Goethe′nin Hayatı

Goethe'nin Hayatı
James Sime
Johann Wolfgang von Goethe, Alman edebiyatı dendiğinde akla gelen ilk isimdir. Pek çok dile çevrilen eserleri nesilden nesile aktarılmış, hem çağdaşlarını hem de kendisinden sonra gelenleri etkilemiş, dünya edebiyatında büyük izler bırakmıştır.

Uzun ve hareketli yaşamının her ânını üreterek geçiren; edebiyat, siyaset, tiyatro, resim, doğabilim gibi pek çok konuda durmadan çalışan Goethe gerçek bir hezârfendir. Bu kitap, Goethe’nin hayatıyla birlikte, ölümsüz eserlerini nasıl ortaya çıkardığını da gözler önüne seriyor.

Hayat yollarının sırları kişiseldir, açıklanmamalı. Her yolcunun takılması gereken tecrübe taşları vardır. —Goethe

James Sime
Goethe’nin Hayatı



Önsöz
Bundan yaklaşık bir buçuk sene önce yaptığımız yayın kurulu toplantısında hepimizi heyecanlandıran bir karar aldık. Aforizma Dizisi ile başladığımız, Bir Nefeste Dizisi ve Dünya Masalları Dizisi’yle devam ettiğimiz dizilerimize bir yenisini daha ekleyecektik: Biyografi Dizisi. Birkaç yayınevinde gayet başarılı biyografiler olmasına rağmen hem günümüz okur kitlesine hitap eden hem de kişilerin hayatlarının en sıradan detaylarını bile son derece canlı bir şekilde anlatan kitaplarda bir boşluk olduğunu fark ettik. Bu alanda gördüğümüz boşluğu doldurmak için hemen kollarımızı sıvadık ve işe koyulduk.
Öncelikle biyografisini okumak istediğimiz ve hayatını ilginç bulduğumuz tarihi kişilikleri belirledik. Sonra bunların arasında yayımlanmaya değer olduğunu düşündüğümüz biyografileri seçtik. Bu bağlamda ilk etapta on önemli tarihi kişinin biyografisi ortaya çıktı. Bu on kişinin hayat hikâyesini bize aynı edebi tat ve ruhla aktaracak çevirmenler aramaya başladık. Fakat bu süreçte en çok kararsız kaldığımız şey kapak tasarımı oldu. Çünkü bir biyografi dizisine yakışır sadelikte, aynı zamanda bu önemli tarihi şahsiyetlerin hayatlarını anlatacak canlılıkta kapaklar olmasını istiyorduk. Önümüze gelen ondan fazla taslak üzerinde günlerce kafa yorduk ve ortak bir karar vermek için çabaladık. En sonunda taslakları ikiye indirdik ve hepimizin içine sinen bu kapakta karar kıldık.
Kitapları yayına hazırlama aşamasında metinle o kadar içli dışlı olduk ki bahsedilen tarihi figürlerin hayatlarına girdikçe yaptığımız işten daha çok keyif almaya başladık. Hepimizin ismen bildiği kişilerin yaşam öykülerini okudukça aslında onların da sizin bizim gibi bir insan olduklarını, bizimle aynı duyguları paylaştıklarını, hayatın onları da tıpkı bizler gibi oradan oraya savurduğunu gördük.
Uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkardığımız bu diziyi siz okurlarımızla paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. Birer tarihi kayıt niteliği taşıyan bu yaşam öykülerini okurken keyif almanız tek temennimiz.

“İyi yazılmış bir hayat öyküsü, en az iyi yaşanmış bir hayat kadar nadidedir.”
    Thomas Carlyle

Birinci Bölüm
Johann Wolfgang Goethe, 28 Ağustos 1749’da Frankfurt am Main’da[1 - Frankfurt am Main, Main nehri kıyısında kurulmuş olan, 730.000’den fazla nüfusuyla Hessen eyaletinin en büyük; Almanya’nın ise Berlin, Hamburg, Münih ve Köln’den sonra beşinci büyük şehridir. (ç.n.)] doğdu.
Dedesi Frederick George Goethe, işçi sınıfına mensup bir aileden geliyordu ve terziydi. On yedinci yüzyılın sonlarına doğru Artern’den Frankfurt’a gelerek buraya yerleşti ve on sekizinci yüzyılın başlarında “Zum Weidenhof” hanının sahibi, otuz yedi yaşındaki, etkileyici ve dul bir kadın olan Cornelia Schelhorn’u ikinci eşi olarak seçti. Frederick George’un cana yakın bir adam ve yetenekli bir müzisyen olduğu söylenirdi. Müreffeh koşulların her cömert mizaçta ortaya çıkardığı zarif özellikleriyle ikinci eşi, ona her açıdan layık olan, çalışkan ve iyi kalpli bir kadındı. Üç çocukları oldu ve 27 Temmuz 1710’da doğan Johann Kaspar (Goethe’nin babası) bu çocukların en küçüğüydü.
Johann Kaspar Goethe, Coburg şehrindeki bir okula gönderildi ve babasıyla tek erkek kardeşinin ölüm haberini de burada aldı. Sonraları Leipzig ve Giessen üniversitelerinde hukuk öğrenimi gördü ve hukuk bilimi dalında “doktor” unvanı aldı. Bir süre Wetzlar’daki imparatorluk mahkemesinde mesleğini icra ettikten sonra İtalya seyahatine çıktı. Nihayetinde Frankfurt’a temelli geri dönerek, Hirschgraben isimli caddedeki bir evde annesiyle birlikte yaşamaya başladı. Annesinin servetinden dolayı sabit bir iş bulmasına gerek yoktu. Bunun yerine İmparator VII. Charles’ın yönetiminde, meclis üyeliği unvanını (Rath) elde ederek oldukça itibarlı bir mevkiye ulaştı. Johann Kaspar biraz kılı kırk yaran biri olmasına ve fevri çıkışlarına karşın, son derece dürüsttü. Bunun yanı sıra sağlam hukuk bilgisi, sanat ve edebiyat aşkıyla birleşmişti. İtalyancaya yakından ilgi göstermişti ve en sevdiği yazar olan Tasso’nun sıkı bir takipçisiydi.


Goethe'nin doğduğu ev.

