Hint mitolojisi
Arthur Berriedale Keith
Efsaneler ve İnançlar Diyarı
Mitolojiler tamamen hayal ürünü müydü, yoksa başka dünyaların hikâyeleri miydi? Birçok farklı kültürün ve coğrafyanın mitolojisini tek tek ele alacak dizimizin altıncı kitabı, insanlık tarihinin en kapsamlı ve en kalıcı mitolojisi olan Hint Mitolojisi. Mitolojiler tamamen hayal ürünü müydü, yoksa başka dünyaların hikâyeleri miydi? Birçok farklı kültürün ve coğrafyanın mitolojisini tek tek ele alacak dizimizin altıncı kitabı, insanlık tarihinin en kapsamlı ve en kalıcı mitolojisi olan Hint Mitolojisi.
Hinduizm, dünyanın en eski inanç sistemidir. Bu dinle bağlantılı olarak ortaya çıkan mitler, inanışlar ve mitolojilerin de en az bu kadar eski olması şaşırtıcı değildir. Bu sistem, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış yüzlerce hatta binlerce farklı miti ve mitolojik karakteri barındırmaktadır. Zengin geçmişi, mistik karakterleri, dilden dile dolaşan hikâyeleri ve günümüzle şaşırtıcı derecede ilişkili olması sebebiyle Hint mitolojisi canlılığını asla kaybetmemiştir.
Bu kitap, Hint mitolojisini tüm detaylarıyla öğrenmek isteyenler için eşsiz bir kaynak niteliğinde.
Arthur Berriedale Keith
HİNT MİTOLOJİSİ
DURGĀ (Levha I)
Şiva’nın eşi dehşetli görünümüyle Asura-mahisa’yı katletmektedir. Bizon görünümündeki şeytanın üstünde bir zafer edasıyla ayakta durmakta ve insan olarak sembolize edilen ruhunu çekip çıkarmaktadır. Boston Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergilenen ve muhtemelen Prambanan tapınağından elde edilmiş Cava yapımı lav bir heykelden alıntılanmıştır.
Yazarn Önsözü
Hint mitolojisi benzersiz uzunluktaki yaşam süresi nedeniyle ilgi odağı olmuştur. Öyle ki Babil ve Mısır kayıtlarının tarihleriyle kıyaslandığında Hint-Avrupa mitolojisinin en eski eseri nispeten daha yenidir. Ancak yine de bunlar içeriklerinin hacmi ve mitolojik değerleri bakımından Ṛigveda ile kıyaslanamaz. Yine de daha önemli bir nokta şudur ki Ṛigveda döneminden bugüne kadarki üç bin beş yüz yıllık dönemde sürekli fakat organik bir gelişimde bulunan bir mitolojiye sahip olmamızdır. Töton (Cermen), Kelt, Slav, Yunan ve Romalıların yüce mit sistemleri daha kudretli bir inancın saldırısının önünde helak olmuş ve folklordan biraz öte bir biçimde hayatta kalmıştır. Hindistan’da ise tam tersi; yabancı akınlar sık sık ülkenin kuzey batısını ezip geçmesine ve Hıristiyanlığın (özellikle güneyde) insanların inancına birtakım ögeleri eklemesine rağmen ülkenin dininin ve mitolojisinin gerçekten de kendilerine ait olduğu doğrudur. Bu yüzden de kendi içlerinde sürekli olarak yeniden büyüme potansiyeline sahiptir. Üstelik insani şeylerin mirası olan sürekli değişimin arasında, insan zihninin daha temel düşüncelerinde görece tutarlılık vardır. Hindistan’ın birçok bölgesinde hâlâ köylülerin çok eski dönemlerdeki atalarının aletleri ve onların yöntemleriyle çalışması gibi doğa olaylarının nedenlerini açıklamak üzere zihinleri de aynı varsayımları tasarlamıştır. Bu olaylar Hindistan’da, başka yerlerden daha katı biçimde köylülerin hayrı ve şerrini belirlemektedir.
Mitoloji tarihi öğrencisini cezbetse de mitolojinin zengin çeşitliliği, kısaca yorumlanmasını zorlu bir görev haline getirir. Günümüzde mitoloji çalışmaları için muazzam çeşitlilikte materyaller mevcuttur: Hindistan’ın geniş topraklarının her bir kısmı kendisine has mit ve geleneklerle doludur ve bu dönemi ayrıntılı bir biçimde anlatmak imkânsızdır. Daha önceki dönemler için de benzer bir durumun daha zayıf versiyonundan söz edebiliriz: Veda, destanlar, Purāṇalar, Budistler ile Jainlerin edebiyatı, bol miktarda veri sunmaktadır. Bu yüzden de Hint mitolojisinin ele alınışını sınırlandırarak konunun kapsamını daraltmak zorunludur. Bu mitoloji dinle yakın ilişki içindedir. Ayrıca bizlere Hintlilerin; dünya ile yaşamın kökenini; evrenin, insanların ruhlarının, varoluşlarını destekleyen ya da tehdit eden tanrılar ile şeytani tinlerin kaderini nasıl betimlediklerine dair fikir verir. Tanrılar ve iblisler tıpkı günümüzde olduğu gibi o zamanlar da Hintlilerin zihinlerinde bulunmaktaydı. Üstelik sayısız folklor hikâyesi, masal, gelenekler ve göreneklerin kökenine dair yorumlamaların ayrılmaz bir parçasıydı. İyi ile kötü güçlerin doğasını en iyi biçimde temsil eden mitlerin seçilmesi, eksiksiz bir biçimde başarabilmeyi ümit ettiğimiz türden bir görev değildir. Ayrıca Hint mitolojisinin birçok figürünün temelde belirsiz olması, sorunu daha da güçleştirmektedir. Hint mistisizm kavramı Helen tasavvurunun kolay anlaşılır yaratılarına yabancı gelen bir panteizm düşüncesine meyletmektedir.
Uygun görsellerin seçilmesine dair zahmetli görev, serinin editörü Dr. Louis H. Gray’in yardımlarıyla gerçekleştirilmiştir. Kendisine bu ve diğer konulardaki değerli katkılarından dolayı en içten teşekkürlerimi sunmak isterim. Ayrıca dostum, Harvard Üniversitesi’nden Profesör Charles R. Lanman kendi şahsi kitaplığından değerli kitaplarını cömertçe bizimle paylaşmıştır. Dr. Ananda K. Coomaraswamy ise her zamanki cömertliğini ve Hint sanatına dair bilgilerin artırılmasına dair özverisini göstermiştir. Kendisi Oxford Üniversitesi Yayınları tarafından basılan Rajput Paintings eserindeki görsellerin kopyalarının kullanılmasına izin vermekle kalmamış, takdire şayan Vişvakarma eserinin kaynaklarını da kullanmama izin vermiştir. Bu teveccühünden dolayı kendisine derin minnettarlığımı sunmak isterim. Leydi Herringham’ın Press for the Society tarafından yayımlanan olağanüstü Ajanta mağaralarındaki duvar resimlerinin nüshalarına ait kopyaların çıkarılmasına izin verdikleri için Hint Cemiyeti ile Oxford Üniversitesi Yayınlarına da müteşekkirim. Güneydoğu Londra, Peckham’daki Hanover Street'ten Sayın W. Griggs ve oğulları, yayımladıkları Journal of Indian Art dergisinden bazı görsellerin yeniden çoğaltılmasına izin vererek fazlasıyla katkıda bulunmuşlardır. Hindistan Büros’una, Sayın Griggs ve oğullarının bu bölümün koleksiyonunda bulunan negatiflerden elde ettikleri fotoğraflar için minnettarım. İskoçya, Aberdeenshire’daki Cults’ten Yarbay A. H. Milne ise kibarca zengin koleksiyonunda bulunan parçalardan birinin fotoğrafını çekmeme izin vermiştir. Boston Güzel Sanatlar Müzesi ile Massachusetts, Salem’deki Peabody Müzesi de olabildiğince cömert davrandılar. Bayan Louis H. Gray ise kitabın basımı aşamasında büyük hizmetler vermiştir.
Son olarak eşime yardımları ve eleştirilerinden dolayı teşekkür borçluyum.
A. Berriedale Keith
Edinburgh Üniversitesi
Giriş
Hint mitolojisine dair en eski kayıtlar önde gelen Vedik tanrılara methiyeler düzen on kitaplık bir ilahi dizisi olan Ṛigveda ya da “Veda İlahisi”nde bulunmaktadır. Koleksiyonun asıl motifleri tam olarak bilinmemektedir. Ancak ilahilerin çoğunlukla Soma kurban töreninde kullanılanları temsil ettiği açıktır. Bu tören ise sonraki dönemin âdetlerinde tanrılara ibadetin en önemli parçalarından birini oluşturmuştur. Artık bu koleksiyonun içerdiği din ile mitolojinin, tipik olarak ilkel olmadığı ve kutsal şiirin uzun gelişim döneminin sonucunu temsil ettiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden anlaşılmasında sıkça güçlük yaşanan şey, aslında şiirlerin konusunu oluşturan tanrılardır. Esasen çoğu durumda tanrılarla ilgili mitlerin fiziksel olayları işaret ettiği açıktır. Ṛigveda’nın tarihi oldukça çelişkilidir ve kesin olarak belirlenmesi mümkün görünmemektedir. İçerdiği en eski şiirin MÖ 1200 kadar çok eski bir döneme ait olduğu konusunda şüpheler bulunabilir ancak en yakın dönemdeki bölümlerinin bile MÖ 800’den sonra yazılmış olması pek mümkün değildir.
Hem mitolojisi hem de mahiyeti bakımından Ṛigveda’nın diğer üç Veda’dan -Sāmaveda, Yacurveda ve Atharvaveda (sırasıyla “İlahi Vedası”, “Kural Vedası” ve “Atharvan Rahiplerinin Vedası”)– daha eski olduğu anlaşılıyor. Tarihleri düşünüldüğünde bu üç kitap, bir bakıma Brāhmaṇa ya da bu kitaplara eklenen veyahut da belli kısımlarını oluşturan açıklayıcı düzyazılara dayanır. İçeriklerinde Ṛigveda’dakilerden çok daha ileri düzeyde yorumlar bulunur. Ancak yine de Atharvaveda, aynı ruhban sınıf tarafından sahiplenilen ve üstünde değişiklik yapılan popüler bir dinsel ilahiyi içermektedir. Diğer metinler, bu ruhban sınıfın etkinliklerinden ileri gelmektedir. Bu yüzden Ṛigveda’nın Hint mitolojisine dair eksik bir izlenim sunduğu ve bir bakıma aristokrasinin eseri olduğu kabul edilmelidir. Ancak aynı zamanda Atharvaveda’yı, doğrudan Ṛigveda’nın tamamlayıcısı ya da Ṛgvedik dininin popüler yüzü tarafından ortaya çıkarılmış olarak düşünmek imkânsızdır. Muhtemelen, Atharvaveda kısaltılmış mevcut halini MÖ 500 yılından daha önce almış olamazdı. Ayrıca içeriğindeki yaygın ibadet Ṛigveda’dakinden çok daha zaman önce ayrılmış ve bizlere ilk haliyle değil daha çok rahipler tarafından kısaltıldığı biçimiyle sunulmuştur. Diğer Veda’lar ile Brāhmaṇa’ların ise kabaca MÖ 800 ile 600 yılları arasındaki döneme ait olduğundan bahsedilebilir. Brāhmaṇa’lara ıssız ormanlarda sözlü olarak öğretilmek üzere yazılmış ahitler olan Āraṇyakalar ile isimleri öğretmenlerin dizinin dibinde oturan öğrencilerle yapılan “oturum”lardan türeyen kesinlikle felsefi içerikli ahitler, Upanişad’lar eklenmiştir. Bu eserlerin en eskisi muhtemelen MÖ 500 yılına uzanmaktaydı. Sûtra -ya da yerli ve ayrıntılı biçimiyle kurbanla ilgili kurallar- ve gelenekler ile kanunlar hakkındaki düzenlemeler dinin daha popüler yönüne dair rastlantısal bilgiler sunar.
Muhtemelen Sûtra’lar Hindistan’ın en büyük iki destanı Mahābhārata ve Rāmāyana’nın başlangıcıyla çağdaştırlar. Baladlardan ve diğer malzemelerden düzenlenmiş gerçek destanlar olarak bu eserlerin ilk kez bir araya getirilişi MÖ dördüncü yüzyıl olarak belirlenebilir. Ayrıca büyük ihtimalle Rāmāyana pratikte miladi tarihten daha önce tamamlanmıştı. Diğer yandan Mahābhārata’nın durumunda asıl kahramansı destanın, bol miktarda dinsel, felsefi ve eğitici konuyla bastırıldığı şüphesizdir. Ne kadar büyük bir kısmı MÖ 200’den MS 200’e kadar geçen döneme ait olursa olsun, pratikte MS altıncı yüzyıldan önce tamamlanmıştır. Belirli bir ölçüde önceki dönemlerin metinleriyle paralellik gösteremeyen bu eserler savaşçı sınıfın ve genel anlamda insanların dinini ortaya çıkarmaktadır. Başlıca özellikleri sözkonusu olduğunda bu şekilde betimlenen dinin zaman bakımından Vedik dinden daha sonra gerçekleşmiş bir gelişme olduğu varsayılamaz. Ancak mitolojinin büyük bir kısmı Brāhmaṇalar döneminde söylenen hikâyelerin değiştirilmiş versiyonudur. Öyle ki Brāhmaṇa’ların destansı dönemi meşru bir varistir.
Epik dönemin ardından, dinin gelişimiyle destanların mitolojisinin kesin işaretlerini gösteren Puraṇalar dönemi gelmiştir. Şüphesiz bu metinlerdeki malzeme çoğunlukla eskidir ve anlatılar arada sırada Mahābhārata’da görünenden daha önceki bir biçimde muhafaza edilmiştir. Yine de bir bütün olarak muhtemelen hiçbir Puraṇa MS 600’den daha önceye dayanmıyordu ve bazı bölümlerinin son birkaç yüzyıla denk geleceği neredeyse kesindi. Aslında bu edebiyatın devamını kesin olarak kontrol edecek hiçbir şey yoktur. En azından Purāṇaların ikisinin hiçbir belirli metni bulunmuyordu. Yapıcı çelişki korkusu olmayan bir yazar, ibadet ya da hac yolculuğu mekânı onuruna şiir yazıp bunu Purāṇaların herhangi birinin parçası olarak adlandırmakta özgürdür. Bu, günümüze dek Hint mitolojisi ve ibadetine dair güvenilir metinleri içeren edebiyattır. Ancak yine de bu edebiyat temelde rahiplere aittir ve öğrenilmiştir. Ayrıca içerdiği din o kadar detaylandırılmış ve karıştırılmış ki modern Hint mitolojisini net bir şekilde görebilmek için modern Hindistan’daki uygulamalarının gerçek gözlemlerinden alınan kayıtlarla Purāṇaların açıklamasını eklemek gerekir.
Ana akım Hint mitolojisinin yanı sıra Budistler ile Jainlerin geleneklerinde de önemli akımlar bulunur. Budizmin, Hindistan’daki eski görkeminden geriye cılız izler kalmıştır. Şüphesiz MÖ 500’den MS 700’e dek Hint dinleri arasında en üst sıralarda yer almış olmalıdır. Ayrıca Mahāyāna ya da “Büyük Taşıt” ekolünde baskın orijinal özellikler sergileyen kapsamlı bir mitoloji olarak gelişmiştir. Budizm’e karşın Jainizm, Hint mitolojisine küçük bir katkıda bulunmuş ancak kendi yöntemine göre Hint mitolojisinin birçok temasını geliştirmiştir. Birçok öğretisi de Budizme göre daha yakın bir bağıntı içinde kalmıştır.
Birinci Bölüm
Rigveda
Gökyüzü ve Hava Tanrlar
Yaklaşık olarak MÖ 500 yıllarında yazılmış mevcut en eski Vedik tefsiri olan Niruktada Yāska, bizlere Ṛigveda mitolojisinin ilk öğrencilerinin tüm ilahları gökyüzünde, atmosferde ya da yeryüzündeki konumlarına göre üç sınıfa ayırdıklarını anlatmaktadır. Daha sonra her bir sınıfın tüm farklı üyelerini üç büyük tanrı olan yeryüzündeki Agni (Ateş), atmosferdeki İndra (Fırtına) ya da Vāyu ve gökyüzündeki Sūrya’nın çeşitli suretleri olarak tanımlamaktadır. Evrenin bu biçimde tahsis edilmesi aslında Ṛigveda’da yaygın olarak kabul görür. Burada üç katlı bir tanzim kural olarak üzerinde görünen her şeyiyle birlikte yeryüzünü mukayese eden görece daha basit görüşe tercih edilmektedir. Yeryüzünün hemen üstündeki bölüm ile rüzgârın, yağmurun ve şimşeğin dışavurumları ilişkilendirilmiş. Diğer yandan güneşle ilgili olaylar tahsis edilen üç bölümün en üstündekine ayrılmış. Bu üç grup da üçe bölünebilir: Böylece “babaların” (şefkatli ölüler), tanrıların ve Soma’nın ikamet ettiği yer en üstteki aydınlık boşluk ya da gökyüzüdür. Atmosferde üç boşluk ya da çoğunlukla biri semavi diğeri dünyevi olmak üzere iki boşluk daha vardır. İki durumda da en üstte bulunan, bazen cennetin ya da gökyüzünün kendisiymiş gibi görülür. Tıpkı yeryüzü gibi onun da kayalıkları ve dağları vardır. Akarsular (bulutlar) içinden akar ve su damlatan bulutlar sürekli ineklerle özdeşleştirilir. Açıkça görünüyor ki atmosferin semavi kesimi kadar dünyevi kesimi de yeryüzünün altında değil üstündedir. Bu yüzden güneş batıdan doğuya yeryüzünün altından geçerek geri dönmez. Aksine aydınlık tarafını gökyüzüne döner ve böylece yeryüzünü karanlıkta bırakarak geldiği yoldan geri döner. Geniş ve sınırsız olarak algılanan yeryüzü şekil itibarıyla bir tekerleğe benzetilir fakat önce Yunan daha sonra Hint mitolojisinde karşımıza çıktığı gibi, etrafını herhangi bir okyanus çevrelememiştir. Yeryüzünün dört, ya da kişinin bulunduğu yeri de dahil edecek olursak beş, köşesi bulunmaktadır.
Görece daha eski bir inanışa göre yeryüzü ile gökyüzü tek başlarına evreni oluşturur. Bu durumda gökyüzüyle birleştiği için yeryüzünün biçimine dair düşünceler çeşitlilik göstermektedir. Birbirlerine doğru çevrilmiş iki büyük kâseye benzetilmektedir. Diğer yandan başka bir görüş, yeryüzü ile gökyüzünü bir aksın uçlarındaki tekerleklere benzetmektedir. İkili öyle birleşmiştir ki ilah olarak Dyāvāpṛthivī’ye (Gökyüzü ve Yeryüzü) ya Dyaus’tan (Gökyüzü) ya da Pṛthivī’den (Yeryüzü) çok daha fazla ibadet edilir. Müşterek ilah Ṛigveda’da altı ilahiye, Tanrı Yeryüzü sadece bir taneye sahip olabilirken Tanrı Gökyüzü’nün hiç ilahisi yoktur. Hatta tek ilahisinde bile Yeryüzü’ne bulutundan yağmur gönderdiği için şükredilir ki bu aslında kocasının işlevidir. Bu ikili tüm yaratıkları yaratıp onlara güç veren kadim ebeveynler olarak adlandırılır ve tanrıların kendileri de çocuklarıdır. Biṛhaspati’nin (Duanın Efendisi) ebeveynleridirler. Ayrıca sular ve Tvasṭṛi (Sanatçı) ile Agni’yi doğurmuşlardır. Yine de belirgin bir tarafsızlıkla kendi kendilerini yarattıkları söylenir. Çünkü yaratılışlarındaki beceri, bir şairi hayrete düşürecek derecededir. Diğerleri ise yaratılışlarını İndra, Vişvakarman (Her Şeyi Yaratan) ya da Tvasṭṛi’ye dayandırmaktadır. Uzaklara kadar yayılmışlardır, hiç yaşlanmazlar, bol bol süt, arınmış yağ ve bal üretirler. Birisi bereketli bir boğa diğeriyse alaca bir inek olup her ikisi de zürriyet konusunda zengindir. Ayrıca zekidirler ve erdemliliği yüceltirler. Kendilerine ibadet edenleri koruyup onlara yardım ederler.
