Gizemli Kütüphane
Oliver Tearle
Bir Kitapseverin Kitap Rafları Arasındaki Seyahati
Gizemli Kütüphane, okuru ilginçliklerle dolu dünya tarihinde, kitabın izinde büyüleyici bir gezintiye çıkarıyor.
Oliver Tearle, dünyamızın bugünkü halini almasına katkıda bulunmuş ünlü kitapların sayfalarını karıştırmakla birlikte, zamanla gözden düşerek tarihin raflarında saklı kalmış kitapların tozunu alıyor.
Bu kitabı okurken kitapları Dickens’tan fazla satmış ancak zamanla unutulmuş Victoria dönemi roman yazarı, Amerika’da şiirleri basılan ilk kadın şair ve İngiltere’nin yemek masalarına çatalı tanıtan sıradışı gezgin hakkında bilgi edineceksiniz. Gizemli Kütüphane roman, oyun, gezi, bilim, yemek ve fıkra kitapları ile spor yıllıkları gibi çeşitli türden kitapları keşfe çıkarak tarihimizin birçok büyüleyici yönüne ışık tutuyor. Aynı zamanda kitap, çeşitli eserlerle tarihi isimler arasındaki şaşırtıcı bağlantıları gözler önüne seriyor. Homeros’un İlyada’sıyla Ezop Masalları arasında nasıl bir bağlantı olabilir ki?
Gizemli Kütüphane her türden kitap ile dünya tarihi arasındaki kesişimleri keşfederek bu az bilinen hikâyelere ışık tutuyor.
Oliver Tearle
Gizemli Kütüphane
GİRİŞ
Issız adaya düşse yanına almak isteyeceği kitap sorulduğunda G. K. Chesterton, Thomas’ın Pratik Gemi Yapımı Kılavuzu cevabını vermişti. Böylesine muzip bir cevap muhtemelen insanları gülümsetmişti ancak aynı zamanda Chesterton’ın bir daha asla ıssız ada geyiklerine dahil edilmemesine yol açtı. Chesterton’ın nüktesi bize basit ancak sıklıkla unutulan bir gerçeği hatırlatıyor: Kitap dediğimiz şey, sadece harika edebi eserler olmayabilir. Kitaplar her zaman “daima okumak istediğiniz ancak gerekli zamanı veya cesareti bulamadığınız romanlar”dan da ibaret değildir. Dönemine teknik açıdan fayda sağlamak için yazılmış bir kitabın söz konusu toplumun tarihine etkisi çok büyük olabilir.
Öklid’in iki bin yıldan uzun zaman önce yazılmış olan Elementler’ini ele alalım. Muhtemelen pek az kitap kurdu uzun bir iş günü sonrası yatağında Öklid okur, ancak Elementler’in önemi ölçülemeyecek kadar büyüktür (konusuna bakıldığında bu, biraz da ironiktir). Aynı şekilde pek az okur akşamları eline Dr. Johnson’ın Sözlük’ünü alıp sıcak su dolu bir küvete uzanmayı düşünür; ama Webster’ın Sözlük’ünden dünyanın en bilinen sözlüğü sayılabilecek Oxford İngilizce Sözlük’e kadar o zamandan beri yazılan tüm sözlükler Johnson’a borçludur. Bu türden kitaplar yazıldıkları dönemi yansıtmakla birlikte kültürel ve entelektüel gelişimi yönlendirmeye de yardımcı olmuştur. Elinizdeki kitabın konusu da bu eserlerdir.
Gizemli Kütüphane, kitaplara dair bir süredir merak ettiğim soruların cevaplarını bulmayı ve yeni şeyler keşfetmeyi amaçlıyor. Bu soruların bazılarını blog sayfam “İlginç Edebiyat: Edebiyatın İlginçlikleriyle Dolu Bir Kütüphane”de cevaplamaya çalıştım. Ancak birçoğuna, özellikle de edebi olmayan metinlere dair sorulara ilk kez bu kitapta yer verdim. Öklid’in bu kadar önemli ve çığır açan çalışmaları nelerdi? Bilimkurgu metinleri geleceği hiç doğru tahmin edebildi mi? İlk yemek kitabını kim yazdı? Victoria dönemi yazarları o kadar iffetli miydi ve romanlarında cinselliğe gerçekten utangaçlıkla mı yaklaşmışlardı?
Gizemli Kütüphane’de bunları ve benzer soruları cevaplamaya çalışacağım. Kitabın birbirine bağlı iki amacı var: tanınmış kitapların az bilinen yanlarını ve az bilinen, gizli kalmış kitapların dünyayla olan şaşırtıcı ilişkilerini açığa çıkarmak. Bu kitap bilinende bilinmeyen, bilinmeyendeyse tanıdık bir yan arıyor. Kısacası daktiloyla, kalemle veya dikte edilerek yazılan, çizilen ya da intihal edilen tüm iyi bilinen ve bilinmeyen eserler hakkındaki bazı gizli gerçekleri ortaya çıkarmayı amaçlıyor.
Kitap dünyasının derinlerine indiğimizde anlatılmayan birçok hikâyeyle karşılaşıyoruz. Klasik dönem Yunan şairi Homeros’u herkes bilir, peki ya Homeros hakkında parodiler yazanları? Edgar Allan Poe’nun kısa hikâyelerine hayranlık duyuyoruz; ancak pek az kimse kendisinin ömrü boyunca yalnızca bir kitabının, hem de şaşırtıcı bir kitabının iyi sattığını bilir. Hepimiz Shakespeare’in Hamlet adlı oyunu yazdığını biliriz, ancak Hamlet’i yazan ilk kişi o değildi.
Bu kitabın konusu gözden kaçan, kütüphane raflarının arkalarına düşen ve büyük ölçüde unutulan kitaplar. Ancak bazen sayfaları çevrilmekten yıpranan kitapları da ele alacağız: Dante’nin İlahi Komedya’sının az bilinen bir kitap olduğunu iddia edemem, ama kaç kişi bu kitabı okumuştur? Dolayısıyla ortaçağ edebiyatının en iyi saklanan sırları böylesine havalı eserlerde saklanmış olabilir.
Gizemli Kütüphane’nin amacı tüm zamanların en önemli doksan dokuz kitabı veya “herkesin okuması gereken doksan dokuz kitap” listeleri oluşturmak değil. Özellikle de söz edeceğim kitapların birçoğunun modern zamana ulaşmamasından dolayı bu mümkün değil. Hatta bir tanesi muhtemelen hiç var olmamıştı bile. (Bu eserlerin hepsi kitabın ilerleyen bölümlerinde açıklanacaktır.) Bu kitap, hem bilinen hem de adları unutulmuş eserlerle dolu hayali bir kütüphanenin etrafında yapılan kısa bir tren gezisi, ilginçliklerle dolu bir derlemedir. Bahsettiğim her eser, yazıldığı çağa dair bir şeyler anlatıyor ve sorduğum sorulara ilgi çeken cevaplar sunuyor.
Bu kitap antikçağdan günümüze tarihi ve kültürel açıdan önem taşıyan dönemleri ana hatlarıyla kapsayan dokuz bölümden oluşmaktadır: antikçağ, ortaçağ, Rönesans ve sonrası. On yedinci yüzyılın ortalarından sonra her şey, yeni keşfedilen Amerika kıtasında kitap basılmaya başlanmasıyla daha ilginç ve karmaşık bir hal aldı. Amerika’da edebiyatın gelişiminin tarihini ayrı olarak on yedinci, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl bölümlerinde anlattım; aynısı kıtada yaşanan diğer gelişmeler için de geçerlidir. Yirminci yüzyıl Batı modernizmini konu alan son bölüme ise her ülkeyi dahil ettim.
Kütüphane turumuza başlamadan önce bir şey daha belirtmek istiyorum. Dokuz bölümdeki başlıkların her biri, bir öncekiyle bir şekilde ilişkilidir. Bazen iki kitap arasındaki bağlantı oldukça belirgin olurken, bazen bu bağlantının farkına varmak biraz zaman alacaktır. Ancak bu ilişki kesinlikle mevcuttur. Umarım bu bağlantıları ararken en az benim kadar keyif alırsınız.
Oliver Tearle
KLASİK DÖNEM
Klasik dönemin mirası günlük hayatımızın birçok alanına ulaşmıştır. Demokrasi, tiyatro, lirik şiir, olimpiyatlar, felsefe ve mimarinin önemli bir bölümünün kökleri Antik Yunan’a dayanmaktadır. Ancak klasik dönem atalarımızın kurduğu dünyanın izleri, hayatın her alanında az da olsa görülmektedir. Örneğin modern İngilizceyi ele alalım: Horace’ın şiirindeki “anı yaşa” anlamına gelen carpe diem deyimi ve Yaşlı Plinius’un “gerçek şarapta gizlidir” anlamındaki in vino veritas söyleyişi sıklıkla kullanılmaktadır. İngiltere’de çoğu kişi her gün Virgil’in şiiri Aeneid’den bir parçayı yanında taşımaktadır: Madeni sterlinlerin kenarlarına Virgil’in şiirinde geçen “bir süsleme ve muhafız” anlamındaki decus et tutamen mısrası işlenmiştir. Amerikalıların paralarında da Latince bir deyim yer almaktadır: “birçok şeyden meydana gelen tek şey” anlamındaki E pluribus unum. Bu söyleyiş de Virgil’e ait bir metne dayanmaktadır ve dahası bu metin, fesleğenli makarna sosu tarifidir.
Klasik dönemden bugüne ulaşamayan edebi ve felsefi eserleri, bilimsel ve matematiksel çalışmaları düşününce bu, çok daha etkileyicidir. Günümüze dek varlığını sürdürememiş klasik dönem eserlerinin bugün kültürümüzün bir parçası olduğunu düşünün. Sofokles’in yüzlerce oyunundan sadece yedi tanesi yerine hepsi korunabilseydi ne kadar da zengin bir kültüre sahip olurduk. Şu an hiç kimsenin üniversite edebiyat derslerinde Aristoteles’in komedi teorisi ve şiir kitabının ikinci kısmı üzerine çalışamamasının tek nedeni, kopyalarının günümüze ulaşamamış olmasıdır.
Hem elinizdeki kitabın ana konusu kitaplar olduğu için hem de kitap kavramının kendisi tam olarak antik dünyada ortaya çıktığı için antik dünyayla başlamak makul gözüküyor. Dünya üzerindeki en eski kitabın Etrüsklerin yaklaşık 2.500 yıl önce yazılmış ve sadece birkaç sayfadan oluşan Altın Kitap’ı olduğu söylenir. Kitabın 24 ayar altından altı adet sayfası mevcuttur ve sayfalar birbirine halkalarla tutturulup tek bir parça haline getirildiği için bu eseri “kitap” olarak sınıflandırabiliriz. Maalesef bu eser yirminci yüzyılın ortalarında keşfedildi ve yazıldığı Etrüsk dili hakkında çok az şey bildiğimiz için deşifre edilmesi biraz zor oldu demek hafif kalır. Bugün bile eserin konusu hakkında en ufak fikrimiz yok.
Neyse ki deşifre edip okuyabileceğimiz birçok şiir, kurgu, tiyatro oyunu, felsefi ve bilimsel eser mevcut. Bu yüzden Etrüsk yazmasının anlaşılmaz gariplikleri üzerine kafa patlatmaktansa bu eserlerin birkaçına göz atalım.
Homeros’un Destanları
Homeros’u iki epik şiiriyle tanıyoruz: Truva Savaşı hakkındaki İlyada ve Odisseas’ın evi İthaka’ya dönerken başından geçenleri konu alan Odysseia. MÖ sekizinci yüzyıl civarında yazılan İlyada, Batı edebiyatının ilk büyük eseridir. Truva ve birkaç Yunan şehir devleti arasında on yıl süren savaşı, özellikle son safhalarına vurgu yaparak anlatmaktadır. İlyada’da korku saçan Amazonlara (Homeros’un “erkeklerle eşit” anlamına gelen “antianeirai” adını verdiği kadın savaşçılar), Agamemnon ve Aşil gibi kahraman fatihlere değinilmiştir ki bunlar değindiği figürlerin sadece küçük bir kısmıdır.
Homeros’un kim olduğu gizemini korumaktadır. Ne zaman yaşadığını bilmiyoruz, hatta gerçekten yaşayıp yaşamadığını da. İlyada’nın kompozisyonundaki doğal titizlik de gizemini koruyor; şiir, muhtemelen sözlü kültürün bir parçası olarak ortaya çıktı ve çok sonralarda yazıya döküldü. Ancak üç bin yıl geçmesine rağmen Homeros’un efsanedeki kör ozan olup olmadığı bilinmiyor.
Victoria dönemi roman yazarı Samuel Butler, Homeros’un kadın olduğunu öne sürmüştür; başkalarıysa İlyada’nın pek çok kişinin ortak eseri olduğunu savunmuştur.
İlyada’da yer alan öyküler günlük hayatımızın birçok alanında yer etmiştir. Yunanların büyük bir tahta at içinde düşmanlarının şehrine kurnazlıkla girme öyküsü Truva atına (zararsız bir görüntünün altında kendini gizleyerek bilgisayara giren kötü yazılımlar) ilham vermiştir. İngilizcede kabadayılık etmek anlamına gelen hector fiili, Hektor adlı karakterden gelmektedir. Günümüzde de tek bir zayıflığı haricinde yenilmez görünen birinin zayıf noktasını vurgulamak istediğimizde “Aşil’in topuğu”ndan bahsederiz ki bu, Yunan kahramanın bedenindeki tek zayıf noktaya atıf yapan bir ifadedir. (Ancak ilginç bir biçimde Homeros bu hikâyeden bahsetmemiştir, bu da Aşil’in topuğu hikâyesinin daha sonralarda ortaya çıktığını göstermektedir. Öte yandan Aşil, İlyada’da tamamen yenilmez biri olarak betimlenmemiştir; bir seferinde dirseğine gelen mızrakla yaralanmıştır.)
Herkesin İlyada hakkında bildiği bir şey vardır: İlyada’da Truvalılar ve Yunanlar arasındaki savaş anlatılır. Ancak bu pek de doğru değildir. Richard Jenkyns’in Classical Literature (Klasik Edebiyat) adlı kitabında belirttiği gibi Yunanlar olarak bahsettiğimiz taraf, kendini “Yunan” olarak görmemekteydi. Yunan ismi onlara daha sonralarda Romalılar tarafından verilmiştir. Yunanlar olarak adlandırdığımız taraf kendini Helenler olarak adlandırmaktaydı, fakat İlyada’ya baktığımızda durum daha da farklıdır. Çünkü Homeros onlardan Yunanlar veya Helenler olarak değil; Akalar, Argoslular veya Danaolar olarak bahsetmiştir. Dahası, Truva Savaşı on yıl sürmüştür, oysa Homeros’un İlyada’sında savaşın yalnızca son birkaç haftası anlatılmaktadır. Hatta savaşla ilgili yirmi dört kitaplık bu eserin yirmi ikisinin yalnızca birkaç günü betimlediği söylenebilir.
