İskoç masalları

İskoç masalları
Elizabeth Wilson Grierson
Ruhlar ve goblinler diyarı İskoçya’dan perili masallar…

Gece yarılarında ıslak çimlerde dans eden sessiz topluluklar, denizin altında yaşayan halklar, insanların işlerine yardım eden ama biri kendilerini görürse ortadan kaybolan periler gibi alışılmadık canlılar, İskoç masal geleneğinin vazgeçilmez öğeleridir.

İskoç kültürünün periler diyarına inen bu 27 masalla, denizlerden kayalıklara, oradan da doğaya uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz.

Cadılardan deniz perilerine, Kızıl Gaddar’dan Şair Thomas’a pek çok ilgi çekici figür İskoç masallarının büyüleyici dünyasında sizi bekliyor.

Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.

Elizabeth W. Grierson
İskoç Masalları

Yayincinin Onsozu
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili, Amerikan, Çin, Norveç, Kore, Çingene, Eskimo, Kelt, Afrika ve Slav Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada İskoç Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Önsöz
Ortalama bir sayı vermek gerekirse eğer iki tür masalı vardır.
Bunlardan ilki “Kelt Hikâyeleri” olarak adlandırılır. Bunlar, Highlands ve Adalar’da köy köy gezen profesyonel hikâye anlatıcıları tarafından yüzyıllar boyunca dilden dile aktarılmıştır. Bu hikâye anlatıcıları anlattıkları hikâyeler sayesinde kendilerine kalacak yer sağlamışlardır. İşte tüm bu hikâyeler Campbell ve diğerleri tarafından bizler için derlenmiştir.
Bu hikâyelerin İskoçya’da kendine has bir özelliği vardır: Günümüzde hiçbir ülkede ruh ve goblinlerin varlığına buradaki kadar inanılmamaktadır.
Belki de İskoç atalarımızın, varlıklarına son derece inandıkları ruhların çoğunlukla kötü niyetli ve zararlı olduklarını düşünmelerinin nedeni, iklimin kasvetli ve sert olması ya da dini inançları konusunda katı olmalarıydı.
Öcüler, Cadılar, Deniz Perileri ve Periler Kraliçesi’nin kendisi bile şeytanla işbirliği etmek ve Ercildounelu Thomas’ın bir bedel olarak yaşayacağı üzere her yedi yılda bir cehenneme gitmek zorundadır. Bu yüzden de bu tekinsiz varlıklardan korkulması pek de şaşırtıcı değildir.
Bu karanlık ve kasvetli özelliklerin yanı sıra, hikâyelerde hafif bir eğlence ve canlılık da görürüz. Periler Kraliçesi şeytanın yolundan gidiyor olsa bile hep aynı kurallara göre hareket etmez. Bu büyüleyici hikâyelerin birçoğu, duyulmaları ihtimaline karşı her zaman saygıyla anılan, taşlı tümseklerin altını mesken edinmiş ve gece yarıları çıkıp ıslak çimlerde dans eden sessiz bir topluluktan bahseder.
Bunlara benzer, denizin altındaki gizemli bir bölgeyi anlatan hikâyeler de vardır. Bu hikâyeler, “balıkların yaşadığı yerin çok altında”, kendilerine bakanı büyüleyebilecek kadar emsalsiz bir güzelliğe sahip olan ve insana çok benzeyen tuhaf varlıkların yaşadığı bir yeri anlatır. Yaygın bir inanışa göre Deniz Halkı, balık kuyruğuna sahiptir. İskoç inanışına göre genellikle fok balığı şeklinde görülürler.
Bunun dışında bu hikâyelerde, sıklıkla yardımcı perilere (Brownie) rastlarız. Bu varlıklar tuhaf, kibar ve sevimlidir. Bu derbeder görünümlü, yarı insan yarı canavarların, insanların hatalarından doğan işlerine yardım etmekle görevlendirildiği ve bu yüzden de maaş almalarının yasaklandığı, işlerini kimse bakmazken yaptıkları ve biri görürse anında ortadan kayboldukları söylenir.
Burada da diğer ülkelerde olduğu gibi hayvan hikâyeleri vardır. Bu hikâyelerde hayvanlar konuşma yetisine sahiptir. Bir de büyüyle alakalı hikâyeler vardır. Son olaraksa en az diğerleri kadar önemli olan efsaneler gelir. Hogg ve Leyden’ın kitaplarında ve hepsinden önemlisi Sir Walter Scott’ın Border Minstrelsy adlı kitabının sayfalarında bulunan bu hikâyeler yarı gerçek yarı mitseldir.
Bu kitabı düzenlerken yukarıda bahsettiğim İskoç geleneğinin farklı türlerini temsil edecek bir derleme yapmak, belki bazıları bu nesle yeni bir şeyler sunabilir diye en az bilinen hikâyeleri de eklemek için çaba harcadım.
Neredeyse 400 yıl önce, IV. James küçük bir çocukken öğretmeni Sir David Lindsay’nin dizine oturur ve burada anlatılan bazı hikâyeleri dinlerdi; “Şair Thomas”tan tutun da “Kızıl Gaddar”a kadar.

    Elizabeth W. Grierson

Doğum Günleri
Pazartesi doğan çocuğun yüzü güzel olur,
Salı doğanın nezaketi her yerde duyulur.
Çarşamba doğan kederle dolar,
Perşembe doğan uzaklara kaçar.
Cuma doğan sevgi doludur,
Cumartesi doğan çok çalışmaktan yorulur.
Ama bir de pazar günü doğanlar vardır ki
Şen şakrak neşeli çocuklar olur.


