İskandinav Mitolojisi

İskandinav Mitolojisi
Peter Andreas Munch
Tanrılar ve Kahramanların Efsaneleri

Mitolojiler tamamen hayal ürünü müydü, yoksa başka dünyaların hikâyeleri miydi? Birçok farklı kültürün ve coğrafyanın mitolojisini tek tek ele alacak dizimizin ilk kitabı, dünyada kültürel bir fenomene dönüşen İskandinav Mitolojisi. Döneminin önemli entelektüellerinden olan Peter Andreas Munch kitabında, İskandinav tanrılarını, kahramanlarını, savaşlarını ve Viking efsanelerini tek tek inceliyor. Thor’dan Vikinglere, Odin’den trollere pek çok karakterin ortaya çıkışını irdelerken dönemin inanç ve düşüncelerinin günümüzü de nasıl etkilediğini ortaya koyuyor. Kitap, mitoloji meraklıları ve araştırmacıları için önemli bir kaynak olacak niteliktedir.

Peter Andreas Munch
İSKANDİNAV MİTOLOJİSİ

Önsöz
Bu eserin Norveççe orijinali, Norveç Tarih Okulu’nun kurucusu Peter Andreas Munch tarafından yazıldı. Munch aynı zamanda genel tarih, arkeoloji, coğrafya, entografya, dilbilim ve hukuk gibi çalışmasıyla alakalı alanlarla da ilgileniyordu. Çeşitli dallarda ortaya koyduğu çalışmalar, geçerliliklerini zaman içinde korumayı başardı. En önemli eseri, Norveç’in 1397 yılında katıldığı Kalmar Birliği’yle sona eren eski bağımsızlık dönemini de kapsayan Norveç Halkının Tarihi (Det norske folks historie, 8 cilt. 1851–63), tarihçiler tarafından hâlâ kaynak olarak kullanılmaya devam ediyor. Munch’ün akademik çalışmalarının önemi, bu çalışmaların Norveç kültürünün modern rönesansına sağladığı etkide yatıyor. Munch, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında (tıpkı Wergeland’ın ondan önce, Bjørnson’un da ondan sonra gelmesi gibi) ülkenin en entelektüel kişisi olarak öne çıkıyordu. Norveç’te var olan ve devamlı güçlenen ulusal ruh, daha önceki nesillerin çıkarttığı kabiliyetli liderlere büyük ölçüde borçlu ki Munch de onlardan biriydi. Bir tarihçi olarak, antik İskandinav şiiri ve destanlarının bir editörü olarak, Norveçlilerin kutsal mitlerinin ve efsanelerinin bir kayıtçısı olarak Munch, geçmişin Norveç’i ile dönemin Norveç’i arasında tarihsel bir bağ kurma konusunda müthiş işler başardı. Onun zamanından sonra Norveçliler, Munch’ün ateşlemek için çok uğraştığı o ulusal bilincin verimli yönünü güçlendirmek ve derinleştirmek için başta tarih olmak üzere halk bilimi ve ilgili konularda çalışmalar yaptılar.
İlk kez 1840 yılında basılan Munch’ün İskandinav Mitolojisi kılavuzu aslında; Norveç, İsveç ve Danimarka tarihi üzerine hazırlanmış bir okul kitabına tamamlayıcı kitap olması amacıyla yazıldı. Hem öğrenciler için bir kitap olarak hem de genel bir kaynak çalışması olarak geçerliliğini korudu. Kitabın, bu çevirinin de temel alındığı üçüncü baskısı (1922), konunun güncel bir şekilde ele alınması için gelen talepler üzerine Oslo Üniversitesi’nden Profesör Magnus Olsen tarafından hazırlandı. Olsen, orijinal kitabı bütünüyle baştan yazmak yerine Munch’ün çalışmasını revize etmenin daha doğru olacağını düşündü, böylelikle sonradan hem sevilen hem de akademide kabul gören bir ciltte yer alan araştırmaların sonuçlarını da kapsama dahil edebilecekti. Profesör Olsen’ın revizyonuyla beraber Munch’ün çalışmasının değeri büyük ölçüde arttı.
İskandinav Mitolojisi, hem eski İskandinav edebiyatı meraklıları için hem de kuzey mitleri ve efsaneleri için güvenilir bir kaynak arayan genel okur için aynı ölçüde yararlı bir eser olacaktır.
Öncelikle düzenlediği versiyonun diğer dillere çevrilmesi için izin veren Profesör Magnus Olsen’a; değerli önerileri için de Amerikan-İskandinav Vakfı’nın yayın komitesi başkanı olmasının yanı sıra Columbia Üniversitesi’nde profesör olan William Witherle Lawrence’a teşekkürlerimi sunarım.

Giriş
Norveç dilinde yazılmış şiirlerden ve çok eski tarihlerde yaşamış yazarların kayıtlarından öğrendiğimiz haliyle atalarımızın mitolojisi, aslında bizlere hakiki pagan biçimiyle ulaşmadı. Mitolojinin günümüze kadar ulaşan biçimi, inananların eski tanrılara olan mutlak inançlarını kaybetmeye ve bu tanrılardan şüphe duymaya başladığı, kadim tanrıların kendilerine verebileceğinden daha asil ve daha iyi bir tesellinin işaretlerini yakalayabildikleri bir dönemden geliyor. Dahası mitolojiyi öğrendiğimiz bu kaynakları, Hıristiyanlığın Norveç’te ortaya çıkmaya ve yayılmaya başladığı dönemden yüz yılı aşkın bir süre önce İzlanda’ya giden Norveçli göçmenlerin oluşturduğu görülüyor. O zamanlarda bu mitolojinin ana çizgileri Cermen kabileleri olarak anılan halklar arasında çok yaygındı. Bir yanda Norveçliler, İsveçliler ve Danimarkalılar, öbür yanda Gotlar, Frenkler, Saksonlar, Suabiyalılar, Frizler, Anglosaksonlar ve diğer halklar bunlar arasında sayılabilir. Bununla birlikte durumun doğası itibarıyla, Cermen kabilelerinin yavaş yavaş dil, gelenek, yaşam tarzı açısından birbirlerinden ayrılmaya başlaması ve böylece gelişimlerinin farklılık göstermesi üzerine, mitoloji ve inancın da bu kabilelerin her birinde farklı bir niteliğe bürünmesi kaçınılmazdı. Hatta tarih öncesi dönemin başlarında, Cermen olmayan daha gelişmiş komşu halkların etkilerinin yanı sıra, Cermen kabileleri arasındaki karşılıklı ilişkiler de mitolojinin yapısını etkilemiş olmalıydı. Bu sebeple antik İskandinav inancı, Kuzey veya Cermen halklarının inancı ve mitolojisiyle paralel olmaktan çok uzak bir durumdadır. Bu meselenin kanıtı, pagan dönemi boyunca çeşitli Cermen kabilelerinde var olan dini şartlara dair öne sürülen beyanların üstünkörü karşılaştırılmasıyla bile keşfedilebilir. İsveçlilerin ve Danimarkalıların çok azı doğrudan gelenekle aktarılan pagan inançları da, paganizmin sona ermeye başladığı dönemde Norveç ve İzlanda’da süregelen inançtan birçok açıdan farklılık gösteriyor olmalıydı. Bu eserin takip edeceği yönteme göre Norveç–İzlanda mitleri en öne çıkan mitler olacak. Bizi özellikle alakadar eden mitler bunlardır, ayrıca bütünüyle mitolojiye benzer bir anlatı inşa etmek de yalnızca bu mitlerin kullanımıyla başarılabilir. Buna rağmen diğer Cermen halkları arasında yaşamaya devam eden dini geleneklere de yeri geldiğince başvuracağız.
Hıristiyanlık yayıldıkça Cermen kabileleri arasındaki pagan inancı gitgide etkisini yitirdi. Bu, önce İsa’nın doğumundan yaklaşık beş yüz yıl sonra Fransa’da, bundan bir ya da iki yüz yıl sonra İngiltere’de gerçekleşti. Nihayetinde 800 yılı civarında Şarlman aracılığıyla yeni inancı benimseyecek Saksonların bulunduğu Almanya, son pagan kabilelerine ev sahipliği yapıyordu. Paganizm, kuzeydeki yerini korumakta daha inatçıydı; İzlanda’daki etkinliğini on birinci yüzyılın başına dek bırakmadı, Norveç ve Danimarka’da ise buna ek olarak 30 yıl daha var olmayı sürdürdü, son olarak İsveç’te ise aşağı yukarı 1150 yılına kadar yerini korudu.
Daha güneye inildikçe eski inançlar öylesine kökünden kazınmıştı ki geriye çok az hatıra kalmıştı. Üstelik pagan inancı hakkında olağan (bile olsa) beyanlar veren erken dönem yazarlarının sayısı da çok azdı. Üstelik bu beyanlar bütünlükten ve doğruluktan uzak olan, önyargı ve küçümsemenin açık damgasını taşıyorlardı. Daha yakın güneyde, hatta Cermen kabilelerin bulunduğu topraklarda bile kuzeydekine kıyasla atadan kalma gelenekleri korumak için derin bir arzu ya da gereksinim mevcut değildi. Gerçi bu tür bir eğilim baskın gelse bile Katolik papazlar duruma el atıyordu. Dahası, geçmişe dair hatıratları kaydetmeye ilgi duyan yazarların neredeyse tümü din adamlarından oluşuyordu ve bu kişiler eski tanrılara gerekenden çok atıfta bulunmayı günah olarak görüyorlardı. Durum kuzey topraklarında daha farklıydı. Pagan inancı orada daha sağlam köklere sahipti, eski gelenekleri keşfetmeye ve atadan kalma kahramanlık öyküleri dinlemeye olan ilgi daha fazlaydı. Üstelik daha da önemlisi ruhban sınıfı burada güneyde olduğu kadar etkili bir nüfuza asla sahip olamadı. Bu koşulların oluşmasındaki başlıca sebep (en azından Norveç ve İzlanda’da), insanların hem yazmada hem konuşmada anadillerine sahip çıkması ve kilisenin dili olan Latincenin buralarda hiçbir zaman kök salamamasıydı. Güneydeki ruhban sınıfı gibi Latince yazmak, kuzeyli tarihçiler için yarar sağlamazdı, zira öylesi bir durumda ne yazdıklarını çok az kişi anlayabilirdi. Böylece tarih yazını, ruhban sınıfının değil, din adamı olmayan kişilerin meşgalesi durumuna geldi. Kaldı ki atalarımız, ozan şiirleri ve şarkılarına aşırı derecede düşkünlerdi. Ozanlar dizelerini anadillerinde yazıyordu, bir de temsil ve kişilerin çoğunu mitolojiden aldıklarından, mitlerin incelenmesi hem şairler hem de onların dizelerini dinleyen kişiler için elzemdi. Örneğin Hallfred, vaftiz edilmesi hakkında Kral Olaf Tryggvason’a verdiği beyanatta, söylediği şiirlerde ne kadim tanrılarla alay edeceğini ne de onların isimlerini anmaktan çekineceğini belirtmişti.
İşte bu şartlar itibarıyla eski mitolojinin bilgisi Norveç ve İzlanda’da hayatta kaldı. Uzun bir süre boyunca, paganların varlığını sürdürdüğü bir toprak parçası bulmak için komşu İsveç Krallığı’nı ziyaret etmek gerekmeyecekti. İzlanda’da şiir ve tarihe olan genel ilgi o kadar coşkuluydu ki Hıristiyanlık ortaçağda büyük ölçüde yayıldıktan sonra bile İskandinav mitolojisi hakkında çok kapsamlı ya da hiç olmazsa olağanüstü iki kaynak kitap ortaya çıkabildi: Snorri’nin yazdığı Edda ve Sæmund’un yazdığı Edda. 1220 civarında muhteşem Snorri Sturluson tarafından yazılan Edda, halk ozanları için hakiki bir rehberdi. Eserin ilk bölümü, tanrılar ve yaptıkları büyük işler hakkında birkaç ayrı öykünün yanı sıra, bu inancın sistemini bütünüyle içeren bir anlatıma sahipti. Tam olarak “büyük büyükanne” anlamına gelen “Edda” tabiri kitabın ayrılmaz bir parçası haline geldi, çünkü eserin içeriği aslında “büyük büyükannelerin döneminden” gelen kadim anlatılardan ve şarkılardan oluşuyordu. Sæmund’un yazdığı Edda ise eski zamanların tanrılarını ve kahramanlarını “göklere çıkaran” şiirlerin bir derlemesiydi. Bu derlemenin ne zaman ortaya çıktığı tam belli değil, kanıtlar eserin Snorri’nin yazdığı Edda’dan daha yakın bir zamanda ortaya çıktığını öne sürse de tekil şiirler çok daha eskiye dayanıyor ve yazıya aktarılmadan önce zaten halk geleneğinde uzun bir süre var olmuşlardı. Sæmund’un yazdığı Edda “Eski Edda”, Snorri’nin yazdığı Edda ise “Yeni Edda” olarak da biliniyor[1 - Eski Edda bu kitapta Manzum Edda, Yeni Edda ise Nesir Edda adıyla anılacak.]. Bunlara ek olarak mitoloji hakkında daha fazla bilgiye, birçok erken dönem şiirinde ve günümüze kadar ulaşan tek tük efsane anlatılarında ulaşılabilir, ancak bu kaynaklar iki Edda eseriyle kıyaslandığında hiçbir önem teşkil etmiyor. Velhasıl antik mitolojiye dair tatmin edici bilgiye yalnızca Norveç–İzlanda kökenli kaynaklardan ulaşılabiliyor.

I. Tanrı Mitleri

Dünyanın Yaratılışı – Devler – Æsir – Erkekler ve Kadınlar – Cüceler – Vanir – Elfler
Atalarımız, uzayın sonsuzluğunu engin bir boşluk olarak düşündüler ve bu boşluğa Ginnunga-gap adını verdiler. Boşluğun bir tarafında buz donları ve sis, diğer tarafında ise alevler ve sıcak vardı. Donmuş bölge Sisli Yurt ya da Niflheim, kavurucu bölge ise Terk Edilmiş Yurt olarak ifade edilen Muspellsheim adıyla biliniyordu. Niflheim’deki buzlar, Muspellsheim’in sıcaklığı karşısında yavaş yavaş erimeye başlayınca Niflheim’den Ginnunga-gap’a soğuk zehir nehirleri (Élivágar) akmaya başladı. İşte o sırada Muspellsheim’deki hayat veren ışık demeti, ilk canlıları gün yüzüne çıkardı: Ymir veya Aurgelmir adıyla bilinen kocaman bir dev (jotunn) ve devi sütüyle besleyecek inek Audhumla. Ymir’den diğer devler peydah oldu. Böylece Ymir, kötü dev ırkının atası haline geldi. Benzer şekilde inek Audhumla da tuzlu buz yığınlarını yalayarak yeni canlıları ortaya çıkardı. Böylece Buri hayat buldu. Buri’nin oğlu Borr ve Dev Bolthorn’un kızı Bestla’nın üç oğlu oldu: Odin, Vili ve Ve. Borr’un bu üç oğlu, iyi ve zarif kişilerdi ve Æsir[2 - Tekil Áss, çoğul Æsir; genitif Ása.] ırkının ataları oldular.
Ymir’in soyundan gelenler sayılamayacak kadar çoğalınca Borr’un oğulları Ymir’i öldürdü. Bir tekne yardımıyla kendisini ve eşini kurtaran Bergelmir hariç tüm devler, Ymir’in kanında boğuldu. Æsir, dev ırkının kökünü kazıma girişiminde başarısız olmuştu ve Bergelmir’in soyu büyüyerek kalabalıklaştı. Devler ya da Jotunlar; Thursar (pursar), Buz Thursarları (hrímpursar), Ettinler (risar), Dağ Ettinleri (bergrisar) ve Troller (troll) gibi isimlerle de anılıyordu. Her zaman kötü amaçların peşindeydiler. Borr’un oğulları, Ymir’in bedeninden toprağı, gökyüzünü ve denizi yarattılar. Bedeni toprağın, kemikleri dağların ve kayalıkların, saçları ağaçların ve çimenlerin, kafatası gökkubbenin, beyni ise bulutların biçimini aldı. Ymir’in bedenindeki larvalar, yeryüzünün altında veya kayaların içinde yaşayan küçük cücelere dönüştü. Cücelerin devlerle ilişkisi, Æsir ile olduğundan daha iyiydi.
Borr’un oğulları Odin, Vili ve Ve en başta Æsir’in tek üyeleriydi. Cansız bir doğayı şekillendirmekle yetinmeyip insanlar ve hayvanlar gibi duyarlı canlıları da yarattılar. İlk insan çifti olan Ask ve Embla, iki ayrı ağaçtan yaratıldı. Odin nefesi, Vili[3 - Hoenir.] kavrayış yetisi olan ruhu, Ve (Lodur) ise beden ısısını ve ten rengini onlara bahşetti. Bu ikili, tüm insan ırkının atası oldu.
Borr’un oğulları, aynı zamanda gökcisimlerini de yarattılar. Bunun için Muspellsheim’den boşluğa saçılan kıvılcımları kullandılar. Güneş ve Ay iki ayrı yük arabasına yerleştirildi, bu arabaların her birini iki at çekiyordu. Güneş’i çeken atların adı Arvak ve Alsvin’di[4 - Árvakr, “erken uyanan”; Alsviõr, “süratli olan”.]. Güneş’in önünde yer alan kalkana Svalin[5 - “Soğutan”] deniyordu. Arabaların sürücüleri olarak Mundilfari’nin iki güzel çocuğu seçilmişti, bu çocukların isimleri de Güneş (Sol) ve Ay (Mani) idi. Mundilfari, çocuklarıyla öylesine gurur duyuyordu ki kızına Güneş’in, oğluna ise Ay’ın adını vermişti. Bunun üzerine Æsir, ceza olarak gökcisimlerini çeken arabaları sürme görevini Mundilfari’nin çocuklarına yükledi. Günlerden bir gün Ay, Byrgir Kuyusu’ndan ayrılan ve omuzlarında Simul diye bilinen bir sopa yardımıyla Soeg isimli kovayı taşıyan iki küçük çocuğu yeryüzünden çekip aldı. Çocukların adları Bil ve Hjuki, babalarının adıysa Vidfinn’di. Bil ve Hjuki, o günden beri Ay’ı takip ederler.
Devler ya da Buz Thursarları, Æsir’i rahatsız etmeye ve onların işlerini baltalamaya hiç ara vermeden devam ediyorlardı. Dev kurt adamların kalabalık neslinin annesi olan gudubet bir dev kadını, Ay ve Güneş’i takip eden ikiliyi parçalamaları için Skoll ve Hati adında iki dev kurt adamı doğurdu. Bu yüzden Güneş ve Ay, gökkubbenin bir ucundan diğer ucuna gittikleri yolculukta acele etmek zorunda kalacaklardı, gelgelelim nihayetinde bu yarışı kaybedeceklerdi. Acımasız ikili arasında en korkuncu Hati’ydi; Manigarm, yani Ay Tazısı olarak da biliniyordu. Devler insanlığa karşı o kadar düşmanca davranıyordu ki Æsir, Ymir’in kaşlarından dünyanın ortasını çevreleyen büyük bir kale inşa etmek zorunda kaldı. Bu kale ve içindeki her şey Midgard adını taşıyordu, buranın dışındaysa Jotunheim toprakları uzanıyordu. Æsir, evrenin merkezine kendi yuvaları olan Asgard’ı kurdular. Odin’in ulu tahtı Lidskjalf da orada bulunuyordu. Odin bu tahttan hem gökleri hem dünyayı, yani tüm evreni izleyebiliyor ve olanları görebiliyordu. Æsir ırkı da burada iyice dallanıp budaklandı, özellikle Odin’in bir dolu çocuğu oldu.
Æsir, cüceler, devler ve atalarımız dışında evrende Vanir ve elfler gibi başka doğaüstü canlılar da bulunuyordu. Vanaheim’de yaşayan Vanir ırkı, özellikle doğayla ilgili güçlere hâkimdi. Bir öyküye göre zamanında Æsir ve Vanir arasında bir düşmanlık baş gösterdi. Çatışma, rehine değişimi içeren bir barış antlaşmasıyla sona erdirildi. Æsir temsilci olarak Hoenir’i, Vanir ise Njord’u gönderdi; böylece Æsir arasındaki Vanir üyeleri çoğaldı. Frey ve Freyja da Vanir soyundan gelen diğer ilahlardandı. Genelde insanlıkla ilişkilendirilen elflerin ise bazıları iyi bazıları kötüydü. İyi elflere Işık Elfleri (ljós-alfar) adı veriliyordu, Güneş’ten bile daha parlaklardı ve Alfheim’de yaşıyorlardı. Kötü elflere ise Kara Elfler (svart-alfar, døkk-alfar) deniyordu, ziftten bile daha karanlıklardı ve toprağın altında yaşıyorlardı, bu yüzden zaman zaman cücelerle karıştırıldıkları oluyordu.