Otuz sekiz yaşına basmış bir yetişkin olan Johann Kas-par, 20 Temmuz 1748’de Catharine Elizabeth ile evlendi. Catharine Elizabeth’in babası Johann Wolfgang Textor, Frankfurt eyaletinde başyargıçtı ve kendisiyle aynı ismi taşıyan, 1690’da ilk Frankfurt hükümet memuru unvanını alan ünlü bir hukuk adamının torunuydu. Catharine evlendiğinde yalnızca on yedi yaşındaydı. Neşeli, güzel, müzik ve şiir düşkünü, dikkat çekici biriydi ve çocukları büyüleyen masallar yaratma konusunda pek maharetliydi. Yeni evi, birlikte gayet dostça bir yaşam sürdüğü kayınvalidesinin eviydi. Kocasının ona olan sevgisi samimiydi. Catharine ise ona yönelik duygusal bağlılığından hiç söz etmese de kocasının kendisine yönelik duygularına içten bir yakınlık ve saygıyla karşılık verirdi.
Goethe onların ilk göz ağrılarıydı, ardından ondan on beş ay küçük olan kız kardeşi Cornelia doğmuştu. Başka çocukları da olmuştu, ancak hiçbiri Goethe’yi etkileyebilecek kadar uzun yaşamadı. Goethe kız kardeşine düşkündü ve yıllar geçtikçe dünyada onun sevgi ve şefkati kadar değerli olan çok az şeyle karşılaştı. Cornelia nazik huyluydu, sadık ve sevecen biriydi. Erkek kardeşinin gençlik yıllarındaki hareketli ve coşkun ruhunu ondan başkası dizginleyemiyordu.
Goethe’nin de tıpkı annesi gibi kahverengi saçları ve çocukluğundan yaşlılık dönemine dek tanıştığı herkesi hayran bırakan keskin bakışlarıyla ışık saçan koyu renkte gözleri vardı. Coşkulu ve hareketli bir çocuktu. Üstelik erken yaşlarda bile yüksek ölçüde yaratıcı bir mizacın izini taşıyordu. Büyükannesinin evi iki eski binanın birleşiminden meydana geliyordu. Evdeki karanlık geçit ve köşelerin düşüncesi, onun korku duymasına neden oluyor, geceleri uyumasını imkânsız kılıyordu. Evin arka kısmında, çocukların yazın oyun oynamalarına izin verildiği bir odadan, önlerinde geniş bahçelerin ve şehir surlarının ötesinde Höchst’e doğru uzanan verimli bir vadiyi de içine alan büyüleyici bir manzara görünürdü. Goethe bu odanın penceresinin önünde oturup kimi zaman şiddetli gök gürültüsünü kimi zamansa gün batımını seyre daldığını; bahçelerde oyun oynayan çocukların görüntüsünün, yuvarlanan topların ve devrilen kukaların sesiyle birlikte doğanın büyük gösterisinin, içini sık sık belli belirsiz bir yalnızlık ve özlem duygusuyla doldurduğunu anlatırdı.
Çocuklar, onları çok seven büyükanneleriyle çokça zaman geçirmişlerdi. Ölümünden önceki Noel’de, büyükanne torunlarını Davud ve Golyat’ın öyküsünün anlatıldığı bir kukla gösterisiyle eğlendirmişti. Kukla gösterisi Goethe’nin üzerinde büyük bir etki bırakmıştı, daha sonraları gösterinin nasıl yapıldığını öğrenmesine ve figürleri yeni oyunlar için giydirmesine müsaade edildi.
Büyükannesi, Goethe altı yaşındayken vefat etti ve hemen ardından babası uzun süredir zihnini meşgul eden, evi ailesinin ihtiyaçlarına uygun halde yeniden inşa etme planını hayata geçirdi. İnşa sürecini babasının bizzat yönettiği ev, zevkle dekore edilmiş iyi ışık alan odalarıyla güzel ve kullanışlı bir konuta dönüştürüldü. Johann Kaspar’ın mükemmel bir kitap koleksiyonu vardı ve çalışma odasına düzgünce yerleştirilmişti. Ayrıca birçoğu Frankfurtlu sanatçılar tarafından yapılan resimler, hepsinin sığacağı büyüklükte bir odada toplanırken, haritalar ve gravürler de iki evi birbirine bağlayan koridorların duvarlarını süslüyordu. Johann Kaspar İtalya’dan güzel Venedik kadehleri, bronzlar, antik silahlar ve diğer sanatsal eşyalarla birlikte dönmüştü. Yeni evde raflı dolaplara yerleştirilen bu kıymetli eşyaların etkili bir biçimde göze çarpması için hiçbir çabadan kaçınılmamıştı. Caddeye bakan üst kattaki oda ise Goethe’ye ayrıldı.
Evin yenilenme sürecinin son safhalarında kız kardeşiyle birlikte akrabalarına gönderilen Goethe, orada kaldığı dönem boyunca memleketi hakkında bir şeyler öğrenme olanağını buldu. İmparatorların seçilip taç giydiği bir şehir olan Frankfurt, Almanya’nın bağımsız imparatorluk eyaletleri arasında oldukça onurlu bir yere sahipti. Eski surları ve kapılarının ardında ortaçağın sıkıntılı yaşamından izler, şehrin mimari yapısı ve geleneklerinde korunmaya devam ediyordu. Daha çocukluk yıllarında şehrin eski moda caddelerinde dolaşmaktan keyif alan Goethe, sonraları şehrin geçmişiyle ilgili tarihi bağlantılara da aşina hale geldi. Main köprüsünün üzerinde bulunan, gün ışığında parıldayan yaldızlı rüzgârgülünü ve pazarda satılacak mallarla yüklü teknelerin varışını seyretmeyi severdi. Pazarın kurulduğu günler St. Bartholomew Kilisesi’ni çevreleyen meydanda, kargaşanın hâkim olduğu canlı kalabalığın içine dalıp alıcı ve satıcılar arasındaki tuhaf şakaları not etmek, Goethe için bitmez tükenmez bir eğlence kaynağıydı. Özellikle şehrin ziyaretçilerle dolu olduğu dönemler olan, ilkbahar ve sonbahar panayırlarına ait anılarını ömrünün sonraki yıllarında bile tüm canlılığıyla hatırlıyordu. Bu yüzden ciddi bir uğraş olan ticaret ona panayırdaki türlü şamatayı anımsatırdı.
Tıpkı o zamanlarda olduğu gibi şimdi de ismi Römer olan meclis binasının, Goethe için güçlü bir cazibesi vardı. İmparatorların taç giyme töreni şerefine ziyafet verdiği bu ünlü binadaki imparatorluk salonunu ilk kez ziyaret edişini hiçbir zaman unutmadı. Orada eski imparatorların birçoğunun portrelerini gören Goethe’nin onlar hakkında duyduğu şeyler, hayal gücünü harekete geçirerek Almanya’nın coşkulu ve görkemli tarihinde yaşanan büyük olayların, tüm canlılığıyla gözlerinin önünde canlanmasına yol açtı. IV. Charles’ın altın mührünü ilgiyle inceledi. Bu durum onu doğal olarak Charles’ın rakibi olan Schwarz-burg’lu Günther’in St. Bartholomew Kilisesi’ndeki mezarını ziyaret etmeye yöneltti. Bu tarz olaylar ve kurumlarla dolu bir atmosferde büyüyen Goethe haliyle tarih ve antik yapıtlar üzerine çalışmanın tadını almıştı.
Johann Kaspar çocuklarının eğitimine çok özen gösterirdi. Bu işi bizzat kendisi de üstlenmişti, fakat belli başlı bazı branşlarda Goethe ve kız kardeşi, komşu çocuklarıyla birlikte özel öğretmenlerden ders aldılar. Goethe’nin en zor işlerin bile kolaylık ve çabuklukla üstesinden gelmesi karşısında, babası ve öğretmenleri şaşkınlığa uğrardı. Onun için hiçbir şey çok zor gözükmüyordu. Öte yandan çocukluk yıllarında babasının katı disiplininden kaçıp onun hayal gücünü her daim masallarla doyurmaya hazır olan annesiyle kaçamak sohbetler etmesinin yanı sıra, Robinson Crusoe ile yazarı Lort Anson olan Voyage Round the World’ün Almanca çevirileri gibi daha birçok iyi kitabı okuyarak kafasını rahatlatırdı. Babasının kitap koleksiyonu arasında Goethe’nin şiire yönelik sevgisini ortaya çıkaran ve teşvik eden Fleming, Canitz, Haller, Hagedorn, Gellert ve diğer Alman şairlerin eserleri de bulunuyordu. On sekizinci yüzyılın diğer birçok eleştirmeni gibi Johann Kaspar da şiirde kafiyenin olmazsa olmaz bir öğe olduğunu savunurdu. Bu yüzden Goethe’nin doğumundan bir yıl önce üç kıtası yayımlanan, Klopstock’a ait Messiah’ın seçkin bir kütüphanede bulundurulacak kadar iyi bir eser olmadığını düşünüyordu. Ancak Goethe ve kız kardeşi kitabın bir kopyasını, onu her yıl Kutsal Hafta’da[2 - Paskalya yortusundan bir önceki hafta kutlanan Kutsal Hafta (Çile Haftası da denir), Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmeden geçirdiği son günleri simgeler. Hırisitiyanlar bu hafta her gün farklı bir olayın anısı kutlarlar. (e.n.)] dini bir ritüel gibi düzenli biçimde okuyan eski bir aile dostundan gizlice ödünç aldılar. Şiirden birbirlerine sık sık okudukları çarpıcı pasajları ezbere öğrendiler. Bir cumartesi akşamı babalarının tıraş olduğu sırada, ocağın arkasında oturup birbirlerine Satan ve Andramelech arasında geçen heyecanlı bir diyaloğu fısıldıyorlardı. Cornelia diyalog ilerledikçe daha da heyecanlanıp sonunda babasının varlığını unutarak “Nasıl da kahroldum!” sözlerini haykırdı. Bunun üzerine berber öyle ürktü ki köpük kâsesinin içindekileri Herr Rath’ın göğsüne sıçrattı. Sıkı bir aramadan sonra Klopstock’un epik şiiri küçük düşürücü bir biçimde evden derhal uzaklaştırıldı.
Satın aldığı çok sayıda kötü basılmış halk edebiyatı eserleri, Goethe’yi bu erken dönemlerinde okuduğu daha formel olan diğer eserlerden daha fazla etkiledi. Aralarında muhtemelen Faust’un hikâyesi de bulunan birçok tuhaf ve romantik hikâyeyle karşılaştığı masallar okudu.
Yedinci yaş gününe yakın bir zamanda, Yedi Yıl Savaşı’nın patlak vermesiyle uygar dünya derinliklerine dek sarsıldı. Goethe’nin anne tarafından dedesi olan Textor Avusturyalıların yanındayken, babası Büyük Frederick’in sıkı bir taraftarıydı ve kahramanının aleyhinde tek bir söz dahi ettirmezdi. Bu görüş farklılığı aile içinde ciddi tartışmaların çıkmasına yol açtı. Babasının fikrini benimseyen Goethe, önceleri Prusya Kralı’na derin bir hürmet besleyen dedesinin sonradan onun hakkında sarf ettiği sözleri duyunca şaşkına uğramıştı. Savaşın başlangıcından yaklaşık iki yıl sonra Frankfurt halkı, tüm acısıyla ve canlılığıyla savaşın tatsız yönlerinden nasibini almaya başlamıştı. Kent otoritelerinin sorumlusu olduğu bir ihanet eylemiyle, Avusturya’nın müttefiki olan Fransızlara şehirde askeri birliklerini konuşlandırma izni verilmişti. Johann Kaspar’a tam da korktuğu gibi Thorane isminde bir Fransız subayına evinde güzel bir yer temin etmek zorunda kalabileceği söylendi. Karardan hoşnut olmayan meclis üyesi bu düzenlemeye ne kadar itiraz etse de emir kesindi. Yüksek bir fiyata mal olan ve büyük bir titizlikle dayayıp döşediği ilk katındaki odaları, davetsiz misafire bırakmaktan başka çaresi yoktu. Kont Thorane, mevkisinin tüm nezaketini üzerinde barındıran kültürlü bir beyefendiydi. Ev sahibine en küçük bir rahatsızlık bile vermekten kaçınsa da askeri meselelerle ilgili ona danışmak zorunda olan birçok kişinin gelip gitmesini engelleyemiyordu. Bunun sonucunda Frankfurt’un en düzenli olan evini ciddi bir kargaşa sarmıştı. Dr. Goethe’nin resimlerinin birçoğuna hayran kalan Thorane’ın kendisine yüklü miktarda komisyon kazandıracağından dolayı eve çok sayıda sanatçıyı davet etmesiyle bu problem daha da büyüdü. Bunun üzerine Goethe’nin odası mecburen bir sanat atölyesine çevrildi. Neşeli ruh halini kolayca kaybetmeyen Frau Goethe en tatsız durumlarda bile elinden gelenin en iyisini yapıp, işinin getirdiği birtakım zorlukları hafifletmek amacıyla Fransızca öğrenmeye çalıştı. Ancak uzlaşmacı olmaya yanaşmayan kocası, genelde Fransızlara ve özelde de Kont Thorane’a karşı gitgide hırçınlaşıyordu.
Babası için üzülse de Goethe kendi adına yeni durumdan pek bir memnundu. Yeni durumla birlikte evdeki tekdüze yaşamın yerini, büyük bir heyecan almış ve bu da beraberinde her gün yepyeni ve beklenmedik hazlar getirmişti. Dobralığı, zekâsı ve sempatisiyle gönlünü kazandığı Thorane’la mükemmel bir arkadaşlık kurdular. Goethe özellikle onun odasını kullanan ressamların işlerine merak duyuyordu ve onların da yardımıyla zaman içinde kayda değer bir ilerleme kaydettiği çizime heveslendi. Fransızcayı akıcı biçimde konuşmayı öğrenen Goethe, artık birçoğu Frankfurt’ta da oynanan Fransız oyunlarını izleme olanağını bulmaktan memnuniyet duyuyordu. Karakterinin şekillenmeye en müsait çağını Fransız medeniyeti etkisi altında geçiren Goethe’nin, çok sonraları kendi yurttaşlarının büyük çoğunluğunun, ayırt etmeksizin tüm Fransız halkına yönelik anlaşılması güç nefret tutumunu onaylaması imkânsızdı.
İki yılı aşkın ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen sinir bozucu dönemin sonunda, 1761’de, Goethe’nin babası bu zahmetli misafirlerden kurtulsa da Fransızlar, Yedi Yıl Savaşı’nın sonuna gelindiği yıl bitimine dek Frankfurt’tan ayrılmadı. Johann Kaspar, Hubertusburg Antlaşması’nı karısına kapağında elmaslarla süslenmiş alegorik “barış” resmi bulunan altın bir enfiye kutusu armağan ederek kutladı. Kuyumcuya sık sık bu işi erken bitirmesi için ısrar etmeye giden Goethe, anlatacağı çok ilgi çekici şeyleri olan bir zanaatkârla uzun uzun sohbet etme imkânından sonuna dek yararlandı. İşinin ehli olan birini bulduğunda, onun anlattığı her şeyi ilgiyle dinlemek tümüyle Goethe’nin karakterine özgü bir şeydi.


Goethe ailesi, 1763.