Klasik dönemde Homeros, İlyada ve Odysseia’nın yanında birkaç eserin daha yazarı olarak anılmaktaydı. Bunların arasında, oldukça akılsız başkahramanının adını alan komedi şiiri Margites vardı. Margites deli, ukala, kendini beğenmiş ve hepsinden öte aptal bir karakterdir. O kadar aptaldır ki kendisini annesinin mi babasının mı doğurduğunu dahi bilmez. Şiirin büyük bölümü günümüze ulaşamasa da klasik dönemlerde oldukça popüler olduğunu biliyoruz. Philodemus adlı bir filozof yazılarında “Margites kadar deli” ifadesini kullanmıştır. Tilkinin pek çok şey bildiğini, diğer taraftan kirpininse tek bir şeyi bildiğini ama o şeyin en önemlisi olduğunu söyleyen deyişin kökeni de Margites’e dayanmaktadır ve o zamandan bu yana pek çok yazar ve düşünür tarafından kullanılmıştır.
Ancak Margites’in yazarı gerçekten Homeros muydu? Akademisyenler bu konuya şüpheyle yaklaşıyor. Aristoteles gibi büyük bir düşünür Poetika’da şiirin Homeros’a ait olduğundan söz etmiştir. Ama başkaları buna pek de kulak asmamıştır ve Margites’in başka bir Yunan yazar olan Pigres tarafından yazılmış olmasını daha olası bulmaktadır. Aristoteles’in Homeros’a ait olduğunu söylediği ancak o zamandan bu yana tarihçilerin yazarının kimliği konusunda ortak bir noktada buluşamadığı bir başka şiir “Kurbağaların ve Farelerin Savaşı” anlamına gelen Batrachomyomachia’dır. Şiir, yazarın İlyada’daki kahramanlarla alay ettiği, Yunanlar ve Truvalıların amfibiler ve kemirgenlerle yer değiştirdiği dev bir parodidir. En başından beri veya neredeyse o zamandan beri, Batı edebiyatçıları birbirleriyle alay etmektedir.
Batrachomyomachia’da anlatılana göre Kurbağa Kral, Fare Kral’ı tam gölün karşısına geçiriyormuş ki bir suyılanı fark etmişler. Kurbağa Kral içgüdüsel olarak kendini korumak için suyun altına dalarak Fare Kralı sırtından atmış. Zavallı Fare Kral boğulmuş, halkı (affedersiniz, fareleri demek istedim) Kurbağa Kral’ın davranışını kasten cinayet olarak yorumlayarak Kurbağa Kral’dan ve halkından (affedersiniz, yani kurbağalarından) intikam almaya yemin etmiş.
Elizabeth dönemi şairi George Chapman, Batrachomyomachia’yı İngilizceye çevirdi, ancak Keats “Chapman’ın Homeros’una İlk Bakışta” adlı sonesini kaleme alırken muhtelemen kurbağa ve fare şiiri aklında yoktu. Gene de alaycı destan, savaşın anlamsızlığını vurgulamakla birlikte Truva Savaşı’nın ihtişamını ve yaşanan kahramanlığı tümüyle gölgeleyerek Homeros’un İlyada’sındaki savaş tasvirine kafa tutmaktadır. Batrachomyomachia’daki savaş önemsiz bir çekişmeden fazlası değildir. İlk komedi şiirlerinden biri olmakla birlikte Batrachomyomachia, ilk savaş karşıtı şiir de olabilir.
Ezop Masalları
Pigres (veya gerçek yazarı her kimse), Batrachomyomachia’yı yazdığında edebiyatta hayvan kullanma geleneğinin çoktan oturmuş olduğunu söyleyebiliriz. Ancak hayvan hikâyeleri komik bir etki bırakmak için kullanılabilirken ahlaki eğitim için de kullanılabilir. Bunun en açık örneği Ezop Masalları’nda görülebilir. Hatta buradaki fablların biri, kurbağa fareyi gölün karşısına taşırken farenin boğulmasıyla başlar.
Platon’un Phaidon’una göre Sokrates, hapisteki vaktini Ezop Masalları üzerine şiirler yazarak geçirmiştir.
Hayvanları kullanarak fabl yazan ilk kişi Ezop değildi. Birkaç yüzyıl önce Hesiodos şahin ile bülbül hakkında, Arhilohos adlı bir şairse kartal ile tilki ve tilki ile maymun dahil birkaç farklı hayvan hakkında fabllar kaleme almıştır. Ancak fablı popüler bir tür haline getiren Ezop olmuştur. 1484 yılında William Caxton, Ezop Masalları’nı İngilizceye çevirerek “Tilki uzanamadığı üzüme koruk dermiş” ve “yalancı çobanı oynamak” gibi deyişlerin dile girmesini sağlamıştır. Fakat bazen iddia edildiği gibi “kuzu postuna bürünmüş kurt” bunlardan biri değildir. (Ezop Masalları’nın birinde kuzu postuna bürünen bir kurt olsa da deyim aslında İncil’den gelmektedir.) Bu masallardan gelen diğer deyimlerin bazıları yanlış yorumlanmıştır veya yaratıcılıkla yeni anlamlar kazanmıştır; örneğin fablların birinde aslanın bütün yemeği alıp arkadaşlarına hiç bırakmamasından gelen “aslan payı”. Artık Ezop’un fablındaki ironiyi unutarak “aslan payı”nı en büyük pay anlamında kullanıyoruz. Daha az bilinen fabllar arasındaysa “Fare ile İstiridye”, “İki Metresli Adam” ve “Etiyopya Beyazını Yıkamak” gibi örnekler mevcuttur.
Homeros’ta da olduğu gibi Ezop’un gerçekten yaşayıp yaşamadığına emin olamıyoruz. Gerçekten yaşamışsa muhtemelen MÖ yaklaşık altıncı yüzyılda, Homeros’tan birkaç yüzyıl sonra yaşadı. Tabii Homeros’un gerçekten yaşamış olduğunu varsayarsak. Ezop Masalları, sözlü geleneğin bir parçası olarak birçok kişi aracılığıyla zamanla birikerek oluşmuş bir eser olabilir. Yine de masalcı hakkında birçok efsane vardır. Bir yorumcu, Ezop’un MÖ 480 yılında Termopylae Muharebesi’nde savaştığını iddia etmiştir, ancak bundan neredeyse bir asır öncesinde öldüğü için muharebede faydalı olduğunu düşünmek zor.
Ezop adlı adamın (gerçekten var olduysa), siyahi ve engelli bir köle olduğu düşünülüyor. Ezop’un Afrika kökenli ve muhtemelen Etiyopyalı olduğu yeni bir düşünce değildir. “Etiyopya Beyazını Yıkamak” adlı fabl, deve ve fil gibi hayvanların varlığıyla bu teoriyi desteklemektedir. Ezop’un Etiyopya kökenli olduğu varsayımı sadece Etiyopyalı hakkındaki fabla değil ismine de dayanmaktadır: Maximos Planudes adlı bir âlime göre Ezop (veya Esop), “Etiop”tan gelmiştir. (Not: Muhtemelen gelmemiştir.)
İsminin kökeni bir yana, fabllara baktığımızda Ezop’un köle olması kesinlikle mantıklı geliyor. Yunan toplumunda bu kadar düşük sosyal statüde biri düşüncelerini paylaşamazdı. Okuma yazma bilecek kadar şanslıysa da içinde yaşadığı toplumu mecazla anlatmak zorunda kalırdı. Aristoteles ve Heredot da “köle” hipotezini savunmuştur, bu da edebiyat tarihçilerine Ezop’un Samos Adası’nda bir köle olduğunu düşündürüyor. İlk kez Plutarkhos tarafından anlatılan popüler bir hikâyeye göre hırsızlıktan suçlu bulunarak Delfi’de kayalıklardan atılması Ezop’un sonu olmuştur, ancak çoğu tarihçi bunun kurgu olduğunu düşünmektedir.
Fabllar ahlak kuralları üzerineyse Ezop Masalları’ndaki ahlaki öğütler nelerdir? Muhtemelen en ünlüsü Kaplumbağa ile Tavşan’daki “yavaş ve istikrarlı olan yarışı kazanır” öğüdüdür. Ancak fabl başka yorumlara da açıktır. Bu fabldan çıkarılacak ders, aşırı özgüvenin yeteneğin boşa gitmesine yol açabileceği de olabilir (tavşan yarışı kazanacağına emindir ve yarışın yarısında aptallık ederek kestirir) veya belki ikisinden de birazdır.
Midilli Adası Şairi
On dokuzuncu yüzyılın sonu, yirminci yüzyılın başı civarında Mısır’da, Kahire’nin yaklaşık 160 km güneyindeki Oxyrhynchus’taki bir çöplükte yapılan kazı çalışmalarında bazı papirüs tomarları bulundu. Bu papirüslerin arasında birkaç farklı şeyin yanında Margites’ten ve lirik şair Sappho’nun kayıp şiirlerinden parçalar mevcuttu. Sappho’nun şiirlerinden parçalar günümüzde de bulunmaya devam ediyor: 2004 ve 2012 yıllarında iki parça daha bulundu.
Yunan yazar Herodot, Herodot Tarihi adlı eserinde Sappho’yla Ezop arasında, hayatı Külkedisi’nin ilk versiyonuna ilham veren Trakyalı fahişe Rhodopis aracılığıyla bağlantı kurmuştur. (Bu tür kadınlara Yunancada “hetaerae” denirdi: zengin erkeklerle ilişki kuran yüksek zümreden kadınlar.) Herodot’a göre (ki Herodot’un söyledikleri konusunda oldukça şüpheci davranmalıyız) Rhodopis ile Ezop arkadaşmış (tabiri caizse). Rhodopis, bir Mısır firavunu tarafından alıkonulduğunda Sappho’nun erkek kardeşi Charaxus “büyük bir miktar” karşılığında Sappho’yu serbest bıraktırmış. Yani Ezop’tan Sappho’ya geçmek için öncelikle gerçek Külkedisi’nin hayatına göz atmamız gerekiyor.
Şiirlerinden pek azı günümüze ulaşmış olsa da Sappho, ölümünden sonra çoğu lirik şairin ancak hayal edebileceği bir edebi üne sahip oldu. Hakkında merak duygusunu alevlendirecek kadar az şey bilmemize rağmen veya bu kadar az şey bildiğimizden ötürü Sappho, lirik şairlerin ikonu ve kadınlar arasındaki eşcinsel aşkın sembolü oldu. Birçok takma adından biri “Kadın Homeros”tur. Platon ona “Onuncu İlham Perisi” adını takmıştır. Victoria dönemi şairi Algemon Charles Swinburne, Sappho’nun Homeros’tan ve Shakespeare’den bile daha iyi ve hatta gelmiş geçmiş en iyi şair olduğunu düşünmüştür. Eserleri günümüze parçalar halinde ulaşmış biri için bu, hiç de fena değil.
Bir âlim, Sappho’nun sesli harf kullanımına hayranlık duyduğu için eserlerinin kopyalarını oluşturma zahmetine girmiştir.
Durum hep böyle değildi. Bir zamanlar Sappho’nun şiirlerinin çok sayıda kopyası elden ele dolaşmaktaydı. Ancak zamanla, birkaç kütüphane yangını ve şiirlerdeki “ahlaksız” cinselliği onaylamayan rahipler bunun önüne geçti. Sappho’nun şiirlerinden çok azı ortaçağa ulaşabildi. Antik dönemin en iyi kadın şairinin şiirleri, ilk kez 1904’te Kanadalı şair Bliss Carman tarafından İngilizceye Sappho: One Hundred Lyrics (Sappho: Yüz Lirik Şiir) adıyla çevrilerek yayımlandı. Fakat Carman satır aralarına eklemeler yapmıştı, yani mısraların hepsi Sappho’ya ait değildi. Kitap büyük bir başarıya imza atarak modern şiirin gidişatını belirledi. Özellikle imgeci Ezra Pound, Hilda Doolittle (kendisi de Sappho gibi kadınlar arasındaki aşka yabancı değildi) ve başka birçok şair Sappho’nun tarzından etkilendi.
Sappho’nun hayatı birçok spekülasyona konu olsa da hayatını şiirlerinden bile daha az biliyoruz. Bugün lezbiyen ilişkilerden söz ediyorsak bunun iki sebebi var: Sappho’nun şiirlerindeki kadınlar arası çekim ve şairin Yunanistan’daki Midilli (Lesbos) adasından gelmesi. “Lezbiyen” oldukça yeni bir terimdir, eşcinsel kadınları tanımlamak için ilk kez 1925 yılında Aldous Huxley (sonradan Cesur Yeni Dünya’yı kaleme almıştır) tarafından yazılan bir mektupta kullanılmıştır. Öncesinde de lezbiyenlikten Victoria dönemi müstehcen şairi Arthur Munby’nin günlüğünde bahsedilmiştir. On dokuzuncu yüzyıldan önce “tribade” ve “tribadism” genel olarak kullanılan terimlerdi (Yunancadaki “sürtünmek” fiilinden türemişlerdir). Lezbiyenlik kavramının kullanılmasının yaygınlaşmasıyla Sappho’nun eserlerine ilginin artması arasında bir bağlantı olduğu gözüküyor. Sappho’nun eserlerinin keşfi yirminci yüzyıl şiirini tamamıyla etkilemekle birlikte kadınlar arasındaki homoseksüel ilişkilerden bahsetme şeklimizi de etkiledi.
Başlangıç
Mimarlar ve taş duvar ustalarının, binanın kıvrımlarına uyması için yapılmış kurşun cetvelleri vardır, adı da “lezbiyen cetveli”dir. Bu terimin mecazi anlamı mutlak olmayan, zamanla yeniden şekillenebilen veya değişebilen prensip veya fikirdir. Aristoteles sayesinde Yunanların, lezbiyen cetvelleri olduğunu biliyoruz. (Bazen böyle şeyleri bilmek güzeldir.) Aristoteles, Nikomakhos’a Etik adlı eserinde bu cetveli kullananlardan “lezbiyen yapı ustaları” diye söz eder, “Cetvel taşın şeklini alacak şekilde yapıldığı için bir hüküm veya kararda olduğu gibi duruma uyum sağlar ve sabit değildir,” diye de ekler.