İda Düzlükleri – Valhalla – Yggdrasil
Æsir, Asgard’da devasa bir kale inşa etti. Kalenin tam ortasında İda Düzlükleri uzanıyordu. Burada iki muhteşem salon yükseliyordu: Odin ve diğer on iki büyük Æsir tanrısının ulu tahtlarının bulunduğu Gladsheim salonuyla, Frigg ve diğer tanrıçaların ulu tahtlarının bulunduğu Vingolf salonu. Odin’in tüm evreni izlediği Lidskjalf, gümüş bir çatıyla örtülü Valaskjalf salonunda bulunuyordu. Bununla beraber Asgard’ın en görkemli salonu, Æsir’in ziyafet salonu olan Valhalla’ydı. Odin burada yalnızca Æsir üyeleri için değil, aynı zamanda göçmüş kahramanlara (einherjar), yani ölümden sonra huzuruna çıkmış cesur savaşçılara da ziyafet veriyordu. Valhalla’da 640 portal bulunuyordu, bu büyülü kapılardan tek seferde 960 savaşçı geçebiliyordu.
Æsir tanrıları, yerle gök arasında Bifrost ya da Gökkuşağı olarak bilinen bir köprü inşa ettiler. Köprünün kırmızı ışığı aslında devamlı parlayan alevin ışığıydı ve devlerin köprüden geçişini engelliyordu. Bifrost, tüm köprüler arasında en müthiş ve en güçlü olandı, ancak nihayetinde her şeyin sonu geldiğinde o da parçalara ayrılıp yıkılacaktı.
Odin’in yanı sıra, evrende başlıca tanrılar olarak görülen on iki Æsir üyesi daha vardı. Kimin neye hükmedeceği aralarında belirlenmişti ve gerçekleşen olayları her gün birbirlerine danışırlardı. Odin, bu tanrıların da efendisiydi; tanrıların en ulu olanı, her şeyin koruyucusu oydu ve bu yüzden ona Herkesin Babası deniyordu. Tanrıların tahtlarının bulunduğu Gladsheim’de toplanırlardı. Evrenin hâkimi olduklarından tanrılara hükümdarlar (regin ya da rogn), güçlerin birleştiricileri ve bağlayıcıları (bond ya da hopt) veya kutsal olanlar(year) gibi unvanlar veriliyordu. Tanrıların ulu tahtlarına ayrıca yargı tahtları (rokstólar) ismi de veriliyordu. Æsir tanrıları beyaz, parlak, ışık saçan, yüce ve güçlü kişilerdi; savaş tanrıları (sigtívar) ya da cenk tanrıları (valtívar) olarak nam salmışlardı. İnsanları severlerdi, onları devlere, cücelere, Kara Elflere karşı koruyup adaleti ve dürüstlüğü gözetirlerdi.
Tanrılar, tüm Æsir üyelerinin katıldığı kutsal toplantılarını evrenin ağacı olan Dişbudak Yggdrasil’in gölgesi altında gerçekleştirirdi. Esas mabetleri orasıydı. Dişbudak Yggdrasil’in dalları tüm evrene uzanıyordu, üç kökü vardı: Bir tanesi Æsir yurdunda, diğeri buz devlerinin yurdunda, üçüncüsü ise Niflheim’in derinliklerinde bulunuyordu. Niflheim’deki kökün yanı başında tüyler ürperten bir kuyu vardı: Vergelmir. Burada Nidhogg adında korkunç bir yılan yaşıyordu. Nidhogg, bir dolu diğer yılanla birlikte Yggdrasil’in kökünü ısırıyor ve onu çürütmeye çalışıyordu. Buz devlerinin yurdunda bulunan kökün yanı başında da bir kuyu vardı. Bu kuyu, Bilge Mimir adıyla tanınan deve aitti. Kuyuda yüce bir bilgelik saklıydı ve Mimir her gün bu kuyudan su içerdi. Æsir’in yurdunda bulunan üçüncü kökün yanı başında da Urd’un Kuyusu denen bir kuyu vardı. Tanrılar, burada bir araya geliyorlardı. Dişbudak ağacının dalları birçok hayvana ev sahipliği yapıyordu; bilge bir kartal, bir şahin, dört geyik ve Ratatosk adındaki küçük bir sincap, devamlı bir aşağı bir yukarı inip çıkarak kötülükle dolu mesajları kartal ve Nidhogg arasında taşırlardı.

Odin
Yüce Tanrı Odin, Herkesin Babası unvanının yanında birçok farklı isme de sahipti. Ygg (Korkunç), Gangrad (Muzafferi Belirleyen), Herjan (Cenk Tanrısı), Har (Ulu), Jafnhar (Yüce), Thridi (Üçüncü)[6 - Gylfaginning’den alıntılanan bu isimler, görece geç bir dönemde Hıristiyanlıktaki teslis inancının etkisi altında gelişen bir “kutsal üçlülük” barındırıyor.], Nikar, Nikud, Bileyg (Kurnaz Gözlü), Baleyg (Alev Gözlü), Bolverk (Talihsizliğin Yaratıcısı), Sigfather (Savaş ve Zaferin Babası), Gaut ya da Geat (Yaratıcı), Roptatyr, Valfather (Katledilmişlerin Babası) gibi isimlerle de anılıyordu. Odin, tüm tanrılar arasında en bilge olanıydı. Bir mesele ortaya çıktığında herkes ona danışırdı. Dev Mimir’in kuyusundan bilgelik suyu içmişti. Bir gözünü Mimir’e rehin olarak verdiğinden tek gözlü, görece yaşlı bir adam olarak betimleniyordu. Aynı zamanda kalkan ve mızrak kuşanmış güçlü ve yapılı biri olarak da resmediliyordu. Odin, tanrılara ve kahramanlara ziyafet verdiği Valhalla ve Vingolf’ta yalnızca şarap içerdi, şarap onun için hem et hem de içecek vazifesi görüyordu. Kendi payına düşen etlerden yemediklerini Geri ve Freki[7 - İki isim de “açgözlü” anlamına geliyor.] isimli iki kurduna yedirirdi. Odin’in ayrıca Hugin ve Munin (Düşünce ve Hafıza) adında iki kuzgunu vardı, biri sağ biri sol omzuna tünerdi. Odin, bilgeliğinin büyük bir kısmını bu kuzgunlara borçluydu. Zira her gün evrenin uzak köşelerine uçarlar, gördükleri şeyleri Odin’e anlatmak için akşam yemeğinde geri dönerlerdi, bu yüzden Odin’e Kuzgunların Tanrısı da denirdi. Odin, Valaskjalf’taki ulu tahtı Lidskjalf’tan yaşanan tüm şeyleri görürdü. Sekiz bacaklı ve evrendeki en hızlı at olan Sleipnir ile istediği yere giderdi. Mızrağı Gungnir ile nişan aldığı her şeyi vururdu. Değerli yüzük Draupnir’i yanından ayırmazdı, bu yüzükten her dokuz gecede bir aynı güzellikte sekiz yüzük daha düşerdi.
Görünüşe göre Odin’e olan inancın bir kısmı, insan kurbanının tuhaf bir türünü içeriyor. Bu durum, büyük ölçüde bizim atalarımızın onu inatçı ve zalim bir tanrı olarak görmesinden kaynaklanıyor. Bazı efsane anlatılarında geçtiğinde göre[8 - Örneğin Starkad ve Vikar’ın öyküsü.] Odin’in ağaçta asılması, mızrakla yaralanması ve kendini kendine adaması gibi örnekler sonucunda Odin’e adamak için insanları asmak ve onları mızrakla yaralamak bir gelenek haline gelmişti. Bu sebeple ozanlar Odin’e “Asılmışların Tanrısı” ya da “Darağaçlarının Efendisi” de diyorlardı. Odin, kuzgunlarını asılmışların yanına gönderir ya da bizzat kendi bu darağaçlarına gider ve büyülü sözcüklerle asılmış kişiyi konuştururdu. On birinci yüzyılda yaşamış bir tarihçi olan Bremenli Adam, Uppsala’daki tapınağın yakınlarında kurban ağaçlıkları bulunduğunu ve buradaki kutsal ağaçların dallarında birçok insanın asıldığını söyler[9 - Bremenli Adam’ın anlatısını temel alan Hans Dedekam, Oseberg’de keşfedilen halı dokumalarının üstünde çalışarak, insanların asıldığı ağaçların şeklini inceleyip “kurban ağaçlığı” olarak kullanılan bir korunun varlığını tespit etti. Makalesi için bknz: Odins troe, in Kunst og haandverk. Nordiske studier (Christiania 1918).]. Hiç şüphesiz bu kayıt, Odin’e sunulan kurbanlarla ilişkili. Snorri, Odin için verilen bu kurbanların Ynglinga Saga ile çok yakından ilişkili olduğunu öne sürüyor. Çünkü oradaki öyküye göre Odin, ölümünden hemen önce bedenini bir mızrağın ucuyla işaretliyor ve böylece “kendini silah zoruyla ölen tüm kişilere adıyor”. Ayrıca “Njord hastalıktan ölüyor, ama ölmeden önce kendini Odin’e sunmak için mızrakla işaretlenmeyi kabul ediyor”. Buradan hareketle Odin’in yalnızca asılan insan kurbanları değil, aynı zamanda doğal ölümlerden kaçınıp bedenini mızrakla yaralamak gibi bir seromoniye girişenleri kabul etmesi de muhtemel görünüyor. Hatta savaşmak için ilerleyen bir ordu, savaşa girmeden önce düşmanlarının üzerine mızraklarını atarak ve “Odin hepinize sahip olacak,” diye bağırarak onları Odin’e adayabilirdi. Odin, bu tür fedakârlıklardan memnun olurdu, çünkü tanrıların ve insanların düşmanlarına karşı gerçekleşecek nihai savaşa girişmeden önce, yanına toplayabildiği kadar kahraman toplamak istiyordu. Bu, onun için çok önemliydi.
Æsir içinde birden fazla savaş tanrısı bulunuyordu, ama en önde gelenleri Odin’di. Bu yüzden savaşa “Odin’in Fırtınası” ya da “Ygg’ün Avı”, mızraklara ise “Odin’in Ateşi” deniyordu. Şu da var ki Odin, her yerde en yüce tanrı olarak görülmüyordu. Onun ismiyle ilişkilendirilen inanç, güneyden kuzeye görece geç bir dönemde gelmişti. Odin’le ilişkili yer adları, Odin’e tapılan çeşitli bölgelerin sınırlarını belirleme konusunda, birleştirici bir öğe olarak değerli bir yardım sağlıyor.
Odin’in eşlerinin adı Jord ve Frigg’di. Grid ve Rind adında iki dev cariyesi de vardı. Thor (Jord’dan), Balder (Frigg’den), Vidar (Grid’den), Vali’nin (Rind’den) yanı sıra Heimdal, Hod ve Bragi de onun evlatlarıydı. Bütün bu çocukları başlıca tanrılar arasında bulunuyordu. Diğer çocukları arasındaysa Tyr, Meili ve Balder’ın ölümü sonrasında tanrılar tarafından cehenneme gönderilen haberci Hermod vardı. Eski krallar ve prensler, Odin’in soyundan gelmekle övünürlerdi. Bu sebeple daha sonra Odin’le ilişkilendirilecek evlatlar arasına Danimarka krallarının atası Skjold, Haloigja ailesinin atası Sæming (Lade bölgesinin earl’leri), Volsungların atası Sigi ve dahası da eklendi.

Thor
Thor, Odin’den sonraki en yüce tanrıydı. İnsanları ve insanlara ait olanları, dev kılığına girmiş olan doğanın amansız güçlerine karşı koruyan oydu. Bu yüzden bazı kuzey bölgelerinde hava ve iklim, yağmur ve hasat onun yönetimindeydi. Bereket tanrısı olmasına rağmen bu hâkimiyeti Vanir tanrılarıyla paylaşmak zorundaydı ama gök gürültüsü ve yıldırım, İskandinav mitlerine göre sürekli devlerle savaş halinde olan Thor’un özel gücüydü. İlerledikçe tekerleklerinden yıldırım çıkan bir savaş arabası sürüyordu[10 - Norveççe torden, Tor-dønn.]. Arabayı Tanngnjost[11 - “Dişini gıcırdatan”] ve Tanngrisni[12 - “Domuz dişli”ya da “İki dişinin arası seyrek olan”] adında iki keçi çekiyordu; Thor, bu keçileri öldürüp yer, sonra tüm kemikleri derilerinin içinde toplayıp keçileri tekrar hayata döndürürdü. Genelde bu keçileri sürdüğünden ona Binici Thor[13 - Oku-pórr kelimesi “sürmek” ya da “binmek” anlamlarından geliyor.] da denirdi. Ving-Thor, Lorridi ve Einridi gibi farklı isimlerle de anılıyordu.
Thor’un hükümdarlığı Thrudvang adıyla biliniyordu, burada göz kamaştıran bir sarayı vardı: Bilskirnir. Bu saray, dünyadaki en büyük saraydı ve 540 odası vardı. Thor’un çok değerli üç eşyası bulunuyordu. Bu eşyaların en önemlisi çekici Mjöllnir’di, ne zaman devlerle savaşa girişecek olsa bu çekici yanına alırdı. Thor bu çekici istediği kadar büyütebilir ya da istediği kadar küçültebilirdi, havaya doğru savrulduğunda her zaman hedefini vurup tekrar sahibinin eline geri dönerdi. Thor’un bir diğer eşyası, bu çekici daha iyi tutmasını sağlayan müthiş demir eldivenleriydi. Son olarak da beline sardığı bir güç kemeri vardı ki bu kemer, Thor’un Æsir gücüne güç katıyordu. Thor olmasa Æsir, devlere karşı aciz kalırdı. Æsir onun ismini anar anmaz, Thor gücünün kanıtını gözler önüne sererdi. Altın saçlı güzeller güzeli Sif ile evliydi, Modi adında bir oğlu ve Thrud adında bir kızı vardı. Ayrıca dev kadın Jarnsaxa ile olan birlikteliğinden de Magni adında bir oğlu olmuştu.
Thor, sert ve aceleci bir mizaca sahipti. Devlerle çarpışmak için ilerlerken dağları titretir, toprağı ateşe verirdi. Tanrılar bir araya gelmek için Yggdrasil’e giderken Thor, Bifrost’u kullanmakla uğraşmaz, derin akarsuların içinden yürüdüğü daha kısa bir yolu tercih ederdi. Zaman zaman dereyi görmeden paçaları sıvama huyu baskın gelirdi, bu yüzden bir iki kere zarar ve kargaşayla sonuçlanan bazı deneyimler yaşadı.
Thor’a tapınmak, Kuzey’de çok yaygındı. Birçok yer ismi Thor’un kültüne şahitlik ediyor, efsanelerde de Thor’a adanan mabetler ya da ona edilen dualar sık sık yer buluyor[14 - Dale-Gudbrand’in Thor tasviri. Thorolf Mostrarskegg’in Hordaland’dan İzlanda’ya göç edince inşa ettiği Thor tapınağı vs.]. Atalarımıza göre Thor uzun ve güçlü, yakışıklı ve asildi; kızıl bir sakalı vardı, Mjöllnir’i asla elinden bırakmazdı.

Balder
Odin ve Frigg’in oğlu Balder, saflığın ve hürmetin tanrısıydı. O kadar parlak ve açık renkli bir tene sahipti ki uzuvlarından ışık saçılıyordu. Ayrıca bilge, dilbaz, kibar, hoşgörülü ve adildi, öyle ki onun yargılarından şüphe duyulmazdı. Evi olan kalesinin adı Brediablik’ti[15 - “Uzaklara ışık saçan”.], pak olmayan hiçbir şey orada barınamazdı. Eşi, Nep’in kızı sadık Nanna’ydı. Adil Forseti, onun oğluydu. Balder, kardeşi Hod tarafından öldürülse de dünyanın yıkımından sonra tekrar hayata dönecekti.
Balder kültü, yalnızca geç döneme ait tarihsel olmayan efsane Fridthjof’s Saga içinde kendine yer bulur. Bu kaynaktan öğrendiğimize göre Balder için Sogn’da bir yerlerde, Baldershagi adı verilen büyük bir tapınak inşa edilmiş.