Dünyanın yaratılmasına dair daimi sorun farklı biçimlerde ifade edilmektedir. Varuṇa dünyayı güneşlerle ölçer. İndra altı bölgeyi ölçtükten sonra yeryüzünün genişliğiyle gökyüzünün yüksek kubbesini yaratmıştır. Ya da yine yeryüzünün Agni, İndra, Marutlar (Fırtına Tanrıları) ve diğer tanrılar tarafından serildiği söylenmektedir. Yeryüzünün eve benzetilmesi hangi ahşaptan yapıldığı sorusuna yöneltir. Bu evin kapıları, içinden sabah ışığının geldiği doğunun geçitleridir. Hem gökyüzü hem de yeryüzünün çoğunlukla bir destek üzerinde durduğu anlatılmaktadır. Ancak gökyüzünün kirişsiz olduğu bildirilmektedir ve desteksiz durmasındaki mucize dikkate değerdir. Yeryüzü hızlı bir şekilde Savitṛi (Güneşin bir formu) tarafından kuşaklardan yapılmış ve Vişṇu tarafından kancalarla sabitlenmiş. Bununla birlikte Ṛigveda’nın sonuncu ve en yeni kitabında, bu temel kavramların yerine mitolojinin felsefenin içine girdiği yorumlar geçmektedir. Bu kuramlaştırmaların en önemlisi başlangıçta hiçbir şeyin olmadığını, her şeyin boşluktan ibaret olduğunu bildiren x.129’dakidir. Karanlık ve boşluk farklılaştırılmamış suları sarmalamış. Isıyla birlikte ilk var olan şey meydana geldikten sonra, varlık ile yokluk arasındaki bağı kurmak için aklın ilk tohumu olan arzu var olmuştur. Böylece tanrıların kökeni ortaya çıkmıştır ancak bu noktada yorumlar bir şüpheyle sonlanır. İlahinin kendisi Muir’in metrik ölçüdeki yorumuyla şu şekilde ilerler (Not [1 - Original Sanskrit Texts.]:
İşte o zaman ne Zerre ne de Madde vardı, hatta gökyüzü ile hava bile yoktu,
Her şeyi ne kaplamıştı? Her şeyin altında ne vardı? Suyla dolu körfez miydi?
Ne ölüm var artık ne de ölümsüzlük. Ne gece ne de gündüz dönüyor.
Bir tek o, kendisine yeterek sakince nefes alıyor, onun ötesinde başka hiçbiri olmuyor.
İlkin karanlıkta gizlenen karanlık var oldu, bir derya, görüntü sıyrılıp gitti.
Kaosun içini bir boşluk kapladı, işte o içeri doğru coşkuyla büyüdü.
Onun içinde ilkin tutku doğdu, zihnin ilk tohumu.
Varlığın hiçbir şeyle bağlanmadığı, ermişlerin merakla bulduğu.
Karanlık ve kasvetli boşluktan fırlayan öyle alevli ışık ki,
Altından mı çıktı? Yoksa en üstünden mi? Hangi ozan yanıtlayabilir ki?
Bereketli güçler işte oradaydı ve kudretli güçler çarpışıyordu,
Altında kendi kendini destekleyen bir kütle ve enerjisi de üstündeydi.
Bu engin yaradılışın doğduğu yeri kim bilebilir, kim söyleyebilirdi?
Daha hiçbir tanrı doğmamışken, kim bu ebedi gerçeği açığa çıkarabilirdi?
Bu dünya nereden doğdu? Kutsal bir elden mi çıktı yoksa –
Hayır, göklerdeki bir başına efendimiz söyleyebilir, gösterebilecek bile olsa.
Bu ilahide tanrıların, evrenin yaratılışından sonra doğdukları anlatılmaktadır. Öyle ki diğer felsefi ilahilerde tanrıların sulardan yaratıldıkları anlatılır ve bir yerde Aditi’den (Sınırsız) doğmuş gruplara sular ve yeryüzü olarak bölünmüşlerdir. Özellikle Ādityalar sürekli olarak Aditi’den türemiştir. Ancak bu yorumlamaya açıktır ve kolayca değişkenlik gösterebilir: Şafak, güneşin annesidir ve zamansal silsile gereği Gece’den doğar. Diğer yandan bölgesel nedenlerle, Gökyüzü ile Yeryüzü her şeyin ebeveynidir. Ya da sınıfının en büyüğü olarak Rudraların fırtına tanrısı Rudra (Kükreyen), fırtına tanrılarının rüzgârı, nehirlerin Sarasvatī’si ve bitkilerin Soma’sı gibi geriye kalanların ebeveynidir. Belirli bir mistisizmle paradoks aşkı İndra’nın ebeveynleri Gökyüzü ile Yeryüzü’nü doğurduğunun ya da Dakşa’nın (yaratıcı tanrı) bir zamanlar Aditi’nin babası ve oğlu olduğunun bildirilmesine yol açmıştır. Gökyüzü ile Yeryüzü’nün ebeveynliğine dahil edilmeleri gerekirdi ancak keşiş Aṅgirasalar ailesi doğrudan Agni’den doğmuştur. Ermiş Vasişṭa ise bir Apsaraslardan ya da cennetten bir peri olan Urvaşī’den Mitra ile Varuṇa’nın çocuğudur. Oysaki Vivasvant’ın oğlu, Manu ya da Manu’nun kardeşi Yama ile kız kardeşi Yamī’nin soyundan gelir. Bu çiftin Gandharva (gökyüzü ozanı) ve su perisiyle akraba olduğu iddia edilmektedir.
İşin şaşırtıcı yanı, tanrıların da bir zamanlar salt ölümlü oldukları ya da görece daha yeni tanrılar kadar antik tanrıların var olduğunu düşünecek olursak, tanrılarla insanlar arasında aslında çok da büyük bir fark yoktur. Nasıl ölümsüzlüğe ulaşmayı başardıkları belirsizdir. Bunu onlara Savitṛ ya da Agni bahşetmiş olabilir. Belki de soma içerek elde etmişlerdir. Oysa İndra ölümsüzlüğü sofu amelleriyle kazanmıştır. Yine de görünen o ki sonunda ölümsüzlüğü elde etmişlerdir ve yaşlanmadıklarından bahsedildiğinde destanların mitolojisindeki gibi sadece kozmik bir çağ boyunca dayandıkları anlamına gelmez. Bu ikinci kavram dünyada ilerlemeyen bir felsefeye bağlı olduğu için bütün varlıkları ebedi biçimde büyüyen ve sonunda ölen diziye dönüştürür.
Çoğu tanrıların isimlerinde olmak üzere bu kadar çok ilahi suretin arasında ortak noktalar vardır. Öyle ki bizlere sunulan bir şiirde, aralarında temel bir birliğin olduğunu fark edebiiriz. “Kuş, yani güneş ki tektir, rahipler ve ozanlar onu sözcükleriyle çoğaltmışlardır,” diye anlatılmaktadır. Ayrıca “Rahipler tek olandan çok çeşitli biçimlerde bahsetmektedir: Ona Agni, Yama, Mātarişvan ismini vermektedirler.” Yine de bu panteizm kadar tektanrıcılık değildir çünkü Aditi’nin her şey, tanrılar ve insanlar dahil, şimdiye dek var olan ve olacak olanların hepsi olduğunu ve Pracāpati’nin (Yaratıkların Efendisi) her şeyi kendi vücudunda bulundurduğunu öğreniyoruz. Bu görüşten, zaman zaman tek bir tanrının en üst derecedeki tanrı olarak nitelendirildiğini ya da yine tek bir tanrının diğerlerinin tümüyle özdeşleştirildiğini ve diğer hepsinin de onun etrafında toplandıklarından bahsedildiğini anlamak mümkündür (Not [2 - Bu durum F. Max Müller’in “henoteizm” olarak adlandırdığı şeydir. Ancient Sanskrit Literature, London, 1859.]. “Agni, tıpkı Varuṇa gibi varlığın efendisidir,” gibi bir yorumda gerçek anlamda tektanrıcılıkla ilgili bir ifade yoktur. Benzer bir kümelenme tapınanların tanrı gruplarına sürekli seslenişlerinde, tanrılarına ikişerli olarak yakarışlarındaki klişeleşmede ve sayılarını otuz üç olarak hesaplamalarında görülmektedir: Her biri gökyüzünde, havanın sularında ve yeryüzünde olacak biçimde on birer tanrıdan oluşan üç grup.
Bazı istisnaları da hesaba katacak olursak normalde tanrılar insan biçiminde tasarlanmışlardır. Elbise giyerler, silah taşırlar ve araba sürerler. Yine de kişilikleri bazı durumlarda oldukça farklı gelişmiştir. Mesela İndra; dili, kolları ve bacaklarıyla alevleri simgeleyen Agni’den daha fazla insan biçimindedir. Tanrıların ikametgâhı gökyüzünün en yüksek diyarındadır. Ve insanların adakları oraya onlara ya Agni tarafından taşınır ya da muhtemelen çok daha eski bir inanışa göre tapınan dindar kişinin hediyelerini üstüne serdiği samanlarla geldikleri sanılmaktadır. Yedikleri yiyecekler insanların yediğiyle aynıdır – süt, arpa, tereyağı, sığır ve keçiler. Ancak arada sırada formda kalmak için özel olarak -İndra’nın canının sık sık bir boğa çektiğinde olduğu gibi- yüzlerce boğanın katliamına neden olurlar. İçecekleri ise somadır.
Tanrılar arasındaki kan davasından ya çok az bahsedilir ya da hiç bahsedilmez. İndra uygunsuz ameller sergilemektedir. Muhtemelen somayla sarhoş olmasıyla övünen biri için pek de tuhaf olmasa gerek. Bir defasında tüm tanrılarla savaşmış, ilah Şafak’ın arabasını parçalamış hatta kendi babasını bile katletmiştir. Sadık yandaşı olan Marutlarla da münakaşa etmiştir. Tanrılar tapınanlarına karşı iyi ve naziktirler. Ayrıca onlar adına sıradan olsa bile galip geldikleri bir savaş sonunda iblisleri katlederler. Onurlarına kurban edenleri bolca kutsarlar ve cimrileri cezalandırırlar. Hedefe giden her yol mubah olmasa da İndra birtakım hileler kullanarak saygınlık ölçütlerinden sapar fakat tanrılar genelde esaslıdırlar ve aldatmazlar. Manevi ihtişam gerçekte Varuṇa’ya özgüdür. Tanrıların büyüklüğü ve kudreti çoğu zaman iyiliklerinden daha çok methedilir. İnsanlar üzerindeki güçleri sınırsızdır. Hiç kimse alınyazısına karşı koyamaz ya da kendisine ayrılan süreden daha uzun yaşayamaz. Bazen Mitra ile Varuṇa’nın ahlaki düzenine karşı gelemedikleri söylendiğinden, onları hizaya getirecek hiçbir şey yoktur.
Ṛigveda’nın ortaya koyduğu panteon, özünde yapaydır çünkü koleksiyonun büyük bir kısmı Soma ayininde kullanılan ilahiler içermektedir. Bu yüzden tanrılar hakkında eksik bir görüş sunabilir. Böylece Yama (ilkel insan ve ölülerin kralı) adına bir nevi koleksiyon teşkil eden kısa ilahi grubunu (14-18) içeren onuncu kitabı hariç tutarsak ölüler hakkında hiçbir şey öğrenemediğimiz gibi, cinler hakkında çok az bilgi sahibi olabiliyoruz. Dahası dinin daha ailevi yönü ya da büyücülük ve sihirbazlığın gündelik hayatın ihtiyaçlarını karşılamada uygulandığına dair inanış karşımıza güçlü bir şekilde çıkmıyor. Buna bağlı olarak, Ṛigveda’daki önemli konumlarından anlaşılabildiği ölçüde tanrıların görece saygınlığının Vedik halkların hiçbirinin hayatındaki asıl konumlarına dair bir ölçüt sunduğunu görmüyoruz. Ancak gelenekleri bizlere Ṛigveda’da bir bütün olarak sunulan bir grup papaz ailesinin gözünde ne denli yüksek bir makama sahip olduklarını yansıtır. Metne göre İndra, Agni ve Soma tanrıları arasında tartışmasız en büyük olanlardır. Onların ardından Aşvinler (Göksel Tanrılar, İkiz At Adamlar), Marutlar ve Varuṇa daha sonra ise Uşas (Şafak Tanrıçası), Savitṛi, Bṛihaspati, Sūrya, Pūşan (Refah Veren) ve Vāyu, Dyāvā-Pṛithivī, Vişṇu ile Rudra ve son olarak da Yama ile Parcanya (Yağmur Tanrısı) gelmektedir. Sayısal değerlendirmelere dayanan bu liste bile tartışmaya açıktır çünkü Varuṇa gibi bazı ilahlar kurban edilme törenleriyle görece daha az ilişkilendirilseler de doğrusu daha büyüktürler. Öyle ki asıl saygınlık derecelerine rağmen isimleri, kurban etme törenlerinde daha çok tapınılan Aşvinler gibi diğer tanrılardan daha az anılır.
Gökyüzü tanrılarından Dyaus (Gökyüzü) isim olarak Zeus’a karşılık gelmektedir ve Zeus gibi o da bir baba tanrıdır. Aslında bu durum Zeus’un Ṛigveda’daki mevkidaşının en önemli özelliğidir. Uşas (Şafak) en çok bahsedilen çocuğudur ancak Aşvinler, Agni, Parcanya, Sūrya, Ādityalar, Marutlar, İndra ile Aṅgirasalar onun soyundan gelmektedir ve kendisi Agni’nin babasıdır. Aslında bileşik ismi Dyāvā-Pṛithivī’deYeryüzü’nden bahsedilmektedir ve kendisine Dyaus Pitar ismiyle seslenildiği tek bir durumda ise aynı zamanda (Yunanca Zєû πάτєρ ve Latince Iuppiter’in tam karşılığı olan Gök Baba) “Toprak Ana” olarak hitap edilmektedir. Adına neredeyse başka hiçbir özellik yakıştırılmamıştır. Sadece gökyüzünden aşağı doğru böğüren bir boğa ya da incilerle süslenmiş (yıldızlarla kaplı karanlık gökyüzü gibi) siyah bir savaş atı olduğu ve bulutların arasından sırıtıp elinde yıldırım taşıdığı belirtilmektedir. Bu yüzden tek başına isimlendirildiğinde ya da yeryüzüyle ilişkilendirildiğinde bile neredeyse hiçbir zaman insan biçimine bürünmemiştir. Kendisine tapınma da canlı bir varlık olarak gökyüzüne doğrudan ibadetten biraz uzaklaştırılmıştır. Ne kendisine ait herhangi bir manevi simgesi ne de yeryüzü ile diğer tanrılar üzerinde üstünlük kurduğunun işareti bulunmaktadır. Yunan mitolojisinin Zeus’a atfettiği güçlü ve yüce konum tam anlamıyla hiçbir Vedik tanrısında karşımıza çıkmaz. Ancak Zeus’un bir benzeri olduğundan bu uzlaşım Dyaus’ta değil de Varuṇa’dadır.
İDOL ARABASI (Levha II)
Çoğu ilaha ibadette önemli bir gün diğer ilahları ziyaret törenidir ve taşınmaları için gösterişli araçlar gerekir. Tekerlekleri taştan olan bu araba Hint ahşap oymacılığının inceliğini göstermek üzere seçilmiştir.
Dyaus’la karşılaştırıldığında Varuṇa’nın daha fazla insansı özelliği vardır. Altından bir gömlek ve parlak bir sabahlık giyer. Mitra ile parıldayan arabasına biner. Göğün tepesinde bin sütunu ve bin kapısı olan altından bir konakta yaşar. Her şeyi gören Güneş, meskeninden yükselip insanların yaptıklarını anlatmak üzere Mitra ile Varuṇa’nın evine gider. Mitra ile Varuṇa’nın gözü güneştir ve Varuṇa’nın bin gözü vardır. Her iki tanrının da adil elleri vardır ve Varuṇa tüm düzenleri ayaklarının altında çiğner. Yine de hakkında hiçbir mit anlatılmamaktadır ve adına atfedilen tüm ameller bir hükümdar olarak gücünü gösterme amacını taşır. Hem tanrıların hem de insanların, yani herkesin efendisidir. Daha çok İndra için kullanılan bir terim olan salt bağımsız bir hükümdar değil aynı zamanda evrensel bir hükümdardır. Bilhassa Varuṇa’ya yapılan bu yakıştırma İndra için de kullanılır. Dahası Kşatriya (Hükümdar) ve Asura (İlah) terimlerinin ilki neredeyse özellikle ve ikincisi ağırlıklı olarak ona aittir. Asura ismiyle Mitra ile māyā ya da gizemli güce sahiptir. Bununla günün ilk ışıklarını gönderirler, güneşin gökyüzünü bir uçtan diğerine geçmesini sağlarlar, bulut ya da yağmurlar onu gizlerler ya da göklerden yağmur yağdırırlar. Dünyalar Varuṇa ve Mitra’yla desteklenir. Varuṇa altın sarısı sarkacın (güneş) göklerde parlamasını sağlamış ve sulara ateşi salmıştır. Rüzgâr da onun nefesidir. Sabah ile geceyi o tesis eder. Sayesinde ay hareket eder ve yıldızlar geceleyin parlar. Yılın aylarını da o düzenler. Yalnızca nadiren denizle ilişkilendirilir çünkü Ṛigveda okyanus hakkında pek bilgi sahibi değildir. Ancak gizemli gücü sürekli akan nehirlerin okyanusu doldurmasını engeller. Buna rağmen Varuṇa ve Mitra atmosferin sularıyla oldukça yakından ilgilidir ve yağmurun düşmesini sağlarlar. Serinletici içecekler veren inekleri ve bal akan dereleri vardır.
Varuṇa o kadar yücedir ki ne uçan kuşlar ne de akan nehirler onun hâkimiyetinin, gücünün ve gazabının sınırlarına erişebilir. Üç gökler ve benzer biçimde üç yeryüzü ona emanet edilmiştir. Gökyüzündeki kuşların menzilini, gemilerin rotasını, rüzgârın izini ve tüm gizli şeyleri bilir. Her yerde bulunmasının ötesinde Varuṇa’nın her şeyi bilmesi ve her şeye kadirliği bir ilahide hayranlık uyandıran bir şekilde ifade edilmektedir. Bu ilahi ise tesadüfen de olsa salt bir büyüye kısaltılmış olarak Atharvaveda’da (iv. 16) korunmuş olup Muir tarafından şu şekilde tercüme edilmiştir: (Not [3 - Original Sanskrit Texts.]
Yüce Efendimiz yükseklerden bakıp sanki yanındaymışız gibi amellerimizi izler:
Her ne kadar insanlar amellerini gizlemek istese de tanrılar hepsinin yaptıklarını fark eder.
Kim ayakta duruyor, kim yürüyor ya da kim bir yerden çalıp başka yere götürüyor,
Ya da kendisini gizli odasına saklıyor – tanrılar hareketlerini izliyor.
Nerede iki kişi bir araya gelip komplo kurup yalnızmış gibi davransalar,
Kral Varuṇa, üçüncü olarak oradadır ve bütün komploları açığa çıkar.
Bu yeryüzü onundur ve uçsuz bucaksız gökler ona aittir; İçinde her iki denizi barındırır ve o yine de küçük gölde dinlenir.
Her kim göklerin ötesine çıksa kanat açacağı yolu düşünmesi gerekir,
Orada kaçamayacağı şey Kral Varuṇa’nın elleridir.
Gökten inen casusları dünyanın her yerine süzülür,
Her şeyi tarayan bin gözleri yeryüzünün en uzak yerlerini süpürür.
Gökte ve yerde her ne var, bu göklerin ötesinde ne olup biterse, Serilir bütün yalanlar Kral Varuṇa’nın gözleri önüne.
Her ölümlünün gözlerinin aralıksız kırpılmasını sayar:
Bu evrensel yapıyı tıpkı kumarbazın zar attığı gibi sallar.
Ey tanrım, ahlaksızları yakalamak için attığın şu kementleri, Bırak bütün yalancıları yakalasın bir tek ayırsın dürüstleri.
Mitra ve Varuṇa yalancılığa karşı bir bariyer gibi durmaktadır. Bir paragrafta, İndra’yla halattan yapılmamış bağlarla bağlandığından bahsedilir. Mitra ve Varuṇa yalancılıktan nefret eder, onu kovup cezalandırırlar. Ayrıca ibadetlerini ihmal edenlere hastalık bulaştırırlar. Diğer yandan Varuṇa tövbe eden günahkârlara karşı merhametlidir. İşlenen günahı düğümlenmiş bir ip gibi çözer ve çocuklarından daha çok olan ataların hatalarını affeder. Kurallarını dikkatsizce ihlal edenlere karşı merhamet gösterir. Adına yazılan her ilahide bağışlanma dileyen bir dua bulunur. Sunduğu bin deva ile hayat alabilir ya da uzatabilir. Bir ölümsüzlük muhafızıdır ve sonraki hayatta ancak dürüst olanlar Yama ile Varuṇa’yı görmeyi umut edebilir. Kendisine tapanın dostudur ve ruhsal gözüyle onun gözetler.