Aristoteles felsefenin yanı sıra matematik hakkında da yazmış olsa bile, antik Yunan’ın gelmiş geçmiş en iyi matematikçisi muhtemelen Öklid’di. Ama hangi Öklid? Görünüşe bakılırsa birkaç tane Öklid yaşamış. Megaralı Öklid, Sokrates’in öğrencisi olup daha sonra bir felsefe okulu açmıştı. Bu Öklid öğretmenine o kadar bağlıydı ki Megara, vatandaşlarının Sokrates’in öğretmenlik yaptığı Atina’ya gitmesini yasaklayınca geceleri kadın kılığına girerek gizli gizli Atina’ya gitmeye başlamıştı. Bu Öklid’in eserlerinden hiçbiri günümüze ulaşmadı. İskenderiyeli Öklid ise ünlü olanı ve Elementler adlı eserin yazarıdır.
Daha doğrusu Öklid’in Elementler’i yazdığı düşünülmektedir. Aslında buna kanıt pek azdır. Eskiden yazılmış birçok kopyada yazarın adı geçmez. Öklid, daha sonralarda Proklos adlı bir yazarın yaptığı atıftan dolayı Elementler’in yazarı olarak görülmektedir. Gene de tarihçiler kitabı gerçekten onun yazdığını düşünmeye devam ederler.
Öklid’in yazdıkları, ilk kez 1570 yılında Kraliçe I. Elizabeth’in astroloğu John Dee tarafından yazılmış bir önsözle İngilizceye çevrildi.
Elementler günümüze ulaşan en eski Yunan matematik eseri değildir. Öklid’den bir önceki nesilde Autolycus, On the Moving Sphere (Hareket Halindeki Gökyüzü Üzerine) adlı eserini yazmıştır. Ancak en çok etki bırakan eser kesinlikle Elementler olmuştur. Elementler, neredeyse tüm akademisyenler arasında gelmiş geçmiş en büyük etkiye sahip kitap olarak kabul görmektedir. Dokuzuncu yüzyılda Arapçaya çevrilerek sonraki birkaç yüzyıl boyunca Ortadoğu’da birçok matematiksel keşfe ilham vermiştir. İncil’den sonra ortaçağ Avrupa’sında en çok basılan kitap olmuştur. Ne var ki çok etkili ama pek de okunmayan kitaplar arasında, Isaac Newton’ın Principia’sı ve Karl Marx’ın Das Kapital’inin yanında yerini almıştır.
Kitabın ilk bölümlerinin çoğunun Pisagor’un çalışmaları veya en azından Pisagor’a ait olduğu düşünülen çalışmalar temel alınarak yazıldığı söylenir. Pisagor birçok şey başardı: Ruhun göçü üzerine görüşleri Platon dahil birçok filozofu etkiledi, dini gizemcilik üzerine öğretileri birçok taraftar kazandı. Müritlerine uymaları gereken bazı kurallar bıraktı. Bu kurallar arasında fasulye yemekten kaçınmak, güneşe karşı idrarını asla yapmamak ve belki de en garibi, altın takan bir kadından çocuk yapmamak vardı. Pisagor hakkında birçok efsane türedi; bir kaynağa göre bir keresinde aynı anda iki şehirde bulunmayı bile başardı. İlgilenmediği tek konu matematikti diyebiliriz. Büyük bir matematikçi olması, ölümünden sonra kazandığı efsanevi özelliklerinden biriydi. Platon’un Akademi’sinden Speusippus ve Xenocrates adlı iki filozof, Platon’un bilimsel fikirlerinin daha köklü ve eski teorilere dayandığı illüzyonunu yaratmak için Pisagor’un büyük bir matematikçi olduğunu ortaya atmıştır. Pisagor’un adını taşıyan dik açılı üçgen, ölümünden 500 yıl sonra kendisine atfedilmiştir.
Benzer şekilde, Elementler’den “Öklid’in Elementler’i” olarak bahsedilmesine ve yazarının Öklid olduğunun kesinliğine rağmen kitaptaki özgün çalışmalar oldukça azdır. Elementler, Sakız Adası’ndan gelen Hipokrat’ın daha öncelerde yazdığı ve günümüze ulaşmamış bir kitabı model alarak yazılmış olabilir. Ancak Elementler’in başkalarının çalışmalarına da yer vermesi Batı dünyasının ilk ders kitabı olması niteliğini güçlendiriyor. Öklid’in büyük yeteneği diğer matematikçilerin teoremlerini bir araya getirerek geometri ve trigonometri alanının tümünü açık ve anlaşılır bir tarzda sunmasında yatar.
Oidipus Kompleksi
Aristoteles büyük etkiye sahip, yenilikçi bir filozoftu. Ayrıca Platon’dan sonra ilk edebi eleştirmenlerdendi; hatta eseri günümüze ulaşan en eski edebi eleştirmen kendisiydi. Poetika adlı eserinde yirminci yüzyılda olanları bize edebi bir teori çerçevesinde sundu. Poetika’da iyi bir trajedinin unsurlarını inceleyerek bu türün en güzel örneğinin Sofokles’in Kral Oidipus adlı oyunu olduğunda karar kılmıştır.
Bir tür olarak trajedi, Antik Yunan’da ortaya çıkmıştır. İlk trajedilerin en güzelleri City Dionysia adıyla bilinen büyük festivalde sahnelenmiştir. Binlerce Yunan vatandaşı, Dionysos Tiyatrosu’nda Eshilos’un Oresteia’sı gibi trajedi üçlemelerini izlemek için toplanırdı. Antik Yunan’da tiyatroya gitmek bugün sosyal anlamda modern bir tiyatroya gitmektense futbol maçına gitmeye daha yakındı.
Seyircilerin sayısı çok fazla olduğu için oyuncular, en uzaktaki seyircinin bile oyunu rahatça takip edebilmesi için karakterlerini simgeleyen maskeler takardı. Latincede bu tür maskelere persona (karakter) denirdi. Bu yüzden bugün İngilizcede yeni bir kişiliğe bürünerek, gerçek anlamda olmasa da mecazen bir maske takmayı kast ederken “adopting a persona” deyimi kullanılır. Bir oyunda yer alan karakterlerin listesine de aynı sebepten “dramaris personae” denir.
Yunanistan’da düzenen City Dionysia Festivali, oyunların sahnelendiği; şarap, bereket ve mahsul tanrısı Dionisos için keçilerin kurban edildiği diğer eski bereket festivallerine göre çok daha büyüktü. Keçi kurban etmenin şehri günahlarından arındırdığı düşünülürdü. Yahudi-Hıristiyan toplumlardaki “günah keçisi” kavramı da bu düşünceyle benzerlik göstermektedir. Trajedi ise toplumu arındırma amacıyla ortaya çıkmıştır. Bu amacın dile yansımasını, kökeninin muhtemelen Yunancada “keçi şarkısı”na dayanmasından görebiliyoruz.
Psikanalizin babası Sigmund Freud’un, her erkek çocuğunun bilinçaltında Oidipus’un yapmak istediğini arzuladığını öne süren “Oidipus Kompleksi”, Oidipus hikâyesine dayanmaktadır.
Antik Yunan’ın en çok sevilen trajedilerinden biri Sofokles’in Kral Oidipus’udur. Bilmeden babasını öldürüp annesiyle evlenerek hayatı boyunca kaçtığı kehaneti gerçekleştiren Thebes kralını konu alır. Trajedide, bir şey yapması gereken (her zaman olmasa da çoğu zaman birini öldürmesi gerekir) trajik bir kahraman olmalıdır. Kahraman yapması gerekeni yaptıktan sonra düşüşe geçer. Bu düşüş de kahramanın ölümüyle veya Kral Oidipus’ta olduğu gibi kendi gözlerini çıkarmasıyla sonlanır. (Freud bunu sembolik bir kısırlaştırma olarak görerek altında birçok anlam yattığını düşünmüştür.)
O dönemlerde Yunan trajedilerinin amacı, izleyenlerin kendi düşünceleri ve davranışlarını gözden geçirip Oidipus’unki gibi bir kaderden kaçınmalarını sağlamaktı. Oidipus babasını öldürüp annesiyle evlenmekten kaçamamış olabilir ama Laios’la (babası olduğu ortaya çıkan kişi) aralarındaki anlaşmazlığa gururu neden olmuştur. Bu kadar gururlu olmasaydı yolda karşılaştığı adamı asla öldürmezdi, annesi dul kalmazdı, kehanet de asla gerçekleşmezdi. Ama Yunanların olacakların hepsinin kaderde önceden yazıldığını düşünmeleri durumu adaletsiz kılıyor: Oidipus istese de istemese de kehaneti bir şekilde gerçekleştirecekti. Öyleyse Yunan trajedilerinden alınacak ders: Hayat adil değil. Kurban edilen onca keçiye söylenen şarkılar boşunaymış.
Satirler
Trajedi ve komediyi hepimiz biliriz. İki türün de kökleri Yunan tiyatrosuna dayanmaktadır. Ancak daha az bilinen üçüncü bir tiyatro türü de satirdir.
Tanrı Dionysos’la bağlantılı olarak penis, bereketin ve gücün popüler bir simgesiydi. Satir, kayışlarla üzerlerine büyük penis figürleri bağlı olan oyuncuların sahne aldığı müstehcen ve satirik bir oyun veya vodvildi. Satirler, satirik bir tondadır ancak satirik oyunlarla aralarında bir bağlantı yoktur. Satir, adını oyunlarda yer alan yarı insan yarı keçi efsanevi yaratıktan almıştır.
Bilinen ilk satir oyun MÖ 500 yılı civarında yazılmıştır, ancak daha basit satirler çok daha önceleri sahnelenmiş olabilir. Euripides, Sofokles ve Eshilos bu yıllardan kısa süre sonra yaşamış ve eser üretmiştir. Yani komedi ve trajedi, satir oyundan veya satirin ilk örneklerinden geliştirilmiş bile olabilir.
Satir oyunlarda genellikle Yunan mitlerinden hikâyeler değiştirilerek parodiye çevrilirdi. Kısa oyunlarda keçi insan melezi satirlerden oluşan gruplar şarkı söyleyerek dans ederdi. Çeşitli oyunların sahnelendiği City Dionysia’da oyun yazarları trajik üçleme oyunlar sahneler, finallerini de satir bir oyunla yapardı. Bu oyun yazarlarından biri festivalin kazananı olarak seçilirdi. Festival, Dionysos’a adanmıştı ancak bu gelenek mahsuller, bereket ve yeniden doğmaya adanmış dini geleneklerin dışında gelişmişti.
Yalnızca bir satir oyun tam olarak günümüze ulaşmıştır: Euripides’in Tepegöz adlı oyunu. Tepegöz, Odisseas’ın tek gözlü canavar Polyphemos’un (penis şakası yapmayacağım) mağarasında tutsak kalmasını anlatan hikâyeye odaklanmıştır. Tepegöz’den sonra en iyi korunmuş satir oyun Sofokles’in Ichneutae’sidir (Takipçiler).
Duygusal anlamda oldukça güçlü olan önemli trajedi üçlemelerini kısa ve komik bir vodville bitirmek bize garip geliyor. Ancak bu gelenek yok olmamıştır, biraz değişerek Shakespeare’in zamanına kadar gelmiştir. Elizabeth dönemi tiyatrolarında da Romeo ve Juliet’in trajik ölümünün veya Macbeth’in kanlı sonunun ardından eski bir İngiliz dansı olan cig eşliğinde kısa ve komik bir skeç gelir ve öğleden sonra eğlencesi böyle sona ererdi.
Romalı Gatsby
1920’lerden beri Batı edebiyatının en önemli üç eseri T. S. Eliot’tan Çorak Ülke, James Joyce’tan Ulysses ve F. Scott Fitzgerald’dan Muhteşem Gatsby olmuştur. Bu eserlerin üçü de klasik Roma döneminden günümüze parçalar halinde ulaşan muazzam bir edebi eserden izler taşımaktadır. Bu eser görüşünüze göre ya yazılan ilk romanlardan biridir ya da skandal yaratan, ucuz bir pornografiden ibarettir. “Satirlerinkine benzer maceralar” anlamına gelen adı Satyricon’dan içinde yer alan müstehcenliği tahmin edebilirsiniz.
Eserin yazarı Petronius da bir o kadar ilgi çekici. Birinci yüzyılda Elegantiae Arbiter, yani Güzel Sanatlar Eleştirmeni unvanıyla İmparator Nero’nun saray mensubuydu. Tarihçi Tacitus, Nero’nun her düşüncesini önce Petronius’a onaylattığını yazmıştır. Maalesef Nero’nun Petronius’a duyduğu saygının bir sonu vardı: Nero, Petronius’un yapabileceği en güzel şeyin intihar etmek olduğu fikrine vardı. Petronius’un yüksek statüsünü kıskanan, Tigellinus adlı entrikacı rakibi dolap çevirerek Nero’yu güvenilir Güzel Sanatlar Eleştirmeni’nin vatan haini olduğuna inandırdı. Nero da sonunda eski gözdesini ölüme mahkûm etti. Petronius bu hükmü bizzat gerçekleştirmeyi tercih ederek bileklerini kesmiş, arkadaşlarıyla hafif bir yemek eşliğinde şiir hakkında konuşurken yavaş yavaş kan kaybederek ölmeyi seçmiştir. Böylelikle ölümü bile bir sanat eserine dönüşmüştür.
F. Scott Fitzgerald, Muhteşem Gatsby’ye “West Egg’in Trimalchio’su” diyerek sık sık parti veren zengin Jay Gatsby ile Petronius’un eserindeki varlıklı ev sahibi arasındaki bağlantıya işaret etmiştir.
Romanı Satyricon’un adı çift anlamlıdır: Yunan mitlerinden esinlenen müstehcen satirleri (kayışlarla takılan devasa penisli olanları) kastetmekle birlikte kitabın satirik tonuna da işaret etmiştir. Satyricon, sarhoşluğun ve ahlaksızlığın yaygınlığından, sanat ve eğitime dair ateşli tartışmalardan ve tuvalete yapılan ziyaretlerden oluşan bir menippos satiridir (belirli kişileri veya kurumları yermektense genel tavrı hedef alan satir türü). Eserin günümüze ulaşan bölümü (muhtemelen eserin onda biri, belki daha da azı) anlatıcı olan Encolpius adlı eski gladyatör ile hizmetçi bir erkek çocuğu olan âşığı Giton’u konu almaktadır. Günümüze ulaşan parçalarının çoğunda aşırı derecede zengin eski bir köle olan Trimalchio’nun savurganlıkla verdiği ziyafetler anlatılmaktadır.