Njord
Njord (Njorðr, aslen Nerpuz) rüzgârın yönünü tayin eder, denize ve ateşe hükmederdi. Denizde ve av peşinde onun ismini ananlara iyi talih bahşeder, toprak ya da kıymetli eşya gibi zenginlikler dağıtırdı. Çok eski bir zamanda Vanaheim’den gelmişti. Öyle ki zamanında Æsir ve Vanir, bir barış antlaşması imzalayarak her iki tarafın karşılıklı olarak bir rehine göndermesini kararlaştırmıştı; Æsir Hoenir’i, Vanir ise Njord’u gönderdi. Sonra tanrılar, hep birlikte bir saksıya tükürdüler ve salyalarından bir insanı, Bilge Kvasir’i yarattılar. O zamandan sonra Njord, bir Æsir tanrısı olarak görüldü ve onların en önde gelenlerinden oldu. Noatun adı verilen evi deniz kenarındaydı, duvarlarının hemen dışında kuğular ve her türden su kuşları yüzerdi. Tanrı Frey ve Tanrıça Freyja onun çocuklarıydı. Eşi, çocukların üvey annesi, dev kadın Skadi’ydi. Æsir, zamanında Skadi’nin babası Thjazi’nin ölümüne sebep olmuştu; bu yüzden dev kadın, silahlandı ve babasının ölümünün telafisini istemek için Asgard’a gitti. Æsir, uzlaşma sağlamak için kadının kendi aralarından birini eş olarak seçebileceğini söyledi. Ancak tanrıların yalnızca ayaklarını görebilecekti, yani kadın seçimini sadece ayaklara bakarak yapacaktı. Bunun üzerine Skadi, gözlerini biçimli iki ayağa dikti ve bu ayakların Balder’ın ayağı olduğunu düşünerek seçimini yaptı. Fakat seçimi Balder değil, pek iyi anlaşamadığı Njord’tu. Skadi, eski evi Thrymheim’de yaşamak, Njord ise Noatun’da kalmaya devam etmek istiyordu. Böyle olunca dönüşümlü olarak dokuz gece Trhymheim’de, üç gece de Noatun’da kalmak için anlaştılar. İlk dokuz geceyi Thyrymheim’de geçirmişlerdi ki Njord, dağlardan bıktığını söyledi. Kurtların uluması, kuğuların ötüşüne kıyasla, Njord’un içini karartıyordu. Skadi de aynı şekilde hayal kırıklığına uğrayacaktı. Üç gece boyunca Noatun’da kaldığı vakit, kuşların ciyaklaması ve denizin gürlemesi yüzünden huzuru kaçtı. Bunun üzerine mecburen kendi yollarına gittiler. Skadi, Thrymheim’e geri döndü. Burada kendini kayağa ve avlanmaya adadı, bu şekilde Kayak İlahı ya da Kayak Tanrıçası (ondurdís) adını aldı.
Njord; Vanir’in Çocuğu, Vanir Tanrısı ve Lekesiz Tanrı olarak biliniyordu. Yer isimlerinden öğrenilene göre ona olan inanç, Kuzey’de epey yayılmıştı. Kurban verilen eski ziyafetlerde insanlar, Odin’den hemen sonra Njord ve Frey adına kadeh kaldırıyorlardı[16 - Saga of Hakon the Good, Snorri, 14. bölüm.]. Ayrıca eski zamanlarda yemin edilirken de Njord, Frey ve “Yüce Tanrı” (muhtemelen Thor) adına yemin ediliyordu.

Frey
Frey, Njord’un oğluydu. Yakışıklıydı, babasından bile daha yüce ve daha cesaretliydi. Havayı ve tarımı yönetiyordu. Refah, sevinç ve huzur onun ellerindeydi. Tıpkı Njord gibi Frey de Vanir’in Çocuğu, Vanir Tanrısı olarak biliniyordu. Ayrıca Mevsimlerin Tanrısı ve Varlık Veren isimleriyle de anılıyordu. Alfheim ve Işık Elfleri’nin hükümdarıydı.
Frey, hünerli cücelerin onun için yaptığı paha biçilemez tılsımlara sahipti. Bunların en başında hem karada hem denizde ilerleyebilen gemi Skidbladnir vardı. Yelkenleri açıldığında rüzgârı hep lehine kullanırdı, öyle bir şekilde tasarlanmıştı ki kullanılacağı zamana dek düzgünce katlanarak cepte taşınabilirdi. Bir de Gullinbusti ya da Slidrugtanni adı verilen müthiş bir yabandomuzu vardı. Bu yabandomuzu hem denizde hem havada ilerleyebiliyor, altın kıllarından ışıklar saçıyordu. Frey, toprakları dışına seyahat edeceği zaman, savaş arabasına genelde bu yabandomuzunu bağlardı. Frey, Dev Gymir’in hoş kızı Gerd’le evliydi. Tüm diyarları gözetlemek için Lidskjalf’ın tepesine çıktığı gün onu görmüştü. Oldukça kuzeyde, Gerd babasının çiftliğine doğru yürüyordu; kadın kapıyı kapatmak için beyaz tenli kolunu kaldırdığında tüm deniz büyük bir ışıkla parlamıştı. Frey, Gerd’e âşık oldu; üzüntüsünden ne uyuyabiliyordu ne de yiyip içebiliyordu. Babası Njord, Frey’in hizmetkârı Skirnir’i oğlunun ne sorunu olduğunu öğrenmesi için Frey’e gönderdi. Bunun üzerine Frey, arzusundan bahsetti ve Skirnir’den yardımcı olmasını, kıza olan ilgisini onun adına duyurmasını emretti. Skirnir ancak ve ancak Frey gerektiğinde kendi gücüyle vuruş yapan sihirli kılıcını ödünç olarak vermeyi kabul ederse gitmeyi kabul etti. Böylece Skirnir, kılıcı kuşanıp maceraya atıldı. Büyü kullanarak Gerd’i Frey ile buluşmaya mecbur bıraktı. Kabul edilen buluşma, dokuz gece sonra gerçekleşecekti, bu süre boyunca Frey arzusuyla yanıp tutuştu. Daha sonra Frey, o çok güvendiği kılıcını kaybetti. Bu yüzden Dev Beli ile olan mücadelesinde, rakibini öldürmek için bir geyiğin boynuzlarını kullanmak zorunda kaldı. Dünyanın sonu geldiğindeyse bu kılıca her zamankinden daha fazla ihtiyacı olacaktı. Snorri, Frey’in Gerd’e olan aşkının Odin tarafından verilen bir ceza olduğunu düşünüyor; zira Frey, Odin’in tahtında oturma cüretini göstermişti.
Frey’e tapmak, Kuzey’in her tarafında çok yaygındı. Yer isimleri, ona adanan birçok mabet olduğunu kanıtlıyor. Özellikle İsveçliler, Frey’e olan inanç konusunda özel bir şevk göstermişlerdi. Hatta Norveç Kraliyet hanesinin, Uppsalalı Yngvi-Frey’in (Yngvi, Yngvifreyr, ayrıca Ing ya da Ingunar-freyr) soyundan geldiği söylenir. Frey’e adanan atlar olduğundan da bahsediliyor ki bu atlara Frey’in Yeleleri adı veriliyordu. Söylenene göre İsveç’te Frey’e tapan bir din kadını, Frey’e eş olarak sunulmuştu ve Frey bu kadınla gerçekten evlenmişti.

Tyr
Tyr, Odin ve Dev Hymir’in kızının birlikteliğinden olma oğluydu. Cesur ve gözü pekti. İnsanlar savaşta onun adını haykırır, o da onlara kahramanlık ve cesaret bahşederdi. Bu yüzden Tyr, asıl savaş tanrısıydı. İhtilaf çıkmasından zevk alırdı, uyum ve barış için kılını dahi kıpırdatmazdı. Kumandanlar ve prensler, onun ismiyle tayin edilir, Tyr’ün Akrabaları olarak anılırlardı. Kuzey’de (özellikle Danimarka’da) onun isminin abideleştirildiği birçok yer var, buna rağmen onunla alakalı çok az gelenek hayatta kalmayı başarabilmiş. Tyr’ün tek eli vardı, çünkü bir eli Kurt Fenris tarafından koparılmıştı.

Heimdal
Heimdal, başlıca tanrılardan bir diğeriydi. Kayıtlara göre yüce ve kutsal olarak kabul ediliyordu, ayrıca Ak Tanrı unvanını taşıyordu. Dünya sınırları içinde bir sabah vakti, mucizevi bir şekilde dokuz dev bakireden doğmuştu ve besinini topraktan çekmişti. Bazıları, onu Odin’in oğlu olarak görüyordu. Dişleri altındandı. Gece gündüz fark etmeksizin yüzlerce mil alanı rahatça görebiliyordu, toprak üstünde büyüyen çimenlerin ve koyunların sırtında uzayan tüylerin sesini duyabiliyordu. Bu sebeple tanrılara yaraşır bir gözcüydü. Devlere karşı koruduğu Bifrost’un yakınlarında yaşıyordu. Gjallar Boynuzu adı verilen devasa bir borazanı vardı. Borazanını üflediğinde sesi tüm diyarlardan duyulurdu. Gökkubbenin ucundaki evi, Gök Dağı (Himinbjorg) adını taşıyordu. Kayıtlarda, bu bilgiler dışında Heimdal hakkında çok fazla detay bulunmuyor. Altın dişlerinden dolayı Gullintanni ismiyle de anılırdı, bazıları da ona Hallinskidi diyordu.
Ozanlar, ondan sık sık bahsediyor. Altını “Heimdal’ın Dişleri” olarak ifade ediyorlar, kılıcını ise detayları kaybolmuş bir mite gönderme olarak “hofuð (baş)” yani “(adamın) başı” olarak isimlendiriyorlar. Atıysa Altın Baş adını taşıyor.

Bragi
Odin’in oğlu Bragi, belagat ve şiir sanatı tanrısıydı. Atalarımız, onu uzun sakallı muhterem bir adam olarak düşünmüşlerdi. Snorri’ye göre, bragr denen âşık edebiyatının her şekli, ismini ondan aldı. Eşi İdun’du. İdun, yaşlılığın pençesine düşen tanrıları tekrar gençleştiren mucizevi elmaların sahibiydi.

Forseti
Balder ve Nanna’nın oğlu Forseti, adalet ve uzlaşma tanrısıydı. Ona ihtilaflarını anlatan kişiler, uzlaşmadan oradan ayrılmazlardı. Yargılama süresince oturduğu salon, Glitnir adıyla biliniyordu; bu salonun kolonları altından, çatısıysa gümüştendi. Forseti’ye inanan kişiler de muhtemelen az değildi, zira ona olan inancın bir kalıntısı, Norveççe bir yer ismi olan Forsetelund’da (Onsøy, Østfold’da bulunan) bulunabilir.

Hod – Vali – Ull – Vidar
Dört büyük tanrı Hod, Vali, Ull ve Vidar hakkında İskandinav kaynaklarında çok az referans var. Odin’in oğlu Hod, gözleri görmemesine rağmen dinçti. İstemeden Balder’ın ölümüne sebep olan da oydu. Ardından Vali tarafından öldürüldü, evrenin yıkımı gerçekleşmeden de bir daha geri gelmeyecekti. Vali (daha az doğru olmakla beraber Snorri onu Ali olarak adlandırır) Odin ve Rind’in oğluydu. Valaskjalf’ta kendine ait bir evi vardı, cesur bir savaşçı ve iyi bir okçuydu. Balder’ın ölümü sonrası Hod’u öldürüp intikamını alana dek ne yıkandı ne de saçlarını kesti. Evrenin yıkımından sağ çıkacaktı. Vidar da Ragnarok’ten sonra geri dönecekti. Vidar, Odin ve Dev Kadın Grid’in oğluydu, Thor’dan sonra tanrıların en güçlüsüydü. Az Konuşan Tanrı olarak da biliniyordu. Vidar, Tanrıların Alacakaranlığı Ragnarok geldiğinde, Kurt Fenris’in boğazını kalın çizmeleriyle yarıp Odin’in öcünü alacaktı. Vidi’de yaşıyordu. Ull ise yakışıklı bir tanrıydı, güçlü bir okçu ve iyi bir kayakçıydı. İnsanlar, birebir mücadelede onun yardımını isterlerdi. Sif’in oğlu, Thor’un üvey oğluydu. Evi ise Ydalir ismini taşıyordu.

Hoenir – Lodur
Her zaman olmasa da Hoenir ve Lodur da tanrılar arasında kabul edilirler. Hoenir’in adı, Nesir Edda’da diğer büyük tanrılarla birlikte geçiyor, ayrıca Odin’in bir yoldaşı olarak görülüyor. Voluspá’ya göre Lodur, Odin ve Hoenir’le birlikte insanlığın yaratılışında rol alıyor. Bu üç “yüce ve cömert Æsir”, zamanında bir deniz kıyısına varıyorlar; burada cansız, nefessiz, ruhsuz ve kansız bir şekilde uzanan Ask ve Embla’yı buluyorlar. Odin nefeslerini, Hoenir ruhlarını, Lodur ise kanlarını ve ten renklerini veriyor. Halbuki Manzum Edda’ya göre Ask ve Embla’yı yaratanlar Borr’un oğulları Odin, Vé ve Vili’ydi. “Odin, Hoenir, Lodur” ya da “Odin, Vili, Vé” bu şekilde Æsir içinde bir çeşit üçlülük (teslis) oluştururlar. Gylfaginning’de de Snorri’nin eski mitolojide bir formül olarak kullandığı bu tarz bir olgu görülebilir: Hár (Ulu), Jafnhár (Yüce) ve priði (Üçüncü). Æsir ve Vanir arasındaki savaşın sonunda Hoenir, rehine olarak Vanir’e teslim edildi. Snorri’nin Ynglinga Saga’sında ise daha eksiksiz bir anlatım ortaya koyuluyor: Hoenir, uzun ve yakışıklı bir adamdı. Æsir’e göre bir kumandanda bulunması gereken özelliklerin hepsine sahipti, yine de daha güvende olması için Bilge Mimir’i de onunla birlikte gönderdiler. Hoenir, çok geçmeden Vanaheim’de kumandan oldu ve Mimir yanında olduğu müddetçe her şey çok iyi gidiyordu. Mimir’in yokluğunda zor kararlar alması gerektiğindeyse Hoenir, “Buna diğerleri karar vermeli,” diye diretir dururdu. Bunun üzerine Vanir, nihayetinde sabrını yitirdi ve Mimir’i öldürüp başını Æsir’e geri gönderdi. Snorri’nin Edda’sına göre Hoenir’e aynı zamanda Hızlı Tanrı, Uzun Bacaklı Tanrı ya da Zengin Tanrı (aurkonungr, Snorri’nin Edda’sı I, 168) da deniyordu. Saga Fragment’da bahsedildiğine göre Roerek Sloengvandbaugi (Kral Helgi’nin kardeşi ve Ivar Vidfadmir’in damadı) Æsir’de en ürkek tanrı olarak görülen Hoenir’le karşılaştırılır. Onun hakkındaki diğer mitler ise muhtemelen günümüze ulaşmayı başaramadı.

Loki ve Çocukları
Edda metinlerindeki mitolojiye göre on iki büyük ilah (zaten sırasıyla belirtildi) Odin’in yanı sıra; Thor, Njord, Frey, Balder, Tyr, Heimdal, Bragi, Forseti, Hod, Vidar, Vali ve Ull. Bunların ardından, Æsir’in önde gelenleri içinde en çok bahsi geçen kişi, her ne kadar daha çok bir düşman olarak görülse de Loki ya da Lopt’tu. Loki aslında bir devdi. Babası Dev Farbauti, annesiyse Dev Kadını Laufey ya da Nal ismiyle tanınıyordu. Buna rağmen Odin’in üvey kardeşi oldu ve Æsir üyelerinden biri olarak kabul gördü. Erkek kardeşlerinin adı Byleist (ya da Byleipt) ve Helblindi’ydi. Loki yakışıklıydı, aynı zamanda kurnaz ve kötü niyetliydi. Doğrusu, yaptığı kötülükler yüzünden zaman zaman iyilik yapmak zorunda kalmış ya da çok ihtiyaç olduğunda zekâsını Æsir hizmetine sunmuştu ama tüm bunlara rağmen aslında gizli gizli onlara düşman, devlere dost olarak kaldı. Loki, Balder’ın ölümünün asıl planlayıcısıydı. Son günde devlerin kumandanlarından biri olarak tekrar görünecekti, ama asıl fenalığı çocukları yapacaktı. Loki’nin Jotunheim’deki Dev Kadın Angerboda’dan üç çocuğu oldu: Fenris, Jormungand ve Hel. Fenris, yırtıcı bir kurttu ve Kurt Fenris olarak biliniyordu. Jormungand, zehir saçan iğrenç bir yılandı. Hel ise korkunç bir cadıydı. Bu üçüne çocukken Jotunheim’de bakıldı. Tanrılar, Loki’nin döllerinin büyük kötülükler yapacağını önceden biliyorlardı. Bu yüzden Herkesin Babası Odin, bu çocukların huzuruna getirilmesini emretti. Tanrılar, çocukları öldürmek istiyorlardı çünkü kaderin döngüsü kırılamazdı, ancak kutsal Valhalla salonu da kirletilmemeliydi. Bu yüzden tanrılar bu üç çocuktan kurtulmak için farklı yollar aradılar. Hel, Niflheim’in derinliklerine hükümdar olarak gönderildi ve orada ister insan olsun ister başka bir yaratık, yaşlılıktan ölenlere hükmetmesi emredildi. Jormungand’ı evrenin derin denizine bıraktılar; bu yılan orada o denli büyüdü, o denli gelişti ki nihayetinde dünyayı çevreleyip kendi kuyruğunu ısırabilir hale geldi. Bu yüzden ona Midgard Yılanı denmeye başlandı, zira tüm Midgard’ı çevreliyordu. Öte yandan Kurt, Asgard’da beslendi. O kadar vahşiydi ki Tyr hariç hiç kimse, ona yemek götürmeye cüret edemiyordu. Tanrılar, Kurt’un çok hızlı geliştiğini görünce telaşa düştüler ve onu sıkı sıkıya bağlamak istediler. Kurt’a, onun gücünü test etmek, yalnızca bir oyun olsun diye getirdikleri zinciri kırıp kıramayacağını görmek istediklerini belirttiler. Kurt, onların oyununa geldi ve bağlanmayı kabul etti, fakat çok geçmeden prangalarını parçaladı. İlkinden iki kat dayanıklı bir zincir daha getirildi ve Kurt aynı şekilde onu da parçaladı. Bunun üzerine Herkesin Babası, Skirnir’i Kara Elfler’in yurdunda yaşayan ünlü cücelere gönderdi ve onlardan Kurt’un kıramayacağı bir zincir dövmelerini istedi. Cüceler, buna uygun olarak bir kedinin ayak seslerini, bir kadının sakalını, bir dağın köklerini, bir ayının sinir uçlarını, balıkların nefesini ve kuşların salyasını kullanarak istenen zinciri dövdüler. İşte kedilerin pati seslerinin, kadınların sakalının ve dağların kökünün vs. olmamasının sebebi budur. Gleipnir adı verilen zincir, bir ipek kadar ince ve yumuşaktı. Æsir Tanrıları, Kurt’u Lyngvi adasındaki Amsvartnir isimli göle götürdüler ve orada ona Gleipnir ile bağlanmak isteyip istemeyeceğini sordular. Bir hile olduğundan şüphelenen Kurt, bunu tek bir şartla kabul edecekti; içlerinden biri, zincirin kırılmaması durumunda, teminat olarak en baştan elini kurdun ağzına koyacaktı. Bu denli bir riski üstlenmek istemeyen Æsir Tanrıları, şüphe dolu gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Nihayetinde Tyr öne çıktı ve elini Kurt’un ağzına yerleştirdi. Ardından Kurt bağlandı. Kurtulmak için ne kadar çabalarsa çabalasın zincir bir o kadar sıkılaşıyordu. Hiçbir şekilde zinciri koparamıyordu, nihayetinde Æsir’in de onu salmak gibi bir niyeti olmadığını görünce Tyr’ün elini kopardı. Sonra Æsir, zincirin bir ucunu büyük bir taş levhadan geçirdi ve iyice yere gömüp üstüne de kocaman bir kaya devirdi. Öfkeden kuduran Kurt, etraftaki her şeyi ısırıp parçalamaya başladı. Bunun üzerine tanrılar, Kurt’un ağzına bir kılıç yerleştirdiler, öyle ki artık çenesi genişçe açık kalacaktı. Kasvetle uludu, ağzından akan salya bir nehir oldu. Dünyanın sonu gelene dek bu şekilde bağlı kalacaktı, ancak nihayetinde özgürlüğüne kavuşacak ve tanrıların en kötü düşmanı olduğunu kanıtlayacak, hatta Odin’i bile yutacaktı. Fakat Kurt, Vidar tarafından öldürülecekti.
Loki’nin Æsir’e oynadığı fena oyunlar ve sonuçta çekeceği cezalar hakkında daha anlatılacak çok şey var. Sigyn adında bir eşi vardı, bu kadından da birkaç oğlu oldu. Ayrıca Loki, tuhaf da olsa Odin’in atı Sleipnir’in babası ya da daha doğrusu annesiydi. Bu olay şu şekilde gerçekleşti: Midgard yaratıldıktan sonra tanrılar, devlere karşı devasa bir sur inşa etmekle uğraşırken usta bir dev çıkageldi. Bir yıl içinde güçlü bir kale inşa edebileceğini söyledi, ancak ödeme olarak Freyja’yı, Güneş’i ve Ay’ı istiyordu. Öte yandan yazın ilk günü geldiğinde işin en ufak kısmı bile tamamlanmamış olursa hiçbir ödeme de talep etmiyordu. Æsir, bu sözü güvenle verebileceğini düşünüyordu, hilebaz Loki de onları hepten gaza getirdi. Fakat inşaat, düşündüklerinden daha hızlı bir şekilde ilerliyordu, çünkü devin güçlü atı Svadilfari, dağlar kadar büyük taşları gece boyunca çekiyordu. Yaz mevsiminin gelmesine yalnızca üç gün kala dev, çoktan kale kapısıyla uğraşmaya başlamıştı. Æsir hepten rahatsız oldu. Ne olursa olsun Freyja, Güneş ve Ay’ı teslim etmek istemiyorlardı. Kötü tavsiyesi yüzünden onları bu derde düşüren Loki’yi huzura çağırdılar, onu ölümle tehdit edip bu zorluktan bir çıkış yolu bulması için korkuttular. Kendini bir kısrağa dönüştüren Loki, Svadilfari’nin tam da taş çekme vazifesine başlayacağı akşam vaktinde kişneye kişneye ortaya çıktı. Svadilfari prangalarından kurtuldu ve kısrağa dönüşmüş Loki’yi ormanlığa kadar takip etti, usta dev de hemen arkalarından koşuyordu. O gece boyunca tek bir taş bile taşınmadı, böylece iş yarım kaldı. Taş ustası öfkeden deliye dönmüştü, ama Thor adamın kafasını Mjollnir ile ezdi. Kısrak (ya da daha doğrusu Loki) sonrasında sekiz bacaklı gri Sleipnir’i, yani dünyadaki en hızlı atı doğurdu.