Varuṇa’nın kurallarından sıkça bahsedilir ki buna ölümsüz tanrılar bile engel olamaz. Mitra ile ikisi Ṛta’nın ya da “Kutsal Düzenin Efendileri” ve “Ṛta’nın Destekçileri” olarak adlandırılırlar. Bu ise Āditya’lar ya da diğer tanrılarla genel olarak paylaştıkları bir sıfattır. Kendilerine benzer biçimde Agni ve Soma için kullanılan “Kutsal Düzenin Muhafızları” ismi ve ağırlıklı olarak Agni’ye verilen “Kutsal Düzenin Takipçileri” sıfatı da yakıştırılmaktadır. Haliyle bu “Düzen”in Varuṇa’dan daha yüce bir şey olması gerekir ve açıkçası aslında Avesta’daki Aşa’dır. İlk unsuru kozmik düzendir: Şafak Ṛta ile uyumlu olarak söker ve Ṛta’nın ikametgâhından yükselir. Güneş, tekerleğinin on iki teliyle (aylar), Ṛta’yla birlikte hareket eder. Kızıl tüylü daha toy ineğe pişmiş beyaz sütü veren Ṛta’dır. Kurban Ṛta’nın himayesi altındadır. Agni onu gözetleyen ve ilk doğandır. Dualar Ṛta’nın isteklerine göre etkili olur ve kurban eden dindar büyücülüğü kovarak Ṛta ile kurbanını sunduğunu belirtir. İnsanoğlunun çevresinde Ṛta ahlaki bir düzendir ve işin doğrusu daimi olarak asılsızlığın karşıtıdır. Agni ne zaman Ṛta’ya doğru çaba gösterse Varuṇa’nın kendisine dönüştüğü söylenir. Yama ile Yamī ne zaman insanoğlunun ilk çifti için ensest ilişkiye izin verilip verilemeyeceğini tartışsalar Yama’nın kız kardeşinin ikna çabalarına karşı yakarması Ṛta’ya göredir. Avesta’da aynı özellikler Ṛta’yı işaret eder ve kavram çok daha antik olabilir (Not [4 - Bkz. M. Bloomfield, Religion of the Veda, s. 12, 126.]. Yunanların Moira (Not [5 - Moira için bkz. Mythology of All Races, Boston, 1916, s. 283-84.] ya da Kader kavramının aksine Ṛta’nın tanrıların asla irade ya da istekleriyle kesin olarak çatıştığını göremeyiz. Sürekli olarak Anrta’ya (Düzensizlik) karşı durma aslında bu düşüncenin, kaderin kontrol altında tutulması ya da geçersiz kılınmasından çok bir ideal ya da norm olduğunu göstermektedir. Bu durum, Ṛta’nın ahlaki dünyadan fiziki olana nakledilmesinden kaynaklanabilir. Ya da fiziksel dünyada uygulandığı gibi bir sebep sonuç ilişkisine tam olarak gereksinim duyulmadığı gerçeğinden dolayıdır.
Varuṇa’nın karakter bakımından ve aldığı Asura sıfatıyla İranlıların büyük ilahı Ahura Mazda’ya karşılık geldiği net bir şekilde anlaşılmaktadır. Ayrıca tanrının fiziksel kökeninin engin gökyüzü olduğu konusunda hiç şüphe olamayacağından, onunla yakından ilişkili gibi görünmektedir. Onu bir kenara bırakacak olursak Mitra aslında oldukça sönük bir figürdür. Öyle ki eğer tartışmasız güneş kökenli Persli Mitra olmasaydı kendisini güneş olarak nitelendirmek güçleşirdi. Yine de şayet Mitra güneş ise o halde doğal olarak gökyüzü daha büyük bir ilahtır. Ve bu durum Varuṇa’nın Atharvaveda’dan başlayarak en önemli özelliği olan sularla yakınlığını açıklamakla kalmaz, evrensel bir hükümdar olarak özelliklerine de uygun düşer. Tanrının isminde bu görüşü şüpheli kılacak herhangi bir şey bulunmamaktadır. Görünüşe göre “kaplamak” anlamındaki vṛ kökünden türemiş olup her şeyin üstünü kaplayan gökyüzünü simgelemektedir. Ayrıca çoğu bilim insanı Yunan ilahı Uranus’un (Not [6 - Ouranos için bkz. a.g.e. s. 5-6.] isminin onunla özdeşleştiğini ileri sürmektedir.
Mitra ile Varuṇa’nın antik kökenleri yaklaşık olarak MÖ 1400’lere kadar uzanır. Bu dönemde isimleri bir yazıt üstünde Kuzey Mezopotamya’daki Mitannilerin tanrıları olarak belirmektedir. Ancak o zamanlar Aryan (Hint-Avrupalı), İranlı ya da Vedik tanrılar mı oldukları net değildir (Not [7 - Bkz. H. Winckler, Mitteilungen der deutschen Orientgesellschaft, No. 35 (1907); E. Meyer, “Das erste Auftreten der Arierin der Geschichte,” Sitzungsberichte der königlich-preussischen Akademie der Wissenschaften, 1908, s. 14-19, ve Geschichte des Altertums, I. ii. 651. (3. baskı, Berlin, 1913); H. Jacobi, JRAS 1909, s. 721, H.]. Yine de Varuṇa’nın kendine has özelliğinin tıpkı Ahura Mazda gibi Hint-İran döneminden bir Sami halkından ödünç alındığı düşünülüyor. Ayrıca onun, Mitra’nın ve diğer Ādityaların hep beraber (İran’daki Ameşa Spentalara karşılık gelen yedi ilah) köklerinin ay, güneş ve beş gezegen olduğu düşünülmektedir. Ancak bu görüş Varuṇa’nın geceyle bağının çok az olduğu Ṛigveda’daki fiziksel yönüne pek uymamaktadır. Hintlilerin beş gezegen hakkındaki bilgileri son derece belirsizdir. Üstelik Ameşa Spentalar tamamen soyut ve Avesta ilahlarıdır. Ne Varuṇa’nın yıldızları gözetlemesini ne de gecenin prangalarına bağlanmasını anlamaya gerek vardır. Her ikisi de Hintli bir kralın elzem şahsi donatılarıdır ve fiziksel olarak düşünüldüğünde prangası bir hastalık, muhtemelen kendine has bir ödemdir.
İndra ise Mitannilerin tanrılarıyla aynı kayıtlarda ortaya çıkar ve bu durum o zamanlar bile büyük bir tanrı olması gerektiğini göstermektedir. Ṛigveda’da ahlaki görkem bakımından Varuṇa ile İndra arasında kıyaslama bile yapılamaz. Ancak İndra görece çok daha sık bahsi geçen ve şüphesiz daha popüler olan ilahtır. Aslında ilahilerden birinde her iki ilahın yücelik konusundaki hak talepleri sanki kendi ağızlarından bizlere sunulmaktadır. Varuṇa dünyanın yaratıcısı ve onu devam ettiren ilah, İndra ise yenilmez savaş ilahı olarak hak iddia eder. Görünüşe göre ozan, İndra’nın üstünlüğünü tanıma eğilimindedir. Yine de muhtemelen Ṛigveda’nın onuncu kitabında kendisinden açıkça daha az bahsedildiğini saymazsak Varuṇa’ya tapınmanın bu dönemde zayıfladığına dair hiçbir somut kanıt bulunmamaktadır. Ve yüceliğindeki kaybın asıl nedeni Ṛigveda döneminin sonuyla ardından gelen çağda yaratıcı tanrı Prācapati ya da Vişvakarman kavramının büyümesine dayandırılabilir. Yüce görevlerinden bu şekilde azledilen Varuṇa gece ve sularla ilişkili hale gelmiştir.
Mitra’nın sadece kendisine hitap eden bir tek ilahisi vardır ve bu ilahide nutuk çektiği zaman insanları bir araya getirdiğinden ve gözlerini kırpmadan bitkilerin filizlerini gözlediğinden bahsedilir. İnsanları bir araya toplama ve güneşin rotasını düzenleme özelliği tıpkı Persli kayıtlardaki kanıtların da gösterdiği gibi onun bir güneş tanrısı olduğu görüşünü doğrulamaktadır. Adı sık sık “arkadaş” anlamında kullanılsa da tanrının kelimenin bu kullanımından türediği kanıtlanmamıştır.
SŪRYA (Levha III)
Ders kitaplarında tembihlendiği üzere Güneş Tanrısı, kuzeyliler (örn. Persliler) gibi giyinmiştir. Öyle ki ayaklarından yukarı doğru, göğsüne kadar örtünmüştür. Ellerinden doğan iki nilüfer çiçeği tutar, başında bir taç vardır ve boynundan sarkan bir gerdanlık takar. Yüzü küpelerle süslenmiş ve beline bir kuşak bağlanmıştır. Özellikle kökenleri Persli Magianlara kadar uzanan Magalar tarafından takılan kutsal kuşaktan dolayı görüntüsü Pers etkisine işaret eder. Her ne kadar güneş kültü Vedik dönemde Hindistan’da biliniyor olsa da artık İran’dan yeni bir hayat tarzı kazanmıştır. Gujarat, Modhera’daki bir heykelden alıntılanmıştır.
Mitra’nın karakterinin belirsizliği ve önemli bir şahsiyet olamaması, kısmen güneş tanrısı olarak başlıca rakibi Sūrya ile aynı döneme denk gelmesinden kaynaklanıyor olabilir. Sūrya daima asıl güneş unsuru olmuştur ve farklı şekillerde tasvir edilmiştir: Bir kuş, uçan bir kartal, benekli bir boğa, kıymetli bir gök taşı, göklerde beliren alaca renkli bir taş olarak. Ayrıca Mitra ile Varuṇa’nın silahı, arabalarının tekerlek çemberi ya da arabanın kendisi olarak görülmektedir. Şafak vakitlerinin dönümünde parlar ve Aditi’nin oğludur. Diğer birçok tanrının güneşi doğurduğundan bahsedilse de babası Dyaus’tur. Karanlığa ve cadılara karşı üstün gelir, hastalıklarla kötü rüyaları defeder ve hayatı uzatır. Yakıcı ateş olarak kem gücü İndra’nın onu mağlup edip tekerleğini çaldığına dair efsanede üstü kapalı bir şekilde belirtilmesinin dışında Ṛigveda’da pek bilinmez. Bu anlatı fırtına ile güneşin karartılmasını vurguluyor olabilir ve muhtemelen yakıcı ısısının hafifletilmesi olarak görülebilir. Ancak tam tersi bir açıklama getirmek de aynı derecede mümkündür. Başka bir görüşe göre Sūrya aslında Savitṛi yani “Canlandıran” ya da “Gayrete Geçiren”dir. Elleri, dili ve arabası altındandır. Tanrılar adına ölümsüzlüğü, insanlar için de hayatın uzunluğunu kazanan ve Ṛibhuları (kutsal sanatçıları) ölümsüzlüğe yükselten odur. Ozanların alışılagelmiş mübalağası dahilinde İndra, Mitra, Varuṇa, Aryaman ve Rudra’nın, Sūrya’nın iradesiyle bağımsız yönetimine karşı koyamadıkları belirtilmektedir. Pūşan ve Bhaga’yla yakından ilişkilidir ve hakkında şöyle bir beyit vardır:
Tanrı Savitṛi’nin üstün ihtişamına erişelim:
Böylece dualarımızı artırsın (Not [8 - Oldenberg, a.g.e. s. 1095, J. H. Moulton, Early Zoroastrianism, Londra, 1913, s. 6.]
Vedik edebiyatında en bilindik mısra olup tüm Vedik öğreniminin başlangıcı olarak kullanılmıştır. Kendisi bir kez Pracāpati yani “Yaratıkların” ya da dünyanın efendisi olarak isimlendirilmektedir. Yine de kuşkusuz köken olarak mutlak soyut bir tanrı değil aksine ayrı bir ilaha yükseltilmiş güneşin etkin gücüdür.
Görünüşe göre Pūşan (Besleyen) köken itibarıyla Savitṛi’ye benzemektedir. Kişiliği belirsizdir. Rudra gibi saçları örgülüdür ve sakallıdır. Mızrağın yanında çuvaldız ve üvendire taşımaktadır. Tahmin edileceği üzere arabasını atlar yerine keçiler çekmektedir ve temel yiyeceği yulaftır. Kırsal yaşamla bağıntısı hakkında yakıştırmalarla açıkça gösterilmektedir. Hiçbir sığırı kaybetmez, aksine onları güder. Koyunların yünlerini muhafaza edip düzleştirir. Ayrıca yolları açıp muhafızlık eder. Kurtları ve hırsızları yoldan defeder. Bu doğrultuda ölüleri atalarına götüren odur. Tıpkı Agni ve Savitṛi’nin ölüleri erdemlilerin gittiği yere götürdüğü gibi. Cennetle yeryüzü arasındaki yol boyunca sürekli yolculuk eder. Yine Sūrya ve Agni gibi annesi ile kız kardeşine kur yapar ve tanrılardan istediği güneş bakiresiyle evlenir. Bu yüzden kendisinden evlilik töreninde gelinin elini tutması ve onu götürüp kutsaması istenir. Kendisine sıkça Soma ve İndra ile tapınılır. Ancak en çok Bhaga ve Vişṇu ile tapınıldığına rastlarız. “Parlak” olarak adlandırılır ve diğer yerlerde Savitṛi’nin lakabı olan Agohya (Gizlenmemiş Olan) ismini de taşır. Mükemmel bir “Refah Veren”dir ve muhtemelen insanların sürülerine karşı yardımsever, evliliklerinde lütufkârdır ve ölümlerinde güneş ile cennet diyarına olan yolculuklarında ruhların kılavuzu özellikleriyle güneşi en iyi derecede temsil edebilir. Avesta Mitrasının sığırları büyütme ve eve geri getirme nitelikleri vardır.
Yine de güneşin bir başka biçimi de Yama ile Manu’nun babası Vivasvat’tır ve bu yüzden bir bakıma insan ırkının atasıdır. İlk kez haoma’yı hazırlayan Yima’nın babası Avesta Vivanghvant’ı ile aynıdır ve Ṛigveda’da kurban etmeyle de ilişkilidir. Elçisi Agni ya da Mātarişvan’dır. Onun evinde tanrılar keyiflenir. Ayrıca Soma, İndra ile Aşvinler onun yakın arkadaşıdır. Yine de ona tapan herhangi biri yaşlanmadan önce Vivvasvat’ın oku kendisini cezalandırmasın diye dua ettiği için mizacının korkunç bir özelliğinin olması gerekir. Agni gibi, şafağın başlangıcında aydınlık saçar. Doğan güneşten başka bir şey olmaması da ihtimal dışı değildir. Avesta’da olduğu kadar Ṛigveda’da önemli olmayan kurban eden olarak karakteri muhtemelen özel bir gelişme olabilir. Diğer yandan kökeni itibarıyla Ṛigveda’daki Manu gibi ilk kurban edenlerden öte olmasaydı semavi özelliğini açıklamak zorlaşırdı.
Görece daha sönük figürler ise Bhaga (Eli açık), Aṁşa (Taksim eden), Aryaman (Dost) ve ilahilerden birinde Ādityalar gibi Mitra ile Varuna’yla birlikte kendisinden bahsedilen Dakşa’dır (Becerikli). Aryaman aslında Mitra’nın sönük bir eşidir ancak bakirelere kur yapar. Aṁşa pratikte sadece bir isimdir ancak ona taksim eden olarak hitap edilmektedir. Bhaga, insanların paylaşmayı istedikleri zenginliği bahşedendir ve Şafak onun kız kardeşidir. Avesta’da ismi Bagha olup aslında Ahura Mazda için kullanılan bir lakaptır. Eski Kilise Slav dilindeki bogŭ yani “tanrı” sözcüğüne karşılık gelmektedir. Dakşa her ne kadar onun babası olsa da Aditi’den doğmuştur. Varlığı muhtemelen Ādityalara babalarından dolayı “zekâya sahip” denilmesi gerçekliğinden dolayıdır. Bu suretle Dakşa’nın bir birey olduğu düşüncesi ortaya çıkar.
Bununla birlikte Ādityaların sayıları ve anlamları belirsizdir. Ṛigveda’da sayılarından bir kez yedi, bir keresinde ise sekiz olarak bahsedilir. Sekizincisi Mārtanda, batan güneştir. Aditi onu uzaklara fırlatıp daha sonra tanrılara geri getirir. Mitra, Varuṇa ve İndra’ya Ādityalar denir ve aynı isim Savitṛi ile Sūrya’ya da verilmiştir. Ādityalar bazen Marutlar, Rudralar, Vasular ve Ṛibhular gibi diğer tanrılarla beraber gruplandırılır ya da nadiren tüm tanrıları içerirler. Günahları cezalandırma ve iyilikleri ödüllendirmeye dair ahlaki vazifelerini görünüşe göre Varuṇa’dan almışlardır. Düşmanlarını prangaya bağlar ancak kendilerine tapanları ise kuşların yavrularının üstüne kanat gerdiği gibi korurlar. Parlak, altın renkli, çok gözlü, hep tetikte ve uyanıktırlar. Hükümleri sual edilmez krallardır. Kusursuzlardır ve Kutsal Düzeni denetlerler.
Gelecekteki büyüklüğüyle kıyaslandığında Vişṇu, hakkında sadece beş ilahide ve altıncının bir kısmında bahsedildiği Ṛigveda’da daha küçük bir öneme sahipmiş gibi görünür. En büyük yeteneği üç uzun adım olarak bilinir. Üçüncü adımı onu insanların görüş mesafesiyle kuşların menzilinin ötesine götürmektedir. Ancak göklere dikilmiş bir göz olarak da tarif edilir. Gözünü diktiği yerde bal akan bir pınar vardır. Burası İndra’nın yaşadığı ve tapınanları arzulayan birçok ineğin bulunduğu yerdir. Vişṇu adımlarında hızlı ancak kanunlara uygun bir şekilde hareket eder. Savitṛi gibi yeryüzüne ait alanları dağıtan bir takdim edicidir. Veyahut dönen bir tekerlek gibi doksan atını dört isimle harekete geçirir. Bu da yıldan başka bir şey değildir. İsmi ister viş kökünden türeyen “Aktif” isterse de “Evrenin Gerilerine Geçen” olarak açıklansın (Not [9 - R. T. H. Griffith, Hymns of the Rigveda.], şüphesiz ki bu özellikleri güneş tanrısı kabul edilmesine neden olmaktadır. Üç adımı Vedik mitolojisinin en eski yorumlayıcılarından biri olan Aurṇavābha tarafından güneşin doğuşu, zirveye çıkışı ve batışı olarak izah edilmektedir. Ancak başka bir yorumcu olan Şākapūṇi yeryüzü, atmosfer ve gökyüzü olduklarına dair çok daha akla yatkın bir tasvirde bulunmuştur.
Vişṇu tarafından atılan adımlar dert içindeki insan içindir ya da ona yeryüzünü mesken olarak bahşetmeyi amaçlar. Veyahut varoluşa yer açmak içindir ve bu anlayışta şüphesiz Vişṇu’nun cüce olarak vücut bulmasının tohumu yatar. İnsana yakınlığı İndra ve Marutlarla bağlantısıyla doğrulanmaktadır. İndra’nın kışkırttığı Vişṇu soma içkisinden içtikten sonra yüz sığır ile yabandomuzuna (yani Vṛitra’ya) ait sütten yapılmış içkiyi kaçırmış. Bu sırada bulut dağının ardında avlanan İndra vahşi domuzu katletmiş. Brāhmaṇalar döneminde Vişṇu’nun bir yabandomuzu şekline büründüğü düşünülür. Ṛigveda’daki görüş bu gibi dönüşümleri o kadar kolaylaştırır ki savaşta Vişṇu farklı bir biçime bürünür ve tapınana kendi göstermek zorunda kalır. Bu yüzden her ne kadar Vedik çevrelerde büyük tanrılardan biri olmasa da insana yakınlığı, üç dünyayla olan yakın bağıntısı ve biçim değiştirme gücü başka çevrelerde çok daha büyük bir ilah olabileceğini açıklayan vasıflarıdır.