Thorane’ın evde geçirdiği süre boyunca çocukların dersleri çok fazla aksamıştı. Misafir evden ayrıldıktan sonra iki kat gayretle yeniden derslere başladılar. Halihazırda iyi bir Latince, İtalyanca, Fransızca ve biraz da Grekçe bilgisi olan Goethe bu dillere bir de İngilizceyi ekleyip İbranicede de oldukça sağlam bir ilerleme kaydetti. Babasına vermek üzere yazdığı alıştırmalarda genelde diyalog biçimini tercih ederdi. Hatta alıştırmalardan biri, dünyanın farklı bölgelerinden ve farklı dillerde çeşitli alıcıları olan bir dizi mektup şeklinde tasarlanmış diyaloglardan oluşuyordu. Goethe’nin İbranice çalışmaya başlaması da bu mektuplarla bağlantılıydı, çünkü hayali alıcılardan biri İbranice bilinmesini zorunlu kılan ve kusursuz bir ustalık gerektiren Yidiş dilinde yazıyordu.
12 yaşına geldiğinde Goethe, kutsanarak kiliseye kabul edildi. Bu yaşa gelmeden önce dahi, çocuksu bir şekilde de olsa, insanlığın ilgisini çeken ve onları düşünmeye iten en üstün konulara ilgiyle kafa yorardı. 1755’te Lizbon’da meydana gelen deprem onu yine, böylesi felaketlerin, Tanrı’nın sonsuz sevgisiyle nasıl olup da bağdaşabileceği sorusunu sormaya yönlendirmişti. Bu olaydan kısa bir süre sonra odasına bir sunak olarak kullandığı, üzeri vernikle kaplanmış kırmızı bir nota sehpası götürdü ve bu sehpanın üzerine de doğayı temsil eden çeşitli nesneleri kazık yardımıyla çaktı. Onların üstüne de, içinde yandığında hoş bir koku salan tütsülerin bulunduğu porselenden yapılmış güzel bir tabak yerleştirdi. Tütsüleri yükselen güneşin ışınlarını kullanarak bir büyüteç yardımıyla yakıp ona göre sıradan bir ibadetle, yeterince fark edilemeyen ilahi özün vehçelerine yönelik hürmetini ifade edebilmenin yolunu arardı. İyi bir İncil okuyucusu olan Goethe’nin ilgisini özellikle, onu kasvetli ve tuhaf bir biçimde çekici olan figürlerle dolu ideal bir dünyaya götüren Yaratılış kitabının ilk bölümleri çekerdi. Kuşkusuz ki İncil’in bu bölümünde geçen hikâyeleri, orijinal dilleri olan İbraniceden okuyabildiğinde onun için yepyeni bir anlam ve güzellik kazandılar.
II. Joseph’in seçilip taç giydiği 1764 yılında Goethe, Frankfurt’ta taç giyme töreniyle bağlantılı muhteşem birçok merasime tanıklık etti. O zamanlar on beş yaşında olan Goethe, daha şimdiden önünde yeni bir haz ve neşe dünyasının kapılarını açan bir deneyim ediniyordu. Ondan iki ya da üç yaş büyük olan ve farklı bir sınıfa mensup Gretchen adındaki hoş bir kıza körkütük âşık oldu. Şehrin parlak ışıklarla aydınlatıldığı taç giyme töreni akşamı, ayrılma vakti gelene dek birlikte caddeleri gezdikten sonra annesinin evinin kapısına geldiklerinde Gretchen, onu ilk ve son kez alnına kondurduğu bir öpücükle şereflendirdi.
Goethe, babasının tanıması durumunda düşüp kalkmasına asla müsaade etmeyeceği bazı arkadaşları vesilesiyle Gretchen’le tanışmıştı. Onlardan biri, Goethe’nin de desteğiyle devlet dairesinde işe alındı, ancak bu mevkide ciddi cezalara maruz kaldığı bir suça karıştı. Olayın araştırıldığı sırada Goethe’nin ismi de olayla birlikte anılınca genç adam törenin ertesi sabahı korkudan, Gretchen’e duyduğu aşk da dahil olmak üzere olup biten her şeyi itiraf etmek zorunda kaldı. İlk aşk serüvenine son veren bu durum yüzünden, keder ve utanç dolu bir halde günlerce odasına kapandı.
Ancak onun çabuk toparlanabilen bir ruhu vardı. Güven duyduğu akıllı bir arkadaşının yardımı ve rehberliğinde aşk acısından kurtulup antik felsefe çalışmalarına yoğunlaştı. İkili, çevre kırlarda uzun yürüyüşlere çıktı. Goethe gezintiler sırasında çizdiği manzara resimleriyle de babasının gönlünü almayı başardı. Yarım yüzyıl sonra yazdığı otobiyografisinde bile acı bir şekilde bahsetse de yaşadığı bu hadise sonucunda incinen ruhu çabucak iyileşti.
O sıralar oğlunun hukuk dalında çalışması gerektiğine karar veren Johann Kaspar, birlikte çeşitli hukuk kitapları okuyarak onu geleceğe hazırlamaya başladı. Goethe bu duruma hiç itiraz etmese de daha şimdiden onu dünyanın büyük isimleri arasında ön plana çıkaracak birtakım dürtülerin belli belirsiz bilincindeydi. Üniversite yılları sırasında hukuk alanı yerine edebiyat alanında enerji sarf etmesi gerektiğine karar verdi. 1765’te, on altıncı yaş gününden kısa bir süre sonra ailesine veda edip çalışmalarına devam edeceği Leipzig’e doğru yola çıktı.
Artık nispeten geniş çaplı denebilecek entelektüel ilgilere sahip, yakışıklı ve coşkulu bir delikanlı olan Goethe; güzel görünüşü, şen şakrak oluşu ve hoş sohbetiyle herkesin favorisiydi. Çocukluğu ve gençliği büyük herhangi bir şairinki kadar mutlu geçmiş ve dolayısıyla yaşamındaki tüm koşullar olağan bir ruhsal gelişimin lehine oluşmuştu. Keskin bir algı, güçlü bir merak duygusu ve ilgisini çeken her konunun derinliklerine nüfuz etme kabiliyetinin tüm izleri onda görülebilirdi. Müthiş yaratıcılığı ise gün yüzüne çıkacağına dair işaretler vermeye başlamıştı. Annesinin mirası olan hikâye anlatma yeteneği, daha çocukluk çağında bile öyle gelişmişti ki arkadaş grupları etrafına toplanıp onun büyüleyici hikâyelerini dinlemekten çokça keyif alırlardı. Ayrıca İsa’nın cehenneme düşüşüne ek olarak Yusuf ve takipçilerinin hikâyesini konu alan iki iddialı eseri için birçok dize de kaleme almıştı. Frankfurt’tan ayrılmasının hemen öncesinde Klopstock’un Solomon’undan esinlenerek yazdığı bir tragedya olan Belshazzar’ı neredeyse tamamlamıştı. Bu tragedyayı kimsenin bilmediği güzel bir kızın takdirini kazanma içgüdüsüyle yazıyordu ki bu güzel kız Goethe’nin üzerinde etki yaratmayı başarmış olan Gretchen’den başkası değildi. Eğer Goethe bir kadından böylesine etkilenmeseydi belki de asla bu kadar duyarlı bir şair olmayacaktı. Bu gerçeği kavramak onun dehası ve karakteri hakkında doğru bir fikre sahip olmak için olmazsa olmazdır.