Hermod – Skirnir
Æsir içinde ast, yani kendi çaplarında güçlü olan ancak fiilen diğerlerine hizmet eden kişiler arasında öne çıkan iki isim vardı: Hermod ve Skirnir. Frey’in hizmetçisi Skirnir’den zaten daha önce bahsedildi. Hermod ise Odin’in oğluydu, “yavuz” lakabıyla tanınıyordu. Her tür elçilik ve getir götür işlerinde o görevlendirilirdi. Odin, oğluna bir miğfer ve zırhlı bir gömlek hediye etmişti. Hermod, Balder’ı tekrar getirme amacıyla Hel’e gittiği görevle tanınıyor. Ayrıca İyi Hakon ile buluşmaya gidip onu Odin adına Valhalla’ya davet etmek için Bragi’yle birlikte yola çıkan kişi de yine Hermod’du.

Tanrıçalar – Frigg – Jord – Freyja
Benzer bir şekilde tanrıçalar arasında da on iki ya da on üç yüce isim öne çıkıyor. Odin’in eşi Frigg’in yanı sıra, isimleri sırasıyla şöyle: Freyja, Saga, Eir, Gefjon, Sjofn, Lofn, Var, Vor, Syn, Lin, Snotra, Fulla ve Gna. Bu tanrıçaların her biri, Snorri’nin Edda’sında kendilerine yer buluyorlar. Fulla ve Gna (bir dereceye kadar Lin de sayılabilir) aslında Frigg’in hizmetçileri konumundalar. Bu sebeple onların yerine, çok daha önemli isimler olan İdun, Nanna ve Sif koyulabilir. Sonra sırasıyla Sigyn, Gerd ve Skadi geliyor ama bu isimler de dev ırkından. En son ise tanrıların ve tanrıçaların bazı kızları öne çıkıyor. Jord ve Rind de tanrıça olarak kabul ediliyor.
Frigg; Fjorgynn’ün kızı, Odin’in eşi, Balder’ın annesi ve tanrıçaların lideriydi. Evi, müthiş Fensalir’di. Tanrıça Lin, Fulla ve Gna onunla yakından ilişkilendirilmiştir. Lin, Frigg’in zarardan korumak istediği insanları gözetme göreviyle yükümlüydü. Uzun dalgalı saçları ve alnındaki altın tacıyla Fulla, Frigg’in sepetini taşır, onun ayakkabılarını koruyup gözetler ve ona sırdaş olurdu. Gna, Frigg’in getir götür işleri için çeşitli diyarlara gider, özellikle de bir sevk işi gerektiren meselelerde havada ve suda ilerleyebilen Hofvarpnir isimli ata binerdi. Frigg’e olan inançla ilgili Norveççe ve İsveççe yer isimlerinden öğrenilebilecek şeyler var, üstelik adı aynı zamanda Alman ve İngiliz topluluklarında da geçiyor. Edda metinlerinde kendine yer bulan Frigg, hem kendi adı hem de babasının adı göz önüne alındığında, hiç şüphesiz toprağın ve bereketin tanrıçasından esinlenilmiş. Fjorgynn’ün kızı Frigg ile Thor’un annesi olan ve Fjorgyn ismiyle de bilinen Jord arasındaki bağ hakkında daha fazla bilgi vermeye devam edeceğiz.
Vanir ırkından gelen Freyja, Njord’un kızı ve Frey’in kız kardeşiydi. Hikâyeye göre Freyja, Vanir ile yapılan barış antlaşmasında Æsir’e teslim edilmiş ve sonrasında bir Æsir Tanrıçası olarak kabul görmüştü. Od ile evlenmişti, ancak Od onu geride bıraktı ve yabancı diyarlara gitti. Freyja, eşinin arkasından sık sık ağladı, altın gözyaşları döktü. Kızları Noss ve Gersemi o kadar güzellerdi ki tüm değerli taşlar isimlerini bu iki kızdan aldı; Freyja’nın adıysa freyja ya da frúva[17 - “Hanımefendi” anlamına gelir.] sıfatına kaynak oldu. Freyja, iki kedi tarafından çekilen bir arabayı sürerdi, ayrıca Brisingamen adında muhteşem bir kolyeye sahipti. Folkvang’da, Sessrymnir adındaki müthiş sarayda yaşardı. Savaşta canlarını yitiren kahramanların yarısı ona aitti; bu kahramanları seçme hakkına sahipti ve onları yanına, Folkvang’a alırdı. Aşk ilişkilerinde özel bir otoriteye sahipti, ancak insanların yardım dilediği tek aşk tanrıçası o değildi. Sjofn, bir erkek ve bir kadın arasında aşkın filizlenmesini sağlayabiliyordu, Lofn da birbirini seven ancak zorluklar sebebiyle kavuşamayan çiftlere yardım ederdi.
Freyja’nın birçok ismi vardı. Vanir ırkından geldiği için Vanadis adıyla da biliniyordu. Zamanında Od’u aramak için yola koyuldu ve bu yolculuk boyunca Mardol, Horn (ya da Hoern), Gefn ve Syr gibi birçok isim kullandı.

Saga – Eir – Gefjon – Var – Vor – Synsnotra
Manzum Edda’da yer alan tanrıça yelpazesi içinde Frigg’den hemen sonra Saga gelir. Muhtemelen Saga, Frigg için kullanılan bir başka isim. Soekkvabek[18 - Liggja í søkk ya da í søkkva deyiminde geçen søkkr ya da søkkvi, yani “depresyon hali” anlamına geliyor. Muhtemelen Fensalir için kullanılan bir başka tabir.] ismiyle anılan evinin duvarlarına soğuk dalgalar vurur, Odin ve Saga burada her gün altın testilerden içki içerlerdi. Adı Saga (efsane) olduğu için süregelen nesiller onun tarih tanrıçası olduğu konusunda hemfikir, ancak kesin olan bir şey var ki adı aslında Saga (kısa ünlüyle yazılan) değil, Sága’y-dı. Adına dair öne sürülen en mantıklı açıklama, sjá (Gotik saihwan) kökünden türediğiydi. Buna göre adı, tıpkı Odin’inki gibi “her şeyi gören ve bilen” anlamına geliyordu. Eir, şifa tanrıçasıydı ve adı aslen yaygın bir isim olan eir (merhamet) kelimesinden geliyordu. Snorri’nin Edda’sına göre Gefjon, genç kızların ölümden sonra huzuruna çıktığı bir genç kızdı. Odin, Lokasenna’da Gefjon’un herkesin ve her şeyin kaderini en az kendisi kadar iyi bildiğini söyler. Bu açıdan Saga gibi Gefjon da Odin’in eşi Frigg ile örtüşüyor. Gefjon’un Odin ile ilişkili olduğunu öne süren başka bir mit daha var: Gefjon, İsveç Kralı Gylfi’den bir gün içinde sabanla sürebileceği kadar çok toprak istedi ve kral bu isteğini kabul etti. Bunun üzerine Gefjon, çocuklarını birer öküze dönüştürdü ve toprağı sürmeye başladı, böylece artık Mälaren Gölü olarak bildiğimiz alandaki toprakların tümünü sürdü. Bu toprak parçasını Baltık’a kadar çekti ve artık bu toprak parçası Zealand olarak anılıyor. Evini orada inşa etti ve yine orada Odin’in oğlu Scyld ile evlendi. Var[19 - Vár, “söz”, “yemin”; Almancadaki wahr (doğru) ile ilişkilendirilir.] ise erkeklerin ve kadınların birbirlerine ettiği sadakat yeminlerini duyabiliyordu. Eğer kayıtlar doğruysa, bu sözler várar olarak adlandırıldı ve yeminini bozanlar Var tarafından cezalandırıldı. Vor, basiretle şereflendirilmişti. Her tür şeyi araştırırdı, böylece hiçbir şey ondan gizli kalamazdı. Syn, “salonların kapılarını koruyordu” ve istenmeyen kişilerin içeri girmesini önlüyordu. Ayrıca kanun önünde yalancı şahitlik yapan insanları da engellerdi. Bu açıdan Snorri’ye göre syn “inkâr etme” (Synja’daki) kelimesine ulaşıyoruz. Snotra, bilgeydi ve ağırbaşlı bir tutuma sahipti[20 - Snotr (bilge, münasip davranışı bilen, alımlı) kelimesinden geliyor.].

İdun – Nanna – Sif
İdun, Nanna ve Sif hakkında pek bilgi yok. İdun, Bragi’nin eşiydi ve Æsir’e ait en paha biçilmez hazineye sahipti; elmaları, onları yiyen kişiyi gençleştiriyordu. Bu elmalar olmasa Æsir, yaşlanır ve bitap düşerdi. Bu sebeple tüm tanrılar, İdun’u kaybetmekten korkardı. Hatta bir keresinde bu tanrıça Dev Thjazi tarafından kaçırıldığında büyük sıkıntıya düştüler. İdun, Brunnaker Oturağının Tanrıçası olarak da biliniyordu. Muhtemelen bu isim, Bragi ile yaşadığı yerin adından geliyor. Nep’in kızı Nanna, Balder’ın eşiydi. Onu öylesine çok seviyordu ki Balder’ın ölümü sonrasında kalbi kırıldı. Sif, Thor’un eşiydi. Daha önceleri, bilmediğimiz biriyle evlenmişti ve Thor’un üvey oğlu olduğu söylenen Ull’un annesiydi. Sif, hoş bir kadındı, marifetli cüceler tarafından şekillendirilmiş altından bir saçı vardı. “Akraba” ve “hısım” anlamına gelen ismi, tıpkı Thor’un Midgard’ın koruyucusu olarak görülmesi gibi Sif’in de evlerin koruyucusu olarak görüldüğünü gösteriyor. Sigyn, Skadi ve Gerd’den zaten daha önce bahsedildi.

Nornlar
Büyük tanrılar ve tanrıçaların hemen ardından, güçlü ilahlar ve daha aşağı derece bazı doğaüstü yaratıklar geliyor. Bunlar arasında en saygın görülenleri muhtemelen Nornlar, yani Kader Tanrıçaları’dır. Her ne kadar sayıca fazla olsalar da üç isim diğerlerinin önüne geçiyor: Urd, Verdandi ve Skuld. Bu üç Norn; Yggdrasil’in altında bulunan, iki kuğunun üzerinde yüzdüğü, Yggdrasil’in dallarının bal özü damlattığı, tanrıların kutsal toplantılarını gerçekleştirdiği ve adını Urd’dan alan Urd’un Kuyusu’nun hemen yanında yaşıyorlardı. Nornlar yalnızca insanların değil aynı zamanda Æsir’in de kaderini kontrol eder, bunun yanı sıra evrenin değişmez yasalarını yönetirlerdi. Çocuklar doğduğunda Nornların huzuruna çıkarılır, onlar da bu çocukların kaderini belirlerlerdi. Hiç kimse, Nornların izin verdiğinden daha fazla yaşayamazdı. Hem iyi hem de kötü Nornlar vardı, ama kim olduklarına bakmaksızın hepsinin hükmüne uyulmalıydı.

Dost Ruhlar – Koruyucu Ruhlar
Dost ruhlar (hamingjur) ve koruyucu ruhlar (fylgjur) Nornlara benzer. Dost ruhlar, genelde insanlara yoldaş olan ve onlara refakat eden görünmez, feminen ve doğaüstü canlılardı. Herkesin kendisine iyi şans getiren bir dost ruhu vardı. Bir başkası uğruna tehlike göze almak söz konusu olduğunda kişi, dost ruhunu tehlikeyi göze alacak kişiye ödünç verebilirdi. Bunun dışında koruyucu ruhlar ise genelde insanların önünde veya ardında yürüyen hayvanlar şeklinde görülürlerdi. Atalarımızın inancına göre her insanın bir ya da daha fazla koruyucu ruhu vardı. Hatta bazı insanlar, koruyucu ruhları görerek öncesinden kimin yaklaştığını tahmin edebiliyormuş gibi davranırlardı. Koruyucu ruhlar, genelde söz konusu kişinin karakterine uygun olarak tayin ediliyordu. Güçlü kumandanların koruyucu ruhları ayı ya da boğa şeklini alırken kurnaz kişilerin de tilki vs. şeklini alırdı. Bu tür doğaüstü varlıklara tapılmaz ya da dua edilmezdi. Bugünlere dek gelen öykülere göre bu tür doğaüstü canlılar seçtikleri kişilere kendilerini gösterirlerdi. Böylece onları gören kişiler diğer insanların kaderlerini sıradışı bir şekilde bilirlerdi. Dost ruhlar ve koruyucu ruhlara olan inanç, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra bile varlığını sürdürdü. Hatta Olaf Tryggvason ve Aziz Olaf gibi dindar Hıristiyanlar bile bu tür inançları tümüyle terk edemedi. Bu iki hami güç sınıfının sınırları zaman zaman Nornlar ile karışırdı, bu açıdan günümüzde Nornlar ile bu ruhlar arasında keskin bir ayrım yapmak pek mümkün değil.

Valkürler
Nornlarla yakından ilişkilendirilen ve insanların kaderleri üstünde etkisi olan diğer feminen varlıklar Valkürlerdi. Zafer ve savaştaki ölüm onların hükmü altındaydı. Odin, “katledilecekleri” ya da ölmeye mahkum kahramanları seçmek için Valkürleri gönderirdi[21 - İsimleri; valr, “düşmüş, ölmüş” ve kjósa, (zarf olarak) kørinn, korinn, “seçmek”ten geliyor.]. Bu sebeple Odin’in Bakireleri olarak da anılıyorlardı. Valkürler, silahlanmış ve zırh kuşanmış güzel genç kızlardı, diyarın bir ucundan diğer ucuna havadan ve suyun üzerinden giderlerdi. Valhalla’da Æsir’e ve Odin’in salonlarındaki kahramanlara içki dağıtırlardı. İki tür Valkür sınıfı bulunuyordu: Gök Valkürleri yani asıl sınıf ve bir süre ölümlü olarak insanların arasında yaşayan ama sonradan Valhalla’da Odin’in huzuruna çıkan yarı ölümlü yarı kutsal sınıf ki bu sınıftaki Valkürler bir nevi Valhalla’ya gelen kahramanların dişi versiyonuydu. Gök Valkürleri’nin sayısını hesaplamak için çeşitli yollar izlenirdi, dokuzun katlarını kullanmak bunlardan biriydi. Genelde üçlü gruplar halinde gezdikleri düşünülürdu. En çok bahsi geçen Valkürler arasında Gondul, Skogul (Geir-Skogul yani Mızrak-Skogul olarak da geçer), Lokk, Rist, Mist, Hild ve diğerleri bulunur. Skuld da Valkürler arasında sayılırdı. Bunlar dışında, kahramanlar arasında fitne çıkaran ve yalnızca bayağı vazifelerle görevlendirilen Valkürler de vardı.
Valkürler, Nornlar, dost ruhlar, koruyucu ruhlar ve hatta Freyja gibi bazı tanrıçalar, zaman zaman Disir’in bir üyesi olarak karşımıza çıkarlar. Dís (çoğul dísir), hiç şüphesiz en başta ayrı bir tanrı sınıfını nitelemek için kullanılan bir terimdi[22 - Bazı bilginlere göre ölüm tanrıçaları, diğerlerine göre doğa tanrıçaları.]. Onlara tapınmak, özel bir tür kurban törenini gerektirirdi (dísablót). Kuşku yok ki bu mezhep, yalnızca kadınların dahil olduğu daha kapalı bir inançtı. Disir, evin ve ailenin huzuruyla alakalı olarak görülüyordu ve bu bakımdan bir ailenin koruyucu ruhlarından (kynfylgjur, spádísir) çok da farklı değillerdi ki bu ruhları daha önce yukarıda açıkladık. Bununla beraber aralarından biri, odak noktası haline gelmiş ve daha genel bir mezhebin tanrıçası olmuştu. Uppsala yakınlarında, Disarsal içinde tapılan tanrıça da (muhtemelen Vanadis, Freyja) bu olmalı[23 - Ynglinga Saga, 29. Bölüm, Kral Adils’in Ölümü anlatısında geçen Disarsalr.]. Uppsala’da Disir için gerçekleştirilen kurban töreninde ayrıca bir yargı toplantısı (dísaþing) gerçekleşir, bir de pazar kurulurdu; hatta çok yakın döneme dek, şubat ayının başlarında Meryem Ana Yortusu geldiğinde, Uppsala’da kurulan pazar panayırına Distingen yani Disir’in Toplantısı denirdi.