Satyricon harika bir sanat eseri midir yoksa heyecan verici pornografik bir eser midir? Edebiyatın bu sonu gelmez tartışma konusu Petronius’un romanıyla başlar, tabii bu esere “roman” diyebilirsek. Özellikle Roma halkının günlük hayatlarını gerçekçilikle anlatmasıyla birlikte başka birçok açıdan çok modern bir eserdir (Petronius’tan önce klasik şiir ve dramada insanlar gerçekçi yerine idealist bir tutumda tasvir edilirdi). Steven Moore’un da The Novel: An Alternative History’de (Roman: Alternatif Tarih) belirttiği gibi, Petronius’un eseriyle James Joyce’un modern eseri Ulysses arasında birçok ortak nokta vardır: Homeros’un Odysseia’sının hikâye örgüsünün gevşek hatlarla yeniden örülmesi, küfürlü dille müstehcenlik, edebi tarzdaki çeşitlilik ve eski edebi eserlere bağlılık. Ancak Petronius, Ulysses adlı eseri 1922’de yayımlanan Joyce’tan neredeyse iki bin yıl önce yaşamıştı. T. S. Eliot’ın yine 1922’de yayımlanan Çorak Ülke’sindeki yazıt da Petronius’un çalışmalarından alınmıştır.
İlk kez Petronius’un romanında anlatıcı aynı zamanda hikâyedeki karakterlerden birisidir. Petronius’a kadar yazılan romantik ve epik eserlerde anlatıcı hikâyenin dışında olurdu. Eser, hem bu yüzden hem de diğer pek çok sebepten kurgunun gelişiminde kilometre taşı niteliğindedir.
Gerçek Bir Hikâye…
Bilimkurgunun ortaya çıkış ânını belirlemek oldukça zordur. Bilimkurgu ilk kez 1864 yılında Jules Verne’in Dünyanın Merkezine Yolculuk adlı eseriyle mi ortaya çıktı? Yoksa 1818 yılında Mary Shelley’nin Frankenstein’ıyla mı? Aralarında Isaac Asimov ve Carl Sagan’ın da bulunduğu önemli yazarlardan bazıları, astronom Johannes Kepler’i “kurucu” saymıştır. Kepler, 1608 yılında Somnium (Düş) adlı Latince eserinde Dünya’nın Ay’dan nasıl göründüğüne dair tahminlerde bulunmuştur. (Tıpkı Asimov ve Sagan gibi Kepler de hem bilim insanı hem de bilimkurgu yazarıydı.) Ancak bilimkurgunun kökleri Kepler’den çok daha geriye uzanmaktadır.
MS ikinci yüzyılda Lucian adlı Suriyeli yazara ait kısa eser A True History’nin (Gerçek Tarih) ilk bilimkurgu eser olduğu söylenmektedir. Lucian şu anki Türkiye topraklarında doğmuş, yetişkinlik hayatının büyük bölümünü Suriye’de geçirmiş, Yunanca konuşarak Roma İmparatorluğu sınırlarında yaşamıştı. Birçok türde eser veren satirist bir yazardı, üzerinde uğraştığı türlerden biri de sonralarda “roman” adını alan romantik düzyazıydı. Aslında Lucian hem bilimkurgunun hem de komik diyaloğun babasıdır. Bu türleri daha sonra Oscar Wilde da kendince kullanmıştır. Başka bir eseri Philopseudes (“yalan aşığı”), Goethe ve bestekar Paul Dukas ile ünlenen Sihirbazın Çırağı hikâyesinin kaynağıdır.
A True History, antik zamanda iyi bir hikâye yazmak için gerçeklikten feragat ederek abartılı seyahatnameler yazan klasik dönem kâşiflerinin parodisidir. Zamanın seyahatnamelerinde fantastik mekânlar ve imkânsız olaylar gerçek gibi gösterilmiştir. Lucian en başta hikâyesinin başından sonuna bir yalan olduğunu muziplikle itiraf ederek bu durumla alay etmektedir. Çünkü diğer yazarların inanılmaz iddialarıyla dalga geçmeyi amaçlamaktadır. Lucian’ın hayal gücü kendisini özgür kılmıştır: Hikâyesinde şaraptan nehirler, peynirden yapılmış adalar ve testisten büyüyüp penis şeklini alan ağaçlar görüyoruz.
A True History’nin hikâyesi havada durma numarası kadar şüphe çekici değildir. Anlatıcının gemisi devasa bir kasırgayla Akdeniz’den uzaya fırlatılır (ilk uzay gemisi olduğunu da söyleyebiliriz). Sonunda Ay kralının, Güneş kralıyla Venüs’ün kolonileştirilmesi için savaşa girdiği Ay’a iner. Ay’ın ordusunda Kiklad Adaları’ndan gelen dev örümcekler Ay ve Venüs arasında 500 metreden uzun ağ örer ve bu ağdan savaş alanı yapar. Güneş’in ordusunda ise 500 metreden büyük karıncalar, devasa sivrisinekler ve düşmanlarına büyük turplar atarak gözle görülmeyen kötü kokulu yaralardan ölmelerini sağlayan “Gökyüzü Dansçıları” vardır.
Tahmin edeceğiniz üzere Lucian, anlatıcının Ay’a nasıl çıktığı konusunda az detay vermiştir, gemiyi uzaya sürükleyenin sadece güçlü bir kasırga olduğunu yazmıştır. Ancak eser, Jules Verne’in Dünyanın Merkezine Yolculuk’undan H. G. Wells’in Ay’da İlk İnsanlar’ı gibi tam anlamıyla bilimkurgu olan eserlerin tohumlarını ekmiştir. Ayrıca fantastik bir anlatımla çağdaş edebi akımları taşlamasıyla Thomas More’un Ütopya’sına ve Jonathan Swift’in Gulliver’in Gezileri’ne de öncülük etmiştir.
Plinius’un Tarihi
MS 79 yılında Vezüv Yanardağı patladığında üç büyük İtalyan yerleşimi yerle bir olmuştu. Genelde sadece Pompei bilinir ancak Herkulaneum ve Oplontis kentleri de yok olmuştu. Filozof ve doğabilimci Plinius’un ölümü, bu patlamanın sebep olduğu en büyük kayıplardan biridir.
Plinius’un Vezüv patlamasında sınır tanımaz merakı yüzünden öldüğü sıklıkla söylenir. Volkandan çıkan dumanı merak eder ve aptallık ederek yakından görmek ister. Meraklı bir filozofun merakı yüzünden ölmesi güzel bir hikâyedir; ancak gerçek, bundan biraz farklıdır (en azından yeğeninin, amcasının ölümüne dair anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla). Pompei ve Herkulaneum’daki yıkımdan sonra Plinius, yakındaki Stabiae kasabasına yakın arkadaşı Pomponianus’u kurtarmak için yelken açar. Vardıktan sonra Plinius rüzgârın kendilerine karşı estiğini ve oradan hızla kaçmanın imkânsız olduğunu görse de yapabileceği tek şeyi yapar ve oradan uzaklaşmaya çalışır. Çünkü sığındıkları bina çökme riski taşımaktadır ve şehrin tüm sokakları lavlarla kaplanmıştır. Bu kaçış sırasında astım hastası Plinius ölür. Plinius’un kafasına çarşafla bağlı bir yastıkla dumana göz atmak için Vezüv Yanardağı’na doğru yürüdüğü iddiası asılsızdır. Öte yandan Plinius ve ekibinin Stabiae’ye kaçarken havadan yağan lavlardan korunmak için kafalarına yastık bağladıkları doğrudur.
Gene de Plinius, Romalı yazarların en meraklısı olduğu için, ölümü hakkında mitlerin ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Gaius Plinius Secundus’un (23-79) yaklaşık 75 kitap ile 160 defter yazdığı düşünülmektedir. İşkolik olduğu kesindi; güzdüzleri Roma İmparatoru Vespasian’ın sarayında yöneticilik yapıyordu ama kontrol edemediği bir merakı vardı. Cüzam tedavisinde kullanıldığı söylenen zümrütlerden kadınlar tarafından cinsel fetişler için kullanılan bala batırılmış sırtlan penisine kadar çevresindeki her şeyi inceleme arzusu ve merakıyla yanıp tutuşurdu. Gözlemleriyle çok sayıda defter doldurmuştu. Ancak sadece bir eseri tanınmaktadır: Naturalis Historia. Plinius bu eserinde “tüm dünyayı detaylandırarak anlatmak” gibi oldukça mütevazı bir amaç gütmüştür. Çok okurdu; ona göre en ufak bir fayda bile sağlayamayacak kadar kötü kitap diye bir şey yoktu. Vezüv Yanardağı patlamasında öldüğünde Naturalis Historia üzerine çalışmaktaydı ve otuz yedinci cilde gelmişti.
Plinius’un Naturalis Historia’sının gelecekte üretilen bilimsel ve tarihi eserler üzerinde bu kadar etkili olmasının nedeni, önemli bilgilerin yazarlarına sık sık atıfta bulunduğu için bir dizin görevi görmesiydi. Böylelikle daha sonra basılan akademik eserler için bir model oldu. Aynı zamanda Plinius, Romalı şair ve dilbilgisi uzmanı Quintus Valerius Soranus’tan aldığı fikir doğrultusunda içerik bölümüne sahip ilk eserlerden birini vermiştir. Naturalis Historia’nın ilk ansiklopedi olduğu söylenir, ancak bu eseri Roma hayatına ve kültürüne açılan, ufuk açan, hatta bazen dudak uçuklatan bir pencere olarak görmek muhtemelen daha iyi olacaktır.
Yeğeni Genç Plinius’un dediğine göre Naturalis Historia çoğunlukla geceleri ve Plinius’un Vespasian için resmi görevde olmadığı anlarda, eline geçen her boş vakitte yazılmıştır. Eserdeki bazı tuhaf (nazik olmak adına tuhaf diyelim) teorilerin nedeni, kompozisyonun bu yöntemle kurulması olabilir. Eserin bir bölümünde insan kafası yerine köpek kafasına sahip insanlardan gerçekmiş gibi bahsetmiş. Kafası olmayan insanları, ağzı olmadığı için burun deliklerinden yemek yiyen insanları yazmış. Ayrıca tek bacaklı insanların, tek bacaklarını güneşlik olarak kullandığını görev aşkıyla anlatmış. Plinius’un eserinin bir kısmı Naturalis Historia’dan ziyade Lucian’ın A True History’sine (Gerçek Tarih) benziyor diyebiliriz.
Kitapta bir de günümüz doktorlarının gülünç bulacağı tedavilerden ve ilaçlardan bahsedilmektedir. Baş ağrısı, tilkinin “erkeklik organı”nı başa “bir tılsım olarak” bağlayarak giderilebilirdi. Hemoroid, taze biberiye kökünün ilgili alana sürülmesiyle veya domuz yağı ile savaş arabalarının tekerleğinin pasından yapılan bir kremle tedavi edilebilirdi. (Rektuma soğan sokmak da çok tavsiye edilirdi). Sarımsaksa her şeye iyi gelirdi; epilepsiden romatizmaya, ülserden elbette ki hemoroide kadar her şeyin tedavisinde kullanılırdı. Plinius, kafaya fare dışkısı sürmenin kelliğin kesin çaresi olduğunu söylemiştir. 1469 yılında Naturalis Historia, klasik döneme ait kitapların ilk basılanlarından biri olmuştur. Ama maalesef Plinius’un tavsiyesi sayesinde kaç kişinin kellikten kurtulduğunun kaydı tutulmamıştır.
En Eski Fıkra Kitabı
Neredeyse bölümün sonuna geldiğimize göre bir fıkraya ne dersiniz? Kamp yapmaya giden aptal, berber ve kel adamın hikâyesini duymuş muydunuz? Uyurken eşyalarının çalınmaması için gece boyunca sırayla dört saatlik nöbetler tutmaya karar verirler. İlk nöbeti tutan berber eğlenmek için jiletini çıkarır ve aptalın saçlarını keser. Berberin nöbeti dolduğunda yerine geçmesi için aptalı uyandırır. Aptal, kel kalan kafasına dokunarak: “Berberin salaklığına bak! Benim yerime keli uyandırmış,” der.
Bu alıntı günümüze ulaşan en eski fıkra kitabı Philogelos’tandır. Bu, tarihteki ilk fıkra derlemesi olmayabilir ancak günümüze ulaşanların en eskisidir ve oldukça kapsamlıdır. Fıkraların bazıları hâlâ komiktir, tabii bu biraz da espri anlayışınıza göre değişir. Bir köle sahibi ile müşterisinin arasında geçen konuşmayı anlatan bir fıkraya, Monty Phyton’un “Ölü Papağan” skecine klasik dönemden gelen cevap bile denmiştir. Memnuniyetsiz bir müşteri, köle sahibine giderek kendisine sattığı kölenin öldüğünden şikâyet eder. Köle sahibi çok şaşırır ve “Benim kölemken hiç öyle bir şey yapmamıştı,” der. Yüzeysel de olsa benzerlik kesinlikle mevcuttur. Ancak önemli olan şakaların yapılarındaki büyük benzerliktir: Bir veya iki satırlık anlatım, birçok modern komedyenin yaptığı gibi kısa ve öz bir biçimde kurguyu ve can alıcı cümleyi barındırır.
Philogelos, kabaca “kahkaha sever” veya “şakacı” anlamına gelmektedir. Hieorokles ve Philagrios adlı iki Yunan tarafından, üçüncü veya dördüncü yüzyıl civarlarında Yunanistan Roma İmpratorluğu’na katıldığında derlenmiştir. Yaklaşık 260 kısa fıkranın bulunduğu eserde fıkraların her biri farklı türden kişilerin etrafında döner. Fıkraların birçoğu aptallar veya şapşallar hakkındadır. Ancak çeşitli etnik gruplar, yani Yunan doğacak kadar şanslı olmayan herkes hakkında veya herkesin aleyhinde fıkralar da mevcuttur. Bu etnik gruplar arasında aptallıklarıyla tanınan Kyme halkı, oldukça aptal oldukları düşünülen Saydalılar ve aptal olmakla birlikte fıtıktan çok fazla mustarip olma ününe sahip Abderalılar vardır.
Philogelos’un en güzel bölümleri, bizim mizah anlayışımızla birçok ortak noktaya sahiptir. En çok bilinen fıkralardan biri berber ve müşterisi arasındaki alışverişi anlatır. Berber, müşterisine saçınızı nasıl keseyim diye sorar; müşterisi de “Sessizlikle,” cevabını verir. Başka bir fıkrada paraya sıkışık bir adam vasiyetinde kendini mirasçı olarak gösterir; bir başkasındaysa tek yumurta ikizlerinden biri ölür ve hayatta kalan ikizi gören bir aptal “Ölen sen miydin yoksa kardeşin miydi?” diye sorar. Kadınlarla alakalı şakalar da vardır: Bir tanesinde bir adam arkadaşına gidip “Dün gece karınla yattım,” diye böbürlenir. Arkadaşıysa “Hadi kocası olarak ben mecburum da sen neden yatıyorsun?” der. 1970’li yıllardaki komedyenlerin pek de özgün olmayan şakalar yaptığını söyleyenler kesinlikle haklıdır.