İkinci Bölüm
Goethe, Leipzig’te insanların durmaksızın bir o yana bir yana geçtiği bir avluya bakan, üniversiteye yakın, iki şirin odası bulunan bir eve yerleşti. Oraya sonbahar panayırının olduğu bir dönemde vardığından, görünüşleri ilgisini çeken birçok yabancıyla karşılaşma olanağı buldu. Eskiden kitap ticaretinin merkezi olması bakımından şimdiye göre çok daha önemli bir şehir olan Leipzig onu öylesine etkilemişti ki orada geçireceği seneleri dört gözle bekliyordu. Özellikle de buradaki insanların, Frankfurt’un resmi ve katı kurallı sosyal yapısıyla zıtlık gösteren sıcakkanlı ve serbest tutumları onu büyülemişti.
Şehre varışından birkaç gün sonra üniversiteye öğrenci olarak kabul edildi. Bazı hukuk derslerine katılmak zorunda olsa da Cicero’nun De Oratore’si üzerine Ernesti’den, retorik ve Alman edebiyatı konusunda da Gellert’ten ders aldı. İlk başlarda derslerine örnek bir çalışkanlıkla katılan Goethe, çok geçmeden derslerin ona bir faydası dokunmadığı kararına vardı. Hukuk bölümündeki hocalarının ona anlatabilecekleri Frankfurt’ta öğrendiği şeylerden farklı çok az şey vardı, ki bunlar da Goethe’nin onların yardımı olmadan üstesinden ustalıkla gelebileceği şeylerdi. Gellert’in kılı kırk yaran, sıradan tavrı ona çekici gelmemişti. Hatta alanında son derece özgün olan Ernesti bile ona göre Latin edebiyatının ruhuna nüfuz edemiyor, daha doğrusu onun büyüsünü derinlemesine hissettiremiyordu. Leipzig’te geçirdiği tüm zaman boyunca kuşkusuz derslere katılmaya devam etse de üniversiteyle ilişkisi içten değil, zorakiydi ve üniversitenin onun entelektüel gelişimine çok az bir katkısı oldu.
Bir tarih profesörü olan Böhme, ona arkadaş canlısı bir şekilde davrandı. Kültürlü ve hoş bir kadın olan karısı Goethe’yle konuşmaktan keyif alırdı. Ancak kadının Frankfurt’a özgü hal ve tavırlarıyla bilakis açık biçimde alay edip hayranı olduğu şairlerin yazılarını yermesi onu biraz rencide ederdi. Her gün tıp profesörlerinden birinin evinde akşam yemeğine katılırdı, burada tıp ve doğabilimlerinde okuyan öğrencilerle tanışırdı. Leipzig yavaş yavaş ilginç olmaktan çıktığında, memleketinde alıştığı şeylere özlem duymaya başlayan Goethe, her şeyden önce en içten duygu ve düşüncelerini paylaşabileceği birkaç arkadaşa hasretti. Gittikçe neşesiz ve ümitsiz bir ruh haline girdiğinden dolayı, 1766 ilkbaharında Frankfurt’tan Leipzig’e hukuk okumaya gelen Horn adında bir arkadaşının onda eski zinde ve esprili havasını bulamayışına fazlasıyla üzüldü. Birkaç yıl onun en yakın dostlarından biri olacak Horn’un varlığı, Goethe’nin yeniden canlanmasına epey bir katkıda bulundu. Toparlanma süreci, Würtemberg’li Dük Frederick Eugene’in özel sekreterliğini yapmak için Frankfurt’tan Treptow’a giderken Leipzig’e uğrayan Schlosser adındaki başka bir arkadaşıyla tamamlandı. Sonraları Goethe’nin kız kardeşiyle evlenen, dinç ve bağımsız bir karakteri olan Schlosser’in biraz katı bir mizacı olsa da özünde nazik ve sempatik biriydi. Onun gelişiyle birlikte Goethe, başarılı bir biçimde eski canlılığını ve özgüvenini kazandı.
Schlosser, karısı da Frankfurt’lu olduğundan dolayı onun hemşerilerini de evinde ağırlamaktan memnuniyet duyan Schönkopf adında bir şarap tüccarının yanında konaklıyordu. Goethe Schönkopf’un sofrasında bulunmaktan öyle haz alıyordu ki her gün orada yiyip içmeye kararlıydı. Bu kararlılığı, Leipzig’te geçirdiği süre boyunca devam edecekti. Schönkopf’un tatlı ve cilveli kızı Anne Catharine, Goethe’nin duyarlı karakterini görür görmez adamın kalbini fethetmişti. Tıpkı Gretchen gibi Anne de ondan iki ya da üç yaş büyüktü. Öte yandan Goethe, yalnızca bu özelliğinin bile kızı sevilmeye daha fazla değer kıldığını hissediyordu. Onun kendisine bağlılığını zevkle kabul eden Annette (Goethe ona genellikle böyle hitap ederdi) de ona içten bir şekilde düşkündü. Asla onun karısı olamayacağına yönelik bir şüpheye düşen Annette, Goethe’ye başka hayranlarına verdiğinden fazlasını da vermedi. Goethe kızın rakiplerine yönelik sevecen tutumlarından ötürü kıskançlık ateşiyle yansa da Annette attığı tek bir gülücükle onun ayaklarını yerden keserdi. Bütünüyle düşünüldüğünde, Annette’yle yıllar süren ilişkisinin ona mutluluktan çok ıstırap verdiği görülür. Goethe, ne kızın aşkının sadece ama sadece onun olması gerektiğine inanıyor ne de bu aşka kendisinden başka birinin talip olduğunu düşünmeye dayanabiliyordu.
Schönkopf’un evinde onun entelektüel gelişimine önemli ölçüde katkıda bulunacak bir kimseyle tanışmasa da genç bir konta özel öğretmenlik yapan Behrisch adında bir bilginin de aralarında olduğu birçok değerli insanla yakından iletişim kurma zevkine erişti. Behrisch’in sadık bir arkadaş ve akıllı bir eleştirmen olması Goethe’nin hoşuna gitmişti. Zamanla çevresi genişleyen Goethe, Leipzig’te de neredeyse Frankfurt’taki kadar fazla arkadaş edinmişti. Özellikle de matbaacı Breitkopf’un evini ziyaret etmekten keyif alırdı. Biri takdire şayan bir piyanist ve becerikli bir besteci olmak üzere, Breitkopf’un Goethe’nin yaşlarında iki oğlu vardı. Bu konuksever ailenin evinde, Goethe sık sık müzikal eğlencelere katılırdı. Üstelik hem şarkı söyleyebildiği hem de flüt çalabildiği için kendisi de eğlencelere bizzat dahil olurdu. Sonraları belli bir düzeyde çello çalmayı bile öğrendi.
Goethe’nin Leipzig’te temas kurduğu en seçkin kişi; çizim, resim ve mimarlık akademisinin yöneticisi olan Oeser’dı. Macaristan’ın Presburg şehrinden gelen Oeser, hemşerilerinde de sıkça rastlanan bir enerjiyle ve şevkle doluydu. Sanatsal başarıları kalıcı bir değere sahip olmasa da etkisi altında kalanların, sıradışı bir biçimde sanata ilgi duymalarını ve yüksek ölçüde gayret göstermelerini sağlayacak güce sahipti. Bundan uzun zaman önce, Dresden’dayken Oeser’la yakın bir ilişki kuran Winckelmann, “Sanat eserlerine kalıcı cazibesini kazandıran nitelikler basitlik ve sükûnettir,” teorisini ondan öğrenmişti. Usta işi sanatsal yöntemlere özlem duyan ve bu yüzden Oeser’ın çırağı olan Goethe de, sanat hakkında elde ettiği tüm verimli düşüncelerin ve kendi kabiliyetlerinin üstüne gitme cesaretinin tohumlarını bu bilge ve güler yüzlü hocasının ektiğini asla unutmadı. Oeser’ın hem Leipzig’teki hem de ülkesindeki evinde Goethe, her zaman hoş karşılanan bir misafirdi. Oeser’ın biri evli iki kızı vardı. Goethe’nin yaşlarındaki bekâr kızı Frederika, babasıyla birlikte yaşıyordu. Güzel, hayat dolu ve becerikli bir kız olan Frederika, Goethe’nin en iyi arkadaşlarından biri oldu.
Oeser, Goethe’nin tek sanat eğitmeni değildi. Bir gravür ustası olan Stock, Breitkopf’ların evinin üst katındaki evde, karısı ve iki genç kızıyla (sonraları Schiller’in en yakın iki arkadaşıyla evlendiler) birlikte yaşıyordu. Goethe ondan büyük bir şevk ve sabırla çalıştığı gravür dersleri aldı. Ayrıca zaman zaman kitapları ciltlemek için mukavvaları da oyarak kendisini oyalıyordu. Goethe’nin meşguliyetlerinin neredeyse sınırı yok gibiydi. Üstlendiği her işte üstün olmayı beklemese de, bu gayreti ona iyi ve kötü eseri birbirinden keskin biçimde ayırıp doğru ve kalıcı ilkelere göre biçimlendirilmiş olanları takdir etmek ve onlardan keyif almak için yeterli ölçüde bir kavrayış kazandırdı.
Leipzig’teki iyi resimlerin tümünü görmüş olan Goethe, 1767’de Dresden’deki resim galerisini gezmek amacıyla kısa bir tatile çıktı. Orada, dostça bol bol sohbet ettiği saygıdeğer ve esprili bir kunduracının evinde konakladı. Galerideki tüm büyük ekollerin resimleri ilgisini çekse de Hollanda ekolüne ait olanlar gerçeğe uygun oluşlarından ötürü onu en güçlü biçimde etkileyen eserlerdi. Hayran kaldığı başyapıtlar, onları gezmeye günlerce devam eden Goethe’nin zihnini öylesine derinden etkilemişlerdi ki gerçek dünyaya döndüğünde çevresindeki şeyleri sanki bir resmin parçalarıymış gibi görmekten kendini alamıyordu. Kunduracı arkadaşı bile sanki Ostade’nın tuvalinden fırlayan bir figür gibi görünüyordu.
Goethe resim sanatından güçlü bir biçimde etkilense de edebiyat onun gerçek dostuydu. Latin klasiklerini giderek artan bir zevkle okuyor olmasının yanı sıra bir tür mutluluk içgüdüsüyle dehasının gelişmesi için en uygun yazarlara yönlendirildiği yeni izlenim ve dürtülerle çevrili olduğunu da hissediyordu. Frankfurt’tayken Shakespeare’i, Wieland’ın çevirisinden okumuş olan Goethe’nin karşısına şimdi de Dodd’un Beauties of Shakespeare’i çıkmıştı. Bu kitaptaki seçmeleri okumak henüz Shakespeare’in gerçek değerini keşfetmesini sağlamasa da sonraki aşamalarda elde edeceği daha derin kavrayışın özünü oluşturuyordu. Kariyerine başladığı Pietist[3 - Goethe, Hermann Hesse gibi yazarları etkilemiş olan, özellikle Almanya’da güçlü olan Protestanlık kökenli din akımıdır. Pietizm, dinsel yaşamda reform olmasını amaçlar. Özellikle mistik bir anlayış geliştirmiş ve kişisel duyguyu dindarlığın temel ögesi sayarak kişisel ahlakı güçlendirmeye çalışmıştır. Dogmacılık ve kilise baskısına karşı çıkan bir öğretidir. (e.n.)] tutkularını ardında bırakmış olan Wieland artık düzyazı ve şiirlerini basit Epiküryen felsefesiyle süslüyordu. Son dönem yazılarının her birini büyük bir şevkle okuyan Goethe, tüm hatalarına rağmen fikirlerini canlılık, incelik ve zarafetle sunmasını iyi bilen Wieland’dan çok şey öğrendi. Lessing’in 1766 yılında yayımlanan Laocoon’unu okuduktan sonra döneminin diğer gençleri gibi kendisinin de kitaptan büyük bir haz aldığını, başyapıtın ciddi ve mükemmel bir ruha sahip olduğunu söyledi. Tıpkı bir şimşeğin parıltısı gibi bu eser de sanatları birbirinden ayıran geniş çizgileri açığa çıkarıyordu. Ayrıca her sanatın, ancak kendi sınırları dışına taşmadığında en yüksek amacına ulaşabileceğini ve tüm sanatlar arasında şiirin doğası gereği en derin, en geniş kapsamlı ve en görkemli sanat olduğunu gözler önüne seriyordu. Tüm bunlar Goethe için yeni şeylerdi ve onu eleştirel düşüncenin temel sorunları üzerine kafa yormaya teşvik etti. Lessing’in, Almanca’da hâlâ türünün en muhteşem biçimlendirilmiş oyunu olan Minna von Barnhelm’ini de aynı şevkle karşıladı. Diğer Alman oyun yazarlarının aksine Lessing motiflerini doğrudan dönemin yaşamından seçerken, bu motifleri kalıcı bir biçimde çekici kılacak yaratıcı bir hayal gücü ve incelikle bezeyerek ifade ettiği için eser Goethe’yi çok etkiledi. Goethe, 1768 baharında Leipzig’te bir ay geçiren Lessing’i ne yazık ki göremedi. Aşağı yukarı o vakitlerde, onun çok saygı duyduğu ve antik dönem sanatı üzerine kaleme aldığı yazılarıyla Goethe’nin entelektüel yaşamını zenginleştiren ve geliştiren en önemli isimler arasında yer alan Winckelmann’ın cinayet haberiyle sarsıldı.
Leipzig’e gelişi itibarıyla, Goethe tiyatrolara düzenli olarak katıldı, hatta ara sıra Schönkopf’un evinde oynanan halka kapalı oyunlarda rol aldı (komedi kısımlarında her seferinde kayda değer bir başarıyla). Tiyatro oyunları devamlı aklının bir köşesinde yer ediyordu ve sahneye aktarılacak bir oyun yazmayı denemek istiyordu. Bunun üzerine 1767-68 kışında Die Laune des Verliebten (Âşığının Haleti Ruhiyesi) ve Die Mitschuldigen (Karmaşıklıklar) adında iki oyun yazdı. İlki aslında Annette Schönkopf’la ilişkisine dair deneyimlerinin bir sunumuydu. İkincisiyse Gretchen’le ayrılığına yol açan olayla bağlantılı olarak dikkatini Frankfurt’a odaklayan durumların tatsız bir tasvirini yapıyordu. On iki hecelik kafiyeli dizeler biçiminde yazılan her iki eser, çoğu çağdaşı gibi Goethe’nin de hâlâ klasik Fransız tiyatrosunu model aldığını göstermektedir.
