İnsanlığın yeme tarihi
Tom Standage
Altı Bardakta Dünya Tarihi‘nin yazarından insanlık tarihine dair doyurucu bir başvuru kaynağı.
Besin, tarihte karın doyurmaktan çok daha fazlasını yapmıştır. İmparatorlukların kurulmasına yardım eden, sanayileşmeye katkı sağlayan, savaşların kaderini tayin eden ve bu sayede insanlığın gelişimine yön veren bir teknolojik araç olmuştur. Tom Standage, Çin’de M.Ö. 7500’de çiftçiliğin ortaya çıkışından, günümüzde yakıt üretimine kadar, toplumları şekillendirmede ve dönüştürmede besinin oynadığı rolü gözler önüne seriyor. Bunu yaparken arkeoloji, antropoloji ve iktisat gibi alanlardan yararlanıyor.
“Toplumların dönüşümünde besinin oynadığı role dair göz kamaştırıcı bir tarih. “
–Financial Times
“Standage bu eserinde besinin hayatımızda oynadığı kritik rolün altını başarıyla çiziyor. “
–Washington Post
“Standage bize besinde nelerin değiştiğini değil, besinin neleri değiştirdiğini gösteriyor.”
–New Scientist
Tom Standage
İNSANLIĞIN YEME TARİHİ
Çiftçiler birleşip ürettikleri fazla ürünleri ticaret ve dolaşım aracı olarak kullandılar. Bu durum insanların tarımı bırakıp örgütlü toplumlara ve kentsel yaşama geçmelerini mümkün kıldı. Standage Avrupa, Asya ve Amerika kıtası üzerinden bu hikâyenin izini sürmekle kalmıyor, insanlığın gelişiminin özenli ve sade bir dökümünü de veriyor… Standage ayrıca Napolyon Savaşları ve Sovyet Devleti’nin çöküşü gibi kimi tarihi olayların temelinde yatan besin tahsisinin bilinmeyen yönlerini de su yüzüne çıkarıyor.
–Booklist
Standage bu kitabında açlık gibi insanın vazgeçilmezlerinden biri olan olguyu yansıtmakla kalmıyor, bunun tarihteki dönüştürücü ve temel olayların arkasında yatan itici güç olduğunu da gösteriyor… Kitabın belki de en ilgi çekici bölümü son bölüm; burada yazar teknolojik gelişimin güdüsü olarak modern tarımın ihtiyaçlarının oynadığı rolün farklı veçhelerine eğiliyor. Standage ayrıca yeşil devrimin bugün karşı karşıya kaldığı güçlüklerin de bir dökümünü sunuyor.
–Library Journal
Standage bu eserinde besinin hayatımızda oynadığı kritik rolün altını başarıyla çiziyor. Binlerce yıl önce tarımın ortaya çıkışı ilk toplumların gelişimini şekillendirdi; bugün bu, küresel düzeyde yürütülen ticaret ve çevre meseleleri hakkındaki tartışmalarla aramızdaki bağı kuruyor. Kitap ayrıca, gastronom Brillat-Savarin’in herkesçe bilinen sözünün bir kanıtı gibidir: “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
–Jane Black, Washington Post
Toplumların dönüşümünde besinin oynadığı role dair göz kamaştırıcı bir tarih; ayrıca tarihin çoğu zaman görmezden gelinen bir yönünün sıra dışı ve üstün bir hikâyesi.
–Sir Crispin Tickell, Financial Times
Besine kültürel değişimin bir katalizörü olduğu yönünde yapılan vurgu Standage’i, dünyaya bitkilerin gözünden bakan Michael Pollan’dan ayırıyor. Standage bize besinde nelerin değiştiğini değil, besinin neleri değiştirdiğini gösteriyor. Ayrıca sadece bir besinin tarihi yürütmesi ya da ona kılavuzluk etmesi de söz konusu değildir. Adam Smith yaşasaydı belki buna besin ekonomisinin “görünmez çatalı” derdi.
–New Scientist
Bu kitap besin üretimi, besin kullanımı ve besin ticaretinin dünyayı toplumsal, ekonomik ve siyasi yönden nasıl etkilediği ve besinin geleceğimizde nasıl yer edineceği konularına ilgi duyanlara bir başvuru kaynağı niteliğindedir.
–New Agriculturist
Bu özlü eser (…) “besin tarihi ve dünya tarihi arasındaki kesişme noktaları üzerine odaklanıyor.” Ama Standage’in ilgilendiği tek alan tarih değil. Yazar, genetiği değiştirilmiş organizmalardan gıda ve yoksulluk arasındaki ilişkiye, yerel gıda hareketlerinden tarıma uygulanan modern yöntemlerin çevresel etki ve sonuçları, ve gıdanın siyasallaşması konularına kadar bugün tartışmakta olduğumuz meselelerin aydınlatılmasında bizlere geniş bir perspektif sunuyor… İkna edici, bilgilendirici ve kavrama becerisi güçlü bir eser.
–Kirkus Reviews
Yemekteki ve diğer her şeydeki partnerim Kirstin’e
GİRİŞ GEÇMİŞİN HARCINDAKİLER
İnsanlığın tek bir tarihi yoktur; insan yaşamının farklı yönlerinin ayrı ayrı tarihleri vardır.
—KARL POPPER
Ulusların kaderi, kendi besinlerini seçişine göre çizilir.
—JEAN-ANTHELME BRILLAT-SAVARIN
Geçmişe farklı şekillerde bakmanın yolları vardır. Geçmişe bakış, önemli tarihlerin, peşi sıra gelen krallar ve kraliçelerin, imparatorlukların yükselişi ve çöküşünün bir listesini çıkarma biçiminde de olabilir; siyasi, felsefi, teknolojik gelişimin bir anlatısı biçiminde de. Bu kitap, tarihe bütünüyle farklı bir perspektiften; besinin sebep olduğu, mümkün kıldığı ve etkilediği dönüşümlerin perspektifinden bakmayı amaçlıyor. Tarih boyunca besin, karın doyurucu özelliğinin çok ötesinde bir işlev görmüş; sosyal dönüşümün, toplumsal örgütlenmenin, jeopolitik rekabetin, endüstriyel gelişimin, askeri çatışma ve iktisadi büyümenin bir katalizörü olmuştur. Tarih öncesinden bugüne yaşanan bu dönüşümlerin hikâyesi, bize bütün bir insanlık tarihini içine alan bir anlatı sunmaktadır.
Besinin tarihteki ilk dönüştürücü rolü, uygarlıkların temelini oluşturmada kendisini gösterir. Tarımsal üretimin benimsenmesi, yerleşik yaşamı mümkün kılmış ve insanlığın modern dünyaya geçişinin yolunu açmıştır. Ancak ilk uygarlıkların beslenmesine yarayan Yakın Doğu’daki arpa ve buğday, Asya’daki darı ve pirinç ve Amerika kıtasındaki mısır ve patates gibi besin maddeleri tesadüfen keşfedilmemiş, bunlar ilk çiftçiler tarafından istenen özelliklerin seçilip üretilmesi gibi gelişkin bir evrimsel sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. Aslına bakılırsa bu besin maddeleri birer “buluş” kabul edilmelidir. Çünkü bilinçli bir şekilde ekilip biçilen bu besin maddeleri, insanın doğaya müdahalesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Tarıma geçişin hikâyesi, bir bakıma, eski genetik mühendislerinin uygarlığı mümkün kılan etkili araç ve gereçleri nasıl geliştirdiklerinin hikâyesidir. İnsanlık, süreç içerisinde, bitkileri değişime uğratmış, bitkiler de insanı dönüştürmüştür.
Tarihsel süreç içerisinde besin, uygarlıkların temeli olan toplumların şekillenip yapılanmasında toplumsal örgütlenmenin bir aracı olarak rol oynamıştır. Avcı-toplayıcı topluluklardan ilk uygarlıklara değin kadim toplumların siyasi, ekonomik ve dini yapıları besin üretim ve dağıtım sistemlerine dayanıyordu. Tarımsal alanda artı ürünün ortaya çıkışı ile besin depolama ve sulama sistemlerinin gelişimi, siyasi merkezileşmeyi beslemiş; bu süreçte tarımsal verimlilikle ilgili ritüeller devlet dinine evrilmiş; besin, ödeme ve vergileme vasıtasına dönüşmüş; şölenler nüfuz edinme ve saygınlık kazanma amacına hizmet etmiş, besin yardımında bulunma ise iktidar yapılarının tanımlanması ve pekiştirilmesi işlevini yerine getirmiştir. Antik dünyada paranın icadından çok daha önce besinler birer zenginlik simgesiydi, besinlerin kontrolünü elde tutmak ise iktidarı elde tutmakla eş anlamlıydı.
Besin, dünyanın farklı yerlerinde uygarlıkların ortaya çıkışı ve bunlar arasındaki bağlantıların kurulmasında aracı bir rol üstlenmiştir. Besin ticaretinin yapıldığı güzergâhlar, ticari olduğu kadar kültürel ve dini alışverişlerin de geliştirilmesinde uluslararası bağlantı ağları olarak işlev görmüştür. Eski Dünya’ya uzanan baharat yolu, mimarlık, bilim ve din gibi pek çok alanda kültürlerarası kaynaşmaya öncülük etmiştir. İlk coğrafyacılar uzak diyarların halklarına ve kültürlerine ilgi duymaya başlamış, böylece dünya haritası yapma konusunda ilk çalışmaları başlatmışlardır. Besin ticaretinin yol açtığı belki de en büyük dönüşüm, Avrupa’nın Arap baharat tekelini kırma konusundaki isteğinde görülür. Bu da Yeni Dünya’nın keşfine; Avrupa, Amerika ve Asya arasındaki ticaret yollarının açılmasına ve Avrupa devletlerinin ilk kez koloniler kurup buralara kendi denetim merkezlerini yerleştirmelerine yol açmıştır. Böylece dünyanın ana hatları da ortaya çıkmaya başlamıştır.
Avrupalı ülkeler küresel imparatorluklar inşa etmede birbiriyle yarış halindeyken besin, insanlık tarihinde büyük bir değişime yol açtı. Bu büyük değişim, sanayileşme ile iktisadi gelişmedeki dev atılımlarda kendisini göstermiştir. Sanayi Devrimi’nin temelinin atılmasında şeker ve patatesin en az buhar makinesi kadar etkisi olmuştu. Batı Hint adalarındaki (Karayipler) işletmelerde köle emeğine dayalı şeker üretimi, sanayileşme sürecinin ilk örneği kabul edilir. Bu dönemde patates de tahıl ürünlerine göre daha fazla kaloriye sahip olduğu için Avrupalılar arasında temel bir besin maddesi olarak yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Şeker ve patates, sanayi döneminin yeni fabrikalarında çalışan işçiler için ucuz besinin sağlanmasında rol oynamıştır. Bu sürecin ilk başladığı yer olan Britanya’da, ülkenin geleceğinin tarıma mı yoksa sanayiye mi dayanacağı üzerine yapılan hararetli tartışmalar 1845 yılındaki İrlanda Patates Kıtlığı sonucunda beklenmedik bir şekilde kesin çözüme kavuşmuştur.
Besinin bir savaş aracı olarak kullanımı, geçmişten bu yana sürekli devam eden bir durumdur. Ancak 18. ve 19. yüzyılların büyük askeri çatışmaları, bu durumu yeni bir düzeye taşıdı. Besin, Amerika Birleşik Devletleri’nin kaderini tayin eden iki savaşın sonucunun belirlenmesinde kritik bir rol oynadı. Bu savaşlardan biri, 1770’lerden 1780’lere dek süren Amerikan Bağımsızlık Savaşı; diğeri ise 1860’ların Amerikan İç Savaşı’dır. Bu arada Avrupa’da Napolyon’un yükselişi ve düşüşü de imparatorun devasa ordularını besleyebilme becerisiyle yakından bağlantılıydı. 20. yüzyılda savaşların mekanizasyonu konusunda, motorlu araçların yakıt ve mühimmat ile beslenmesi, tarihte ilk kez, askerlerin beslenmesinden çok daha önemli bir mesele haline geldi. Ama sonra besin, kapitalizm ile komünizm arasındaki Soğuk Savaş yıllarında çekişmenin sonucunu tayin etmede ideolojik bir silah olarak yeni bir rol üstlendi. Günümüzde ise besin, aralarında ticaret, kalkınma ve küreselleşmenin yer aldığı meselelere dair bir savaş alanına dönüşmüş bulunmaktadır.
20. yüzyılda, tarıma uygulanan bilimsel ve endüstriyel yöntemler, hem gıda arzında muazzam bir artışa, hem de dünya nüfusunda büyük bir patlamaya neden oldu. “Yeşil Devrim” olarak adlandırılan devrim, çevresel ve toplumsal problemlere yol açmış olsa da bu devrim sayesinde gelişmekte olan ülkeler, 1970’ler boyunca büyük ölçekli bir kıtlık yaşamaktan kurtuldu. Yeşil Devrim, gıda arzının nüfustan çok daha hızlı bir şekilde artmasını sağlayarak, yüzyılın bitiminde, Asya’nın şaşırtıcı derecede hızlı sanayileşmesinin yolunu açtı. Sanayi toplumundaki insanlar, tarım toplumundaki insanlara kıyasla daha az çocuk sahibi olma eğilimine sahipken, 21. yüzyılın sonuna doğru insan nüfusunun en üst noktaya ulaşacağı görülmektedir.
Bu zamana kadar, kişisel besin maddelerinin, yeme-içmeyle ilgili âdet ve geleneklerin ve ulusal mutfakların gelişiminin hikâyesi, büyük ölçüde anlatılmış bulunmaktadır. Ancak besinin dünya tarihine etkisinin ne olduğu sorusuna çok az dikkat çekilmiştir. Bu kitap, ne tarihi anlamada herhangi bir besinin kilit rol oynadığı türünden bir iddiaya sahiptir, ne de besinin ya da dünyanın bütün bir hikâyesini özetleme girişimine. Bunun yerine genetik, arkeoloji, antropoloji, etnobotanik ve ekonomi gibi bir dizi disiplinden yararlanmakla birlikte özel olarak besin tarihi ile dünya tarihi arasındaki kesişme noktalarına odaklanarak basit bir soru sormaya çalışmaktadır: Modern dünyanın şekillenmesinde hangi besinler, hangi kritik rolleri oynamıştır? Genetiği değiştirilmiş organizmalar etrafında yürütülen tartışmalar; gıda ve yoksulluk arasındaki ilişki; “yerel” gıda hareketlerinin yükselişi; biyoyakıt üretiminde tarım ürünlerinin kullanımı; siyasi desteği sağlamanın bir aracı olarak besinin oynadığı rol ve modern tarımın çevresel etkisinin azaltılmasının yolları gibi besin üzerine yapılan bir dizi tartışmanın aydınlatılmasında uzun vadeli bir tarihsel perspektife sahip olmak, şüphesiz bize yeni bir alan açacaktır.
İlk kez 1776’da yayımlanan Milletlerin Zenginliği [The Wealth of Nations] adlı kitabında Adam Smith, kendi çıkarı peşinde koşan bireyleri belirlemede piyasa güçlerinin görünmeyen etkisini, herkesin çok iyi bildiği gibi bir “görünmez el”e benzetmişti. Besinin tarih üzerindeki etkisi de benzer şekilde, tarihteki bazı kritik süreçlerde olduğu gibi insanlığı kışkırtıp onun kaderini belirleyen bir “görünmez çatal”a benzetilebilir. Geçmişte yapılan besin tercihlerinin oldukça etkili sonuçları olmuştur; bu tercihler, bugün içinde yaşadığımız dünyanın şekillenmesinde önemli bir paya sahiptir. Dikkatli bir göz besinin geçmişten bugüne uzanan etkisini etrafımızda görebilir; hem bu sadece mutfakta, yemek masasında ya da süpermarkette karşımıza çıkmaz. Her ne kadar bize garip görünse de, besinin insan ilişkilerinde önemli bir yeri vardır. Aslına bakılırsa böylesi bir anlamının olmaması çok daha garip olurdu. Nihayetinde tarih boyunca insanların yaptığı her şey, tamamen, besine bağlı olmuştur.
1. Bölüm
Uygarlığın Yenebilir Kaynakları
1
Tarımın İcadı
Çiftçilerle ilgili araştırma yapanların, yetenekli çiftçilerin ellerinde bulunan az sayıdaki aletle harikulade işler yaptıklarını fark edince büyük bir şaşkınlık yaşadıklarını gözlemledim. Aslına bakılırsa çiftçilerin zanaatleri basittir ve nihai sonuca neredeyse tamamen bilinçsizce ulaşmışlardır. Onların zanaati, her zaman bilinen en iyi çeşitleri yetiştirmek, bunların tohumlarını ekmek ve ne zaman biraz daha iyi bir çeşit üretirlerse, ötekilerden vazgeçerek bu çeşide yönelmektir.
–CHARLES DARWIN, Türlerin Kökeni
Teknoloji Olarak Besin
Doğanın cömertliğini bir mısır koçanından daha iyi ne anlatabilir ki? Hiçbir sorun çıkarmadan sapından kolayca koparılabilmesinin yanında, tatlı ve besleyici taneleri ile paketlenmiş bir bitkidir mısır. Diğer tahıllara kıyasla hem daha iri hem de sayısız taneden oluşur. Dahası, etrafı kendisini zararlı böceklerden ve nemden koruyan yapraksı bir kabukla sarılıdır. Mısır ilk bakışta doğanın bir armağanı gibi görünür. Hatta doğa, bunu bize bir “paket” içerisinde sunar. Ancak görünüşler aldatıcı olabilir. Ekili bir mısır (ya da başka bir ürün) tarlası aynı bir mikroçip, kitap ya da füze gibi insan elinin bir ürünüdür. Her ne kadar bugün çiftçiliğin doğal bir şey olduğunu düşünsek de, on bin yıl önce bu yeni ve alışılmadık bir gelişmeydi. Ufuk çizgisine doğru düzgünce uzanan ekili tarlalar, Taş Devri’nin avcı-toplayıcılarına muhtemelen tuhaf ve sıra dışı bir durum olarak görünürdü. Üzerinde tarım yapılan toprak, bize, teknolojik olduğu kadar biyolojik bir temel de sağlar. Dahası, insanın varoluşuna daha genel bir açıdan baktığımızda, sözünü ettiğimiz teknolojilerin (tarımsal ürünler) insanlık tarihi içerisinde henüz çok yeni buluşlar olduğu gerçeğiyle karşılaşırız.
Bugünkü modern insanın ataları yaklaşık 4,5 milyon yıl önce maymunlardan ayrıldı; “anatomik olarak modern” insan ise yaklaşık 150.000 yıl önce ortaya çıktı. Bu ilk insanlar, vahşi doğadan toplanan bitkiler ve avlanan hayvanlar ile hayatta kalmaya çalışan avcı-toplayıcılardı. Bugünden sadece 11.000 yıl kadar önce ise insanlar toprağı ekip biçmeye başladılar. Tarım farklı zamanlarda ve farklı yerlerde birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktı. Örneğin M.Ö. yaklaşık 8500’de Yakın Doğu’da, M.Ö. yaklaşık 7500’de Çin’de ve M.Ö. yaklaşık 3500’de Orta ve Güney Amerika’da tarım yapılmaya başlandı. Besin üretiminin temel bir aracı olan tarım teknolojisi de bu üç merkezden başlayarak dünyaya yayıldı.
Bütün varlığı avcılık ve toplayıcılığa dayalı konargöçer bir yaşam tarzı sürdüren canlı türleri için tarıma geçiş gerçekten de olağanüstü bir değişimdi. Modern insanın ortaya çıkışından bugüne geçen 150.000 yıllık süreyi bir saatlik bir zaman dilimine benzetecek olursak, insanın tarım yapmaya başlaması sadece son 4,5 dakikalık bir dilime denk düşerken, insanın yaşamını sürdürmesinde tarımın yaygın bir yöntem olarak kullanılmaya başlaması ise yalnızca son 1,5 dakikalık bir zaman dilimine denk düşer! İnsanlığın besin avcılığı ve toplayıcılığından çiftçiliğe, besin üretiminin doğal yollarından teknolojik yollarına geçişi, hem çok yenidir, hem de bu geçiş çok “ani” bir şekilde olmuştur.
Her ne kadar hayvanlar çeşitli besin maddelerini toplayıp bunları saklayabilme kapasitesine sahip olsalar da, insanlar belirli türde ürünlerin ekimi, bunların seçimi ve istenen özelliklerde üretilmesi konusunda hayvanlardan ayrılırlar. Aynı bir dokumacı, marangoz ya da demirci ustasının yaptığı gibi çiftçi de, doğanın doğrudan doğruya sağlamadığı yararlı şeyleri ortaya çıkarır. İnsanın amaçlarına tam anlamıyla hitap etmesi için evcilleştirilmiş hayvan ve bitkiler kullanılır. Bunlar tamamıyla insan ürünü olan, bambaşka formda ve doğanın sunduğundan çok daha fazla sayıda ürün alacak şekilde özenle “imal edilmiş” araçlardır. Modern dünyanın oluşumunu mümkün kılmaları bağlamında tarihte oynadıkları rol, asla önemsiz değildir. Bu konuda özellikle üç bitkinin –buğday, pirinç ve mısırın– ne derece kritik rol oynadığı bugün artık kanıtlanmış durumdadır. Bu üç bitki, uygarlığın temelini attığı gibi, günümüze kadar toplumların altyapısını oluşturmaya da devam etmiştir.
Mısırın İnsan Yapımı Doğası
Mısır, tarımsal ürünlerin insan ürünü olduğunun kanıtlanmasında şüphesiz en iyi örneklerden biridir. Yabani ve tarımsal bitkiler arasında kesin bir ayrım yoktur; hatta bitkiler bir süreklilik içerisinde değişip dönüşür: Tamamıyla yabani bitkilerden insan ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde dönüşüme uğratılmış bitkilere ve buradan da yeniden üretiminin sağlanmasında yalnızca insan müdahalesine ihtiyaç duyan tamamen tarımsal üretimle elde edilen bitkilere doğru bir süreç… Mısır, bu saydığımız süreçlerin sonuncusuna denk düşer. İnsan elinin müdahalesi sonucu bir dizi genetik mutasyon, mısırı basit bir ottan biçimsiz dev bir bitkiye dönüştürmüştür. Bu haliyle mısır doğada kendi başına yaşama şansı olmayan bir bitkidir. Mısır bitkisi, köken olarak, bugün Meksika’ya özgü yabani bir bitki olan teosinteden gelir. Bu iki bitki birbirinden çok farklı bir görünüme sahip olsa da, sadece birkaç genetik mutasyon ile biri diğerine dönüştürülebilmektedir.