Şair Thomas
13. yüzyıl İskoçya’sındaki genç beyefendiler arasında Berwickshire’daki Ercildoune Kalesi Lordu Thomas Learmont kadar zarif ve cana yakın bir kimse daha yokmuş.
O zamanlar insanlar arasında pek de yaygın olmayan zevkleri varmış: Kitaplara, şiire ve müziğe ilgi duyarmış. Hepsinden de öte, doğa üzerine çalışmalar yapmayı, evine yakın tarla ve ormanlık alanları mesken edinmiş hayvan ve kuşları izlemeyi severmiş.
Güneşli bir mayıs sabahı Thomas, Ercildoune Kulesi’nden çıkıp (Eildon Tepeleri’nin yamaçlarından aşağı doğru akan bir nehir olan) Huntly Nehri’nin yanındaki ormanlık alana doğru ilerlemeye başlamış. Güzel bir sabahmış. Hava temiz, aydınlık ve sıcakmış. Her şey o kadar güzel görünüyormuş ki âdeta cennet gibiymiş.
Dalların arasından çıkan ince yapraklar, ağaçları ferah bir yeşil örtüyle kaplıyormuş. Genç adamın bastığı yosun tabakasının arasında bulunan çuha ve anemon çiçeklerinin yüzleriyse gökyüzüne bakıyormuş.
Küçük kuşlar âdeta sesleri çatlayana dek şarkı söylüyor, yüzlerce böcek güneş ışığında bir ileri bir geri uçuyormuş. Nehir kenarındaki neşeli su fareleriyse yaz mevsiminin geldiğini biliyormuşçasına saklandıkları delikten çıkmaya başlayıp bu güzelliklerde bir payları olsun istiyorlarmış.
Thomas, bu güzellik karşısında o kadar mutlu olmuş ki etrafındaki canlıları izlemek için bir ağacın dibine oturmuş.
Thomas ağacın dibinde uzanırken toynak sesleri duymuş. Ses çalılıklardan geliyormuş. Sesin geldiği yöne baktığında hayatında gördüğü en güzel kadının gri bir atın üzerinde ona doğru geldiğini görmüş.
Kadın, pırıl pırıl parlayan ipekten bir avcı kıyafeti giyiyormuş. Kıyafeti bahar aylarındaki taptaze çimenlerin rengindeymiş. Omuzlarında, eteğinin rengiyle çok uyumlu kadifeden bir pelerin varmış. Altın gibi parıldayan sarı saçları omuzlarına dökülüyormuş. Başındaysa güneş ışığında ateş gibi parıldayan değerli taşlardan yapılma bir taç varmış.
Atının semeri saf fildişinden yapılmaymış, kumaşıysa kan kırmızı bir satenmiş. Semerin kolanları fitilli ipekten, üzengileri ise kristalmiş. Atının dizginleri dövme altından yapılmış, hepsinde küçük gümüş ziller asılıymış. Böylece o atıyla yol alırken perilerin şarkılarına benzer sesler yayılırmış etrafa.
Görünüşe bakılırsa kadın bir av peşindeymiş. Çünkü yanında bir av borusu ve bir deste ok varmış. Ayrıca tasmayla bağladığı yedi tane tazıya da öncülük ediyormuş. İyi koku alabilen birkaç tane av köpeğiyse atının yanında başıboş dolaşıyormuş.
Vadi boyunca ilerlerken eski bir İskoç şarkısı söylemeye başlamış. O kadar görkemli bir havası varmış ve elbisesi de o kadar muhteşemmiş ki Thomas’ın içinden yolun kenarında diz çöküp kadına tapınmak gelmiş. Çünkü onun Meryem Ana’nın ta kendisi olduğunu düşünmüş.
Oysa kadın, Thomas’ın yanına gelip onun aklından geçenleri anladığında hüzünlü bir ifadeyle kafasını sallamış.
“Düşündüğünün aksine ben Meryem Ana değilim,” demiş kadın. “İnsanlar bana Kraliçe diye hitap eder fakat ben uzak bir ülkenin kraliçesiyim; Cennetin Kraliçesi değil, Periler Diyarı Kraliçesiyim.”
Gerçekten de söyledikleri doğru gibi duruyormuş. Çünkü o andan itibaren sanki Thomas’a bir sihir yapmış ve ona ihtiyat, tedbir ve sağduyu gibi kavramları unutturmuş.
Ölümlülerin perilerle bir arada olmasının tehlikeli olduğunu biliyormuş fakat kadının güzelliği karşısında öylesine mest olmuş ki bir öpücük alabilmek için ona âdeta yalvarmış. Bu tam da kadının istediği şeymiş, çünkü bir kere adamı öperse onu ele geçirebileceğini biliyormuş.
Dudakları birbirine değdiği anda kadın korkunç bir şekilde değişmiş. Güzel pelerini ve ipekten eteği gitgide yok olmuş ve yerini tıpkı kül rengi gibi gri, uzun bir elbiseye bırakmış. Güzelliği de yavaş yavaş yok olmaya başlamış ve solgun bir yaşlı gibi görünür olmuş. Daha da kötüsü, o gür ve sarı saçları Thomas’ın gözlerinin önünde griye dönmüş. Kadın, zavallı adamın yüzündeki şaşkınlığı ve dehşeti görünce alay edercesine gülmeye başlamış.
“Gördüğün üzere ilk bakıştaki gibi zarif değilim aslında,” demiş kadın. “Ama bunun pek bir önemi yok. Çünkü sen artık kendini bana verdin Thomas. Bundan böyle koskoca 7 yıl boyunca benim hizmetkârım olacaksın. Periler Kraliçesi’ni her kim öperse onunla birlikte Periler Diyarı’na gitmeli ve zamanı doluncaya kadar ona hizmet etmelidir.”
Zavallı Thomas bunları duyduğu anda dizlerinin üstüne çöküp merhamet göstermesi için kadına yalvarmış. Yalvarmış yalvarmasına ama aradığı merhameti bulamamış. Periler Kraliçesi, yüzüne karşı sadece gülmüş ve alaca kır atını Thomas’ın durduğu yere doğru yöneltmiş.
“Hayır, hayır,” diye cevap vermiş yalvarıp yakarmalarına. “Seni öpmemi sen istedin. Şimdiyse bunun bedelini ödemen gerek. O yüzden oyalanmayı bırak ve arkama otur. Çünkü gitme vaktim geldi.”
Böylece Thomas içini çeke çeke ata binmiş. Thomas bindiği anda kadın atın dizginlerini eline almış ve gri at dörtnala koşmaya başlamış.
Hiç durmaksızın ilerlemişler, rüzgârdan da hızlı gidiyorlarmış. Canlıları geride bırakıp büyük bir çöle ulaşıncaya dek ilerlemişler. Kuru, boş ve ıssız olan bu çöl, ufuk çizgisine kadar uzanıyormuş.
En azından Thomas’ın yorgun gözlerine o an öyle görünmüş. Yanındaki tuhaf kişiyle beraber bu çölü geçmesi gerekip gerekmediğini düşünmüş. Eğer geçmesi gerekiyorsa da çölün diğer tarafına sağ salim ulaşma ihtimali var mı diye merak etmiş.
O anda Periler Kraliçesi dizginleri çekip gri atı aniden durdurmuş.
“Şimdi yere inmelisin Thomas,” demiş kadın, mutsuz esirine omuzlarının üzerinden bakarak. “Dizlerinin üstüne çök ve başını dizlerimin üzerine koy. Ben de sana ölümlülerin asla göremeyeceği gizli şeyler göstereyim.”
Thomas attan inmiş, dizlerinin üstüne çökmüş ve başını Periler Kraliçesi’nin dizlerine yaslamış. Bir kez daha çöle doğru baktığında her şeyin değiştiğini görmüş. Çünkü çölün bir ucundan diğer ucuna giden üç tane yol varmış fakat Thomas biraz öncesinde bu yolların farkında değilmiş. Bu üç yolun her biri de birbirinden farklıymış.
Yollardan ilki geniş, düz ve pürüzsüzmüş. Bu yol kumun üzerinde düz bir şekilde ilerliyormuş. Böylece o yolda kim giderse gitsin yolunu kaybetme ihtimali yokmuş.
İkinci yol, ilkinden olabildiğince farklıymış. Dar, dolambaçlı ve uzunmuş. Ayrıca bir tarafı dikenli tellerle diğer tarafıysa dikenli bitkilerle kaplıymış. Bu bitkiler öyle yukarılara uzanıyormuş ve dalları öylesine vahşi ve karmaşıkmış ki o yolu tercih edenler yolculuklarını sürdürmekte zorluk çekermiş.
Üçüncü yolunsa diğer ikisine benzer bir yanı yokmuş; muhteşemmiş. Eğreltiotu, funda ve altın sarısı süpürge otlarının içinden geçen bir bayır boyunca uzanıyormuş. Öyle güzel duruyormuş ki o yolu kullanmak iyi bir fikir gibi görünüyormuş.
“Şimdi,” demiş Periler Kraliçesi. “Bu üç yolun nereye vardığını sana söyleyeceğim. Gördüğün üzere yollardan ilki geniş, düz ve rahat. Bu yüzden bu yolu seçecek birçok kişi olabilir. Güzel bir yol olmasına rağmen yolun sonu kötüdür. Bu yoldan gidenler sonsuza dek pişmanlık duyarlar.”
“İkinciye yani dar yola gelecek olursak yolun tamamı diken ve çalılıklarla kaplı olduğundan nereye vardığını soracak insan pek yoktur. Ama eğer sorarlarsa birçoğu bu yola çıkmak için büyük heyecan duyabilir. Çünkü burası Doğruluk Yolu’dur. Geçmesi zor ve can sıkıcı olsa da bu yol olağanüstü bir şehre, Ulu Kral’ın şehrine çıkar.”
Eğreltiotlarının içinden geçen ve bayır boyunca yükselen üçüncü yol, diğer bir deyişle muhteşem yolun nereye vardığını hiçbir ölümlü bilmez. Fakat ben biliyorum Thomas. Burası Elf Diyarı’na gider. Bizim seçeceğimiz yol işte budur.”
“Şu diyeceklerimi sakın unutma Thomas: Eğer bir daha Ercildoune Kulesi’ni görmek istiyorsan yolculuğumuzun sonuna varana kadar konuşmalarına dikkat et ve benim dışımda kimseye tek kelime etme. Periler Diyarı’nda uluorta konuşan ölümlüler sonsuza kadar orada kalır.”