Philogelos, antik dönemdeki insanların mizah anlayışının bizimkinden hiç de farklı olmadığının kanıtıdır. Şakaların ne kadar komik olduğu tartışmaya açık. Söylenenlere göre Stoacı Yunan filozof Solili Hrissippos, boğazına kaçan inciri çıkarmak için şarap içen eşekle ilgili kendi yaptığı şakaya o kadar çok gülmüştür ki gülmekten ölmüştür. Kulağa pek inanılır gelmiyor. Isaac Newton’ın ise hayatı boyunca yalnızca bir kez, Öklid’i okumanın ona ne kattığı sorulduğunda güldüğü söylenir. Bu da “komedinin elementleri” söyleyişine yeni bir anlam kazandırıyor.
ORTAÇAĞ
Ortaçağ İngiltere’sindeki en büyük kütüphanenin kime ait olduğu bilinmiyor ama en güçlü aday Richard de Bury. 14. yüzyılda Durham piskoposluğunu yapmış olan de Bury, dev bir kütüphaneye sahip bir bibliyofildir. Odalarında o kadar çok kitap vardı ki misafirleri oturmaya zor yer bulurdu. Biyografisini yazan Samuel Lane Boardman’ın kendisini “kitapseverler arasındaki koruyucu aziz” olarak tanımlaması hiç de şaşırtıcı değildir. Eğer kitapları, kitap satın almayı, kitaplar hakkında bilgi sahibi olmayı, kitap okumayı veya kitap kokusunu çok seviyorsanız Richard de Bury’yle muhtemelen iyi anlaşırdınız.
De Bury, ilk kütüphane yönetimi kitabı olan Philobiblon’u (Kitap Aşkı) yazmıştır. De Bury, kitapları neden sevdiğini ve kitaplara iyi bakmanın önemini anlattığı eserini ölümünden kısa bir süre önce, 1345 yılında tamamlamıştır.
Bu bölümde göreceğimiz gibi, bazı kitaplar doğru kişi tarafından keşfedilerek veya unutulmaktan kurtarılarak günümüze ulaştı. Beşinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla başlayıp yaklaşık bin yıl sonra Rönesans’la sona eren ortaçağda yaşam tehlikeliydi. Hayat ucuzdu, hastalıklar çok yaygındı ve savaş yaşamın bir parçasıydı. Piskopos de Bury’nin ahiretteki kütüphaneye katılmasından üç yıl sonra İngiltere vebayla tanıştı ve nüfusun üçte biri öldü. İnsanların bir yıldan ötekine zar zor hayatta kaldığı bir çağda kitapların korunamaması pek de şaşırtıcı değil. Bu koşullara rağmen korunabilen kitaplar da oldu elbette. Bu bölümde ortaçağın yazılı hazinelerini inceleyeceğiz.
Anglosaksonların Düşünceleri
Günümüzde Anglosakson (aslında İngiliz) edebiyatının önemli eserlerinden sayılan muhteşem epik şiir Beowulf aslında neredeyse bin yıl boyunca unutulmuştu ve bilinmiyordu.
Beowulf’un hikâye örgüsü oldukça sadedir. Çoğu kişi şiirin konusunun baş karakterin Grendel adlı canavarı öldürmeye çalışması olduğunu bilir. Ancak pek az kimse Beowulf’un bir değil, üç canavar öldürmesi gerektiğini bilir: Beowulf, Grendel’i öldürdükten sonra Grendel’in annesi gelir. Kahramanımız için öldürmesi daha zor bir canavar da olsa, sonunda Beowulf zafere ulaşarak günü kurtarır. Şiir, son yıllarını yaşayan Beowulf’un üçüncü canavarını (bu sefer bir ejderha) öldürmesiyle sonlanır. Ancak bu karşılaşma, savaşta ölümcül yaralar alan Beowulf’un felaketi olmuştur. Şiir, Beowulf’un ölümü ve cenazesinin denize bırakılmasıyla sona erer. Beowulf’un ne zaman yazıldığı bilinmemekle birlikte, 1000 yılı civarında yazıldığı düşünülmektedir.
İngiliz edebiyatının ilk büyük eseri olarak görülse de Beowulf, İngiltere’yle pek az yönden alakalıdır. Angılların ve Saksonların istilasından sonra (beşinci yüzyılda Britanya’ya yerleşmeye başlamıştılar) İngiltere’de yazılmasına rağmen Danimarka’da geçen, Almanlar (Kuzeybatı Almanya’daki Angıllar) tarafından anlatılan ve İskandinavlar hakkında bir hikâyedir. İngiltere’de yazılmış olmasına rağmen, yazıldığı tarihlerde “İngilizlik” kavramı daha yeni şekillenmekteydi. Angıllar ve Saksonların Britanya’ya gelmeden önceki sözlü geleneğine ait Germen kahramanlık şiirlerinden büyük izler taşımaktadır. Beowulf’un hikâyesinin, yazılı versiyonundan öncesine dayanıp dayanmadığı ise bilinmemektedir. Fakat “İngiliz” kelimesinin kökeni, Beowulf’u Britanya’ya getiren Germenlere (Angıllara) dayandığından, Beowulf’u edebiyattaki en “İngiliz” eser olarak tanımlamak daha doğru olabilir.
1066 yılında İngiltere’nin Normanlar tarafından fethedilmesinden sonra Beowulf gözden kaybolmuştur. 1815’te yeniden yayımlanması üzerine unutulmaktan kurtulmuştur. Şiirin günümüze ulaşabilmesi pek çok yönden bir mucize sayılabilir. Modern çağda ilk çevirisinden veya Seamus Heaney’nin çevirisi gibi başka kaynaklardan okuyabilmemizi iki adama borçluyuz: İzlandalı-Danimarkalı akademisyen G. J. Thorkelin ile pek tanınmayan İngiliz milletvekili ve antikacı Sör Robert Cotton.
Beowulf, on dokuzuncu yüzyılda çoğaltılana kadar tek bir elyazması halinde korunmuştur. Çoğaltılmadan önce dünya üzerindeki tek kopyası, şans eseri Cotton’ın eline geçmiştir. Aslında şu an elimizdeki tüm Anglosakson şiirlerini günümüze ulaşmış dört elyazması sayesinde biliyoruz: Cotton elyazması (Beowulf’un da dahil olduğu), Exeter Kitabı, Vercelli Kitabı ve Oxford’daki Bodleian Kütüphanesi yazmaları.
Cotton’ın Beowulf yazmasını koruyup ortaya çıkarması dünyanın pek de ilgisini çekmedi. Cotton’ın ölümünden sonra elyazması, şiirdeki Beowulf gibi oradan oraya, bir felaketten ötekine her defasında yok olmaktan kıl payı kurtularak savruldu. 1640’lı yıllardaki İç Savaş’tan kendisini koruyup kollayan bir antikacının çabaları sayesinde zarar görmeden kurtuldu. Ancak 1731’de çıkan bir yangında Cotton’ın koleksiyonunun geri kalanıyla birlikte büyük ölçüde zarar gördü.
Beowulf on dokuzuncu yüzyılın başlarında Thorkelin’e kadar yıpranmış, ancak eksiksiz bir biçimde ulaştı. Thorkelin, Cotton’ın elyazmasından bir kopya çıkarması için Britanya Müzesi’nden birini görevlendirdi. Sonrasında, ileride birçok kişinin yapmaya çalışacağı gibi modern bir çeviri yapmaya hazırlandı. Ancak çabaları 1807 yılında çıkan Kopenhag Savaşı yüzünden boşa gitti. Savaş esnasında akademisyenin evi ve yaklaşık yirmi yıllık çalışmanın eseri olan 3182 dizelik şiir yanıp kül oldu.
Ancak Thorkelin evinin yıkıntıları arasında şiirin orijinal yazmasını kurtarmayı başardı ve çeviri üzerinde tekrardan çalışmaya başladı. Sonunda, 1815 yılında şiiri yayımladı. Şiir tam zamanında yayımlandı. Sonraki yıllarda Cotton’ın yazması, bazı yerleri okunamayacak kadar bozuldu; yani Beowulf’u eksiksiz biçimde okuyabilmemizi Thorkelin’e ve çevirisine borçluyuz.
Thorkelin’in çevirisinin yayımlanmasından sonra ilk kez 1825 yılında Virginia Üniversitesi’nde Eski İngilizce dersi verilmeye başlandı. Oxford ve Cambridge’deki İngiliz Edebiyatı dersleri bundan neredeyse yüz yıl sonra verilmeye başlamıştır. Bu derslere başlandığında Beowulf üniversite müfredatının en başında yer aldı. J. R. R. Tolkien, Beowulf üzerine yıllarca ders verdi. Şu an İngiliz Edebiyatı’nı Beowulf olmadan hayal etmek zor, ancak şiir hak ettiği ilgiyi meraklı bir milletvekili ve yılmak bilmeyen bir akademisyen sayesinde sadece son bir iki yüzyılda görmüştür.
Merlin’in Edebiyat Sahnesinde Yerini Alması
Kral Arthur’un hikâyeleri Beowulf ile yakın bir dönemde geçmektedir. Bazı dilbilimciler Arthur ve Beowulf isimlerinin etimolojik olarak ayılarla bağlantısı olduğunu düşünmektedir; bunu da yıkılmaz bir cesarete sahip, korku salan karakterlerini betimleme isteğiyle ilişkilendirirler (ancak bu teoriye katılmayanlar da vardır). İkisinin arasındaki en büyük fark, Arthur’un savaştığı Angıllar ve Saksonların Beowulf’u Britanya’ya getiren kişiler olmasıdır. Arthur, Saksonlardan önce ortaya çıkmış, Britanyalıların veya yerlilerin kralı olarak vatanını göçebe Germen topluluklarından koruyan bir karakterdir.
Arthur’un hikâyesi, tahminen dokuzuncu yüzyıldan beri birçok yazar tarafından sayısız kez anlatıldı. Bunun sonucunda da efsaneyle ilgili garip ve tutarsız fikirler türedi. Çoğu kişi “taşa saplı kılıç” hikâyesini bilir. 1938 yılında T. H. White tarafından Taşa Saplanan Kılıç adıyla tekrardan aktarılan, daha sonra Disney tarafından filmi çekilen hikâyede rivayete göre sadece gerçek kralın yapabileceği gibi Arthur’un taşa saplı kılıç Excalibur’u çekip alması anlatılır. (Bu mitin kökeni, metal kılıçların taştan kalıplara dökülerek metal donduktan sonra taştan çıkarılmasına dayanıyor olabilir.) Ancak hikâyenin birçok yorumunda Arthur’un taştan çekip çıkardığı kılıç Excalibur değildir: Excalibur, Arhtur’a kral olduktan sonra Gölün Hanımı tarafından verilir. Hikâyenin bazı versiyonlarında kılıcı taştan çekip almak zorunda olan kişi Galahad’dır. Başka versiyonlardaysa Gölün Hanımı kılıcı Arthur yerine Bedivere’e verir. En eski serüvenlerde Arthur’un yeğeni Gawain’in Excalibur isminde bir kılıcı vardır. Bu tutarsızlıkların nedeni Arthur’un hikâyesine çok sayıda yazarın katkıda bulunmasıdır, bu yüzden efsanenin doğru olan tek bir versiyonu yoktur. Arthur’un bugün bildiğimiz hikâyesi çok sayıda mitin, hikâyenin ve yorumun birleşimi ve karışımıdır.
Ancak Arthur’a uluslararası anlamda okur kazandıran kişi, yirminci yüzyılda Galler’de yaşamış olan Monmouth’lu Geoffrey olmuştur. Historia Regum Britanniae yani Britanya Krallarının Tarihi adlı eseri, Arthur mitini konu alan yazarlar üzerinde etkili olmuştur. Geoffrey’nin eseri, ortaçağda basılı kitap döneminden önce çok satmıştır. Bahsettiğimiz gibi Beowulf tek bir yanmış elyazmasıyla günümüze ulaşmışken Geoffrey’nin eserinin ortaçağdan günümüze ulaşmış 200’den fazla kopyası vardır. Geoffrey’nin yazdığı dönemde tarihle kurgu arasına çizgi çekmek hiç de kolay değildi; bu nedenle eserin ne kadarının gerçek, ne kadarının Geoffrey’nin veya başkalarının kurgusu olduğunu bilemiyoruz.
On dokuzuncu yüzyıl Fransız akademisyeni Gaston Paris, Geoffrey’nin Galcedeki Myrddin’i, Latincede “dışkı” anlamına gelen merdaya benzememesi için Merlin şeklinde değiştirdiğini öne sürmüştür.
Geoffrey’nin efsanevi kral hakkındaki anlatısında Büyücü Merlin dahil, Arthur mitiyle ilgili birçok ikonik karakterden ilk kez bahsedilmiştir. (Ayrıca eserde Merlin’in büyü yaparak İrlanda’dan devasa taşlar getirip Stonehenge’i yapması gibi garip ifadeler de yer almaktadır. Bu iddiadan sonra insanların Stonehenge’le ilgili kafası karıştı. On yedinci yüzyıl mimarı Inigo Jones bunun bir Roma anıtı olduğunu düşünmüştür.) Tüm bunlar kültürel mirası yeterince etkilememiş gibi Geoffrey’nin eseri Shakespeare’in Kral Lear ve Cymbeline oyunlarına (dolaylı da olsa) kaynaklık etmiştir.
Monmouth’lu Geoffrey Arthur mitini dünyaya duyururken kendi çıkarını da gözetiyordu; ancak çıkarının ne olduğu eleşirmenler arasında fikir ayrılığı yaratıyor. Normandiyalıların Hastings Muharebesi’ne katılmasının, Saksonlarla Arthur gibi yerli Britanyalılar arasındaki çatışmayı sonlandırdığını öne sürmüş olabilir. Ancak durum böyleyse Geoffrey’nin Normandiya Kralı Stephen ile kuzeni İmparatoriçe Matilda arasındaki kanlı savaşın perde arkasını yazması oldukça ironik. Sonraki yazarların da kendi dönemlerini yansıtmak için Arthur’un hikâyesini kullandığıysa kesindir. Assisi’li Francis, ortaçağın diğer göz önündeki isimleri Şarlman ve Roland gibi Arthur’un da İsa’ya olan inancını savunmak için savaş alanında ölmeye hazır olduğunu öne sürmüştür. Arthur efsanesi ortaçağ boyunca tekrar tekrar anlatıldı. Normandiyalı yazar Wace (“wassi” şeklinde okunur) efsaneye Yuvarlak Masa hikâyesini; Fransız yazar Chrétien de Troyes ise on ikinci yüzyılın sonlarında yazdığı şiirlerde Lancelot karakterini ve Arthur’un eşi Guinevere ile yaşadığı yasak ilişkiyi eklemiştir. 1400’lü yıllarda ortaçağ İngilizcesiyle Alliterative Morte Arthure yazılmıştır. Bu eserler arasında en uzun süre yaşayanı ise Sör Thomas Malory’nin on beşinci yüzyılda yazdığı Le Morte d’Arthur’dur.