Teosinte ile mısır arasındaki gözle görülür farklardan birisi şudur: Teosintenin koçanı çift sıralı tanelerden oluşur ve koçanın etrafı, yenilebilir taneleri koruyan sert kabuklarla çevrelenmiştir. Modern genetikçiler tarafından tgaı olarak adlandırılan bir gen, taneleri saran sert kabukların boyutunu kontrol eder. Bu gendeki bir mutasyon ise tanelerin ortaya çıkmasını sağlar. Bu şu anlama gelir: Tanelerin bir hayvanın sindirim kanalı boyunca yapacakları yolculukta hayatta kalma şansları çok azdır. Mutasyona uğramış bitkilerin üremeleri diğer bitkilere kıyasla daha zordur. Ancak teosintede görünür olan taneler, bitkiyi, avcı-toplayıcı insanlar açısından daha dikkat çekici bir noktaya taşır, çünkü tanelerin görünür olması, bitkiyi tüketmeden önce sert kabukları koparma ihtiyacını ortadan kaldırır. Mutasyona uğramış bitkileri, görünür olan taneler ile bir araya getirip, sonra da bunların bir kısmını tohum olarak toprağa eken ön-çiftçiler bitki üretimini artırabildiler. Kısacası, tgaı mutasyonu teosintenin doğada hayatta kalma şansını azalttı; ancak bu durum bitkiyi insan için daha görünür kıldı ve daha dikkat çekici bir hale getirdi. (Mısır tanesinin dış yüzeyindeki kabuklar öylesine azalmış durumdadır ki, bugün bunları sadece dişlerinizin arasına sıkıştığında fark edebiliyorsunuz. Bahsettiğimiz bu kabuklar taneleri saran yumuşak ve saydam bir liften ibarettir.)
Teosinte ile mısır arasındaki gözle görülür bir diğer fark ise iki bitkinin görünen yapısı, başka bir deyişle, mimarisinde yatmaktadır. Bu yapı, bitkinin duruşunu olduğu kadar çiçeklenme ya da erkek ve dişi üreme kısımlarının sayısını da belirlemektedir. Teosintenin birden çok saptan oluşan çok dallı bir yapısı vardır. Teosinte bitkisinin saplarının her birinde bir püskül (erkek) ve birden fazla başak (dişi) bulunur. Buna karşın mısırın tek bir sapı vardır ve dalları yoktur; üst kısmında bir püskül bulunur; sayı olarak çok daha az ama bir o kadar geniş başaklara sahiptir. Bir de yapraksı bir kılıf içinde saklı bulunur. Başak sayısı genellikle sadece birdir; ama kimi mısır çeşitlerinde bu sayı iki ya da üç de olabilir. Bitkinin yapısındaki bu değişim tbı olarak bilinen gendeki bir mutasyonun sonucunda ortaya çıkmıştır. Bitki açısından bakıldığında bu mutasyon iyi bir şey değildir; çünkü döllenme, püsküldeki polenin başağa ulaşmak için kendi yolunu kendisinin açmasıyla gerçekleşir, bu da bitki açısından oldukça zor bir iştir. Ancak insan açısından bakıldığında bu oldukça faydalı bir mutasyondur, çünkü az sayıdaki geniş başakları toplamak çok sayıdaki küçük başakları toplamaktan daha kolaydır. Dolayısıyla ön-çiftçiler bu mutasyon sayesinde mısır başaklarını zorlanmadan toplamış olmalılar. Ellerindeki taneleri tohum olarak toprağa ekmekle insanlar, bir başka mutasyonu daha gerçekleştirmiş oldular. Bu mutasyon, bitkide “aşağı” derecede bir anlama sahipken, aynı mutasyon, bitkiyi insan için “üstün” bir besin seviyesine yükseltmiştir.
Mısırın gelişimi: teosinte, ön-mısır ve bugünkü haliyle mısır.
Başakların toprağa yakın olması bitkinin daha fazla besin üretmesini sağlar ve bu şekilde bitki, çok daha fazla büyüyebilir. Ve bir kez daha, insanın seçimi bu sürece ön ayak olmuştur diyebiliriz. Ön-mısırın başaklarını toplamakla ön-çiftçiler, daha büyük başağı olan bitkilere öncelik tanımışlardır. Bu şekilde başaklardan elde edilen tanelerin tohum olarak kullanılması mümkün olabilmiştir. Böylece çok taneli büyük başakların ortaya çıkmasını sağlayan mutasyonlar meydana gelmiş ve başaklar kuşaktan kuşağa gelişme göstererek mısır koçanına dönüşmüştür. Bu gelişimi arkeolojik kayıtlarda açık bir şekilde görmek mümkündür. Meksika’da bir mağarada bulunan mısır koçanlarının boyları 1.25 santimden 20 santime kadar değişiyordu. Tekrarlamak gerekirse, bu özellik mısırı insanlar için daha çekici, vahşi doğada kendi başına hayatta kalma konusunda ise daha zayıf bir hale getirmiştir. Büyük başağı olan bir bitki, kendini bir yıldan diğerine yeniden-üretemez; çünkü başak toprağa düşüp taneler filizlendiğinde, birbirine yakın çok sayıdaki tanenin topraktaki besin için yarışa girmesi onları büyümekten alıkoyar. Bitkinin büyümesi için tanelerin mısır koçanından el yordamıyla koparılıp aralarında belli bir mesafe olacak şekilde toprağa ekilmeleri gerekir ki bu da ancak insanın yapabileceği bir şeydir. Kısaca söylemek gerekirse, mısır başakları büyüdüğü ölçüde bitkinin hayatta kalması bütünüyle insana bağımlı olmaya başlamıştır.
İlk başlarda farkında olmadan yapılan seçim süreci, zamanla ilk çiftçilerin istenen özellikleri bilerek ve isteyerek üretmeye başlamalarıyla planlı bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Böylece bir bitkinin püskülünden alınan polenden diğerine yapılan bir transfer ile soy özelliklerinin kaynaştırıldığı yeni türlerin oluşturulması mümkün olabilmiştir. Bu yeni türler, istenen özelliklerde herhangi bir kaybın yaşanmaması için diğer türlerden ayrı tutulmak zorundaydı. Genetik analizler, Balsas teosintesi denen belirli bir teosinte türünün büyük ölçüde mısırın atası olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Balsas teosintesinin bölgesel türlerinin daha derinlikli bir analizi, bize mısırın Orta Meksika’da yani bugünün Guerrero, Meksiko ve Michoacán’ın olduğu yerde tarımsal bir ürün haline geldiğini gösteriyor. Buradan başlayarak mısır dünyaya yayılmaya başlamış ve Amerika kıtasında yaşayan Aztekler, Mayalar ve İnkalar’ın yanı sıra Kuzey, Güney ve Orta Amerika’da yaşayan diğer pek çok kabile ve kültürler için temel bir besin maddesi haline gelmiştir.
Ancak mısır, sağlıklı bir yiyeceğin olmazsa olmaz elementlerinden aminoasit lizin, triptofan ve niyasinden mahrumdu ve ileri teknolojik değişimin yardımıyla bir besin kaynağı olabildi. Aslına bakılırsa, mısır bitkisindeki bu eksikliklerin çok büyük bir önemi yoktu; çünkü fasulye ve kabak gibi diğer besinler bu eksikliği telafi edebiliyordu. Ancak mısırın yoğun bir şekilde tüketimi mide bulantısı, ciltte sertlik, ışığa karşı duyarlılık ve bunaklıkla kendini gösteren pelegra isimli besinsel bir hastalığa yol açar. (18. yüzyılda, mısırın Avrupa mutfağına girmesinden sonra Avrupa’da, vampir efsanelerini açıklamada, pelegra hastalığından kaynaklanan ışığa duyarlılık bir sebep olarak gösterilmiştir.) Neyse ki mısır, yanık odun ya da ezilmiş deniz kabuklarındaki kül formunda kalsiyum hidroksit ile işlenip güvenli bir şekilde dönüştürülerek ya doğrudan tencereye eklenir ya da alkali çözelti oluşturmak için bir gece öncesinden ıslatmaya bırakılarak suyla karıştırılabilir. Bu işlemin, tanelerin yumuşatılması ve hazırlanmasını kolaylaştırmada olumlu bir etkisi vardır. Muhtemelen bu uygulama, ilk başlarda da böyle yapılıyordu. Pek dikkat edilmeyen ancak daha önemli olan şey, bu işlemin aynı zamanda aminoasit ile mısırda erişilmez ya da “bağlı” formda bulunan ve niyasitin denilen niyasin’i serbest bırakması durumudur. Aztekler, işlenmiş bu tanelere nixtamal derdi. Bugün bu işlemin adına nixtamalization [alkali ortamda pişirme] deniyor. Bu uygulamanın M.Ö. henüz 1500’lü yıllarda geliştirildiği anlaşılıyor. Eğer bu işlem olmasaydı, Amerika kıtasının mısıra dayanan büyük kültürlerinin kurulması asla mümkün olamazdı.
Tüm bu anlattıklarımız bize mısırın kendi başına asla var olamayan bir besin olduğunu göstermektedir. Bitkinin bu gelişimi bir modern bilim insanı tarafından, bir bitkiyi tarımsal ürüne dönüştürmenin ve genetik değişimin şimdiye dek denenen en etkileyici başarısı olarak tanımlanmıştır. Mısır, basit olmanın ötesinde, insanın kuşaklar boyunca geliştirdiği gelişkin bir teknolojidir. Vahşi doğada kendi başına yaşayabilme yetisini bütünüyle kaybetmiş bir durumdadır; buna mukabil mısır tüm medeniyetleri ayakta tutmaya yetecek kadar besin sağlayabilen bir bitkidir.
Tahılın İcadı
Mısır bu konudaki en uç örneklerden sadece biridir. Buğday ve pirinç de burada başlıca iki büyük besin maddesi olarak anılmalıdır, çünkü bunlar sırasıyla Yakın Doğu ve Asya’da, uygarlığın temelini oluşturmaya devam etmiştir. Benzer şekilde buğday ve pirinç, daha uygun ve verimli besin maddelerinin oluşturulmasında istenen mutasyonların üretilmesini sağlayan, insanın seçimiyle gerçekleştirilen bir çiftleştirmenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Mısır gibi buğday ve pirinç de taneli tahıllar grubuna girer. Yabani formu ile tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş formları arasındaki temel fark, tarımsal ürüne dönüştürülmüş türlerin “parçalanmaz” olması gerçeğinde yatar. Tahıl taneleri, omurga olarak bilinen merkezi bir eksene bağlanmıştır. Yabani tahıl taneleri olgunlaştığında omurga kırılganlaşmaya başlar ve rüzgârın etkisi ile savrulduğunda paramparça olur; taneler de tohum olarak etrafa saçılır. Bitki açısından bakıldığında, olgunlaşma aşamasına gelir gelmez tanelerin etrafa saçılması anlaşılabilir bir durumdur. Ne var ki, aynı şey taneleri toplama amacında olan insan için çok uygunsuz bir duruma işaret eder.
Bitkilerin küçük bir bölümündeki tek bir genetik mutasyon, tohumlar serpilirken bile gerçekleşse, omurganın sağlamlaşmasını sağlar. Bu şekilde sağlamlaşan omurgaya “sert omurga” adı verilir. Bu mutasyon söz konusu bitkiler için istenmeyen bir mutasyondur; çünkü bu şekilde tohumlarını etrafa saçamayacaklardır. Oysa yabani tahıl tanelerini toplayan insanlar için bu oldukça faydalı bir mutasyondur. Bir sonraki yılda ürün alma amacıyla toplanan tanelerin bir kısmı toprağa ekildiğinde sert omurga mutasyonu üretilmiş olur ve takip eden her yıl mutasyona uğramış sert omurga oranı artar. Arkeologlar buğday ile yaptıkları deneylerde yaşanan şeyin tam olarak bu olduğunu ortaya çıkarmış, yaklaşık iki yüz yıl içerisinde ise sert ve parçalanmaz omurgaları olan bitkilerin hâkimiyet kazandığını hesaplamışlardır. Arkeolojik kayıtlara göre bu bize, buğdayın evcilleştirilmesinin yaklaşık olarak ne kadar süreceğini göstermektedir.
Mısırda olduğu gibi, ön-çiftçiler tarımsal bir ürüne dönüştürme sürecinde buğdayda, pirinçte ve diğer tahıllarda da istedikleri belirgin özellikleri belirlediler. Buğdaydaki mutasyon, “kendi kendini harmanlayan” türlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan tanelerin üzerini saran sert kabukların daha kolay bir şekilde ayrılmasını sağlayacak şekilde gerçekleşti. Böylece taneler daha az korunaklı bir hale geldi. Yani yabani yaşam açısından bakıldığında bu mutasyon da iyiye yorulamaz. Ancak çiftçiler için bu yararlı bir şeydir; çünkü kesilmiş buğday demetlerinin harmanda dövülmesinden sonra yenilebilir tanelerin kolayca ayrılması mümkün olabilmektedir. Taneler yerden koparıldığında küçük ve üzerinde hâlâ kabukları olanların yerine kabukları olmaksızın daha iri taneli olanlar tercih edilir. Bu durumun, insana yararlı mutasyonların üretilmesinde yardımcı bir rolü olduğu söylenebilir.
Tarımsal üretim için dönüştürülen ürünlerin çoğu için ortak olan bir diğer özellik de tohumdaki uyku halinin [seed dormancy] kaybıdır. Bu, tohumun ne zaman filizleneceğini belirleyen doğal bir zamanlama mekanizması olarak işlev görür. Tohumların çoğu, büyümeye başlamadan önce, elverişli koşullarda filizlenmelerini sağlayan, soğuk ya da ışık gibi belirli uyarıcılara ihtiyaç duyar. Örneğin, soğuk hava dalgasından sonraki aşamaya kadar uyku halinde kalmayı sürdüren tohumlar, sonbahar döneminde filizlenmeyecek, kışın geçmesini bekleyecektir. Oysa çiftçiler genellikle, toprağa ekmeye başlar başlamaz tohumların büyümeye başlamasını isterler. Diyelim ki elimizde bir yığın tohum var, bunların bir kısmı tohumun uyku halini sergilesin, diğerleri ise tam tersini yapsın. Şurası açık ki, bir an önce büyümeye başlayan tohumlar, çiftçilerin toplamada öncelik tanıyacağı tohumlar olacaktır. Böylece bir sonraki ürün için de bir temel oluşturulmuş olur. Özetle, tohumdaki uyku halini ortadan kaldıracak herhangi bir mutasyon, bitkinin üretilmesini destekleyecek bir eğilimi açığa çıkarır.
Benzer şekilde yabani tahıllar da farklı zamanlarda filizlenip olgunlaşır. Bu, yağış miktarı örüntüsü ne olursa olsun, en azından tahıl tanelerinin bir kısmının ertesi yıl için tohum sağlamasını garanti altına alır. Ne var ki, aynı gün içerisinde bütün bir tahıl tarlasından hasat kaldırmak, olgunlaşmış tahıl tanelerinin kayırılması anlamına gelecektir. Fazla olgunlaşmış ya da az olgunlaşmış taneler bir sonraki yıl için tohum olarak ekildiğinde filizlenmeleri çok daha zor olur. Bir yıldan diğerine, olgunlaşma zamanındaki farklılığı aşağı çekmenin etkisi kendisini er ya da geç bütün bir tarlanın aynı zamanda olgunlaşmasında gösterecektir. Bu, bütün bir mahsulün bozulma ihtimalinin yükselmesi anlamına geleceğinden, bitki açısından bakıldığında kötü bir duruma işaret eder. Ama tersine çiftçiler için bu hayli işe yarar bir şeydir.
Duruma pirinç özelinde baktığımızda, hasadın kaldırılmasına yardımcı olmada daha uzun ve daha büyük olmak gibi kimi özelliklerin üretilmesinde, insanın sürece müdahil olmasının etkili olduğunu görürüz. Dahası, yardımcı dallar ve daha iri taneler de alınan ürün miktarını artırmaya yarar. Fakat buğday ve pirincin tarımsal bir ürüne dönüşmesi, bu ürünleri insana daha da bağımlı hale getirmiştir. Örneğin, pirinç, çiftçilerin müdahalesi sonucunda su içinde hayatta kalma yetisini kaybetmiştir. Dahası hem buğday, hem de pirinç, parçalanmaz omurga yüzünden kendi kendini yeniden üretebilme yetisini büyük oranda kaybetmiştir. Üç ana tahıl ürününden buğday, pirinç ve mısırla bunların ikincil dereceden kardeşleri arpa, çavdar, yulaf ve darının tarımsal bir ürüne dönüştürülmeleri benzer sonuçları ortaya çıkarmıştır: İnsan için işe yarar besinler, daha az dirençli bitkiler.
Besin elde etme amacıyla insanın hayvanları evcilleştirmesi de bitkilerdekine benzer bir sonuca yol açmıştır. Hayvanların evcilleştirilmesine M.Ö. 8000’lerde Yakın Doğu’da koyun ve keçilerle başlanmış, hemen ardından da buna sığır ve domuzlarla devam edilmiştir. (Domuzlar hemen hemen aynı zamanda Çin’de bu süreçten bağımsız bir şekilde evcilleştirilmiştir. Tavuk da M.Ö. 6000’lerde Güneydoğu Asya’da evcilleştirilmiştir.) Kendi yabani atalarına kıyasla, evcilleştirilmiş hayvanların çoğunun daha küçük beyinleri vardır; daha hafif bir görme ve işitme gücüne sahiptir. Tabii bu, hayvanların vahşi doğada ayakta kalma becerilerini büyük oranda azaltır. Ama bu durum, hayvanların daha uysal olmasına olanak sağlar ki bu da zaten çiftçilerin istediği bir şeydir.
Bu şekilde insanlar hayatta kalmada kendi türettikleri şeylere bağımlı hale gelmişlerdir –tabii bunun tersi de doğrudur. Daha güvenilir ve daha verimli bir gıda arzı sağlamakla tarım, hem yeni yaşam tarzları, hem de daha gelişkin toplumlar için bir temel oluşturmuş oldu. Bu kültürler bir dizi besin maddesine dayanmış olsalar da, bunlar içinde en önemli olanları Yakın Doğu’daki buğday ve arpa; Asya’daki pirinç ve darı ile Amerika kıtasındaki mısırdır. Bu besinsel temel üzerinde birbirinin peşi sıra ortaya çıkan uygarlıklar (Bizim uygarlığımız da buna dâhildir) varlıklarını, “genetik mühendisliği”nin sonucunda ortaya çıkmış bu çok eski ürünlere borçludur.
Tarımsal ürüne dönüştürülmüş mısır, buğday ve pirincin ilk ortaya çıktığı merkezler.
Yaratılış Hikâyelerinde Besin
Dünyanın yaratılması ve uzun bir barbarlık döneminin ardından uygarlıkların ortaya çıkmasını konu edinen pek çok efsane ve menkıbede, bu borç dile getirilmiş; yukarıda anlattığımız tarım ürünlerinin bu süreçte oynadığı hayati role vurgu yapılmıştır. Örneğin, Aztekler insanın beş seferde yaratıldığına inanıyorlardı. Her kuşak bir öncekine göre bir gelişme anlamına geliyordu. Bu anlatıda teosinte adı üçüncü ve dördüncü yaratılışta insanın başlıca besini olarak geçmektedir. Beşinci, yani son aşamada ise insan kendini mısır ile beslemiş ve büyütmüştür. Bu aşamadan sonra insan gelişmiş, kendi neslini devam ettirenler, süreç içerisinde, dünyayı bir yerleşim yeri haline getirmişlerdir.
Mayaların Popul Vuh isimli kutsal kitaplarında anlatılan yaratılış hikâyesi de insanın yaratılması aşamasında tekrarlanan girişimlerden bahseder. Tanrılar erkeği ilk önce çamurdan yaratmıştır. Ancak ortaya çıkan yaratıklar zar zor görebilen, hiç hareket edemeyen ve sonunda da suyun etkisine karşı koyamadan yok olup giden varlıklardır. Bu yüzden tanrılar işe tekrardan soyunup erkeği odundan yaratırlar. Yaratıklar bu sefer dört ayak üzerinde yürüyebilir ve konuşabilirler; ancak kanları ve ruhları olmadığından tanrılarını şereflendirmede üzerlerine düşen görevi yerine getiremezler. Sonuç olarak tanrılar bunları da ortadan kaldırırlar. Böylece elde, ağaçlarda yaşayan birkaç maymun dışında bir şey kalmaz. Nihayet, erkeği ne tür bir malzemeden yaratacaklarına dair yaptıkları uzunca tartışmalardan sonra tanrılar, üçüncü kuşak erkeği beyaz ve sarı mısır başaklarından yaratırlar: “Erkeğin vücudunu sarı ve beyaz mısırdan; kollarını ve bacaklarını mısır küspesinden yarattılar. Yaratılan dört adamın (ilk babalarımızın) vücudu için de sadece mısır küspesi kullanıldı.” Mayalar, soylarının bu dört adama ve bunların hemen ardından yaratılan eşlerine dayandığına inanırlar.
Mısır bitkisi, İnkaların kendi kökenlerine dair anlattıkları hikâyede de yer almaktadır. Söylendiğine göre, eski zamanlarda Titicaca Gölü etrafındaki insanlar, aynı yabani hayvanlar gibi yaşamaktaydı. Güneş tanrısı İnti onlara acıdı ve bu yabani insanları medenileştirmek için onlara (aynı zamanda birbirleriyle evli olan) oğlu Manco Capac ile kızı Mama Ocllo’yu gönderdi. İnti, oğlu Manco Capac’a altından bir değnek verdi. Bununla toprağın bereketine ve mısır yetiştirmeye uygun olup olmadığına bakmasını istedi. Uygun bir yer bulunduğunda bir devlet kurulacak ve güneş tanrısına nasıl ibadet etmeleri gerektiğine dair Manco Capac ve Mama Ocllo kendi halklarını eğiteceklerdi. Evli çiftin yolculukları onları altından değneklerinin toprağa gömüldüğü Cuzco Vadisi’ne götürdü. Manco Capac bu insanlara çiftçiliği ve sulamayı öğretirken Mama Ocllo da onlara iplik eğirmeyi ve örgü örmeyi öğretti. Böylece bu vadi İnka uygarlığının merkezi oldu. Beslenmelerinde patates hayli önemli bir yer tutsa da mısır, İnkalar tarafından kutsal bir ürün olarak kabul edilmiştir.