Kadın bunları söyledikten sonra ona yine ata binmesini emretmiş ve birlikte yola devam etmişler. Eğreltiotlarıyla dolu yol ilk başta göründüğü kadar muhteşem değilmiş. Çok fazla ilerleyemeden yeryüzünden aşağı doğru inen bir dağ geçidine varmışlar. İçeride, onlara yol gösterecek bir ışık yokmuş, hava rutubetli ve yoğunmuş. Her yerden hızla akan su sesleri geliyormuş ki gri at suyun içine dalmış. Thomas ilk başta ayaklarında sonra da dizlerinde suyun soğukluğunu hissetmiş.
Gün ışığından uzaklaştıklarından beri cesareti gitgide azalıyormuş. Ama o an kendini tamamen bırakmış. Çünkü yanındaki tuhaf kadınla birlikte bu yolculuğun sonunu sağ salim getiremeyeceklerinden eminmiş.
Kendinden geçmiş gibi öne doğru yığılmış. Eğer Peri’nin kül rengi elbisesine sıkıca tutunuyor olmasaymış oturduğu yerden düşüp boğulabilirmiş.
İyi ya da kötü her ne olduysa hepsi geçmiş ve sonunda karanlıktan aydınlığa doğru çıkmaya başlamışlar. Işık gittikçe artmaya başlamış, ta ki tamamen gün ışığına varıncaya dek.
Bunun üzerine Thomas bir cesaretle kafasını kaldırmış. Bir de ne görsün; çok güzel bir meyve bahçesinden geçiyorlarmış. Bahçede bol bol elma, armut, hurma, incir ve ahududu yetişiyormuş. Dili damağı öyle kurumuş ve kendini o kadar baygın hissediyormuş ki kendine gelmek için biraz meyve koparmak istemiş.
Birkaç tane meyve koparmak için elini uzatmış fakat kadın dönüp ona engel olmuş.
“Burada yiyebileceğin kadar güvenli bir şey yok. Birazdan sana vereceğim elma hariç. Eğer başka bir şeye dokunacak olursan sonsuza kadar Periler Diyarı’nda kalmaya mecbur olursun.”
Böylelikle zavallı Thomas elinden geldiğince kendini dizginlemeye çalışmış. Kırmızı elmalarla dolu küçük bir ağaca varana dek yavaşça ilerlemişler. Periler Kraliçesi eğilip bir tane elma koparmış ve Thomas’a uzatmış.
“İşte sana bunu verebilirim,” demiş Periler Kraliçesi. “Hem de büyük bir memnuniyetle. Bunlara Dürüstlük Elmaları derler. Her kim bu elmalardan yerse bir ödülle mükâfatlandırılacaktır. O kişinin ağzından bir daha asla yalan çıkmayacaktır.”
Bunun üzerine Thomas elmayı almış ve yemiş. O andan itibaren dürüstlük erdemine sahip olmuş. İşte bu yüzden yıllar sonra insanlar ona, Dürüst Thomas adını vermiş.
Bir yamacın ucunda bulunan görkemli kaleye az bir mesafe kalmış.
“Şu ileride gördüğün yer benim evim,” demiş Kraliçe gururla kaleyi göstererek. “Lordum ve sarayının soyluları burada yaşarlar. Lordumun değişken bir ruh hali olduğundan ve yanımda bulunan yabancı erkeklerden hoşlanmadığından senin için dua ediyorum. Hem senin iyiliğin hem de kendi iyiliğim için dua ediyorum. Seninle her kim konuşacak olursa olsun sakın tek bir kelime etme. Eğer biri bana senin kim veya ne olduğunu soracak olursa dilsiz olduğunu söyleyeceğim. Böylece kimse seni fark etmeyecek.”
Bu sözlerin ardından kadın av borusunu kaldırmış ve boruya üfleyerek çok güçlü bir ses çıkarmış. Bunu yaptığı gibi, yine olağanüstü bir şekilde değişmeye başlamış. Üzerindeki o çirkin kül rengi elbise gitmiş, gri saçları yok olmuş ve yeniden yeşil etekli, pelerinli genç ve güzel haline dönmüş.
Thomas da harika bir değişime uğramış. Aşağıya bakınca, kaba saba taşra kıyafetlerinin yerini kahverengi güzel bir kumaştan yapılma takım elbiseyle parlak ayakkabılara bıraktığını görmüş.
Borunun sesi çınlamaya başladığı anda kalenin kapıları birdenbire açılmış ve Kral, Kraliçe’yi karşılamak için hızla dışarı çıkmış. Kral’a şövalyeler, leydiler, ozanlar, uşaklar eşlik ediyormuş. O kadar kalabalıkmış ki atından inen Thomas fark edilmeden kaleye girerken Kraliçe’nin isteklerine itaat etmekte zorlanmamış.
Herkes, Kraliçe’yi tekrardan gördüğü için çok memnunmuş. Hepsi Kraliçe’nin ardından Büyük Salon’a doğru sürüklenmiş. Kraliçe de onlarla çok cana yakın bir şekilde konuşup hepsinin elini öpmesine izin vermiş. Daha sonra kocasıyla birlikte devasa salonun en ucundaki platforma doğru geçmiş. Kraliyet çifti, platformun üzerindeki tahtlara oturmuş ve henüz başlayan eğlenceleri izlemeye başlamış.
Zavallı Thomas bu sırada salonun bir diğer ucunda durmaktaymış. Kendini çok yalnız hissetse de önündeki harikulade manzaradan çok etkilenmiş.
Salonun bir ucunda güzel leydiler, saray mensupları ve şövalyeler dans ediyor olsa da diğer bir uçta avcılar, ellerinde görünüşe bakılırsa av sırasında öldürmüş oldukları boynuzlu geyiklerle içeri girip çıkıyor ve onları yığınlar halinde yere bırakıyorlarmış. Ölü hayvanların yanında sıra halinde aşçılar duruyor, etleri büyük büyük kesip pişirmek üzere götürüyorlarmış.
Her şey baştan sona o kadar tuhaf ve inanılmazmış ki Thomas zamanın nasıl geçtiğine aldırış etmemiş, sadece orada durup izlemiş ve kimseye tek kelime etmemiş. Bu durum üç gün boyunca devam etmiş. Daha sonra Kraliçe tahtından kalkıp platformdan inmiş ve salonun karşı tarafına, Thomas’ın durduğu yere gelmiş.
“Ercildoune Kalesi’ni tekrardan görmek istiyorsan ata binip gitmenin zamanı geldi Thomas,” demiş Kraliçe.
Thomas şaşkınlıkla ona bakmış. “7 yıl demiştiniz,” diye haykırmış. “Bense daha üç gündür buradayım.”
Kraliçe gülümsemiş. “Periler Diyarı’nda zaman hızlı geçer arkadaşım,” diye cevap vermiş. “Sen üç gündür burada olduğunu sanıyorsun. Oysaki tanışmamızın üzerinden 7 yıl geçti. Artık gitme vaktin geldi. Benimle daha fazla kalmanı çok isterim fakat iyiliğin için böyle bir şeye kalkışmanı istemem. Her 7 yılda bir Karanlıklar Diyarı’ndan Kötü Ruh gelir ve halkımızın arasından herhangi birini seçer. Sen de hoş görünümlü biri olduğundan seni seçmesinden korkuyorum. Başına kötü bir şey gelmesini istemediğimden seni hemen bu gece kendi ülkene geri götüreceğim.”
Gri at bir kez daha gelmiş ve Thomas’la Kraliçe ata binmişler. Buraya nasıl geldilerse Huntly Nehri’nin yanındaki Eildon Ağacı’na aynı şekilde geri dönmüşler.
Daha sonra Kraliçe, Thomas’a veda etmiş. Thomas, ayrılık hediyesi olarak, herkesin onun Periler Diyarı’na gittiğine inanmasını sağlayacak bir şey vermesini istemiş Kraliçe’den.
“Ben o hediyeyi sana çoktan verdim: Dürüstlük erdemi,” diye cevap vermiş Kraliçe. “Şimdi de Kehanet ve Şairlik hediyelerini vereceğim. Böylece gelecekten haber verebileceksin ve şahane şiirler yazabileceksin. Bu gözle görülemeyen hediyelerin yanında bir de sana ölümlülerin görebileceği bir hediye vermek istiyorum; Periler Diyarı’n-da yapılmış bir arp. Hoşça kal arkadaşım. Bir gün belki senin için geri dönerim.”
Bu sözlerin ardından Kraliçe ortadan kaybolmuş ve Thomas yalnız kalmış. Doğruyu söylemek gerekirse, bu derece göz alıcı bir varlığın yanından ayrılıp sıradan insanların yaşadığı yere geri döndüğü için kendini biraz üzgün hissediyormuş.
Bu olayın ardından Ercildoune Kalesi’nde uzun yıllar yaşamış. Şiirleri ve kehanetlerinin namı ülkenin her bir yerinde duyulmuş. Böylece insanlar ona, Dürüst Thomas ve Şair Thomas demeye başlamış.
Size Thomas’ın her kehanetini (şüphesiz ki gerçekleştiler) anlatamam ama bir iki tanesinden bahsedebilirim.
Thomas, Bannockburn Muharebesi’ni şu sözleriyle öngördü:
“Gün gelecek Breid (Braid) Nehri[1 - Eski İngilizce’de Bannock evde pişirilen ekmek anlamına gelir. Aynı şekilde Breid de bir tür ekmek anlamına gelir. İkisi arasındaki bağlantı buradan kurulabilir. Braid ise Breid’in bir başka lehçede kullanılan halidir. Burada Breid Nehri dediği aslında Braid Nehri’dir. (ç.n.)] kırmızı akacak.”
Bu kehaneti, Bannockburn sularının (Bannock Nehri) yenilen İngilizlerin kanlarına karışıp kırmızı akmasıyla gerçekleşmiştir.
Ayrıca İngiliz ve İskoç krallıklarının birleşeceğini, başlarında bir Fransız kraliçenin oğlunun olacağını ve bu kişinin Bruce[2 - Robert Bruce diğer bir adıyla I. Robert, İskoç bir soylu ve kraldır. Bannockburn Muharebesi, Robert Bruce komutasında gerçekleşmiştir. Bahsedilen kral I. James, Robert’in soyundan gelir. (ç.n.)] kanından geleceğini bildirmiştir.
Fransız kraliçe annesi olacak,
Kıyılara kadar, sonsuza kadar,
Britanya’nın hâkimi olacak.
Bu kehaneti de 1603 yılında, İskoç Kraliçesi Mary’nin[3 - Bir dönem İskoçya Kraliçesi olan Mary Stuart, bu dönemde Fransa Kralı II. François ile evlenerek Fransa kraliçesi olmuştur. (ç.n.)] oğlu I. James tahta oturup iki ülkenin de kralı olunca gerçekleşmiştir.