Goethe, Leipzig’te hiciv sanatına fazlasıyla düşkün bir şair olarak tanınıyordu. Otobiyografisinde, bir zamanlar Almanya’nın edebi diktatörü olarak tanımladığı Gottsched’i ziyaretini anlatır. Bu matrak anlatım tarzından, kendi günlerinin sona erdiğini anlamakta zorlanan bu katı ihtiyarın ziyaretine alaycı bir tavırla gittiğini görmek zor değildir. Asil üslubuyla övünen Clodius’uysa, şatafatlı dizelerinin parodilerini yazarak çileden çıkarmıştı. Ancak özünde Goethe bu tür eserleri bile bir hayli önemseyecek kadar cömertti. Onun en çok hoşuna giden şey kendi düşünce ve duygularına dolaysız bir şiirsel anlatım kazandırmaktı. Bu sebepten dolayı Leipzig’te bulunduğu dönemde epey fazla sayıda şarkı sözü yazdı ve bunlardan bazıları Breitkopf kardeşlerin büyüğü tarafından bestelendi. Bunlar, daha sonraki dönemlerde ürettiği yine aynı türden eserlerin tanımlanamaz büyüsüne nazaran eksiksiz bir ritim duygusundan yoksun olsalar da, en azından ustalık dönemindeki ifade etme yeteneği ve canlılığından bir ipucu verir nitelikteydi.
1767’de Goethe Schönkopf’ları, Kanne adında Sakson bir avukat arkadaşıyla tanıştırdı. Kanne’nın, Annette’nin cazibesine kapıldığını fark eden Goethe, Annette’nin de onun bu tavrına kayıtsız kalmadığını görünce büyük bir kederin içine düştü. Teselli aramak için doğaya kaçarak ve genç kadınların güvenilmez oluşları üzerine iğneleyici dizeler yazarak öfkesini bastırmaya çalışsa da bunların tümü boşunaydı. Bütünüyle acınası bir halde olan Goethe’nin çeşitli diğer nedenlerin de yol açtığı mutsuzluğu, sonraları yaşamının düzenini bozup onu ağır biçimde hasta etti. Nihayetinde 1768’in bir haziran akşamı şiddetli kanaması olunca aceleyle bir doktor çağırıldı. Bir müddet ciğerleriyle ilgili bir hastalıktan mustarip olduğundan endişe edildi. Hastalığı süresince dostları tarafından şefkatle bakılan Goethe, iyileşme evresinde dostu Frederika Oeser’yla ettiği canlı ve coşkulu sohbetlerle neşelendi. Frederika, zamanında kırsalda kendisini ziyarete gelen bu genç dostunun veremden öleceğine yönelik saçma düşüncelere kapılmasına gülerdi. Bunun birlikte iyileşme süreci yavaş olduğundan en sonunda Frankfurt’a geri dönmeye karar verdi ve önemli işlerin başlangıcına vesile olduğuna inandığı doğum gününde yola çıktı. 26 Ağustos gününde Schönkopf’lara uğrayıp kendisine ayda bir defa yazmasına izin veren Annette’ye veda etti. Belki bunun onu son görüşü olduğu düşüncesinden duyduğu üzüntüyle yola çıkmadan önceki son günün akşamı Annette’nin evine bir defa daha gitme dürtüsüne karşı koyamadı. Işıkların yanık olduğunu görüp evin kapısının önündeki basamaklarda dolansa da, içeri girmeye cesaret edemedi.
Frankfurt’a vardığında, hasta genç adamı annesi ve kız kardeşi sonsuz şefkatle karşılarken onu solgun ve zayıf gören babası, büyük bir heyecanla beslediği umutların suya düşmesi karşısında hissettiği acıyı sakladı. Yeniden evinde olduğu için mutlu olan Goethe, günlerini çizim ve gravür yaparak geçiriyordu. Annette’ye küçük armağanlar gönderiyor, Oeser ve Leipzig’teki diğer dostlarına neşeyle mektuplar yazıyordu. Ancak yıl sonuna varmadan yeniden güçsüz düşen Goethe, bu kez farklı bir hastalıktan mustaripti. Oğlunun çektiği bu korkunç ıstırap karşısında ümitsizliğe sürüklenen annesi, İncil’i eline alıp gözünün takılacağı ilk cümleyi kendisine kılavuz kabul etmeye kararlıydı. Neyse ki Yeremya’nın, “Samiriye dağlarında yine bağ dikeceksin. Bağ dikenler üzümünü yiyecekler,” sözleriyle karşılaşan annesini birden rahatlama hissi sardı. Sonraları da bu söz onun en gözde “vaadi” olarak kaldı. Goethe çabucak toparlansa da 1769 yılının başlarında bir ay boyunca odasına kapanmak zorunda kaldığı bir başka hastalığa yakalandı. Böylece şiddetli biçimde sarsılan bünyesinin eski durumuna geri dönebilmesi için zamana ve ihtiyata ihtiyaç olduğu açıklık kazandı.
Annesinin en yakın dostları arasında, Moravya kilisesine bağlı ve güvenilir bir insan olan Fräulein von Klettenberg de vardı. Soylu, saf ve onurlu karakteriyle derin ölçüde mistik bir dindarlığı bünyesinde birleştirmişti. Hastayken ona çok büyük bir nezaket gösteren Fräulein von Klettenberg, Goethe’nin zihninde çok güçlü bir etki bıraktı. Bu dönemde Goethe büyük bir ciddiyetle sık sık insan yaşamı ve kaderine ilişkin en derin sorunlar üzerine düşündü. Hatta Teslis, Şeytan, Tanrı, İnsan, Düşüş ve Kurtuluş öğelerinin yer aldığı detaylı bir teolojik sistem bile kurdu. Kurumsal düşünme denemeleri, Fräulein von Klettenberg gibi Moravya kilisesine bağlı biri olan doktoru tarafından yönlendirildiği simya çalışmalarıyla bağlantılıydı. Goethe, simya yasalarıyla paralel birçok deney yürütmekle yetinmeyip bu konuyla alakalı yazılmış eline geçen tüm eski kitapları da okudu.
1769 yılı sonbaharında Breitkopf tarafından bestelenen melodileriyle birlikte yazdığı şarkı sözlerinin birkaçından oluşan bir cilt kitap Leipzig’ten ona gönderildi. Goethe artık başka işlerle meşgul olduğundan dolayı gönderilen bu kitap ona pek bir haz vermedi. İngiltere’ye giderken Frankfurt’tan geçen General Paoli’yle göz göze gelişi onu çok daha derinden etkilemişti. Paoli’nin soylu ve romantik kariyeri Boswell’in, Boswell vasıtasıyla Johnson’ın ve Korksikalı kahramanın yakında Londra’da bir araya geleceği parlak edebi topluluğun tüm diğer üyelerinin olduğu gibi Goethe’nin de şevkini alevlendirmişti.
O sıralarda Annette’nin, arkadaşı Kanne’yle nişanlandığını öğrendi. Bu haber üzerine umutsuzlukla sarsılan Goethe, son anda onların birliklerini bozacak bir şey olmasını ve arkadaşının yerini kendisinin almasını umuyordu. Öte yandan Annette onunla aynı hisleri paylaşmıyordu. Ona duyduğu aşkın neden olduğu neşe ve eziyet, evliliğiyle birlikte çok geçmeden sonsuza dek ortadan kalkacaktı.
Babası, Goethe’nin hukuk çalışmalarına mümkün olduğunca kısa bir sürede geri dönmesini çok istiyordu. Dolayısıyla evinde geçirdiği bir buçuk yıllık aradan sonra 1770 yılının Nisan ayında Strazburg’a doğru yola çıktı (çeşitli sebeplerden ötürü diplomasını burada alması gerektiğinde karar kılınmıştı). Goethe artık 21 yaşındaydı. Sağlığına tam kavuşmuş olmamasına karşın, yapması gereken işleri bitirmek için yeterince gücü olan Goethe’nin artık ölümcül bir hastalıktan mustarip olma korkusu da kalmamıştı.
Fransız Krallığı’na ait bir vilayet olsa da Alsace özünde hâlâ Almandı. Bu durum devrim zamanı insanlar, kendilerini birer Alman olarak görmeye son verip Fransa’yla bağlarından gurur duymaya başladıklarında sona erecekti. Goethe Strazburg’a vardığında yabancı bir şehre gelmiş gibi hissetmedi. Şehir gerçekten de Fransız öğelerini bünyesinde barındırsa da kendisiyle aynı dili konuşan halk, Cermen atalarının gelenek ve göreneklerini sürdürüyordu. Frankfurt’ta olduğu gibi Strazburg’da da geçmiş dönemlerden esintiler mevcuttu ve tüm bunlar Goethe’nin dikkatini hemencecik çekmişti. Özellikle de o güne dek gördüğü en görkemli yapı olan katedralden (Notre-Dame) çok etkilendi. Bu yapının hem içini hem dışını iyice inceleyen Goethe, her zaman kötülenen gotik mimarinin sıkı bir hayranına dönüştü. Özellikle günbatımında sık sık kuleye çıkıp tepeden görünen geniş ve tuhaf manzaranın keyfini çıkarıyordu.
Eski balık pazarında takıldığı hoş mekânlardan birinde, sevdiği birçok öğrenciyle buluşup akşam yemeği yediği bir masası vardı. Bu masanın başında Salzmann isminde, zevkli ve kültürlü bir adam olan orta yaşlı bir kâtip otururdu. Goethe’yi daha ilk bakıştan gözüne kestiren Salzmann, onunla felsefe üzerine tartışmalar yürütmesinin yanı sıra lisans dönemindeki çalışmalarına ilişkin ona işe yarar ipuçları da verdi. Bu masada tanıştığı bir başka kişiyse, otuz yaşında Strazburg’a tıp okumaya gelen ve geçim konusunda tanrıya bel bağlayan Jung Stilling’di. Stilling, Goethe’yle ilk karşılaşma anını hiçbir zaman unutmadı. O ve arkadaşı Herr Troost daha kimse gelmemişken masadaki yerlerini almışlardı. Çok geçmeden gelen konuklar arasında içeri canlı bir havayla giren, “büyük parlak gözlü, geniş alınlı ve güzel fizikli” genç bir adam vardı. Bu, Goethe’ydi. Stilling’in arkadaşı, “Mükemmel bir adam olmalı,” diye fısıldamıştı. Stilling de arkadaşıyla aynı görüşte olmasına karşın, Goethe’nin (sonraları hatalı bir izlenim olduğu anlaşılan) “çılgın bir genç” gibi gözükmesinden dolayı başlarını belaya sokabileceğini düşünmüştü. Sonraları bir başka akşam yemeğinde bu önyargısından ötürü konuklardan biri Stilling’e gülmüştü. Başlarda sitem ettiği Stilling’in dostluğunu kazanmaya çalışan Goethe, ona samimi bir tavırla bağlanmıştı.
Salzmann’ın vesilesiyle Goethe, Strazburg’taki birçok hanede ağırlandı. Hastalığı döneminde onu güçlü bir şekilde ele geçiren mistik fikirlerin hâlâ bir nebze etkisi altında olsa da bunlar etrafındaki sosyal hayata katılmasının önüne geçmedi. Dans partileri Frankfurt ve Leipzig’te o zamanlar yaygın değildi. Onun için büyük bir yenilik olan dansa, Goethe hiçbir zaman yeterince doyamıyordu.
Paris’e dönüş yolunda Strazburg’dan geçen genç prenses Marie Antoinette’i görme zevkini yaşadı. Haziran ayında öğrenci arkadaşı Weyland’la, Vosges dağları üzerinden Saarbrücken’e bir at gezisi yaptılar. Geri dönerken Niederbronn’da karşısına çıkan antik sütunlar, üzerine yazılar kazınmış sunaklar ve diğer Roma kalıntıları onu hayrete düşürdü. Çiftlik alanları boyunca yayılmış bu nesneler, büyük Roma uygarlığının canlı bir resmini gözünün önüne getirdi.
Strazburg’a diplomasını almak için gelmiş olduğunu unutmayan Goethe, yirmi birinci yaş gününden hemen sonra üniversitedeki derslere düzenli biçimde katılıp sınavlarını geçti. Ardından, “Tüm yurttaşların uymakla yükümlü olduğu bir dini kavrayış biçimi oluşturmak devletin görevidir,” doktrini üzerine yazacağı bitirme tezini hazırlamaya başladı. Üniversitede geçirdiği süre boyunca kimya, anatomi ve diğer bilimlerle de ilgilendi. Ayrıca Niederbronn’da karşılaştığı değerli nesnelerden esinlendiği, Alsace’ın antik yapıları üzerine yaptığı çalışmaya da bir hayli zamanını adadı.
1770 yılının Eylül ayında bir gün Goethe “Zum Geist” adlı hanın girişinde tesadüfen genç bir papazla tanıştı. Herder’in Strazburg’a henüz vardığını duyduğundan, bu kişinin onun ta kendisi olduğuna hiç şüphesi yoktu. Goethe onu saygıyla selamlayınca, herkes gibi Herder de bu genç öğrencinin yiğit duruşu ve samimi tavırlarından etkilenip onu hoş bir şekilde karşıladı ve onunla sohbet etmeye başladı. İkisi arasında yakın bir dostluğa yol açan bu durumun Goethe’ye önemli getirileri oldu. O zamanlar 26 yaşında olmasına rağmen sıkı bir disiplinden dolayı olgun bir karakteri olan Herder, canlı ve taze fikirlerle dolu iki makale derlemesinin yazarı olarak daha o zamandan iyi bir ün kazanmıştı. Dünyanın büyük yaratıcı ruhlarından biri olmasa da canlı ve sıradışı bir kavrayış yetisiyle donatılmış bir zekâsı vardı. Karakterinde de zihninin dünyaya uzanan kısmına ait fikirlere ilham olacak bir şevk ve soyluluk vardı.
Riga’daki vaizlik ve öğretmenlik işini bıraktıktan sonra bir süre Fransa’da kalan Herder, yakın bir zaman önce Strazburg’a kadar eşlik ettiği genç Holstein-Eutin Prensi’ne özel öğretmenlik yapma görevini kabul etmişti. Darmstadt’ta nişanlandığı Caroline Flachsland’a evlenme teklifi ettiği Bückeburg’dan (çok geçmeden yerine getirilen) baş-papazlık sözü alınca, artık bu özel öğretmenlik görevini bıraktı. Ancak, başını bir hayli belaya sokan bir göz hastalığından mustaripti ve tedavi olma şansı olduğu için altı aydan fazla bir süre daha Strazburg’ta kaldı. Ağrılı bir ameliyat gerçekleştirildi ve iyileşme süreci de beklenenden daha yavaştı. Sürekli ziyaretine gelenlerden biri olan Goethe, bu zorlu süreçte ona yardım etme fırsatını hiçbir zaman kaçırmadı. Karakterine ait tüm mükemmel niteliklerine rağmen çabuk sinirlenmeye ve biraz kibirli davranmaya eğilimli olduğundan, sağlıklı olduğunda bile Herder’le anlaşmak arkadaşları için bir hayli güçtü ve üstelik hastalığında bu huyu biraz bile düzelmemişti. Öte yandan karakterinin özündeki mükemmelliği gören Goethe onun bu duruma özgü kabalığına aldırış etmediğinden, bu yeni arkadaşına yönelik vefalı tavırlarının mükâfatını aldı.