Pirinç de benzer şekilde yetiştirildiği ülkelerde sayısız efsaneye konu olmuştur. Çin efsanelerinde pirinç, açlığın eşiğine gelip dayanmış insanlığı kurtaran bir şekilde resmedilmektedir. Anlatılan bir hikâyeye göre Tanrıça Guan Yin, açlıkla boğuşan insanlara acımış ve bunun önüne geçmek için göğüslerini sıkarak süt çıkarmak istemiştir. Akan süt pirinç taneleri yetişsin diye boş çeltik tarlalarına dolmuş, Tanrıça da göğüslerini biraz daha sıkarak ortaya çıkan kan ve süt karışımının bitkilerin içine dolmasını sağlamıştır. İşte bu, pirincin niçin hem kırmızı, hem de beyaz türünün olduğunu açıklamak için anlatılan bir hikâyedir. Bir başka Çin hikâyesi ise avlanmak için neredeyse hiçbir hayvanın kalmadığı bir zamanda meydana gelen büyük bir sel baskınından bahseder. İnsanlar yiyecek ararken bir ara sağa sola sallanan kuyruğunda uzun, sarı tohum demetleri ile kendilerine doğru koşturan bir köpek görürler. Sonra bu tohumları toprağa ekerler. Elde ettikleri pirinç ile açlıklarını ebediyete kadar defederler. Endonezya’da ve Hindiçin adaları boyunca uzanan coğrafyada anlatılan farklı efsanelerde ise pirinç zarif ve erdemli bir bakire kız olarak resmedilir. Endonezyalı Pirinç Tanrıçası Sri, insanları açlığa karşı koruyan yeryüzü tanrıçasıdır. Hikâyelerden biri, şehvet düşkünü Tanrı Kral Batara Guru’dan korumak için Sri’nin diğer tanrılarca nasıl öldürüldüğünden bahseder. Bedeni toprağa gömüldüğünde pirinç, tanrıçanın gözlerinde filizlenir ve göğsünde mumsu pirinç yeşerip büyümeye başlar. Büyük vicdan azabı yaşayan Batara Guru ekip biçmeleri için bu ürünleri insanlığa bahşeder.
Bugünkü Güney Irak’ın kadim halkı Sümerler tarafından anlatılan uygarlığın doğuşu ve dünyanın yaratılışı hikâyesi, insanların yaşadığı ama henüz tarımın bilinmediği, Anu’nun dünyayı yaratmasından sonraki bir zamana gönderme yapar. Henüz Tahıl Tanrıçası Ashnan ve Koyun Tanrıçası Lahar ortaya çıkmamış; zanaatkârların efendisi Tagtug dünyaya gelmemiş ve Sulama Tanrısı Mirsu ile Sığır Tanrısı Sumugan ise insanlığa yardım etmek için henüz doğmamışlardır. Sonuç itibariyle, “İnsanların el üstünde tuttuğu bolluk ve bereketin kaynağı buğday ve arpa henüz bilinmiyordu.” İnsanlar ot yiyip su içiyorlardı. İşte böylesi bir zamanda, tanrılarına yiyecek sağlasınlar diye tahıl ve sürü hayvanları tanrıçaları yaratıldı. Ama tanrılar ne kadar yerse yesin fayda etmiyordu, çünkü karınları doymuyordu. Tanrılarına düzenli olarak besin sağlayan uygar insanın ortaya çıkışıyla birlikte tanrıların karnı doyurulmuş oldu. Tarımsal ürüne dönüştürülen bitkiler ve evcilleştirilen hayvanlar, tanrılarına düzenli olarak besin sağlama derdinde olan insana bahşedilen birer armağandı. Bu hikâye, insanların henüz avcı-toplayıcı olduğu, tarımın yapılmadığı döneme ait bir anlatı olarak belleklerde yer edinmiştir. Benzer şekilde, tahıl tanrıçaları için söylenen bir Sümer ilahisi, şehirlerden, tarlalardan, koyun ağılları ve sığır ahırlarından önceki bir barbarlık dönemini, diğer bir deyişle tahıl tanrıçalarının yeni bir uygarlık döneminin kapısını açtığında sona eren dönemi anlatır.
Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesine dair genetik temelli çağdaş açıklamalar, hakikaten tam da bu eski ve şaşırtıcı biçimde birbirine benzeyen yaratılış efsanelerinin modern, bilimsel versiyonlarıdır. Bugün şunu söyleyebiliriz ki, avcılığın ve toplayıcılığın terk edilmesi, bitkilerin tarımsal birer ürüne dönüştürülmesi, hayvanların evcilleştirilmesi ve çiftçiliğe dayalı yerleşik yaşam tarzına geçilmesi, insanlığı modern dünyaya giden rotanın içine sokmuştur. Esasında bu ilk çiftçiler tarihin ilk modern, “uygar” insanları olarak kabul edilmelidir. Bizim anlatımımızın, çeşitli yaratılış efsanelerince anlatılan hikâyelerden daha az renkli bir anlatım olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak kilit öneme sahip tahıl ürünlerinin tarımsal birer ürüne dönüştürülmelerinin uygarlığın doğuşuna doğru atılmış çok önemli bir adım olduğu kesindir. Şüphe yok ki, anlatılan bu eski hikâyeler, bahsettiklerimizden çok daha fazlasını kapsar.
2
Modernitenin Kökleri
Toprak senin yüzünden lanetlendi; yaşamın boyunca emek vermeden yiyecek bulamayacaksın.
–İNCİL (Yaratılış 3:17)
Tarıma Geçişin Gizemi
Bitkilerin tarımsal bir ürüne dönüştürülmeleri ve hayvanların evcilleştirilme mekanizması anlaşılabilir süreçlerdir; ancak insanların motivasyonlarını açıklamak söz konusu olduğunda bu süreçler, bize çok az şey anlatır. Hakikaten de insanların niçin avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçtiği, insanlık tarihinin en eski, en girift ve belki de en önemli sorularından biridir. Bu oldukça gizemli bir sorudur, çünkü gerek beslenme açısından, gerek diğer açılardan, avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçiş insanı, büyük ölçüde daha yoksul ve yoksun bir hale getirmiştir. Öyle ki, bir antropolog tarıma geçişi aynen şu sözlerle yorumlar: “İnsan ırkının yaptığı en büyük yanlış.”
Tarımla karşılaştırıldığında avcı-toplayıcı bir yaşam tarzına sahip olmak çok daha fazla eğlenceli olmalıdır. Avcı-toplayıcı gruplar üzerine araştırmalar yürüten modern antropologlar, bugün yaşamaya zorlandıkları en ücra yerlerde bile yiyecek toplamanın, bu insanların zamanlarının sadece küçük bir kısmına tekabül ettiğini söylemektedir. Öyle ki bu süre, tarım ile aynı nicelikteki besini elde etmek için gerekenden çok daha kısadır. Örneğin, Kalahari’li !Kung Buşmanlar[1 - !Kung Buşmanlar, Güney Afrika’daki Kalahari Çölü’nde yaşayan, avcı-toplayıcı bir topluluk. (e.n.)] haftada on iki ila on dokuz saati yiyecek toplamak için harcamaktadırlar. Tanzanya’nın Hazda göçebeleri, aynı iş için on dört saatten az bir vakit ayırmaktadır. Bunun insana hobileri ve sosyalleşme için ne denli fazla bir boş zaman bırakacağı açıktır. Bir antropolog, halkının niçin tarıma geçmediği sorusunu yönelttiğinde bir Buşman buna şöyle cevap vermiştir: “Dünyada bu kadar çok mongongo cevizi varken niçin ekip biçme işine girişelim ki?” (!Kungların beslenmesinde çok önemli bir yere sahip olan mongongo meyvesi ve cevizi, yabani ağaçlardan toplanmakta, üretilmeleri için hiçbir çaba harcamaksızın doğada halihazırda bol miktarda bulunmaktadır.) Sonuç itibariyle, avcı-toplayıcılar haftada iki gün çalışır ve beş gün dinlenirler.
Tarım öncesi dönemlerde avcı-toplayıcı insanların yaşamları bugüne kıyasla muhtemelen çok daha zevkliydi. Tarıma geçişin, sanatsal işlerle uğraşmak, yeni zanaat ve teknolojiler geliştirmek gibi işlerde insanlara daha fazla zaman bıraktığı düşünülmüştür. Bu açıdan tarım, avcı-toplayıcıların kıt kanaat geçindikleri yaşam tarzlarından kurtulmaları şeklinde gösterilir. Ne var ki tersi durum da bir o kadar doğrudur. Tarım, toprak birimi başına daha fazla besin üretimine olanak sağladığından daha üretken bir aktivite olarak görünür. Yirmi beş kişiden oluşan bir grup insan sadece yirmi beş akrelik[2 - Akre, Britanya, Kanada ve ABD’de kullanılan arazi ölçüsü birimidir. Bir akre, yaklaşık olarak 4.047 m
’ye eşittir. (e.n.)] [yaklaşık 101.000 m
’lik] bir arazi üzerinde tarım yaparak varlıklarını sürdürebilir. Avcılık ve toplayıcılık ile hayatta kalmada kendilerine gerekecek on binlerce akrelik alandan çok daha küçük bir alandır bu. Ancak harcanan saat başına üretilen besin miktarıyla ölçüldüğünde tarımın daha az üretken bir aktivite olduğu ortaya çıkar. Diğer bir deyişle tarım aslında çok daha zahmetli bir iştir.
Kuşkusuz, gösterilen çaba, yetersiz beslenme ya da açlık konusunda insanların artık endişelenmemeleri anlamına gelseydi değerlidir denebilirdi, değil mi? Cevabı size kalmış. Bununla birlikte, avcı-toplayıcıların kendilerinden sonra gelen ilk çiftçilere göre çok daha sağlıklı olduğu görülmektedir. Arkeolojik bulgulara göre avcı-toplayıcılara kıyasla çiftçiler diş minesi rahatsızlıklarına daha fazla yakalanmaktaydı. Avcılık ve toplayıcılığa nazaran tarım daha az çeşitli ve daha az dengeli bir beslenme biçiminin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Buşmanlar birkaç çeşit besin maddesiyle idare etmek yerine yaklaşık yetmiş beş farklı tip yabani ot yemektedir. Tahıl ürünleri, yüksek kalorili besin depoları olsa da bunlar temel besin ögelerinin tamamını içermezler.
İşte bu yüzden çiftçilerin boyları avcı-toplayıcılara göre daha kısadır. İskelet kalıntılarından hareketle boy farkını saptamak mümkündür. Örneğin, dişlerden yola çıkarak adlandırılan “diş çağı” ile uzun kemiklerin boyları ile ifade edilen “iskelet çağı” karşılaştırılarak bu saptama yapılabilir. Diş çağından daha düşük derecede olan iskelet çağı yetersiz beslenmeden kaynaklanan bodur büyümenin kanıtı olarak gösterilir. Yunanistan ve Türkiye’deki iskelet kalıntıları, yaklaşık 14.000 yıl önce son buzul çağının bitiminde, avcı-toplayıcıların ortalama uzunluklarının erkeklerde 175 santim, kadınlarda ise 165 santim olduğunu ortaya koymaktadır. M.Ö. 3000 itibariyle, yani tarıma geçtikten sonraki bir zamanda, bu ortalamalar erkeklerde 160 santime, kadınlarda ise 152 santime kadar düşmüştür. Yalnızca modern zamanlarda insanlar avcı-toplayıcı atalarının boyuna erişebilmiştir. Ama bu da sadece dünyanın en zengin bölgeleri için geçerli olan bir durumdur. Bu arada Yunanlar ve Türkler, Taş Devri atalarına göre bugün hâlâ kısa boyludur.
Bununla beraber çoğu hastalık, kemikleri yapısal yönden hasara uğratmıştır. Kemikler üzerine yapılan çalışmalardan anlaşıldığına göre çiftçiler, yetersiz beslenmeden kaynaklı çeşitli hastalıklarla boğuşmak zorunda kalmışlardı. Avcı-toplayıcılar ise bu tür hastalıklara ya nadiren yakalanmış ya da hiç yakalanmamıştır. Avcı-toplayıcıların yakalanmadığı hastalıklar arasında şunlar vardır: raşitizm (D vitamini eksikliğinden kaynaklanır), iskorbüt (C vitamini eksikliğinden kaynaklanır) ve anemi (demir eksikliğinden kaynaklanır). Yerleşik yaşam tarzının bir getirisi olarak çiftçiler aynı zamanda cüzam, tüberküloz ve sıtma gibi bulaşıcı hastalıklara karşı da daha hassastı. Tahıl ürünlerine olan bağlılıkları ortaya başka sonuçlar da çıkarmıştı: Kadın iskeletleri genellikle eklem hastalıklarının; ayak parmakları, dizler ve beldeki bozuklukların birer kanıtını sunar. Tüm bunlar aslında tahıl tanelerini öğütmek için el değirmeninin günlük kullanımı ile ilişkilidir. Diş kalıntıları, çiftçilerin avcı-toplayıcıların hiç bilmediği, diş çürüklerinden kaynaklı sorunlar yaşadıklarını göstermektedir. Bu çürükler, tahıl ağırlıklı besinlerdeki karbonhidratların, yiyecekler ağızda çiğnenirken oluşan salyadaki enzimler tarafından şekere dönüştürülmesiyle alakalıdır. Böylece iskeletlerin incelenmesiyle saptanabilen yaşam süresi de düşmüştür. Illinois Nehir Vadisi’nden elde edilen kanıtlar, avcı-toplayıcılarda yirmi altı yıl olan tahmini yaşam süresi ortalamasının, çiftçilerde on dokuza kadar düştüğünü göstermektedir.
Bazı arkeolojik kazı yerlerinde, avcı-toplayıcıların gitgide yerleşik yaşama geçmesi ve takip eden süreçte de tarıma başlamalarıyla birlikte sağlıkta gerçekleşen değişimin seyrini takip etmek mümkündür. Tarımla uğraşan gruplar yerleşik yaşama geçip nüfuslarını artırdığı ölçüde yetersiz beslenme, parazit ve bulaşıcı hastalıklara yakalanma vakalarında artışların yaşandığı görülmektedir. Başka kazı yerlerinde ise yan yana yaşamış avcı-toplayıcı ve çiftçilerin yaşam koşullarını mukayese etmek mümkün olabilmektedir. Yerleşik çiftçiler her durumda, konargöçer komşularına kıyasla daha sağlıksız bir durumdadır. Çiftçiler hem daha az çeşitli, hem de daha az besleyici yiyecekler elde etmek için uzun ve zahmetli bir çalışma yürütmek zorundaydılar; bir de hastalıklara yakalanmaya daha fazla meyilliydiler. Peki, tüm bu zorluklara rağmen insanlar niçin tarıma geçmiş olabilir?
Tarımın Kökenleri
Burada kısaca söylenecek şey şudur: Geriye dönüşün imkânsız olduğu ana gelene kadar insanlar, ne olup bittiğini tam olarak fark edemediler. Avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçiş, insanlık tarihinin genel seyri içerisinde bakıldığında her ne kadar “ani” bir şekilde yaşanmış gibi görünse de, bireysel çiftçilerin gözünden bakıldığında bu geçiş esasen adım adım yaşanmıştır. Yabani ekinler ile tarımsal ekinler arasında bir süreklilik varken, saf avcı-toplayıcılarla yaşamlarını bütünüyle tarıma dayalı olarak sürdürenler arasında bir kopukluk görülür.
Avcı-toplayıcılar, kimi zaman elde ettikleri besini artırmak için ekosistemi kendi çıkarlarına uygun hale getirirlerdi. Ne var ki bu, bilinçli bir şekilde yapılan geniş ölçekli ekip biçme işleminin –yani tarımın– getirisinin oldukça gerisinde kalmaktadır. Örneğin, ateşi kullanarak toprağı temizleyip üzerinde yeni şeylerin yetiştirilmesinin sağlanması, en az 35.000 yıllık bir tarihe sahiptir. Günümüze kadar varlıklarını devam ettiren avcı-toplayıcı gruplardan biri olan Avustralya aborijinleri, mevcut besin kapasitelerini artırmak için zaman zaman belirli bir toprak parçasına tohum ekerler. Aborijinlerin beslenmesinde çok önemli bir yer kaplamadığı için bu uygulamayı tarımsal faaliyet olarak adlandırmak abartı olabilir. Çünkü ekosistemin bilinçli bir şekilde insanların kendi ihtiyaçlarına uygun hale getirilmesi demek, onların artık avcı-toplayıcı bir yaşam tarzında olmadıkları anlamına gelir.
İnsanların saf avcı-toplayıcılıktan, şimdiye dek hiç olmadığı ölçüde tarıma dayalı ürünlere bel bağlaması (ve sonucunda da bunlara bağımlı kalması) sürecinde tarıma geçişin adım adım yaşandığı görülmektedir. Bu geçişi açıklayan teorilerin sayısı oldukça fazladır. Muhtemelen bu sürecin tek bir sebebi yoktur. Bu süreçte birden fazla etkenin bir araya gelmesinin etkileri söz konusudur. Tarımın bağımsız bir şekilde ortaya çıktığı yerlerin her birinde bu faktörlerden biri ya çok etkili ya da çok etkisiz bir rol oynamıştır.
Tarıma geçiş sürecindeki en önemli faktörlerden birinin iklim değişikliği olduğu anlaşılmaktadır. Buz çekirdekleri, derin denizlerden alınan sondaj örnekleri ve polen profillerinin analizine dayanarak eski çağların iklimleri üzerine yapılan çalışmalar, M.Ö. 18.000 ile M.Ö. 9500 arasında iklimin soğuk, kurak ve hayli değişken olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden bitki ekimi ya da tarımsal bir ürüne dönüştürülmesine dönük herhangi bir girişimin başarı şansı yoktu. Şaşırtıcıdır ki, Suriye’nin kuzeyindeki Tel Abu Hureyra adlı yerde böylesi bir girişime dair elimizde bir kanıt bulunmaktadır. M.Ö. 10.700’lerde burada yaşayan insanların çavdar bitkisini tarımsal üretimle elde etmeye başladıkları anlaşılmaktadır. Ancak onların bu girişimleri, M.Ö. 10.700’lerde başlayıp yaklaşık 1200 yıl süren Genç Dryas diye bilinen ani bir soğuk iklim dalgasının azizliğine kurban gitmiştir. Ardından M.Ö. 9500’lerde iklim aniden değişmiş, hava daha sıcak, daha nemli ve daha istikrarlı bir yapıya kavuşmuştur. Tabii bu durum tarım için gerekli olan –ama yeterli olmayan– koşulu hazırlamıştır. Ancak şu var, eğer istikrarlı iklim koşullarının tarıma geçişi sağlamada tek etken olduğu düşünülseydi, o zaman tüm dünyada insanların eşzamanlı olarak tarıma başlamaları gerekirdi; ancak öyle olmadı. Demek ki hesaba katılması gereken daha başka faktörler de var.
Bu faktörlerden biri yerleşik yaşama geçiştir. Yerleşik yaşam geçişle birlikte dünyanın çeşitli yerlerindeki avcı-toplayıcıların hareketliliği azalmış; yılın büyük bölümünü tek bir kamp yerinde, hatta sabit bir yeri mesken tutarak geçirmeye başlamışlardır. Tarıma çok daha önceden geçen yerleşik köy topluluklarından çokça örnek verilebilir. Örneğin, Genç Dryas öncesindeki bin yılda gelişme gösteren Yakın Doğu’nun Natufian kültürünü burada sayabiliriz. Benzer şekilde Peru’nun kuzey kıyı şeridindeki ya da Kuzey Amerika’nın Pasifik’in kuzeybatısındakiler de buna örnek verilebilir. Bu örneklerin her birinde yerleşik yaşamı mümkün kılan şey, çoğunlukla, balık ya da kabuklu deniz ürünleri şeklindeki yabani besinlerdir. Normal koşullarda avcı-toplayıcılar belirli bir bölgede ellerinde bulunan besinlerin tükenmesini önlemek ya da mevsimsel koşullara göre oluşan farklı besinlerden yararlanmak için mesken tuttukları yeri terk ederler. Ancak eğer bir nehir kenarında yaşıyorsanız ve yiyecek bulmak da eskisi kadar zor değilse konargöçer bir yaşam sürdürmenin bir gereği kalmayacaktır. Daha sağlam oklar, ağlar ve balık oltaları gibi Taş Devri’nin geç döneminde geliştirilen besin avcılığı teknikleri de yerleşik yaşama geçişi desteklemiştir. Eğer bir avcı-toplayıcı grubu, bulunduğu ortam içerisinde balık, küçük kemirgenler ya da kabuklu deniz ürünleri gibi besinlerden eskiye kıyasla çok daha fazlasını elde edebiliyorsa daimi bir şekilde konargöçer yaşam sürdürmenin gereği ortadan kalkacaktır.
Ancak yerleşik yaşama geçiş her zaman tarıma geçişi beraberinde getirmez. Örneğin, kimi yerleşik avcı-toplayıcı gruplar, tarıma geçmeksizin günümüze dek varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Yine de şu söylenebilir: Yerleşik yaşama geçiş büyük ölçüde tarıma geçişi mümkün kılmıştır. Örneğin, yabani tahılları toplayan yerleşik avcı-toplayıcılar gıda arzını dengede tutmak için toprağa tohum ekmeye meyillidirler. Ekip dikme işi, gıda arzındaki değişikliklere karşı bir tür sigorta işlevi görmekteydi. Tahıl taneleri değirmen taşı kullanılarak (Bu taş, bir kamptan diğerine taşınmak zorunda olacağından avcı-toplayıcılar için pek kullanışlı değildi) öğütüldüğünden yerleşik yaşamın yaygınlaşması, tahılları daha cazip bir besin maddesi haline getirmiştir. Tahıl tanelerinin enerji deposu olmalarıyla birlikte kurutulup uzun süre saklanabilmeleri de tercih edilmelerinin bir sebebidir. Elbette olağanüstü bir besin maddesinden bahsetmiyoruz; ancak en hayati anlarda bel bağlanabilecek besin maddesi olduklarına şüphe yoktur.
Yerleşik yaşama geçmiş avcı-toplayıcıların beslenme alışkanlıklarında büyük ölçüde tahılın yer aldığını hayal etmek çok zor değildir. Öncelikle, görece önemsiz bir besin, süreç içerisinde çok daha önemli bir besin maddesi haline gelmiştir. Bunun basit bir nedeni var: ön-çiftçiler diğerleri için yapamadıkları şekilde besinin (ekip biçme ve depolanması yoluyla) elde edilebilirliğini güvence altına alabilmişlerdir. Yakın Doğu’daki arkeolojik bulgular, ön-çiftçilerin öncelikle eldeki yabani tahıl ne ise (örneğin, kızıl buğday) onu toprağa ekmeye başladıklarını göstermektedir. Süreç içerisinde insanların tahıllara olan güveninin artmasına paralel olarak gernik buğdayı gibi verilen emeğe göre daha fazla getirisi olan ürünlere geçilmiştir.
Yerleşik yaşamın bir sonucu olan nüfustaki artış da tarıma geçişte katkısı olan bir diğer faktör olarak değerlendirilebilir. Konargöçer avcı-toplayıcılar, kamp yerlerini terk ettiklerinde bebekleri de dahil her şeylerini yanlarında götürmek durumundaydılar. Çocuk üç ya da dört yaşına geldiğinde yardım almadan uzun mesafeleri yürüyebilme seviyesine ulaşabilirse annesi başka bir çocuk doğurmayı düşünebilirdi. Buna karşın yerleşik topluluklardaki kadınların böyle bir derdi olmadığı için daha fazla çocuk sahibi olmaları önünde bir engel yoktu. Bu durum, mevcut gıda arzının üzerinde bir talebin doğmasına yol açacağından ortaya fazladan bir ekip biçme işi çıkar ve bunun sonucunda da tarıma geçilmiş olurdu. Bu hat üzerinde oluşturduğumuz argümanlarımızın belki de tek eksikliği şudur; örneğin, dünyanın bazı yerlerinde, nüfus yoğunluğunun tarıma başlamadan önce değil de başladıktan sonra büyük ölçüde artış kaydettiği görülmüştür.