Aradan koskoca 14 yıl geçmiş. Bu sırada insanlar, Şair Thomas’ın Periler Diyarı’na gitme hikâyesini unutmaya başlamış. Ama sonunda İskoçya’nın İngiltere’yle savaştığı gün gelip çatmış. İskoç ordusu, Ercildoune Kulesi’nden çok da uzakta olmayan Tweed Nehri’nin kıyısında dinleniyormuş.
Kulenin efendisi ise bir ziyafet düzenlemeye ve ordudaki tüm soylu ve baronları bu ziyafete davet etmeye karar vermiş.
O ziyafet uzun bir süre unutulmamış.
Ercildoune Lordu her şeyin mükemmel olması için ne gerekiyorsa yapmış. Yemek bittiğinde yerinden kalkmış ve Elf Arpı’nı eline almış. Misafirlerine ardı ardına eski zamanların şarkılarını çalmış.
Misafirler nefeslerini tutarak dinlemiş çünkü bir daha böylesine güzel şarkılar duyamayacaklarını düşünmüşler. Öyle de olmuş.
Tam da o gece, tüm soylular çadırlarına döndükten sonra, nöbetçi bir asker ay ışığında kar beyazı renginde bir erkek bir de dişi geyik görmüş. Geyikler kampın yanından geçen yolda yavaşça ilerliyormuş.
Asker, hayvanlarda tuhaf bir şey olduğunu sezmiş ve subayını çağırarak gelip bakmasını istemiş. Subay da diğer subayları çağırmış ve çok zaman geçmeden bu sessiz yaratıkları takip eden bir kalabalık oluşmuş. Hayvanlar, ölümlüler tarafından duyulmayan bir müzikle birlikte hareket ediyormuş gibi ağır bir şekilde ilerliyormuş.


“Bu işte bir acayiplik var,” demiş bir asker en sonunda. “Haydi, Ercildounelu Thomas’ı çağıralım. Belki o bize bunun bir alamet olup olmadığını söyleyebilir.”
“Tamam. Ercildounelu Thomas’ı çağırın,” diye haykırmış hepsi bir ağızdan. Böylece Şair’i uyandırmak üzere eski kuleye derhal genç bir uşak gönderilmiş.
Uşağın söylediklerini duyunca Kâhin ciddileşip dalmış gitmiş.
“Bu bir çağrı,” demiş hafifçe. “Periler Diyarı Kraliçesi’nden bir çağrı. Uzun bir süredir bunu bekliyordum, sonunda oldu.”
Thomas dışarı çıktığında onu bekleyen küçük kalabalığın yanına gitmektense onları geçip kar beyazı geyiklerin yanına gitmiş. Yanlarına vardığında geyikler onu selamlıyormuş gibi bir anlığına durmuş. Daha sonra üçü birden küçük Leader Nehri kıyısında yavaşça ilerlemiş ve nehrin köpüren sularında gözden kaybolmuş. Çünkü nehir tamamen kanla kaplıymış.
Her ne kadar özenli bir arama yapılsa da Ercildounelu Thomas’a dair herhangi bir ipucu bulunamamış. Yerli halk günümüzde bile, erkek ve dişi geyiklerin Periler Kraliçesi’nden gelen bir mesaj olduğuna ve Thomas’ın Periler Diyarı’na döndüğüne inanır.