Marco Polo’dan Önce
Seyahatname adlı eserinin önsözünde Venedikli kâşif Marco Polo başka hiç kimsenin kendisinden çok seyahat etmediğini iddia etmiştir; bunun muhtemelen doğru olması harika. Ancak yaygın inanışın aksine kendisi, Uzakdoğu’ya seyahat edip bunu kaleme alan ilk Avrupalı değildir. Bu onur Polo doğmadan iki yıl önce ölen Giovanni da Pian del Carpine, yani Plano Carpini’li John adlı başka bir İtalyan’a aittir.
Fransisken rahibi ve Assisi’li Aziz Francis’in öğrencisi Carpini, Cengiz Han’ın torunu Güyük Han’ın huzuruna kabul edildiği Uzakdoğu seyahatine çıktığında iddiaya göre yaşlı ve şişman bir adamdı. Uzakdoğu’da yaptıkları hakkında birçok söylenti vardır ancak eserinde Moğolların askeri stratejilerinin tuttuğu yer düşünülünce muhtemelen orada ajanlık yapmaktaydı. Diğer taraftan eserinde Moğolların evlilikleri, yemekleri, kıyafetleri, kanunları ve gelenekleriyle birlikte daha birçok konuda bize değerli bilgiler de sunuyor. Seyahatlerine dair raporunu 1240’lı yılların sonlarında yazmıştır ve Moğol dünyasını Avrupalı Hıristiyanlara ilk kez açan adam olarak ömrünün son yıllarında ünlü olmuştur.
Marco Polo kendi seyahatlerini bundan elli yıl sonra yazmaya başlamıştır. Dahası Polo, Moğolistan’ı ziyaret ettiğinde imparatorluk güç kaybetmekteydi; Carpini ise Moğolistan’ı çok güçlü olduğu zamanlarda ziyaret etmiştir. Ayrıca Carpini’nin anlatımı gerçekçiyken, Polo’nun Seyahatname’si için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. (Polo’nun gergedanları tek boynuzlu at sanması, kendini tanık olması imkânsız muharebelerin ve önemli olayların ortasında resmetmesi de kendisi için iyi olmamıştır.) 1995 yılında Frances Wood Did Marco Polo Go to China? (Marco Polo Sahiden Çin’e Gitti Mi?) adlı bir kitap bile yazmıştır. Wood, bu soruya “hayır” cevabını vermiştir. Wood, Polo’nun Karadeniz’den öteye geçtiğinden bile şüphe etmektedir. Diğer akademisyenlerse Polo’nun bazı iddialarının kesinlikle abartılı olduğunu kabul etmekle birlikte, “Hitay” (Çin’in eski adı) gezisini kendi deneyimlerine dayanarak yazdığını düşünürler.
Bunlardan bahsetmemizin amacı Polo’nun sahip olduğu devasa ünü veya Seyahatname’sinin yarattığı etkiyi inkâr etmek değil. 1300’lü yıllarda Polo tarafından hapishane arkadaşına dikte edilerek yazılan eseri, Polo’nun Ortadoğu ve Uzakdoğu’da, Ermenistan ile Endonezya arasında her yere yaptığı seyahatlerin raporudur. Kudretli ancak çok da iyi insanlar olmayan liderlerle (Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han en ünlüsüdür) karşılaşmasını ve İran çölünde bulduğu siyahımsı “yeşil” suyu içtikten sonra ishal olmasını bile bizimle paylaşmıştır. (Deneyimlerine dayanarak söylediğine göre bu sudan tek bir damla içmek bağırsakları art arda on kez boşaltmaya yetermiş.) Ayrıca Seyahatname Batı dünyasına vazgeçilmez iki yeni icat kazandırmıştır: Avrupa, kâğıt para ve gözlükle Polo’nun eseri sayesinde tanışmıştır. Kolomb 1492 yılında yaptığı ünlü seferde yanına Polo’nun Seyahatname’sini de almıştır.
Ancak Carpini’nin Polo’dan önce davrandığını ve “Uzakdoğu’yla ilgili kitap yazan ilk Batılı” onurunun Carpini’ye ait olması gerektiğini de unutmamak gerek.
Gösterişli Şeytanlar
İkisini bir arada hayal etmek zor olsa da Şair Dante Alighieri, Marco Polo’nun çağdaşıydı. Dante’nin seyahatleri Polo’nunkilere kıyasla coğrafi açıdan daha mütevazı, ancak teolojik açıdan çok daha kapsamlıydı. Dante en çok cennet, cehennem, lanetlenme, araf ve kurtuluş hakkındaki epik şiiri İlahi Komedya ile tanınır. Ancak bu isim Dante’nin yaşamından sonra ortaya çıkmıştır. İlahi Komedya, Dante’nin kendi eserine verdiği isim değildi. Dante eserinden kısaca Komedya olarak bahsederdi. Başka bir İtalyan şairi Boccaccio eserden İlahi adıyla bahsetmiştir, ancak eser yazılmasından iki yüz elli yıl sonra 1555’te İlahi Komedya adını almıştır.
Esere “komedya” denmesinin sebebi komik olması değildir. Kahkahalar atmayı bekleyen okurlar hayal kırıklığına uğrayacaktır. Eser, yüksek sınıfın dili kabul edilen Latinceyle de yazılmamıştır ve trajedi değildir. İlahi Komedya cehennemden cennete gitmeyi konu alır (normal trajedilerden çok daha heyecanlı) ve o zamanın İtalyancasıyla yazılmıştır. Dante seyahatine 1300 yılında Kutsal Cuma gününde, İncil’e adadığı muazzam ömrünün yarısında, yani otuz beş yaşındayken başlamıştır. (Marco Polo’nun hapishanede seyahatlerini dikte ettiği dönemlerde.) İlahi Komedya’da, şairinin cehennemden arafa, oradan da cennete yani “Paradiso”ya seyahatinin anlatıldığını düşündüğümüzde eser ilk fantastik üçleme olarak görülebilir. Latince yerine İtalyanca yazılan ilk büyük İtalyan edebi eseri olduğuysa kesindir.
Dante’yi çok seven T. S. Eliot, Dante’nin eseri için okuruyla iletişimde bulunduğu yorumunu yapmıştır. Gene de şüphesiz ki Dante günümüzdeki büyük ününe rağmen fazla kişi tarafından okunmuyor. 1764’te Voltaire, Dante’yle ilgili şunları söylemiştir: “Şöhreti giderek artacak, çünkü pek az kişi tarafından okunuyor.” Okumaya kalkışanların, üç mısradan oluşan tekrarlı sıradışı kıtalardan (terze rima) veya şu an az tanıdığımız ya da hiç tanımadığımız ortaçağdaki önemli İtalyanlara yapılan göndermelerden dolayı hevesi kaçabilir. (Önemli bir istisna Montague ve Capulet aileleridir: Görünüşe bakılırsa Shakespeare’in Romeo ve Juliet’indeki düşman ailelerin kökeni tarihsel bir gerçekliğe dayanıyor.)
Teoloji konulu şiirlerin günümüz insanını heyecanlandırmaması da durumu zorlaştırıyor. Ancak Dante’nin şiirini, soyut dini öğretiler ile günah ve kefaret üzerine havada kalan konuşmalar olarak görmek yanlıştır. Şiir, hem vücutla hem de ruhla ilgilenir, görsellik açısından da içerik açısından da çok zengindir. Valerie Allen On Farting – Language and Laughter in the Middle Ages (Osuruk Üzerine: Ortaçağda Dil ve Kahkaha) adlı kitabında Dante’nin dini epiğinin abartılı yanlarından bahseder. Dante’nin ve güvenilir rehberi Romalı şair Virgil’in cehennemin çeşitli katlarında anlaşma yapmasına yardım eden şeytanlardan biri olan Malacoda, diğer şeytan arkadaşlarına doğru gaz çıkarır. Başka bir bölümde Dante, günahkârların yemek, pislik ve osurukla dolu devasa bir kanalizasyonda pişirilmesini betimler. Inferno’da (Cehennem) şair, işkence edilmiş bir grup günahkârı küçük odalardan akan ishal dışkıyla kaplı görür. Sanki cehennem, devasa umumi bir tuvalete dönüşmüştür.
Tuvaletle ilgili bu tür betimlemeler, mesela Satyricon’da yapıldığı gibi komik olması amacıyla yapılmamıştır. Dante’nin İlahi Komedya’yı yazma amacı kısmen politikti. O dönemde Floransa şehrinin yönetimi, “Siyahlar” olarak bilinen bir grup tarafından ele geçirilmişti ki Dante bu gruba düşmandı. Dante, karşıt “Beyazlar” grubuna mensuptu. Beyazlar Floransa sınırlarında daha özgür olmayı isteyerek Papa’nın kontrolüne karşı direnmekteydi. Siyahlarsa Papa’ya şehir sınırları içinde daha çok güç vermeyi istiyordu. Beyazlar arasında söz sahibi olan Dante, Siyahlar tarafından Floransa’dan kovuldu ve bir daha şehre dönerse kazığa bağlanıp yakılacağı söylendi.
Rivayete göre Dante yemek yerken ya da kitap okurken kedisi ona patileriyle mum tutardı; Dante bunu yapabilmesi için kediyi eğitmişti.
Şiirin en ünlü bölümleri muhtemelen cehennemin çeşitli katlarının tasvirleri ve sadece iki kez görmesine rağmen bağlılık duyduğu genç kız Beatrice. Modern düşünce yapısına göre Dante’nin Beatrice’e duyduğu hayranlık garip gelebilir. Ancak Beatrice’i ilk kez daha çocukken gören Dante, onun saflık ve erdem timsali olduğunu, hatta neredeyse dünya üzerine gönderilmiş bir tanrıça olduğunu düşünür. Beatrice 1290 yılında 20’li yaşlarındayken öldüğünde Dante, Beatrice’in anısına şiir ve düzyazı karışımı ilk büyük eseri olan La Vita Nuova’yı (Yeni Hayat) yazmıştır. Komedya’nın son bölümünde Dante’ye cenneti sunan Beatrice’tir. Cehennemin katlarına gelecek olursak, toplamda dokuz adet katın birçoğu yedi ölümcül günahtan birine odaklanmıştır. Cehennemin ihanetle ilgili dokuzuncu katında Şeytan beline kadar buzun içinde, cehennemin merkezinde oturur (Dante’nin cehennem görüşünde her yer ateş ve kükürtten ibaret değildir) ve bu Şeytan’ın üç yüzü vardır: siyah, kan kırmızısı ve soluk sarı. Görünüşe bakılırsa konu Şeytan’a gelince ikiyüzlü olmak yeteri kadar büyük bir ihanetten sayılmıyor.
İtalyan yazar arkadaşı Boccaccio, Dante’nin annesinin kendisine hamileyken rüyasında Dante’nin tavuskuşuna dönüştüğünü gördüğünü söylemiştir. Dante sonunda, İtalya’nın ilk büyük şairine dönüşmüştür. Bir metamorfoz sayılmasa da hatırı sayılır bir dönüşümdür.
Chaucer’ın Astronomisi
1370’lerin başında henüz genç bir adam olan Geoffrey Chaucer, Kral III. Edward adına diplomatik bir görev için İtalya’ya seyahat etmiştir. İtalya’dayken İtalyan edebiyatının altın çağının meyvelerini tatma fırsatı da bulmuştur: Petrarca’nın soneleri, Boccaccio’nun eserleri (bir grup insanın çeşitli hikâyeler anlattığı Decameron adlı eseri Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’ne ilham vermiştir) ve Dante.
Kendisinden önce gelen Dante gibi Chaucer da tanınmasını sağlayan tek uzun kitaptan başka eserler de vermiştir. Canterbury Hikâyeleri’nin yanı sıra Truva Savaşları’ndaki şanssız bir çifti anlatan Troilus ile Cressida ve dua ederken kullanılmak üzere yazdığı akrostiş şiir ABC gibi eserler de çıkarmıştır. Chaucer’ın birçok eseri gibi ABC de, Guillaume de Deguileville tarafından yazılmış Fransızca duanın eski İngilizceye çevirisiydi. Her biri sekiz dizeden oluşan yirmi altı kıtalık şiirde dizelerin hepsi alfabenin sıralı harfleriyle başlar. Muhtemelen 1370’li yıllarda yazılmış olan şiir Chaucer’ın sanatının ilk aşamalarını yansıtmaktadır. (Chaucer 1343 yılı civarında Londra’da doğmuştur. Doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Bu arada soyadı da Fransızca chausseur, yani “kunduracı” kelimesinden gelmektedir.)
Ayrıca Chaucer ilk popüler bilim kitaplarından birini yazmıştır: 1391 civarında yazdığı A Treatise on the Astrolabe (Usturlap Üzerine Bilimsel İnceleme) muhtemelen İngilizce olarak yazılmış ilk bilim kitabıdır. Bu kitap aynı zamanda İngilizcede yazılmış ilk çocuk kitabıdır; Chaucer, kitabı kendi oğlu Lewis için yazmıştır.
Usturlap (kelime anlamı “yıldızyakalar”), yıldızların konumunu kullanıcının bulunduğu enleme bağlı olarak ölçmekle birlikte daha pek çok amaç için kullanılan astronomi aracıdır. Bilimsel bir araç olarak yerini gelecekte sekstant almıştır. Usturlap, hem astrolojik hem de astronomik amaçlarla kullanılmıştır; usturlabın kullanım alanlarından biri de yıldızların ve gezegenlerin yörüngeleri ile konumlarını belirleyip burçlar kuşağının hareketlerinden ilahi ve mistik anlamlar çıkarmaktı. Aynı zamanda astronomik takvimi, yani bir anlamda uzay ve zamanı belirlemek için de kullanılırdı. Chaucer’ın kitabına, okuru aletin nasıl ve ne için kullanılacağı konusunda bilgilendiren bir kullanım kılavuzu diyebiliriz. Aynı zamanda popüler bilim kitabıdır çünkü Chaucer uzman bir astronom değildir; aletle uğraşan, oğlunu da aynısını yapması için teşvik eden amatör bir astronomi meraklısıdır.
Chaucer 1400 yılında ölmüştür. Westminster Manastırı’ndaki mezar taşına ölüm tarihi 25 Ekim olarak yazılmıştır. Şairler Köşesi’ne gömülen ilk kişi olmuştur. Ancak Chaucer’a Manastır’daki yerini kazandıran şiirsel başarıları yerine bürokratik hizmetleri olmuştur.
Ortaçağdan Bir Yemek Kitabı
II. Richard’a birçok konuda teşekkür borçluyuz. Shakespeare’in en iyi tarihi oyunlarından birine konu olmakla birlikte İngiltere’ye mendili getiren kişidir. Aynı zamanda sadece on dört yaşındayken Köylü Ayaklanması’nı bastırmasıyla tanınır.