Bu anlattıklarımıza dair daha pek çok teori sayılabilir. Dünyanın bazı yerlerinde, öncelikli olarak avladıkları hayvan türlerinin sayısında bir düşüş meydana geldiğinde avcı-toplayıcıların tarıma yöneldikleri görülmektedir. En büyük ziyafete ev sahipliği yapmak için birbirine rakip grupların kıyasıya yarışmalarından ötürü tarımın sosyal rekabet aracılığıyla kışkırtılmış olabileceği de düşünülmektedir. Bu görüş bize, dünyanın kimi yerlerinde, lüks besinlerin temel yiyecek maddesi olmadan önce niçin tarımsal bir ürüne dönüştürüldüğünü açıklamaktadır. İnsanlar tohumları bereket ayinlerini yerine getirmek için ektiklerinden ya da yabani tahılların hasadının kaldırılması sonrasında tanrılarının açlığını gidermek istediklerinden, bu konuda, belki de esin kaynağı din olmuştu. Hatta tahıl tanelerinin tesadüfen mayalanması sonucunda biranın keşfinin tarıma geçişi teşvik ettiği bile söylenmiştir.
Şurası önemlidir ki, bütünüyle yeni bir yaşam tarzına geçişte kimsenin bilinçli tercihi söz konusu olmamış; süreç içerisinde atılan her adımda insan sadece o an kendisine mantıklı gelen ne ise onu yapmıştır: Balık miktarının hayli bol olduğu bir yere yerleşip yaşamak varken niçin göçebe bir hayat sürdürülsün? Eğer yabani besin kaynakları artık ihtiyacı karşılayamayacak derecede azalmışsa, ürün miktarını artırmak için niçin toprağa bir-iki tohum tanesi ekilmesin? Ön-çiftçilerin ekili ürünlere karşı olan artan bağımlılığı ani değil, adım adım yaşanan bir değişimin sonucunda gerçekleşmiştir. Ancak belli bir noktada gözle görülmez bir sınır aşılmış ve insanlar o andan itibaren tarıma bağımlı hale gelmeye başlamıştır. İşte bu sınır, insanların yaşam alanındaki yabani besin kaynaklarının bütünüyle tükenip, artık var olan nüfusu besleyemez hale geldiği andan itibaren aşılmıştır. Tarımın devreye girmesi ile sürdürülen besin üretimi bu andan itibaren artık insanın isteğine bağlı olmaktan çıkmış ve zorunlu bir hal almıştır. Gelinen bu aşamada konargöçer, avcı-toplayıcı yaşam tarzına geri dönüş söz konusu olamaz –ya da en azından kayda değer bir can kaybı olmaksızın bu mümkün değildir.
Çiftçiler mi Yayıldı, Yoksa Tarımsal Faaliyet mi?
Bu noktada tarım, bir başka bulmacayı daha akla getirmektedir: Tarımsal faaliyetler, dünyanın bir-iki yerinde bir kez kök salmaya başladıktan sonra nasıl oldu da yerkürenin neredeyse her tarafında yapılmaya başlandı? Olasılıklardan biri, çiftçilerin yayıldığından bahseder. Gittikleri yerlerde ise çiftçiler avcı-toplayıcıları ya yerlerinden etmişler ya da ortadan kaldırmışlardır. Bir diğer görüşse tarım yapılan alanların ücra yerlerinde yaşayan avcı-toplayıcıların çiftçileri taklit etmeye başlayarak, aynı onların yaptığı gibi, tarımsal ekinleri yetiştirerek ve hayvanları evcilleştirerek kendi kendilerine tarıma geçmiş olabileceklerini söyler. Bu iki olasılık sırasıyla nüfus yayılımı ve kültürel yayılım olarak adlandırılır. Bu noktada, “Yayılan çiftçilerin kendisi midir yoksa sadece tarımsal faaliyet midir?” sorusu akla gelir.
Çiftçilerin, tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş ekinler ve tarım tekniğinin bilgisi ile birlikte tarımsal alanlardan dışarıya doğru yayılmış oldukları düşüncesi, dünyanın pek çok yerinden bulgular ile desteklenmektedir. Çiftçiler, üzerinde tarım yapılmamış yerlere gidip buralarda yeni topluluklar oluşturmaya başladıkça tarımsal faaliyetlerin ilk ortaya çıktığı bölgeler, yayılmanın öncü dalgası olarak kabul edilen bir merkezi yere dönüşmektedir. Örneğin, Yunanistan’ın M.Ö. 7000 ile M.Ö. 6500 yılları arasında deniz yoluyla Yakın Doğu’dan gelen çiftçilerce kolonize edildiği anlaşılmaktadır. Burada arkeologlar avcı-toplayıcıların yaşadığı çok az yer tespit etmişlerdir; buna karşın bölgede yüzlerce çiftçi yerleşimi ortaya çıkarılmıştır. Benzer şekilde Çin’den yola çıkıp Kore yarımadası üzerinden Japonya’ya ulaşan çiftçilerin pirinç tarımını buraya M.Ö. 300’lü yıllarda getirdikleri anlaşılmaktadır. Bu konuda dilin yayılmasına dair kanıtlar da tarımsal alanlardan başlayan göç fikrini destekler niteliktedir. Tarımın yayılmasında Avrupa, Doğu Asya ve Avustronezya dil ailelerinin dağılımı, arkeolojik buluntularla büyük ölçüde örtüşmektedir. Bugün dünya nüfusunun yaklaşık yüzde doksanı, kökleri iki tarımsal bölgeye dayanan yedi dil ailesinden birine bağlı bir dili konuşmaktadır. Bu tarımsal bölgelerden biri Mezopotamya ve Doğu Akdeniz’i kapsayan coğrafi bölge yani Bereketli Hilal, diğeri de Çin’in belli başlı bölgeleridir. Bugün konuştuğumuz diller, aynı yediğimiz besinler gibi, ilk çiftçilerce konuşulan dillerden bizlere miras kalmıştır.
Bununla birlikte eldeki diğer bulgular bize, avcı-toplayıcıların dışarıdan gelen çiftçilerce her zaman yerinden edilmediğini ya da toptan yok olmadıklarını göstermektedir. Tersine, bulgular bunların birlikte yaşadığını ve bazı durumlarda ise avcı-toplayıcıların zamanla tarıma geçtiklerini göstermektedir. Bu konuya dair en açık örnek, Güney Afrika’da, Khoisan avcı-toplayıcılarının Avrasya sığırını evcilleştirip sürü çobanlığı yaptıklarının bulunması olabilir. Avrupa çapındaki kimi kazı yerlerinden elde edilen buluntular, çiftçilerin ve avcı-toplayıcıların yan yana yaşadıklarını ve birbirleriyle mal ticareti yaptıklarını göstermektedir. Bir yeri yerleşim yeri olarak belirlemek için bu iki topluluğun birbirinden oldukça farklı gerekçeleri vardır. Avcı-toplayıcılar için uygun çevre şartları olmasına rağmen bu iki grubun niçin birlikte yaşayamadıklarının bir açıklaması yoktur. Ancak çiftçilere komşu olarak yaşayan avcı-toplayıcılar için şartlar giderek zorlaşmış olmalıdır. Çiftçilerin kendi doğal çevrelerindeki yabani besin kaynaklarını aşırı derecede tüketmeleri çiftçileri endişelendirmiyordu, çünkü zaten yeterince ekiyor ve depolama yapıyorlardı. Fakat böyle bir durumda avcı-toplayıcılar er ya da geç ya çiftçi topluluklarına katılacak ya kendi başlarına tarıma geçecek ya da yeni yerlere göç etmeye zorlanacaklardı.
Peki, hangi mekanizma burada daha ağır basmış olabilir? Tarımın gelişiminin yoğun bir şekilde tezlere konu edildiği Avrupa’da araştırmacılar, genetik analizler yoluyla bugün Avrupa’da yaşayan insanların atalarının ağırlıklı olarak yerli avcı-toplayıcılar olup olmadıklarını saptamaya; tarımla mı uğraştıklarını, yoksa Yakın Doğu’dan gelen göçebe çiftçiler mi olduklarını açığa çıkarmaya çalışmışlardır. Kimi araştırmalarda, Bereketli Hilal’in içinde yer alan Anadolu yarımadasındaki (Türkiye’nin batısı) insanlar, genetik olarak tarıma en erken başlayanlar olarak görülmektedir. Benzer şekilde Basklılar da avcı-toplayıcıların torunları kabul edilir. Bu görüş iki nedene dayanır. Birincisi, Bask dili, Avrupa’ya tarımsal faaliyet vasıtasıyla dışarıdan gelen bir dil ailesi olan ön Hint-Avrupa dil ailesi kaynaklı Avrupa dillerine hiç benzemez; bu dil daha çok Taş Devri kökenli bir dildir. (Bask dilinde aletler için kullanılan kimi kelimeler “aitz” ile başlamaktadır ki bu “taş” kelimesi ile aynı anlama gelir. Bu bize kelimelerin taş aletlerin kullanıldığı bir zamandan gelmiş olabileceğini göstermektedir.) İkincisi, Bask halkında diğer Avrupalılarda olmayan belirgin genetik özellikler vardır.
Yapılan yeni bir çalışmada, Basklardan ve Anadolululardan genetik örnekler alınmış, ardından da bunlar Avrupa’nın farklı yerlerinde yaşayan insanlardan alınan örnekler ile karşılaştırılmıştır. Araştırmacılar Basklar ve Anadoluluların genetik katkılarının Avrupa’da önemli ölçüde değişkenlik gösterdiğini ortaya çıkarmıştır. Örneğin, Balkanlara Anadoluluların katkısı yüzde 79, Kuzey İtalya’ya yüzde 45, Güney İtalya’ya yüzde 63, Güney İspanya’ya yüzde 35, İngiltere’ye ise bu katkı yüzde 21’dir. Özetle, çiftçilerin katkısı doğuda en yüksek batıda ise en düşük seviyededir. İşte bu, bulmacanın çözümüdür. Yani tarım, birbiriyle iç içe geçmiş bir sürecin sonucunda yayılmıştır. Göçmen bir çiftçi topluluğu, doğudan Avrupa’ya yayılmış ve farklı ırklara mensup insanlarla evlenilmesi sonucunda da etkinlikleri zamanla azalmıştır. Sonuç olarak nüfus, her iki gruptaki insanların birbiriyle iç içe geçmesinden oluşmuş ve bugünlere kadar da gelmiştir. Muhtemelen dünyanın geri kalan diğer yerlerinde de benzer bir süreç yaşanmıştır.
Tarımla uğraşan toplulukların nüfuslarının artmasına da yol açan tarımsal faaliyetin, giderek kendi alanından çıkıp dışa doğru yayılmaya başlaması, birkaç bin yıl içerisinde çiftçilerin avcı-toplayıcıları sayıca geride bırakmalarıyla sonuçlanmıştır. M.Ö. 2000’li yıllara gelindiğinde insan nüfusunun büyük bir bölümü tarıma geçmişti. Bu öylesine radikal bir değişimdir ki, insan dilinin ve genlerinin yeryüzüne dağılımı, üzerinden binlerce yıl geçmiş olsa da bugün bile tarımın gelişimini yansıtmaya devam etmektedir. Tarımsal birer ürüne dönüştürülme süreci boyunca bitkiler nasıl insanlarca genetik olarak yeniden şekillendirildiyse; tarıma geçmeyle birlikte bu sefer insanlar bitkilerce genetik olarak yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır.
İnsan: Tarım Yapan Hayvan
Çiftçiler ve onların tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş bitkileri ve evcilleştirilmiş hayvanları, çiftçiler bunu o zaman fark etmemiş olsa da, muazzam bir uzlaşı içerisindeydiler ve bu yüzden kaderleri birbirine bağlı oldu. Örneğin mısırı ele alalım. Tarımsal bir ürüne dönüştürme bu bitkiyi insana bağımlı hale getirdi; ancak mısırın insanla olan birlikteliği bu bitkiyi, kimsenin bilmediği Meksikalı bir bitki olmaktan çıkarıp onu kendi köklerinin çok ötesine taşıdı. İşte bu yüzden mısır, bugün dünyada en çok ekimi yapılan bitkilerden biri konumundadır. Ancak insanın gözünden bakıldığında mısırın tarımsal bir ürün haline getirilmesi, verimi bol yeni bir besin kaynağının ortaya çıkması demektir. Mısırın ekilip biçilen bir bitki olarak kullanılması (aynı diğer bitkiler gibi) insanın yeni bir yaşama, tarıma dayalı yerleşik bir yaşama geçişini mümkün kılmıştır. Mısırı kendi amaçları doğrultusunda sömüren insan mıdır, yoksa tersine mısır mı insanı sömürmektedir? Bir bitkiyi tarımsal bir ürüne dönüştürmenin bu anlamda çift yönlü bir etkisi olduğu görülmektedir.
İlk çiftçilerin bitkileri tarımsal birer ürüne dönüştürmeleri ve hayvanları evcilleştirme sürecine başlamalarından binlerce yıl sonra bugün bile insan türü tarımla uğraşan bir tür konumunda olduğu gibi, besin üretimi de hâlâ insanlığın birincil uğraşı olmaya devam etmektedir. Tarım bugün insan ırkının yüzde 41’ini istihdam etmektedir. Bu, diğer ekonomik faaliyetlere kıyasla çok yüksek bir orandır. Ayrıca tarımsal faaliyetler, dünya yüzeyinin yüzde 40’ını kapsayan bir alanda yapılmaktadır (Tarımsal faaliyetlerin yapıldığı alanın yaklaşık üçte birlik kısmı tarımsal üretim için kullanılırken geri kalan üçte ikilik kısım hayvan sürülerinin otlatılması için kullanılır). Dahası dünyanın en erken uygarlıklarının temelini oluşturan üç besin bugün hâlâ insanın varoluşunun özünü meydana getirmektedir. Buğday, pirinç ve mısır, insan türünce tüketilen kalorinin önemli bir kısmını sağlamaya devam ediyor. Geri kalan kalorinin önemli bir bölümü ise tarımsal bir ürüne dönüştürülmüş bitki ve evcilleştirilmiş hayvanlardan elde edilmektedir. Bugün insanların tükettiği besinin oldukça küçük bir kısmı yabani doğadan karşılanır; bunlar arasında balıklar, kabuklu deniz ürünleri, küçük taneli yabani meyveler, kabuklu yemişler, mantarlar vs. yer almaktadır.
Bu nedenle bugün tükettiğimiz neredeyse hiçbir besinin tamamen doğal olduğunu söyleyemeyiz. Bunların neredeyse hepsi seçici çiftleştirme yönteminin damgasını taşırlar. Bu işlem ilk başlarda farkında olmadan yapılıyordu; ancak daha sonra çiftçilerin kendi ihtiyaçlarına elverişli yeni, tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş türleri elde etmek amacıyla doğada bulunan en kıymetli özellikleri üretmeye başladığı andan itibaren bu iş daha bilinçli ve daha özenli bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Mısır gibi inekler ve tavuklar da doğada kendiliğinden bir süreçle oluşmazlar, dahası bugün bunlar insanın müdahalesi olmaksızın da var olamazlar. Öyle ki, turuncu havuçlar bile insan ürünüdür. İlk başlarda havuçlar beyaz ve mor renkliydi. Havucun tatlı ve turuncu renkli olan çeşidi on altıncı yüzyılda William Oranj’a[3 - “Sessiz William” ya da “I. William Oranj Prensi” olarak da bilinir. (ç.n.)] hediye etmek amacıyla Hollandalı bahçe uzmanları tarafından üretilmişti. Havucun eski mor çeşidinin 2002 yılında İngiltere’de süpermarketlerde satışa çıkarılması girişimi başarısızlıkla sonuçlandı, çünkü müşteriler alışkın oldukları turuncu havuçları tercih ediyorlardı.
Tüm tarımsal ürüne dönüştürülmüş bitki ve evcilleştirilmiş hayvanlar insan ürünü teknolojilerdir. Dahası bugün bel bağladığımız bu “teknolojiler”in neredeyse tamamı köken olarak antik çağlara dayanmaktadır. Bunların oldukça büyük bir bölümü M.Ö. 2000’e kadar olan sürede; çok küçük bir bölümü ise bu tarihten sonra evcilleştirilmiştir. Evcilleştirilmiş on dört büyük hayvandan sadece biri –rengeyiği– son bin yılda evcilleştirilmiştir. Aynı şey bu bitkiler için de söylenebilir: yabanmersini, çilek, kızılcık, kivi, macadamia cevizi, pi-kan cevizi ve kaju fıstığı. Tüm bu bitkilerin tarımsal ürüne dönüştürülmesi diğerlerine nazaran daha yenidir ve hiçbiri de bugün temel besin maddesi grubunda yer almaz.
Geride bıraktığımız yüzyılda, yalnızca suda yaşayan türlerin hayli önemli bir bölümü evcilleştirilmiştir. Kısacası ilk çiftçiler, binlerce yıl önce bitkilerin büyük bir bölümünü tarımsal birer ürüne dönüştürmeyi ve hayvanların büyük bir kısmını evcilleştirmeyi başarmışlardı. İşte bu, evcilleştirilmiş hayvan ve tarımsal birer ürüne dönüştürülmüş bitkilerin niçin büyük ölçüde doğal sanıldığını açıklayabildiği gibi, modern genetik mühendisliği teknikleri kullanılarak bitki ve hayvanların ileri düzeyde geliştirilmesi amacına yönelik ortaya konan çabaların eleştirileri niçin böylesine üzerine çekip korkuları kışkırttığını da açıklayabilmektedir. Oysa böylesi bir genetik mühendisliği, on bin yıllık bir tarihe sahip olan, teknoloji alanındaki tartışmasız en yeni değişikliklerden biridir. Bitki öldürücü kimyasallara duyarlı mısır doğada bulunmaz, burası doğru; ama diğer mısır türleri de doğada hazır bir şekilde bulunmaz.
Basitçe söylemek gerekirse, tarım son derece gayri tabii bir etkinliktir. Herhangi bir insan aktivitesi ile kıyaslandığında gerek dünyayı değiştirme, gerekse çevre üzerindeki etkisi bakımından katkısı muazzamdır. Geniş ölçekli ormansızlaştırmaya, çevresel yıkımlara, “doğal” vahşi yaşamın yerinden edilmesine olduğu kadar, hayvan ve bitkilerin kendi doğal ortamlarından alınıp binlerce mil ötede başka yerlere nakledilmesi gibi sonuçlara da yol açmıştır. Tarım, doğada bulunmayan ve genellikle de insanın müdahalesi olmaksızın hayatta kalması mümkün olmayan gayri tabii türlerin oluşturulması amacıyla bitki ve hayvanların genetik modifikasyon işlemlerini bünyesinde barındırır. Tarım ayrıca on binlerce yıl boyunca insani varoluşun temelini oluşturan avcı-toplayıcı yaşam tarzını alt üst etmiş; insanı kışkırtarak onun avcı-toplayıcıların değişken ve konargöçer yaşam tarzlarının zor ve zahmetli yapısından çıkmasına yardımcı olmuştur. Şayet bugün tarım “icat edilmiş” olsaydı herhalde buna müsaade edilmezdi; yine de tarım tüm olumsuzluklarına rağmen uygarlığımızın altyapısını oluşturmaya devam etmektedir. Özetle, evcilleştirilmiş hayvan ve tarımsal ürüne dönüştürülmüş bitkiler bugün içinde yaşadığımız modern dünyanın temellerini atmıştır.
2. BÖLÜM
Besin ve Toplumsal Yapı
3
Besin, Zenginlik ve Güç
Zenginliği elde etmek kolay değildir, ancak yoksulluk her daim yanı başımızdadır.
–MEZOPOTAMYA ATASÖZÜ, M.Ö. 2000
Tamirci, Terzi, Asker ve Denizci
Standart Meslekler Listesi uygarlığın doğuşundan günümüze miras kalan bir belgedir. Küçük kilden tabletler üzerine çivi yazısıyla işlenmiştir. Belgenin M.Ö. 3200’lere kadar giden en eski nüshaları, yazının ve şehirlerin ilk ortaya çıktığı bölge olan Mezopotamya’daki Uruk şehrinde (bugünkü Erek) bulunmuştur. Kâtipleri yetiştirmek için kullanılan standart bir metin olduğu için nüshaların çoğu uzun süre varlığını korumuştur. Liste, en önemli meslekler yukarıda olacak şekilde sıraya göre yazılmış 129 meslekten oluşmaktadır. Tabletlere işlenen ve bugün çoğunun ismini bilmediğimiz meslekler arasında şunlar vardır: “yüksek yargıç”, “belediye başkanı”, “bilge”, hükümdarın maiyetinde bulunan “nedim” ve “ulak nezaretçisi”. Liste, o zamanlar muhtemelen dünyadaki en büyük şehir olan Uruk’un nüfusunun (kimilerinin diğerlerine göre daha önemli sayıldığı) farklı mesleklere bölünmüş tabakalı bir yapıda olduğunu göstermektedir. Bu, bize yaklaşık beş bin yıl önce bölgede ortaya çıkan çiftçi köylerinden tamamıyla farklı bir tablo sunmaktadır. İşte besin, bu dönüşümün temelini oluşturur.
Küçük eşitlikçi köy topluluklarından büyük, tabakalı şehir toplumlarına geçiş, nüfusun bir kısmının kendi ihtiyacının ötesinde bir besin üretimini gerçekleştirmesi, diğer bir deyişle tarımın daha yoğun bir şekilde yapılması sayesinde mümkün olabilmiştir. Elde edilen bu fazla besin (artı ürün) de nüfusun diğer bölümünü geçindirmek için kullanılabildiğinden, herkesin doğrudan doğruya tarımsal faaliyette bulunması gereği de ortadan kalmıştır. Uruk şehrinde nüfusun yalnızca yüzde seksenlik bir bölümü tarımla uğraşmaktaydı. İnsanlar, on millik bir yarıçapa sahip devasa bir çember içerisinde şehri çepeçevre saran tarlalarda çalışıyorlardı ve ürettikleri artı ürünlere, toplumun tepesindeki yönetici seçkinlerce el konuluyordu. El konulan artı ürünün bir kısmı yeniden dağıtılıyor, geri kalanı ise yönetici seçkinlerin kişisel tüketimlerine gidiyordu. Toplumdaki bu tabakalaşmayı mümkün kılan tarımsal artı üründür ve bu yalnızca Mezopotamya’da değil, dünyada tarımın yapıldığı hemen her köşede böyle olmuştur. İnsani varoluşun doğasını değiştirmedeki işlevi göz önüne alındığında besinin insanlık tarihinde oynadığı ikinci önemli rol budur. Tarıma geçmeyle insanlar yerleşik yaşama adım attılar. Tarımsal üretimdeki artış da beraberinde insanların zengin ve yoksul, yöneticiler ve çiftçiler diye ayrılmasını mümkün kıldı.
