi. Halelerinin ve parlayan zemini oluşturan altın çinilerin daimi bir hareket halinde oldukları izlenimini vermek için, çiniler mum ve günışığı üzerlerinde oynaşabilsin diye, değişik açılarda yapıştırılmıştır. Bu sanatı icra etmek için kullanılan teknik ve işçilik o kadar önemlidir ki, ortaçağda bazı kişiler mozaik sanatının bir sanat olduğunu dahi inkâr etmişlerdir. 9. yüzyılda yaşamış Arap bilgini El Jahiz “antik Yunanların bilimadamı, Bizanslıların ise zanaatkâr” olduğunu söylüyordu.
Zaman zaman Konstantinopolisli mozaik sanatçıları, başkentte zanaatkârlara fazla rağbet gösterilmeyen putkırıcılık döneminde Akdeniz’in başka bölgelerinde Şam’daki Ulu Cami (Emevi Camisi) ve İsrail’deki Kubbet-üs Sahra gibi projeler ortaya çıkardılar. Sicilya’nın Normandiyalı kralları tarafından yönetilen Palermo ve Cefalu’daki kilise ve sarayları daha sonra yapılan örnekler arasında sayabiliriz. İnsan suretlerinin resmedilmesine karşı putkırıcı yasaklama, İslam öğretisi neredeyse söylendiği kadar mutlakçılığa yakın olmadığı ve Müslüman hükümdarlar saraylarında ve elyazma albümlerine erotik ve şiirsel olarak insan vücudu tasvirlerini dahil etmekten memnuniyet duydukları halde, Müslümanlar arasında da benzer bir direncin yankılanmasına yol açtı. Mozaiklere, kullanılan tekniğin çetrefilliliğini değerlendirecek kadar yaklaşmak zordur ama bunun için büyütülmüş resimler mevcuttur ve mozaiklerin ya da mozaik işlerinin değişik ebattaki ölçüleri ve hafifçe değişen renkleriyle yüzeysel renklendirme ve gölgeleme gibi efektleri ortaya çıkaracak uyumlulukta olduğunu görmek mümkündür. Mozaikler, ekonomik oldukları yerlerde tercih sebebiydiler ama başka yerlerde, özellikle de Balkanlarda kiliselerin duvarları duvar resimleri ve fresklerle süslendi. Bunlar Yunanistan, Sırbistan ve Makedonya’nın bahsettiğim küçük manastırlarında ve Ortodoks kiliselerinde görülebilir.
Roma dünyasında mozaikler genellikle zemine ve yola uygulanıyordu. En erken mozaiklerin İstanbul’da varlığını halen sürdürmesini Sultanahmet’te Büyük Bizans Sarayı’nın zeminindeki muhtemelen 6. yüzyıla ait mozaikleri keşfeden arkeologlara borçluyuz. Bu mozaikler çoğunlukla hayvanları, av ve müsabaka sahnelerini tasvir ediyorlar. Bir çocuk eşeğine su vermeye çalışıyor, bir ayı erkek bir geyiği midesine indiriyor, bir aslan ve bir fil kapışıyor, genç erkekler sahte bir atlı araba yarışına giriyorlar. İçinde bulunduğumuz şehir ve teknoloji hayatında ne yazık ki doğal yaşamla ve onun insanın hayal gücü üzerindeki etkisiyle bağımızı kopardık. Şair Richard Wilbur satırlarındaki sorularla bu bağı şöyle hatırlatıyor:
Bir yunus sıçramasa, bir güvercin takla atmasa ne olur,
Bunlarda kendimizi anlattık, kendimizi gördük…
Aşkımızın ve duruluğun gülü dediğimizde
Hanidir cesaretin bineği
Ravenna San Vitale Kilisesi
Bizans sanatının ilk dönemine ait en bilinen ve değeri anlaşılmış tasvirler, özellikle etrafı saray mensupları, rahipler ve ona eşlik eden imparatorluk muhafızlarıyla çevrili Jüstinyen ve Theodora’nın dini törenle ilgili heybetli portrelerinin olduğu San Vitale Kilisesi mozaiklerdir. Muhafızlardan bir tanesinin elinde, Konstantin’in Roma İmparatorluğu’nun devlet dininin simgesi olarak 200 yıl önce kabul ettiği Chi-ro haçıyla işlenmiş bir kalkan bulunur. Bu mozaiklerde tasvir edilen figürler tahminen bir tören alayından bir parçadır ancak aslında yaptıkları bir sırada hareketsiz durup onları izleyenlere bakmak. Biz onlara baktığımız kadar onlar da bize bakıyorlar. Tüm dikkatleri üzerimizde.