Altın Ağaç ile Gümüş Ağaç
Çok eski zamanlarda Altın Ağaç isminde bir prenses yaşarmış. Bu prenses dünyanın en güzel çocuklarından biriymiş.
Annesini kaybetmiş olsa da hayatından çok memnunmuş, çünkü babası onu çok sever ve küçük kızı mutlu olduğu sürece hiçbir şeyi sorun etmezmiş. Fakat babasının çok geçmeden yeniden evlenmesiyle birlikte prensesin zorlu günleri başlamış.
İsmi Gümüş Ağaç olan bu kadın çok güzel olsa da bir o kadar kıskançmış. Günün birinde kendisinden daha güzel biriyle karşılaşma korkusundan dolayı acınacak hale gelmiş.
Üvey kızının çok güzel olduğunu fark edince kızdan aniden soğumuş. Gözleri sürekli kızın üzerinde, insanların da onu daha güzel bulup bulmadıklarını merak ediyormuş. İnsanların öyle düşüneceğinden içten içe çok korktuğundan dolayı zavallı kıza gerçekten de çok kaba davranıyormuş.
Nihayet bir gün Prenses Altın Ağaç büyüdüğünde, iki kadın derin bir vadinin ortasında etrafı ağaçlarla çevrili bir kuyuya doğru yürüyüşe çıkmış.
Bu kuyunun suyu öyle temizmiş ki kim bakarsa suyun yüzeyinde kendisini görürmüş. Kendini beğenmiş Kraliçe de suda kendini görebildiği için buraya gelip suyun derinliklerine bakmaya bayılırmış.
Ama o gün baktığında bir de ne görsün; su yüzeyine yakın bir yerde sessizce bir o yana bir bu yana yüzen bir alabalık.
“Alabalık, alabalık cevap ver bana, dünyanın en güzel kadını ben miyim?” demiş Kraliçe.
“Hayır, kesinlikle değilsiniz,” diye hızla cevap vermiş sinek yakalamak için suda zıplayan alabalık.
“Madem öyle o zaman en güzel kadın kim?” diye sormuş hayal kırıklığına uğrayan Kraliçe. Çünkü bundan daha farklı bir cevap bekliyormuş.
“Hiç şüphesiz ki üvey kızınız Prenses Altın Ağaç,” demiş küçük balık. Demiş demesine fakat kıskanç kraliçenin kızgın bakışlarından tırsıp kuyunun derinliklerine dalmış.
Balığın kaçmasında şaşırılacak bir şey yokmuş aslında. Çünkü biraz ileride çiçek toplamakla meşgul olan genç üvey kızına kızgın bakışlar atan kraliçenin ifadesi pek de hoş sayılmazmış.
Prenses’in kendisinden daha güzel olduğunun söylenmesi düşüncesi Kraliçe’nin canını o kadar sıkmış ki büsbütün kendini kaybetmiş. Eve vardığında aşırı bir hırsla odasına çıkıp kendini yatağa atmış ve kendini çok hasta hissettiğini söylemiş.
Prenses Altın Ağaç sorunun ne olduğunu ve elinden bir şey gelip gelmeyeceğini sorsa da bu, işe yaramamış. Kraliçe, zavallı kızın kendisine dokunmasına bile izin vermeyip sanki kız uğursuzun tekiymiş gibi onu bir kenara itmiş. Prenses de en sonunda üzgün bir şekilde odadan çıkıp onu yalnız bırakmak zorunda kalmış.
Çok geçmeden Kral avdan dönmüş ve doğrudan Kraliçe’yi çağırtmış. Kendisine, Kraliçe’nin ani bir hastalığa yakalandığı, yatağında uzandığı ve kimsenin hatta apar topar çağrılan saray doktorunun bile sorunun ne olduğunu çözemediği söylenmiş.
Kral, karısını çok sevdiğinden, büyük bir endişeyle karısının yanına gidip onun nasıl olduğunu, onu rahatlatmak için yapabileceği bir şey olup olmadığını sormuş.
“Evet, benim için yapabileceğin bir şey var,” diye cevap vermiş Kraliçe sertçe. “Ama çok iyi biliyorum ki beni iyileştirecek tek şey bu olsa bile yapmazsın.”
“Hayır,” demiş Kral. “Bundan daha iyisini duymayı hak ediyorum. Biliyorsun ki dilediğin her şeyi yaparım, krallığımın yarısını istesen onu bile veririm.”
“Madem öyle kızının kalbini bana ver,” diye haykırmış Kraliçe. “Eğer kalbini yemezsem yakında öleceğim.”
Kraliçe o kadar vahşice konuşuyor ve o kadar garip bakıyormuş ki zavallı Kral, kadının aklını oynattığını düşünmüş ve ne yapacağını bilemeden şaşırıp kalmış. Bunun üzerine odadan çıkıp koridorda bir o yana bir bu yana endişeli bir şekilde dolaşmaya başlamış. En sonunda tam da o sabah büyük bir kralın oğlunun denizaşırı bir ülkeden geldiğini ve kızıyla evlenmek için izin istediğini hatırlamış.
“Bunun üstesinden gelmem için bir yol olabilir,” demiş Kral kendi kendine. “Bu evlilik beni çok memnun eder. Öyleyse onları derhal evlendireceğim. Böylece kızım ülke dışında güvendeyken dağa bir adam gönderip bir keçi öldürmesini isterim. Sonra da keçinin kalbini hazırlatıp karıma yollarım. Belki de kalbi görmesi bu delirmiş halini düzeltebilir.”
Böylece Kral, yabancı prensi huzuruna çağırmış ve ona, Kraliçe’nin nasıl da ani bir hastalığa yakalandığını, hastalığın beynine zarar verdiğini, hastalıkla birlikte Prenses’i sevmemeye başladığını anlatmış. Genç kızın da izniyle birlikte bu evliliğin derhal gerçekleştirilmesinin iyi olabileceğini ve böylece Kraliçe’nin de yalnız kalıp bu tuhaf illetten kurtulabileceğini söylemiş.
Prens, Prenses’e bu kadar kolay kavuştuğu için, Prenses de üvey annesinin nefretinden kaçacağı için çok mutlu olmuş. Böylece derhal evlenmişler. Sonra da Prens’in denizaşırı ülkesine doğru yola çıkmışlar.
Bunun üzerine Kral, dağa adam yollayıp bir keçi öldürmesini istemiş. Öldürdüğünde kalbini temizleyip pişirmesini ve gümüş bir tepside Kraliçe’nin odasına yollamasını emretmiş. Kötü Kraliçe, üvey kızının sandığı kalbi tatmış ve işi bittiğinde yatağından kalkıp her zamanki iyi ve sağlıklı haliyle şatoda dolaşmaya başlamış.
Prenses Altın Ağaç’ın aceleyle yapılan evliliği gayet güzel gidiyormuş. Prens zengin, harika ve güçlü bir adam olmakla birlikte kendisini de çok seviyormuş. Prenses gerçekten çok mutluymuş.
Bir yıl boyunca her şey güllük gülistanlıkmış. Kraliçe Gümüş Ağaç her şeyden memnun ve hoşnutmuş. Çünkü Prenses yeni evinde mutlu ve huzurluyken üvey anne onun öldüğünü sanıyormuş.
Fakat bir yılın sonunda Kraliçe, kendi yüzünü su yüzeyinde görebilmek için küçük vadide bulunan kuyuya bir kez daha gitmiş.
Aynı küçük alabalık tıpkı önceki sene yaptığı gibi o gün de bir o yana bir bu yana yüzüyormuş. Akılsız Kraliçe bu sefer sorduğu soruya bir öncekinden daha iyi bir cevap almakta kararlıymış.
“Alabalık, alabalık,” diye fısıldamış kuyunun köşesinden eğilerek. “Dünyanın en güzel kadını ben miyim?”
“Gerçekten de değilsiniz,” diye cevap vermiş alabalık açıksözlülükle.
“Öyleyse en güzel kadın kim?” diye sormuş Kraliçe. Yeni bir rakibinin olduğu düşüncesiyle beti benzi atmış.
“Tabii ki de Majesteleri’nin üvey kızı Prenses Altın Ağaç,” diye cevaplamış alabalık.
Kraliçe rahat bir nefes alarak geriye çekilmiş. “Öyle diyorsun ama insanlar şu an onu beğenemez, öleli bir yıl oldu. Kalbini akşam yemeğim niyetine yedim,” demiş Kraliçe.
“Bundan emin misiniz Majesteleri?” diye sormuş alabalık gözleri parlayarak. “Bence başka bir diyardan gelip onunla evlenmek isteyen cesur ve genç bir prensle evlenip prensin ülkesine gideli bir yıl oldu.”
Kraliçe bu sözleri duyduğu anda sinirle donup kalmış, çünkü kocasının onu kandırdığının farkına varmış. Dizlerinin üzerinden doğrulup saraya gitmiş. Öfkesini elinden geldiğince saklayarak Kral’dan Uzun Gemi’yi hazırlatmasını isteyip biricik üvey kızını göreli çok uzun zaman olduğundan onu çok özlediğini anlatmış.
Kral, karısının bu isteğine şaşırsa da onun, kızına karşı olan nefretini aştığını düşünecek kadar çok memnun olmuş. Böylece Uzun Gemi’nin derhal hazırlatılmasını emretmiş.
Çok geçmeden gemi suda hızla Prenses’in yaşadığı ülkeye doğru gitmeye başlamış. Geminin başına Kraliçe’nin kendisi geçmiş. Çünkü geminin gitmesi gereken istikameti biliyormuş ve yolculuğun bitmesi için öyle acele ediyormuş ki dümene başkasının geçmesine izin vermemiş.
Şans eseri Prenses Altın Ağaç o gün yalnızmış; kocası ava çıkmış. Şatonun penceresinden dışarıya bakarken bir geminin iskeleye yanaştığını görmüş ve geminin babasına ait Uzun Gemi olduğunu anlamış. Gemide kimin olduğunu tahmin edebiliyormuş.
Kraliçe’nin gelmesi düşüncesi bile neredeyse korkuyla kendinden geçmesine neden oluyormuş. Çünkü Kraliçe Gümüş Ağaç’ın kalkıp kendisini ziyarete gelmesinin iyi bir nedeni olamayacağını biliyormuş. Prenses, kocasının o an evde olması için sahip olduğu her şeyi verebileceğini düşünmüş. Bunun üzerine endişeyle hizmetçilerin odasına koşmuş.
“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye haykırmış. “Babamın Uzun Gemi’sinin geldiğini gördüm ve içinde üvey annemin olduğunu biliyorum. İmkânı olsa beni öldürür. Bu dünyada benden daha fazla nefret ettiği tek bir şey daha yok.”
Şunu da söylemek gerekir ki hizmetliler, hanımlarının bastığı yere tapacak kadar seviyorlarmış onu. Çünkü Prenses onlara karşı her zaman kibar ve anlayışlıymış. Ne kadar korktuğunu gördüklerinde ve ağzından çıkan iç parçalayıcı cümleleri duyduklarında Prenses’in etrafında toplanmışlar.
“Korkmayın Ekselansları,” diye haykırmışlar. “Sizi gerekirse canımız pahasına koruruz. Eğer üvey anneniz size kötü bir büyü yapmaya kalkışırsa sizi Tirizli Oda’ya kilitleriz, size orada kesinlikle ulaşamaz.”
Tirizli Oda aslında kasa olarak kullanılan odaymış ve şatonun büyük bir kısmını kaplıyormuş. Kapısı öyle kalınmış ki kimsenin kırıp girmesine imkân yokmuş. Prenses, eğer içeri girerse ve üvey annesiyle arasında meşeden yapılma sağlam kapı olursa o şeytani kadının yapabileceği her türlü kötülükten korunacağını biliyormuş.
Böylece Prenses, sadık hizmetkârlarının önerisini kabul edip kendisini Tirizli Oda’ya kilitlemelerine izin vermiş.
Kraliçe Gümüş Ağaç ana kapıya gelip kapıyı açan uşaktan kendisini sarayın hanımefendisine götürmesini isteyince uşak, önünde eğilerek bunun imkânsız olduğunu, çünkü Prenses’in şatonun kasa odasında kilitli kaldığını, anahtarın yerini de kimse bilmediği için dışarı çıkamadığını söylemiş.
(Bu hikâye gerçekten doğruymuş. Çünkü yaşlı uşak, anahtarı Prenses’in en sevdiği çoban köpeğinin boynuna bağlayıp onu, efendisini araması için tepelere göndermiş.)
“Beni odanın kapısına götürün,” diye emretmiş Kraliçe. “En azından biricik kızımla kapıdan konuşurum.” Bundan ne gibi bir kötülük çıkabileceğini düşünemeyen uşak, kendisine söyleneni yerine getirmiş.
“Anahtar gerçekten de kayıpsa ve sen beni karşılamak için oradan çıkamıyorsan biricik kızım,” demiş yalancı Kraliçe, “en azından serçe parmağını anahtar deliğine koy ki ben de onu öpebileyim.”
Prenses söyleneni yapmış, bu kadar küçük bir şeyden gelebilecek kötülüğü asla akıl edememiş. Ama o akıl etmediği kötülük gerçekleşmiş. Serçe parmağını öpeceğini söyleyen üvey annesi bunun yerine parmağına zehirli bir iğne batırmış. Zehir o kadar ölümcülmüş ki zavallı Prenses daha tek bir kelime edemeden yere yığılmış.