Ancak birçok yönden pek de iyi bir kral olmayan II. Richard’a borçlu olduğumuz bir şey daha var: İngilizce yazılan ilk yemek kitabı kendisi için derlenmiştir. The Forme of Cury (Yemek Pişirme Yöntemleri) 1390 yılında bilinmeyen bir yazar tarafından toplanıp bir araya getirilmiştir. Yemek kitabında kişin[1 - Kiş: Tuzlu bir turta çeşidi. (ç.n.)] öncülü sayılabilecek bir tarifle süt, pirinç, badem, şeker ve ne kadar gariptir ki et parçalarından yapılan “blank mang” adındaki tatlı bir yemek dahil yaklaşık 200 tarif vardır. Kulağa lezzetli gelmeyebilir ancak zamanında oldukça popüler bir tatlıydı ve zamanla bildiğimiz pelteye dönüşmüştür.
Özellikle baharatlarla birlikte birçok malzeme The Forme of Cury ile İngiliz mutfağına giriş yapmıştır. Karanfil ve hindistancevizi ilk kez bu kitapla mutfaklara girmiştir. Ayrıca zencefil, toz kırmızı biber ve muskat gibi nadir baharatlar da tariflerde yer almıştır. İngiltere’nin tek yerel baharatı hardal ise şaşırtıcı şekilde sadece “hardal topları” adlı bir tarifte kullanılmıştır.
The Forme of Cury’de ilk İngiliz makarna tariflerinden üçü yer almıştır: ravioli (İtalyan usulü mantı), lazanya ve peynirli makarna.
Ayrıca The Forme of Cury, zeytinyağı kullanımından bahseden ilk İngiliz kitabıdır. Kitapta eski bir salata tarifi verilmiştir: Maydanoz, adaçayı, biberiye, sarımsak, nane, arpacık soğan, soğan, rezene ile diğer otlar ve sebzeler doğranarak yağ, sirke ve tuzla (zaten salata kelimesinin kökeni de Latincede “tuzlu” anlamına gelen bir kelimeye dayanmaktadır) karıştırılmıştır.
The Forme of Cury’deki tariflerin birçoğu artık kullanılmamaktadır. Ancak kitap bize köklü bir miras bırakmıştır. Eski İngilizcede “aşçılık” anlamına gelen “cury” kelimesi, Uzakdoğu’ya seyahat eden İngiliz tüccarlar tarafından kullanılmıştır ve bir teoriye göre Asya mutfağındaki baharatlı sosları tanımlamak için kullanılmaya devam etmiştir. Birçok dil tarihçisi de “köri” kelimesinin buradan geldiğini düşünmektedir.
Bir Kadına Gelen Vahiyler
8 Mayıs 1373’te otuz yaşında bir kadın ciddi bir hastalık geçirdi ve ölümden döndü. Hezeyan halindeyken birtakım hayaller gördü. Bu hayalleri Tanrı tarafından bahşedilmiş görüler olarak yorumlayarak kendisine vahiy geldiğini düşündü. Bu kadının ismi Norwich’li Julian’dı. Aslına bakarsanız gerçek adının Julian olmadığından emin sayılırız. Julian, bu kadının yaşadığı bölgenin yerel kilisesinin adıydı. Ancak kadın bu isimle tanınmıştır ve ortaçağ İngiltere’sinde ünlü olmuştur. 1390’lı yıllarda, yani II. Richard’ın pelte veya peynirli makarna yemek ya da favori adamlarını hediye yağmuruna tutup asilzadeleri sinirlendirmek ve başkalarının topraklarını fethetmekle meşgul olduğu zamanlarda, Julian da gördüğü hayalleri yazıyordu.
Görülerini anlattığı eserinde Julian, kendini “eğitimsiz” olarak tanımlar. Ancak böyle bir eseri yazabildiğine göre, bu tanımı yersiz bir mütevazılıkla yaptığı düşünülebilir. Ama bu tanım, o dönemde ayrıcalıklı erkeklere verilen kapsamlı eğitimden geçmediği gerçeğini de ortaya koyar. Bu yüzden Julian gördüğü hayalleri, o dönemde bu tür kitapların yazıldığı gibi Latince değil, İngilizce yazmıştır. Böylelikle Revelations of Divine Love (İlahi Aşkın Vahiyleri) bir kadın tarafından İngilizce yazılan ilk kitap olmuştur. Julian’ın resmi eğitim eksikliği, İngilizcenin yararına olmuştur.
Julian, toplumdan kaçıp Norwich’teki kilisesinde bir rahibe odasında münzevi bir hayat yaşamasına neden olan on altı hayali, zamanın İngilizcesiyle tasvir edip irdelemiştir. Kitabın büyük bölümü, Julian’ın gördüğü hayallerin teolojik açıklamalarından ibaret olduğu için dindar olmayan kişilerce anlaşılması zor olabilir. Revelations of Divine Love hezeyanın mı yoksa tanrısal iletişimin mi eseriydi? Julian’ın gördüğü hayallerin çoğunda İsa (özellikle İsa’nın çarmıha gerilmesi ile dirilişi) yer almaktadır. Vahiyleri arasında en hatırda kalanlarından biri oldukça sadedir: İsa, Julian’a gelerek içinde “tüm yaratılanlar”ın olduğu bir fındık gösterir.
Ancak modern okurların çoğu için önemli olan ne yazıldığı değil, nasıl yazıldığıdır. Julian kadın olduğu için profesyonel teologlara ve rahiplere özel olan Latinceyle yazamamıştır. Ancak bu, kendisinin ve eserinin lehine olmuştur. Julian’ın eseri, sıradan İngiliz toplumunu ve Hıristiyanlık deneyimini kendi dilinde anlatan demokratik bir kitaptır. (Julian’ın toplumdan kendini soyutladığı düşünülünce bu biraz ironiktir.)
Kitaptaki en ünlü cümle şöyledir: “Günah kaçınılmazdır, ancak her şey güzel olacaktır, her şey düzelecektir ve her şey her açıdan güzel olacaktır.” Kitabın verdiği gerçek mesaj budur. Julian’ın nüfusun üçte birini öldüren vebanın İngiltere’ye yayılmasına ve (1381’deki Köylü Ayaklanması gibi) sivil itaatsizliğe şahit olduğu düşünülünce eserinin verdiği mesaj, İngiliz tarihinde halkın korktuğu bir dönemde halkı rahatlatmak için oldukça uygundur. T. S. Eliot’ın 1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında kaleme aldığı Four Quartets’teki (Dört Kuartet) savaş ve kurtuluş konulu şiiri Little Gidding’te Julian’ın “her şey güzel olacak” mesajını alıntılaması da oldukça hoştur.
İlk Otobiyografi
1934 yılında William Erdeswick isimli bir adam sıradışı bir keşifte bulundu. Çoğu edebiyat alimi böyle bir keşifte bulunmayı hayal eder. Ancak Erdeswick bir profesör değil, yarbaydı. Chesterfield’daki evinde bir dolapta beş yüz yıldır kayıp olduğu düşünülen bir elyazması buldu. Bulduğu elyazması, ilk kez 1430’lu yıllarda yazıya dökülmüş ve daha sonra da anlaşıldığı üzere tarihte yazılan ilk İngilizce otobiyografinin korunmuş tek kopyasıydı.
Kitabın yazarı Margery Kempe, kendisinden yaklaşık yirmi yıl önce Norwich’li Julian’ın gördüğü hayaller gibi canlı ve güçlü ilahi hayaller görmüştü. Hatta ömrünün son yıllarında Julian, Norwich’teki odasında orta yaşlı Kempe tarafından ziyaret edilmiştir.
Kitap çoğunlukla “ilk İngilizce otobiyografi” olarak anılsa da Kempe kendi hikâyesini, baş karakter kadından “bu kul” diye bahsederek anlatmıştır. Bu da kulağa derin ve kişisel konulardan bahsederken kullanılacak bir üslup gibi gelmiyor. The Book of Margery Kempe’i (Margery Kempe’in Kitabı) en iyi şekilde incelemek için kişisel anı olarak değil, dönemin Hıristiyan kadınlarının tipik hayatının tasviri olarak ele almak gerekir. Gene de kitapta yer alan deneyimlerin canlı bir berraklıkla anlatılmasının kişisel deneyimin kanıtı olduğu tüm dünyada kabul görmüştür.
Kitabın büyük bölümü, Kempe’in eşini kendisinden uzak tutma çabasının etrafında dönmektedir. Margery bakire kalmak istiyordu çünkü Tanrı’nın beklentisinin bu yönde olduğunu düşünüyordu. Eşiyse böyle düşünmüyordu ve evlilik hakkının keyfini sürmek için kitabın ilk bölümlerinin her sayfasında Margery’ye baskı yapıyordu. Belki de Margery’nin sonunda eşinden on dört çocuk sahibi olması pek de şaşırtıcı değildir. İlk çocuğunu doğurduktan sonra hastalanıp dini hayallerini görmüştür. Margery’nin hayatını Tanrı’ya adamasını sağlayan da işte bu hayallerdi. Maalesef zamanın şartlarında Margery’nin yaklaşımı tartışma konusu oldu: Margery kâfirlikle suçlanarak kazığa bağlanıp yakılmakla tehdit edildi. Kendisinden önce doğan Norwich’li Julian’ın aksine Margery bir eş ve anneydi. Ortaçağ annelerinin Margery’nin yaptığı şeyleri yapması yasaktı. Aslına bakarsanız bunlar, herkes için yasaktı. Margery gittiği her yerde insanların kötü bakışlarına maruz kaldı; çünkü kiliselerdeki vaazlar esnasında gürültüyle ağlardı ve kendini cezalandırmak için garip yollara başvururdu. Yaptığı birçok hac seyahatlerinin birinden (birçok kutsal toprakla birlikte hem Roma’yı hem de Kudüs’ü ziyaret etmiştir) dönerken tüm parasını fakirlere vererek dilenmek zorunda kalmıştır. Bu da yetkililerin dikkatini çekmiştir. Demek ki İsa’nın yolunu fazla yakından takip etmek de mümkünmüş.
Margery’nin “otobiyografisi” (kitabını otobiyografi sayarsak) uzun ve olaylı bir hayatın sonlarında yazıya dökülmüştür. Julian’ın aksine Margery, kitabını kendi yazmayarak dikte etmiştir. Kitap 1430’lu yıllarda bilinmeyen bir yazar tarafından yazılmıştır. Seçilmiş bazı bölümler 1501 yılında ilk İngiliz matbaacılarından (ayrıca harika bir isme sahip olan) Wynkyn de Worde tarafından yayımlanmıştır, ancak kitabın büyük bölümü Erdeswick tarafından keşfedilene dek kayıp olarak kalmıştır. Artık kitabın tamamını okuyabilmekteyiz. Kitabı dini edebiyattan güçlü bir eser veya ortaçağda yaşamış bir kadının hayatı olarak görmek bize kalmış, ama kitap iyi ki de Erdeswick’in dolabından çıkmış.
Barnsdale’lı Robin
Robin Hood edebiyat sahnesine girişini on dördüncü yüzyılda Piers Plowman şiiriyle yapmıştır. Şiirin yaygın olarak Geoffrey Chaucer’ın çağdaşı William Langland tarafından yazıldığı düşünülür. Kanun kaçağımız, tam da zamanında ortaya çıktı: İngiliz edebiyatı şu anki bildiğimiz haline doğru yavaş yavaş evrilmeye başlamıştı. Robin Hood’un edebiyatta yerini almasından kısa bir süre sonra 1381’de Köylü Ayaklanması başladı. Ayaklanmanın liderlerinden rahip John Ball, Langland’in şiirinden alıntı dahi yapmıştı. İngiltere için toplumsal düzene baş kaldırılan, feodalizmin güç kaybettiği bir dönemdi. Robin Hood’un maceralarının anlatıldığı hikâyelerden günümüze ulaşan en eski eser on beşinci yüzyılda bilinmeyen bir yazar tarafından yazılan A Gest of Robyn Hode (Robyn Hode’dan Bir Macera) adlı halk şarkısıdır. İlk matbaacılardan Wynkyn de Worde, ilk Robin Hood hikâyelerinden bazılarını basmaya çabalamıştır; bundan elli yıl sonrasındaysa Robin Hood, İngiliz edebiyatının gerçek ve vazgeçilmez bir parçası olmuştur.
Robin’in neşeli adamlar çetesindeki ünlü Rahip Tuck, on beşinci yüzyıl İngiltere’sinde Robert Stafford adıyla gerçekten yaşamıştı.
Peki Robin gerçekte nerede yaşamıştır? Cesur kanun kaçağı Nottinghamshire’da yaşadıysa Doncaster ve Sheffield havaalanları adını neden Robin Hood’dan almıştır? Bunun birkaç sebebi vardır. Robin’in yaşadığı yer Sherwood değil, Barnsdale Ormanı’ydı (ayrıca Sherwood ormanının büyük kısmı Nottinghamshire’da değil Yorkshire’da yer alır). Örneğin A Gest of Robyn Hode’da Sherwood’dan hiç bahsedilmez. Bu eser, Robin Hood hikâyesinden bildiğimiz birçok maceranın ve karakterin kaynağıdır. Küçük John, Will Scarlet ve Değirmencinin Oğlu Much gibi karakterlerden ilk kez bu yazarı belli olmayan şiirde bahsedilmiştir. Bazı Robin Hood hikâyelerinde Robin Hood’un pelerini kırmızıdır; on dokuzuncu yüzyılda yazılan bir şiirdeyse Robin Hood’un pelerini kırmızıyken adamlarınınki orman yeşili rengindedir.
Hazır konusu açılmışken Nottingham adını Snotingaham’dan alır. Snotingaham, şu an Nottingham’ın olduğu yerde bulunan Sakson yerleşiminin adıdır. Snotingaham’a yerleşen Sakson şefinin adı Snot’tur ve zamanla baştaki “S” harfi kaybolmuştur.
A Gest of Robyn Hode’un orijinalinde, Robin’in kralı Haçlı Seferleri’ne çıkan Aslan Yürekli Richard (1189-99 yılları arasında hüküm sürmüştür) değildir, bahsedilen “Kral Edward”dır, Kral Richard ya da John değildir. Bu da Robin Hood’u İngiliz tarihinin daha ilerilerine, 1272 civarında I. Edward’ın tahta çıktığı dönemlere getirir.