Mitanni yazıtlarında listelenen tanrılar arasında Nāsatyaları görüyoruz. Böylece Avesta’da Nāonghaithya adında bir iblisle yozlaşan bu kutsal çiftin eskiden var olduğu doğrulanmaktadır. “Harika İşçiler” Dasra olarak da isimlendirilirler fakat Ṛigveda’daki normal isimleri Aşvinlerdir (At Adamlar). Çiftin isimleri daha sonra mitolojide Dasra ile Nāsatya olarak atanmıştır. Güzel, güçlü ve kırmızıdırlar. Yolları kırmızı ve altın sarısıdır. Balla kaplı derileri vardır. Kurbanlarına ve tapınanlarına baldan kamçıyla dokunurlar. Arabaları sadece bal rengidir ya da bal taşımaktadır. Ayrıca arabanın garip bir şekilde üç tekerleği, üç ispiti vardır ve diğer parçalarının hepsinden üç tane bulunur. Aşvinlerin görünme vakti şafak vaktidir. Şafağı arabalarıyla takip ederler. Arabalarının boyunduruğunda şafak doğar. Buna rağmen kendilerine, adağa sabahleyin değil öğlen ve gün batımında gelmeleri için dua edilir. Ebeveynlerinin kim olduğu açıkça belirtilmemiştir. Gökyüzü, Okyanus, Vivasvant ve Saraṇyū’nun ya da Pūşan’ın çocukları olabilirler. Genelde birbirinin aynısı gözler ve eller gibi ayrılmaz olsalar da bir iki kez farklı biçimlerde ya da farklı yerlerde doğduklarından bahsedilmektedir. Güneş bakiresi ya da Güneş’in kızı Sūrya olarak tanımlanan bir ilaha bağlıdırlar. Muhtemelen arabalarının üç koltuklu ve üç tekerlekli olmasının nedeni odur. Dolayısıyla evlilik töreninde gelini eve arabalarında getirmeleri için tapınırlar. Ayrıca genç gelini doğurgan kılmaları istenir. Diğer yandan marifetleri arasında hadım birinin eşine çocuk doğurtmak, verimsiz ineğin süt vermesini sağlamak, evde kalmış yaşlı kadına koca vermek vardır. Dahası hastalıkları iyileştiren, görmeyenlerin görmesini sağlayan ve hastaların başından ölümü kovan hekimlerdir. Güçten düşen Chyavana’yı bitkin bedeninden kurtarıp ömrünü uzatmışlar, kendisini yeniden genç kılıp bakirelerin kocası yapmışlardır. Kanatlı gemileri sayesinde Kral Tugra’nın oğlu Bhujyu’yu okyanusun ortasında sarılıp kaldığı kütükten kurtarmışlar. İblislerin yanan bir çukura hapsettikleri Atri’yi kurtarıp canlandırmışlar. Yüz bir koyunu öldürüp kurda verdiği için babasının kör ettiği Ṛijrāşva’nın ise, dişi kurdun duası üzerine, yeniden görmesini sağlamışlar. Bacağı savaşta kopan Vişpala’ya demirden bir bacak vermişler. Kendilerine ödül olarak Tvaşṭṛi’nin çayırlarının nerede olduğunu söyleyen ermiş Dadhyañç’ın kesik başının yerine at başı koymuşlar. Reb-ha’yı ölümden kurtarmışlar, babasının evinde çocuk doğurmadan yaşlanmakta olan Ghoşā’ya yardım etmişler, Vişvaka’ya Vişṇāpu’yu geri verip bıldırcını kurdun ağzından kurtarmışlar. Korunup kollanan birçok diğer isimden daha bahsedilmektedir ve anlatılan kahramanlıklar bazı durumlarda tarihidir. Oysa diğer durumlarda şüphesiz efsanevi nitelikler bulunmaktadır.
Erken dönemlerin Hintli tefsircileri, Aşvinlerin yaradılışını belirlemede iki arada kalmışlardır. Onları gökyüzü ile yeryüzü, güneş ile ay, gündüz ile gece olarak görmüşler hatta kutsal eylemleri yerine getiren iki kral saymışlardır. Esas itibarıyla Dioskur ve Lettic tanrısının iki oğluyla uyum içindedirler. Lettic tanrısının oğulları kendileri için Güneş'in ya da Ay'ın kızlarını elde etmek üzere atlarına binip gelmişlerdir ve tıpkı Dioskur gibi okyanustan kurtarıcılardır. Görece daha eski olan güneş ve ayla özdeşleştirilmeleri desteklenmektedir. Herhangi bir mitsel temeli olmayan sırf imdada yetişen devler olarak görülmüşlerdir. Ancak daha olası bir görüş ise ya alacakaranlığı (yarı karanlık yarı aydınlık) ya da sabah ile akşam yıldızını temsil ettikleri yönündedir. Bu yorumlardan ikincisi ise Aşvinlerin birliğiyle iki yıldızın çeşitliliği arasındaki tezat üzerine oldukça önemli bir açmazı ortaya koyar. Bu da ancak doğum ve tapınmalarına dair Ṛigveda’da ayrı ayrı belirtilen ilginç ipuçlarıyla bir nebze çözüme ulaşmaktadır.
Gökyüzü dünyasında sadece tek bir tanrıça vardır. Tüm panteon içinde en romantik figür olan bakire Uşas. Tıpkı bir dansçı gibi canlı kıyafetlerle sinesini teşhir eder; annesi tarafından süslenmiş bir bakire gibi vücudunu ifşa eder. Işık saçan kıyafetleriyle doğudan belirir ve tüm güzelliğini gösterir. Ölümsüz ve yaşlanmayan bir biçimde dünyanın huzurunda uyanır. Parlayıp öne çıktığında kuşlar gökyüzüne uçar ve insanlar harekete geçer. Gecenin kara örtüsünü kaldırır ve kötü rüyalarla sevilmeyen karanlığı sürgüne yollar. Daima düzenin yolunu izlemiştir ancak bir keresinde güneş onu hırsız ya da düşman olarak görmesin diye kendisine oyalanmaması söylenmiştir. Al rengi atların ya da ineklerin çektiği bir arabada doğar ve şafakların bir günde katettiği mesafe otuz yoj-nadır. Kendisini takip eden Güneş’in karısı, metresi, ya da annesidir. Bhaga’nın kız kardeşi, Varuṇa’nın kadın hısımı ve Gece’nin kudretli kız kardeşidir. Kurban töreninin ateşi şafakta yandığı için benzer biçimde Agni’yle ve doğmak için yalvardığı Aşvinlerle yakından ilişkilidir. İsmi “parlayan” anlamına gelmekte olup Aurora ve Eos (Not [11 - Bkz. Mythology of All Races, Boston, 1916, s. 26-27, 246-47.] ile uyumludur.
Atmosferdeki tanrılar arasında en büyüğü ismi Mitanni tanrılarının listesinde bulunan İndra’dır. Diğer Vedik tanrılarına göre daha insansıdır. Soma içkisini koyduğu büyük göbeği gibi başı, kolları ve ellerinin olduğundan bahsedilir. Soma içtikten sonra yanaklarını oynatır. Sarıya çalan saçları ve sakalı vardır; sakalı rüzgârda dalgalanır. Uzun, kuvvetli ve biçimli kolları, Tvasṭṛi ya da Uşanas tarafından kendisi için şekillendirilen yıldırımı ustalıkla kullanır. Bu onun başlıca silahıdır; yüz mafsallı, bin uçlu, yüz köşeli, keskin ve metalik bir taş olarak tarif edilir. Nadiren altından olduğu belirtilmektedir. Arada sırada yay ile yüz uçlu ve bin tüylü ok taşır. Bazen de bir üvendire taşır. İki ya da daha fazla atın çektiği, bin yüz attan da bahsedilmektedir, altın bir arabayla seyahat eder. Dev gibi yiyip içer. Doğumunda soma içmiş ve Vṛitra’nın katledilmesi onuruna üç ya da bazı rivayetlere göre otuz gölü içmiştir. Yirmi ya da yüz sığırın etini yermiş ve doğduğunda dünyalar korkudan sarsılmış. Annesi bir inek kendisi de bir boğa olarak tasvir edilmektedir. Annesi Nişṭigrī olarak da adlandırılır. Annesi tarafından anormal biçimde doğurulmayı dilemiştir. Babası Dyaus ya da Tvaşṭṛi’dir. İkincisinden somayı çalmış hatta onu katledip annesini dul bırakmıştır. Bunların da ötesinde, tanrılarla çarpışmıştır. Muhtemelen de soma için. Eşi İndrāṇī’den bahsedilir ve İndra’ya sıkça Şacīpati ya da “Kudretin Efendisi” ismi verilmektedir. Bu yüzden daha sonra mitolojiye İndra için, Şacī isimli bir eklenmiştir. Marutlar ve Agni’yle yakından ilişkilidir, aslında Sūrya ile özdeşleştirilmektedir.
İndra’nın gücü ve kudreti her yerde abartılı bir dille tarif edilmektedir. Tanrıların en büyüğüdür. Hatta hareket eden her şeyin ve insanların efendisi, savaşta tanrılar için geniş alanlar kazanan Varuṇa’dan bile büyüktür. Bazen evrenin hükümdarı olarak Varuṇa’nın unvanını taşısa da genelde bağımsız hükümdar olarak kendi adına sahiptir. Ayrıca “yüz gücü olan” sıfatı ve “gerçek efendi” ismi neredeyse sadece onundur. Ona bu yüce makamı kazandıran başarısı ise suları kuşatan ejderhayı katletmede gösterdiği ve sürekli yinelenen yiğitliğidir. Başından ya da ardından yakalayıp hayati organlarını delip geçer. Vṛitra’yı katlettikten sonra akarsuları salıverir; dağları parçalar, yeri kırıp kuyu açar ve suları serbest bırakır. Ejderhayı öldürüp suların üstüne serer. İnekleri kurtarmak için dağı yarıp açar. Taşların içinde bağlı olan inekleri serbest bırakır. Vṛitra’yı öldürür, kaleleri yıkar, nehirler için kanal açar, dağı delip arkadaşları olan ineklere devreder. Bununla birlikte ışığı yine kendi davranışlarıyla kazanır. İblisleri serbest bırakarak güneşi de sular gibi elde eder. Ejderhaların elebaşını öldürüp suları serbest bıraktığında güneşi, gökyüzünü ve şafağı oluşturmuştur. Karanlıkta ışığı bulur, güneşin parlamasını sağlar ve şafakları kazanır. Güneş ve şafaklarla birlikte inekleri bulur, kurtarır ya da kazanır. İneklerin efendisi olduğunda İndra’yı karşılamak üzere şafaklar doğar. Dahası somayı elde eder ve sarsılan dağları kurar. Brāhmaṇa’da kanatlarını kestiği belirtilir. Yeryüzünü destekler ve gökyüzünü düşmemesi için tutar. Ayrıca gökler ve yerin yaratıcısıdır.
Bununla birlikte İndra sadece iblislerle savaşmaz. Çünkü Uşas’a saldırıp arabasını okuyla parçalamıştır ve ona yavaş atlar tutmuştur. Bundan dolayı Uşas korkuyla kaçmıştır. Anlatılan muhtemelen gök gürültüsü ile engellenmiş şafak ya da oyalanan şafağın ayrılışını hızlandıran gün doğumu hakkında bir mittir. İndra, hızlı at Etaşa ile bir yarışta koşarken güneşle ters düşmüştür. İndra anlaşılmayan bir biçimde, güneşin arabasının bir tekerini kaybetmesine neden olmuştur. Ayrıca babası Tvaşṭṛi’yi de öldürmüş gibi görünmektedir. Her ne kadar Marutlar ona Vṛitra’yla olan çarpışmasında yardım etseler de bir dizi ilahide onlarla tartıştığına, onlara karşı tehditkâr bir dil kullandığına ve zar zor yatıştırıldığına dair belirgin işaretler görürüz.
İndra’nın diğer düşmanları efsanevi nehir Rasā’nın ardındaki mağarada inekleri saklayan Paṇilerdi. İndra’nın ulağı dişi köpek Saramā, ineklerin izini sürer ve onları İndra’nın namına ister. Paṇiler ise onunla dalga geçerler ancak İndra Vala tepesini yıkıp düşmanlarını alt eder. Bunun dışındaki her yerde ineklerin Vala’nın kudretiyle kuşatıldıklarından, çoğunlukla Aṅgiras’ın yardımıyla geri kazanıldığı anlatılır ve Panilerden bahsedilmez. Vala (Kuşatan) ineklerin içinde hapsedildiği kalenin ismidir.
İndra büyük bir savaşçı olduğu gibi, yeryüzündeki insanın kıymetli bir yardımcısıdır. Dāsalara ya da Dasyulara karşı savaşlarında Aryanların en önemli destekçisi olup siyah ırkın Aryanlara boyun eğmesini sağlamışlardır. Görünüşe göre Aryan göçünün koruyucusu olarak, Turvaşalar ile Yadu kabilesini nehirlerin üstünden geçirir. Dahası gözdelerine düşmanları karşısında yardım eder. Arkadaşı Sūdas, on krala karşı olan savaşında yardımını alıp düşmanlarını Paruşhṇī nehrinde boğmuştur. Tapınanları için bir savunma duvarı, bir baba, anne ya da kardeştir. Dindar insanlara varlık bahşeder. Birinin ağaçtan sopayla meyve dökmesi gibi, erdemlilerin üstüne bolluk yağdırır. Zenginlikler efendisidir ve “Cömert olan”dır. Bu yüzden daha sonra edebiyatta Maghavan lakabı isimlerinden biri haline gelir. Bir nehrin yanında somayı bulduktan ve dişleriyle ezdikten sonra kendisine sunan bakireyi ödüllendirmiştir. Karakterinden bahsedilirken az sayıda ahlaki özelliğe yer verilir ve içme marifetiyle böbürlendiği anlatılır. Aslında Vedik dönemde bile insanların varlığından şüphe ettiğine dair bulgulara rastlarız. Bu dikkate değer bir durumdur.
İndra’da fırtına tanrısını bulmamız gerektiğine şüphe yoktur. Vṛitra’yı bozguna uğratma macerası; tüm yeryüzünün kuruyup, insanlar ve doğanın kuraklığın bitmesi için aynı derecede sabırsızlandığı, yaklaşan yağmurlu mevsimde bulutların arasından yağmurun aniden patlak vermesinin temsilidir. Yağmurun ilk düşüşünü işaret eden devasa fırtınalar genellikle tanrı olarak algılanışı için en uygun kaynaktır. Diğer yandan yarılan dağlar ve elde edilen inekler, farklı bakış açılarında bulutlar olarak kabul görmektedir. Ancak İndra güneşi de ele geçiriyor gibi görünmektedir. Bu, şiddetli fırtınadan sonra bulutların güneşten uzaklaştırılmasını temsil eden özelliğidir. Şafak vaktinde güneşin gecenin karanlığından kurtulması düşüncesi bununla karıştırılır ya da birleştirilir. Bazı terimlerin, Vṛitra’nın nehirleri donduran kış olduğu (Not [12 - Bkz. Mythology of All Races, Boston, 1916, s. 245-46.] ve İndra’nın güneş olduğuna dair düşünceyi yansıttığı kanıtlanmamıştır. Ayrıca Ṛigveda ozanlarının, gerçekten sadece tanrının nehirleri dağlardan azat ettiğini kastettiklerini ve hatta Ṛigveda’daki yorumcular bile bilirken tanrıların dağların aslındaki bulutlar olduğunu fark etmediklerini düşünmek zorunda değiliz.
İNDRA (Levha IV)
İlah burada tanrıların kralı olarak taçlandırılmış ve vāhanası (vasıtası) fil Airāvata’nın üstünde tahta çıkmaktadır. Sol ellerinde ortadaki yıldırımı tutmaktadır. Sonraları vücudunda aslen “yoni” yani rahmi temsil eden (muhtemelen yağmurun yeryüzüne getirdiği bereketten dolayı) çok sayıda işaretle karakterize edilmiştir. Ancak daha sonra bu işaretlerin yerini gözler almıştır. Kaba sakalı resimde Pers etkisini göstermektedir. Dr. L. H. Gray’in koleksiyonundaki İndo-Mughal (Babür) ekolüne ait bir yağlıboya tablodan.
Ṛigveda’da soluk bir biçimde karşımıza çıksa da Trita Āptya’da İndra’nın paralelini bulmaktayız. İndra’nın yaptığı gibi Tvaşṭṛi’nin üç başlı oğlunu öldürür. İndra, onu ve kendisini temsil ettiği söylenen erkek İndra’yı zorlar. Marutlarla ve özellikle de hazırladığı somayla ilişkilendirilir. Bu son özellik onu Avesta’daki Thrita ile bağdaştırır. Thrita, isminden anlaşıldığı üzere soma hazırlayan “üçüncü adam”dır. İkincisi Āthwya’dır. İblisi öldürmesi onu üç başlı, altı ağızlı yılanı öldüren Avesta’daki Thraētaona ile özdeşleştirir. İsmi Dvita (İkinci) olan bir erkek kardeşi vardır. Diğer yandan Thraētaona’nın onu öldürmeye çalışan iki erkek kardeşi vardır. Tıpkı Brāhmaṇa’da kardeşlerinin Trita’yı (Not [13 - Bkz. A. Hillebrandt, Vedische Mythologie, s. 157.] öldürmeye çalıştıkları gibi. Bu benzerlik ikinci ismi Āptya’nın (Su) gösterdiği gibi suların arasından doğan yıldırımla güçlü bir şekilde özdeşleştirilmesine işaret eder. Ancak bir su tanrısı, fırtına tanrısı, ilahlaştırılmış şifacı ve ay olduğu kabul edilir. Büyük ihtimalle görkeminin büyük bir kısmı İndra’nın şöhretinin gelişmesiyle elinden alınmıştır.
Yıldırım, benzer biçimde Avesta’da beliren ilah Apāṃ Napāt’ın temelini oluşturuyor gibi görünmektedir. Avesta’da Apāṃ Napāt bir su perisidir, suların derinliklerinde yaşar ve okyanusun dibindeki uçurumların parlaklığını eline geçirdiği söylenir. Ayrıca “Suların Oğlu”dur, suların içinde doğup büyümüştür, parıldar ve altındandır. Çoğu kez havanın suları içinde ikamet ettiği tarif edilen Agni’yle özdeşleştirilmiştir. Bu yüzden saf ve basit bir su perisiyle özdeşleştirilmesi pek olası değildir. Zaten ayın herhangi bir özelliğini taşımaz. Yine de yıldırımın bir başka biçimi Mārarişvan (annesinin içinde büyüyen), fırtına bulutudur. Vivasvat’ın elçisidir ve Hindistan’ın Prometeus’u olarak Agni’yi insanların yanına indirir. Agni’yi anlaşmazlıklarla insanoğlunun yurdu için üretir. Benzer biçimde yıldırım “Tek Ayaklı Keçi” (Aja Ekapād) ile temsil edilebilir. Aja Ekapad’ın adı zaman zaman hava tanrıları arasında anılır. Keçi, yıldırımın çakışının hızlı hareketini, tek ayak ise yıldırımın yeryüzünde düştüğü tek yeri temsil etmektedir. Bununla birlikte bu müphem olgu güneşle ilgili de olabilir. Apāṃ Napāt ve Aja Ekapād ile “Derinlerin Sürüngeni” (Ahi Budhnya) meydana gelir; suların içinde doğup boşlukların içindeki akıntıların dibinde oturur. Tapınanlarına zarar vermemesi için yalvarılmaktadır. Böylesi bir yakarış tanrının doğası hakkında tekinsiz bir şeye işaret eder. Ayrıca ismi onu Vṛitra ile birleştirmektedir. Vṛitra’nın temsil edebileceği düşünülen hayırsever özelliği, bu durumda ejderha, insanlara karşı dost olarak algılanmaktadır.
Havanın, yani rüzgârın, diğer büyük özelliği Vāta ya da Vāyu tarafından temsil edilmektedir. Bunlardan ilki önemli ölçüde daha doğaldır, ikincisi ise daha kutsaldır. Bu yüzden Vāyu çoğu zaman kendisi gibi büyük bir soma içicisi olan İndra’yla ilişkilidir. Vāta ise sadece kendisi gibi küçük olan doğa tanrısı Parcanya'yla ilişkilidir. Tvaşṭṛi’nin damadı Vāyu çok hızlı düşünür ve bin gözlüdür. Arabasını çeken doksan dokuz ya da bin çift atı vardır. Berrak soma içer ve nektar veren inekle bağlantılıdır. Hızla döner, biriken tozla koşturur. Asla dinlenmez. Doğum yeri bilinmiyordur. İnsanlar haykırışlarını duyarlar fakat vücudunu göremezler. Tanrıların nefesidir. Şifa estirir ve ışık üretebilir. Eddic Wodan ya da Odin'le özdeşleştirilmesi hâlâ doğrulanmamıştır.