Thorgerd Hoelgabrud ve Irpa
Büyük ailelerden birinin bünyesinde bulunan ve Disir’in soyundan geldiği düşünülen bir kişi, tanrıça mertebesine ulaşıp daha özel bir tapınma objesi haline gelebilirdi. Bu duruma örnek olarak Haloigja ailesinden gelen tanrıçalar, Thorgerd Hoelgabrud ve kız kardeşi Irpa gösterilebilir. Thorgerd, Halogaland’a ismini veren efsanevi eski kral Hoelgi’nin kızıydı. Yani Hoelgi, aslında bölgeye adını veren bir kahramandı. Kahramanın adı, bölgenin adının nereden geldiğini izah etmek için söylencenin etkisi kullanılarak türetilmişti aslında. Thorgerd Hoelgabrud, çok doğru olmasa da Horgabrud[24 - Bir tür tapınak olan Horgr’dan geliyor.] ve Horgatroll olarak da anılır. Daha yakın zamana ait bir efsane geleneğine göre “trol” tabiri, hiç şüphesiz Thorgerd’in Lade Earl’ü Hakon’a, Hjorungavag Muharebesi’nde sağladığı düşünülen yardımla ilişkilendiriliyor. Snorri’nin Edda’sına göre (I, 400), Thorgerd’in babasına da tapılırdı. Gömüldüğü tepe birbiri ardına konan toprak, taş, gümüş ve altın tabakalardan inşa edilmişti. “Bunlar, ona sunulan hazinelerden birkaçıydı.”

Doğanın Güçleri – Ægir
Büyük tanrılardan oluşan Æsir doğanın tüm güçlerini yönetip onları insanlığın yararına yöneltmek için çaba gösteriyorlardı, ancak doğanın hemen hemen her gücünün ya da elementinin kendine has bir tanrısallığı da mevcuttu. Doğanın gücünün ya da elementinin bir tür kişileştirmesi olan bu tanrılar, doğa etkilerini harekete geçirme yetisine sahipti, fakat bu etkileri bütünüyle kontrol edemiyorlardı. Nitekim Njord, rüzgârları yönetip yönlerini tayin edebiliyordu, ancak rüzgârı asıl harekete geçiren kişi o değildi. Bu vazife, bir kartal şeklinde gökkubbenin kuzey uçlarında oturup kanatlarını çırparak rüzgâr oluşturan Dev Ræsvelg (Hroesvelgr yani Ceset Yiyen) tarafından gerçekleştiriliyordu. Yani doğanın bu kaba güçleri kendi hallerine bırakılınca yararlı olmaktan çok zarara yol açıyorlardı, dolayısıyla atalarımızın bu doğa elementlerini genel anlamıyla “devler” olarak düşünmesi çok da şaşılacak bir durum değildi. Zira Æsir ile iyi anlaşamamak devlerin ayırt edici bir özelliğiydi ve bu yüzden sürekli olarak kontrol altında tutulmaları gerekiyordu. Bu daha ast tanrısal kişiliklerin en güçlüleri, Fornjot ve akrabalarıydı. Hikâyeye göre Fornjot’un üç oğlu vardı: Ler, Logi ve Kari. Ler denizleri, Logi ateşi, Kari ise rüzgârı yönetiyordu. Kari’nin de bir oğlu vardı, adı Jokul ya da Frosti olarak biliniyordu; Frosti’nin oğlunun ismiyse Snjo’ydu. Snjo’nun da dört çocuğu vardı: Thorri, Fonn, Drifa ve Mjoll. Hiç şüphesiz Fornjot, aslen “dev” anlamına gelen bir isimdi ve muhtemelen Dev Ymir’in en ilkel hali olarak düşünülmüştü. Kari “rüzgâr”[25 - Eski Nors kári, Norveççe lehçede kåre, “ani rüzgâr”], Logi ise “ateş” demekti. Jokul “buz saçağı”, Frosti “don”, Snjo “kar”, Thorri “ayaz”, Fonn “kalıcı kar kütlesi”, Drifa “rüzgârla oluşan kar yığını”, Mjoll ise “çığ” anlamına geliyordu. Böylece isimler, aslında bu tanrıların hangi gücü temsil ettiklerini belirtiyordu. Bu kişilerden en öne çıkanı, Denizlerin Tanrısı Ler’di. Hatta ona daha genel olarak Ægir de deniyordu. İsimlerdeki benzerlikten dolayı Snorri, onun meskenini Kattegat’taki Læsø Adası olarak belirlemişti. Ægir, en başta Æsir ile dost değildi. Ancak onu delici bakışlarıyla tehdit eden Thor, Ægir’i her kış mevsiminde kendi salonunda tanrılara bir ziyafet vermesi için mecbur bıraktı. Daha sonra Ægir, kendisini dostça karşılayan Æsir’e iadeyi ziyaret gerçekleştirmeyi ihmal etmedi. Ægir’in ziyafetleri gerçekten de tam bir cümbüş havasında geçiyordu. Biralar sular seller gibi akıyordu, salon kandiller yerine parlak altınlarla aydınlatılıyordu, ziyaretçilere Ægir’in eli çabuk uşakları Eldir ve Fimafeng hizmet ediyordu. Buna rağmen zaman zaman Ægir’in içindeki kötülük üstünlüğü ele geçiriyordu. Kendisine emir verebileceğini sanan Thor’dan intikam almak için planlar yapıyordu. Nihayetinde bir fikir buldu: Tüm Æsir’e bira yapmaya yetecek kadar büyük bir kazan bulması için Thor’u görevlendirecekti. Bu kadar büyük bir kazana sahip olan tek kişinin Dev Hymir olduğunu biliyordu. Thor, bu kazanı ele geçirip beraberinde getirmek için birçok tehlikeye atıldı. Ægir’in eşi Ran da insanlığın başına türlü dertler açmak için her yolu deniyordu. Ran’ın bir ağı vardı, bu ağ ile sürekli olarak denizcileri okyanusun derinliklerine çekmeye çalışırdı. Ægir ve Ran’ın dokuz kızı vardı, çocukların hepsi adını çeşitli dalgalardan almıştı. Bu da zaman zaman ozanların, dalgaları Ægir ya da Ran’ın Kızları olarak adlandırmasını açıklıyor. Altın için kullanılan tabirde de Deniz Tanrısı’nın ismini görmek mümkün: “Ægir’in Ateşi”. Zira daha önce dediğimiz gibi Ægir’in ziyafet salonunda kandiller yerine altınlar kullanılıyordu.

Gece – Gündüz
Gündüz ve Gece tanrıları da dev ırkındandı. Dev Norvi’nin Nott (gece) adında, tıpkı akrabalarının kalanı gibi esmer ve siyah bir kızı vardı. Nott, önce Naglfari ile evlendi ve bu evlilikten Aud isminde bir oğlu oldu. Daha sonra Anar ile evlendi ve bu evlilikten de Jord adında bir kızı oldu ki bu kız daha sonra Odin’in eşi oldu. En sonunda da Æsir ırkından Delling ile evlendi, bu evlilikten ise Dag (gündüz) adında bir oğlu oldu. Bu çocuk, tıpkı babasının ailesi gibi açık tenli ve ışıl ışıldı. Herkesin Babası, Gece ve oğlu Gündüz’ü alarak onlara iki at ve iki araba verip göğün üstüne yerleştirdi. Gece ve Gündüz, burada değişimli olarak on iki saatlik dilimler boyunca dünyanın etrafında döneceklerdi. Gece, Rimfaxi (Hrímfaxi, “kırağı yele”) adıyla tanınan atı sürüyordu, böylece tarlalar her sabah onun dizginlerinden damlayan köpüklerle kaplanmış oluyordu. Bu ata Fjorsvartnir da deniyordu[26 - Fjor, “yaşam”; svartr, “siyah”.]. Gündüz ise Skinfaxi (parlak yele) adlı atı sürüyordu; dünya ve gökyüzü, bu atın yelesinden saçılan ışıkla aydınlanıyordu.

Hel
Yggdrasil’in kökünün çok çok altında, karanlık ve soğuk Niflheim’de, Loki ve Angerboda’nın kızı Hel’in[27 - Hel, tanrıça olan kişiliği; Hell (cehennem) ise hükümdarlığını tanımlamak için kullanıldı. (ç.n.)] korku veren bölgesi uzanıyordu. Hel’in vücudunun yarısı kurşun gibi bir tona, diğer yarısıysa insan teninin rengine sahipti. Hel zalim ve gaddardı, açgözlü bir avcı gibiydi ve hükmü altına bir kere giren kişileri kolay kolay bırakmazdı. Hükümdarlığını çevreleyen karanlık ve derin vadilere Cehennem Yolları deniyordu, buraya gidecek kişi önce altınla döşenmiş Gjoll Köprüsü’nün altında uzanan Gjoll (gürleyen, çağlayan) nehrini geçmeliydi. Hel’in meskeni yüksek duvarlarla çevriliydi, buraya açılan kapıya Cehennem Kapısı deniyordu. Sarayının adı Eljudnir’di. Yemeği ya da çorbası Açlık, bıçağı Kıtlık, erkek esirleri Ganglati, kadın esirleri Ganglt (iki kelime de “ağır hareket eden” anlamına geliyor), kapı eşiği Yıkıma Giden Çöküntü, koltuğu Hasta Yatağı, yatağının çarşaflarıysa Feci Talihsizlik adıyla biliniyordu. Devasa bekçi köpeği Garm’ın boynu kan içindeydi ve ağzında bir ağızlık vardı. Külrengi horozu, evrenin çöküşünü müjdelemek için ötüyordu. Niflheim’in ortasında Vergelmir kuyusu bulunuyordu, bu kuyunun içindeyse Yılan Nidhogg yatıyordu. Vergelmir’in kenarlarına Nastrand (Cesetlerin Kıyısı) adı veriliyordu, burası Niflheim’deki en korkunç noktaydı. Savaşta ölenlerin dışında kalan herkesin cehenneme gideceği söyleniyordu, ancak görünüşe göre genel inanç dahilinde, oraya giden kişiler yalnızca kötü insanlardı.
Ozanların kullandığı terimlerde Hel; sık sık Loki’nin Kızı, Kurt Fenris’in Kız Kardeşi ve daha birçok isimle kendine yer buluyor. Hell (cehennem) ve Niflhel kelimeleri ölüler diyarı için kullanılan isimlerdendi, bu da Norveççe bir ifade olan å slå ihjel (ihel) yani “cehenneme göndermek” ya da “öldürmek” ifadesinden geliyor. Hayaletler ortaya çıktığında şu cümle de sık sık duyuluyordu: “Cehennem Kapıları açıldı,” (hnigin er helgrind) zira o zamanlar ruhların cehennemden kaçması mümkündü.

Devler
Æsir ve insanlığın azılı düşmanı olan devler, vahşi ve kaba yaratıklardı ama her zaman kötü niyetli değillerdi. Hatta zaman zaman, iyi bir mizaca sahip saf varlıklar olduklarını aleni bir şekilde gösterebiliyorlardı. Muazzam cüsseleri, genelde birden fazla kafaları ve ikiden fazla elleri vardı, tenleri ve saçları da koyuydu. Dev kadınların çoğu, örneğin Gerd, güzel görünüşlüydü ama kalanlar korkunçtu; birinin kuyruğu, bir başkasının iki başı olabiliyordu. Devlerin büyük sığır sürüleri, altın boynuzlu boğaları, koyunları, atları ve köpekleri vardı. Karanlığı ve karanlık işleri seviyorlardı. Kadınları, gün ışığından kaçınırlardı ve gece vakti yollara düşerlerdi, bu yüzden onlara bazen Karanlığın Yolcuları ya da Gece Yolcuları denirdi. Eğer bir devin üzerine gün ışığı düşerse, o dev aniden taşa dönüşürdü. Devler, zaman zaman kendi aralarında dövüşürler, birbirlerine devasa kayalar fırlatırlardı ama genelde Æsir ve insanlarla savaşmakla meşgul olurlardı. Tanrılara adanmış mabetlerden nefret ederlerdi, Æsir geri çekilip yerini Tanrı’ya ve azizlere bıraktığında devler nefretlerini yeni tanrılara kustular. Hıristiyanlığın gelişinden çok sonraları bile devler, popüler inançlarda var olmaya devam ettiler, hatta devlerin kiliselere ve kilise çanlarına karşı olan düşmanlıkları birçok efsanede kendine yer buldu. Bugün bile büyük kayalıklar ve dağlarla ilgili yerel efsaneler, bu kayaların devler tarafından kiliselere fırlatıldığını öne sürüyor. İlkel dönemlerde Thor ve Odin’e düşman oldular, daha sonra ise Başmelek Mikail’le birlikte olan yüce azizlere, en çok da Aziz Olaf’a düşmandılar. Besili ve şişman siyah sığırların Dağ Trolleri ya da Jutullar’a ait olması, uzun kuyruklarını saklayamayan dev kadınlar, trollerin dağ şekline bürünüp sık sık kandırdıkları insanlığa karşı besledikleri kötü niyetler ve planladıkları hileler hakkındaki efsaneler günümüze kadar ulaşmış durumda.
Devler yetenekli yapı ustalarıydı, bilge varlıklardı ve tüm esrarengiz sanatlara hâkimlerdi. Sinirlendikleri zaman, dev damarları tutardı ve güçleri öncekine kıyasla iki kat artardı. Daha önce açıklandığı gibi devler Jotunheim’de ya da insanların meskenine yakın civarda uzanan dağlarda yaşıyorlardı. Utgard bölgesi, daha büyük bir üne sahipti ki bu bölge aslında insanlık için Midgard ne ifade ediyorsa devler için de ona karşılık geliyordu. Üstü asla buz tutmayan Iving Nehri, devler ve tanrılar arasındaki sınırı çiziyordu. Kuzeydeki buzul denizinde yapılan keşifler başladığında, Jotunheim ya da Dev Diyarı adını gerçek bir bölgeye verdi (Beyaz Deniz veya Gandvik [Trollerin Koyu] civarındaki geniş Rus bozkırlarına, daha açık olmak gerekirse Dwina Nehri’nin çevresindeki bölgelere). Dev krallar Geirroed ve erkek kardeşi Glæsisvoll Godmund burada hüküm sürüyordu. Onları ziyaret edecek kadar cüretli gezginler, emsalsiz tehlikelerle karşı karşıya kaldılar. Ne var ki Utgard’ın asıl hükümdarı, Kurnaz Utgard-Loki’ydi.

Cüceler
Aralarında tam olarak belirgin bir ayrım olmayan Cüceler ve Kara Elfler, yeryüzünün derinlerinde veyahut büyük kayaların ya da tümseklerin içinde yaşıyorlardı. Cüceler bodur yapılı çirkin yaratıklardı, Kara Elfler ise ziftten bile daha siyah olmalarıyla bilinirlerdi. Cücelerin büyük bir kısmı, antik yazında isimleriyle birlikte kendilerine yer bulmuşlardı. Voluspá’daki ek bir bölümde bu canlıların adı sırasıyla yazılmış ve uzun bir liste ortaya çıkmıştı. Listedeki kişiler arasında şefleri olarak Modsognir (ya da Motsognir) ve ondan hemen sonra gelen Durin karşımıza çıkıyor. Odin’in gökkubbedeki hazineyi korumaları için görevlendirdiği Brokk ve Dvalin’in yanı sıra Kuzey, Doğu, Güney ve Batı isimli dört cüce daha var. Cücelerin başlıca meşgalesi, herkesi geride bıraktıkları demircilikti. En eski efsanelerde dahi kendine yer bulan müthiş silahlar ve değerli mücevherlerin çoğu hünerli cücelerin eseriydi. Cüceler, hem tanrılardan hem de insanlardan nefret ediyorlardı ve onlara hizmet etmeye çok istekli değillerdi. Buna zorlanırlarsa yarattıkları nesnelere büyüyle uğursuz bir nitelik eklemeye çalışırlardı, böylece nesneye her kim sahip olacaksa pek mutlu olamazdı.