Prenses’in düşme sesini duyan Kraliçe Gümüş Ağaç’ın yüzünde tatminkâr bir gülümseme belirmiş. “Şimdi dünyadaki en güzel kadın olduğumu söyleyebilirim,” diye fısıldamış. Daha sonra koridorun sonunda bekleyen uşağın yanına gidip kızına demesi gereken ne varsa dediğini ve artık eve dönmesi gerektiğini söylemiş.
Gemiye kadar merasimle gönderilen Kraliçe, kendi ülkesine doğru yola çıkmış. Prens, elinde çoban köpeğinin boynundan aldığı Tirizli Oda’nın anahtarıyla avdan dönene kadar şatodaki kimse çok değerli hanımlarının başına kötü bir şey geldiğinin farkına varmamış.
Kraliçe Gümüş Ağaç’ın ziyareti anlatıldığında Prens gülüp hizmetkârlara iyi bir şey yaptıklarını söylemiş. Daha sonra da odanın kapısını açıp karısını dışarı çıkartmak için yukarı çıkmış.
Kapıyı açıp karısını yerde ölü halde yatarken bulunca büyük bir korku ve dehşete kapılmış.
Yaşadığı öfke ve üzüntüden dolayı kendini kaybetmiş. Kraliçe Gümüş Ağaç’ın kullandığı türde bir ölümcül zehrin Prenses’in bedenine zarar vermeyeceğini ve gömülmesine gerek olmadığını bildiğinden Prenses’i ipek bir sedirin üzerine yatırıp Tirizli Oda’da tutmaya karar vermiş. Böylelikle istediği her zaman gidip onu görebilecekmiş.
Fakat Prens, son derece yalnız kaldığından, kısa bir süre sonra yeniden evlenmiş. İkinci karısı da ilki kadar sevimliymiş. Yeni karısı çok mutluymuş fakat içine dert olan küçücük bir şey varmış ki bunun da kendisini perişan etmesine izin vermeyecek kadar makul biriymiş.
Dert ettiği şey şatodaki bir oda, koridorun sonunda bulunan bir odaymış. Bu odaya asla girememiş çünkü anahtar her zaman kocasındaymış. Ne zaman kocasına bunun nedenini sorsa kocası her zaman bir bahane bulurmuş. Kadın da ona güvenmiyormuş gibi gözükmemeye karar vermiş; bu yüzden de kocasına bir daha konuyla alakalı soru sormamış.
Fakat bir gün Prens yanlışlıkla odayı kilitlemeyi unutmuş. Karısına hiçbir zaman aksini söylemediği için kadın da içeri girmiş ve ipek sedirin üzerinde uyuyormuş gibi gözüken Prenses Altın Ağaç’ı görmüş.
“Acaba ölmüş mü yoksa sadece uyuyor mu?” demiş kadın kendi kendine ve sedire yaklaşıp Prenses’e yakından bakmış. Tam o sırada Prenses’in serçe parmağına batmış tuhaf biçimli iğneyi görmüş.
“Burada kötü bir şeyler olmuş,” diye düşünmüş kendi kendine. “Eğer bu iğne zehirli değilse ben de tıp hakkında hiçbir şey bilmiyorum.” Şifa verme konusunda eğitimli olan kadın, iğneyi dikkatle yerinden çıkarmış.
Bir süre sonra Prenses Altın Ağaç gözlerini açıp sedirde doğrulmuş. Öteki Prenses’e başından geçenleri anlatacak kadar iyileşmiş.
Üvey annesi kendisini kıskanıyormuş ama öteki Prenses hiç de kıskançlık yapmamış. Neler olduğunu duyunca küçük elleriyle bir alkış tutup “Prens ne kadar da mutlu olacak. Yeniden evlenmiş olsa bile en çok sizi sevdiğini biliyorum,” demiş.
O gece Prens çok yorgun ve üzgün bir halde avdan dönmüş. İkinci karısının söyledikleri çok doğruymuş. Onu ne kadar sevse de her zaman biricik ilk aşkı Prenses Altın Ağaç’ın yasını tutuyormuş.
“Ne kadar da üzgünsün!” diye seslenmiş karısı. “Gülümsemen için yapabileceğim hiçbir şey yok mu?”
“Yok,” demiş Prens bitkinlikle başını önüne eğerek. Keyifliymiş gibi davranamayacak kadar kederliymiş.
“Size Altın Ağaç’ı geri vermek dışında bir şey yok, evet,” demiş ikinci karısı yavaşça. “Aslında bunu yaptım bile. Tiriz-li Oda’ya çıkıp Prenses’in sağ salim olduğunu görebilirsiniz.”
Prens tek bir kelime etmeden merdivenlerden yukarı koşmuş. Gerçekten biricik Altın Ağaç’ı orada, onu karşılamaya hazır bir biçimde sedirde oturuyormuş.
Prens, Prenses’i gördüğü için o kadar mutlu olmuş ki boynuna atlamış. Kendisini yukarı kadar takip eden, buluşmalarını sağlayan ve şimdi de o buluşmayı izleyen zavallı ikinci karısını unutarak Prenses’i defalarca öpüp durmuş.
Fakat karısı kendisi için üzülüyor gibi gözükmüyormuş. “Ben her zaman kalbinde Prenses Altın Ağaç’ın özlemini çektiğini biliyordum,” demiş. “Doğrusu da bu olmalı zaten. Çünkü o senin ilk aşkındı. Şimdi hayata geri döndüğüne göre ben de kendi halkıma döneceğim.”
“Kesinlikle olmaz,” demiş Prens. “Sen bize bu mutluluğu verdin. Bu yüzden bizimle kalacaksın ve böylece üçümüz birlikte yaşayacağız. Altın Ağaç ve sen iki iyi arkadaş olacaksınız.”
Öyle de yapmışlar. Prenses Altın Ağaç ve öteki Prenses, sanki birlikte büyümüşler gibi kısa sürede kız kardeş gibi olmuşlar.
Böylece bir yıl daha geçip gitmiş. Bir akşam Kraliçe Gümüş Ağaç daha önce de yaptığı gibi suda kendi yüzünü görmek için vadideki küçük kuyuya gitmiş.
Daha önceki iki seferde de olduğu gibi alabalık yine oradaymış. “Alabalık, alabalık,” diye fısıldamış Kraliçe. “Dünyanın en güzel kadını ben miyim?”
“Kesinlikle değilsiniz,” diye cevap vermiş alabalık, daha önceki iki seferde de söylediği gibi.
“Madem öyle şimdiki en güzel kadın kim o zaman?” diye sormuş Kraliçe, sesi öfke ve sıkıntıyla titriyormuş.
“O kişinin ismini size iki yıldır veriyorum,” demiş alabalık. “Prenses Altın Ağaç tabii ki.”
“Ama o öldü,” demiş Kraliçe gülerek. “Bu sefer eminim. Çünkü serçe parmağına zehirli bir iğne batıralı bir sene oldu. Prenses’in yere düşmesinin sesini de duydum.”
“Ben bundan pek de emin olmazdım,” demiş alabalık ve başka bir kelime daha etmeden kuyunun dibine doğru dalmış.
Kraliçe, alabalığın gizemli sözlerini duymasının ardından rahat edemeyip üvey kızını görebilmek için kocasından bir kez daha Uzun Gemi’yi hazırlatmasını istemiş.
Kral geminin hazırlanmasını memnuniyetle emretmiş. Her şey bir önceki sefer nasıl olduysa yine öyle olmuş.
Kraliçe, dümene geçip deniz boyunca ilerlemiş. Gemi iskeleye yaklaşırken Prenses Altın Ağaç gemiyi görmüş.
Prens avdaymış. Prenses de büyük bir korkuyla yukarıda, odasında bulunan öteki Prenses’in yanına koşmuş.
“Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye haykırmış. “Babamın Uzun Gemi’sinin geldiğini gördüm ve biliyorum ki gemide acımasız üvey annem var. Daha önce de denediği gibi yine beni öldürmeye çalışacak. Ah! Hadi tepeye doğru kaçalım.”
“Hiç de bile,” demiş Prenses kollarını titreyen Altın Ağaç’ı sararak. “Ben üvey annenden korkmuyorum. Benimle gel, deniz kıyısına gidip onu karşılayalım.”
Böylelikle ikisi birlikte deniz kıyısına gitmişler. Kraliçe Gümüş Ağaç, üvey kızını görünce çok memnun olmuş gibi davranmış ve gemiden atlayarak Prenses’e doğru koşmuş. Ona içmesi için gümüş bir kadehte şarap uzatmış.
Her zaman kibar ve saygılı olan Prenses Altın Ağaç, öteki Prenses kendisi ve üvey annesi arasına girmese elini kadehe doğru uzatacakmış.
“Olmaz hanımefendi,” demiş öteki Prenses doğrudan Kraliçe’nin yüzüne bakarak. “Bu ülkede kadehte içki uzatan kişinin o içkiden ilk önce kendisinin içmesi gerekir.” “Memnuniyetle yaparım,” demiş Kraliçe ve kadehi ağzına doğru götürmüş. Ama Kraliçe’yi yakından izleyen öteki Prenses, kadehin içindeki şarabı dudaklarına değdirmediğini fark etmiş. Bu yüzden öne atlayıp sanki yanlışlıkla olmuş gibi omzuyla kadehin altına vurmuş. Kadehin içindekinin bir kısmı Kraliçe’nin suratına gelmiş, diğer kısmıysa Kraliçe daha ağzını kapatamadan boğazından aşağı inivermiş.
Böylece Kraliçe içindeki kötülükten dolayı, İncil’de de söylendiği gibi kendi kazdığı kuyuya kendi düşmüş. Şarabı öylesine zehirliymiş ki Kraliçe neredeyse şarabı daha yutmadan prenseslerin ayaklarının önüne yığılmış.
Kimse onun için üzülmemiş çünkü bu kaderi gerçekten de hak ettiğini düşünmüşler. Issız bir yere aceleyle gömülmüş ve çok geçmeden herkes tarafından unutulmuş.
Prenses Altın Ağaç’a gelince, o da geri kalan hayatı boyunca kocası ve arkadaşıyla birlikte mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamış.