Parcanya sulu bir arabayla etrafta uçuşan ve kırbayı[2 - Kırba: Deri su kabı. (ç.n.)] aşağı doğru çeken bulutu temsil eder. Çoğu kez boğa veya bulutlar dişi olduğu için inek olarak görülmektedir. Tohumla yeryüzünü canlandırır. Sayesinde rüzgârlar eser ve yıldırımlar düşer. Göklerin gürlemesini sağlayandır ve bitkilere, çimenlere, ineklere, kısraklara ve kadınlara çoğalmayı bahşedendir. Hatta karısı yeryüzü olan kutsal baba olarak adlandırılır ve tüm dünyaya hükmettiği söylenir. Kendisine bir buzağı üretir; muhtemelen yıldırım ya da soma içkisidir. Bazen Marutlarla ilişkilendirilir ve kesinlikle sonradan suretine büründüğü İndra’nın akrabasıdır. Litvanyalı gök gürültüsü tanrısı Perkūnas’ın kendisiyle özdeşleştirilebileceği belirsizdir.
Sulara da kendi hesaplarına tanrıça olarak seslenilir; anneler, genç eşler ve nimetlerin bağışlayıcısıdırlar. Deva bahşedip uzun bir hayat bağışlarlar. Çoğunlukla balla ilişkilendirilirler. Bazen içlerinde soma olduğu düşünülebilir.
Şiva’nın modeli olan Rudra, Ṛigveda’da sadece üç ilahide anılsa da kendisi halihazırda dikkat çekici özellikler taşımaktadır. Tıpkı Pūşan gibi örgülü saçları vardır. Dudakları hoş biçimlidir ve esmer tenlidir. Elinde yıldırım tutar, ok ve yay taşımaktadır. Gökyüzünden fırlattığı yıldırım saplı atışı yeryüzünün içinden geçer. Pṛşni’den Marutları var etmiştir ve kendisinin üç anneden geldiğine işaret eden Tryambaka ismini taşır. Muhtemelen bu isim evrenin üç katlı bölümlenmesini ima etmektedir. Sert ve güçlü bi yapıya sahiptir. Dünyanın hâkimi, büyük cennet Asura’sı, cömert, adına kolayca dua edilen ve uğurlu bir ilahtır. Ancak bu sonraki sıfatı Şiva (Not [14 - Bkz. Shāhnāmah, çeviren J. Mohl, Paris, 1876-78, s. 69-70.] henüz kendisiyle ilişkilendirilmemiştir.
Yine de Rudra korkunç bir ilahtır. Kendisine tapınanları, ebeveynlerini, erkeklerini, çocuklarını, büyükbaş hayvanlarını ya da atlarını gazabıyla katletmesin ya da incitmesin diye yalvarıldığından öfkesi onaylanmayan biridir. Kötü niyetine karşı çıkılır ve yiyecekler için lütfu istenir. Kendisine insan katleden de denir. Diğer yandan tedavi etme güçleri ve bin tür şifası vardır. Hastalıkları ve rahatsızlıkları gidermesi istenir. Muhtemelen yağmur anlamına gelen jalāṣa adında özel bir şifası vardır. Yaradılışının bu yönü, diğeri kadar önemli olup kendisinin yıldırım olduğu görüşüne inandırıcılık kazandırmaktadır. Yıldırım genellikle yıkıcı ve korkunç bir araç olarak görülür. Ancak yıldırımın içinde aynı zamanda fırtınadan sonra dinginlik barındıran bir güç bulunur. Üstelik yıldırımın çarpmasının yanı sıra bağışlaması sayesinde merhametli olarak da görülür. Oysa yaradılışı, ateş tanrısı ile rüzgâr tanrısının birleşimi olarak görülmektedir. Rud’dan (Ulumak) türeyen ismi Rudra, “Uluyan” anlamına gelir. Rüzgârların içinde esip gürleyen ölülerin ruhlarının lideri ve hastalıkların insanlara hızla yayıldığı orman ve dağ tanrısı olarak görülmektedir.
Rudra’nın oğulları Marutlardır, fırtına bulutu Pṛşni’nin çocukları, cennetin kahramanları ya da erkekleridir. Yıldırım kahkahasından doğmuşlardır. Yaşları, yaşadıkları yer, akılları bakımından eşittirler ve sayılarından yetmiş ya da altmışın üç katı olarak bahsedilir. Tanrıça İndrāṇī’yle ilişkilidirler. Her ne kadar sevimli eşleri onların arabasıyla giden Rodasī olsa da. Ateş kadar parlaktırlar. Omuzlarında mızrak, ayaklarında halhal, göğüslerinde altın takı, ellerinde ateş gibi yıldırım ve başlarında altın miğfer vardır. Benekli atlar arabalarını çeker. Acımasız ve korkunçturlar ancak yine de çocuklar ve buzağılar gibi oyuncudurlar. Siyah sırtlı kuğudurlar, dört dişli yabandomuzudurlar ve aslanlara benzerler. Geliştikçe dağları titretirler, ağaçları kökünden sökerler ve vahşi filler gibi ormanı yarıp geçerler. Tozu dumana katarlar ve bütün yaratıklar önlerinde titrer. En büyük başarıları yıldırımın ortasında ürettikleri yağmuru yapmaktır ve böylece yeryüzünde bir nehir şekillenir; Marudvṛdhā (Marutlardan Hoşlanan). İlahi söylediklerinde kudretini yükseltebilecekleri İndra’nın yakın arkadaşıdırlar. İlahiyi söyleyerek güneşin parlamasını ve dağın yarılmasını sağlarlar. İndra’ya Vṛitra’yı öldürmekte yardım etmekle kalmazlar, başarıları sırf kendilerine ait gibidir. Ancak çarpışma ânında bir kez onu yüzüstü bırakmışlar ve görünüşe göre bu sebeple tartışma çıkmış. İndra’yla ilişkilendirilmedikleri zamanlarda, daha düşük bir derecede de olsa, babaları Rudra’nın kötücül tarafını sergilerler. Bu yüzden savurdukları ok ve yayın yönünü değiştirmeleri için yalvarılır. Bir yılanınkine benzer gazapları onaylanmaz. Şeytanın onlardan geldiği söylenir. Buna karşın yine Rudra’nınki gibi Sindhu, Asiknī nehirleri, deniz ve dağlardan getirdikleri şifalı tedavileri vardır.
Rüzgârların nitelikli kullanımı doğrultusunda, Marutların fırtına tanrıları olduklarına pek şüphe yoktur. Diğer kayda değer görüş ise onların aslında ölülerin fırtına rüzgârlarının içine giden ruhları oldukları yönündedir (Not [15 - Şiva adı “hayırlı” anlamına gelmektedir.]. Ancak bunun hakkında, en azından Ṛigveda’da, hiçbir ipucu bulunmamaktadır. “Ölmek” anlamına gelen mṛ kökü bu açıklama için yeterli bir temel oluşturmaz. Çünkü isimleri aynı derecede “parlamak” ya da “ezmek” anlamındaki mṛ kökünden geliyor olabilir. Bunlardan herhangi biri suretlerine uygun gelebilir. Sonraki günlerde göreceğimiz üzere konumlarından düşüp Vaisyaların semavi karşılıkları haline gelmişlerdir. Vaisyalar ise yeryüzündeki Brāhmaṇalar (rahipler) ve Kşatriyalar (savaşçılar) gibi iki yüksek kast sınıfından ayrı bir bir halktır. Sonunda ancak minyatür tanrı seviyesine indiler. İsimleri “rüzgâr”la eşanlamlı oldu. Günümüzde hatıraları neredeyse ortadan kayboldu.
İkinci Bölüm
Rigveda
Yeryüzü Tanrıları, İblisler ve Ölüler
Yeryüzüyle ilgili tanrılar arasında ilk sıra Agni’ye aittir. Kendisi İndra’dan sonra Ṛigveda’da en çok ilahiye sahip olan ilahtır. Onuruna yazılmış iki yüzden fazla ilahi bulunmaktadır. Ancak İndra’nın aksine insan gibi görünmek, Agni’nin karakterine neredeyse hiç tesir etmemiştir. Karakteri daima meydana geldiği elementle doludur. Bu sebeple tereyağı saçlı ya da alev saçlı, açık kahverengi sakallı ve tereyağı sırtlı olarak tarif edilmektedir. Bir anlatıda başsız ve ayaksız olarak görünürken bir diğerinde üç başı ve yedi kolu vardır. Tüm yönleri görebilir. Üç dili ve bin gözü vardır. Çoğunlukla hayvanlara benzetilir; kuvvetinden dolayı bir boğaya ya da doğmakta olan bir buzağıya. Veyahut kurban direğine bağlanmış bir ata. Bazen kanatlı olarak tanımlanır; kartala ya da denizlerdeki bir su kuşuna benzetilir. Hatta bir keresinde kanatlı bir yılan olarak anlatılmıştır. Yedikleri arasında saf yağ, sıvı yağ ya da odun bulunmaktadır. Diğer tanrılar gibi o da soma içer. Görünürde parlak olup rotası karanlıktır. Rüzgârla hareket ederek tıpkı bir berberin sakalı tıraş etmesi gibi yeryüzünü sıyırarak geçer. Korkunç bir biçimde kükrer ve her şeyi silip süpüren kıvılcımlarının önünden kuşlar uçuşur. Gökyüzüne doğru yükselir ve hatta cenneti yalayacak kadar çıkar. Kendisi bir arabaya benzetilir ancak aslında arabada taşınmaktadır. Arabasıyla tanrıları kurbana taşır. Gökyüzü ile Yeryüzü'nün ya da Tvaşṭṛi ile suların çocuğudur. Lakin Vişṇu ile İndra onu yaratmışlar ya da İndra onu iki taşın arasında meydana getirmiştir. Yeryüzünde iki ocak demirinde üretilmiştir. Bu demirler babası (üstteki) ve annesi (alttaki) ya da iki anne ya da emziremeyen bir anne olarak tasvir edilmektedir. Kendisini dünyaya getiren on bakire on parmak olup, “Kuvvetin Oğlu” ismi alevleri yaratmak için gereken kuvveti kanıtlamaktadır. Bu şekilde her sabah kurban için yaratıldığından en genç olma unvanına sahiptir. Aslında ilk kurban eden kişi olarak en yaşlı olandır. Veyahut yine ağaçların ya da bitkilerin içinde ya da kurban etme yeri olarak dünyanın göbeğinde doğmuştur.
Ancak Agni aynı zamanda atmosferin sularında doğmuştur. Kendisi Apāṃ Napāt yani “Suların Çocuğu”, suların kucağında büyüyen boğadır. Bununla birlikte, en azından bazı durumlarda, içinde bulunduğu sular aslında yeryüzüne aittir çünkü kendisinin sularda ve bitkilerde bulunmasından bahsedilmektedir. Benzer biçimde semadan yıldırım biçiminde doğmaktadır. Mātarişvan onu aşağı indirmiştir. Şüphesiz yıldırımın neden olduğu büyük yangınları hatırlatan bir şeydir. Her ne kadar güneşin parlaklığı ayrı bir ilah olarak algılansa da kendisi bazen güneş olarak tanımlanır. Bu yüzden gökyüzünde, sularda ve yeryüzünde olmak üzere üç farklı doğumu vardır. Ancak sıralama gökyüzü, yeryüzü ve sular olarak da karşımıza çıkar. Bu durum Hint dinindeki en eski üçleme biçimidir. Ve muhtemelen bu üçlemeden de diğer güneş, rüzgâr ve ateş üçlemesi biçimi doğmuştur. Bunun değişik bir biçimi de güneş (yine de Ṛigveda’da bulunmamaktadır), İndra ve ateştir. Dinsel törendeki üç ateş üç kutsal karaktere karşılık gelir. Diğer yandan Agni hava ile gökyüzünün tek olarak sayılması nedeniyle iki doğuma sahiptir. Yağmurla birlikte iner ve bitkilerden doğar. Sonra tekrar gökyüzüne yükselir. Bundan dolayı Agni’nin kendi kendisini kurban etmesi ya da kendisini kurban olmaya ikna etmesi gerektiğine dair gizemli buyruklar bulunmaktadır. Ya da yine yeryüzünde yakılan birçok yangından birçok doğumunun olduğu söylenebilir. Oysa üç sayısı Agni’nin erkek kardeşlerine dair görüşte yeniden ortaya çıkar. İndra’nın onun ikizi olduğu ve Paṇileri mağlup etme başarısını Agni’nin ondan ödünç aldığı söylenir. Gizemli bir biçimde Agni; akşamleyin Varuṇa, sabahleyin Mitra, havada bir uçtan diğer uca geçerken Savitṛi ve yolun yarısında gökyüzünü aydınlatırken İndra’dır.
1. Şekil: Agni
Ağızlarından yayılan alevlerle ateş tanrı vāhanasını (vasıtası) binmektedir. Vasıtası bir koçtur. İlahın üç başı ve üç bacağı vardır. Bunlar da üçlü doğumunu ve Hint dinsel törenlerinin üç ateşini simgeler. Diğer yandan yedi kolu, yedi ışık demetini temsil etmektedir.
Agni, kutsal ateşi olan evle yakından ilişkilidir. Tek başına Gṛhapati yani “Evin Efendisi” ismini taşımaktadır. Ayrıca her meskende erkek akraba, arkadaş, baba hatta oğul olarak misafirdir. Dahası tanrıların atası, Bharata’nın, Divodāsa’nın, Trasadasyu’nun ve diğer kahramanların tanrısıdır. Tanrıları kurbana ya da kurbanı tanrılara götürür. Bu yüzden de dünyalar arasında seyahat eden ulaktır. Diğer her şeyin ötesinde kurbanın rahibidir ve bir efsaneye göre bu görevden usanmıştır; ancak istediği ödemeyi aldıktan sonra göreve devam etmeye razı olmuştur. Bir başka suret içinde ölüleri yer çünkü ölülerin yakıldığı odun yığının üstünde cesedi yakar. Bu karakteriyle, adakların taşıyıcısı olarak suretinden dikkatlice ayrılmaktadır. Yalnızca bir rahip değildir aksine kâhin bir bilgedir; Jātavedas yani “Tüm Nesilleri Bilen”dir. İnsanlara ilham verir, onları kurtarır ve korur. Zenginlikler ve yağmur onun ihsanıdır tıpkı zürriyet ve zenginlik gibi. Günahları bağışlar, Varuṇa’nın gazabını önler ve insanları Aditi’nin önünde masum kılar.
Agni tanrılar için de hayırseverdir. Onları lanetten kurtarmış, çarpışmada onlar adına büyük yerler kazanmıştır. Hatta “Vṛitra Katili” olarak isimlendirilir. Lakin asıl başarısı kurbanı istila eden Rakşases’in yakılmasıdır. Bu da ateşin iblisleri yok etmek için eskiden beri kullanıldığının işaretidir. Sihir kullanarak Agni’nin aydınlatılması sayesinde güneşin gökyüzüne çıkışı gerçekleşebilir.
Vaişvānara olarak Agni “Tüm İnsanların Ateşi”dir ve diğer hane sahiplerinin ateşinin aksine bir kabile ateşi (Not [1 - Bkz. A. Hillebrandt, Vedische Mythologie, s. 122-23.] olarak görülür. Bununla birlikte genelde isminin anlamının “Tüm Suretleriyle Ateş” olduğu düşünülür. Tanūnapāt (Kendisinin Oğlu) ismiyle, Agni’nin odun ve buluttan kendiliğinden doğumundan bahsediliyor gibidir. Narāşaṁsa “İnsanların Övgü”sü ise ya insanın övgüsünün kişileştirilmesi ya da özellikle babalarla ilişkilendirilen üç ateşin güney alevi olabilir. Her ne kadar “çevik” anlamına gelebilen Agni’nin ismi Avestaca olmasa da ateş kültü İran’a özgüdür. Ayrıca ateşle yakın münasebete giren Ṛigveda’nın Athar-van rahipleri ile İran’ın ateş rahipleri olan Āthravanlar arasında paralellik vardır. Hintli hane sahibinin ateşi ve Roma’daki hane ile Yunanistan’daki (Not [2 - Karşılaştırma için bkz. Mythology of All Races, Boston, 1916, s. 208-09, 298.] mesken ateşi arasında açık bir benzerlik vardır.
Şahsiyet bakımından Agni’den ayrı olan tanrı Bṛihaspati’dir. Kendisi yedi ağızlı, yedi ışınlı, güzel dilli, keskin boynuzlu, mavi sırtlı ve yüz kanatlı olarak tasvir edilir. Bir yayı vardır ve sicimi Ṛta yani “Kutsal Düzen”dir; altından bir el baltası kullanır, demir balta taşır, kızıl atların çektiği bir arabaya biner. Semanın en tepesindeki büyük ışıktan doğmuştur ve kükreyerek karanlığı savar. Tanrıların babasıdır ancak Tvasṭṛi tarafından yaratılmıştır. Diğerlerinin üstünde bir rahip, tanrıların yerli rahibi ya da purohita’sı ve onların Brahman rahibidir. Brahmaṇaspati adıyla “Duanın Efendisi”dir. Agni’yle yakından ilişkilidir ve bazen onunla özdeşleştirilir. Onun gibi üç meskeni vardır ve görünüşe göre Narāşaṁsa olarak adlandırılmaktadır. Yine de İndra’nın amellerini sahiplenmiştir çünkü ineklerin ahırını açıp suları salar. Şakıyan sürüsüyle Vala’yı parçalar ve böğüren inekleri dışarı çıkarır. Vala’nın savunmasını parçaladığında inek hazinesi açığa çıkarmıştır. Bulutların içinde olduğundan birçok ineğe seslenir, karanlıkta ışığı arar. Şafağı, ışığı ve Agni’yi bulup karanlığı dağıtır. Genelde zafer bahşeden, yıldırım taşıyandır, Marutlar vasıtasıyla çağrılır ve İndra’nın özel lakabı “cömert”i taşır. Diğer tanrılar gibi tapınanlarını korur, ömürlerini uzatır ve hastalıkları defeder. “Duanın Efendisi” olarak, Agni’nin karakterinin bir yönünün gelişiminden başka bir şey değildir. Ancak bu süreç kesinlikle Ṛigveda döneminden önce tamamlanmış olmalıdır çünkü bu ilahın büyümesine dair Saṁhitā’da hiçbir ize rastlanmaz. Başka bir alternatif, onun doğasının İndra yönünü önemle vurgulamak ya da onun içinde soyut bir ilah bulmaktır. Bu soyut ilah da Agni ve İndra tanrılarından somut özellikler elde eden ruhban eylemin vücut bulmasıdır. Ancak bu hipotez pek olası değildir.
Soma, Avesta Haoma’sı (Sıkılmış Su), Ṛigveda’nın dokuzuncu kitabının ve başka yerlerdeki altı ilahinin tamamındaki ilahtır. Henüz belirli modern bir türle özdeşleştirilmemiş olan bu bitkinin filizleri ezildiğinde suyu çıkar. Bitkinin suyu dikkatli bir şekilde süzüldükten sonra saf haliyle ya da sütle karıştırılıp tanrılara sunulur ve rahipler tarafından içilirdi. Rengi kahverengi ya da kırmızıya çalıyordu. Bunun nedeni olarak genellikle ezildiği taşlardan bahsedilmiştir. Parsiler arasında olduğu gibi bu renk dövüldükleri havan ve tokmaktan kaynaklanmış gibi görünmektedir. Filtre ya da süzgeçten geçirilirken somaya pavamāna yani “temiz akan” ismi verilir. Sütün yanı sıra, ekşi süt ve arpa suyu da eklenir. Bu yüzden Soma cennetten yağmurun akmasını sağlayan sular efendisidir. Sular onun kız kardeşleridir ve kendisi suların embriyosu ya da çocuğudur. Bitki suyunun akarken çıkardığı ses gök gürültüsüne, hızı ise atın çevikliğine benzetilir.
Somanın coşturucu kuvveti şüphesiz tanrısallığını açıklar. Normalin ötesinde güçler veren bir bitkidir. Bu yüzden soma ölümsüzlük içkisi (amṛita), tanrı içeceğidir. Tanrılar bunu sever. İnsanlardan az olmasa da tanrılara ölümsüzlük verir. Bir ilahide bu içki sayesinde İndra’da uyanan coşkunluk hissi betimlenmiştir. İçki onda istediği zaman dünyaya sahip olabileceği hissini uyandırır. Ayrıca soma şifa bakımından zengindir ve bitkilerin efendisidir. Doya doya içildiğinde konuşmayı tetikler ve konuşmanın efendisidir. Kâhin yaratandır, ibadet edenin koruyucusudur ve bilgeliği yüceltilir. Bilgeliğiyle insanları sürekli izler, bu yüzden bin gözü vardır. İnsanlar ve tanrılardan az kalmasa da babalar onu sever, sayesinde ışığı ve inekleri bulmuşlardır. Tanrılar, büyük kahramanlıklarını ve başarılarını soma içmeye borçludurlar. Örneğin İndra, Vṛitra’yı öldürmek için üç göl dolusu somayla kendisini doldurmuştur. İndra tarafından içildiğinde Soma güneşin gökyüzünde yükselmesini sağlamıştır. Bundan dolayı asıl mahareti Soma’nın gerçekleştirdiği iddia edilir. Işığı bulup güneşin parlamasını sağlamıştır. Bu sebeple iki dünyayı da destekler ve kışlaların efendisidir. İndra gibi müthiş bir savaşçıdır. Daima muzaffer olup tapınanları için arabalar, atlar, altın, cennet, su ve bin nimet kazanır. Bin uçlu bir mızrak dahil korkunç ve keskin silahlar taşır. İndra gibi boğa olarak tarif edilir, sular da döllediği ineklerdir. İndra’nın arabasına biner ve Marutlar onun dostudur. Rüzgârlar onu sevindirir ve Vāyu onun koruyucusudur.