İnsanların farklı işleri ve meslekleri olduğuna ve kimilerinin diğerlerine göre daha zengin olduğuna dair görüş, bugüne kadar doğal bir durum olarak kabul edilmiştir. Gelgelelim insani varoluşun büyük bir bölümü için böylesi bir durum geçerli değildir. Gerek avcı-toplayıcıların gerekse de ilk çiftçilerin büyük ölçüde eşit derecede servetleri vardı ve günlerini de topluluk içindeki diğer insanlar gibi benzer işlerle uğraşarak geçirirlerdi. Bizler besini ya bir masa etrafında toplanmada ya da mecazi olarak ortak bir yöresel ya da kültürel mutfağı paylaşıyor olmaktan dolayı, insanları bir araya getiren bir şey olarak düşünürüz. Oysa besin “ayırmaya” ve “bölmeye” yol açar. Antik dünyada besin zenginlik demekti. Besinin kontrolünü elde tutmak ise iktidarı elde tutmakla eş anlamlıydı.
Tarıma geçişle birlikte besin üretimindeki değişimler ile sosyal yapıda buna bağlı olarak gerçekleşen dönüşümler eş zamanlı olduğu gibi bunlar, birbiriyle iç içe geçen süreçlerdi. Ne toplumun yönetici seçkin tabakası, aniden ortaya çıkıp insanları tarlalarda ölesiye çalıştırmaya zorladı, ne de üretimdeki artış, hemen akabinde bir artı ürünü açığa çıkarıp, kazananın başına taç takıp kral olduğu bir savaşın başlamasına yol açtı. Buna karşılık, avcı-toplayıcı yaşam tarzının terk edilmesi, daha önce kişilerin mal biriktirip saygınlık elde etmede (her ikisi de avcı-toplayıcıların onaylamadığı şeylerdi) önlerindeki engellerin artık kalkması anlamına geliyordu. Yine de gelişmiş toplumların ortaya çıkması belli bir zaman aldı. Mezopotamya’da basit köy topluluklarından gelişmiş şehirlere olan geçiş yaklaşık beş bin yıl sürdü. Benzer şekilde bu geçiş Çin’de ve Amerika kıtasında binlerce yılı buldu.
Besinin kontrolü güç demekti, çünkü insanların ve hayvanların beslenmesini mümkün kıldığı ölçüde besin diğer her şeyin sürekliliğini sağladı. Çiftçilerin ürettiği artı ürüne el koymak, toplumun yönetici seçkinlerine kendi kâtiplerini, askerlerini ve zanaatkârlarını beslemede gerekli imkânı yaratmıştı. Toprağın ekilip biçilmesi işiyle uğraşan çiftçiler herkese yeten besin üretimini gerçekleştirmekteydi; bu da ister istemez beraberinde nüfusun belirli bir bölümünün inşaat işleri gibi hizmetlere kaymasını sağladı. Sonuç olarak elde biriken artı ürün yepyeni şeyler oluşturmada, bu artı ürünü elinde tutan kişiye bir güç verdi. Bununla savaşlar finanse edildi; tapınaklar ve piramitler inşa edildi; özel heykeltıraşlar, dokumacılar ve metal işçilerince üretilen görkemli sanat eserlerinin üretimine destek olundu. Besinin insanlara sağladığı bu gücün kökenlerine inmek için işe avcı toplayıcı toplulukların yapısını incelemekle başlamak ve insanların eskiden, besin ve güç birikimini niçin bu derece tehlikeli ve istikrarsızlaştırıcı bir şey olarak kabul ettikleri –ve bunun niçin değiştiği– sorusunu sormak burada anlam kazanmaktadır.
Antik Eşitlikçiler
Avcı-toplayıcılar, karınlarını doyurmak için besin elde etmede aşağı yukarı haftada iki günlerini harcamış olsalar da besinin yaşamları üzerinde bir hâkimiyeti yoktu. Avcı-toplayıcı grupları, konargöçer bir yaşam sürdürmek; geçici olarak konakladıkları kamp alanı etrafındaki besin kaynaklarının azalmasıyla birlikte birkaç hafta geçmeden başka yerlere göçmek ve göç etmeye başladıkları zaman da her şeylerini yanlarına almak durumundaydılar. Tabii her şeyi taşımak zorunda kalmak, mal biriktirmelerini engelliyordu. Örneğin, Afrikalı bir avcı-toplayıcı ailesi üzerine araştırma yürüten antropologların çıkardıkları bir envantere göre avcı-toplayıcı bir ailenin, herkesin ortak kullandığı bıçak, mızrak, yay ve oklar, bileklik, ağ, sepetler, keser, düdük, flüt, kastanyet, tarak, kemer, çekiç ve şapka gibi araç ve gereçlere sahip olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bugün gelişmiş dünyada yaşayan sadece birkaç aile sahip olduğu şeyleri böyle tek bir cümle içerisinde listeleyebilir. Ayrıca bu araç ve gereçler, ortak mal olduğu için herkes tarafından da serbestçe kullanılmaktaydı. Herkesin kendi bıçağını ya da mızrağını taşımasındansa, bunların paylaştırılması daha mantıklıdır; çünkü grup içindeki kişiler bir başka seferde ağ ya da yay gibi diğer aletleri taşıyabilirler. Araç ve gereçlerin ortak kullanıldığı gruplar, bunların bireylerce kıskanç bir şekilde korunduğu ya da saklandığı gruplara göre daha esnek olabildikleri gibi hayatta kalmada başarı şansları da bir o kadar fazladır. Özetle, eşyaların ortak kullanımına yönelik toplumsal bir baskının olduğu gruplar hızla çoğalabilmişlerdir.
Paylaşıma dönük bu zorunluluk besin için de geçerlidir. Modern avcı-toplayıcılarda şöyle bir kural vardır: Kampa yiyecek getiren kişi, getirdiği yiyeceği, yemek isteyen herkesle paylaşmak durumundadır. Bu kural kıtlıklara karşı bir “sigorta” işlevi görür. Sıradan bir günde yeterli besin bulmanın hiçbir garantisi olmadığı gibi en usta avcılar bile yalnızca birkaç günde bir hayvan avlayabilirler. Eğer herkes bencil olup yemeğini yalnızca kendisi için saklarsa insanlar her daim açlıkla boğuşmak zorunda kalırlar. Paylaşmak, besin miktarının eşitçe bölüşülmesini ve insanların aç kalmamasını güvence altına alır. Bugünkü avcı-toplayıcı grupları üzerine yapılan etnografik çalışmalar, kimi grupların paylaşmaya yönelik çok daha detaylı kurallara sahip olduğunu ortaya koymuştur. Kimi durumlarda avcının, kendi yakaladığı hayvandan kendisine bir pay çıkarmasına dahi (ailenin bir üyesinin dolaylı yoldan bir miktar besinin avcıya verilmesini sağlamasına rağmen) müsaade edilmez. Benzer şekilde, bir toprak parçası ile bu toprak parçasındaki besin kaynakları üzerinde hak talep etmeye de müsaade edilmez. Böylesi kurallar, avcılığın ve toplayıcılığın risk ve mükâfatlarının grup üyelerince paylaşımını güvence altına alır. Tarihsel olarak, besinlerin ortak kullanımına dönük pratikleri olan grupların bu pratiklere sahip olmayanlara göre hayatta kalmada başarı şansları daha fazladır. Çünkü kaynakların ele geçirilmesini temel alan rekabet, hem kaynakların aşırı sömürüsüne yol açabilir, hem de mülkiyet üzerine çıkan anlaşmazlıklar grubun parçalanmasıyla sonuçlanır. Bir kez daha besinlerin paylaşımı burada galip gelmiştir; çünkü paylaşım, bu pratiğe sahip olan gruplara sınırsız avantajlar sağlamaktadır.
Tüm bu anlattıklarımız, avcı-toplayıcıların kişisel bir saygınlık elde etmede mal biriktirmek gibi bir işle uğraşmadıkları anlamına gelir. Ayrıca insanlarla paylaşılması önünde bir engel yokken böyle bir şey neden dert edilsin? Zenginliğin ya da özel mülkiyetin ilk belirtilerinin ortaya çıktığı tarımsal üretimin gelişine kadar bu böyle devam etti. Afrika’daki avcı-toplayıcılar üzerine çalışmalar yürüten bir antropologun işaret ettiği gibi:
Bir Buşman, diğer Buşmanların kendisini kıskanmalarının önüne geçmek için elinden gelen her şeyi yapabilir. Bu nedenle Buşmanların sahip olduğu birkaç özel eşya, grup üyeleri arasında sürekli dolaşımda bulunur. Kimse bir bıçağı, bunu çok istese bile, elinde uzun süre tutmak gibi bir şeyle özel olarak ilgilenmez; çünkü bu şekilde o kişi kıskançlık nesnesine dönüşecektir. Kişi eğer oturup bıçağının ince kenarını parlatmakla vaktini harcıyorsa gruptaki diğer kişilerden şöyle bir söz işitmesi muhtemeldir: “Şuna da bak, nasıl da bıçağıyla özenle ilgileniyor.” Sonra birisi çıkar ve ondan bıçağı ister –ki herkes bunu yapabilir– ve bıçak da onu isteyen kişiye verilir. Kültürleri birbirleriyle paylaşım üzerine kuruludur. Bir Buşman’ın, grubun diğer üyeleriyle yiyecek ya da su gibi şeyleri paylaşmadığı bir durum hiç yaşanmamıştır. Aralarında çok katı bir koordinasyon olmaksızın Buşmanların Kalahari Çölü’nün kıtlığı ve susuzluğunda ayakta kalmaları çok zordur.
Avcı-toplayıcılar gösterişe, kendilerini afişe etmeye karşı da temkinli oldukları için bunu önlemeye dönük çeşitli kurallar koyarlar. Örneğin, Buşmanlar ideal bir avcının gösterişten uzak ve ölçülü olması gerektiğine inanırlar. Avdan dönüldüğünde, koca bir hayvanı avlamış olsa bile avcı avdaki başarısını abartmamakla yükümlüdür. Grubun üyeleri avı almaya geldiklerinde ise gördükleri şeyin boyutu karşısında düş kırıklıklarını gösterebilirler: “Ne yani, şimdi biz onca yolu bu kemik torbası için mi yürüdük?” Böyle bir durumda avcıdan uyumlu davranması ve söylenenler karşısında kırılmaması, gücenmemesi beklenir. Tüm bu şeyler, avcının kendisini bir kahraman olarak görmesini engelleme amacını taşır. Bir Buşman’ın, yanında misafir olarak kalan etnografa söylediği gibi: “Genç bir avcı büyük bir hayvan avladığında kendisini şef ya da büyük adam zannetmeye, bizleri de kendi hizmetçileri ya da aşağı derecedeki insanlar olarak görmeye başlar. Bunu kabul edemeyiz. Bu yüzden avcının yakaladığı ava değersiz bir şey muamelesi yaparız. Hem bu şekilde avcının içindeki arzuyu söndürüp onu uysal ve anlayışlı biri haline getirmiş oluruz.”
Konuyu biraz daha açmaya çalışalım. Buşmanların şöyle bir âdeti vardır: Vurulan hayvandaki et, hayvanı vurmak için oku atan kişiye değil, hayvanı vuran okun sahibine aittir. (Eğer hayvanı vurmada iki ya da daha fazla ok işin içine girdiyse et, hayvana saplanan ilk okun sahibi kimse ona aittir.) Grup üyeleri oklarını düzenli olarak değiş tokuş ettiğinden bu durum –daha düşük bir ihtimal de olsa– avcılar arasında oturup konuşulacak bir meseleye bile dönüşülebilir. Ayrıca avlanan hayvanın büyükçe bir bölümünün grubun üyeleri arasında paylaştırılması ile yetenekli avcıların kendilerine saygınlık sağlamalarının önüne geçilmiş olur. Aslına bakılırsa ortada bir terslik vardır: Avcının işleri iyi gidip bir sürü besin topladığında, grubun diğer üyelerine karınlarını doyurma fırsatı tanımak için avcı birkaç hafta boyunca avlanmaya ara verecektir. Avlanmaya birkaç hafta boyunca ara vermek demek, avcının kendi besin ihtiyacının grup üyelerince karşılanmasını kabul etmesi demektir. Bu da özetle, avcının kendisine verilen görevi hakkıyla yerine getirmiş olduğu anlamına gelir.
1960’lar boyunca süren araştırmalarda Buşmanlarla birlikte yaşamış Kanadalı Antropolog Richard Borshay Lee, kendisine ev sahipliği yapan Buşmanlara teşekkür etmek amacıyla bir ziyafet vermek istediğinde bunun grubun kurallarına ters düştüğünü fark etmiştir. Antropolog Lee, bu ziyafet için büyük ve etli butlu bir öküz satın aldığında Buşmanlar, çok yaşlı, çok zayıf ve belki de yemesi çok güç olan bir hayvanı seçmiş olmasından dolayı kendisiyle dalga geçmeye başlarlar. Lee, bu tavır karşısında hayretini gizleyemez. Neyse ki ziyafette öküz etinin lezzetli ve yumuşak olduğu ortaya çıkar… Peki, Buşmanlar niçin Antropolog Lee’ye karşı böyle davranmıştı? “!Kung Buşmanlar son derece eşitlikçi insanlar olduğu gibi, grup üyeleri arasında kibir, cimrilik ve ilgisizlik tarzı şeylere karşı da hoşgörülü değillerdir,” sonucuna varmaktadır Lee. “Kendi grup üyeleri arasında böylesi davranışların bir işaretini gördüklerinde, insanlara yaptıkları bu davranışın yanlış olduğunu gösterip, onları hizaya çekmek için ‘tevazu dayatıcı’ araçlarını devreye sokarlar.” Diğer avcı-toplayıcılar gibi Buşmanlar da hediye savurganlığını, grubun diğer üyeleri üzerindeki kontrolü sağlamak, politik destek edinmek ya da kişinin statüsünü yükseltmeye yönelik bir girişim olarak değerlendirmektedir. Bu tarz girişimler, onların kültürlerine ters düşer. Buşmanlardaki bu sıkı eşitlikçilik, toplumsal uyum ve herkese güvenilir besin miktarı sağlamak için geliştirilmiş bir “toplumsal teknoloji” şeklinde değerlendirilebilir.
Besin bir başka açıdan da avcı-toplayıcı topluluğun yapısını belirlemektedir. Örneğin, bir avcı-toplayıcı grubun büyüklüğü, kampın çevresinde bulunan besin kaynaklarının elde edilebilirliğine bağlıdır. Üye sayısının fazla olduğu çok büyük bir avcı-toplayıcı grubu, bulunduğu çevredeki besin kaynaklarını hızla tüketecektir. Bu da grubun bir başka yere göç etmesini zorunlu kılacak bir gelişmedir. Aslında avcı-toplayıcı grubun daha büyük bir toprak parçasına ihtiyaç duyması anlamına gelir. Sonuç olarak, grubun kişi sayısı, besin kaynaklarının kıt olduğu yerlerde altı ila on iki kişi arasında değişirken; besin kaynaklarının bol olduğu yerlerde bu sayı yirmi beş ila elli arasında değişmektedir. Bir ya da daha fazla geniş aileden oluşan gruplarda, grup içi yapılan evliliklerden dolayı üyelerin hemen hepsi birbiriyle akraba sayılır. Avcı-toplayıcı grupların genellikle şefleri olmaz; ama avcılık ve toplayıcılıkta erkek ve kadınların geleneksel olarak yaptıkları işler dışında gruptaki bazı kişilerin belirli roller üstlenmeleri söz konusu olur. Bu roller sırasıyla hastaları iyileştirme, silah yapma ya da diğer avcı-toplayıcı grupları ile haberleşme ve görüşmeleri yürütmedir. Ancak grupta hiçbir zaman tam zamanlı çalışan uzmanlar olmadığı gibi grup üyelerinin bir kısmınca yapılan bu işler de kişiler için daha yüksek bir sosyal statü anlamına gelmez.
Avcı-toplayıcı gruplar, gerek evlilik ilişkilerinde gerekse de besin kıtlığına karşı yardımlarda diğer gruplarla olan ilişkilerini her daim canlı tutarlar. Kıtlık zamanında, bir avcı-toplayıcı grubu aralarında evlilik bağı bulunan diğer grubu ziyaret ederek besinini bu grupla paylaşır. Büyük şölenler şeklinde yapılan gruplar arası yiyecek paylaşımları mevsimsel besin miktarının hayli bol olduğu zamanlarda düzenlenir. Bu tür şölenler, avcı-toplayıcılar arasındaki evrensel bir etkinlik olmanın yanında, evlilikler için ritüellerin yapılması, şarkıların söylenmesi ve dansların edilmesi için bir fırsat sunar. Bu yüzden besin, hem avcı-toplayıcı toplulukları birbirine bağlar, hem de gerek grup içi gerekse gruplar arasındaki bağlantıların kurulmasına önayak olur.
Bununla beraber avcı-toplayıcı yaşam tarzına gereğinden fazla duygusal yaklaşmak da doğru değildir. On sekizinci yüzyılda Avrupalılar tarafından avcı-toplayıcı grupların “keşfedilmesi”yle birlikte, “soylu vahşi” yaşam tarzının idealize edilmiş tasvirleri yapılmaya başlandı. On dokuzuncu yüzyılda Karl Marx ve Friedrich Engels komünizm doktrinini geliştirdiklerinde, yerli Amerikan toplulukları üzerinde çalışmalar yürüten Amerikalı Antropolog Lewis H. Morgan’ın tasvir ettiği avcı-toplayıcı topluluklardaki “ilkel komünizm”den kısmen etkilenmişlerdi. Ne var ki avcı-toplayıcı yaşantısı, bugün çoğu insanın yaşantısına kıyasla daha serbest ve daha eşitlikçi olsa da bunun her zaman cennetvari bir yaşam tarzı olmadığını söylememiz gerekir. Örneğin, bu gruplarda nüfusu kontrol altında tutmak için yeni doğmuş bebekler öldürülebiliyordu. Dahası avcı-toplayıcı gruplar arasında sonu gelmez çatışmalar baş gösteriyor; bu çatışmalar katliamlarla, hatta bazı durumlarda yamyamlıkla son buluyordu. Avcı-toplayıcıların kusursuz ve barışın hüküm sürdüğü bir ortamda yaşadıkları görüşü yanıltıcı olduğu kadar yanlıştır da. Yine de şurası çok açık: Büyük ölçüde besin miktarına bağlı olarak şekillenen avcı-toplayıcı toplulukların yapısı, içinde yaşadığımız modern toplumlarınkiyle çok büyük bir farklılık göstermektedir. Ne zaman ki insan tarım yapmaya başladı ve elde edilen besin miktarında çarpıcı bir dönüşüm yaşandı, işte o zaman her şey değişmiş oldu.
“Büyük Adam”ın Doğuşu
İnsanların yerleşik yaşama geçip, avcılık ve toplayıcılığın da tarıma dönüşmesiyle birlikte kurulan ilk köylerde yaşayan topluluklar, hâlâ büyük ölçüde eşitlikçi topluluklardı. Arkeolojik bulgular, nüfusun yüz kişiden fazla olmadığı bu en eski köy topluluklarının birbirine benzer şekil ve boyutta ev ve kulübelerden oluştuğunu göstermektedir. Ancak yerleşik yaşam ve tarıma geçişle birlikte, insanları zenginlik ve statü peşinde koşmaktan alıkoyan kurallar değişmeye; hiyerarşik bir yapılanmaya karşı insanın özünde var olan eğilimleri bertaraf etmek üzere geliştirilmiş toplumsal mekanizmalar aşınmaya başladı. Zaten bir yeri kalıcı olarak mesken tuttuğunuzda artı ürünle birlikte diğer şeylerin birikimini yapmaya başlamak mümkün hale gelir. Böylece toplumsal farklılaşmanın ilk emareleri belirginlik kazanmaya başlar: Evlerin diğerlerine kıyasla daha büyük olduğu; nadide bulunan deniz kabukları ya da gösterişli işlemeleri olan eşyalar gibi saygın görülen parçalara sahip köyler ile kimi mezarların kıymetli eşyalarla dolu olduğu, ama aynı dönemdeki diğer mezarlarda bunların bulunmadığı mezarlıklar… Tüm bu şeyler özel mülkiyet anlayışının hızla kabul edildiği anlamına gelmektedir (Paylaşmak durumunda kalındığında statü kazandıran eşyalara sahip olmanın bir anlamı yoktu). Süreç içerisinde, bazı insanların diğerlerine göre daha varlıklı olmasından hareketle toplumsal bir hiyerarşi kendini göstermeye başlar.
Avcı-toplayıcıların besin bolluğunun olduğu yerlere yerleşip buraları mesken edinmeye başlamalarından hareketle, bazı yerlerde bu sürecin daha tarıma geçilmeden çok önce başlamış olduğu anlaşılır. Ancak tarıma başlanmaması bu durumun yaygınlaşmasına yol açmıştır. Pirincin M.Ö. 4000’lerde tarımsal bir ürüne dönüştürüldüğü Yukarı Yangtze Nehri üzerindeki Çin’in Hupei Havzası’ndaki ilk köyler, bu duruma iyi bir örnek oluşturmaktadır. Kazılarda ortaya çıkarılan 208 mezardan bazılarında incelikle işlenmiş eşyalar bulunurken diğerlerinde ölü bedenler dışında pek bir şey bulunmamıştır. Benzer şekilde, bugün Irak’ın kuzey sınırları içerisinde yer alan Tell es-Sawwan’da tarihi M.Ö. 5500’lere kadar giden 128 mezarda yapılan araştırmalar, mezarlarda ortaya çıkan eşyalarda gözle görülür bir farklılığın olduğuna işaret etmektedir. Mezarların bazılarında işlenmiş beyaz mermerler, egzotik taşlardan yapılmış boncuklar ya da çanak çömlekler bulunurken diğerlerinde hiçbir şey bulunmamıştır. Bu durumların her birinde karşımıza çıkan model aynıdır: Tarıma geçiş, beraberinde toplumsal tabakalaşmayı getirmiştir. İlk başlarda pek fark edilmese de sonrasında bu iyice belirginlik kazanmaya başlamıştır.
Farklı ailelerin tarımsal üretimlerindeki değişikliği görmek çok zor değildir. Dahası belli besin maddelerini (özellikle kurutulmuş tahıl ürünleri) depolama becerisi de insanları kendi ürünlerine sahip olmaya daha meyilli hale getirmektedir. Depolanabilir artı ürünün başka şeylerle ticaretinin yapılabilmesinden ötürü böylesi bir birikim zenginlikle eş anlamlıdır. Ancak bazı sakinlerinin, diğerlerine nazaran daha fazla besin ve süs eşyası biriktirebildiği bir köy, yönetici seçkinlerin üretilen artı ürüne el koydukları ve bu artı ürünün kendi tükettikleri bölümünün dışında kalan kısmını da dağıttıkları ilk şehirlerin girift hiyerarşik düzeninden hâlâ fersah fersah uzakta bulunmaktadır. Peki, bu güçlü şefler nasıl ortaya çıktılar ve tarımsal artı ürünün kontrolünü nasıl ele geçirebildiler?