Düşüncesiz Yabancı
Şimdi size zavallı genç ve dul bir kadının başından geçenleri anlatacağım. Bu kadın Kittlerumpit isimli bir evde yaşamış olsa da bu evin İskoçya’nın neresinde olduğunu kimse bilmez.
Durum böyle olsa bile Kittlerumpit’in dul hanımı, çok acınacak haldeymiş. Halkın bir kısmı evin Tartışmalı Arazi’de olduğuna inanır. Bu arazi, tüm dünyanın da bildiği üzere Sınır Akıncıları’nın durmaksızın gidip geldiği sınırda (İngiltere ve İskoçya sınırı) yer alır. Burada İskoçlar İngilizlerden, İngilizler İskoçlardan çalar çırpar.
Bu kadın, kocasını kaybetmiş ve kimse adamın başına ne geldiğini bilmiyormuş. Kocası bir gün bir panayıra gitmek için evden çıkmış ve o günden sonra bir daha da dönmemiş. Herkes adamın öldüğüne inanmış olsa da kimse nasıl öldüğünü bilmiyormuş.
Bazıları askere gitmesi için ikna edildiğini ve savaşta öldürüldüğünü, bazılarıysa denizci olması için alıp götürüldüğünü ve denizde boğulduğunu söylüyormuş.
Her halükârda zavallı genç karısı acınacak haldeymiş. Yetiştirmesi gereken küçük bir erkek çocuğu olmasına rağmen artık bir başına kalmış. Zor zamanlardan geçildiği için de geçimini sağlayacak pek bir şeyleri yokmuş.
Ama oğlunu canından çok seviyormuş. Kendisine ve oğluna yiyecek bir şeyler ve kıyafet alacak kadar para kazanmak için tüm gün inek, domuz ve tavukların içinde çalışıyormuş.
Bahsettiğim günün sabahı kadın erkenden uyanmış ve domuzlara yem vermeye gitmiş. Kira günü yaklaştığından bu koca şişko domuzlardan bir tanesini o gün pazara götürüp satmaya karar vermiş. Domuzdan alacağı paranın kirayı ödemekte ona yardımcı olacağını düşünüyormuş.
Böyle düşündüğünden içi rahatlamış. Bir elinde kovası diğer elinde oğluyla birlikte bahçenin diğer tarafına doğru giderken kendi kendine bir şarkı mırıldanmaya başlamış.
Domuz ağılına girdiğinde mırıldanması ağlamaya dönüşmüş. Çünkü çok sevdiği domuzu sırtüstü, ayakları havada ve gözleri kapalı bir halde sanki son nefesini verecek gibi yatıyormuş.
“Ne yapacağım? Ne yapacağım?” diye feryat etmiş zavallı kadın bir taşın üstünde oturup oğlunu göğsüne bastırarak. Elindeki kovayı düşürdüğünün, domuz yeminin bitmek üzere olduğunun ve tavukların yemi yediğinin farkında değilmiş.
“İlk önce kocamı kaybettim, şimdi de en iyi domuzumu. Bize çok para getireceğini düşündüğüm domuzumu.”
Şunu da belirtmek gerekir ki Kittlerumpit evi bir yamaçtaymış. Arkasında köknar ağaçlarından oluşan bir orman ve önünde bir yokuş varmış.
Zavallı kadın bir güzel ağladıktan sonra gözlerini kurularken tesadüfen aşağı doğru bakmış ve yukarı doğru çıkan yaşlı bir kadın görmüş.
Kadının kıyafetleri baştan aşağı yeşil, önlüğü beyazmış ve başında siyah kadifeden bir kukuleta varmış. Başkalarından duyduğuma göre Galler’deki kadınların taktığı türden, sivri uçlu bir şapka takıyormuş. Uzun bastonuna yaslana yaslana topal gibi arada aksayarak yavaşça yürüyormuş.
Genç dul, yaşlı kadını bir hanımefendi olarak gördüğünden yaklaştığında ayağa kalkıp önünde saygıyla eğilmesi gerektiğini hissetmiş.
“Hanımefendi,” demiş ağlamaklı bir sesle. “Bu evin sahibesi dünyanın en şanssız kadını olsa bile Kittlerumpit’e hoş geldiniz demek isterim.”
“Sessiz ol,” demiş yaşlı kadın. Ama bunu öylesine sert söylemişti ki genç kadın oğluna daha da sıkı sarılmış. “Bunları anlatmana gerek yok. Kocanı kaybettin, bunu kabul ediyorum, Shirra Muir Savaşı’nda daha da kötü kayıplar yaşandı. Şimdi de domuzun ölmek üzere. Belki de ben onu iyileştirebilirim. Ama ilk önce onu iyileştirdiğimde bana ne vereceğini öğrenmem lazım.”
“Hanımefendi ne isterlerse veririm,” demiş dul kadın, hayvanın hayatını kurtaracağından dolayı o kadar mutlu olmuş ki bunun aceleyle verilmiş bir söz olduğunu düşünememiş.
“Çok güzel,” demiş yaşlı hanım. Tek bir kelime daha etmeden doğrudan domuz ağılına gitmiş.
Birkaç dakika boyunca durup ölmekte olan hayvana bakmış, bir ileri bir geri sallanıp dul kadının tam anlayamadığı bir şeyler mırıldanmış. Dul kadın yine de birkaç kelimeyi çıkartabilmiş;
Pıt pıt gelsin,
Kutsal suyun sesi…
Daha sonra elini cebine götürüp içinde yağa benzer bir sıvı olan küçük bir şişe çıkarmış. Şişenin kapağını açmış ve uzun kadınsı parmaklarından birini şişeye sokmuş. Daha sonra da domuzun burnuna, kulaklarına ve kıvrık kuyruğunun ucuna dokunmuş.
Bunları yaptığı gibi domuz hoşnut bir homurtuyla yerinden fırlayıp kahvaltısını etmek için yalağa doğru koşmuş.
Domuzu gören Kittlerumpit Hanımı çok mutlu olmuş. Kirasını kurtardığı için o kadar rahatlamış ve o kadar minnet duymuş ki yaşlı kadın izin verecek olsa onun yeşil elbisesinin eteklerinden öpmek istemiş, ama kadın buna izin vermemiş.
“Hayır, hayır olmaz,” demiş yaşlı kadın, sesi her zamankinden daha sert bir şekilde. “Hiç lafı dolandırmayalım da yaptığımız pazarlıktan bahsedelim. Ben üzerime düşeni yaptım ve domuzu iyileştirdim. Şimdi de sen benim istediğimi yapacaksın ve oğlunu vereceksin.”
Zavallı kadın acı bir şekilde haykırmış, çünkü şimdi, yeşil giyimli bu kadının aslında bir peri hem de Kötü Kalpli Peri olduğunu anlamış.
Dua etmek, yalvarmak ve merhamet dilenmek için artık çok geçmiş. Peri geri adım atmıyor, kararlı ve acımasız davranıyormuş.
“Ne istersem vereceğine söz verdin. Ben de senden oğlunu istiyorum ve istediğimi de alacağım,” demiş Peri. “Dolayısıyla gürültü patırtı yapmanın faydası yok. Ama sana tek bir şey söyleyebilirim, çünkü söyleyeceğim şeyin bir yardımı dokunmayacağını biliyorum. Periler Diyarı kanunlarına göre bu çocuğu üç günden önce alamam. Eğer o zamana kadar ismimi öğrenirsen onu senden almama izin yok. Fakat öğrenemeyeceğine eminim. Onun için üç gün sonra çocuğu almaya gelirim.”
Bunları söyledikten sonra ağılın arka tarafında kaybolmuş, zavallı anneyse yere düşüp bayılmış.
Dul kadın o gün ve ondan sonraki gün mutfakta ağlaya ağlaya oğluna sarılmaktan başka hiçbir şey yapmamış. Fakat Peri’nin geri döneceğini söylediği günden bir gün önce, biraz temiz hava alması gerektiğini düşünüp evin arkasındaki köknar ormanına doğru yürüyüşe çıkmış.
Bu ormanda eski bir taş ocağının bulunduğu bir çukur, çukurun dibinde de bir kuyu varmış. Kuyunun suyu her zaman tatlı ve temizmiş. Genç kadın bu taş ocağının yakınlarında yürürken bir çıkrık[4 - Kuyunun içine sarkıtılan kovayı çekmekte kullanılan, elle çevrilen ve döndükçe kovayı yukarı çeken bir tür araç. (ç.n.)] sesi ve birinin şarkı söylediğini duymuş. İlk başta sesin nereden geldiğini anlayamamış. Daha sonra aklına taş ocağı gelince, oğlunu bir ağacın dibine yatırmış ve dizlerinin üstünde çalıların arasından sessizce çukura doğru sürünüp bakınmaya başlamış.
İyice aşağıda, taş ocağının dibinde, kuyunun yanında Peri’yi otururken görünce gözlerine inanamamış. Peri’nin üzerinde yeşil cüppesi ve uzun fötr şapkası varmış. Küçük çıkrığı elinden geldiğince hızla çevirip bir şarkı söylüyormuş:
Küçük şeyler bilmekte fayda var,
Düşüncesiz Yabancı benim adım.
Dul kadın artık Peri’nin sırrını öğrenip oğlunu kurtardığından, sevinçten neredeyse çığlık atacakmış. Yine de kötü kalpli yaşlı kadın onu duyar da büyü yapar diye ses çıkarmaya cesaret edememiş.
Dolayısıyla çocuğunu bıraktığı yere doğru yavaşça sürünerek geri gitmiş. Sonra da çocuğu kollarına alıp ormanın içinden güle oynaya eve doğru koşmuş. Oğlunu öylesine mutlulukla havaya atıp tutuyormuş ki gören olsa onu deli sanırmış.
Aslında bu genç kadın çok neşeli biriymiş. Eğer evlendiği günden itibaren başı bu kadar derde girmeseymiş ve bu dertler onu erkenden yaşlandırıp ağırbaşlı biri yapmasaymış hâlâ da öyle olabilirmiş. Peri’ye onun adını öğrendiğini söylemeden önce onunla birkaç dakikalığına da olsa dalga geçmenin ne kadar eğlenceli olabileceğini düşünmeye başlamış.
Ertesi gün sözleştikleri zamanda kollarında oğluyla evden çıkıp yine aynı taşın üzerine oturmuş. Yaşlı kadının yukarı doğru çıktığını görünce düzgün duran şapkasını bozup yüzünü buruşturmuş ve sanki çok dertliymiş de için için ağlıyormuş gibi davranmaya başlamış.
Peri kadının haline dikkat bile etmemiş. Ama yanına yaklaşıp sert ve acımasız bir sesle, “Kittlerumpit’in hanımı, neden burada olduğumu biliyorsun zaten. Çocuğu bana ver,” demiş.
Kadın, bunun üzerine daha da büyük bir endişeye kapılmış gibi davranmış. Kötü kalpli kadının önünde dizlerinin üstüne çöküp merhamet dilemiş.
“Lütfen hanımefendi,” diye haykırmış. “Çocuğumu bana bağışlayın, onun yerine domuzu alabilirsiniz.”
“Benim geldiğim yerde domuz etine ihtiyacımız yok,” diye cevap vermiş Peri soğuk bir tavırla. “O yüzden çocuğu ver de gideyim. Daha fazla harcayacak vaktim yok.”
“Ah sevgili hanımım lütfen,” diye yalvarmış kadın. “Eğer domuzu almayacaksanız, zavallı oğlumu bağışlayın ve beni alın.”
Peri bir adım geri çekilmiş sanki şaşırmış gibi. “Delirdin mi sen kadın?” diye bağırmış kibirle. “Deli misin de böyle bir şey teklif ediyorsun? Şu dünyada kim senin gibi basit görünümlü, gözleri kıpkırmızı, pasaklı bir kadını alıp yanında götürür?”
Kittlerumpit’in hanımı güzel olmadığının farkındaymış elbette ama bu daha önce hiç canını sıkmamış. Fakat Peri’nin ses tonundaki bir şey onu öylesine kızdırmış ki kendini daha fazla tutamamış.
“Doğrusunu isterseniz, şunu bilecek kadar aklım var ki benim gibi biri sizin gibi kibirli bir prensesin yanına bile yaklaşamaz Sayın Düşüncesiz Yabancı!”
Eğer yerde barut gömülü olsaymış ve Peri’nin ayaklarının altında aniden patlasaymış, Kötü Kalpli Peri ancak bu kadar yukarılara zıplayabilirmiş.
Zıpladığı yerden aşağı indiğinde öylece arkasını dönmüş ve büyük bir öfke ve hayal kırıklığıyla eski bir kitapta da söylendiği üzere, cadılar tarafından kovalanan baykuş gibi yamaçtan aşağı koşarak inmeye başlamış.