Soma dağlarda ikamet etmektedir. Özellikle Mūjavant dağından bahsedilir. Şüphesiz dağların aslında yeryüzüne ait olduğunu söylememize gerek yok. Soma göksel bir varlıktır ve doğumu semada gerçekleşmiştir. Gökyüzünün, güneşin ya da Parcanya’nın çocuğudur. Semanın efendisi, kuşudur. Tıpkı tanrı Sūrya gibi tüm âlemlerin üstünde durur. Mistik olarak sema olan süzgeçten geçirilip arıtıldığında damlalar havadan yeryüzüne dökülür. Damlaların gökyüzünden inişine dair bu gizem, çeşitli biçimlerde anlatılmaktadır. Bir anlatıya göre çevik kartal, damlaları ayağıyla havadan İndra için getirmiştir. Ok gibi hızlı uçarak demirden kaleleri yarıp geçmiş ve semaya yükselmiştir. Sonra İndra için aşağı inerken somayı taşımıştır. Ancak kartal bu marifeti yara almadan yerine getirememiş. Soma ile kaçarken okçu Kṛşānu onu vurmuş ve tüylerinden birini koparmıştır. Görünüşe göre efsane, kartal biçimindeki yıldırımın fırtına bulutu kalesini delip geçtiğini ve bulutun suyunu yere indirdiğini ima eder. Bulutun suyu tanrı içeceği (ambrosia) (Not [3 - Bkz. M. Bloomfield, JAOS Sayı XVI. (1894); H. Usener, içinde Rheinisches Museum, Sayı 60. s.26. (1905).] olarak tasavvur edilmiştir. Aynı zamanda ateşin de yeryüzüne bu şekilde geldiği düşünülmektedir.
Soma ayrıca nehirlerin kralı, tüm dünyanın kralı, tanrıların kralı ya da babası ve tanrılarla ölümlülerin kralıdır. Çoğu zaman tanrı olarak çağrılmasına karşın bir paragrafta açıkça tanrılar için ihtiyaç duyulan bir tanrı olarak isimlendirilmektedir.
Ṛigveda kadar eski zamanlarda ayın Soma ile bu şekilde özdeşleştirilmesine dair izler bulunmaktadır. Bu özdeşleştirilme süreci Brāhmaṇa döneminde tam olarak yerine getirilmiştir. Bu yüzden güneş bakiresi Sūryā’nın Soma ile evlendirildiği söylenen evlilik ilahisinde kendisinin nakṣatra’larda ya da ay konaklarında lüks içinde yaşadığından bahsedilir. Ayrıca rahip tarafından bilinen bu somadan hiç kimsenin yemediği belirtilmektedir. Diğer yandan aynı kişileştirme daha mistik bazı ilahilerde kullanılan ifadelerin sonunda bulunabilir. Özdeşleştirme süreci somanın karanlığı dağıtması ve sularda yaşaması nedeniyle göksel ve parlak olarak adlandırılmasıyla ya da ona içki ismini vererek gerçekleşmiş olabilir. Bu durum kolaylıkla somanın içki gibi, ay olduğuna dair düşüncenin çıkmasına neden olmuş olabilir. Bu sebeple kâseler içindeki somanın aslında sular içindeki ay olduğu söylenmektedir. Ṛigveda’da ilah olarak karşımıza çıkan somanın gerçekten ambrosia kâsesi yani ay olduğu görüşü kabul edilmektedir. Bu kâse yeryüzünde dinsel törende kullanılan soma olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak bu görüş hâlâ Ṛigveda’da soma ile ay arasındaki ayrıma dikkat çeken yerli geleneğe ve metinlerin kolayca anlaşılır diline aykırıdır.
Avesta ile karşılaştırılması, bitkinin İran’da da ezilip sütle karıştırıldığını ve Hindistan gibi İran’da da göksel somanın karasal olan soma ve tanrıdan gelen içecekten ayrı tutulduğunu göstermektedir. Dağda yetişir ve bir melek tarafından getirilir. Işık verir, iblisleri öldürür ve nimet bahşeder. Ancak Hindistan’da ilk hazırlayanları iki kişi (Vivasvant ve Trita Āptya) olmasına karşın İran’da içkiyi ilk hazırlayanlar üç kişidir; Vīvanghvant, Āthwya ve Thrita. Muhtemelen bu görüş daha eski bir döneme dayanır. Buna göre bal likörü biçimindeki nektar cennetteki koruyucusu iblisten bir kartal tarafından alınıp indirilmiştir. Bu varsayım Zeus’un kartalı tarafından getirilen nektar efsanesiyle doğrulanmıştır. Kartal tarafından kaçırılan likör Odin’in başkalaşım geçirmiş halidir.
Göksel sularla karşılaştırıldığında karasal nehirler Ṛigveda’da görece küçük bir role sahipti. İlahilerin birinde Sindhu ya da İndus nehrinden kollarıyla bahsedilir. Bir başka ilahiyse, Vipāş ya da Beas nehri ile Şutudrī ya da Satlec akarsuyunu övmektedir. Bununla birlikte Sarasvatī’den; dağların zirvelerini dalgalarıyla aşması, yedi katlı olması, annelerin, nehirlerin ve tanrıçaların en iyisi olması bakımından sıkça övgüyle bahsedilir. Hatta kendisine göksel bir köken atfedilmiştir. Bu da Ganj ırmağının ilahi doğuşuna dair sonraki mitin öngörüsü sayılabilir. Aşvinlerle birlikte İndra’ya yiyecek sağlamaktadır. Kendisine İḍā (ya da İḷā yani kurbanlık yiyecek) ve kıyısında yaşayan Bharataların İḍā’sı gibi görünen Bhārati ile tapınılmaktadır. Sarasvatī ile Dṛşadvatī’de gerçekleştiği şekliyle kurbanlardan bahsedilir. Ayrıca erkek Sarasvatī ya da su cini Sarasvant’a beraber tapınılır. Sarasvatī’nin kimliği net olarak bilinmez. İsmi genelde Afganistan’daki Helmend olarak bilinen Avesta’daki Harahvaiti ile özdeştir. Şayet Sarasvatī hâlâ Ṛigveda’daki o nehir ise Vedik dönemde genelde kabul görenden daha uzak batıda Hint yerleşimleri olması gerekirdi. Diğer yandan Sarasvatī’nin yedi akarsu büyüklüğünde ve yedi katlı olarak tasvir edilişi büyük İndus nehrine daha uygundur ve sözcük o nehrin ikinci ismi olabilir. Fakat ne zaman ülkenin ortasındaki küçük bir akarsu olan Dṛşadvatī ile anılsa, aynı ismi taşıyan ancak günümüzde kumların içinde kaybolan modern nehrin daha eski bir biçimi olduğu anlaşılır. Vedik kültürün gelişiminin tam anlamıyla gerçekleştiği yer bu iki nehrin yakınlarındaki bölgeydi; en azından sonraki dönemde. Ṛigveda kadar eski bir dönemde akarsuya sonraki saygınlığının büyük kısmının verilmiş olması ihtimal dışı değildir. (Not [4 - Bkz. A. A. Macdonell ve A. B. Keith, Vedic Index, ii. 434-35.]
Yeryüzü onunki gibi bir ibadeti gökyüzü münasebetiyle ağırlar. Ancak sadece bir ilahi yalnızca onun övülmesine tahsis edilmiştir. Hatta ilahide kocasının gönderdiği yağmurdan bahsedilir. Dağların yükünü taşır ve yerde ormanın ağaçlarını destekler. Muazzam, sarsılmaz ve parlaktır. İsmi Pṛithivī, “yayılmış olan” anlamına gelir ve ozanın anlattığına göre onu İndra yaymıştır.
Somut tanrılar dışında fiziksel temeli, ya ortadan kaybolduğu ya da hiç mevcut olmadığı için soyut olarak tanımlanabilecek bazı tanrılar karşımıza çıkar. Bu tanrıların büyük bir kısmı ilk türe aittir. Asıl sahiplerinden ayrılıp daha somut tanrıların suretlerinin gelişimini temsil ederler. Bunlar arasında en meşhuru güneş olan Savitṛi’dir ve parlak güneşin canlandırıcı gücü olarak ayrı bir tanrıdır. Tvasṭṛi fiziksel bir geçmişten daha ileri bir aşamada ayrılığı temsil etmektedir. Aslında tanrıların içkisini içiren ve daha sonra Ṛibhus’un dörde böldüğü çanağı işleyen marifetli bir zanaatkârdır. İndra’nın çevik atını ve yıldırımını yapmıştır. Ayrıca Brahmanaspati’nin demir baltasını keskinleştirir. Bütün vücutları şekillendirir ve karı ile kocayı daha rahimdeyken birbirleri için yaratır. Dolaylı olarak insan ırkını da yaratır. Çünkü kadim ikizler Yama ile Yamī onun kızı Saraṇyū’nun çocuklarıdır. Hatta görünüşe göre İndra’nın da babasıdır. İndra ondan somayı çalıp onu katletmiş olsa bile. Çünkü elbette daha sonra oğlunu, üç başlı Vişvarūpa’yı öldürmüştür. Tanrıların eşleriyle de yakından bağlantılıdır. Kökeni kadar belirsiz olduğundan güneşle ilgili karakterin birçok özelliğini sergiler ve bu da tanrı içkisinin içinde bulunduğu kâsesinin ay olduğu görüşüyle yeterince uyumludur.
Çok daha cılız kişilikler ise Dhātṛi yani “Kurucu”, İndra ya da Vişvakarman’ın lakabı, Vidhātṛi yani “Elden Çıkaran”, ayrıca bu ilahların bir lakabı, Dhartṛi yani “Destekleyen” ve Trātṛi yani “Koruyucu”dur. Agni ya da İndra’nın bir lakabı ve bir ilahide ortaya çıkan lider tanrıdır. Bunlar arasında sadece Dhātṛi’nin daha sonra bir yaratıcı ve Pracāpati’nin eşanlamlısı rütbesine yükselmesiyle önemli bir tarihi olmuştur. “Yaratıkların Efendisi” olarak bu tanrının ismi Soma’nın ve Savitṛi’nin lakabı olarak kullanılmaktadır. Ancak serbest bir ilah olarak doğurgan kılma gücünün övüldüğü Ṛigveda’nın sadece onuncu ve son kitabında ortaya çıkmaktadır. İlahilerin birinde cennetle yeryüzünün, suların ve yaşayan her şeyin yaratıcısı bir ilahtan Hiraṇyagarbha yani “Altın Tohum”dan bahsedilir. Şüphesiz “Altın Tohum” Pracāpati’dir ancak “Hangi Tanrı” (kasmai devaya) nakaratından sonra Kim (Ka deva) gibi bir ilah evrilmiştir.
Başlangıçta tüm yaratılmış canlıların tek efendisi olarak doğan Hiraṇyagarbha belirdi.
Yeryüzü ile cenneti hazırlayıp destekledi. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
Hayat nefesini, güç ve kudreti veren, buyruklarını tüm tanrıların kabul ettiği odur.
Gölgesi ölüm olan, parıltısı ölümsüz kılan odur. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
İhtişamıyla nefes alan ve uyuyan bütün canlı dünyaların tek hâkimi olan kim?
Hem insanların hem büyükbaş hayvanların efendisidir o. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
Kudreti sayesinde, şu karlarla kaplı dağlar onundur. İnsanlar denizler ve Rasā’ya onun malı derler.
Onlar onun kollarıdır, gökyüzünün bu diyarları onundur. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
Sayesinde gökler sağlam ve yeryüzü sabittir. Onunla ışık diyarı ve gökkubbe yerinde durur.
Havadaki diyarları ölçen odur. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
Yardımıyla desteklediği iki ordu yürekleri titrerken huzurunda savaşa hazır görünür.
Üzerlerinde doğan güneş parlar. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
Agni’yi yaratan ve evrensel tohumu barındıran kudretli sular geldiği zaman,
İşte o zaman tanrıların bir ruhu meydana gelir. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
Üretkenlik gücünü içeren ve tapınmayı sağlayan tufanları kudretiyle denetledi.
Tanrıların tanrısıdır, hem de tek başına. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
Ne yeryüzünün babası ne de kanunları mutlak olan göklerin yaratıcısı bizi asla incitmesin,
Engin ve berrak suları getiren odur. Adağımızla hangi tanrıya tapınacağız?
Ey Pracāpati! Tüm bu yaratılanları bir tek sen anladın. Hem de bir tek sen.
Sana yakardığımızda gönlümüzün isteklerini bize bağışla. Sahip olduklarımız elimizde kalsın. (Not [5 - R. T. H. Griffith, Hymns of the Rigveda, IV. 355-56.]
Bu bölüm onun büyük tarihinin başlangıç noktası olup mutlak fakat bedenen Brahmā olduğu düşüncesine yol açmaktadır.
Daha sonra Pracāpati’nin kişiliğiyle birleştirilen onuncu kitaptaki bir başka canlı örnek Vişvakarman’dır (Her Şeyi Yaratan). İsmi önceden İndra’nın ve güneşin lakabı olarak kullanılmıştır. Gözleri, yüzü, iki yanında kolları ve ayaklarıyla tasvir edilse de sonradan Brahmā gibi dört yüzlü olarak resmedilir. Kanatları vardır ve sözün efendisidir. Ayrıca tanrıların isimlerini belirlemektedir. En yüce tayf, kurucu ve düzenleyicidir. Muhtemelen kökeni itibarıyla sadece güneşin bir biçimidir ancak gelişimi süresince mimar olarak Pracāpati’nin kişiliğinin bir yönü haline gelmiştir.
Yüce varlığın başka bir çehresi, Purusa Sūkta ya da “İnsanın İlahisi” ile temsil edilir. Kadim bir Puruşa’nın kurban edilmesiyle evreninin kökenini tanımlamaktadır. Puruşa’nın aslında tüm evren olduğu söylenir. Kurban edilişiyle başından gökyüzü, göbeğinden atmosfer ve bacaklarından yeryüzü yaratılmıştır. Gözünden güneş doğar, zihninden ay, nefesinden rüzgâr ve Agni ile Soma ağzından çıkar. İnsanlığın dört ayrı sınıfı ise sırasıyla başı, kolları, kalçası ve ayaklarından üretilmiştir. Puruşa’ya Hint dininin tamamında ve hatta Hint felsefesinin tümü boyunca Pracāpati’nin konumu verildiği için hakkındaki düşünce çok önemlidir. Diğer yandan dünyanın kökeninin bir devin kurban edilmesiyle özdeşleştirilmesinin temelinde ilkel bir düşünce yatmaktadır. (Not [6 - Bkz. J. Rhys, Lectures on the Origin and Growth of Religion illustrated by Celtic Heathendom, London, 1888, s. 114-15.]
Farklı bir soyutlama Manyu’nun (Gazap) ilahlaştırılmasında karşımıza çıkar. Kökenini İndra’ya karşı duyduğu öfkeye borçlu olup Ṛigveda’da iki ilahide ismi geçmektedir. Karşı konulmaz bir kudrete sahiptir ve kendi kendine var olmuştur. Ateş gibi parlar, Vṛitra’yı katletmiştir, Marutlarla bir aradadır, İndra gibi zafer ve varlık bahşeder. Tapas (Gayret) ile birleşerek tapınanları koruyup düşmanları öldürür. Nitelikli diğer şahsiyetler genellikle dişi olup diğer dişi ilahlarla birlikte ele alınacaktır.
Ṛigveda’daki tanrıçalar, tanrıların yanında görece küçük bir role sahiptir. Sarasvatī’nin kısmen daha az önemli olmasına karşın aralarında yüce olarak bir tek Uşas bulunur. İndra, Varuṇa ve Agni’ye sırasıyla İndrāṇī, Varuṇānī ve Agṇayī tahsis edilmiştir ancak bunlar sadece isimdir. Çoğu kez Dyaus ile isimlendirilen Pṛithivī’nin (Yeryüzü) kendisine ait sadece bir ilahisi vardır. Diğer yandan Rātrī’ye (Gece) yıldızlarla aydınlatılmış parlak gece olarak tapınılır. Onun yaklaşmasıyla kuşların yuvalarına aceleyle uçuşmaları gibi insanlar evlerine dönerler. Ayrıca kendisinden hırsız ve kurtları uzak tutması istenir. Aslen gök gürültüsünün bir kişileşmesi olan Vāc (Söz) kendisini tarif eden bir ilahide methedilir. Bütün tanrılara eşlik eder ve Mitra ile Varuṇa’yı, İndra ile Agni’yi ve Aşvinleri destekler. Rudra’nın yayını dinsizlere karşı büker. Puranndhi, yani Avestalı Pārendi, bereket tanrıçasıdır ve ismi Bhaga ile anılır. Diğer yandan muhtemelen bir başka bereket tanrıçası Dhişaṇā on iki kez görülür. Tereyağı elli ve tereyağı ayaklı İḷā’nın ise daha somut bir temeli vardır. Çünkü adak töreninde sunulan tereyağı ve sütün kişileştirilmesidir. Bṛhaddivā, Sinīvālī, Rākā ve Guṅgū isimden başka bir şey değildir. Pṛşni daha gerçektir. Marutların annesidir, muhtemelen de lekeli fırtına bulutudur. Saraṇyū ilginç ancak bölük pörçük bir mitte yer alır. Tvaşṭṛi kızıyla Vivasvat için bir düğün düzenlemiş ancak tören esnasında gelin ortadan kaybolmuş. Bunun üzerine tanrılar Vivasvat’a benzeyen bir gelin vermişler lakin bir bakıma Saraṇyū yine de Yama ve Yamī’nin yanı sıra Aşvinleri doğurmuş gibi görünmektedir. Çünkü ilgili ilahide ondan “Yama’nın annesi” olarak bahsedilmektedir. Saraṇyū, Vivasvat’a Yama ile Yamī’yi doğurmuş ve sonra kendisine benzeyen bir bedenle yer değiştirerek kısrak kılığında kaçmıştır. Bununla birlikte Vivasvat at kılığında onu takip etmiş ve bir araya gelmişlerdir. Saraṇyū Aşvinleri doğurmuş, onun yerine geçen ise Manu’yu doğurmuştur. Tilphossan Erinyelerine (Not [7 - Bkz. L. R. Famell, Cults of the Greek States, Oxford, 1896-1904, iii. s. 50.] ilginç derecede benzediğinden, efsane eski olabilir ancak isimler dilsel anlamda uyuşmuyor. Her halükârda efsanenin “Suretinin Oğlu” olarak Manu ismini açıklamaya çalışmanın dışında hiçbir efsanevi amacı yoktur. Manu ismi de görünüşe göre Ṛigveda kadar eski dönemlerde bilinmektedir. Belki de şafak tanrıçasının bir başka biçimidir.
Diğer tanrıçalar soyut düşüncelerin kişileştirilmeleridir. Örneğin kısa bir ilahide anılan Şraddhā (İnanç) gibi. Onun sayesinde ateş yakılır, saf yağ sunulur ve varlık elde edilir. Kendisine sabah, öğlen ve geceleyin yakarılır. Anumati ise tanrıların “lütfunu” temsil eder. Aramati (Bağlılık) ve Sūnṛtā (Cömertlik) ilahları da kişileştirilmiştir. Asunīti’ye (Ruhlar Dünyası) uzun bir hayat için yalvarırlar. Diğer yandan Nirṛiti (“Ölüm” ya da “Yok Oluş”) ölümü yönetmektedir. Şayet Aditi’yi soyut kavramların simgeleri arasında sayacak olursak bu ilahlar onunla kıyaslandığında soluk figürlerdir. Fiziksel özelliklerinin hiçbiri benzersiz değildir. Yine de diğer soyutlamaların aksine Ṛigveda’nın tamamı boyunca popüler biçimde bahsedilir. Geniş, parlak ve ışıldar biçimdedir. Parlak bir ahırın hanımıdır ve yaratıkların savunucusudur. Ayrıca tüm insanlara aittir. Mitra ile Varuṇa’nın, Aryaman’ın, sekiz oğulun annesidir. Ādityalar’ın kız kardeşi, Vasus’un kızı ve Rudras’ın annesi olduğundan da bahsedilir. Çoğunlukla günah ya da suçluluktan kurtulmak için tapınılır. Ayrıca Mitra ve Varuṇa ile kendisine günahların affedilmesi için yalvarılır. Günahkârlar Aditi’den koparılırlar ve sonra Varuṇa, Agni ile Savitṛi’ye onun huzurunda kabahatlerinden azat edilmek için yalvarırlar. Her ne kadar Aditi altında gökyüzünden bahsedilse de kendisi çoğunlukla yeryüzüyle özdeşleştirilir. Bunun yanı sıra ismi birçok yerde gökyüzü ve yeryüzüyle bir arada kullanılmaktadır (bu yüzden birbirinden farklı bir şekilde). Fakat yine de “Aditi gökyüzüdür, Aditi havadır, Aditi anne, baba ve oğuldur; Aditi tanrıların hepsidir, beş kavimdir, (Not [8 - Bu ifade Vedik tarihinde meşhur olan ilk beş kabileyi ve daha sonra da genel olarak tüm insanları işaret etmektedir.]) Aditi doğan her şeydir, Aditi doğacak olan her şeydir,” denilmektedir. Başka bir yerde Aditi, Ṛigveda’da pek nadir olmayan karşılıklı bir üreme türü sayesinde Dakşa’nın hem annesi hem de kızı olmuştur. Ama yine de diğer paragraflarda inek olarak isimlendirilir.