Nesne ile izleyici arasındaki göz teması Bizans sanatının merkezindedir. Birisine burada ne olup bittiğiyle ilgili fikir vermesi için genellikle kutsal bir adam ve kadın arasında geçen diyaloğa dayanan Sanskritçe kökenli darshan kelimesini kullanabiliriz. Yalnızca kıdemli kişilerin giymesine izin verilen göz kamaştırıcı chlamys[8 - Yünlü kumaştan yapılan, askerlerin hafif zırh olarak kullandığı dikdörtgen şeklinde bir tür harmani. (ç.n.)] başta olmak üzere her şey çok şatafatlı. Jüstinyen’inki Bizans Krallığı’nı temsil eden mor renkte ve omuzdan kıymetli taşlarla süslenmiş bir toka ve kolyelerle tutturulmuş. Başındaki kraliyet tacı altından bir hale ile çevrili ve elindeki, ayinlerde kullanılan altın tası kiliseye sunuyor. Başpiskopos Maximanus ona eşlik ediyor. Giydiği ayakkabılar bile şık ve zarif. Resmin mücevherli bir çerçevesi var.
İmparatoriçe Theodora ve maiyetindekilerin daha da büyüleyici bir görünümü var. Burada ayakta bize bakan bir dizi insan figürüyle karşı karşıyayız, imparatoriçe ve yanındakiler, mozaik panonun Jüstinyen ve maiyetindekilerden daha az bir bölümünü kaplıyor. Bu düzenleme, ayine katılanların etrafında süsleme ve donatma için daha fazla yer açılmasını sağlıyor. Tavanı yeşil mozaiklerle süslenmiş altın yivli güzel bir kubbe Theodora’nın başının üzerine bir kemer gibi uzanıyor. Bizans’a özgü dokumacılığın ve kumaşla süslemenin ihtişamını hatırlatan beyaz, mavi ve kırmızı çizgili kumaşlar çeşitli renk ve desenlere sahip göz kamaştırıcı giysiler içindeki hanımefendilerin başından aşağıya doğru sarkıyor. İmparatoriçenin etrafındaki görevliler giyim kuşamları gibi donanımları da daha mütevazı olduğu halde göz kamaştırıcı mücevherler takıyorlar. Hepsi donuk ve içli bir şekilde bize bakıyor. Yanıbaşlarında, Acanthus başlıklı bir kaidenin üzerine oturtulmuş mermer bir çeşme akıyor. Jüstinyen’in olduğu pano iktidarının görkeminden bahsediyorsa Theodora’ninki de tamamen güzelliğin ihtişamıyla ilgilidir.
Bizans sanatının ikinci evresi, biçimsel tasvirlere yasak getiren putkırıcılık döneminin 843’te nihayet reddedilmesinin ardından 9. yüzyılda başlar ve Venedikliler ile Kuzey Avrupalı müttefiklerinin kiliselerin kurşun çatıları da dahil olmak üzere götürebilecekleri, eritebilecekleri, çalabilecekleri her şeyi talan edip şehrin büyük bir bölümünü harabeye çevirdikleri 12. yüzyıldaki IV. Haçlı Seferi’ne kadar devam eder. 9. yüzyıl sonlarında, “Meryem Ana ve Çocuk” temalı seçkin mozaik büyük kiliseyi süsleyen önemli ama tamamlanmamış diğer mozaiklerle birlikte Ayasofya’nın apsisine uygulanır. Bu eserlere bir sonraki bölümde bakacağız.
Kariye’deki St. Saviour (Kariye Kilisesi)
Bizans imparatorluk sanatının son evresi, 1261’de Paleologos Hanedanlığı idaresindeki Yunan kanunlarının yenilenmesinden, Türklerin 1453’teki fethine kadar devam eder. Bu 200 yıl boyunca çalan ölüm çanlarını kulağı açık olan herkes duydu; Bizans sanatı bugün Kariye Camisi olarak bilinen St. Saviour Kilisesi’ndeki müthiş mozaiklerle parlak bir dönem yaşadı. Yunancadaki Chora kelimesi, kilise kent surlarının dışında inşa edildiği için “kırlarda” gibi bir anlam taşır. St. Savoir in Chora adı, Londra’daki St. Martin in the Fields’ın Konstantinopolis’teki karşılığıdır. Başlangıçta burada yıldızı parlayan bu manastır kilisesi 11. yüzyılda inşa edilmişti ve muazzam bir sanatı barındırmasa da kendi ölçüleri içinde güzel bir yapı olarak addedilecekti. Bizanslılar sözcük oyunlarını seviyorlardı ve kilisenin adının iki anlamı vardı; ayrıca Meryem’in Tanrı’nın oğlunu rahminde taşımasına atıfla “muhafaza edilemezin muhafazası” anlamına geliyordu.