Vettir
İster iyi ister kötü olsun tüm doğaüstü varlıklar, günümüzde de hâlâ kullanılan ortak bir isimle anılıyordu: Vettir (voettir, véttir yani “ruhlar”, “periler”). İyi olanlara İyi Ruhlar (hollar voettir), kötü olanlaraysa Kötü Ruhlar (meinvoettir, úvoettir) deniyordu. İyi Ruhlar arasında, söz konusu ülkenin koruyucu perileri olan sözde Diyar Ruhları bulunuyordu. Diyar Ruhları, İzlanda’da çok rağbet görüyorlardı. En ilkel kanunnameye göre (Ulfljot’un Yasaları), Diyar Ruhları’nı korkutabilir diye pruvasında “ağzı açık ya da büyük burunlu bir hayvan” taşıyan savaş gemisinin herhangi bir İzlanda limanına demir atması yasaktı. İnsanoğlunun başına gelebilecek en talihsiz şey, Diyar Ruhları’nın düşmanlığını kazanmak olurdu. İntikam almak amacıyla ucunda hayvan kafası bulunan bir sopayı Erik Kanlı Balta’nın karşısında diken Egil Skallagrimsson da tam olarak bunu yapmıştı. Egil, Norveç’ten uzağa yelken açmadan önce kıyıdan fersah fersah ötede bir adada kıyıya çıktı. Hikâye şöyle devam ediyor: “Egil kıyıya ayak basarak adada yürüyüşe çıktı. Elinde fındık ağacından yapılmış bir sopa vardı, adanın anakaraya doğru bakan kayalık çıkıntısına doğru yöneldi. Bir at başını alıp bu sopanın ucuna sabitledi. Sonra belli sözcükleri (bir laneti) seçerek şöyle dedi: ‘Bu lanetli sopayı buraya dikiyorum, bu laneti Kral Erik ve Kraliçe Gunnhild’e çeviriyorum.’ Böyle dedikten sonra atın başını anakaraya doğru çevirdi. ‘Bu laneti bu ülkenin Diyar Ruhları’na çeviriyorum, öyle ki nihayetinde yoldan çıksınlar ve Erik ile Gunnhild’i bu diyardan sürsünler, bunu yapmadıkları sürece bir daha hiç kimse onları ya da nerede yaşadıklarını bulamasın.’ Bunun ardından sopayı bir gediğe soktu ve orada bıraktı. Sopa gibi atın başını da anakaraya doğru çevirmişti, ayrıca ettiği lanetin tüm sözcüklerini gösteren rünleri sopaya yazmıştı. Sonra gemisine binip yelken açtı.”
İyi Ruhlar arasına tüm Æsir, Vanir ve Işık Elfleri; Kötü Ruhlar arasına ise devler, cüceler ve Kara Elfler dahil edilebilir. Fakat Hıristiyanlığın gelişinden sonra ruhlar arasında bir ayrım yapılmadı, ya tümden kötü olarak kabul edildiler ya da onlara sadık olan kişinin selametini tehlikeye atacakları şüphe götürmez bir gerçek olarak görüldü. Katolik rahipler, insanların bu ruhlara olan güvenini yıkmak yerine, tüm ruh türlerine karşı nefret kusmayı içeren bir yolu tercih ettiler. Nihayetinde ilahiler, dualar ya da rahiplerin serptiği kutsal sular kullanılarak defedilen ve taşlar ya da tümsekler içindeki meskenlerinden kaçmak zorunda kalan ruhlarla ilgili bir dolu efsane türedi. Bahar mevsimi geldiğinde Yükseliş Haftası boyunca tıpkı Katolik Hıristiyanlığın hâkim olduğu diğer yerlerde olduğu gibi Kuzey’de de rahipler, törenlerle tarlalarda ve çayırlarda gezinip ellerindeki kutsal su ve haçla, dillerindeki dualar ve takdislerle ruhları işlenmiş topraklardan defetmeye çıkıyorlardı. Bu özel hafta[28 - Gangdaga-vika: “Alay haftası”.] boyunca birkaç alay günü[29 - Gangdagar.] düzenlenirdi. Bunlar dışında sabit iki alay günü daha vardı: 25 Nisan’da gerçekleştirilen “büyük gün” ve 1 Mayıs’da gerçekleştirilen “küçük gün”. Bu tür seromoniler doğrudan, ruhlara olan inancın devam etmesine olanak sağlıyordu. Hatta günümüzde bile “ruh tümsekleri” ya da hiç kimsenin dokunmaması gereken, ruhların yakın zamana kadar kendilerine sunulan yiyecekleri kabul ettikleri yerler olan “ruh ağaçları” ile alakalı gelenekler yerine getirilmeye devam ediyor.
Daha önemsiz doğaüstü yaratıklar hakkındaki yakın dönem hurafeleri arasında en yaygını elfler ve devlerle (Jutullar, Troller, Dağ Trolleri) alakalı hurafelerdi. İzlanda’daki hurafeler içinde çarpıcı bir yere sahip olan Huldre Folk[30 - Huldufólk: “Gizli halk”.] elflere örnek olarak verilebilir. Bu elfler görünüş olarak insanlara benziyorlardı. Yeraltında ya da dağların içinde yaşıyorlardı, insanlara karşı her zaman düşmanca yaklaşmıyorlar, hatta zaman zaman sıcakkanlı ve dost canlısı olabiliyorlardı. Bu sebepten dolayı onlara Dostlar[31 - “Sevgili”, “arkadaş canlısı” anlamına gelen ljúfr’dan türeyen Ljúflingar, lýflingar. Tıpkı Almancada lieb’den gelen Liebling kelimesi gibi.] dendiği de oluyordu. Norveçliler arasında da Gizli Halk ya da yeraltı halkı (tümsek halkı, dağ halkı) ile ilgili birçok hikâye bulunuyor, bunlardan en öne çıkanı ise Dağ Hanımı Huldre hakkında olanlar. Huldre, çoğu zaman kötü niyetli olsa da bazen insanlara karşı dostça bir tavır sergilediği de olurdu, örneğin bir çobana göründüğünde onunla konuştuğu veya dans ettiği görülürdü. Dağ hanımı, karşıdan bakıldığında çok güzeldi, mavi önlüğü ve beyaz keten başlığı da bu güzelliğe güzellik katıyordu. Arkadan bakıldığında ise korkunçtu, sırtının içi tıpkı bir oyuk gibi boştu ve hiç saklayamadığı bir kuyruğu vardı. Besili sığırlardan oluşan kocaman bir sürüye ve bu sürüyü güden köpeklere (huldre köpeklere) sahipti. Güzel şarkılar söyleyip güzel enstrüman çalardı ama şarkılarına her zaman bir melankoli hâkimdi. Ezgilere “Dağ Hanımı’nın Çalgıları” adı veriliyordu.
Yeraltı insanları, birbirlerinden çocuk sahibi olamıyorlardı. Bu sebeple genç erkekleri ve kadınları kendileriyle evlenmeleri için kandırmaya çalışırlardı. Ayrıca insan çocuklarını çalmak gibi kötü bir huyları da vardı, beşikteki bebeği kendi çocuklarıyla değiştirirlerdi. Bu çocuklara değiştirilmiş peri bebekler[32 - Eski Nors: skiptingr, víxlingr.] deniyordu.
Nix ve Su Ruhu diye adlandırılan ruhlar da vardı. Bu ruhlar genelde nehirlerde, göllerde ve kötü yaratıkların bulunduğu düşünülen bazı bölgelerde yaşarlardı. Örneğin Telemark’da yerel kayıtlara göre Nix, her sene bir insan kurban istiyor ve gece çöktükten sonra su kenarına yaklaşanları aşağı çekerek boğuyordu. Bu Su Ruhları, kural gereği art niyetsiz ve arkadaş canlısıydı. Keman çalma konusunda ustalardı, hatta bu ruhları sanat öğretmeleri için ikna etmek mümkündü. Sonsuz kurtuluşa dair bir ümitleri olmadığından genelde hüzün dolu canlılardı, ancak birisi kefaletlerini ödeme konusunda söz verdiğinde çok mutlu olurlardı. Keman çalmayı öğrettikleri zaman genelde ilahi kurtuluş talep ederlerdi. Nix’in inlediği ya da sızlandığı duyulursa bu birinin boğulmak üzere olduğuna dair bir işaret olarak kabul görüyordu. Nix, farklı farklı kılıklarla ortaya çıkma yetisine sahipti; bazen uzun saçlı yakışıklı bir genç, bazen bir cüce, bazen de gri sakallı bir yaşlı olabilirdi.
Okyanustaysa Deniz Adamı ve Denizkızı yaşıyordu. Onlar da hoş şarkılar söyleyip güzelce çalgı çalıyorlar, insanları yaşadıkları yere çekiyorlardı. Gelecekteki olayları görme yetisine sahiplerdi. Vücutlarının üst kısmı insan vücudunu, alt kısımları ise bir balığınkini andırıyordu. Denizkızları, yüzgeçli kuyruklarını sakladıkları sürece çok güzel görünüyorlardı.
Brownie (modern Norveççede Nisse) ruhlar arasında kendine has bir yere sahipti. Brownie, kırmızı şapkası ve gri kıyafetleriyle küçük bir çocuk ya da küçük bir adam gibi görünüyordu. Alnı her zaman ter içindeydi ve başparmakları da yoktu. Çiftlik binalarında dolaşır, kendisine ne kadar iyi davranılırsa çiftlik işlerine o kadar yardımcı olurdu. Öte yandan ev sahipleri tarafından gücendirilirse, onların başına büyük dertler açma kabiliyeti de vardı. Eğer Brownie yaşadığı yerden memnunsa seyise atları beslemesi için bir el atar, inekleri sağan kıza yardımcı olur, hatta yaşadığı çiftliği geçindirmek için komşulardan hem saman hem yemek çalardı. Ancak memnun değilse sığırları lanetler, yemeği çürütür ve evin başına türlü türlü uğursuzluklar getirirdi. Farklı çiftliklerden iki Brownie’nin saman çalarken birbirleriyle karşılaştıkları da olurdu, işte o zaman saman saplarıyla ateşli bir dövüş başlardı muhtemelen. İhtiyatlı köylüler, Noel Arifesi’nde Brownie için Noel pudingi ayırmayı ihmal etmezlerdi.
Uyuyan bir kişi, ne zaman göğsünde bir ağırlık hissetse ya da rahatsız edici rüyalar görmeye başlasa hiç şüphesiz bu Karabasan ya da Incubus’un iş üstünde olduğuna, o kişinin de Karabasan tarafından “ziyaret edildiğine” işaret ediyordu[33 - Eski Nors: mara trað hann: “Karabasan basması.”]. Bir anlatıya göre Karabasan’ın kafası yoktu, hatta aslında belli belirsiz kahverengi bir büzgüden fazlası değildi. Başka bir anlatıya göreyse Karabasan, geceleri ortalıkta dolaşan ve ağırlığını uyuyan kişi üstüne veren gerçek bir kadındı. Bu anlatıdaki Karabasan, gündüzleri normal insanlar olan ancak geceleri kurt şekline giren sözde kurt adamlardan çok da büyük bir farklılık göstermiyordu[34 - Almanca Werwolf, doğrudan “adam-kurt” anlamına geliyor: Bu kelime, Eski Nors dönemine kadar uzanıyor ve o dönemde vargulfr kelimesine dönüştürülmüş.]. Kurt şekline girdiklerinde kötülükler yapmak, uyuyan insanlara saldırmak, kilise mezarlıklarındaki cesetleri yemek ve parçalamak için ortalıklarda geziniyorlardı. İsveç’teki ilk Yngling krallarından biri olan Vanlandi’yle alakalı eski bir efsane, Huld adında bir cadının Karabasan şekline girerek kralı ziyaret ettiğini ve onu nefessiz bırakıp öldürdüğünü öne sürüyor. Atalarımızın böyle varlıklara olan inancı o kadar derindi ki Eidsifa Dinsel Kanunu şu satırları içeriyordu: “Eğer kanıtlar bir kadının Karabasan şekline girip herhangi birini ya da hizmetçilerini ziyaret ettiğini gösterirse, bu kadın ceza olarak üç İsveç markı ödemeli; eğer ödeyemiyorsa yaşadığı yerden sürülmeli.” Karabasan ve kurt adam, daha önce bahsedilen Karanlığın Yolcuları ve Gece Yolcuları’yla ilişkilendirilmişti, zaten sonraki dönemlerde bunlar arasında çok belirgin bir ayrım da yapılamamış. Dış görünüşünü gizleme yetisine, eski tabire göre “çoklu görüntüye” (eigi einhamr) sahip olan bir kişi zaman zaman “şekil değiştiren” (hamhleypa) olarak da anılıyordu.

Kahramanlar ve Valhalla’da Yaşam
Tanrıların kaderleri ve yaptıkları büyük işlerden sık sık söz ettik, bu kadar sık söz etmediğimiz şey ise dostları haline gelen insanlıkla birlikte Asgard’daki günlük yaşamı nasıl geçirdikleri. Freyja da Odin de huzurlarına çıkan kahramanları bizzat karşılıyorlardı. Freyja kahramanlarını Folkvang’da, Odin ise Vingolf ve Valhalla’da ağırlıyordu. Bu bölgelerin hangisinin tercih edildiği hakkında bir bilgimiz yok ama Odin ve kahramanların Valhalla’da nasıl vakit geçirdiğine dair kayıtlar var. İnsanlık Valhalla’yı, göçen kahramanların dinlenme yeri olarak görüyordu. Kahramanlar, buradayken günlerini neşe ve memnuniyet içinde geçiriyorlardı. Odin, bu kahramanları Valkürler aracılığıyla bizzat seçiyordu. Bu kahramanların çoğu belli başlı Æsir Tanrıları ya da onlarla tanışmak için sabırsızlanan eski cesur kahramanlar tarafından karşılanıyordu. Kahramanlar, Valhalla’da günlerce süren dövüşlerle ve ziyafetlerle eğleniyorlardı. Sabahları, zırhlarını kuşanıp birbirleriyle dövüşüp yine birbirlerini öldürmek için meydana yığılırlardı, ancak tabii ki hiç zarar görmemiş olarak tekrar dirilirler, yemek ve içmek için otururlar, çok yakın yoldaşlar olarak kalmaya devam ederlerdi. Kahramanlardan oluşan birlik çok büyüktü ve sayıları devamlı artıyordu, ama hiçbir zaman Sæhrimnir isimli domuzun etini bitirebilecek sayıya ulaşamıyorlardı. Aşçı Andhrimnir her gün bu boğanın etini Eldhrimnir isimli kazanda kaynatırdı ama akşam olunca hayvan tıpkı önceki günkü gibi canlı ve yaralanmamış haliyle ayaklanıyordu. Kahramanlar, Valkürler tarafından onlar için bardaklara konan biraları ve likörleri içiyordu. Aralarında yalnızca Odin ve onun seçtiği kişiler şarap içme onuruna erişiyordu. İçtikleri likörün tümü, Valhalla’nın çatısındaki Lærad isimli ağacın dallarını kemiren keçi Heidrun’un memesinden akıyordu. Likör, salonda bulunan devasa içki çanağını dolduruyordu ve tüm kahramanları sarhoş edebilecek bolluktaydı. Lærad, yalnızca tüm bu likörü bahşetme niteliğine sahip değildi, aynı zamanda Valhalla’nın çatısında ağacın gövdesini kemiren bir geyik de bulunuyordu. Eikthyrnir adındaki bu geyiğin boynuzları Vergelmir’e kadar uzanıyor; bereketli suları, diğer on üç nehirle birlikte Æsir’in su kaynağı olan on iki nehre taşıyordu.

Yozlaşma
Asgard ve Valhalla’nın henüz yeni inşa edildiği şafak vaktinde tanrılar; hayatlarını saflık, mutluluk ve huzur içinde geçiriyorlardı. Voluspá’da Æsir’in bu altın çağıyla ilgili, “Satranç oynadıkları bahçelerinde hayat güzeldi, altınları hiç eksik olmazdı,”diye yazıyor. Ardından üç büyük Thursar Kadını, Jotunheim’den çıkıp Æsir ve Vanir arasındaki nefreti körükledi. Kavgadaki halkalardan biri, Gullveig isimli kadının Valhalla’da yakılmasıydı: “Üç kez doğanı üç kez yaktılar ama o her defasında tekrar canlandı.” Æsir, barışın hâlâ korunup korunamayacağını konuşmak için birbirlerine danıştı. Artık çok geçti. Odin, mızrağını düşman hatlarına doğru savurdu ve tanrılar arasındaki ilk savaş böylece başladı. Æsir kalesinin surları delindi, bunun üzerine Vanir bu gedikten geçerek Asgard’a yığıldı. Nihayetinde Æsir ve Vanir arasında barış ilan edildi ki bu hikâye daha önce anlatıldı. Artık saflığın altın çağı sona ermişti. Tanrılar kendilerini korumak zorunda kalacaklardı, hatta bunu Yapı Ustası Dev’i kandırdıkları seferde olduğu gibi zaman zaman hileyle yapacaklardı. Skadi ve Gerd gibi bazı dev kadınlar Æsir’in meskenine girme hakkı kazandılar ve böylece Asgard’ın kutsallığı bozuldu. Huzur döneminin yerini çalkantılı savaş dönemi aldı ve tanrılar bu dönemde büyülü silahların yanı sıra kahramanların yardımına hiç olmadığı kadar çok ihtiyaç duydular. Tanrılar, artık dünyayı huzurun elçileri olarak yönetmiyorlardı, aralarında en öne çıkanları savaş tanrılarına dönüşmüştü. Bu dönem, yiğitçe eylemlerin ve hilebaz oyunların sıkça geçtiği birçok efsaneye yol açtı. Tanrılar, zafere ve şana giden yolda tökezlemeye başladılar. Yozlaşma, tanrılardan insanlara geçti. Savaş Tanrıçaları Valkürler, ölümlülerin diyarına at sürdüler ve barış bu diyarda da yalnızca dilden dile geçen bir hikâyeye dönüştü.

Tanrıların Hazineleri
Loki’nin kötülüğü aslında, Æsir’in devlerle olan savaşında onlara çok yarar sağlayan tüm değerli silahları ve hazineleri ele geçirme üzerine kuruluydu. Bir keresinde Loki, Sif’in tüm saçını kesti. Thor, neler olduğunu öğrenince Loki’yi ele geçirdi ve vücudundaki tüm kemikleri kıracağını söyleyerek onu tehdit etti. Loki, Kara Elflere gidip Sif’in kendi saçının tıpatıp aynısı gibi büyüyecek altından bir saç getireceğini söylediğinde Thor yumuşadı. Loki, bu vazifeyi yerine getirmek için Ivaldi’nin Oğulları olarak bilinen cücelere gitti. Ivaldi’nin Oğulları, yalnızca söz konusu saçı yapmakla kalmadı, aynı zamanda Skidbladnir adlı gemiyi ve Gungnir adlı mızrağı da yarattı. Loki sonrasında hemen başka bir cüce olan Brokk’a gitti. Brokk’un kardeşi Sindri’nin, bu üç hazine kadar değerli nesneler ortaya koyacak yeteneğe sahip olmadığını öne sürerek başının üstüne bahse girdi. Bunun üzerine Brokk ve Sindri demir ocağını hazırladılar. Sindri, ocağa bir domuz derisi koydu ve deriyi ocaktan alana dek Brokk’a ateşi körüklemesini söyledi. Sindri oradan ayrılmıştı ki bir sinek çıkageldi ve Brokk’un koluna konup cüceyi soktu, cüce buna rağmen ateşi körüklemeye devam etti. Nihayetinde Sindri deriyi ocaktan alınca, altın kılları olan bir yaban domuzu ortaya çıktı. Sonra ocağa biraz altın koydu ve tıpkı öncesinde olduğu gibi Brokk’a ateşi körüklemesini söyleyip oradan ayrıldı. O gider gitmez sinek de hemen geri döndü, Brokk’un ensesine konup öncekinden iki kat daha sert bir şekilde cüceyi ısırdı. Brokk, buna rağmen Sindri dönene kadar dayandı. Nihayetinde Sindri geri dönüp ocaktan altın yüzük Draupnir’i çıkardı. Sonra ateşe biraz demir koydu ve Brokk’a körüklemesini söyledi, eğer körüklemeyi bırakırsa nesnenin bozulacağını söyledi, ancak sinek tekrar çıkageldi. Brokk’un gözlerinin arasına kondu ve cücenin gözkapaklarını soktu; akan kanlar nedeniyle Brokk göremez olmuştu. Cüce ister istemez ellerinden birini, sineği kovmak için körükten ayırdı. Tam o sırada demirci cüce yetişti ve eserinin neredeyse çöp olacağını haykırıp demiri ocaktan kaldırdı; ocaktan çıkan şey bir çekiçti. Bu üç nesneyi de Brokk’a verip bir an önce Asgard’a gitmesini ve bahsin karşılığını istemesini söyledi. Æsir Tanrıları yargı koltuklarına oturdular. Loki ve Brokk arasındaki bahsin sonucuna Odin, Thor ve Frey karar verecekti. Loki hedefinden hiç şaşmayan Gungnir adlı mızrağı Odin’e, Sif’in başına konar konmaz kök salacak altın saçı Thor’a, rüzgârı her zaman lehine kullanan ve gerektiği durumda katlanıp cepte taşınabilen gemi Skidbladnir’i de Frey’e verdi. Brokk ise her dokuz gecede bir kendisi kadar ağır sekiz yüzük daha “doğuran” Draupnir’i Odin’e teslim etti. Frey’e de hem havada hem de denizde bütün atlardan çok daha hızlı giden, yoldayken kıllarından saçılan güçlü ışıkla karanlık bölgeleri ve hatta gecenin kendisini dahi aydınlatan Gullinbusti adlı yabandomuzunu verdi. Thor’a ise Mjöllnir adlı çekici sundu; Thor, bu çekiçle önüne çıkan her şeye ne kadar sert vurursa vursun çekicin üstünde tek çizik dahi oluşmazdı. Ayrıca bu çekiç nişan aldığı her şeyi vurur, sonrasında kendi gücüyle sahibinin eline geri dönerdi. Thor isterse bu çekici minicik olana kadar küçültüp cebinde taşıyabilirdi. Öte yandan bu çekicin bir kusuru vardı: Sapı azıcık kısaydı. Bu hazineler üstüne Æsir, bahsi kazanan kişinin Brokk olduğunu duyurdu, zira Mjöllnir’in gelişiyle birlikte Buz Devleri’ne karşı müthiş bir silah kazanmışlardı. Loki, başını kaybetmektense başka bir bedel ödemek istedi ama Brokk razı olmadı. “Öyleyse yakalayabiliyorsan yakala da görelim,” diyen Loki, lafı söyler söylemez gözden birdenbire kayboldu, çünkü hem havada hem de suda koşmasını sağlayan özel ayakkabılar giyiyordu. Cüce, Thor’dan Loki’yi yakalamasını istedi ve Thor da öyle yaptı. Sonunda Brokk tam Loki’nin başını kesmek üzereydi ki Loki, bahsin yalnızca başı üzerine olduğunu, boynuna zarar gelmemesi gerektiğini haykırdı. Bunun üzerine Brokk, Loki’nin dudaklarını birbirine dikmeye başladı. Kendi bıçağıyla bir kesik atamamıştı, ama kardeşinin çuvaldızıyla ufak delikler açtı ve bu deliklerden geçirdiği sırımla Loki’nin ağzını sıkı sıkı dikti. Bunu yaptıktan sonra da dikmek için kullandığı sırımı, Loki’nin dudaklarını yırtarak geri aldı[35 - Snorri’nin yazdığı Edda I, 340-346.].