Aditi ismi “Bağsız” ya da “Sınırsızlık” anlamına gelir. Āditya ismi bir grup parlak tanrıya işaret ettiği gibi, şüphesiz Aditi’nin oğullarını belirtir. Bu yüzden gökyüzünün ya da görülebilir bir sonsuzluğun, yeryüzünün ötesindeki enginliğin, bulutların ve gökyüzünün ya da Ādityalar’ı ayakta tutan ebedi göksel ışığın kişileştirilmesi olarak görülür. Şayet ışıkla arasındaki bağıntı yerine, inek olduğuna dair görüş vurgulanacak olursa her şeyin annesi olan yeryüzü olarak adlandırılabilir. Bu bağlamda köken olarak somut olabilir. Diğer yandan gökyüzü için kullanıldığı biçimiyle “sınırsız” anlamındaki Aditi lakabından türemiştir. Ya da daha soyut olarak Ādityalara işaret eden “sınırsızlığın oğulları” anlamındaki “Aditi’nin oğulları” lakabından türemiştir. İndra’nın “kudretin oğlu” olarak adlandırıldığı ve daha sonra da “Kudret”in (Şaci) onun eşi olarak (muhtemelen Ṛigveda’nın kendisinde değil) kişileştirildiği gibi Aditi de Ṛigveda öncesi bir dönemde böyle bir ibareden gelişmiş olabilir. Böyle bir ilah için daha somut bir köken makul gibi görünse de sıkça ortaya çıkmasını izah edebilir. Diğer yandan kendisinden zıddı olarak Diti ortaya çıkarılır. Diti, belirsiz bir şekilde de olsa Ṛigveda’da iki ya da üç kez görünür.
Bir başka müphem karakterdeki tanrıça ise Sūryā’dır. Güneşin kızından başka bir şey olamaz çünkü hem kendisi hem de güneş ilahı Aşvinlerle benzer bir ilişkidedir. Aşvinler Sūryā’nın kendi seçtiği iki kocasıdır. Sūryā’nın sahibidirler ve Sūryā da muhtemelen üç tekerleği yolcularını temsil eden arabalarında onlara eşlik etmektedir. Sūryā ile ilişkileri yüzünden Aşvinlere gelini arabalarıyla evine getirmesi için dua edilir ve Savitṛi Sūryā’yı kocasına verdiğinde Aşvinler sağdıç iken Soma âşık olandır. Tanrıların ayrıca Pūşan’ı başka yerlerde Aşvinī ismini taşıyan Sūryā’ya verdiklerinden bahsedilir. Güneşin dişi olarak görülmesi dikkat çekicidir ve bu yüzden Sūryā çoğu kez şafak olarak algılanmıştır. Ancak isim babadan gelen hiçbir unsur içermediği için problemlere neden olmaktadır. Dahası Soma (şüphesiz ay) ile şafağın birleşmesine dair düğün ilahisinde geçen düşünce tamamıyla sıradışı olurdu.
Tanrıların Ṛigveda’da sürekli olarak gruplandırılması ortak tapınma uygulamasında resmi ifadesini bulur. Bu da ayrı birer ilah yerine daha çok ortak bir biçimde tapınılan cennetle yeryüzü kavramında doğal olarak başlangıç noktasını bulur. Hatta Mitra ile Varuṇa da tek başlarına ele alınmalarından çok sıkça çift olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bu tip bir kullanım, Ahura ile Mithra benzer biçimde Avesta’da çiftleştirildiği için son derece eski olabilir. Daha ilginç bir birleşme ise İndra ile Varuṇa’dır; savaşçı tanrı ile Vṛitra katili insanları huzur ve bilgelikte destekleyen tanrıçayla birleşmişlerdir. İndra çoğunlukla Agni ile birleştirilmiş ve üzerlerine Agni’nin papazlık doğası yüklenmiş olsa da çift çoğunlukla İndra’nın temel özelliklerini sergilemiştir. İndra Vişṇu’nun yanında cesurca yürür, Vāyu ile soma içer, Pūşan ile Vṛitra’yı öldürür ve ortak meskenlerine kurbanlık atı ölümden sonra bir keçi taşır. Soma’ya Pūşan ve Rudra ile dua edilirken Agni’ye nadiren Soma ve Parcanya ile tapınılır. Çok daha doğal bir çift Parcanya ile Vāta’dır (“Yağmur” ve “Rüzgâr”). Buna benzer birleşimlere örnek ise Gündüz ile Gece ve Güneş ile Ay’dır. Doğal olarak bu çift birliktelikler görece daha az belirgin bir karakter geliştirmişlerdir.
Tanrı grupları arasında en önemlisi Marutlardır. Sayıları bazen yirmi bir bazen de yüz seksen olarak belirtilmiştir. Aslında İndra’nın müritleridirler ancak Rudralar olarak bazen babaları Rudra'yla ilişkilendirilirler. Ādityalar sayıca azdır, yedi ya da sekiz tane olarak bahsedilir. Diğer yandan Vasular sayıca belirsiz olup karakterlerine uygun biçimde isimleri “Parlak Olanlar”dan bir şeyi ifade etmemektedir. İlahların tümü Vişve Devāh yani “Tüm Tanrılar” kavramı altında toplanmıştır. Tümünü dahil etme amacıyla kullanılmış olsa da terim Ṛigveda’da bile, örneğin Vasular ve Ādityalar gibi, diğer gruplarla bir arada anılan belirli bir topluluk için uygulanır hale gelmiştir.
Tuhaf ve sıradışı bir ilah grubu da Sādhyalardır. Ṛigveda’da ve nadiren de olsa sonraki dönem edebiyatında ortaya çıkarlar. Ne isimleri ne de kendilerinden bahseden yetersiz sözler, gerçek doğalarına dair herhangi bir yargıyı haklı çıkaramaz. Yine de muhtemelen bir babalar sınıfı (merhametli ölüler) olabilecekleri iddia edilmektedir (Not [9 - Bkz. A. Hillebrandt, Vedische Mythologie, iii. s. 418-19.].
Yüce tanrıların yanı sıra Vedik panteonun, öncü figürlere atfedilen yüce ilahi özelliklere sahip olmadığı düşünülen görece önemsiz simaları da bulunmaktadır. Bunlar içinde başı çeken Ṛbhulardır. Sayıları üç olup isimleri Ṛbhu ya da Ṛbhukşan, Vibhvan ve Vāja’dır. Sudhanvan’ın (İyi Okçu) oğullarıdırlar. Ancak bir yerde hepsi birden İndra’nın çocukları ve Kudret’in torunları olarak adlandırılırlar. Ve başka bir yerde Manu’nun oğulları olarak tanımlanırlar. Kutsal olarak mevkilerini kendilerini gökyüzüne yücelten marifetli kahramanlıklarıyla edinmişlerdir. İlk başta ölümlüydüler ancak daha sonra ölümsüzlüğü kazanmışlardır. Çünkü tanrılar becerikli işlerine o kadar hayran kalmışlar ki Vāja tanrıların, Ṛbhukşan İndra’nın ve Vibhvan ise Varuṇa’nın zanaatkârı olmuştur. Beş büyük kahramanlıkları bulunur. Aşvinler için atları ya da dizginleri olmayıp üç tekerlekli ve uzayı bir uçtan bir uca geçen bir araba yapmışlardır. İndra için iki doru atı meydana getirmişler. Bir hayvan postundan nektar veren bir inek yapmışlar ve buzağı ile ineği yeniden birleştirmişler. Bu muhteşem yaratıktan yararlananın Bṛihaspati olduğu sonucuna varıyoruz. Daha sonra yaşlı ve zayıf düşen ebeveyni (görünüşe göre burada gökyüzü ve yeryüzü oluyor) gençleştirmişler. Ve son olarak tanrıların içki kabı olan Tvaşṭṛi’nin tek kâsesini dört yapmışlar. Bu becerikli iş ise kendilerine tanrılarla eşit tapınmayı vaat eden Agni’nin kutsal emriyle yerine getirilmiş. Görünüşe göre Tvaşṭṛi kâsenin yeniden yapılmasını kabul etmiş ancak dört tane olduğunu gördüğünde, kadınların arasına saklanıp yaptıkları saygısızlıktan dolayı Ṛbhuları öldürmeyi dilediği söylenir. Ṛbhular ise niyetlerinin saygısızlık etmek olmadığını bildirmişler.
Büyük kahramanlıklarına ek olarak başlarına harika bir şey gelmiş. Gökyüzünün etrafında hızlıca gezindikten sonra, kendilerine ölümsüzlüğü bahşeden Savitṛi’nin evine gelmişler. On iki gün boyunca uyukladıktan sonra, Agohya’nın misafirperverliğinde hoşça vakit geçirmişlerdi. Tarlaları yaratıp akarsuların yönünü değiştirmişler. Kuru toprağı bitkiler basmış ve sular ovalara ulaşmış. Uykularından sonra onları uyandıran Agohya’yı çağırmışlardır. Bir yıl boyunca etraflarını araştırmışlar. Keçi onları uyandıranın köpek olduğunu söylemiş. Agohya aslında güneşten başka bir şey değildir; uykularının süresinin kış gündönümü olduğu düşünülür ve Cermenlerin o dönemdeki on iki gecelik özgürlüğüyle karşılaştırılır. On iki geceyle aslında, takvime gün ekleyerek 360 günlük Vedik yılın kusurunu telafi etmenin amaçlandığı iddia edilir (Not [10 - Bkz. A. B. Keith, JRAS 1915, s. 127.]. Keçi ve köpek ise daha çılgınca hayal ürünü düşüncelere neden olmuştur. Ancak ṛbhu’nun anlamı “kullanışlı” ya da “becerikli”dir. Üstelik Almanca Elbe ile İngilizce elf (cin) ile yakındır. Ṛbhu’lar da salt insandan öte varlıklardır. Sırf bunlardan dolayı, Ṛbhu’ların Hint yılının ilk bölümünün üç mevsimini temsil etmeleri hiç de beklenmedik değildir. Agohya’nın evinde kalmaları da kış gündönümünde hayatın dönüşü anlamına gelir. Tvaşṭṛi’nin kâsesi ay olabilir ve genişlediği dört parça ise ayın dört evresini simgeleyebilir. Bununla birlikte giderek daha yüksek bir kademeye ulaşan cinlerden pek farklı olmayan daha mütevazı kökenleri vardır. Yine de insansı özellikleri başka bir nedenden kaynaklanabilir. Muhtemelen Vedik gruba dahil edilmiş araba yapan bir klanın favori tanrılarıydılar. Ancak bu süreçte tanrıları kademe bakımından küçülmüşlerdir. Çünkü Brāhmaṇalar döneminde araba yapımcıları ya da Rathakāralar kendi başlarına bağımsız bir sınıfı oluştururlar.
Ṛbhu’lardan daha belirsiz olan figür Gandharva’dır. Vişvāvasu yani “İyi Olan Her Şeye Sahip Olan” lakabını taşır ve daha sonra özel bir isim halini alır. Diğer yandan aynı zamanda yegâne Gandharva birçok isme dönüşür. Bu düşünce Ṛigveda’ya tümüyle yabancı değildir ancak sadece üç kez karşımıza çıkar ve Gandharva ismi pratikte ii ve vii. kitaplarda yani koleksiyonun özünde meçhuldür. Yine de bu figürün eski olduğunu söyleyebiliriz çünkü Gandarewa, Avesta’da ejderhaya benzer bir canavar olarak karşımıza çıkar.
Gandharva gökseldir ve gökyüzünün yüksek bir bölgesinde ikamet eder. Kendisi uzayı ölçendir. Bir paragrafta muhtemelen gökkuşağıyla özdeşleştirilirken güneş, güneş kuşu ve güneş atıyla yakından bağlantılıdır. Ayrıca somayla ilişkilidir. Somanın yerini korur ve tanrıların ırkını himaye eder. Bu yeteneğiyle İndra’nın bıçakladığı bir düşman gibi görünmektedir. Tıpkı Avesta’da karşımıza çıkan ve Beyaz Haoma’nın meskeni Vourukaşa denizinde yaşayan Gandarewa’nın Keresāspa ile çarpışması ve onun tarafından mağlup edilmesi gibi. Başka bir bakış açısına göre Soma’nın, yani suların Gandharva’sıdır. Gandharva ile Suların Bakirelerinin de yeryüzündeki ilk çift olan Yama ile Yamī’nin ebeveynleri olduğu iddia edilmektedir. Bu nedenle Gandharva Apsarasların da sevgilisidir, evlilik töreniyle ilişkilendirilir ve evliliğin ilk günlerinde kocanın rakibidir.
Gandharva’nın muhteşem silahları ve mis kokulu kıyafetleri vardır. Oysa Gandharvalar rüzgâr saçlı olarak tanımlanırlar. Dolayısıyla rüzgârın ruhlarıdırlar. Ölülerin ruhlarıyla ve isimleriyle özdeşleştirilen (dilbilimi hiçe sayarak) Yunan Sentorlarla yakından ilişkilidirler. Yine de bu varsayımı ya da Gandharva’yı; gökkuşağı, yükselen güneş, ay, bulutların ruhu ya da koruduğu Soma olarak gören farklı görüşleri yeterince destekleyen bir temel bulunmamaktadır.
Gandharva’ya kendisi gibi belirsiz bir figür olan Apsaras eşlik eder. Gerçi ismi “sularda hareket eden” anlamına gelmektedir. Onlar hakkındaki asıl algı bir su perisi oldukları üzerinedir. Bundan dolayı suyun soma ile karıştırılması, okyanusun Apsaraslarının Somasına doğru bir akıntısı olarak betimlenir. Apsaraslardan biri olan Urvaşī hakkında, elimizde ailesine Ṛigveda’nın yedinci kitabındaki ilahilerin tahsis edildiği bilge Vasişṭha’nın annesi olduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır. Ayrıca gizli bir ilahi de onunla yeryüzünden sevgilisi Purūravas arasında geçen bir diyaloğu içermektedir. Görünüşe göre ölümlüler arasında dört sonbahar geçirdikten sonra onu terk edip cennette mutluluk sözü vererek teselli etmiştir. Bu hikâyeden Purūravas’ın güneş ve Urvaşi’nin de güneşin doğumunda kaybolan şafak olduğu sonucuna varılmaktadır.
Gandharva ile Apsaraslardan daha az öneme sahip bir ilah da “Evin Efendisi” yani Vāstoşpati’dir. Eve hayırlı giriş sağlaması, insanları ve hayvanları kutsaması, ineklerle atlara bolluk bahşetmesi için kendisine dua edilir. Evin koruyucu ruhu olduğuna şüphe yoktur. Benzer türdeki bir başka ilah “Çayırların Efendisi”dir. Kendisine; inekler ve atlar bahşetmesi, cennet ile yeryüzünü tatlılıkla doldurması için tapınılır. Diğer yandan “Saban İzi” yani Sitā’ya bol bereket ve mahsul vermesi için dua edilir. Elbette efsanelerinin zayıflığı sebebiyle güçlü ilahlar olmadıkları sonucuna varmak hata olurdu. Ancak Ṛigveda’da görüşleri sunulan papazlar kabilesinin panteonunda, sağlam bir konum kazanmadıkları da açıktır.
Bu yüzden dağların, bitkilerin ve ağaçların tanrıçaları da Ṛigveda’da önemli olmaktan çok uzaktır. Parvata “Dağ” aslında üç kez İndra ile eşleştirilmiştir. Suların, nehirlerin, bitkilerin, ağaçların, cennetin ve yeryüzünün yanında dağlara da methiyeler düzülür. Bitkilerin de anneler ve tanrıçalar olarak tedavi edici güçleri için çağrıldıkları kendilerine ait ilahileri vardır. Soma’nın onların kralı olduğu söylenmektedir. Üstelik orman ağaçlarından sular ve dağlarla birlikte arada sırada ilah olarak bahsedilir. “Ormanın Tanrıçası” Araṇyānī’ye bir ilahide tapınılır. İlahide hayvanların annesi ve toprağı sürmeden yiyecek bakımından zenginleşen olarak tanımlanır. Tekinsiz bakışları ve sesleri efsaneviden ziyade şairane bir güç ve kudretle etkileyici biçimde ortaya çıkarılır.
Dinsel düşüncenin farklı bir yönü yapay nesnelerin ilahlaştırılmasıyla temsil edilir. Ancak ağaca tapınmadan ağaçtan yapılmış şeylere tapınmaya geçiş kolay ve yeterince doğaldır. Bu geçiş en iyi, kurbanlık sütununa tapınma durumunda gözlemlenebilir. Sütuna Vanaspati ya da Svaru olarak tapınılır. Sütun üç kez hayvan yağı sürülen bir tanrıdır ve kendisinden adakları tanrılara götürmesi rica edilir. Kurban çimenliği (barhis) ve kurban yerine açılan kapılar da benzer biçimde kutsaldır. Basamak taşlarına; iblisleri kovmaları, varlık ve çocuk bahşetmeleri için tapınılır. Nitekim savaş silahları, ok, yay, ok kılıfı ve zırh hatta tamtamın yanı sıra saban ve saban demiri (Şunāsīra) de kutsal olarak sayılırlar. Şüphesiz bu durumda kutsallıktan ziyade fetişizm görmekteyiz. Tapınılan şey, özel kullanımıyla kalıcı ve normalde kendisine ait olmayan bir kutsallık elde etmektedir. Benzer bir durum İndra’nın resmi ya da diğer sureti için de geçerli olmalıdır. Öyle ki ozanın biri onun resmini düşmanlarını öldürdükten sonra kendisine geri getirilmesi şartıyla on ineğe satışa çıkarır.
APSARASLAR (Levha V)
İndra’nın cennetinin başlıca süsleri arasında bulunan göksel periler Hint resim sanatının günümüze dek ulaşmış en eski örneklerinden biri olan fresklerde görülmektedir.
Ṛigveda, dini tanrıların tasvir edilişinde ağırlıklı olarak insansıdır ve hayvansı tasvirler görece sınırlı bir yere sahiptir. Ancak yine de sık sık bir at biçiminde görünen güneşin durumunda bir istisna vardır. Bu yüzden dolambaçlı yollardan rüzgâr gibi geçen meşhur savaş atı Dadhikrā ya da Dadhikrāvan sadece kanatlı olarak tasvir edilmez, avının üstüne çullanan bir kartala benzetilir ve aslında bir kartal olarak adlandırılır. Tıpkı güneşin ışığıyla suları doldurması gibi beş kavmi gücüyle kuşatır. Bin kişiye karşı savaştığında düşmanları ondan semadan gelen gök gürültüsü gibi korkarlar. Ayrıca o, ışıkta yaşayan kuğudur. Kendisine Agni ve Uşas’la tapınılır. İsmi gün doğumunda görünen çiyi ima eder ve “kesilmiş süt dağıtan” anlamına geliyor olabilir. Meşhur bir koşu atına dair hiçbir yüceltme bu sıfatları izah etmez. Bahsedilenler, Dadhikrā hakkındakilere benzediği için Tārkşya da güneş atının başka bir biçimi gibi görünmektedir. Muhtemelen Aşvinler tarafından Pedu’ya değersiz bir atın yerine geçmesi için getirilen süvari atı Paidva da bir güneş atı olabilir. Şüphesiz tanrının arabasını taşıyan Etaşa da güneşin atıdır.