Kariye, Latin işgali sırasında harap oldu ve Theodore Metochites adlı bir kişi 13. yüzyılın başlarında restorasyon ve dekorasyonu yenileme işini üstlendi. O zamana kadar imparatorluğun servetinin ne kadar azalmış olduğunun bir işareti, bu işin imparator tarafından değil de sıradan bir vatandaş tarafından üstlenilmiş ve ödenmiş olmasıdır. Yine de Metochites sadece özel bir vatandaş değildi. O kendi kendine yazar ve bilim adamı olmuş, hazinedar olarak imparatorluk hazinesinin başına geçmiş, sonra da başvekilliğe kadar yükselmiş âlim bir adamdı. İmparatorluğun kimseye muhtaç olmadan zar zor ayakta kalmaya çalıştığını biliyordu. Bunu da bir şiirinde şöyle açıklamıştı:
Anadolu Roma devletinden ayrıldı. Ah bu yıkım!
Ah bu kayıp!
En hayati organlarının çoğu parçalanmış gibi eskiden çok muhteşem ve güzel olan bir bedenin artıklarında yaşıyoruz. Ve biz varoluş ve yaşam vasıtalarından tamamen yoksun bir şekilde utanç ve alay içinde yaşamaya devam ediyoruz.
Metochites’in imparatordan sonra Bizans’taki en zengin ikinci adam olduğu söyleniyordu. Kilisenin binasını yeniledi ve yeniden döşedi ve hatta kiliseyle ilgili mobilyalar, gümüş şükran kapları ve duvar askıları ile manastırla ilgili kitaplar temin ederek mozaikler ve duvar resimleri ısmarladı.
Bu eli açıklık, Metochites’in kesinlikle iyi biri olduğu anlamına gelmiyor. Bizans’ın sermayesi, kısmen onun oldukça yüksek verimli vergi sistemine bağlıydı ve Metochites devlet için gelir elde etme gayretkeşliği içinde olabildiğince yükseldi. 1328 yılında bir saray darbesi sonucunda görevden alındı ve 2 yıl boyunca umutsuzca şikâyet ettiği kötü yiyecek ve şaraptan dolayı bünyesinin zayıf düştüğü Trakya’ya sürgüne gönderildi. En sonunda kendisinin daha önce başında olduğu Konstantinopolis’teki manastıra sıradan bir rahip olarak dönmesine izin verildi ve 1332 yılında burada öldü. İnsanı büyüleyen İsa’nın önünde diz çökmüş halde kilisenin bir maketini sunan Metochites imajı, sanatın bu büyük hamisinin tasviridir. Elbisesi Konstantinopolis’in tezgâhlarının dokuyabileceği en iyi kumaşlarından biridir. Başında ise modaya uygun kocaman bir kavuk vardır.
Ravenna’nın kiliselerinde korunan ortaçağın ilk zamanlarındaki Bizans sanatının heybetli tarzı, burada kinetik enerjinin canlı ve güçlü hamlesine boyun eğer. Tanrı’nın Anası’nın hayatıyla ilgili “Kudüs tapınağında Bakire Meryem” sahnesinin bir dizi resimle tasvir edildiği Kariye’nin iç narteksinin[9 - Erken Hıristiyan Bizans mimarilerinde kilisenin ana mekânına açılan giriş bölümü, Bizans'taysa, genel olarak kilisenin batısında ana eksene dik konumda yer alan ve dışa kapılarla açılan bir kapalı mekândır. (ç.n.)] kubbesine bakmak, figürler, desenler ve zengin renklerin girdabıyla adeta şaşkına dönmektir. Haleli figürler, tapınaktaki gece nöbetinde Meryem’i kudret helvasıyla beslemek için havada öne doğru eğilen bir melek, binanın kubbesi altındaki dairesel yerleşime uyacak şekilde kavis verilmiş çatı ve hepsinin altın mozaiğin göz kamaştırcı arka planıyla bir bütünlük içinde erimesi.
“Kana’da Mucize” mozaiğinde, koskocaman şarap küpleri, ince uzun tonozun alt kademelerini dolduruyor. Başka bir yerdeki “Masumların Katli” adlı mozaiğin bir sahnesinde bir ayağı üzerinde duran Romalı bir yüzbaşı, sağ bacağı arkaya doğru gerilmiş, sağ elinde kılıcı, tehditkâr bir şekilde ileriye doğru uzanıyor. Sanat tarihçileri kaçınılmaz olarak insan figürlerinin uzatılıp bütün kompozisyon üzerine eğilmesini tanımlamak için Maniyerizm (Üslupçuluk) terimini hatırlatıyorlar. Kanımca, Vezelay, Autun ve Auxerre’deki kiliselerde görülebilen Burgonya Fransa’sının Romanesk heykelleriyle güçlü bir benzerlikleri var.