Bu dönemde, Avrupa düşünce yapısı dünyanın görebileceği en büyük devrimlerden birine tanık oluyordu. Hiç şüphe yok ki hareketin öncüsü Rousseau’ydu. Rousseau bir edebiyatçı olarak Voltaire’in yanına bile yaklaşamazdı. Ne de Diderot’dan daha kapsamlı ya da onunla aynı ölçüde bir bilgi dağarcığına sahipti. Ancak onun fikirleri çağın en temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. Rousseau halkın dikkatini insanlığa yönlendiren, peygamberlere has bir şevk ve heyecana sahipti. Fransız uygarlığını köklerinden sarstı, Almanya üzerinde de çok derin bir etki bıraktı. Kaliteli zihinler, her yerde dünyanın mevcut durumundan büyük bir hoşnutsuzluk duyuyordu. Rousseau’ya göre adaletten yoksun kurumlar tarafından bozulmadığı müddetçe daima saf ve soylu kalacak özsel insani niteliklerin, özgürce gelişimi ve dışavurumu adına norm ve geleneklere karşı çıkıp “doğa”ya dönüş için haykırıyordu her biri.
Rousseau hakkında ciddi çalışmalar yapan Herder, öğretisindeki tüm temel tezleri benimseyip onun bu doktrinlerini sadece yaşamın eleştirisinde değil, aynı zamanda edebiyata dair yargılarına da uygulamıştı ve ayrıca o andan itibaren Goethe’yi kendi entelektüel zenginliğinin bir paydaşı olarak kabul etti. Halihazırda Rousseau’nun bir okuru olan Goethe’nin zihni artık, erken dönem yazılarının karakterinden aşina olduğumuz gibi La Nouvelle Héloïse ve Emile[4 - Emile, J. J. Rousseau, çev. Yaşar Avunç, İş Bankası Kültür Yayınları, 2009 (e.n.)] ruhunun derinden etkisi altındaydı. Daha da önemlisi Shakespeare’in dehasının ihtişamını tamamen kavramış olmasının getirdiği faydaydı. Tüm şairler içerisinde Shakespeare, Herder’in öğrettiği biçimiyle doğanın en doğru yorumuna kavuştuğu kişiydi. Onun oyunları üzerine büyük bir hevesle çalışmaya dönen Goethe, onların güç ve güzelliklerinden daha önce hiç olmadığı kadar etkilenerek onlarda yatan anlamı tüketmenin mümkün olmadığını daha da güçlü bir şekilde hissetti. Herder’in; Swift, Richardson, Fielding, Sterne ve Goldsmith hakkında da söyleyeceği çok şeyi vardı. Goethe’nin de aralarında bulunduğu bir arkadaş çevresine neşeli, acıklı ve huzurlu cazibesiyle her birinin zevkle dinlediği Wakefield Papazı’nı[5 - Wakefield Papazı, Oliver Goldsmith, çev. Arzu Tontu Özgen, Doruk Yayınları, 1996 (e.n.)] okuyordu. Herder’in etkisiyle Homeros okumaya başlayan Goethe, Hamlet’ten[6 - Hamlet, William Shakespeare, çev. Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008 (e.n.)] bile alamadığı güçlü ilhamı İlyada[7 - İlyada, Homeros, çev. Azra Erhat, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014 (e.n.)] ve Odyssey’den[8 - Odysseia, Homeros, çev. Azra Erhat, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014 (e.n.)] almıştı. Macpherson’ın çevirdiği Ossian, Herder’in hayal gücü üzerinde büyük bir etki bıraktı. Aldığı bu hazzı Goethe’yle de paylaştı. Goethe de Fingal ve The Songs of Selma’da (Selma Şarkıları) ilkel edebiyatın görkemli ve büyüleyici birçok izine rastladı. Yine Percy’nin Reliques’ini (Eski Eserler) iyi bilen Herder’in etkisiyle, Goethe ilk defa şiirsel dürtünün en güzel dışavurumunun herkesçe bilinen şarkı ve baladlarda bulunduğunu öğrendi. Bunu öğrenmesi ona çok büyük bir haz verdi. Böylece elindeki derleme halk şarkılarını, kendi sözlerini kullanarak yeni bir tarzda ve ancak ince bir zekânın üstesinden gelebileceği bir zarafet ve basitlikle yeniden yaratma işine girişti.
Herder’in üzerinde bıraktığı etki sayesinde Goethe, Strazburg döneminde büyük bir entelektüel uyanış yaşadı. Hiçbir doktrinel yapıyı hakikatin tam ve nihai dışavurumu olarak görmüyordu. Bunun aksine Herder’den zihnini başkalarına bağımlı olmadan kullanabilmeyi öğrendi. Artık bizzat kendi gözleriyle baktığı dünyayı yargılayarak fikirlerini özgürce test edebilmeye başlamıştı. Herder’le tam da ondan daha ileri düzeyde özgün bir zihne ihtiyaç duyduğu ve onun da buna ayak uydurabileceği bir gelişim evresindeyken tanıştı. Öğretmeniyle yolları ayrıldığında, artık bir ustanın dizinin dibinde oturmasına ihtiyacı yoktu. Tıpkı sırlarını çözdüğü şairlerin yaptığı gibi dünya gerçekleriyle dolaysız biçimde temas edip, doğasının ona bir armağanı olan dürtüleriyle kendi kavrayış ve yaratıcılığının izini sürerek büyük başarılar elde etmenin mümkün olduğunu öğrenmişti artık.
Herder’le birlikte geçirdiği dönemde uyanan taptaze dürtüler Goethe’nin, derinlerdeki capcanlı ve ahenkli dünyanın zevkine varmasına olanak sağlamıştı. 1770 yılının sonbahar mevsiminde Weyland’la birlikte şirin bir Alsace köyü olan Sesenheim’a yolculuk ettiler. Weyland orada üvey kız kardeşlerinden birinin karısıyla akraba olduğu Papaz Brion’u ziyaret etmek istiyordu. Ağaçlarla kaplı bir kırda bulunan bahçesinin yanında dikilen bu eski moda ihtiyara yaklaşırken, Goethe’nin kıpır kıpır olan ruhu bile güzellik ve dinginliği ilk bakışta göze çarpan bu manzaranın sakinleştirici etkisini hissetmişti. Gerçekten sıcakkanlı ve konuksever biri olan Papaz Brion’un biri evli dört kızıyla sekiz yaşında bir oğlu vardı. Böylesine sade ve mutlu bir ailenin hiç var olmadığını düşünen Goethe (Oliver Goldsmith’in kim olduğunu henüz bilmediğinden bu düşüncesi sonradan ortaya çıkmıştı) bazen onları Wakefield Papazı’ndaki aileyle karşılaştırırdı. Bir anlık hevesle kendini olmadığı biri olarak tanıtsa da çok geçmeden karakterini belli etti. Bu durum üzerine hoş karşılanınca birdenbire rahatladı. Papazın en küçük kızı Goethe’nin ilgisini çekecek yaşta değildi. Diğerleriyse onunla aynı yaşta olan Salomca ile on dokuz yahut yirmi yaşlarında olan Frederika’ydı. Nazik ve minyon bir kadın olan Frederika’nın gür açık renk saçları, koyu mavi gözleriyle güzel biçimli bir çehresi vardı. Oldukça hassas karakterine karşın, kırsalın tatlı ve şifalı havasından dolayı canlı bir görünüşe sahipti. Nazlı genç kız tavırlarının ardında derin bir tutkuyla bağlanabilecek bir kadın yatıyordu. Çetin ve dobra biri olan ablası Salomca’ya kıyasla çok daha çekiciydi.
Goethe otobiyografisinde bu sevimli kızla ilişkisini eşsiz biçimde betimler. Birçoğunun doğru olmadığı bilinen bu betimlemenin ayrıntılarına güvenmek imkânsız olsa da şüphe yok ki gerçekten olup biten her şeyi dürüst bir tavırla, ana hatlarıyla göstermektedir. Ancak şu kesindir ki Goethe Frederika’ya karşı, Gretchen ve Annette’ye duyduğundan daha derin ve kalpten bir aşkla doluydu. Onlarla ilişkisinin hiçbir zaman yüzeyden öteye geçmemesine karşın Frederika’ya duyduğu aşk, romantizm ve giderek alevlenen bir tutkuyla bezenmişti. Öte yandan Frederika’nın da bu genç şairin yaptığı kurlara direnmesi mümkün müydü? Bilinmeyen bir dünyadan yayılan göz kamaştırıcı ışık gibi birden yoluna çıkan bu genç adamın sıcaklığı karşısında onun da kalbi aşk, sevinç ve zevkle atıyordu.
Goethe ilk ziyaretinin hemen ardından Frederika’ya Strazburg’un ona daha önce hiç bu kadar boş görünmediğini yazdığı bir mektup gönderdi. Bunu daha başka mektuplar da izledi ancak tüm bu mektupları daha sonra Frederika’nın ablası yaktı. Goethe onu görmek için Sesenheim’ı sık sık ziyaret etti. 1771 yılında Paskalya bayramının hemen ardından, Frederika annesi ve kardeşiyle Strazburg’a geldi. Orada kaldığı süre boyunca birlikte geçirdikleri zaman mutlu olsalar da nedense Frederika kendini tamamıyla rahat hissetmiyordu. Bunun ardından Goethe onunla yalnızca, mutluluklarını yansıtan doğa onları çevrelerken baş başa kalabildikleri kırsalda mükemmel bir duygudaşlık yakaladıklarının farkına vardı.
Goethe, Hamsin Yortusu’nda tekrar onun evine gidip kısa bir ziyaretin ardından çalışmalarına dönmek niyetindeydi. Ancak Frederika pek iyi değildi. Günler, hatta haftalar geçmesine rağmen Goethe hâlâ Sesenheim’dan ayrılmamıştı. Ziyareti sırasında köyde oldukça ünlenen Goethe; hasır işini öğrenmek, papazın at arabasını boyamak ve papaz evinin yeniden inşasının planını çizmek gibi çeşitli uğraşlar ediniyordu. Homeros çalışmasına devam edip Frederika’ya The Songs of Selma’dan yaptığı çeviriyi okuyordu. Bu sırada, âşıkların tutkusu durmadan büyüyerek kalplerinin derinlerine kök salıyordu.
Nihayet haziran ayının ilerleyen zamanlarında çoktandır bekleyen diplomasını almak için oradan gönülsüzce ayrıldı. Üniversite yönetimi, tezinde öne çıkan fikirlerin bazılarından hiç memnun kalmasa da yeteneğini kabul edip onu bir kamu münazarasında yer almaya yönlendirdi. Buyruk yerine getirildikten sonra lisans diplomasını aldı.
Goethe birkaç arkadaşıyla Yukarı Alsace’ta çıktığı kısa turun keyfini çıkarıyordu. Dönüşte Sesenheim’a bir veda ziyaretinde bulunup ağustosta bir kez daha Frankfurt’taki evine döndü.
Frederika’yla son konuşmasında ona bunun onu son görüşü olduğuna yönelik hiçbir imada bulunmadı. Yine de Goethe öyle olduğunu biliyordu. Bir sonraki karşılaşmaları sekiz yıl sonraydı ve birbirlerine yalnızca eski dostlar gibi davrandılar. Frederika ve ailesi, Goethe’nin ona evlilik teklif edeceğinden hiç şüphe duymamıştı. İlk başlarda evlilik düşüncesi Goethe’nin aklında hiç yoktu. Yalnızca Frederika’nın varlığı, tatlılığı, zarafeti ve güzelliğinin verdiği sevinç hissinin keyfini çıkarıyordu. İşin sonunda bu genç kızın kalbini kazanmanın getirdiği sonuçları engelleyemediği vakit, zihninde uzun süren şiddetli bir mücadele belirdi. Evlenme hazırlığı yapsalardı, Frederika onu gerçekten mutlu edebilirdi. Üstelik o da Frederika’yı zihninde bu mücadeleyi verecek kadar çok seviyordu. Hatta babasının bile onu gelini olarak kolayca kabul edeceğinden hiç şüphe duymuyordu. Öte yandan evlilik düşüncesi onu tiksindiriyordu. Tam da kaderinin bilincine varmaya başladığı bu dönemde evlenerek dehasını ortaya çıkarması için gerekli olan özgürlüğünü kısıtlamak istemiyordu. Frederika’yı derinden sevdiği kadar ona karşı güçlü bir yükümlülük de hissediyordu ama bedeli ne olursa olsun özgür olması gerektiğine karar verdi.
Frederika’ya yönelik bu davranışını asla meşrulaştırmaya çalışmadı. Günlerce yaralı vicdanının sancısını çekti. Mutlu bir evliliğin mümkün olduğu aşamaya ulaşmadığı için son kararında haklıydı. Ancak şunu da iyi biliyordu ki böylesi önemli bir meselede, durumun doğası gereği hayal kırıklığıyla sonuçlanabilecek bir beklenti yaratmamalıydı. Heyecanlı mizaca sahip bir şair için onu büyüleyen bu güç tümüyle karşı konulamazdı. Frederika aşkıyla birlikte sahip olduğu her şeyi kaybetmiş olsa da onları birbiriyle birleştiren bağın kopmasına kalıcı bir kırgınlık duymadı. Büyük olasılıkla, ayrılıklarına yol açan şeyin daha derin sebeplerden kaynaklandığını düşündü. Kısa bir süre için birlikte dolaştıkları bu güzel ve romantik dünyanın hatırasını tüm hayatı boyunca canlı tuttu. Hatta kendisine talip olan başka insanlara, “Goethe’nin sevdiği bu kalp başkasına ait olamaz,” yanıtını verdiği söylenir.
Frederika’ya duyduğu aşk da onu en az Herder’le ilişkisi kadar güçlü, fakat başka bir yönden etkilemişti. Onunla tanıştığında da, ondan ayrılığında da zevk ve acının en derinlerine dalıp birbiriyle karşı karşıya gelen en kuvvetli hislerin çatışması arasında kalmıştı. Aşkla temas etmesi onun dehasını özgürce kullanmasına vesile oldu. Eski bir halk şarkısı olan Heidenröslein’ı yeni bir biçimde sunduğu dönemde kendi tutkusuna ses veren çeşitli şarkı sözleri yazdı. Her ne kadar kısa olsalar da bu mükemmel şarkı sözleri, onun şiirsel niteliklerinin karakterini ciddi biçimde bulabileceğimiz en erken dönem eserleridir. Şarkı sözleri, ilk gayretlerinin aksine geleneksel kalıpların izlerini taşımaz, ancak onun kendi içsel dünyasının dolaysız dışavurumuydular. Beş yüz yıldır (Walther von der Vogelweide’ın muhteşem dizelerini ortaçağ saraylarında krallara okuduğu dönemden beri) şiirde güç ve tatlılığın böylesine iç içe geçtiği bir örnek Almanya’da kök salmamıştı. Bu erken dönem şiirlerinde, yeni bir ilkbahar döneminin başlangıcının heyecan verici gücünü hissederiz. Onlar yer ve gökyüzünün güzelliğine duyulan tutkulu bir hazla doludur; aşkı konu alan her dizede samimiyet izleri taşır. Asil ve kusursuz melodiye sahip dörtlüklerde, hislerine en doğal çıkışı bulan bir zihinden kolaylıkla aktığı izlenimini yaratırlar.