İdun’un Kaçırılışı
Dev Kadını Skadi’nin Æsir arasına nasıl kabul edildiği ve babası Thjazi’nin cinayetinin bir telafisi olarak Njord’un Skadi’ye eş olarak verildiği hikâye zaten anlatıldı. Loki’nin hileleri bu olaylara doğrudan etki etmişti. Zamanında Loki ve Hoenir’i yanına alan Odin, yiyecek bulmanın çok zor olduğu dağlar ve çorak araziler üzerinden gidecekleri bir yolculuğa çıktı. Nihayetinde bir vadiye indiler ve bir sığır sürüsüyle karşılaştılar, sürüden birini kapıp ateş yaktılar ve eti kaynatmaya başladılar. Piştiğini varsayıp eti ateşin üstünden aldılar ancak et hâlâ çiğdi, bu yüzden bir süre daha kaynatmak zorunda kaldılar. İkinciye aynı şey olduğunda bu tuhaf olayın sebebinin ne olduğunu tartışmaya başladılar. O sırada bir ağacın altında oturuyorlardı ve tepelerinden gelen bir ses duydular. Bu ses, etin bir türlü pişmeme sebebinin ağaçta tüneyen canlı olduğunu söylüyordu. Daha dikkatlice bakınca ağaçta kocaman bir kartal olduğunu gördüler. Kartal, öküzün etiyle kendi açlığını da dindirirlerse etin çok geçmeden pişeceğini söyledi. Tanrılar buna rıza gösterdiler, böylece kartal aşağı doğru süzüldü ve etin hem ön butlarını hem de arka butlarını kaptı. Loki bunu görünce o kadar sinirlendi ki bir sopa alıp kartala vurdu. Bunun üzerine kartal uzaklara doğru uçmaya başladı ama sopanın bir ucu kartalın vücuduna âdeta yapıştı, diğer ucuysa Loki’nin elinde kaldı. Böylece Loki, kollarının kopacağını düşündüğü o âna kadar ağaçların ve tepelerin üzerinde sürüklendi. Merhamet etmesi için kartala yalvardı ama İdun’u ve elmalarını Asgard’dan kaçırmaya söz verene dek kurtulamadı. Ancak yemin edip kartalın bu isteğini gerçekleştireceğine söz verdikten sonra, dostlarının yanına dönebildi. Böylece Asgard’a geri döndüler. Kartal’ın Loki’ye verdiği süre dolmak üzereyken Loki İdun’a gidip Asgard’ın sınırlarının ötesinde bulunan ormanlık bir alanda çok özel elmalar keşfettiğini söyledi. Hiç şüphesiz İdun, bu elmaları almayı çok isterdi ve bunun için de elmaların keşfedildiği yere gitmesi gerekecekti. Üstelik karşılaştırmak için kendi elmalarını da yanına alsa iyi olurdu. Bunun üzerine İdun gözlerinin bağlanmasına izin verdi ve aniden kartal çıkagelip onu kaçırdı. Kılık değiştirmiş Dev Thjazi’den başkası olmayan bu kartal, İdun’u Thrymheim’deki meskenine taşıdı ve bir süre boyunca orada tuttu. Æsir, çok geçmeden İdun’un elmalarının yokluğunu hissetmeye başladı, çünkü saçları ağarmaya, bedenleriyse yaşlanmaya başlamıştı ve gençliklerini geri getiremiyorlardı. İdun’un ortadan kayboluşunu araştırmak için ciddi bir toplantıda bir araya geldiler. Sonra aralarından biri, İdun’un Loki’yle birlikte Asgard’ın dışına doğru yürüdüğüne şahit olduğunu söyledi. Tanrılar Loki’yi huzurlarına çağırarak onu ölümle ve korkunç işkencelerle tehdit ettiler. Loki o kadar korkmuştu ki Freyja doğan kılığını ödünç vermeyi kabul ederse şayet İdun’u geri getirebileceğine dair söz verdi. Bu isteği kabul edildi ve Loki doğan kılığında Jotunheim’e doğru uçtu. Tam da Thjazi’nin balık tutmak için denize açıldığı, İdun’un ise evde yalnız olduğu bir vakitte Thrymheim’e vardı. İdun’u bir cevize dönüştürdü ve onu yanına alır almaz uçabildiği kadar hızla uçmaya başladı. Ama çok geçmeden Thjazi eve döndü ve İdun’u bulamayınca kartal şekline bürünüp Loki’yi kovalamaya başladı. Kartal, doğanla olan arayı yavaş yavaş kapatıyordu. Æsir, iki kuşun birbirine iyice yakınlaştığını görünce, Asgard’ın surlarının dışına hemen bir talaş yığını yığdılar. Loki içeri girer girmez de bu talaşları aleve verdiler. Kartal zamanında duramadı ve doğrudan büyük ateşin içine daldı. Kanatları alev aldı ve uçmaya devam edemedi. Böylece Æsir Tanrıları, Thjazi’yi ele geçirdiler ve Asgard’ın kapılarının hemen girişinde onu öldürdüler.
Thjazi, en korkunç devlerden biriydi. Babası Olvaldi o kadar zengindi ki Thjazi ve iki kardeşi Idi ve Gang, mirası bölüşecekken altınları kucak dolusu bölerek ayırmak zorunda kalmışlardı. Thjazi’nin kızı Skadi, babasının ölümü için kefalet talep etmek için Asgard’a geldiğinde, bir eş seçme izni verildiğinde memnun kalmadı; aynı zamanda Æsir’in kendisini güldürmesini istedi ki bu neredeyse imkânsız gibi görülüyordu. Acil durumla ilgilenmesi için yine Loki’ye başvuruldu, bunun üzerine Loki bir keçiyle edebe aykırı münasebetlerde bulundu ve Skadi elinde olmadan gülmeye başladı. Sonrasında Odin, Thjazi’nin iki gözünü eline aldı ve gökkubbeye fırlattı, devin gözleri göklerde birer yıldız olarak kaldı[36 - Snorri’nin yazdığı Edda I, 208-214.].

Thor’un Jotunheim’e Yaptığı Talihsiz Yolculuk
Yıldırım Tanrısı Thor, devlerin en azılı düşmanıydı. Buna rağmen onlarla karşılaşmalarında galip çıkan her zaman o değildi. Günlerden bir gün keçileri ve Loki’yle beraber yol alıyordu, hava kararınca köylülerin yanında kalmaya karar verdiler. Thor burada keçilerini kesti, derilerini yüzdü ve yemek için hazırladı. Sonra köylü adamı, eşini, oğlunu ve kızını yemeğe ortak olmaları için davet etti, yalnız tüm kemikleri keçilerin derisinin içine koymalarını istedi. Yalnızca biri hariç hepsi bu isteğe boyun eğdi. Çiftçinin oğlu Thjalfi, iliği yemek için uyluk kemiklerinden birini kırmıştı. Şafak vakti gelince Thor uyandı, kıyafetlerini giydi, Mjöllnir’i havaya kaldırdı ve çekiciyle keçilerin derilerini kutsadı. Çok geçmemişti ki keçiler ayaklandı, tıpkı önceki günkü gibi capcanlıydılar. Fakat içlerinden birinin arka ayağı topallıyordu. Bunun üzerine Thor, köylünün ya da ailesinden birinin uyluk kemiğini kıracak kadar dikkatsiz davrandığını anladı. Öfkeyle kaşlarını çattı, çekicini öyle sıkı sıkı tutuyordu ki parmak boğumları bembeyaz kesildi. Köylü ve ailesi, merhamet dileyip telafi olarak ellerindeki her şeyi vermeyi teklif ettiler. Thor, karşısındakilerin ne kadar çok korktuğunu görünce öfkesi dindi ve yatıştı. Fidye olarak köylünün iki çocuğunu yani oğlu Thjalfi ve kızı Roskva’yı almayı kabul etti, o andan sonra bu ikisi Thor’u takip etmeye başladılar.
Keçileri köylüye bırakan Thor, Jotunheim’e olan yolculuğuna devam etmek için yola koyuldu. Önce kıyıya vardı, sonra okyanusun derinliklerini aştı ve beraberindekilerle birlikte bir kez daha karaya ayak bastı. Çok geçmeden büyük bir ormana vardılar, karanlık çökene kadar bu ormanda zikzak çizip durdular. Ayağı çabuk olan Thjalfi, Thor’un erzakla dolu heybesini taşıyordu. Yol boyunca yemek olarak toplayabilecekleri çok az şey vardı. Gece çökünce başlarını bir yere sokabilmek için etrafa bakındılar ve devasa bir baraka buldular, barakanın yan tarafındaki kapısı en az baraka kadar genişti. İçeri girdiler ve uyumak için uzandılar. Gece yarısı öyle şiddetli bir deprem oldu ki tüm bina adeta yerinden oynamıştı. Thor dostlarını uyandırdı ve orta duvardaki kapıyı göstererek daha küçük olan odaya gitmelerini söyledi, kendisiyse Mjöllnir’i eline alıp binanın eşiğine oturdu. Thor’un kulakları büyük bir patırtı ve velveleyle çınlıyordu. Sabah olunca dışarı çıktılar ve yakınlarda, ormanın içinde uzanmış muazzam cüsseli horlayan bir adam gördüler. Thor, gece duyduğu gürültüye sebep olan şeyin ne olduğunu anlamıştı. Güç kemerini iyice sıktı, ancak tam o sırada devasa adam uyandı ve (söylenene göre) Thor hayatında ilk kez hemen gücüne başvurmak istemedi. Bunun yerine adamın ismini sordu. Adam cevap verdi: “Adım Skrymir. Ben de senin adını sorardım ama gerek yok, çünkü senin Asa-Thor olduğunu biliyorum. Eldivenime ne yapmışsınız böyle?” Skrymir, bu sözleri söyler söylemez eğilip eldivenini yerden aldı. Thor, geceyi geçirdikleri barakanın aslında devin eldiveni olduğunu, küçük odanın ise başparmağı kısmı olduğunu fark etti. “Beraber seyahat edelim mi?” diye sordu Skrymir. “Olur,” dedi Thor. Yola çıkmadan önce iki grup ayrı ayrı kahvaltılarını yaptılar; Skrymir kendi heybesinden, Thor ve beraberindekilerse kendi heybelerinden yediler. Sonra Skrymir, yiyecekleri tek bir heybeye koymayı teklif etti. Thor bu teklife razı oldu, böylece Skrymir hem onların erzağını hem de kendi erzağını tek bir heybeye koyup omzuna attı. Skrymir, gün boyunca diğerlerinin önünden devasa adımlarla yürüdü, akşam olunca da kocaman bir meşe ağacı bularak gece yatacakları yeri belirledi. “Ben burada uyuyacağım, heybeyi alıp yemeğinizi yiyebilirsiniz,” dedi. Hemen sonra uykuya daldı ve şiddetle horlamaya başladı. Thor, heybenin düğümünü açmaya koyuldu ama başaramadı. O kadar çabalamasına rağmen çok vakit kaybedince öfkelenmeye başladı, Mjöllnir’i iki eliyle kavrayıp Skrymir’in kafasına vurdu. Skrymir uyanarak “Başıma bir yaprak mı düştü?” diye sordu. Ardından “Yemeğinizi yediniz mi?” dedi. “Evet, yedik,” diye cevap verdi Thor. “Biz de şimdi yatıyorduk.” Gece yarısı Thor, yine Skrymir’in horlayışıyla ayağa fırladı, tüm orman bu sesle yankılanıyordu. Devin yanına gitti, çekicini havaya kaldırdı ve alnına öyle bir darbe indirdi ki çekicinin ucu devin kafatasına kadar gömüldü. Skrymir uyanıp sordu: “Şimdi ne oldu? Başıma bir meşe palamudu mu düştü? Thor, sen ne yapıyorsun?” Thor, yeni uyandığını ve vaktin geceyarısını henüz geçtiğini söyleyip oradan uzaklaştı. “Ah ona üçüncü kez bir vurabilsem, işte o zaman bir daha asla gün yüzü göremez,” diye düşündü Thor kendi kendine. Skrymir tekrar uykuya dalana kadar bekledi. Günün doğmasına az bir zaman kala dev yeniden uykuya daldı ve Thor hemen devin yanına giderek tüm gücüyle şakaklarına darbe indirdi, öyle ki bu kez çekici sapına kadar devin kafatasına gömüldü. Skrymir uyandı, eliyle çenesini kaşıdı ve şöyle dedi: “Herhalde tepemdeki ağaçta kuşlar var, dalların üstünden kafama bir şey düşüp duruyor. Sen uyanık mısın Thor? Hadi, yola çıkma zamanı geldi, Utgard Kalesi zaten çok uzakta değil. Kendi aranızda konuşurken duydum, benim çok büyük olduğumu söylüyordunuz, ama Utgard’a vardığınızda benden çok daha büyük adamlar göreceksiniz. Ayrıca izin ver giderayak sana iyi bir tavsiye vereyim: Çok böbürlenme. Utgard-Loki’nin yanındakiler, çok böbürlenen küçük adamlara tahammül etmezler. Belki geri dönmek istersin ki bu yapabileceğin en akıllıca şey olur. Ama ille de gideceğim diyorsan doğuya doğru ilerle. Ben şurada gördüğün dağlara, kuzeye doğru gideceğim.” Skrymir, bu sözleri söyledikten sonra erzak heybesini omzuna atıp ormanın dışına doğru yürüdü. Thor ve yanındakiler, onun gitmesine çok memnun oldular.
Thor ve yoldaşları gün ortasına dek yürüdüler. Ardından açık arazinin ortasında yükselen bir kaleyle karşılaştılar, bu kalenin tepesini görebilmek için kafalarını öyle fazla kaldırdılar ki başları enselerine değiyordu neredeyse. Kalenin içine açılan geçitler demir parmaklıklarla kapatılmıştı, fakat küçük kapağın yanından içeri sokuldular ve kocaman bir salonla karşılaştılar, buraya doğru yürümeye başladılar. Kapı açıktı. İçeri girdiler ve muazzam boyutlardaki birçok adamın oturaklar üstünde oturduğunu gördüler. Kral Utgard-Loki de bu adamlar arasındaydı. Thor ve yoldaşları Kral’ı selamladılar, ama Utgard-Loki yalnızca küçümseyici bir kahkaha atıp karşısındaki minik adamın Binici Thor olup olmadığını sordu. “Hiç şüphesiz göründüğünden daha büyüksündür,” dedi. “Söyleyin bakalım, sen ve yoldaşların ne gibi işlerde iyisiniz? Ayırt edici bir yeteneği olmayan hiç kimse bizim konuğumuz olamaz.” Diğerlerinin arkasında dikilen Loki söz aldı: “Sonucunu görmeye dünden hazır olduğum bir yeteneğim var, buradaki hiç kimse benden daha hızlı yemek yiyemez.” Utgard Loki cevap verdi: “Birazdan öğreniriz.” Sonra Logi adındaki bir adama oturduğu yerden kalkıp öne çıkmasını, Loki’yle yemek yeme yarışı yaparak yeteneğini göstermesini emretti. Üstü et dolu büyük bir tahta içeri getirildi ve zemine bırakıldı. Et dolu tahtanın bir ucuna Loki, diğer ucuna Logi oturdu ve bütün güçleriyle yemeye başladılar. Nihayetinde tahtanın ortasında buluştular, fakat Loki yalnızca eti yerken; Logi etlerle birlikte kemikleri, bir de üstüne tahtayı yemişti. Dolayısıyla Loki yarışı kaybetti. “Şuradaki genç çocuk ne yapar?” diye sordu Utgard-Loki. “Ben de biriyle koşu yarışı yapmak isterim,” dedi Thjalfi. “Öyleyse çok hızlı koşman gerekecek,” oldu Utgard-Loki’nin cevabı. Sonra açıklığa giderek Hugi adındaki küçük bir adamdan, Thjalfi ile yarışmasını istedi. İlk yarışta Hugi o kadar öne geçti ki hedefe dokunup geri döndüğünde yolda Thjalfi’yle karşılaştı. “Eğer kazanmak istiyorsan bacaklarını azıcık daha açmalısın ama şu âna dek bizi ziyaret eden en hızlı koşucu sensin doğrusu,” dedi Utgard-Loki. İkinci yarışta Hugi hedefe dokunup geri dönmüştü ki Thjalfi’nin hâlâ koşacak epey mesafesi vardı. “Çok iyi, çok iyi ama üçüncü kez de koşsanız sonucun değişeceğini sanmıyorum,” dedi Utgard-Loki. Ardından bir kez daha koştular. Hugi hedefe dokunup geri döndüğünde, Thjalfi daha yolun yarısını bile tamamlayamamıştı. Herkes, bu yarışı da bitmiş olarak kabul etti. “Bizimle ne gibi bir yarışa girişebilirsin Thor? Güçlerin hakkında muhteşem övgüler duyduk,” dedi Utgard-Loki. “Aranızda içmek isteyen biri varsa, onunla içebilirim,” diye cevap verdi Thor. “Pekâlâ,” dedi Utgard-Loki. Ardından salona geri dönüp, içki taşıyıcısını çağırdı. Kusur işleyen adamları, büyük bir boynuzdan içki içmekle cezalandırılıyordu, işte bu boynuzun getirilmesini emretti. “Eğer biri bu boynuzu tek içimde bitirebilirse gözümüze girer; zira bazıları iki çekişte anca bitirebiliyor. Ancak üç çekişe ihtiyacı olan zayıf adamların aramızda barınması söz konusu olamaz.” Thor, baktığında boynuzun çok geniş olmadığını ama epey uzun olduğunu gördü. Çok susamıştı ve boynuzu dudaklarına götürüp kana kana içti, ikinci kez yudum almak için kafasını kaldırmasına gerek kalmayacağını düşünüyordu. Ancak ne kadar içebildiğine bakmak için durduğunda, sanki içkiyi hiç azaltamamış gibi geldi. “Güzel içtin ama çok fazla içtiğin de söylenemez. Doğrusu biri bana Asa-Thor’un aslında o kadar da iyi bir içici olmadığını söylese buna inanmazdım, eminim ikinci yudumunda boynuzu boşaltacaksın,” dedi Utgard Loki. Thor hiçbir cevap vermedi, alabileceği en büyük yudumu aldı; buna rağmen boynuzun öbür ucu hâlâ Thor’un düşündüğü gibi yukarı kalkmamıştı. Durup baktığında ilk içişinden daha da az içmiş gibi geldi, en azından artık boynuzun içindeki içki dökülmeden taşınabilecek bir seviyeye inmişti. “Üçüncü kez içmek ister misin bilemem ama çoğunu bıraktın zaten. Eğer diğer oyunlarda da bu kadar beceriksiz çıkarsan, Æsir içinde sahip olduğun büyüklüğü bizim aramızda kazanamazsın, haberin olsun,” dedi Utgard-Loki. Thor öfkelendi, boynuzu bir kez daha dudaklarına götürdü. Tüm gücüyle içmeye başladı, sınırlarını zorlayana dek içti. Durup baktığında içki seviyesinin çok az azaldığını görmüştü ama artık içmek istemiyordu. “Tahmin ettiğimiz kadar büyük bir adam olmadığın aşikâr. Belki şansını başka oyunlarda denemek istersin, zira görünüşe göre bu oyunda şansın yaver gitmedi, değil mi?” dedi Utgard-Loki. Thor cevap verdi: “Risk almaya hazırım. Fakat söylemeliyim ki buradaki gibi içseydim, evimde, Æsir arasında büyük övgüler kazanmıştım bile.” Utgard-Loki söze girdi: “Küçük çocuklarımız bazen kedimi yerden kaldırarak eğleniyorlar; bu çok küçük bir oyun, gelgelelim senin düşündüğüm kadar yüce olmadığını kendi gözlerimle görmesem böyle bir şeyi sana asla önermezdim.” Salonun zeminine büyük bir gri kedi getirildi. Thor öne çıktı, elinin birini kedinin göbeğinin altına koyup kaldırdı. Ama Thor ne kadar zorlarsa, kedi de o kadar yay biçimini alıyordu; Thor kolunu yukarı uzatabildiği kadar uzattı ama kedinin yalnızca tek bir patisi yerden havalanmıştı. Yani Thor, bu oyunu da kaybetmişti. Utgard-Loki pek fazla şaşırmadığını, çünkü Thor’un etraftaki adamlara kıyasla minik bir adam olduğunu söyledi. “Eğer çok küçük olduğumu düşünüyorsanız içinizden biri gelip benimle güreşsin, şu an gerçekten çok öfkeliyim,” diye cevap verdi Thor. Utgard-Loki söze girdi: “Bu salondaki hiçbir adam, seninle güreşme tenezzülünde bulunup kendini alçaltmaz ama yaşlı bakıcım Elli’yi çağırayım madem.” Bunun üzerine Elli adlı kadın geldi ve Thor ile güreş tuttu, fakat Thor ne kadar sıkı tutmaya çalışırsa çalışsın, Elli de o denli sıkı duruyordu; nihayetinde Elli kendi numaralarından birkaçını kullanmaya başladı ve Thor tek dizinin üstüne çökmek zorunda kaldı. “Sanırım bu kadar yeter, Thor buradaki hiç kimseye güreş konusunda kafa tutamazmış,” dedi Utgard-Loki. Bunları söyledikten sonra Thor ve yoldaşlarına oturacakları yerleri gösterdi. Thor ve dostları geceyi orada geçirdiler ve büyük bir misafirperverlikle ağırlandılar.
Sabah kalkıp yolculuklarına devam etmek üzere hazırlandılar. Utgard-Loki, bizzat gelip Thor ve yoldaşları için her türden yiyecek ve içecekle donatılmış bir masa hazırlanmasını istedi. Ardından yola çıktılar. Utgard-Loki, gruba kalenin dışına kadar eşlik etti. Tam ayrılacakları sırada Thor’a, bu seyahat hakkında ne düşündüğünü sordu. Thor, şanına şan katamadığını, üstelik geride bıraktığı şanın da yalnızca güçsüz bir adamın şanından ibaret olması yüzünden derin bir hayal kırıklığı yaşadığını söyledi. “Öyleyse sana doğruları söyleyeyim. Zira artık kalenin dışına çıkmış bulunuyorsun. Yaşadığım ve hükmettiğim sürece, asla ama asla bu kaleye tekrar girmene izin vermeyeceğim. Eğer ne kadar güçlü olduğunu bilseydim, en baştan girmene izin vermezdim, çünkü az kalsın başımıza büyük dertler açacaktın. Senin ve yoldaşlarının gözünü boyadık. Ormanda seninle karşılaşan dev aslında bendim. Heybeyi, nasıl açacağını tahmin edemeyesin diye trol demiriyle bağlamıştım. Sen farkında değildin, eğer koruma olarak hemen ileride göreceğin devasa dağı büyüyle aramıza sokmasaydım, bana vurduğun her darbe beni doğrudan öldürürdü. Şimdi o dağın üstünde her biri bir diğerinden derin üç çukur göreceksin, işte bu çukurların hepsi senin darbelerinin bıraktığı izler. Aynı şeyi oynadığımız oyunlarda da yaptım: Loki epey acıkmıştı ve çok iyi yedi, ama aynı anda hem eti hem de et tahtasını yiyen Logi (logi=ateş) önüne geçilemeyen yangından başkası değildi. Thjalfi’nin yarıştığı genç Hugi, benim düşüncelerimdi (hugr) ve tabii ki Thjalfi’den daha hızlıydı. Sen boynuzdan içmeye başladığında o kadar hayrete düştüm ki gözlerime inanamadım, çünkü boynuzun diğer ucunda okyanusun ta kendisi bulunuyordu. Eğer dikkatle bakarsan su seviyesinin alçaldığını görebilirsin, buna deniz çekilmesi diyoruz. Kediyi kaldırdığındaysa hepimiz telaşa düştük; aslında bu kedi tüm toprakları çevreleyen Midgard Yılanı’ydı, fakat sen onu öyle bir kaldırdın ki yılanın başı ve kuyruğu havaya kalktı. Elli’yle yaptığın güreşin de mucizeden farkı yoktu, çünkü yaşayan ve bundan sonra da yaşayacak herkes, onun (elli=yaşlılık) önünde diz çökmek zorunda. Artık ayrılıyoruz ve bence bir daha hiç dönmemen ikimiz için de hayırlı olur, çünkü gelecekte bu tür yeteneklere karşı kendimi savunmaktan çekinmem,” dedi Utgard-Loki. Thor, Utgard-Loki’ye vurmak için çekicini kaldırdı ama dev çoktan kaybolmuştu bile. Thor bir daha kaleyi göremedi, bu yüzden Thrudvang’a geri dönmek zorunda kaldı. Ancak çok geçmeden başka bir yolculuğa daha çıkacaktı ve bu kez kozlarını Midgard Yılanı’nın ta kendisiyle paylaşacaktı.