Artı ürün ve diğer şeylerin akışı üzerinde denetim kurma konusunda başarı sağlayan ve böylece kendisine bağlı kişilerden bir grup oluşturabilen “büyük adamlar”ın ortaya çıkışı, eşitlikçi bir köy topluluğundan sınıflı yapıdaki şehir düzenine giden yolda atılan önemli bir adımdır. Şaşırtıcı olan, büyük adamın denetim kurmada kullandığı aracın şiddet değil cömertlik olmasıdır. Büyük adam, insanlara mal hibe ederek onları borca bağlıyor, insanlar da borçlarını bir dahaki sefere daha fazla mal ile karşılamak mecburiyetinde kalıyorlardı. Bu mallar da genellikle besin oluyordu. Böylesi bir işe başlarken büyük adam, diğerlerine verebileceği artı ürünü üretmek için kendi ailesini ikna etmiş olabilir. Sonra bunun karşılığında daha fazla besin elde edip bunun bir kısmını kendi ailesi arasında bölüştürüp, bir kısmını da diğer insanlar için elden çıkararak kendisine daha büyük bir borçlu kitlesi yaratmış olur. Dünyanın bazı yerlerinde büyük adam kültürleri hâlâ var olduğundan bugün dahi bu süreç gözlemlenebilmektedir.
Örneğin, Melanezya’da büyük adam, borç vermek için kullanacağı kaynakları artırmak amacıyla çokeşli bir yaşam sürdürmek durumundadır. Eşlerden biri bahçeyle uğraşıp sebze-meyve yetiştirir, diğeri ormandan odun toplar, bir başkası da balık tutar. Bu kaynaklar özenle bir araya getirildikten sonra insanlara borç olarak verilir. Böylece insanlar borçlarına karşılık ileride büyük adama daha fazla ödeme yaparlar. Sonra büyük adam tekrar hibe dağıtımına girişir ve bu şekilde kendisine daha büyük bir borçlu kitlesi yaratmış olur. Bu durum besin üretiminin daha yoğun bir şekilde yapılmasına yol açar. Süreç içerisinde büyük adamın kendi “namını oluşturma” amacıyla düzenlediği büyük şölenlerde bu ilişki doruk noktasına ulaşır. Büyük adam diğer köylerdeki insanları da bu şölene davet eder. Bu şekilde onları kendine borçlu hale getirerek etki alanına dahil etmiş olur. Bu yolla büyük adam toplumun itibar sahibi, sözü geçen güçlü bir kişisi haline gelir. En büyük şölenleri verme ve kendisine daha büyük bir borçlu kitlesi yaratma amacıyla büyük adamlar arasında kızışan rekabet bu süreci daha da hızlandırır.
Peki bu, büyük adamların zengin ve tembel oldukları anlamına mı gelmelidir? Kesinlikle hayır. Büyük adam için zenginlik, hiçbir şey yapmadan üzerine yatılacak bir şey değildir. Tersine, zenginlik elden çıkarılıp birine borç olarak verildiği zaman kullanışlı olan şeydir. Bazı durumlarda büyük adamlar kendisine bağlı kişilerden daha fakir bir duruma da düşebilirler. Örneğin, Kuzey Alaska’daki Eskimo gruplarında, balina avcılığı yapan kaptanlar, denizden uzakta, iç kısımlarda yaşayan karibu avcılarıyla ticari ilişkileri yürütmekle yükümlü olduklarından kendi gruplarındaki kıymetli malların dağıtımı ve dolaşımının kontrolüyle ilgilenmek zorundadırlar. Ancak aldıkları her şeyi elden çıkarmak zorunda olduklarından ve yardım için gelen ricayı da geri çeviremeyeceklerinden genellikle kendilerine bağlı kişilerden daha yoksul ve yoksun bir hale düşerler. Bu yüzden büyük adamlar da sıkı çalışmak durumundadır. Melanezya’daki bir gözlemciye göre büyük adam, “besin stoklarının devamını sağlamak için herkesten çok daha fazla çalışmak zorundadır. Şan şöhret peşinde koşan kişi kazandıklarıyla yetinemez, bu yüzden büyük şölenler düzenleyip olabildiğince fazla kişiyi borçlandırıp kendisine bağlamaya çalışmalıdır. Günün hemen her saatinde büyük adamdan ırgat gibi çalışması beklenir.”
Aslında bütün bu şeyler, bir grup ya da köy içinde oldukça faydalı bir amaca hizmet etmektedir: Büyük adam, artı ürün ve diğer mallar için bir takas kurumu gibi hareket ettiğinden eldeki malların en iyi şekilde nasıl dağıtılacağını da belirleme hakkına sahiptir. Eğer ailelerden biri fazladan bir besin üretmişse, daha sonraki bir tarihte (Örneğin, alet edevatın yenilenmesinin gerekeceği, belki de besin kıtlığının yaşanacağı bir zamanda) borcun geri ödenebiliyor olmasından dolayı aile elindeki bu fazlalığı büyük adama verebilir. Özetle, başarılı bir büyük adam, toplum ekonomisinin bütünleşmesini sağlayıp bunu koordine eder ve sonunda da toplumun önde gelen kişisi olarak ortaya çıkar. Ancak etki alanı içinde kendisine bağımlı olan insanlara henüz dayatacağı bir gücü yoktur. Bulunduğu pozisyonun devamını sağlamak, grubun geçimini sağlayabilmesine olduğu kadar dağıtım işini yönetebilmesine de bağlıdır. Örneğin, Brezilyalı Nambikwaralar arasında şöyle bir durum vardır: Eğer grubun şefi yeterince cömert değil ve besin sağlama konusunda da pek becerikli değilse insanlar grubu terk edip başka bir gruba katılırlar. Melanezyalı gruplarda, besin dağıtımı konusunda sorunlar çıkartan ya da artı ürünün oldukça büyük bir bölümünü kendisi için saklayan şefler görevlerinden alındıkları gibi, bazı durumlarda ölüm cezasına bile çarptırılırlar. Böylesi bir durumda, büyük adam krala kıyasla hâlâ daha çok yönetici pozisyonunda bulunmaktadır.
Şeflikten Uygarlıklara
Peki, bulunduğu mevki cömertliğe ve paylaşıma dayalı olan büyük adam nasıl oldu da bir köy grubunun kudretli bir şefine dönüşüp ilerleyen süreçte de toplumun yönetici tabakasının tepesindeki bir kral oluverdi? Tahmin edileceği üzere, tarımın ortaya çıkışı ve yayılmasında olduğu gibi burada da sürecin tam olarak nasıl işlediği yeterince açık değildir. Ayrıca, bu konuya dair birbirine karşıt çeşitli teoriler mevcuttur. Bir kere daha ortaya çıkıyor ki, sürecin nasıl işlediğini açıklamada tek bir teori bize aradığımız cevabı veremediği gibi kimi teoriler de dünyanın bazı yerlerindeki durumlarda diğerlerine nazaran çok daha geçerli açıklamalar sunmaktadır. Dahası, bu teorilerin ancak birkaçına birden baktığımız zaman şefliğin ve sonrasında da uygarlıkların nasıl ortaya çıktığına dair bir fikir edinebilmekteyiz. Her bir durumda, toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıkışının besin üretimine sıkı sıkıya bağlı olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Toplumsal örgütlenmenin daha gelişkin ve daha girift formları, daha büyük bir tarımsal üretimi mümkün kıldığı gibi, artı ürünün büyük ölçülerde üretilmesi de toplumsal örgütlenmenin daha girift formlarının oluşumuna katkı sağlamıştır. Peki, nasıl oldu da bu süreç başladı?
Teorilerden biri, bir büyük adam ya da şefin tarımsal üretimi –özellikle de sulama yöntemi ile– koordine etmesi sonucunda güçlendiğinden bahseder. Tarımsal faaliyetlerin getirisi büyük ölçüde farklılık gösterse de tarım yapılan arazinin düzleştirilmesi ya da sulama kanallarının ve taşmayı önleyen setlerin çekilmesi (bunlar, belirli ölçüde bir toplumsal örgütlenme ile mümkündür) sayesinde bu farklılıkları en aza indirmek mümkündür. Sulama yönteminin köyün tarımsal verimliliğinin artırılmasının yanında başka noktalara da etkisi vardır. Topluluğun üyeleri sulama sistemleri yapıp bunlara bağımlı olmaya başladıklarında, artık mesken tuttukları yerden başka yere gitmeye daha az meyilli olacaklardır. Sulama sisteminin kontrolü, bunu kontrol eden şefe bir güç sağlar. Ayrıca sulama sistemi, artı ürünle beslenen ve şefin gözetimi altında bulunan tam zamanlı askerlerin görevlendirilmesi ile korunmaya ve savunulmaya da ihtiyaç duyar.
İlk başlarda insanların ortak kullanımına yönelik bir tarım projesi olarak başlayan uygulama, özetle söyleyecek olursak, şefin gücünü büyük ölçüde artırmasına olanak sağlamıştır. Şef, kendisine daha da bağımlı hale gelmiş kişilerle birlikte koruyucu özel bir muhafız grubunun oluşmasıyla da kendi kullanımı için artı ürünün daha büyük bir bölümüne el koymaya başlar; bununla ailesini geçindirir, askerlerini besler vs. Sulama sistemleri, Mezopotamya’dan Peru’ya kadar uzanan ilk uygarlıkların ortak bir yönünü oluşturmaktadır. Sulama kanalları, Hawaii ve Kuzey Amerika’nın güneybatısındaki yerlerde şeflik örgütlenmelerinde de vardır. Ancak sulamaya dayalı kimi şeflikler, daha girift ya da tabakalı bir toplumsal yapı oluşturacak şekilde gelişme göstermemiştir. Ayrıca bazı gelişmiş sulama projelerinin daha büyük bir örgütlenmenin nedeninden ziyade sonucu olduğu görülür. Netice itibariyle bazı durumlarda oynadığı rol önemli olsa da, gelişkin uygarlıkların ortaya çıkışında sulama sistemleri dışında daha pek çok neden vardır.
Bir başka teori ise tarımsal artı ürünün toplumun kullanımı için depolanıp saklanmasının, kendisine bağlı insanlar üzerinde daha büyük bir kontrol kurması noktasında toplumun önde gelen kişisine bir fırsat sunduğunu öne sürer. Köylüler, aldıkları borca karşılık ellerindeki artı ürünü büyük adama vermekle, ona topluluğun ambarının inşa edilmesini organize etme görevini vermiş olurlar. Bu işin yapılması ve topluluğun besin ihtiyacının karşılanması, diğer işleri yapmada büyük adama “işletme sermayesi” sağlamış olur. Böylece büyük adam, tam zamanlı çalışacak zanaatkârlar tutar ve artı ürünü kullanmak suretiyle de tarımsal faaliyetleri organize eder. Tüm bunlar, yapılan yatırımların ambar için değerlendirilmesini sağlayan olumlu bir getirinin oluşması temelinde mümkün olur. Böylece hayli detaylı bayındırlık işleri giderek artan oranda şefin konumunun meşrulaştırılmasına yol açar. Ayrıca bu durum, toplumun seçkinleri olarak belirecek bir yöneticiler tabakasını da gerekli hale getirir. Bu bakış açısına göre büyük adamın organize ettiği karşılıklı alıp verme ilişkisinden kudretli bir şefin denetimi altında yürüyen yeniden dağıtım ilişkisine doğru doğal bir gelişimin olduğu görülür.
M.Ö. 6000’lerden sonra Yakın Doğu’da köy toplulukları içerisinde büyük merkezi binalar ortaya çıkmaya başladı. Ancak bu binaların ambar olarak mı kullanıldığı, yoksa şölen yerleri, ibadet merkezleri ya da şef evleri mi olduğu pek açık değildir. Ama belki şu söylenebilir: Komşu köy ahalisini etkileme amacıyla şölenlerin yapıldığı binalar ya besin depolamak için ya da tarımsal ekinler için bereket ritüellerinin yapıldığı ambarlar olarak kullanılıyordu. Hawaii’den elde edilen bulgulara göre ilk başlarda şölenler için inşa edilen kamusal alanların, sonradan etrafı duvarlarla çevrilerek yalnızca yüksek kademeden seçkin insanların erişimine izin verilen yerlere dönüştürüldüğünü görmekteyiz. Bu yüzden tapınaklar ve saraylar ilk başlarda ya ambar olarak ya da şölenlerin düzenlendiği yapılar olarak inşa edilmiş olmalıdır.
Bir üçüncü teori ise etrafının doğal bir şekilde çevrelenmiş olduğu tarım arazileri üzerindeki rekabetin, topluluklar arasında savaşların yaşanmasına yol açtığından bahseder. Örneğin, Peru’da, And Dağları’ndan başlayıp hayli kurak bir çöl içerisinde elli millik bir yolculuktan sonra kıyı şeridine dökülen yetmiş sekiz nehir bulunmaktadır. Nehir kenarlarında tarım yapmak mümkündür, ne var ki tarıma elverişli alanların hemen hepsi çöl, dağlar ve okyanuslarla çevrelenmiştir. Mısır’da Nil Nehri boyunca bereketli arazinin dar şeridi üzerinde tarım yapmak mümkündür; ama bunun ötesindeki çölde imkânsızdır. Mezopotamya’nın alüvyal ovaları üzerinde, sadece Dicle ve Fırat nehirlerine yakın yerlerde tarım yapılabilir. İlk başlarda bu yerler birkaç çiftçinin mesken tuttuğu seyrek nüfuslu yerlerdi. Nüfusun artmasına paralel olarak (Çünkü yerleşik yaşama geçiş ve tarıma başlama, avcı-toplayıcı topluluklarınkine kıyasla nüfusun çok daha fazla artmasına yol açar) yeni yeni köyler kurulur. Üzerinde tarım yapmaya müsait alanlar bir kere kullanılmaya başlandıktan sonra çiftçiler üretimi yoğunlaştırıp, daha gelişmiş set ve sulama sistemleri kurarak sabit bir toprak parçası üzerinden çok daha fazla verim almaya başlarlar.
Tarımsal üretkenlik bir süre sonra yetersiz gelmeye başlayınca köyler birbirlerine saldırmaya başlar. Köylerden biri diğerini mağlup edince, savaştan galip çıkan köy diğerinin toprağına el koyar ya da elde edilen hasattan her yıl kendisine belli bir miktar pay verilmesi için mağlup köyün halkına baskı yapar. Bu şekilde, bölge içerisindeki en güçlü köy yönetici sınıf olarak ortaya çıkmaya başlar; zayıf olan köylerse ürettikleri artı ürünü elden çıkarmaya zorlanır. Bu durumun sonucunda kurulmaya başlanan sistemde fakirler, zenginlerin karnını doyurmak için çalışır. Bu teorinin iddia ettikleri akla yatkın geliyor; ne var ki tabakalı toplumların ilk ortaya çıktığı yerlerin hiçbirisinde insanların tarımsal üretkenliğin sınırlarına gelip dayandıklarına dair bir kanıt yoktur. Ama kuraklık ya da kötü bir hasat zamanında, besin depolarının dolu olduğu köylerin besin kıtlığının yaşandığı komşu köylerden gelen saldırılara maruz kalabileceğini hayal etmek çok zor olmasa gerek.
Tüm bu teorileri kapsayan daha genel bir görüş ise gelişmiş toplumların (Yani güçlü bir şeflik ile belirgin bir toplumsal hiyerarşinin olduğu toplumlar) daha üretken, daha dirençli, zorluklar karşısında hayatta kalmada daha esnek ve kendilerini savunmada daha kararlı olacakları görüşüdür. Bu yüzden, güçlü şeflerin ortaya çıktığı köyler, etraftaki daha az örgütlü köylere üstün gelebileceğinden, yaşamak için (En azından şefin otoritesi altında bulunmayı sorun etmeyecek kişiler için) daha çekici yerler haline gelir. Güçlü şeflerin ortaya çıkışının genelde zora dayalı olduğu düşünülür; halbuki insanlar başlangıçta ürettikleri artı ürünün bir kısmını ya da tamamını toplumun şefine kendi rızaları ile veriyordu. Çünkü karşılığında sorunsuz işleyen sulama sistemleri, daha iyi bir güvenlik, toprağın bereketini sürdürmeye yönelik düzenlenen dini ritüeller, çıkan çatışmalarda arabuluculuk üstlenilmesi gibi hizmetlerden faydalanmayı bekliyorlardı. Bunun için de şefe sunulan artı ürün verilmeye değer bir ödül olarak görülüyordu. Öncelikle, toprağa yerleşip evde, tarlada ve sulama sistemlerinde işçi çalıştırmaya başlandığı zaman kişinin artık bulunduğu yerden ayrılması için bir gerekçesi yoktur; isterse topluluğun şefi çıkıp “küçük dağları ben yarattım” desin ya da kendisinin tanrıdan geldiğini iddia etsin, bu gerçeklik değişmez.
Peki, ne olduğunu nasıl anlatabiliriz? Arkeolojik bulgulara göre toplumsal tabakalaşma süreci dünya üzerinde hemen hemen aynı şekilde yaşanmış; dünyanın farklı yerlerinde (Ancak farklı zamanlarda) büyük ölçüde Bronz Çağı uygarlıklarına benzer uygarlıkların ortaya çıkmasıyla bu süreç doruk noktasına ulaşmıştır. Örneğin, M.Ö. 3500’lerde Mısır ve Mezopotamya uygarlıkları; M.Ö. 1400’lerde Kuzey Çin’deki Shang Hanedanı; M.S. 300’lerden itibaren Güney Meksika’daki Maya Uygarlığı’nın yükselişi ve hemen hemen aynı zamanlarda Güney Amerika’da M.S. 15’inci yüzyılda İnka İmparatorluğu’nun kuruluşu.
Sorun şu ki, arkeolojik bulgular toplumsal tabakalaşma sürecinin nasıl işlediğine dair bize fazla bir şey söylemiyor. Değişimin ilk emareleri genellikle, mezarlarda bulunan eşyaların farklılıklarında ve detaylı işlemeleri olan yöresel çanak çömlek tarzlarının ortaya çıkışında gözlemleniyor. Bu çanak çömlekler, M.Ö. sırasıyla 5500’lerde Mezopotamya’da, 2300’lerde Kuzey Çin’de ve 900’lerde ise Amerika kıtasında karşımıza çıkmaktadır. Bu çanak çömlekler bize, toplumda belirli derecede bir uzmanlaşmanın olduğunu göstermektedir. Buradan da yönetici seçkinlerin ortaya çıkışı ile tam-zamanlı çalışan zanaatkârların beslenebilmesinin mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Standart boyutlarda yapılmış çok sayıda çanak çömlek, M.Ö. 3500’lerde Mezopotamya’da karşımıza çıkmaktadır. Bu bize, çanak çömleklerin yapımının merkezi bir kontrol altında yürütüldüğünü, gerek tahıl gerekse de diğer malların standart ölçümlerinin vergi ödeme ve yiyecek dağıtımı süreçlerinde kullanıldığını göstermektedir.
Kuzey Çin’de, Longshan dönemindeki (M.Ö. 3000-2000) yerleşimlerin büyük duvarları vardı. Ayrıca burada mızrak ve sopa gibi silahlar da yaygın bir şekilde kullanılmaktaydı. Mezopotamya’da ise binalarda L şeklinde girişler, mancınıklarda kullanılan taşların depolandığı mahzenler ve savunma amaçlı kullanılan toprak hafriyatları karşımıza çıkar. Tüm bunlar bize savunma amaçlı bir örgütlenmenin olduğunu göstermektedir. Bunları, yazının ortaya çıkışına doğru atılan ilk adımlar olarak görmek gerekir. Batı Asya’da yazı, ülke içi yönetimi düzenlemek için kullanılan semboller ve mühürler şeklinde açığa çıkarken, Kuzey Çin’de, işinin ehli büyücülerce kemikler üzerine kazınan semboller olarak karşımıza çıkar. Köylerin şehirlere dönüşmesiyle ortaya çıkan daha büyük yerleşimler eskiye nazaran çok daha büyük bir siyasi örgütlenmeye ihtiyaç duyar. Çünkü anlaşmazlıklar baş gösterdiğinde nihai kararı verecek bir yetkili makamın olmaması, köylerin belirli bir ölçünün ötesinde büyümesini engeller.
M.Ö. 1850’lerde Çin’de Shang Hanedanı’nın kuruluşuyla birlikte zanaat atölyeleri ortaya çıkar. Dahası, bazı yerleşim yerlerinde, belli bir üretimde bulunan atölyelerin olduğu, bazı yerlerde ise bu tür atölyelerin olmadığı göze çarpmaktadır. Bu durum da yerel düzeyde planlı bir uzmanlaşmanın yaşandığını gösterir. Yakın Doğu ve Çin’de bronz işleme; Güney Amerika’da ise altın işleme becerisi, zanaattaki uzmanlaşmaya dair bir diğer işarettir. Mezarlarda ortaya çıkan eşyaların hayli kaliteli madeni malzemelerden yapılmış olmasıysa olağanüstü ölçülerdeki toplumsal tabakalaşmaya dair bir kanıt sunmaktadır. Tarihi M.Ö. 2500’lere kadar giden Mezopotamya’nın Ur şehrinde bulunan “kraliyet” mezarlarında ölenin altın, gümüş ve kıymetli taşlarla süslü eşyalarla gömülü olduğu görülmektedir. Hatta bu mezarlarda ölenle birlikte düzinelerce kölenin, müzisyenin ve muhafızın, hatta arabalarını çekmek için öküzlerin bile yer aldığı görülmektedir. Bu mezarlar (ve Çin’deki diğer benzer örnekleri) bize toplumsal tabakalaşmaya dair çok çarpıcı ve tüyler ürpertici kanıtlar sunmaktadır.
İlk şehirler ortaya çıkarken, hem uzman zanaatkârları ile birlikte şehirler bölgelere ayrıldı, hem de tapınak ve piramitler gibi devasa yapıların inşa edilmesine başlandı. Bu hareketlilik, toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıktığına dair hiçbir şüpheye mahal bırakmamaktadır. Aslında bunun doğrudan doğruya yazılı bir kanıtı mevcuttur. Çin’deki belgeler soyluların girift hiyerarşik yapısına dair oldukça detaylı bilgiler sunar. Her soylunun kendi toprağı ve bu soyluların başlarında da bir kral bulunur. Mezopotamya’nın şehir devletlerinde, kil tabletler bize burada vergilerin ödendiğinin, ticarete konu olan malların üretildiğinin ve yiyeceklerin dağıtıldığının kanıtını sunar. Ayrıca bira imalatçılarından yılan oynatıcılarına kadar içinde bir dizi meslek grubunun yer aldığı esnaf birliklerine kayıtlı mesleklerden oluşan üyelik listeleri de burada yer almaktadır. Mısır’da piramitlerin inşa edildiği döneme denk düşen Dördüncü Hanedanlıkta, Kralın Tüm İşlerinden Sorumlu Denetçi’nin memur ve kâtiplerden oluşan büyük bir personel grubu vardı. Bu memur ve kâtiplerin görevleri, tam zamanlı çalışan kalabalık bir duvarcı ekibinin çalışma saatlerini tutmak, erzakları dağıtmak ve işçileri organize etmekti. Tabii tüm bu görevler, bir yığın erzak listesinin oluşturulması ile zaman çizelgelerinin ayarlanması işlerini kapsamaktaydı.