Üçüncü Bölüm
Goethe eve vardıktan bir gün sonraki yirmi ikinci yaş gününde (28 Ağustos 1771) Frankfurt’ta avukatlık yapabilmek için başvuruda bulundu. Birkaç gün sonra avukatlık ve vatandaşlık yeminini ederek işe başlayan Goethe, çok geçmeden ilk davasını aldı (epey sıradışı bir davaydı, babasına dava açan bir çocuğu savunması gerekiyordu). Dava, müvekkilinin lehine sonuçlansa da hem Goethe hem de karşı tarafın avukatı dava sırasında kullandıkları sert ifadelerden dolayı birbirlerine sitem ettiler. Kış boyunca yalnızca bir dava daha üstlendi. Hukuk, Goethe’nin ilgisini çok az çekiyor olsa da bu işi profesyonel olarak yapmasının tek sebebi oğlunun seçkin bir avukat olduğunu görmeye kararlı olan babasını memnun etmekti.
Bu dönemde yürüttüğü tüm çalışmalar içerisinde onu en çok etkileyeni Shakespeare okumasıydı. Nihayetinde, taparcasına sevdiği bu şair vesilesiyle içinde uyanan duygu ve düşünceleri ifade etmenin bir yolunu bulması gerektiğini hissetti. Bunun ardından, 14 Ekim’de babasının evinde bir Shakespeare festivalinin düzenlenmesine karar verdi. Koordineli olarak Strazburg’da da benzer bir festival olacak şekilde bir düzenleme yapılmalıydı. Plan gerçekleştirildi ve Goethe -kendi deyimiyle- “dünya tarihinin gözlerimizin önünde, görünmez bir zaman ipliğinde hızla ilerlediği” oyunlara yönelik hayranlığını coşkulu bir dille ifade etti.
On altıncı yüzyılda Büyük Köylü İsyanı’nda önemli bir rol oynayan demir elli şövalye Goetz von Berlichingen’in otobiyografisiyle Strazburg’da karşılaşmıştı. 1480 yılında doğan Goetz, ortaçağı modern dünyaya bağlayan dönemde adalet ve özgürlüğe hizmet ettiğini düşündüğü amaçlar uğruna kahramanca çarpışan savaşçılar arasında en yiğit olanıydı. Kendinden sonrakilerin onu yanlış anlamalarını engellemek amacıyla kaleme aldığı otobiyografisi, maceralarının içten ve yalın bir kaydıydı. Goethe onu okurken, görünüşteki farklılıklara rağmen Goetz’ün mücadele ettiği baskılarla kendi döneminde düşüncenin ve yapmacıklıktan uzak duyguların yeşerişine ket vuranlar arasında aslında oldukça büyük bir benzerlik olduğunu fark etmişti. Goetz dönemindeki tiran güçlerin, ruhunu zayıflatmasına asla müsaade etmeyip bireyselliğini ortaya koyarak kendi yüksek amaçlarına sadık kalmıştır. Goethe’nin karşısında arzularına ifade aracı olabilecek bir figür durmaktaydı. Bunun ardından Goetz’ü, ilk oyununun kahramanı yapmaya karar verdi.
Taslağa başlaması biraz gecikse de tüm düşünce ve dileklerini paylaştığı kız kardeşi Cornelia’nın da desteğini alarak 1771 yılı kışının başlangıcında işe koyulup yıl sonu gelmeden orijinal biçimiyle oyunu tamamladı. Bu biçimiyle eserin başlığı Geschichte Gottfriedens von Berlichingen mit der eisernen Hand, dramatisirt’di (Demir elli Gottfried von Berlichingen’in tarihi, dramatize edilmiş hali). Yazma sürecinde yazdığı her kısmı günün sonunda kız kardeşine okuyan Goethe, onun gösterdiği içten ilgiyle daha da cesaretlendi. Oyunun kopyalarını elyazması halinde Salzmann ve Herder’e gönderdi. Salzmann arkadaşını tebrik etmekte hiç vakit kaybetmezken, Goethe’nin dört gözle beklediği Herder’in cevabı epey uzun bir süre gelmedi.
Hemen hemen aynı dönemde Goethe dostluğuna büyük önem verdiği biriyle tanıştı. Bu kişi, ondan sekiz yaş büyük olan Darmstadt kuvvetlerinin veznedarı Merck’ti. Uzun, cılız ve hantal görünüşlü bir adam olan Merck, arkadaşlarına mükemmel biçimde sadık bir edebiyat düşkünüydü. 1771’in sonuna doğru Frankfurt’taki bir kitapçı, 1772’nin başlarında yayına başlayacak Frankfurter Gelehrten Anzeigen (Frankfurt dergisi veya Frankfurt âlimden bilgiler) isimli dergiyi Merck’in yayına hazırlamasını istedi. Merck teklifi kabul edip yazarlarla sözleşme yapmak için Frankfurt’a geldi. Goethe onunla bu ziyareti sırasında tanıştı. İkili hemen arkadaş oldular. Goethe de Gelehrten Anzeigen’ın kadrosuna katılıp iki sene boyunca çeşitli türden kitaplarla ilgili birçok eleştiri kaleme aldı. Bu eleştiri yazılarından Goethe’nin fikirlerinde, yargılarında ve onları ortaya koyuş biçimindeki bağımsızlık, canlılık, tazelik, keskinlik ve renklilik açıkça anlaşılıyordu. Güvenle söylenebilir ki tüm büyük şairler aynı zamanda büyük eleştirmendir de. Goethe de bu ilk eleştiri uğraşlarında, kabiliyetlerinin olgunlaştığı dönemde bu kurala istisna olmayacağının izlerini yeterince açık bir biçimde vermişti.
Goethe, Merck’i Darmstadt’ta birçok kez ziyaret etti. Orada Herder’in nişanlısıyla da yakın arkadaş oldular. Kadın, Bückeburg’daki nişanlısına sık sık Goethe’yi anlatan mektuplar yazdı. Bir seferinde Goethe, Frankfurt’tan Darmstadt’a yürürken şiddetli bir rüzgâra yakalanıp bir kulübeye sığınmak zorunda kaldı. Burada ağzından Wanderers Sturmlied’e (Gezginin fırtına şarkısı) ait olan dizeler döküldü. Bu mısralar, Jupiter Pluvius’un gücünü kutlamasıyla başlıyor, şairin kendi ruhunu zaman ve mekânda vuku bulan olumsuz durumlardan bağımsız kılmasına olanak veren dehayı öne çıkardığı çılgın ve düzensiz bir dizi mısrayla da devam ediyordu. Ayrıca bir şairin, sıradan genç bir anneyle (hiç kuşkusuz Niederbronn’daki deneyimlerini akla getiren) antik tapınak kalıntılarından alınan taşlardan yapılmış bir kulübede sohbet ettiği Wanderer (Gezgin) ismindeki hoş şiiri de bu döneme aittir.
Babasının ve kendi akranı olan birçok genç avukatın geleneksel olarak yaptığı gibi Goethe’nin de Wetzlar’da bulunan imparatorluk mahkemesindeki işlerle ilgilenip deneyim kazanarak bu alandaki yeteneklerini kusursuz hale getirmesi bekleniyordu. Bu nedenle Goethe, Mayıs 1772’de Wetzlar’da bir daire kiraladı. İmparatorluk mahkemesindeki her avukat kendi uğraşını kendi seçiyordu ve Goethe de basit bir uğraş seçmekle yetindi. Wetzlar, Lahn nehrinin sol kıyısındaki büyüleyici kırsal alanda bulunan küçük bir şehirdi. Aydınlık yaz günlerinde, Goethe eski hukuk kitaplarına gömülmektense kimsenin olmadığı sakin vadilerde gezintiye çıkıp eskiz defterini manzara resimleriyle dolduruyordu. Ayrıca Yunan şairlerini okumaya da oldukça fazla bir zaman ayırıyor, özellikle de Pindaros’u okumaktan büyük haz alıyordu.
Ancak doğadan ve hatta Pindaros’tan aldığı haz bile çok geçmeden daha büyük bir tutkunun etkisi altına girmesiyle ikinci plana atıldı. Frederika’yla ayrılığı ona hâlâ üzüntü veriyor olsa da yaşadığı ayrılığın şokunu yeni bir tutkunun etkisi altına girebilecek ölçüde atlatmıştı. Hatta bu durum çok geçmeden gerçeğe dönüştü. Bir akşam Wetzlar’daki akrabalarıyla birlikte komşu kasabada gerçekleşecek bir baloya katılmak için yola çıktılar. Akrabalarının bir arkadaşı da onlara eşlik edecekti ve onu almak için arabayı durdurdular. Bu kişi, Wetzlar’daki bir devlet memurunun kızı olan Charlotte Buff’tu. On iki çocuklu bir ailenin en büyük ikinci çocuğu olduğundan dolayı annesinin yakın zamandaki vefatından sonra ev işlerini Charlotte devralmıştı. On dokuz yaşında, sarı saçlı ve mavi gözlü güzel bir kızdı, kıvrak zekâsını ortaya çıkaran bir beceriyle en zor işleri hallederken bile canlılığını ve neşesini korurdu. Ona ilk bakışta âşık olan Goethe’nin karakterine özgü taşkınlığı yüzünden bu durumu gizlemesi mümkün değildi. Her gün öğleden sonra onu ziyaret ediyor, çocuklar onların etrafında oynarken çimlerde bu genç kadının ayaklarının dibinde yatmaktan büyük bir zevk alıyordu. Hatta karşı koyamadığı bir güçle oraya çekildiğinden dolayı akşam vakitlerini de sık sık onların evinde geçiriyordu. Charlotte de (ya da herkesin ona hitap ettiği gibi Lotte) tanıştığı tüm erkeklerden çok farklı olan bu genç adama ilgi duyuyordu. Ancak onu arkadaştan öte görmüyordu, gösterdiği yakınlığı ve sevgisi de bir arkadaşa gösterdiğinden fazla değildi. Ne Lotte ona beklediği sevgiyi verdi ne de Goethe ondan bunu bekledi, çünkü genç kadın zaten bir başkasıyla nişanlıydı. Sevgilisi Kestner, Brunswick Elçiliği’nde kâtiplik yapıyordu. Goethe’den aşağı yukarı sekiz yaş büyük olan Kestner; katı disiplinli, hünerli, sözünden dönmeyen ve görevine sadık bir adamdı. Bunun yanında edebiyat konusunda da epey bilgiliydi. Goethe, Lotte’yle tanışmadan önce Kestner’i az çok tanıyordu. Çok geçmeden de Kestner’le ciddi bir yakınlık kuran Goethe, ondaki yiğitlik ve cömertliğe hayran kaldı. Kestner hiç kuşku yok ki Goethe’nin kalbinde kopan fırtınanın farkındaydı, ancak ne sözleri ne de bakışlarıyla ufacık dahi olsa bir kıskançlık gösterip de Lotte’nin özgürlüğünü kısıtlamak istemiyordu.
Bu ilişki Goethe için çok zorluydu, onu huzursuz ve mutsuz ediyordu. Nihayet dayanılmaz bir hal alan bu durumdan kaçarak kurtulmaya karar verdi. 10 Eylül’de Kestner’le bir parkta akşam yemeği yedikten sonra geceyi çiftle birlikte Lotte’nin evinde geçirdi. Konuşma hiç olmadığı biçimde karamsar bir hal almaya başlayınca Lotte görünmez bir dünyaya gönderme yaparak sohbetin yönünü ciddiyetle çevirdi. Odasına döndüğünde her ikisine de veda mektubu yazdı. Sabah kalktığında yalnızca Lotte’nin mektubuna ayrı bir satır daha ekledi: “Her daim neşeli kal, sevgili Lotte, hep mutlu ol ve bunu hiç kaybetme! Ve ben, sevgili Lotte, senin gözlerinde değişmeyeceğime yönelik inancı gördüğüme öyle mutluyum ki… Elveda, binlerce kez elveda!”
Goethe, Lotte’yi her ne kadar aklından çıkaramasa da kendi mezarından hatta eli kulağında bir tehlikeden kaçtığı hissiyle aynı günün sabahı Wetzlar’ı terk etti. Henüz yayımlanan Die Geschichte des Fraulein von Sternheim