Dekorun bir kısmı hasar görmüş ya da kayıp olsa da bir zamanlar naosun[10 - Kilisenin içindeki merkezi dua alanı için kullanılan Yunanca kelime. (ç.n.)] duvarlarını örten mermer kaplamaların güzelliğini anlamamıza yetecek kadar kalıntı mevcuttur. Kilisenin yanına Theodore Metochites ve diğer ileri gelenlerin mezarlarının bulunduğu bir şapel, Pareklezyon inşa edilmiştir. Ortada mozaik yerine duvar resimleri vardır; kemerler, zemin ve kubbeler turuncu, kırmızı ve altın sarısıyla aydınlatılmış koyu mavi ve siyah arası gösterişli bir renk şeması içinde ışıl ışıl resimlenen sahnelerle doludur.
Ortadaki madalyonda Meryem ve Oğlu İsa’nın aşağı doğru baktığı oluklu kubbenin 12 parçası haleli meleklerle doludur; kubbenin olukları Bizans bakışını örneklendiren zenginlik ve çeşitlilikteki süslemelerle dekore edilmiş. Tasarım arayan bir göz, kemerin etrafında duran cübbeleri gösterişli haçlarla süslenmiş rahiplerin, piskoposların ve bilginlerin kıyafetlerine kadar uzanır.
Etrafı azizler, vaizler ve kâhinlerle çevrili bir tahta oturmuş İsa ile aşağısında bir yanda arza doğru yükselen kurtarılanlar diğer yanda lanetlenmiş olanların şeytanlar tarafından bir ateş gölüne doğru itildiği Kıyamet Günü mozaiği, zorlu mimari alanı doldurmak için ustalıkla oluşturulmuş kapsamlı bir çalışmadır. Yukarıda yaşamın sonunu ifade etmek için helezon şeklinde bir deniz kabuğunu andıran Burulmuş Cennet’i ellerinde tutan bir melek vardır. Apsisin[11 - Hıristiyan mabetlerinde sunağı kapsayan kavisli mimari kısım. (ç.n.)] kubbesinde Bizans sanatının veya aslında bütün sanatların en muhteşem işlerinden biri olan Yürek Paralayan Cehennem bulunmaktadır. Adaleli İsa göz kamaştırıcı beyaz bir ışığın içine sarmalanmış halde bizim ilk anne ve babamız Âdem ile Havva’yı mezarlarından sert bir şekilde Hıristiyan âleminin kurtuluşuna çekmek için öne doğru uzun adımlar atmaktadır. Bizans da dünyadaki her güç ve zenginlik ifadesinde olduğu gibi -bu eserlerin yapılmasını takip eden 150 yıldan daha kısa bir süre içinde- yıkılır ancak vizyon ve hayal gücü insan ruhunun en yüce ifadelerini barındıran bir sanat olarak Kariye Müzesi’nde yaşamaya devam eder.
10
Hagia Sophia ve Ayasofya
Bir şubat ayının sonunda karların içinden geçerken ya da ılık bir haziran gününde Marmara Denizi’nden püfür püfür esen rüzgârda Sultanahmet tramvay durağından Ayasofya’ya doğru yürürken gördüğünüz kilise, etrafını saran etekleriyle geniş omuzlu bir dağı andırır. Kubbelerin çökmesini önlemek için yapılmış göz zevkini bozan devasa payandalar ilk yapıldığındaki halini gözlerden saklar. Gerçi, Osmanlı türbeleri, caminin resmi gökbilimcilerinin çalıştığı kubbeli kütüphane, 1740’ta Ayasofya cami iken I. Mahmut tarafından inşa edilen şadırvan gibi bütün bağlantılı yapılar, merkezi kubbenin üstünlüğünü destekler ve ona biat eder.
Yönlerle ilgili bir not: Merkezi Beyoğlu olan şehrin “yeni” kurulan bölümü, Haliç’in karşısından başlayarak Sultanahmet çevresindeki eski şehre kadar devam eder. Ayasofya, çoğu Hıristiyan kilisesi gibi, doğu-batı ekseni üzerinde yer alır ve Sultanahmet Camisi de büyük kilisenin güneyindedir. Kilisenin girişinde bulunan büyük kapılar ise batı ucundadır.