Thor’un Hymir’i Ziyareti
Thor’un Dev Hymir’i ziyareti, hem Manzum Edda’da (Hymiskviða) şiir biçimiyle hem de Snorri’nin yazdığı Edda’da nesir biçimiyle kendine yer buluyor. Edda’daki şiirde mit, Ægir tarafından verilen bir ziyafette toplanan tanrıların, büyülü sanatlar aracılığıyla Deniz Tanrısı’nın elinde bir sürü kazan olduğunu öğrenmesiyle başlıyor: Thor, Ægir’in Æsir’den aşağı olduğunu ima etmişti; bunun üzerine Ægir, intikam amacıyla Thor’dan, tüm Æsir’e yetecek kadar birayı tek seferde mayalayabileceği kadar büyük bir kazan bulmasını istedi. Tabii o zamana kadar hiç kimse bu kadar büyük bir kazanın varlığından haberdar değildi, ancak nihayetinde Tyr öne çıkıp Elivagar’ın doğu bölgesinde yaşayan babası Dev Hymir’in bir mil derinliğinde bir kazana sahip olduğunu söyledi. Ne var ki bu kazanı hileler yapmadan ele geçirmek imkânsızdı. Böylece Thor ve Tyr, Asgard’dan yola çıktılar; yolları üzerinde Egil isimli bir adamın evine vardılar. Keçileri buraya bıraktılar ve Hymir’in çiftliğine yayan devam ettiler, fakat oraya vardıklarında devin ava çıktığını öğrendiler. Salona girdiklerinde Hymir’in eşini gördüler, bu dev kadının tam dokuz yüz başı vardı. Hymir’in kızı, Tyr’ün annesi, her şeye rağmen onları nezaketle karşılayıp odada asılı olan sekiz devasa kazanın arkasına sakladı, çünkü (söylenene göre) Hymir ziyaretçilerden pek hoşlanmazdı. Epey süre sonra Hymir eve geldi. Eşiğe adımını attığında, donmuş sakalından sarkan buz saçakları çınlayan bir ses çıkardı. Kızı, Hymir’i hoş sözlerle karşıladıktan sonra Thor ve Tyr’ün onu görmeye geldiğini söyledi: “İşte şuradalar, merdivenin altındaki kolonun ardında saklanıyorlar.” Dev Hymir, delici bakışlarıyla öyle öfke saçmıştı ki kolon hemen oracıkta paramparça oldu ve kiriş ikiye ayrıldı; yere düşen kazanlardan biri hariç hepsi tuzla buz oldu. Kırılmayan kazan çok özenle dövülmüştü. Thor ve Tyr, artık saklandıkları yerden çıkmışlardı. Hymir, devlerin amansız düşmanını kendi çatısı altında bulduğu için huzursuzdu. Akşam yemeği için üç öküz kesildi ve Thor tek başına ikisini yedi. Ertesi gün Hymir, gerçekten yemek isteyecekleri bir şeyler bulmak için ava çıkmayı önerdi. Öte yandan Thor, eğer Hymir yemi ayarlarsa bir tekneyle denize açılabileceklerini öne sürdü. Hymir kendi sığır sürüsünü işaret etmişti ki Thor hemen gidip kocaman siyah boğanın kafasını kopardı. Böylece Thor ve Hymir denize açıldı, o kadar açılmışlardı ki dev telaşa kapılmaya başladı, ardından balık tutmaya başladılar. Hymir tek çekişte denizden iki balina çıkardı, bu sırada teknenin kıç tarafında oturan Thor, kancaya boğanın kafasını taktı ve Midgard Yılanı’nın yemi yutması için beklemeye koyuldu. Tabii çok geçmeden Yılan, yemi yutup kancaya takıldı. Thor, yakaladığı hayvanı teknenin kenarına kadar çekti ve yılana çekiciyle öyle bir vurdu ki darbenin sesiyle dağlar yankılandı, tüm diyar sallandı. Fakat oltanın ipi koptu ve Midgard Yılanı tekrar denizin derinliklerine indi. Eve doğru kürek çekerlerken Hymir asabi asabi oturuyordu, tek kelime söylemedi. Karaya ayak bastıklarında, Thor’dan ya tekneyi çekmesini ya da içindekileri içeri taşımasını istedi, iki türlü de onun gücünü test etmeyi düşünüyordu. Bunun üzerine Thor, teknenin baş kısmından tuttu ve içindeki sintineyi dökmeden tekneyi karaya çekti; ardından kürekleri ve kovaları alıp götürdü, en sonunda da balinaları sırtlayıp sanki çocuk oyuncağıymış gibi eve taşıdı. Hymir yine de ikna olmamıştı. Thor, hem tekneyi hem de içindeki yükleri taşıyacak kadar güçlüydü, ama Hymir’in kadehini parçalayabilecek güce sahip miydi, işte orası belli değildi. Thor, bu kadehi taştan bir kolona fırlattı, kolon kırıldı ama kadehe hiçbir şey olmadı. Bunun üzerine Tyr’ün annesi Thor’a, kadehi Hymir’in taş gibi sert alnına fırlatmasını önerdi. Thor söyleneni yaptı ve bu kez kadeh paramparça oldu, devin alnındaysa çizik bile yoktu. Hymir, kadehi kırıldığı için üzgündü ama yine de bir mil derinliğindeki kazanı evin dışına taşıyabilirlerse onu alabileceklerini söyledi. Kazanı kaldırmayı önce Tyr denedi, ama bir santim bile kıpırdatamadı. Thor, bu vazifeyi de üstlenmek zorunda kalmıştı. Kazanı öyle sıkı sıkıya kavradı ki ayakları zemine gömülüyordu. Nihayetinde kazanı başının üstüne kaldırmayı başardı ama kazan çok büyüktü, öyle ki tutacakları Thor’un topuklarına çarpıp şangır şangır sesler çıkarıyordu. Aceleyle arkasına bile bakmadan büyük bir mesafe kat eden Thor, bu şekilde gidiyordu ki bir süre sonra Hymir ve Çok Başlı Devler’den oluşan bir ordunun doğu tarafından yuvarlanan bir kaya gibi hızla geldiğini gördü. Kazanı omuzlarından attı, çekicini savurdu ve gruptaki herkesi öldürdü. Daha epey yolu varken keçilerinden biri, ayağındaki sakatlık yüzünden sendeleyip yere düştü, bu aksilik hilebaz Loki’nin suçuydu[37 - Loki, Egil’in oğlu Thjalfi’yi, uyluk kemiğini kırması için teşvik etmiş olabilir. Bu olayların geçtiği sözde zamanlara dair, Edda şiirlerinde hiçbir detay verilmemiş. Yalnızca “dağda yaşayan kişinin” bu zararı kendi çocuklarıyla “telafi ettiği” söyleniyor.]

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403402?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Eski Edda bu kitapta Manzum Edda, Yeni Edda ise Nesir Edda adıyla anılacak.

2
Tekil Áss, çoğul Æsir; genitif Ása.

3
Hoenir.

4
Árvakr, “erken uyanan”; Alsviõr, “süratli olan”.

5
“Soğutan”

6
Gylfaginning’den alıntılanan bu isimler, görece geç bir dönemde Hıristiyanlıktaki teslis inancının etkisi altında gelişen bir “kutsal üçlülük” barındırıyor.

7
İki isim de “açgözlü” anlamına geliyor.

8
Örneğin Starkad ve Vikar’ın öyküsü.

9
Bremenli Adam’ın anlatısını temel alan Hans Dedekam, Oseberg’de keşfedilen halı dokumalarının üstünde çalışarak, insanların asıldığı ağaçların şeklini inceleyip “kurban ağaçlığı” olarak kullanılan bir korunun varlığını tespit etti. Makalesi için bknz: Odins troe, in Kunst og haandverk. Nordiske studier (Christiania 1918).

10
Norveççe torden, Tor-dønn.

11
“Dişini gıcırdatan”

12
“Domuz dişli”ya da “İki dişinin arası seyrek olan”

13
Oku-pórr kelimesi “sürmek” ya da “binmek” anlamlarından geliyor.

14
Dale-Gudbrand’in Thor tasviri. Thorolf Mostrarskegg’in Hordaland’dan İzlanda’ya göç edince inşa ettiği Thor tapınağı vs.

15
“Uzaklara ışık saçan”.

16
Saga of Hakon the Good, Snorri, 14. bölüm.

17
“Hanımefendi” anlamına gelir.

18
Liggja í søkk ya da í søkkva deyiminde geçen søkkr ya da søkkvi, yani “depresyon hali” anlamına geliyor. Muhtemelen Fensalir için kullanılan bir başka tabir.

19
Vár, “söz”, “yemin”; Almancadaki wahr (doğru) ile ilişkilendirilir.

20
Snotr (bilge, münasip davranışı bilen, alımlı) kelimesinden geliyor.

21
İsimleri; valr, “düşmüş, ölmüş” ve kjósa, (zarf olarak) kørinn, korinn, “seçmek”ten geliyor.

22
Bazı bilginlere göre ölüm tanrıçaları, diğerlerine göre doğa tanrıçaları.

23
Ynglinga Saga, 29. Bölüm, Kral Adils’in Ölümü anlatısında geçen Disarsalr.

24
Bir tür tapınak olan Horgr’dan geliyor.

25
Eski Nors kári, Norveççe lehçede kåre, “ani rüzgâr”

26
Fjor, “yaşam”; svartr, “siyah”.

27
Hel, tanrıça olan kişiliği; Hell (cehennem) ise hükümdarlığını tanımlamak için kullanıldı. (ç.n.)

28
Gangdaga-vika: “Alay haftası”.

29
Gangdagar.

30
Huldufólk: “Gizli halk”.

31
“Sevgili”, “arkadaş canlısı” anlamına gelen ljúfr’dan türeyen Ljúflingar, lýflingar. Tıpkı Almancada lieb’den gelen Liebling kelimesi gibi.

32
Eski Nors: skiptingr, víxlingr.

33
Eski Nors: mara trað hann: “Karabasan basması.”

34
Almanca Werwolf, doğrudan “adam-kurt” anlamına geliyor: Bu kelime, Eski Nors dönemine kadar uzanıyor ve o dönemde vargulfr kelimesine dönüştürülmüş.

35
Snorri’nin yazdığı Edda I, 340-346.

36
Snorri’nin yazdığı Edda I, 208-214.

37
Loki, Egil’in oğlu Thjalfi’yi, uyluk kemiğini kırması için teşvik etmiş olabilir. Bu olayların geçtiği sözde zamanlara dair, Edda şiirlerinde hiçbir detay verilmemiş. Yalnızca “dağda yaşayan kişinin” bu zararı kendi çocuklarıyla “telafi ettiği” söyleniyor.
İskandinav Mitolojisi Peter Andreas Munch
İskandinav Mitolojisi

Peter Andreas Munch

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Tanrılar ve Kahramanların Efsaneleri

  • Добавить отзыв