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/james-sime/goethe-nin-hayati-69403369/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Frankfurt am Main, Main nehri kıyısında kurulmuş olan, 730.000’den fazla nüfusuyla Hessen eyaletinin en büyük; Almanya’nın ise Berlin, Hamburg, Münih ve Köln’den sonra beşinci büyük şehridir. (ç.n.)

2
Paskalya yortusundan bir önceki hafta kutlanan Kutsal Hafta (Çile Haftası da denir), Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmeden geçirdiği son günleri simgeler. Hırisitiyanlar bu hafta her gün farklı bir olayın anısı kutlarlar. (e.n.)

3
Goethe, Hermann Hesse gibi yazarları etkilemiş olan, özellikle Almanya’da güçlü olan Protestanlık kökenli din akımıdır. Pietizm, dinsel yaşamda reform olmasını amaçlar. Özellikle mistik bir anlayış geliştirmiş ve kişisel duyguyu dindarlığın temel ögesi sayarak kişisel ahlakı güçlendirmeye çalışmıştır. Dogmacılık ve kilise baskısına karşı çıkan bir öğretidir. (e.n.)

4
Emile, J. J. Rousseau, çev. Yaşar Avunç, İş Bankası Kültür Yayınları, 2009 (e.n.)

5
Wakefield Papazı, Oliver Goldsmith, çev. Arzu Tontu Özgen, Doruk Yayınları, 1996 (e.n.)

6
Hamlet, William Shakespeare, çev. Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008 (e.n.)

7
İlyada, Homeros, çev. Azra Erhat, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014 (e.n.)

8
Odysseia, Homeros, çev. Azra Erhat, İş Bankası Kültür Yayınları, 2014 (e.n.)
Goethe′nin Hayatı James Sime
Goethe′nin Hayatı

James Sime

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Johann Wolfgang von Goethe, Alman edebiyatı dendiğinde akla gelen ilk isimdir. Pek çok dile çevrilen eserleri nesilden nesile aktarılmış, hem çağdaşlarını hem de kendisinden sonra gelenleri etkilemiş, dünya edebiyatında büyük izler bırakmıştır.

  • Добавить отзыв