Mimar Sinan’ın II. Selim için inşa ettiği türbe Ayasofya’nın bağlantılı yapıları arasında bir başyapıttır. Sultan’ın mimarlarının eklediği minareler, yapının gövdesini kararlılıkla koruyan atlı süvariler gibidir. Bu heybetli kilise, kubbelerinin bölümleri en az iki kez çökmüş olmasına rağmen, zamanın şiddetli saldırısına karşı ayakta kalabilmiştir. Belki dayanıklılığının sebebi, inşaatçıların kullandıkları harcın içine kutsal keşişlerin tükürüğünü karıştırmaları veya II. Mehmet’in binanın onarımı sırasında Hz. Muhammed’in sakalından bir parçayı kesip koymuş olmasıdır.
Mahmut’un barok tarzı şadırvanı ya da bir diğer tanımla müslümanların dua etmek için camiye girmeden önce gerçekleştirdikleri temizlenme ritüeli için kullandıkları abdest alma çeşmesi, burada kilise veya cami olmasa bile görülmeye değerdir. Sekizgen formda bir yapıdır. Gri mermerden zarif sütunlarla desteklenen 8 adet genişçe yayılmış kemer, yaygın saçakları hem İstanbul’un yaz günlerinin sıcağına hem de yağmurlu kışlarına karşı koruma sağlayan geniş alçak tavanlı bir kubbeyi taşır. Saçakların alt kısımları ince uzun ahşap şeritlerle süslenmiştir ve bu sekiz kemerin üzerindeki kısa duvarların üst kısımları boyunca devam eden kırmızı, beyaz ve yeşil desenli kısa bir bandı fark edebilirsiniz.
Hemen altında, bu dekorasyon şeridine paralel devam eden, Kuran’dan ayetlerin hafif kabartma ile yazılı olduğu -zümrüt yeşili- baklava şeklinde başka bir yatay şerit vardır. Binanın kemerinin hafifliği, kıvrılan dalları dövme demirden, ışık yoluyla kubbeye doğru yükselen varaklı bir metal parmaklıkla çevrili çeşmenin kendisini görmemizle daha da belirgin hale gelir. Kilisenin kendinden daha güçlü kubbelerinin yansıması olan tamamen yaldızlı bir küçük kubbe tepesinde oturmaktadır.
Yapı tarzları da dahil olmak üzere, Türklerin göçebe oluşunun kendileri için yaptıkları birçok şeyin sebebi olduğunu idrak ettiğimde, Osmanlı mimarisini anlama konusunda nihayet mesafe katetmeye başladığımı hissettim. Türklerin ev mimarisinin ana modeli çadırdır. Topkapı Sarayı’ndaki köşklere bakın; yerleşik hayata geçtikleri zamanlarda bile Türkler kendilerini hafif yaz rüzgârına bırakabilecekleri, hava soğuduğunda ise kömür mangalıyla kolayca ısınabildikleri yerlerde rahat hissediyorlardı. Köşklerin duvarları boyunca uzanan alçak divanlar gündüz kanepe gece de yatak olarak kullanılıyordu. Yataklar rulo halinde katlanıp gömme dolaplarda saklanıyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/richard-tillinghast-2/istanbul-un-tarihi-kulturu-ve-yasami-69403408/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Tezahür. (ç.n.)
2
William Butler YEATS’ten çeviren Osman Tuğlu (ç.n.)
3
Kimi kaynaklarda Milenyum Taşı, kimi kaynaklarda da Sıfır Noktası olarak geçer. (ç.n.)
4
Yunan mitolojisinende yarı insan yarı at görünümünde olan yaratıklar. (e.n.)
5
Meryem Ana’ya övgü. (ç.n.)
6
Antik Yunan ve Roma mimarisinde üzerine oturtulduğu sütunları birbirine bağlayan taş blok. (e.n.)
7
Fransa’nın 18 bölgesinden biri. Paris şehri de bu bölgede yer almaktadır. (e.n.)
8
Yünlü kumaştan yapılan, askerlerin hafif zırh olarak kullandığı dikdörtgen şeklinde bir tür harmani. (ç.n.)
9
Erken Hıristiyan Bizans mimarilerinde kilisenin ana mekânına açılan giriş bölümü, Bizans'taysa, genel olarak kilisenin batısında ana eksene dik konumda yer alan ve dışa kapılarla açılan bir kapalı mekândır. (ç.n.)
10
Kilisenin içindeki merkezi dua alanı için kullanılan Yunanca kelime. (ç.n.)
11
Hıristiyan mabetlerinde sunağı kapsayan kavisli mimari kısım. (ç.n.)