Kızıl Gaddar
Bir zamanlar birbirinden pek de uzak olmayan iki kulübede yaşayan iki tane dul kadın varmış. Bu iki kadının ikisinin de birer inek ve birkaç tane de koyun yetiştirdikleri toprak parçaları varmış ve geçimlerini buradan sağlarlarmış.
Bu zavallı iki dul kadından birinin iki oğlu, diğerinin de bir tane oğlu varmış. Bu üç oğlan sürekli bir arada olduklarından zamanla çok iyi arkadaş olmuşlar.
Günün birinde iki tane oğlu olan kadının büyük oğlunun evden ayrılıp kendi düzenini kurması gereken zaman gelmiş çatmış. Evden ayrılmadan önceki akşam, annesi ona bir bidon alıp kuyuya gitmesini ve oradan biraz su getirmesini söylemiş. Böylece yanında götürmesi için ona bir kek yapacakmış.
“Ama sakın unutma,” demiş kadın. “Kekin büyüklüğü getireceğin suyun miktarına bağlı. Eğer çok su getirirsen kek büyük olacak; ne kadar az su getirirsen kek de o kadar küçük olacak. Küçük ya da büyük nasıl olursa olsun, sana verebileceğim tek şey bu.”
Oğlan, bidonu alıp kuyuya gitmiş ve suyla doldurup eve dönmüş. Ama bidonun dibinde bir delik olduğunu ve içindekinin aktığını fark etmemiş. Bu yüzden eve döndüğünde bidonun içinde geriye çok az su kalmış. Annesi de ona çok küçük bir kek pişirebilmiş.
Her ne kadar çok küçük olsa da annesi keki oğluna verirken ona iki seçenek sunmuş: Ya kekin yarısını ve annesinin hayır duasını alacak ya da kekin tamamını alıp annesinin bedduasını alacak. “Çünkü hem tüm keki hem de yanında hayır duası alamazsın,” demiş kadın.
Oğlan keke bakıp bir an duraksamış. Evden ayrılırken annesinin iyi dualarıyla ayrılması güzel olurmuş ama gidecek çok uzun bir yolu varmış ve kek de çok küçükmüş. Kekin yarısı sadece bir lokmalıkmış ve o bittiğinde de ne zaman yemek bulabilir bilmiyormuş. Sonunda hepsini almaya karar vermiş, bunun anlamı annesinin bedduasını almak olsa bile.
Oğlan daha sonra küçük kardeşini bir kenara çekip ona av bıçağını vermiş ve “Bunu yanından ayırma ve her sabah kontrol et. Bıçak temiz ve parlak olduğu sürece ben iyiyim demektir. Ama eğer bıçak kararıp paslanmaya başlarsa başıma bir kötülük gelmiş demektir,” demiş.
Bunu söyledikten sonra ikisine de sarılıp yola koyulmuş. O gün ve ondan sonraki gün hep yoldaymış. Üçüncü gün öğleden sonra bir koyun sürüsünün yanında oturan yaşlı bir çobana denk gelmiş.
“Çobana bu koyunların kimin olduğunu sorayım,” demiş oğlan kendi kendine. “Belki de sahibi beni çoban olarak işe alır.” Böylece yaşlı adamın yanına gitmiş ve koyunların kime ait olduğunu sormuş. Aldığı cevap aynen şöyleymiş:
İrlanda’nın Kızıl Gaddar’ı
Mesken edinmiş Ballygan diyarını,
Kızını kaçırmış kralın,
Malcolm imiş İskoçya Kralı’nın adı.
Kızı dövermiş, bağlarmış,
Bazen de yere fırlatırmış.
Her gün bir yara açarmış,
Elindeki parlak gümüş bir asaymış.
Romalı Julianus gibi,
Kimseden korkmazmış.
Kaderinde yazılmış birinin,
Düşmanı olacak kişinin,
Daha dünyaya gelmediğini söylerler,
Gelmesinin uzun sürmesini dilerler.
“Bu söyledikleri bana pek bir şey ifade etmedi. Ama nedense bu Kızıl Gaddar’ı pek sevemedim,” diye düşünüp yoluna devam etmiş.
Daha çok yol almamış ki bir tane daha yaşlı adam görmüş. Kar beyazı saçlı yaşlı adam, domuz sürüsüne çobanlık ediyormuş. Oğlan, domuzların sahibini merak ettiğinden ve kendisinin de domuzlara çobanlık edip edemeyeceğini sormak istediğinden köylü adamın yanına gidip hayvanların sahibinin kim olduğunu sormuş.
Diğer çobanın söylediklerinin aynısını bu çoban da tekrar etmiş.
İrlanda’nın Kızıl Gaddar’ı
Mesken edinmiş Ballygan diyarını,
Kızını kaçırmış kralın,
Malcolm imiş İskoçya Kralı’nın adı.
Kızı dövermiş, bağlarmış,
Bazen de yere fırlatırmış.
Her gün bir yara açarmış,
Elindeki parlak gümüş bir asaymış.
Romalı Julianus gibi,
Kimseden korkmazmış.
Kaderinde yazılmış birinin,
Düşmanı olacak kişinin,
Daha dünyaya gelmediğini söylerler,
Gelmesinin uzun sürmesini dilerler.
“Lanet olsun şu Kızıl Gaddar’a! Ne zaman onun topraklarından çıkacağım acaba?” diye mırıldanmış oğlan kendi kendine ve ilerlemeye devam etmiş.
Çok geçmeden çok çok yaşlı bir adama rastlamış. Gerçekten o kadar yaşlıymış ki yaşlılıktan iki büklüm halde bir keçi sürüsünü otlatıyormuş.
Gezgin oğlan, bir kez daha hayvanların kime ait olduğunu sormuş ve bir kez daha aynı cevabı almış:
İrlanda’nın Kızıl Gaddar’ı
Mesken edinmiş Ballygan diyarını,
Kızını kaçırmış kralın,
Malcolm imiş İskoçya Kralı’nın adı.
Kızı döver, bağlar,
Yerden yere fırlatırmış,
Her gün bir yara açar,
Elindeki parlak gümüş bir asaymış.
Romalı Julianus gibi,
Kimseden korkmazmış.
Kaderinde yazılmış birinin,
Düşmanı olacak kişinin,
Daha dünyaya gelmediğini söylerler,
Gelmesinin uzun sürmesini isterler.
Ama bu yaşlı çoban tekerlemenin sonunda bir nasihat vermiş. “Dikkatli ol yabancı,” demiş. “Önüne ilk çıkacak canavar sürüsüne dikkat et. Koyun, domuz, keçi… Bunların kimseye zararı dokunmaz. Ama ileride karşına çıkacak yaratıklara benzer bir şeyi ne görüp ne duymuşsundur. Onlar da zararsız sanma sakın.”
Genç adam, çobana, verdiği nasihatler için teşekkür edip yola koyulmuş. Çok geçmeden çok ürkütücü bir yaratık sürüsüyle karşılaşmış; bunlar, hayatı boyunca hayal bile edemeyeceği türden yaratıklarmış.
Her bir yaratığın üç tane kafası, her üç kafada da dörder tane boynuzu varmış. Yaratıkları gördüğünde o kadar ürkmüş ki arkasını dönüp olabildiğince hızla koşmaya başlamış.
Gidebildiği yere takatsız kalana kadar koşmuş da koşmuş. Ayaklarının onu bir adım daha ileri götüremeyeceğini düşündüğü sırada, karşısında kapıları sonuna kadar açık kocaman bir şato olduğunu görmüş.
Çok yorgun olduğundan hemen içeri girmiş. Şatonun çok ıssız duran muhteşem koridorlarında biraz dolandıktan sonra mutfağa varmış. İçeride, şöminenin yanında yaşlı bir kadın oturuyormuş.
Kadına bir geceliğine orada kalıp kalamayacağını sormuş. Çok uzun ve yorucu bir yolculuk geçirdiğinden kalacak bir yer bulması onu çok memnun edermiş.
“Burada kalabilirsin, ben sorun etmem, memnun olurum,” demiş yaşlı kadın. “Ama kendi iyiliğin için seni uyarıyorum, burası kalmak için çok kötü bir yer. Çünkü burası Kızıl Gaddar’ın şatosu. Kızıl Gaddar, çok acımasız ve korkunç olan üç başlı bir canavardır. Kadın erkek fark etmez, yanındaki kişiye acımaz.”
Genç adam, az önce kaçtığı korkunç canavarları hatırlamamış olsa tüm yorgunluğuna rağmen böyle tehlikeli bir evden kaçmaya çalışırmış. Hava da kararmaya başladığından, tekrar yola koyulursa o canavarlarla karşılaşacağından korkmuş. Bu yüzden yaşlı kadına, kendisini karanlık bir yerde saklaması ve Kızıl Gaddar’a şatoda olduğunu söylememesi için yalvarmış.
“Çünkü,” diye düşünmüş “sadece sabaha kadar burada kalırsam, bu korkunç yaratıklardan uzakta olurum ve sağ salim yola çıkarım.”
Böylece yaşlı kadın onu arka taraftaki merdivenlerin altındaki dolaba saklamış. Dolabın içinde yeterince yer olduğundan, içine rahatlıkla yerleşmiş.
Tam uykuya dalacakken yukarıdan gelen korkunç bir kükreme ve ayak sesi duymuş. Kızıl Gaddar eve gelmiş ve onun bir şey aradığı gün gibi ortadaymış.
Dehşete düşmüş oğlan canavarın aradığı şeyin ne olduğunu anlamakta gecikmemiş çünkü canavar mutfağa girip şimşek gibi gürleyen bir sesle bağırmaya başlamış;
Arıyorum bir dışarıda bir içeride
İnsan kokusu alıyorum bir yerlerde!
İster canlı olsun ister ölü olsun,
Akşam yemeğinde kalbi tabağımda dursun.
Canavarın zavallı oğlanın saklandığı yeri bulması uzun sürmemiş ve bulduğu gibi onu sertçe dışarıya çekmiş.
Oğlan elbette ki canını bağışlaması için ona yalvarmış ama canavar sadece gülmekle yetinmiş.
“Üç soruya cevap verebilirsen canını bağışlarım,” demiş canavar. “Eğer veremezsen kaybedersin.”
Üç sorudan ilki: “İlk önce İrlanda’da mı yoksa İskoçya’da mı ikamet edilmeye başlanmıştır?”
İkincisi: “Âdem yaratıldığında dünya kaç yıllıktı?”
Ve üçüncüsüyse: “İlk önce insanlar mı yoksa yaratıklar mı yaratıldı?”
Oğlan böyle konularda bilgili olmadığından ve çok kitap okumadığından sorulara cevap verememiş. Böylece canavar yanında taşıdığı tuhaf ve küçük bir çekiçle oğlanın başına vurup onu bir taş parçasına çevirmiş.
Diğer taraftan oğlanın küçük erkek kardeşi, ağabeyi gittiğinden beri her sabah sözünü tutup dikkatlice av bıçağını kontrol ediyormuş.
İlk iki gün bıçak parlak ve temiz görünmüş. Ama üçüncü günün sabahı çocuk, bıçağın mat ve paslanmış olduğunu görünce çok endişelenmiş. Birkaç dakika boyunca büyük bir dehşet içerisinde bıçağa bakmış ve ardından annesinin yanına koşup ona bıçağı göstermiş.
“Bu bıçağa bakınca ağabeyimin başına bir kötülük geldiğini anladım,” demiş. “Başına ne kötülük geldiğini anlamak için hemen yola koyulmalıyım.”
“İlk önce kuyuya gidip bana biraz su getirmen gerek,” demiş annesi. “Böylece yanında götürmen için sana bir kek yapabilirim, tıpkı ağabeyin gitmeden önce ona da yaptığım gibi. Ama ona söylediklerimin aynısını şimdi sana da söyleyeceğim. Kekin küçük ya da büyük olması bana getireceğin suyun miktarına bağlı olacak.”
Bunun üzerine çocuk tıpkı ağabeyinin yaptığı gibi bidonu alıp kuyuya doğru gitmiş. Öyle ki sanki kötü bir ruh ağabeyinin yaptıklarının aynısını yapması için onu yönlendiriyor gibiymiş. Çünkü o da eve az suyla dönmüş, o da kekin yarısı ve annesinin hayır duası yerine tüm keki ve annesinin bedduasını seçmiş. O da yola çıkıp koyunları güden çobanla karşılaşmış, ardından domuzları güden çobana, onun ardından da keçileri güden çobana rastlamış. Hepsi de ağabeyine söylediklerinin aynısını söylemiş ona. Yolda o vahşi yaratıklarla da karşılaşmış ve korkuyla koşup onlardan uzaklaşmış. Şatoya gitmiş ve yaşlı kadın onu da saklamış. Daha sonra Kızıl Gaddar saklandığı yeri bulmuş ve sorulara cevap veremediği için onu da taş bir sütuna çevirmiş.
Eğer iyi kalpli bir Peri olmasaymış o iki gence ne olduğu asla bilinemeyecekmiş ama neyse ki Peri her şeyi görmüş. Bir akşam diğer dul kadın ve oğlu akşam yemeği yerlerken Peri onlara görünüp zavallı iki gencin başından geçen hikâyeyi, onların Kızıl Gaddar adlı acımasız bir büyücü tarafından nasıl da birer taş sütuna çevrildiklerini anlatmış.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403405?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Eski İngilizce’de Bannock evde pişirilen ekmek anlamına gelir. Aynı şekilde Breid de bir tür ekmek anlamına gelir. İkisi arasındaki bağlantı buradan kurulabilir. Braid ise Breid’in bir başka lehçede kullanılan halidir. Burada Breid Nehri dediği aslında Braid Nehri’dir. (ç.n.)

2
Robert Bruce diğer bir adıyla I. Robert, İskoç bir soylu ve kraldır. Bannockburn Muharebesi, Robert Bruce komutasında gerçekleşmiştir. Bahsedilen kral I. James, Robert’in soyundan gelir. (ç.n.)

3
Bir dönem İskoçya Kraliçesi olan Mary Stuart, bu dönemde Fransa Kralı II. François ile evlenerek Fransa kraliçesi olmuştur. (ç.n.)

4
Kuyunun içine sarkıtılan kovayı çekmekte kullanılan, elle çevrilen ve döndükçe kovayı yukarı çeken bir tür araç. (ç.n.)
İskoç masalları Elizabeth Wilson Grierson
İskoç masalları

Elizabeth Wilson Grierson

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Ruhlar ve goblinler diyarı İskoçya’dan perili masallar…

  • Добавить отзыв