Bir Mezopotamya şehrinin tasviri. Tasvirde, kralın denetiminde olan farklı uzmanlıklara sahip işçiler göze çarpmaktadır.
Bugün dünyada varlığını hâlâ sürdüren pek çok örnekte olduğu gibi anıtsal yapıların ortaya çıkması, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde, ilk uygarlıkların toplumsal tabakalaşmasına dair bize belki de en açık kanıtı sunmaktadır.
Böylesi büyük inşaat işleri, ancak düzenli işleyen bir idari sistem altında gerçekleştirilebilirdi. Bu idari sistem ile artı ürünü depolayıp, bunu inşaat işçilerine günlük erzak olarak verebilir ve oluşturduğunuz ideoloji ile de insanları, inşaat projesinin gerekli ve önemli olduğu konusunda ikna edebilirsiniz. Kısacası, güçlü bir kralın yönetimi altında olan hiyerarşik bir toplumsal düzenden bahsetmiş oluyoruz aslında. Mezarların, tapınakların ve sarayların öne çıkan özelliği, bunların olması gerektiğinin ötesinde hem çok büyük, hem de girift yapılar olmalarıdır. Bu binalar sahip olunan gücün bir simgesidir ve toplumların zamanla tabakalaşmasına paralel olarak bu binalar daha da önemli hale gelecektir.
Mısır’ın piramitleri, Mezopotamya’nın zigguratları ile Orta ve Güney Meksika’nın merdivenli tapınakları, tarımsal artı ürün ve toplumsal yapıda buna bağlı olarak ortaya çıkan farklılaşma sayesinde inşa edilebilmiştir. Avcı-toplayıcı topluluklar böylesi yapıları inşa etmeyi hayal edemezlerdi; hayal etseler bile binaların yapımı için ellerindeki tüm araçlarını (artı ürün şeklindeki servetleri ile böylesi bir iş için gerekli olan örgütsel yapıları) tüketmiş olurlardı. Bu heybetli yapılar ilk uygarlıkların yükselişinin birer abidesi olarak boy gösterir. Diğer taraftan bu yapılar o zamana dek eşi benzeri görülmemiş bir eşitsizlik ve toplumsal tabakalaşmanın ortaya çıkışını da simgelemektedir.
4
Besinin İzinde
Man[4 - Yaratıcının çöldeki yolculukları sırasında İsraillilere bahşettiği besin maddesi. (e.n.)] yağdırdı onları beslemek için,
Göksel tahıl verdi onlara.
–ZEBUR, BÖLÜM 78, ÂYET 24
Besin: Seçkinlerin Gücünün Anahtarı
Mayıs ayında bir sabah vakti, güneşin doğuşundan hemen önce, üzerlerinde abartılı kıyafetler olan ve sayıları altı yüzü aşkın İnka genci kutsal bir alanda birbirine paralel iki sıra şeklinde dizilmişlerdi. Etraflarında mısır sapları vardı. Güneşin ilk parıltısıyla beraber gençler şarkı söylemeye başladılar. İlk başlarda şarkıyı usulca söylüyorlardı. Güneşin gökyüzünde yükselmesiyle birlikte grup birbirine daha da yakınlaşmaya başladı. Söyledikleri şarkı, onların haylli dedikleri askeri bir marştı. Sabah saatleri boyunca marş belli bir tonda söylendi; öğle vaktine gelindiğinde marşın tonu en yüksek noktasına çıkmıştı. Öğleden sonra ise marşın tonu gitgide yavaşladı ve gün batımında marş sona erdi. Günün alacakaranlık vaktinde, hepsi İnka soylunun evlatları olarak yetiştirilmiş gençler, hasadı kaldırma işine giriştiler. İnkaların her sene geleneksel olarak devam eden mısırla ilgili bu mizansenleri, toplumdaki yönetici seçkinlerin ayrıcalıklı konumlarını pekiştirip, bunu gözler önüne seren âdetlerinden sadece biridir.
Bir diğer örnek ise her yılın Ağustos ayında düzenlenen mısır ekimi törenidir. İnkaların başkenti Cuzco’nun merkezinden görülebilen Picchu Tepesi üzerindeki iki büyük sütun arasında güneşin batışı gerçekleştiğinde kral, büyüme mevsimini başlatır. Kral, yalnızca soylu sınıfının üyelerince sürülüp işlenen kutsal tarlalardan birini sabanla sürüp, bitki ekip dikme işi ile bu görevini icra etmeye başlar. Bir görgü tanığının anlattığına göre “Kral, bitki ekip dikme zamanında gidip toprağı sürer. Kralın bu işi yaptığı gün dini bir bayram günüdür ve bu bayrama imparatorluğun başkenti Cuzco’nun tüm efendileri katılır. Toprağın sürülüp tarlanın düzleştirildiği bu yerde efendiler tanrılarına altın ve gümüşle birlikte kendi çocuklarını bahşederler.” Sonrasında tarlayı sürme işi İnka’nın soylularınca devam ettirilir. Ama süreci ilk başlatan kişinin kral olduğunu unutmayalım. Başka bir gözlemcinin anlattıkları da şöyle: “Diyelim ki kral bu işi yapmadı; böyle bir durumda kimsenin toprağı sürmeye cesareti olmadığı gibi, ürün elde etmek için toprağı ilk süren kişinin kral olmasına gerek yok diye düşünmeyi de akıllarından geçirmezler.” Mısır ekip dikme işinin başlamasıyla lama ve gine domuzlarından daha fazlası tanrılara bahşedilmeye, kurban edilmeye başlanır. Tarlanın orta yerinde rahibeler chicha isimli bir mısır birasını beyaz lamanın cüssesi boyunca toprağa dökmeye başlar. Yapılan tüm bu şeyler tarlaları ayazdan, sert rüzgârdan ve kuraklıktan korumaya yöneliktir.
İnkalar için tarım ile savaş durumu birbiriyle yakından ilişkilidir: Toprak, aynı bir savaşta olduğu gibi, saban ile mağlup edilmiştir. Bu yüzden hasat zamanındaki törenler genç soylularca düzenlenir, çünkü savaşçılar olarak bunun onlar için özel bir anlamı vardır. Toprağa karşı kazandıkları zaferi kutlamak için mısır hasadını kaldırırken haylli denilen marşlarını söylerler. Bir sonraki büyüme mevsiminin başlangıcında hem toprağı mağlup etmede hem de zirai döngünün sürekliliğini garanti altına almak için toprağın üretken gücünü ele geçirmede, sadece kralın hükmü geçer. İşte bu yüzden toprağı ilk süren kral olur. Tabii diğer taraftan bu ritüel, kralın kendi halkı üzerindeki gücünü pekiştirmesine de olanak sağlar. Bir bakıma bu, kral olmadan halk açlıktan kırılır demektir. Toprağın sembolik olarak mağlup edilmesi, aynı zamanda, İnkaların ilk mısır ekimi öncesinde yenilgiye uğrattıkları Cuzco’nun yerli halkı Hualla ile ilk İnkaların arasındaki muharebenin yeni baştan sahnelenmesi anlamına gelir. İnkalar burada iki türde zafer kazanmışlardır: Hem yerel vahşileri mağlup etmiş, hem de tarımı uygulamaya başlamışlardır. Yönetici seçkin olan kral, bu ilk muharebenin galiplerinin soyundan geldiğini iddia etmektedir. Yapılan törenler de kralın bu soy bağını öne çıkarmaya hizmet eder. Böylece toplumun hiyerarşik bir şekilde yapılanması zihinlere aşılanırken, kralın kitleleri yönetme hakkını elinde bulundurması düşüncesi de doğallaştırılmaya çalışılır. Aslında verilmek istenen mesaj şudur: Kral ve onunla birlikte soylular devrilirlerse, geride ekinlerin büyümesini sağlayacak kimse kalmayacaktır.
Besinle bağlantılı bu tarz törenler, ilk uygarlıklarda toplumun seçkinlerinin ayrıcalıklı konumlarını tanımlamak ve pekiştirmek için yaygın bir şekilde uygulanmaktaydı. Ayrıca, besin ya da besin üretimi kapasitesi vergi ödemede kullanılmaktaydı. Besin, askeri başarıların ardından haraç olarak alınıyordu. Evrenin istikrarının sağlanmasında ve zirai döngünün devamının güvence altına alınmasında ya besin bağışında bulunulur ya da besin adak edilirdi. Besinin erzak olarak ve ücret olarak şölenlerde ve festivallerde usule uygun bir şekilde dağıtımı, besinin ve dolayısıyla gücün nasıl dağıldığının da bir göstergesiydi. Modern dünyada, gücün nerede yattığını ortaya çıkarmak için parayı takip edersiniz. Ancak geçmişte, yani eski dünyada, gücün kimin elinde bulunduğu besin ile ortaya konabiliyordu. İlk uygarlıkların nasıl örgütlendiklerini aydınlığa kavuşturmak istiyorsanız besinin izini sürmelisiniz.
Para Birimi Olarak Besin
Besin, ilk uygarlıklar döneminde gerek takas işlemlerinde gerekse ücret ve vergi ödemelerinde para gibi kullanılmaktaydı. Besin, çiftçilerden yönetici seçkinlere doğru farklı kanallar altında el değiştirmekte ve sonrasında da seçkinlerin inşaat, idare, savaşların finanse edilmesi gibi işlerini destekleme amacıyla ücret ve erzak olarak tekrardan dağıtılmaktaydı. Uygarlıkların ortaya çıkışında artı ürüne el konulması her şeyden önce merkezi bir önem taşıdığından, tarımsal artı ürünün bir kısmının ya da tamamının el değiştirmesi gerektiği ilkesi ilk uygarlıların neredeyse tamamı için ortak olan bir durumdu. Elbette her toplumda bu farklı şekillerde yaşanmıştır, ancak hepsinde, insanların çalıştığı, geçimlerini sağladıkları ve minnetle bağlı oldukları toplumun yapısını besin tayin etmekteydi.
Mısır’da ve Mezopotamya’da dolaysız vergiler besin olarak, dolaylı vergiler ise tarlada çalışma şeklinde ödenmekteydi. Mısırlı çiftçilerin çoğunun kendine ait bir toprağı yoktu, bunun yerine çiftçiler toprak sahiplerinden toprağı kiralar; karşılığında ise toprak sahipleri, elde edilen ürünün belli bir kısmı üzerinde hak talep ederdi. Devletin mülkiyetinde çok geniş topraklar olduğu için bu yolla büyük bir besin geliri elde edilmiş oluyordu. Diğer topraklar devletin memurlarına, tapınaklara, soylulara ve firavunun kendisine aitti. Firavunun mülkiyetinde olan topraklar da çiftçilere kiralanır, karşılığında elde edilen üründen firavuna bir pay ayrılır, ayrılan payın bir kısmı da devlete vergi olarak giderdi. Alınan kira ve ödenen vergi, toprağın tarımsal potansiyeline, yani toprağın kuyulara, kanallara ve her yıl yaşanan Nil baskınlarının düzeyine bağlıydı.
Tarihi M.Ö. 1950’lere kadar giden ve “Hekanakhte Mektupları” diye bilinen bir dizi mektup, işleyen bu sistem hakkında bize önemli detaylar sunmaktadır. Mektuplar, bir papaz tarafından malikânesinden ayrı olduğu bir zamanda ailesine gönderilmek üzere kaleme alınmıştır. Mektuplarda Antik Mısır’daki günlük yaşama dair izler bulmak da mümkündür. Yazılanlardan Hekanakhte’nin mülkiyeti tapınağa ait olan bir toprağın sorumlusu olduğu anlaşılmaktadır. Hekanakhte mektuplarında, toprağın hangi bölümlerinin ekime uygun olduğu ve bu bölümlerden ortalama ne kadar ürün elde edilebileceği; toprağın çiftçilere kiraya verilmesi durumunda kaç çuval arpanın alınması gerektiği ve toprakta çalışan işçilere, harcadıkları emek karşılığında kaç çuval arpanın verileceği gibi şeylerden bahsetmekte, ne yapılmasına dair ailesine tavsiyelerde bulunmaktadır. Mektuplardan zamanın kötü bir zaman olduğu, besin miktarının da sınırlı olduğu gerçeğini öğreniyoruz. Bu durumda Hekanakhte ailesine, herkes açlık çekerken karınlarını iyi doyurmaları gerektiğinden bahseder. Mektupta, evin genç oğlu Snofru’yu gereğinden fazla şımarttığı için, Senen isimli bir hizmetçi kızla ilgili tartışmaya da yer verilmiştir. Borçlar ve kiralar arpa ve buğday üzerinden toplanmakta, bazı durumlarda da ödeme aracı olarak yağ küpleri kabul edilmektedir: Bir küp yağ, iki çuval arpa ya da üç çuval buğday değerindedir.
Kira benzeri vergiler de besin olarak ödenmekteydi. Vergi tahsildarları, topladıkları besinleri bölge idari merkezlerine getirir; bu merkezlerden dağıtım gerçekleştirilir; memurlara, zanaatkârlara ve devlete çalışan çiftçilere buradan ödemeler yapılırdı. İşçiler sulama sistemlerini inşa edip bunların onarım ve bakımlarını yaparlar; mezar ve piramitlerin inşaatında çalışırlar; madenlere inerler ve askeri hizmetlerini icra ederlerdi. Bazen birkaç ay süren çalışma sürecinde işçilerin yeme, içme, barınma ve kıyafet ihtiyaçları devlet tarafından karşılanırdı. Piramitleri inşa edenler işte bu işçilerdi. Günümüze dek varlığını korumuş erzak alım listeleri, işçilerin günlük olarak ekmek ve bira aldıklarını, bunun yanında kendilerine soğan ve balık verildiğini göstermektedir. Benzer bir durum, toprağın varlıklı aileler, tapınaklar, şehir konseyleri ya da sarayca mülk edinildiği Mezopotamya için de geçerlidir. Çiftçiler topraktan aldıkları ürünün bir kısmını kiralanan toprak için ayırırlar. Kral da sarayın mülkiyetinde olmayan topraklardan vergi alır. Bu şekilde artı ürünün büyük bir bölümü krala, tapınaklara ve toprak sahiplerine gitmiş olur. Mısır’da olduğu gibi Mezopotamya’da da büyük inşaat projelerinde işçilerin çalıştırılması söz konusudur.
Gelgelelim bazı kültürlerde vergiler yalnızca işçilerin harcadığı emekle ödenmektedir. Çin’deki Shang Hanedanı’nda taşrada yaşayan kabileler kendi tarlalarında çalışır; aynı zamanda başka tarlalarda da ekip dikme işleri yaparlardı. Elde edilen ürün de krala, taşra yöneticilerine ve memurlara giderdi. Benzer şekilde İnka’daki çiftçi aileler kendi tarlalarını olduğu kadar kabilelerine (yani ayllu) ait topraklarda da ekip dikme işi yaparlardı. Ayllu’nun tarlalarından elde edilen ürün şeflere ve dini işlere ayrılırdı. Çiftçiler ayrıca devlet topraklarında olduğu kadar tapınakta ve tanrılara ait topraklarda da çalışırlardı. İşleyen bu düzen aslında bir antlaşmadan ortaya çıkmıştır. Bu antlaşma, daha önce özerk topluluklar olan ayllu’nun İnka Krallığı’na dahil edilmesiyle yürürlüğe girmiştir. Antlaşmaya göre kabileler, kendi toprakları ve ekinleri üzerinde hak sahibi olmak için, devlet toprakları üzerinde çalışmayı kabul ederler. Bu şu anlama gelmektedir: İnka kralına halkı tarafından vergi olarak herhangi bir besin verilmez ki zaten bu hareket, kralı kendi halkına karşı borçlu durumuna düşürecektir; ama bunun yerine halk, kralın toprağında çalışır ve üretilen mahsul de krala kalır. İnka çiftçileri ayrıca zaman zaman inşaat, maden ve askeri hizmet gibi angarya işlerde de çalışmak durumundaydı. Yapılan tüm bu işler quipus denen renkli, düğümlü ipler kullanılarak kayda geçiriliyordu.
Aztek toplumu calpullis denen toprak sahibi gruplarına bölünmüştü. Tüm üyelerinin bir şef altında eşit sayıldığı İnka ayllu’sun-dan farklı olarak calpullis, Aztek soyluluğuna bağlı birkaç yüksek rütbeli ailenin yönetimi altında bulunmaktaydı. Her aile hem kendi tarlasını, hem de ortak kullanılan tarlaları işler ve elde edilen ürünün tamamı, calpulli soylularını, tapınakları, eğitmenleri ve askerleri beslemek için kullanılırdı. Calpullis’lar, ayrıca Aztek devletine belirli miktarda vergi ödemek ve devlete çalışacak işçi bulmak zorundaydı. Bununla birlikte, hem kralın, hem devlet kurumları ile soyluların, hem de savaşçıların kendi toprakları bulunmaktaydı. Bu topraklarda karın tokluğuna topraksız çiftçiler çalışır; geri kalan mahsulün tamamı ise doğrudan doğruya toprak sahiplerine giderdi.
Öte yandan besine haraç olarak da el konulmaktaydı. Bu daha çok bir savaş yenilgisi sonrasında askeri gücün zorlamasıyla mağlup edilen halktan egemen devletlerce zorla alınmaktaydı. Örneğin, Mezopotamya’da bir şehir devletinin diğeri tarafından mağlup edilmesinin akabinde kaybeden devlet yağmalandığı gibi, galip gelen devlete düzenli olarak haraç ödemeye de zorlanırdı. M.Ö. 2300’lerde Mezopotamya şehir devletlerinin fethini gerçekleştirip bunları bir imparatorluk altında birleştiren Akad’lı Sargon yenilgiye uğrattığı her devletin çok büyük miktarda haraç ödemesini zorunlu kılmıştı. Kitabeler, bütün tahıl ambarlarının haraç olarak verildiğinden bahseder. Bu sistem, Sargon’un üstünlüğünü göstermesinin yanında, ona bağlı şehirlerin güçsüz, başkentinin ise güçlü olmasına neden olmuştur. Dahası Sargon bununla 5400 adamdan oluşan devasa bir kitleyi besleyebiliyor ve bununla da övünüyordu. Hükümdarlar, elde edilen haracı kendi emrindeki kişiler arasında dağıtmakla toplumdaki liderlik konumlarını pekiştirirken askeri seferler için arkalarındaki desteği canlı tutmaya da çalışmışlardır.
Burada belki de haraç toplamanın en iyi örneği, Aztekler’in Tenochtitlan, Texcoco ve Tlacopan arasında kurdukları “üçlü ittifak”tır. Bu üç şehir devleti de bütün bir Orta Meksika boyunca haraç toplamıştır. Meksika Vadisi içinde ve çevresinde yer alan bağımlı devletler büyük miktarlarda besin temin etmek zorundaydı. Texcoco’nun şefi her gün yeterli miktarda mısır, fasulye, kabak, biber, domates ve tuz elde ediyor; bunlarla iki bini aşkın sayıda insanın karnını doyuruyordu. Biraz daha uzakta olan devletlerse pamuk, kumaş, kıymetli metaller, egzotik kuşlar ile mamul mallar tedarik etmekteydi. Ödenen haracın miktarı devletlerin bu üç merkeze olan uzaklığına bağlı olarak değişmekteydi. İttifakın uzakta olan devletler üzerindeki kontrolü zayıftı; bu yüzden bu devletlerden daha az haraç alınmaktaydı. Ayrıca ödenen haracın miktarı, devletin mücadele verip vermemesine göre de değişmekteydi. Savaşa girişmeksizin boyun eğen devletler daha az haraca bağlanırdı. Besin ve diğer malların imparatorluğun merkezine kesintisiz bir şekilde akması, gücün bulunduğu yer konusunda akıllarda hiçbir şüpheye yer bırakmazdı. Aztek hükümdarları topladıkları bu haraçlar ile memurların maaşlarını öder, ordunun ihtiyaçlarını giderir ve bayındırlık işlerini finanse ederlerdi. Soylular sınıfına verilen haraçlar, hükümdarın konumunu sağlamlaştırdığı gibi bu durum, besin kaynaklarına haraçlar üzerinden el konulmuş bağımlı devletlerin hükümdarlarının zayıflaması anlamına gelmekteydi. Kısaca daha az besin, daha az güç demekti.
Tanrıları Beslemek
Toplumsal örgütlenme daha girift bir hale dönüşürken, toplumdaki yönetici seçkinlerin zorla vergi toplamalarına kozmolojik bir temel sağlayan dini uygulamalar da benzer şekilde girift bir hale dönüştü. Dini inançlar ve gelenekler dünyanın ilk uygarlıkları içinde büyük ölçüde farklılık göstermektedir, ancak pek çok durumda kitlelerin seçkinlere ödediği vergiler ile seçkinlerin tanrılara bahşettiği ya da feda ettiği şeyler arasında açık bir mutabakatın olduğu görülür. İlahi güç doğaya hayat vermeye ve insanlara besin sağlamaya devam edebilsin diye tanrılara bahşedilen şeylerle, enerjinin kendi ilahi kaynağına geri dönüşü olduğu yönünde bir inanç hâkimdir. Çok üstün güçlere sahip olmalarından ziyade tanrıların var olmak için insanlara bağlı olduğu, benzer şekilde insanların da var olmak için tanrılara ihtiyaç duyduğu düşünülür. M.Ö. 2070’lerden kalma bir Mısır metni, insanlardan, tanrının “öküz”ünün yaratıcısı olarak bahseder. Bununla tanrının hem insanları koruyup kolladığı, hem de tanrının kendi var oluşu için insanlara ihtiyacı olduğu anlatılmak istenir. Benzer şekilde pek çok kültürde, dua etme ve kurban kesme şeklinde kendisine “manevi besin” sağlamaları için tanrının insan türünü yaratmış olduğu inancı hâkimdir. Bunun karşılığında tanrılar da bitki ve hayvanların büyüyüp gelişmesini mümkün kılarak insanlara fiziki besinler sağlar. Tanrılara adakta bulunmak, bu döngünün sürekliliğini sağlamada en olmazsa olmaz araçlardan biri kabul edilmektedir.
Bazı Meksika ve Orta Amerika kültürlerinde, evrenin varlığını ve insan türünün hayatta kalmasını güvence altına almak için tanrıların zaman zaman ya kendilerini ya da birbirlerini karşılıklı olarak feda ettikleri inancı hâkimdir. Örneğin Mayalar, içinde ilahi gücü taşıdığı düşünülen mısır bitkisinin tanrıların bedeni olduğuna inanırlar ve hasat zamanında tanrıların, insanlığın yok oluşuna engel olmak için kendilerini feda ettiklerini düşünürler. Bu ilahi güç yemek yedikleri sırada insanlara geçer ve özellikle de kanda yoğunlaşmış bir şekilde yer eder. Kanın bedenden dışarı akıtıldığı, yani insanın kurban edildiği durumlar, bu borcu geri ödemenin ve ilahi gücü tanrılara geri döndürmenin bir yoludur. Tanrılara bahşetmek için bazen besinler kullanılıp tütsüler yakılsa da tüm bunlar arasında en önemli bağış, insanın kurban edilmesidir.