İnek, mitolojide attan sonra önemli bir rol oynar. Yağmur bulutları inektir ve tanrılar onlar için iblislere karşı savaşırlar. Şafağın ışıkları da bulutlardır. Adita ve tanrıça olarak adlandırılıp dokunulmaz biçimde tarif edilen inek, kendi başına hürmet görmeye başlamış olabilir. Daha sonra artık doğrudan hayvanlara tapınmaya dair şüphe kalmamıştır. İndra, Agni ve nadiren Dyaus boa olarak tanımlanır. Yabandomuzu da Rudra, Marutlar ve Vṛitra’nın betimlenmesi için kullanılır. Soma, Agni olarak adlandırılırken güneş, kuş olarak adlandırılır. Ve bir kartal İndra için somayı göklerden getirmiştir. Açıkçası bu da İndra’nın yıldırımını temsil eder. Karga ile güvercin ölüm tanrısı Yama’nın elçileridir ve bir kehanet kuşuna dua edilir. “Sürüngen” (Ahi) iblis Vṛitra’nın suretidir ancak yılanlara bu şekilde tapıldığına dair iz yoktur. Hayvanlar tanrıların atları olarak da hizmet ederler. Aşvinler eşekleri, Pūşan ise keçileri kullanmıştır fakat normalde at tercih edilir. Yama’nın iki köpeği vardır. Bunlar, her ne kadar Ṛigveda’da dişi köpek olarak belirtilmese de Saramā’nın çocuklarıdır. İndra’nın ise daha sonra geçen bir ilahide tuhaf öyküsü anlatılan bir maymunu vardır. Maymun Vṛşākapi, İndra’nın gözdesiydi ve İndra’nın eşinin malına zarar vermişti. Adam akıllı dövüldükten sonra sürgün edilmiştir. Ancak sonra geri dönmüştür ve İndra da günah çıkarıp arınmasını sağlamıştır. İlahi Ṛigveda’nın en belirsiz bölümlerinden birine aittir ve farklı biçimlerde yorumlanmıştır (Not [11 - Bkz. L. von Schroeder, Mysterium und Mimus im Rigveda, s. 304-25.]. Hatta daha modern biçimde, bir prens ve eşi hakkındaki hiciv olarak da karşımıza çıkar.
Benzer biçimdeki bir hiciv, yağmurla uyandırılan kurbağaların inek ve uzun hayat bahşetme yeteneğine sahip olduğu ilginç bir ilahide fark edilmektedir. Kara kurbağaları kurbanın etrafında meşgul olan papazlara ve çıkardıkları ses talebe tarafından Veda’nın tekrar edilmesine benzetilir. Düşünce neşeli bir taşlama biçiminde uygulansa da son derece ciddi bir ibadet içermesi olasıdır. Çünkü kurbağalar yağmurla ilişkilendirilir ve yeni eylemleriyle suların düşmesini sağladıkları için methediliyor gibi görünmektedirler.
Buraya kadar tanrıların hayvan biçimine büründüklerini gördük. Bu yüzden daimi olmasa da arada sırada bu hayvanlarda vücut kazandıklarını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bu bağlamda içtenlikle Ṛigveda’nın anlamını temsil eder gibi görünen sonraki ayinde, at daima ya da normal olarak kutsal değildir. Ancak at kurban etme töreninde özel bir at seçildiğinde kutsaldır ve bu sebeple tanrıyla özdeşleştirilir. Ayrıca inek ile kurbağaya (en azından yağmurlu mevsimde) doğrudan tapınma kaydedilmiştir. O halde Ve-dik dönemdeki Hintlilerin totemci olup olmadıkları sorusu ortaya çıkar. Acaba kendileriyle bir hayvan ya da saygı duyup ölümden esirgedikleri bir şey arasında kan bağı kurmuş olabilirler mi? Ve bu şeyi kan bağını yenilemek üzere sadece dinsel bir tören durumunda yemiş olabilirler mi? Ṛigveda’daki bazı kabile unvanlarının Ajas ya da “Keçiler” ve Matsyas ya da “Balıklar” gibi hayvan isimleri veyahut Şigrus ya da “At-turbu” gibi isimler oldukları gerçeğinin ima edilmesinden başka kanıtımız yoktur. Ancak bu kabilelerin isimlerini taşıyan hayvanlara ya da bitkilere tapındıklarına dair elimizde kayıt bulunmuyor. Yine kabilelerin ne ölçüde Aryan kökeninden ya da dininden olduklarını bilemiyoruz. Aryan olmayan totemci kabileler de olabilir. Çünkü bildiğimiz kadarıyla artık kabul edilen Şiva, yani fallik kült biçimiyle ilişkili başka bir tapınma, Ṛigveda döneminde uygulanmıştır fakat dinin tasvip etmediği ve düşman gözüyle baktığı kişiler tarafından (Not [12 - Bkz. L. von Schroeder, a.g.e. s. 52, 63.].
Ṛigveda’da tanrıların yanı sıra gerçek insanlardan öte olan bazı papazlar ya da papaz aileleri görülmektedir. Bunlar arasında önde geleni isimleri “Parlak” anlamında gelen Bhṛigulardır. Mātarişvan tarafından bulunduğunda, Agni’yi alevlendirme ve kullanımını yeryüzüne getirip yayma görevini yerine getirme rolünü üstlenirler. Onu suların içinde bulurlar. Sürtünmeyle ortaya çıkarırlar ve dua ederler. Otuz üç tanrının tamamı, Marutlar, sular ve Aşvinlerle birlikte soma içmeye çağrılırlar. İblis Makha’yı yenerler ve eski kral Sudās’ın düşmanıdırlar. Atharvan ile ilişkili olduklarından bahsedilir. Onlar gibi Atharvan da dışarı yayılan ateşin yaratılmasıyla ilişkilendirilir. Avesta’daki Āthravan “ateş-rahibi” anlamına gelir ve Ṛigveda’daki Atharvan ya da Atharvanların eski ateş rahipleri oldukları konusunda şüphe yoktur. Diğer yandan Bhṛigular ya bu tipteki rahipleri ya da muhtemelen ateşin kendisinin yıldırım yönünü temsil etmektedirler. Ateşle ilgili bir başka varlık grubu da Aṅgiraslardır. Bir unvan olarak Aṅgiras ismi Agni için kullanılır ve antik bir kâhin olarak temsil edilir. Ancak Aṅgirasların başlıca özelliği, ineklerin kazanılması görevinin başarılmasındaki paylarıdır. Bu başarıda İndra ile yakından ilişkilendirilirler. Bununla birlikte şarkılarıyla kayayı parçalayıp ışığı içeri aldıkları; böylece inekleri dışarı çıkardıkları, Vala’yı delip güneşin parlamasını sağladıkları söylenir. Agni’nin elçilerinin alevlerinin belirtilerini taşıyor gibi görünürler ancak Atharvanlar gibi ateş kültünün rahiplerinden başka bir şey olmamaları da muhtemeldir. Tıpkı Atharvanlar gibi bu kültle ilintili olan Atharvaveda’ya bağlıdırlar. Bir başka rahip ailesi olan Virūpalar (Farklı Biçimlerde Olanlar) özel bir durum haricinde pek görünmezler.
Büyük bir belirsizlik içeren ve Agni'yle ilintili olan figür, Atharvan’ın oğlu ve Agni’nin üreticisi Dadhyaňç’tır (Süt-Kesen). Aşvinler kendisine bir at başı vermişler ve o da bununla onlara Tvaşṭṛi’nin çayırlarının yerini göstermiştir. Yine İndra’nın dağlarda gizli at başını ararken onu Şaryaṇāvant’ta bulduğundan ve Dadhyaňç’ın kemikleriyle doksan dokuz Vṛitra’yı öldürdüğünden bahsedilir. Dadhyaňç somanın gücüyle inek ahırlarını açar ve İndra ona inek ahırlarını verir. Kendisi ismindeki kesilmiş süt kinayesinden dolayı soma olarak yorumlanır. Bu durum onu yine Dadhikrā ile ilişkilendirir. Ancak daha makul bir görüş, hızı atın başıyla simgelenen yıldırımın bir biçimi olduğudur. Bu arada gök gürültüsü onun sesi, yıldırım ise kemikleridir. Bununla birlikte efsanesi, önemi hakkında net bir görüş elde edemeyeceğimiz kadar bölük pörçüktür. Başka bir kâhin olan Atri ise kendisini serinletici bir esintiyle iyileştiren Aşvinler tarafından derin bir kuyuda yanmaktan kurtarılmasıyla ünlüdür. Lakin kendisi de güneşi Asura, Svarbhānu tarafından gizlendiğinde kurtarıp gökyüzüne yerleştirdiği için büyük bir başarı elde etmiştir. Aynı kahramanlık bir aile olarak Atrilere de tahsis edilmiştir. Atriler sık sık kendilerinden bahseden Ṛigveda’nın beşinci kitabının geleneksel yazarıdırlar. İsimleri “yiyen” anlamına gelir ve bir zamanlar Agni’ye ait olmuş olabilir. Muhtemelen Agni, kaybetmiş olduğu görme yetisini geri kazandığı Aşvinlerin bir çırağı olan kör kâhin Kaṇva kılığında gizlenmektedir.
İndra’nın da Daşagvas ve Navagvas isimli kâhinleriyle mitlere özgü bağıntıları vardır. İndra’ya ineklerin geri kazanılmasında yardım etmişlerdir. İsimleri bu meşhur başarıda sırasıyla on ve dokuz ineği kazandıkları anlamına gelir. Buna rağmen Şuşna ile mücadelelerinde sürekli kendisine yardımcı olan Kutsa ile arkadaşlığı daha meşhurdur. İndra onun için tekerleğini kopararak güneşi durdurma kahramanlığını gösterip tekerleği sürmesi için Kutsa’ya vermiştir. Mit oldukça ilginçtir ve İndra’nın çarpışmada yardım ettiği özel bir kahramanla arkadaşlığı sayesinde insanlar için güneşi kazanmasına dair hikâyeyle karıştırılır. Yine de diğer paragraflarda Kutsal İndra’ya karşı düşman olarak görünmektedir. Kıtlık iblisi olarak Şuşna ile savaşta İndra Kāvya Uşanâs’ın da yardımını almışlardır. Kāvya Uşanâs benzer şekilde Vṛitra’yı öldürmesi için ona yıldırım yapmıştır.
Ölen insanların ilki olan Yama’nın (tıpkı kendisi gibi Vivasvant’ın oğlu) aksine yaşayan insanların ilki olarak göze çarpan Manu’nun bağımsız bir konumu vardır. Mükemmel anlamda ilk kurban veren, Agni ile Soma kültünün yaratıcısıdır ve aslında Soma ona bir kuş tarafından getirilmiştir. Tıpkı ilk kurban veren kavramını şekillendirdiği gibi, törende başlıca rol oynayan yedi rahip grubu da kutsal olarak isimlendirilen ve tanrılarla özdeşleştirilen yedi kâhinle temsil edilir.
İyiliksever olarak tapınılan tanrıların ve ruhların karşısında iblisler ordusu ya da çoğu zaman tek başına hem tanrılara hem de insanlara düşman olan ruhlar bulunur. Tanrılar bu ruhları, kendi yararlarından daha çok insanlar için mağlup eder. Asuralar, Ṛigveda döneminden önce Hint mitolojisinin tamamında iblislerin isimlendirilme şekline bakacak olursak, en eski dönemde henüz böyle bir konuma ulaşmamışlardı. Asura burada normalde faydalı bir ruh anlamındadır. Sadece dört paragrafta (ve bunların üçü onuncu ve son kitapta yer alır) Asuralardan iblisler olarak bahsedilir ve tek başına sözcük sadece üç kez bu anlamda kullanılmıştır. Diğer yandan “Asuraları katleden” unvanı İndra, Agni ve güneşin her birine uygulanır. İnekleri tanrılar tarafından, özellikle de İndra tarafından kazanılan Panilerden çok daha fazla bahsedilir. Kurbanlık adaklar hususunda isimleri “cimri” anlamına gelir. İnsana özgü cimrilik sıfatı şüphesiz inekteki saf yağı bile gizlemekle suçlanan şeytani düşmanlara devredilmiştir. İblis olarak sayılabilecek diğer insan düşmanları arasında Dāsalar ile Dasyular bulunur. Doğal bir dil sapmasından dolayı Dāsa ismi “köle” anlamına gelmeye başlamış ve kendini Ṛigveda’da bu anlamda bulmuştur. Üstelik şüphesiz aborijinler olan tarihsel Dāsalar cennete tırmanıp güneş ile suları tanrılardan saklamak isteyen diğerlerinin arasında yer alırlar. Ve Dāsaların sonbahar kaleleri neredeyse hiç sadece insan hisarları olamamıştır. İsmin insanlardan iblislere aktarılması belirgin olmasa da daha ileri gidip Paṇiler ile Dāsaları belirli kabilelerle eşitleyip onları Vedik Hintlilerin Arachosia diyarında savaş açtıkları Parnianlar ve Dahaelerde görebilir miyiz? Bu varsayım ilgi çekicidir ancak Vedik faaliyet sahnesini oldukça uzak batıya taşır ve bizi Ṛigveda’nın altıncı kitabının olaylarını yedinci kitapta anlatılanlardan çok uzağa yerleştirmeye mecbur kılar. Yedinci kitabın ilgi alanı, Vedik şiir sanatının büyük bir kısmının evi sayılan Hint “Orta Diyarı”na odaklanmaktadır.
Tanrıların düşmanlarının çok daha yaygın ismi ya “İncitici” ya da “Kendisine Karşı Korunması Gereken” sıfatlarıyla bilinen Rakşasalardır. Bu iblisler nadiren, iblislerin bir türünü temsil eden Yātular ya da Yātudhānalar (Büyücüler) olarak adlandırılır. Köpek, akbaba, baykuş ve diğer kuşların biçimine sahiptirler. Koca, erkek kardeş ya da sevgili biçimine girerek kadınlara şeytani niyetle yaklaşırlar. İnsanların ve atların etini yiyip ineklerin sütünü içerler. Güçlerinin muayyen zamanı akşam vakitleridir. Diğer her şeyin ötesinde kurbandan ve duadan nefret ederler. Özellikle Agni yani Ateşe onları kovup yok etmesi için yalvarılır ve bu nedenle “Rakşasa Katili” unvanını kazanmıştır. Sonraki edebiyat eserlerinde Rakşasalar ile tanrıların düşmanı olarak Pişāçalar yer almaktadır. Tıpkı, Asuraların tanrıların düşmanları ve Rakşasaların insanların düşmanı olduğu gibi. Ancak Ṛigveda’da sadece sarı tepeli, sulu Pişāçalar bilinir. İndra’ya onları yenmesi için dua edilir. Diğer düşman ruhlar ise Arātiler (Bağnazlıklar), Druhlar (İnciticiler) ve Kimīdinlerdir. Bunlar aslında çift oldukları düşünülen goblinlerdir.
Bireysel olarak iblislerin tanımında kesin bir terminoloji bulunmaz. Öyle ki Pipru ile Varcin’in ikisi de Asuralar ve Dāsalar olarak geçer. İblislerin en büyüğü açık ara sürüngen Vṛitra’dır. Vṛitra ayaksız, kolsuz, homurdanan, Dānu’nun çocuğu, “akarsu”dur ve İndra onu katlettiğinde serbest kalan suları kuşatandır. Bununla birlikte birçok Vṛitra vardır ve ismi göksel düşmanların yanı sıra yersel olanlara da verilir. Vala, İndra’nın düşmanlarından bir sonrakidir. Kendisi ineklerin tutulduğu ve inekleri serbest bırakmak üzere İndra’nın delip yardığı mağaranın kişileştirilmesidir. Arbuda, İndra tarafından ineklerinden mahrum bırakılmıştır. İndra onu ayaklarının altında ezip başını yarmıştır. Vṛitra’nın sadece bir biçimi gibi görünmektedir. Bunlardan daha belirsiz olanı, Tvaştṛi’nin üç başlı oğlu Vişvarūpa’dır (Çok Biçimli). Kendisi Trita’nın yardımıyla İndra tarafından inekleri elinden alınıp öldürülmüştür. Bazı bilim insanları onun suretinde ayı görmüşlerdir. Ancak kişiliği bu konuda net bir sonuca ulaşamayacağımız derecede karanlıktır. İblis Svarbhānu’nun alaşağı edilmesi İndra tarafından başarılmıştır. Diğer yandan Atri, gökyüzünde düşmanın kararttığı güneşin gözünün yerine geçer. Dāsa Şuşna ise İndra’nın çırağı Kutsa’nın baş düşmanı olarak karşımıza çıkar fakat mitlere özgü karakteri İndra’nın onu yenerek suları kazanması, inekleri bulması ve güneşi elde etmesiyle açıklanabilir. İsminin anlamının ya “Yakıcı” ya da “Tıslayan” olması gerekirken aynı zamanda, kötü hasatlara neden olmasıyla tarif edilir. Belli ki bir kuraklık iblisidir. Bazen doksan dokuz kalenin Dāsa’sı Kulitara’nın oğlu ve İndra’nın öldürdüğü Şambara ile birleştirilir. Gerçi Şambara kendisini minyatür tanrı sayar. Pipru ile Varcin de İndra’dan önce gelir. İlkinin elli bin siyahi savaşçısı ikincisinin de yüz bin savaşçısı vardır. Aynı zamanda Asura ve Dāsa olmaları sebebiyle Aryanlar tarafından devrilen aborijin kabilelerin koruyucu tanrılarıydılar. İsimlerinin Sanskritçede “Direnişçi” ve “Parlayan” anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Dhuni ve Cumuri, Dāsalar İndra tarafından dindar Dabhīti’nin hatırına uyumaya gönderilmişlerdir. Kaleleri de Şambara, Pipru ve Varcin’in kalelerinin yanında yıkılmıştır. Dhuni, “Kükreyen’” anlamına gelir ancak görünen o ki Cumuri Aryan değildir. Muhtemelen Ilībişa, Sṛbinda ve hakkında pratik anlamda pek fazla şey bilmediğimiz diğerleri, Aryanlara düşman olan tanrıların ya da rakiplerin aborijin isimleri olabilir.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/arthur-berriedale-keith-11101284/hint-mitolojisi-69403393/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Original Sanskrit Texts.
2
Bu durum F. Max Müller’in “henoteizm” olarak adlandırdığı şeydir. Ancient Sanskrit Literature, London, 1859.
3
Original Sanskrit Texts.
4
Bkz. M. Bloomfield, Religion of the Veda, s. 12, 126.
5
Moira için bkz. Mythology of All Races, Boston, 1916, s. 283-84.
6
Ouranos için bkz. a.g.e. s. 5-6.
7
Bkz. H. Winckler, Mitteilungen der deutschen Orientgesellschaft, No. 35 (1907); E. Meyer, “Das erste Auftreten der Arierin der Geschichte,” Sitzungsberichte der königlich-preussischen Akademie der Wissenschaften, 1908, s. 14-19, ve Geschichte des Altertums, I. ii. 651. (3. baskı, Berlin, 1913); H. Jacobi, JRAS 1909, s. 721, H.
8
Oldenberg, a.g.e. s. 1095, J. H. Moulton, Early Zoroastrianism, Londra, 1913, s. 6.
9
R. T. H. Griffith, Hymns of the Rigveda.
11
Bkz. Mythology of All Races, Boston, 1916, s. 26-27, 246-47.
12
Bkz. Mythology of All Races, Boston, 1916, s. 245-46.
13
Bkz. A. Hillebrandt, Vedische Mythologie, s. 157.
2
Kırba: Deri su kabı. (ç.n.)
14
Bkz. Shāhnāmah, çeviren J. Mohl, Paris, 1876-78, s. 69-70.
15
Şiva adı “hayırlı” anlamına gelmektedir.
1
Bkz. A. Hillebrandt, Vedische Mythologie, s. 122-23.
2
Karşılaştırma için bkz. Mythology of All Races, Boston, 1916, s. 208-09, 298.
3
Bkz. M. Bloomfield, JAOS Sayı XVI. (1894); H. Usener, içinde Rheinisches Museum, Sayı 60. s.26. (1905).
4
Bkz. A. A. Macdonell ve A. B. Keith, Vedic Index, ii. 434-35.
5
R. T. H. Griffith, Hymns of the Rigveda, IV. 355-56.
6
Bkz. J. Rhys, Lectures on the Origin and Growth of Religion illustrated by Celtic Heathendom, London, 1888, s. 114-15.
7
Bkz. L. R. Famell, Cults of the Greek States, Oxford, 1896-1904, iii. s. 50.
9
Bkz. A. Hillebrandt, Vedische Mythologie, iii. s. 418-19.
10
Bkz. A. B. Keith, JRAS 1915, s. 127.
11
Bkz. L. von Schroeder, Mysterium und Mimus im Rigveda, s. 304-25.
12
Bkz. L. von Schroeder, a.g.e. s. 52, 63.
8
Bu ifade Vedik tarihinde meşhur olan ilk beş kabileyi ve daha sonra da genel olarak tüm insanları işaret etmektedir.