Aztekler de benzer şekilde insanın kurban edilmesini tanrılara borçlu olunan enerjinin geri ödenmesinin bir yolu olarak kabul ederler. Onlara göre Toprak Ana insanın kanıyla beslenmiştir ve mahsul de ancak Toprak Ana’ya yeterli kan sağlandığı ölçüde büyüyebilecektir. İnsanın tanrılar için kendini kurban etmesi bir şeref nişanesi olarak görülse de kurbanların yönetici seçkinlere bağlı kişiler arasından seçildiği pek söylenemez. Kurbanların daha çok suçlular, savaş esirleri ve çocuklardan seçildiği görülür. İnsanın eti ve kanının mısırdan yapıldığı inancı hâkim olduğu için insanın kurban edilmesi evrenin döngüsel işleyişinin devamını sağlar: Mısır kana dönüşür, kan da daha sonra mısıra dönüşür. Kendini feda eden kurbanlar “tanrıların ekmekleri” olarak adlandırılırlar. İnkalar da tanrıları beslemede kurban ibadetinin gerekli olduğunu düşünmekteydi. Bu amaç için İnkalar tanrılarına lamalar, gine domuzları, kuşlar, pişirilmiş sebzeler, mayalı içecekler, kakao, altın, gümüş ve dokunması sırasında harcanan enerjinin açığa çıkması için yakılan ince dokunmuş kumaşlar bahşederlerdi. Mısırdan yapılan yiyecek ve alkollü içeceklerin tanrıların özellikle kabul ettikleri şeyler olduğuna dair İnkalarda bir inanış vardır. Ama tüm bu şeyler arasında insanın kendini kurban etmesi her şeyin üzerinde kabul ediliyordu. Yeni bir bölgeyi kendi buyrukları altına aldıktan sonra İnkalar bölgenin en güzel insanlarını tanrıları için kurban ederlerdi.
Mısır tapınaklarında hayvanlar öldürüldükten sonra etleri tanrıların tasvirlerine takdim edilirdi. Mısır’da tanrıların, adaklardaki yaşam gücünü ele geçirmek için günde üç kere tasvirlerin içine yerleştiklerine dair bir inanış vardır. Bu şekilde tanrılar evrenin düzenli işlemesi için sarf ettikleri enerjiyi yenilemiş olurlar. Tanrılara dönüşmüş ölülerin yaşam gücünün devamlılığını sağlamak için besinler de adak olarak kullanılmaktaydı. Adaklar genellikle ölmüş firavunlara sunulur; mezarları da kavanozlarca besinle doldurulurdu. Bu şekilde firavunun öbür dünyada bedenini koruması, canlı tutması amaçlanırdı. Benzer şekilde Çin’deki Shang Hanedanı’nda gerek tanrılara gerekse de hanedan soyundan gelen kişilere tahıl, darı birası, köpek, domuz, koyun ve sığır gibi hayvanlar ve çoğu savaş esiri olan insanlar bahşedilirdi. Tanrıların kurban edilmiş insanların kanını içtikleri inancı hâkimdi. Ama en özenli adaklar Shang krallarının atalarına bahşedilirdi. Shang kralları, eğer ataları yeterince doyurulmazsa kendilerinin açlık, askeri yenilgiler ve salgın hastalıklarla cezalandırılacaklarına inanırlardı.
Mezopotamyalılara göre insanların, tapınaklarında günde iki öğün yemek olacak şekilde tanrılarına besin ve mesken sağlama vazifesi bulunmaktaydı. Tanrılar insanlardan elde ettikleri bu besinlere muhtaçtı: Mezopotamya’daki bir tufan hikâyesine göre tanrılar insanlığı yerle yeksan etmişler; ama sonra açlıkla yüz yüze gelince yaptıkları bu işten pişmanlık duymuşlardı. Ancak Enki isimli tanrı, Utnapiştim’i (İncil’de Nuh olarak geçen ismin Mezopotamya’daki karşılığı) gelecek tufana karşı uyarır ve ona bir gemi inşa etmesini salık verir. Ne zaman ki Utnapiştim gemisiyle ortaya çıkar ve tanrılara kavrulmuş bir kurban bahşeder, işte o zaman, tanrılar kavrulmuş etin dumanının etrafına “sinekler gibi” üşüşmeye başlarlar; çünkü günlerdir ağızlarına giren tek lokma bu olmuştur. Bu yemeğin ardından tanrılar, birkaç insanın hayatta kalmasına müsaade ettiği için Enki’yi affeder. Mezopotamyalılar tanrıların insanlar olmaksızın hayatta kalabileceğine inanırlardı; ama bu her şeyden önce tanrıların kendi besinlerini üretebilmelerine bağlıydı. Zaten tam da bu yüzden tanrılar insanı yaratmış ve onlara tarımı öğretmişlerdi.
Verdiğimiz tüm bu örneklerde, bahşedilen adaklar, tanrıları ve ataları besleme amacıyla enerjinin manevi bir besin olarak doğaüstü âleme geri yollanmasına aracılık etmektedir. Tanrılar da bunun karşılığında zirai döngünün sağlıklı işlemesini mümkün kılarak insan soyunun beslenmesi vazifesini yerine getirirler. Adakların tanrılara takdim edilmesiyle, tanrılarla tarım işçileri arasında arabuluculuk rolü üstlenen seçkinlere çok önemli bir görev verilmiş olur. Seçkinler sulama sistemlerinin inşası, onarımı ve bakımı gibi işleri yürütüp askeri savunma sistemleri geliştirirken çiftçiler de bunun karşılığında vergi ödeyip dünyevi düzen ve istikrarın sağlanması için sahip oldukları besini elden çıkarırlar. Seçkinler de benzer şekilde kâinatın düzeni için tanrılara adak bahşederek, evrenin istikrarı ve toprağın bereketinin sağlanması karşılığında onlara manevi besin sağlarlar.
Birbirine benzeyen bu tarz dini ideolojilerin farklı zaman ve mekânlarda en erken uygarlıklarda ortaya çıkmış olması asla tesadüf değildir. Hayatta kalmak için tanrıların insanlardan gelen adaklara bağlı olduğu görüşü bu kültürlere özgü olan bir görüştür; çünkü yönetici seçkinlerin mensupları için bunun hayli işe yarar bir tarafı vardır. Bu görüş, zenginliğin ve gücün adaletsiz dağılımını meşrulaştırdığı gibi, yönetici seçkinler olmadığı müddetçe dünyanın bir sona sürükleneceği fikrini de aşılamaktaydı. Gerek çiftçiler gerek onların hükümdarları, gerekse de tanrılar, hayatta kalmak için birbirlerine muhtaçtır. Eğer gruplardan biri, üzerine düşen sorumluluktan kaçınırsa toplum büyük bir felakete sürüklenecektir. Ancak nasıl ki çiftçilerin seçkinlere besin sağlama konusunda ahlaki sorumlulukları varsa, seçkinlerin de insanları koruyup kollama, onları sağlıkta ve güvende tutma konusunda sorumlulukları vardır. Özetle söylemek gerekirse, ortada, çiftçiler ve yöneticileri arasında (tabii buna tanrılar da dahildir) kurulan bir toplumsal sözleşme mevcuttur: Eğer biz sizin ihtiyaçlarınızı gideriyorsak, siz de bizim ihtiyaçlarımızı gidermekle yükümlüsünüz. Sonuç olarak, gerek dünyevi besin şeklinde yöneticilere, gerekse de manevi besin şeklinde tanrılara bahşedilen şeyler, dini ideoloji ile meşrulaştırılarak toplumsal düzen güçlendirilmiş olur.
Eşitsizliğin Tarımsal Kökenleri
Modern dünyada besinin zenginlik ve güçle kurulan denklemi artık geçerliliğini kaybetti. Tarım toplumlarındaki insanlar için besin bir tasarruf aracı, para ve zenginliğin bir göstergesi olarak iş görmektedir; zaten tam da bu yüzden insanlar besinin üretimi için gün boyu ırgat gibi çalışmak durumundadır. Ancak modern kent toplumlarında tüm bu rolleri para yerine getirir. Para, zenginliğin çok daha esnek olan bir formudur; kolayca saklanması ve taşınmasının yanında süpermarket, bakkal, kafe ve restoran gibi yerlerde anında besine dönüştürülebilmektedir. Besin, yazılı tarihin büyük bir bölümünde olduğu gibi ya çok az bulunduğu ya da çok pahalı olduğu zamanlarda zenginliğin ve gücün eşdeğeri olarak işlev görür. Ancak tarihsel bir perspektifle konuya yaklaşıldığında besin bugün görece çok daha bol ve ucuzdur; en azından gelişmiş dünya için bu böyledir.
Besin yine de zenginlikle olan ilişkisini bütünüyle koparmış sayılmaz. Zaten aksini düşünmek anlamsız olurdu; zira besin ve zenginlik arasındaki ilişki çok eskilere dayanmaktadır. Bugünkü modern toplumlarda bile, gerek kullandığımız sözcüklerde gerekse gelenek ve göreneklerimizde besinin eskiden ekonomide merkezi bir rol oynadığına dair sayısız kanıt bulmak mümkündür. Örneğin İngilizcede, haneye asıl gelir getiren kişi için “ekmeğini kazanan” (breadwinner) ifadesi kullanılır ve paradan da zaman zaman “ekmek” ya da “arpa” olarak söz edilir. İnsanların hep birlikte yedikleri yemekler de hâlâ toplumsal paranın merkezi bir formu olarak işlev görür: Özenle hazırlanmış yemekli davetler, bir sonraki seferde benzer bir ziyafet ile karşılığını bulmak durumundadır. Abartılı ziyafetler, zenginlik ve statü göstermede olduğu kadar iş dünyasında patronun kim olduğunu hatırlatmada da yaygın olarak kullanılan bir gelenektir. Dahası, pek çok ülkede yoksulluk sınırı, temel besin maddelerinin asgari düzeyde karşılanması için gerekli olan parasal gelir temelinde belirlenmektedir. Yoksulluk, besine erişimden mahrum kalmak olduğundan zenginlik de, üstü kapalı bir şekilde, insanların bir sonraki öğünde yiyecek bulup bulamayacakları gibi bir dertlerinin olmaması anlamına gelir.
Zengin toplumların ortak bir özelliği, toprakla olan eski bağlarının kaybolduğu hissi ve bunu geri kazanma arzusudur. En zengin Romalı soylular için tarımın bilgisi ve büyük bir çiftlik üzerindeki sahiplik, soyundan geldikleri kendi halklarının gösterişten uzak mütevazı çiftçi yaşamını unutmamış olduklarını göstermenin bir yoluydu. Benzer şekilde, devrim öncesi dönemde Fransa’da Kraliçe Marie-Antoinette, Versay Sarayı’nın arsasına inşa edilmiş masalsı bir çiftlikte yaşardı. Burada kraliçe ve onun çoban ve sütçü kızları olarak giyinip kuşanmış nedimeleri ile titizlikle bakılan ve sağılan inekleri vardı. Bugün dünyanın gelişmiş çoğu bölgesinde insanlar gerek bahçelerinde, gerekse kendi küçük toprakları üzerinde besinlerini yetiştirmenin keyfini sürmeye çalışırlar. Çoğu durumda insanlar, nihai olarak elde edilen sebze ve meyveleri aslında hiçbir güçlük çekmeden satın alabilmektedir; ancak kendi besinlerini yetiştiriyor olmak insanlara toprakla bağ kurmalarının yolunu açar. Aynı zamanda bu, keyif verici bir faaliyettir; insanlara taze besinler sağlar ve modern dünyadan kaçmaları için onlara bir kapı aralar. (Kimyasal madde kullanmaksızın besin yetiştirmek bu tür çevrelerde sıklıkla tercih edilmektedir.) Kaliforniya’da, yani dünyadaki en zengin ülkenin, en zengin kısmında, İtalyan köylülüğünün en çok kutsanan temel besini budur. Hindistan’da Bangalore’nin teknoloji bölgesinin yakınlarında bir turistik köy bile açılmıştır. Yeni zengin orta sınıflar bu köye gidip kendi atalarının hayatlarını nasıl idame ettirdiklerini, kendi kendilerine yaşayarak görebilirler. Zenginliğin ayrıcalıklarından biri, insanlara kırsal yoksulluğu birebir yaşama fırsatını tanımış olmasıdır.
Zenginlik insanları toprakta çalışmaktan alıkoyma eğilimine sahiptir. Aslına bakılırsa çiftçi durumunda olmamak, zenginliği bir başka açıdan tanımlamaktır. Bugün en varlıklı toplumlar, besin için harcanan giderin oranı ile besin üretiminde istihdam edilen işgücünün miktarının en düşük olduğu toplumlardır. Amerika ve Britanya gibi zengin ülkelerde çiftçiler, yaklaşık olarak nüfusun sadece yüzde 1’lik bir kısmını oluştururlar. Ruanda gibi fakir ülkelerde ise tarımda istihdam edilen nüfusun oranı hâlâ yüzde 80’in üzerindedir. (Bu oran 5500 yıl önce Uruk şehri için de böyleydi.) Gelişmiş dünyada çoğu insan tarımla doğrudan bağı olmayan işlerde uzmanlaşmıştır; günün birinde aniden tüm besinlerini kendileri üretmek zorunda kalsalar, bu işte epey zorlanacakları gün gibi ortadadır. İnsanların eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşam tarzını bırakıp tarıma ilk geçtikleri zaman başlayan farklı uzmanlıklara ayrılma süreci bugün mantıksal sonucuna gelip dayanmıştır.
Günümüzde gelişmiş dünyada avukat, tamirci, doktor ya da otobüs şoförü gibi belirli mesleklerde uzmanlaşmış olmak, aslında geride bıraktığımız birkaç bin yıl boyunca tarımsal üretkenlikteki kesintisiz artıştan elde edilen artı ürünün açık bir neticesidir. Elde edilen tarımsal artı ürünün bir diğer neticesi de toplumun zengin ve yoksul; güçlü ve zayıf olarak bölünmüş olmasıdır. İnsanın var oluşunda büyük bir yer kaplayan avcı-toplayıcı yaşantısında böylesi ayrımları ya da farklılıkları bulmak mümkün değildir. Avcı-toplayıcıların sahip olduğu servet ya çok sınırlıdır ya da servetleri yoktur. Ama sırf bu yüzden onların fakir olduğunu söyleyemeyiz. Kendi üyeleri, mal biriktirebilme durumunda olan yerleşik çiftçi topluluklarının üyeleriyle mukayese edildiği zaman avcı-toplayıcıların “yoksulluğu” görünürlük kazanmaya başlar. Bir diğer deyişle, zenginlik ve yoksulluk, tarım ve onun “çocuğu” olan uygarlığın kaçınılmaz bir sonucu gibi görünmektedir.
3. BÖLÜM
Küresel Besin Ticareti
5
Yeryüzündeki Cennetin Parçalanması
Hint diyarına gelinceye kadar uğradığımız adalarda alım satımı kesmedik. Karanfil ve zencefil gibi çeşit çeşit baharatlar satın aldık. Sonra da Sind diyarına doğru yola çıkıp, alım satım faaliyetlerimize devam ettik. Bu Hint denizlerinde emsali görülmemiş şeylerle karşılaştım.
–“Denizci Sinbad”, Binbir Gece Masalları
Baharatların Gizemli Cazibesi
Uçan yılanlar, dev etobur kuşlar ve yarasa benzeri vahşi yaratıklar… Antik Yunan tarihçilerine göre bunlar, uzak diyarlarda baharat toplamaya yeltenen maceracıları bekleyen tehlikelerden yalnızca birkaçıdır. “Tarihin babası” olarak bilinen ve M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Yunan tarihçisi Herodot, Çin tarçını bitkisini toplamanın, gözler dışında vücudun hemen her tarafını sıkıca saran öküz derisinden yapılma bir kıyafeti giymeyi gerektirdiğinden bahseder. Ancak bu kıyafet sayesinde kişi, “azgın ve çığlık gibi korkunç sesler çıkaran yarasa benzeri kanatlı yaratıklara karşı” kendini koruyabilir. “Çin tarçını bitkisi toplanırken bu yaratıkların kişinin gözlerine saldırmasına engel olunmalıdır.”
Herodot’un anlattığı çok daha ilginç olan bir detay, tarçını toplama sürecinin bizzat kendisidir. “Bu bitkinin nerede yetiştiği tam olarak bilinmemektedir,” diye yazar Herodot. “Arapların söylediğine göre, kinamomon[5 - “Tarçın” kelimesinin İngilizcesi “cinnamon”dur. “Kinamomon” ile “cinnamon” kelimeleri arasındaki ses benzerliği dikkat çekmektedir. (ç.n.)] isimli kuru çubuklar Arabistan’a dev kuşlarca getirilmiştir. Kuşlar bu kuru çubukları, kimsenin tırmanamadığı dağın dik yamaçlarındaki çamurdan yapılmış yuvalarına taşıdı. Tarçın çubuklarını elde etmek için icat edilen yöntem esasında şöyledir: İnsanlar ölü öküzlerin vücutlarını parçalara ayırır ve bu parçaları kuş yuvalarına yakın yerlere bırakırlar. Sonra da gözden kaybolurlar. Bir müddet sonra etin kokusunu alan kuşlar, yuvalarından aşağı uçarak etleri alırlar ve tekrar yuvalarına dönerler. Ne var ki, çamurdan yapılmış yuvalar etlerin ağırlığına fazla dayanamaz ve bir süre sonra dağılıp aşağı düşer. Sonrasında adamlar saklandıkları yerden çıkıp tarçın çubuklarını toplamaya başlarlar. Bu şekilde elde edilen tarçın çubukları diğer ülkelere ihraç edilir.”
M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Yunan filozofu Theophrastus’un bu konuda anlattığı hikâye biraz farklıdır. İşittiğine göre tarçın bitkisi, içinde öldürücü yılanların yer aldığı derin derelerde yetişmektedir. Bitkiyi toplamanın en güvenli yolu, koruyucu eldivenler ve ayakkabılar giymekten geçer. Bitkiyi topladıktan sonra eldeki hasadın üçte birlik bölümü hediye olarak güneşe bırakılır. Güneş de kendisine sunulan bu hediyenin alev alıp yanmasını sağlar. Bir başka hikâye ise aselbent ağaçlarını koruyan uçan yılanlardan bahseder. Herodot, baharat toplayıcılarının ayı fındığı bitkisini yakıp ortaya bir tütsü dumanı çıkarmaları suretiyle yılanların def edilebileceğinden bahseder.
M.S. 1. yüzyılda yaşamış olan Romalı yazar Büyük Plinius[6 - Uzun adı Gaius Plinius Secundus’tur; kısaca Büyük Plinius ya da Yaşlı Plinius olarak da bilinir. (ç.n.)] dikkatini bu hikâyelere yoğunlaştırmıştı. Şöyle diyordu: “Bu eski hikâyeler, malların fiyatını artırmak için Araplar tarafından uydurulmuş hikâyelerdir.” Plinius, baharatlar hakkında anlatılan uzun hikâyelerin, aynı zamanda, bu bitkilerin asıl anavatanlarının Avrupalı müşterilerden gizlenmesine hizmet ettiğini de belirtmiştir. Aselbent Arabistan’dan gelmiş olabilir; ancak tarçın için bu doğru değildir. Tarçının kökleri çok daha uzaklara, Güney Hindistan ve Sri Lanka’ya kadar uzanır. Tarçın, Hint Okyanusu üzerinden, biber ve diğer baharatlarla beraber gemilerle dünyaya yayılmıştır. Ancak kendi yerel hoş kokulu bitkileriyle birlikte bu ithal malları çöllerden geçip Akdeniz’e develer üzerinde taşıyan Arap tüccarlar, malların gerçek anavatanlarını açıklamamayı, bu konuyu bir sis perdesi içinde bırakmayı tercih etmişlerdir.
Tabii bu çok işe yaramıştı. Arap tüccarların Akdeniz çevresindeki müşterileri bu baharatlar için çok büyük paralar ödediler; baharatların egzotik oluşları ile nereden geldiği belli olmayan özellikleri bu durumda büyük ölçüde etkili olmuştu. Baharatların özü itibariyle değerli oldukları diye bir şey söz konusu değildir; zira bunlar esasen kurutulmuş bitki özleri ve reçinelerden, ağaç kabuklarından, bitki köklerinden, tohumlardan ve kurutulmuş yemişlerden elde edilmektedir. Ne var ki, baharatlara alışılmadık kokuları ve tatları dolayısıyla değer biçilir. Bu özelliklerinden ötürü baharatlar pek çok durumda, zararlı böcekler ya da hayvanları def etmede koruyucu bir mekanizma olarak işlev görür. Aslında baharatlar, beslenme yönünden gerekli besinler değildir. Ortak özellikleri arasında uzun ömürlü ve kolay taşınabilir olmaları, elde edilmelerinin zor olması ve sadece belirli yerlerde bulunabilmeleri yer alır. Bu sebeplerden ötürü baharatlar, uzun mesafe ticaretine konu olmuştur. Ne derece uzun mesafe taşımacılığına konu olurlarsa o kadar egzotik olmakta, beğenilmekte ve değerleri de yine o ölçüde artmaktadır.
Baharatlar Niçin Bu Kadar Özeldir?
İngilizcede kullanılan baharat (spice) kelimesi Latincedeki tür (species) kelimesinden türemiştir. Species kelimesi, aynı zamanda, özel (special), özellikle (especially) gibi kelimelerin de kökenini oluşturur. Bu kelimeyi harfi harfine “tip” ya da “tür” diye çevirebiliriz ki zaten kelime bugün biyolojide hâlâ bu anlamıyla kullanılmaktadır. Ancak kelimenin dilde yer edişi, değerli malları ifade etmeye yöneliktir, çünkü getirisi olan “tip”teki ya da “tür”deki maddelere atfen kullanılır. M.S. 5. yüzyıldan kalma “İskenderiye Tarifesi” isimli Roma belgesi, gümrük vergisine tâbi maddeler
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/tom-standage/insanligin-yeme-tarihi-69403396/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
!Kung Buşmanlar, Güney Afrika’daki Kalahari Çölü’nde yaşayan, avcı-toplayıcı bir topluluk. (e.n.)
2
Akre, Britanya, Kanada ve ABD’de kullanılan arazi ölçüsü birimidir. Bir akre, yaklaşık olarak 4.047 m
’ye eşittir. (e.n.)
3
“Sessiz William” ya da “I. William Oranj Prensi” olarak da bilinir. (ç.n.)
4
Yaratıcının çöldeki yolculukları sırasında İsraillilere bahşettiği besin maddesi. (e.n.)
5
“Tarçın” kelimesinin İngilizcesi “cinnamon”dur. “Kinamomon” ile “cinnamon” kelimeleri arasındaki ses benzerliği dikkat çekmektedir. (ç.n.)
6
Uzun adı Gaius Plinius Secundus’tur; kısaca Büyük Plinius ya da Yaşlı Plinius olarak da bilinir. (ç.n.)