Robin’in Locksley’li Robin adında yasaları çiğneyen bir asilzade olmasıysa çok daha yeni bir fikirdir. Kaynağı Sör Walter Scott’ın ünlü ortaçağ romanı Ivanhoe’dur (1820). Ayrıca bu roman bir sonraki nesilden yazarlar ve sanatçılar arasında ortaçağ tarihinin popülerleşmesini de sağlamıştır. Bu yazar ve sanatçılar arasında Rafael öncesi sanat görüşünü benimseyenler ve Tennyson yer almaktadır. Scott’ın romanı, 1991’de Kevin Costner’ın oynadığı gişe rekorları kıran Robin Hood: Hırsızlar Prensi filmine Robin Hood karakteriyle kaynak olmuştur. (Kitap boyunca karakterden “Locksley’li Robin” olarak bahsedilmektedir. Bu arada Locksley, bize Yorkshire’la bir bağlantı daha sunmaktadır; Güney Yorkshire’da Sheffield şehrinin bir köyünün ve mahallesinin adı Loxley’dir.) Birçok kişi Costner’ı, Amerikan aksanıyla canlandırdığı Robin karakteri için eleştirmiştir. Ancak (aynı filmde rol alan) Alan Rickman, Amerikan aksanının yirminci yüzyıl Anglosakson aksanına modern İngilizceden daha yakın olduğunu belirtmiştir.
RÖNESANS
Edebiyat tarihçisi Stephen Greenblatt’a göre Rönesans, bir kitap sayesinde başlamıştır. The Swerve: How the Renaissance Began (Yeni Bir Dönem: Rönesans Nasıl Başladı) adlı kitabında Greenblatt, on beşinci yüzyılda İtalyan bir kütüphanecinin o zamanlarda Lucretius’un eski ve unutulmuş klasik epik şiiri De Rerum Natura’yı (Doğa Üzerine) keşfetmesinin uzun zamandır üzerine düşünülmeyen evren teorilerine olan ilgiyi yeniden canlandırdığını öne sürmüştür. Bu teoriler arasında dünyada meydana gelen olayların ilahi takdire değil şansa bağlı olması ve her şeyin atomlardan oluşması vardı. Lucretius solucanların ıslak toprağın altında kendi kendine oluştuğuna ve depremlerin yeraltı mağaralarındaki rüzgârlardan kaynaklandığına da inanmaktaydı, ancak konu atom fiziğine gelince şaşırtıcı bir şekilde haklıydı.
Greenblatt’a göre, Lucretius’un şiirinin yeniden keşfedilmesi, Hıristiyan sofuluğunun bir kenara atılıp yaşadığımız dünya ve sunduğu dünyevi zevklere odaklanılan “yeni bir döneme geçilmesini” sağlamıştır. (Lucretius, kendini haz arayışına adayan Epikür’ün müritlerindendi.) Robert Douglas-Fairhust, Greenblatt’ın kitabını inceleyerek Rönesans’a tek bir kitabın değil, modern kitabın icadının gerçek anlamda ivme kazandırdığını öne sürmüştür. On beşinci yüzyılın ortalarında Johannes Gutenberg’in hareketli parçalarla yazı baskısını icat etmesiyle kitap basımını mümkün kılan teknolojik yenilik, fikirlerin daha kolay ve özgürce tüm Avrupa’da, zamanla da tüm Batı dünyasında dolaşmasına olanak sağlamıştır. Birdenbire, İncil’in kopyalanması için manastırın yazıhanesinde bir düzine rahibin köleler gibi ağır ağır çalışmasına gerek kalmamıştı. Bir atölyedeki matbaa makinesi yüzlerce kopyayı çok daha az maliyetle basabilmekteydi.
Başka birçok şeyin yanında, Tanrı’nın sözlerini yakından ve dikkatle inceleme şansı olmayan insanlar (rahiplerin ayinlerde okudukları Latince İncil haricinde) artık İncil’i rahatlıkla okuyabilmekteydi. Diğer faktörlerle birlikte bu, Katolik Kilisesi’nin Avrupa’nın büyük bölümünde Katolikliğin tek Hıristiyan mezhebi olduğu iddiasını kaybetmesine yol açan Reform hareketlerinin başlamasında önemli bir yere sahiptir. Aslında Katolik Kilisesi bir süredir Hıristiyanlıkta tekel değildi: İngiltere’de Roma Katolikliğinin birçok yönünü inkâr eden, daha sade ibadet şekillerine dönüşü savunan John Wycliffe müritleri on dördüncü yüzyıldan beri aktifti. (Wycliffe neredeyse Chaucer’ın çağdaşıdır ve İncil’in büyük bir bölümünün çevirisini yapmıştır; bu da on dördüncü yüzyıl İngiltere’sindeki yazarların yaratıcılık patlamasını bir kez daha kanıtlamaktadır.)
Ancak Lollardlar (kelimenin kökeni, Lollardların İncil’den bölümler mırıldanması nedeniyle Felemenkçedeki “homurtucu” kelimesine dayanmaktadır) grup olarak oldukça küçük kaldılar. Katolik Kilisesi’nin parasını kurtarma çabası, on altıncı yüzyılda 1517 yılının Cadılar Bayramı’nda Alman rahip Martin Luther’in Wittenberg’teki kilisenin kapısında doksan beş maddelik dini reform tezini okumasıyla başlayan Protestanlıkla gerçek anlamda ivme kazanmıştır. Yirmi yıl içinde VIII. Henry’nin kendini İngiltere Kilisesi’nin başı olarak ilan etmesiyle İngiltere de reform hareketlerine katılmıştır. Henry’nin amacı tabii ki büyük ölçüde politikti: İlk eşi Aragon’lu Catherine’den boşanmak istiyordu ancak Papa boşanma iznini vermiyordu. Luther ve VIII. Henry’nin Avrupa’da başlattığı çalkantı ve değişim, insanların yaşama biçimlerini ve bu bölümde göreceğimiz gibi yazdığı kitapları derinden etkilemiştir.
Teorik olarak dünyadaki en pahalı kitap 153 milyon euro değerinde ve sadece 13 sayfa uzunluğundadır. “Teorik olarak” diyorum çünkü şimdiye dek hiç kimse kitabın bu fiyata değeceğini düşünerek satın almaya çalışmadı. The Task (Görev) adlı kitap kendi kendini gelmiş geçmiş en büyük filozof ilan eden Tomas Alexander Hartmann tarafından yazılmıştır. Şaheserin yalnızca bir kopyası mevcuttur. Yani dünyanın en büyük sorularının cevaplarını öğrenmek için oldukça varlıklı olmanız gerekiyor. Tarih boyunca bir kitaba ödenen en yüksek meblağ, Bill Gates’in daha çok Leonardo da Vinci’nin defterleri olarak bilinen Codex Leicester’i satın almak için ödediği 31 milyon dolardır. Pek az kimse Rönesans için Leonardo kadar iyi bir örnek olabilir. Ancak bu bölüm daha çok Leonardo’nun defterlerinin bütünüyle günlük çalışmalarına (bedensel işlevlerinden kedilere olan merakına) odaklanmaktadır. Bunları öğrenmek için 31 milyon dolar vermenize gerek yok, ancak bunlar da kendi içlerinde çok değerli eserlerdir.
Gargantua
Yazarların Shakespeare, Dickens, Orwell tarzı gibi kendi sıfatlarına sahip olmaları için belli bir tarzda yazmaları gerekir. Yazdığınız kitap belirli bir tarzın veya temanın tipik örneğiyse veya yeni bir tür yaratıyorsa bu da işinizi kolaylaştırır. Örneğin Fransız yazar François Rabelais’nin yazılarını niteleyen Rabelais tarzını ele alalım. Oxford İngilizce Sözlük bu tarzı “Ortaçağ öğrenimi ve edebiyatının parodilerinin geçtiği, müstehcenlik ve amiyaneliği insani değerler olarak yücelten kaba mizah anlayışına sahip bir tarz,” diye tanımlamıştır. Bu dönemde başka kimse Rabelais kadar müstehcen ve amiyane kitaplar yazmadı.
Gargantua ve Pantagruel’in yazarı Rabelais iki popüler sıfata kaynaklık etmiştir. Edebi karakterlerinden biri olan Gargantua, İngilizcede devasa anlamına gelen gargantuan kelimesine ilham olmuştur. Aslında gargantua kelimesi Rabelais’den öncesine dayanmaktadır. (Gargantua kelimesi ilk kez isimsiz bir yazar tarafından Rabelais henüz daha çocukken yayımlanan Great Chronicles of Gargantua [Gargantua’nın Muazzam Günlükleri] kitabında kullanılmıştır.) Pantagruel karakteri de sarhoşlara musallat olan küçük şeytan Penthagruel’den gelmektedir. Ancak Rabelais zaten var olan bu karakterleri alarak altına ölümsüz imzasını atmıştır.
Ayrıca Rabelais İngilizceye daha az bilinen bir kelime olan panurgic’i de katmıştır. Kökeni Pantagruel’in ekürisi Panurge adlı karaktere dayanan bu kelime her şeyi yapmaya hazır anlamına gelmektedir.
Tamamı genellikle Gargantua ve Pantagruel olarak bilinen kitap aslında upuzun dört ciltten oluşmaktadır: Pantagruel (1532), Gargantua (1534) ve pek de özgün adlara sahip olmayan Üçüncü Kitap (1546) ile Dördüncü Kitap (1549. 1552 yılında ise genişletilmiştir). Bu dört ciltlik kitap (beşinci bir kitap da mevcuttur ama yazarının Rabelais olup olmadığı tartışma konusudur) Rabelais’nin edebi başarısını simgelemektedir.
Müstehcenlik (çoğunlukla penis ve gaz çıkarma şakaları) Rabelais tarzının mizahi dokusunun büyük bir parçasıdır. Kitapta dönemin iç çamaşırlarından uzun uzadıya bahsedilmiştir. Ayrıca Gargantua tuvaletini yaptığında bir milyon Parislinin üçte birinden fazlasının Gargantua’nın idrarında boğulduğunu görüyoruz. Pantagruel ise devasa bir gazla anüsünden 53.000 cüce çıkarıp kendine düşen görevini tamamlamaktadır. Ayrıca Gargantua (etimolojik olarak “alkollü içki” ve gırtlak kelimeleriyle bağlantılıdır) ve Pantagruel (“susuzluğunu bastıramayan”) kelimelerinin de ima ettiği gibi neredeyse her sayfada şarap içilmektedir.
Voltaire, Rabelais’nin içip içip yazan bir sarhoş olduğunu söyleyerek kendisini küçümsemiştir; Balzac ise Rabelais’nin “gelmiş geçmiş en harika zihne sahip olduğunu” söylemiştir. Peki hangisi haklı? Yoksa ikisi de mi haklı? Rabelais çeşitli kişilerce harika bir nüktedan, rasyonalist, kinayeli bir yazar ve hatta dini yazar olarak görülmüştür. Ancak Voltaire’in yaygınlaştırdığı bir elinde kadeh bir elinde tüy kalem tutan şarap sarhoşu Fransız imajı, belki de Rabelais’nin eserinin altında yatan ciddiyeti unutturacak derecede akıllarda kaldı. Rabelais’nin halktan biri olduğu ve çok popüler bir yazar olduğu şüphesiz doğrudur. Ama gaz çıkarma şakalarının ve cinsel içerikli nüktelerin altında ciddi bir amaç yatmaktaydı: ikiyüzlülüğü ortaya çıkarmak. Gündüzleri hekimlik ve rahiplik yapıyordu; ilkinden detaylı anatomik bilgi edindi (bu da yazılarındaki fiziksel mizahı besledi), ikincisindense ahlaki sorumluluk ve adaletin önemiyle birlikte etrafındaki birçok kişinin ikiyüzlü doğasını öğrendi. Edebiyattaki ilk giriş eserlerinden biri olan Gargantua’da (Rabelais’nin yazdığı ikinci kitaptır, ancak ilk kitabının geçtiği zamanın öncesini anlatmaktadır) rahiplerin ve ikiyüzlülerin haricinde herkesin girebildiği “karşıt tapınak” Abbaye de Théléme’le karşılaşmaktayız. Burada rahiplerin ve ikiyüzlülerin aslında aynı kumaştan olduğu ima edilmektedir.
Decameron’un Fransız Versiyonu
Beşi erkek beşi kadın on kişi, duvarların ardındaki haydutlar ve vahşi ayılarla dolu tehlikeli dünyadan korunmak için Pyrenees’de bir manastıra sığınır. Bu on kişi, dışarıya çıkmak güvenli olana kadar zaman geçirmek için birbirlerine hikâyeler anlatmaya karar verirler.
Hikâye içindeki bir grup insanın oturup birbirine hikâyeler anlatması, on altıncı yüzyılda Navarre Kraliçesi Marguerite’e ait olduğu düşünülen enteresan düzyazı Heptameron yazıldığında pek de yeni bir fikir sayılmazdı. Heptameron’un adı Decameron’a göz kırpmaktadır. On dördüncü yüzyıl İtalyan yazarı Boccaccio’nun eseri Decameron’da karakterler, Floransa’nın dışında bir evde, şehre geri dönebilmek için veba salgınının sona ermesini beklerken birbirlerine hikâyeler anlatmaktadır. Marguerite’in kitabına Heptameron adı, Boccaccio’nun sevilen eseriyle bağlantısının görülmesini sağlamak ve Marguerite’in kitabının bu eserin Fransız eşdeğeri olduğunu vurgulamak için verilmiştir. Boccaccio’nun kitabının adından da anlayabileceğiniz üzere on karakterin her biri on hikâye anlatmaktadır; yani upuzun kitapta toplam yüz hikâye mevcuttur. İki kitabı kıyasladığımızda Marguerite’in Heptameron’unda ise toplam yetmiş iki hikâye anlatılmaktadır. (Decameron’un hikâye çerçevesi Chaucer’ı da etkilemiştir. Chaucer’ın Canterbury Hikâyeleri’nde de hikâye anlatma yarışması yapılır.)
Marguerite, Navarre Kralı François’nın kız kardeşi ve çağdaş yazarı Rabelais’nin hamisiydi. Rabelais de iltifata iltifatla karşılık vererek Gargantua ve Pantagruel’in üçüncü cildini Marguerite’e ithaf etmiştir. Hollandalı alim Desiderius Erasmus övgülerini Marguerite’e yazılı olarak sunmuş ve Tanrı’nın kendisine bahşettiği birçok yeteneğine iltifatta bulunmuştur. Ancak Heptameron’u yazanın Marguerite olup olmadığından bile emin değiliz. Ölümünden dokuz yıl sonra yayımlanan ilk basımda Marguerite’in ismi yer almıyor. Ama akademisyenlerin çoğu kitabın yazarının Marguerite olduğunda hemfikir; ayrıca kitapta yer alan birçok hikâyenin derleyeni olduğunaysa neredeyse emin. Her iki şekilde de kitap, on altıncı yüzyıl Fransız saray halkının yaşantısına önemli derecede ışık tutuyor.
Heptameron’daki hikâyelerin çoğu çeşitli türlerde aldatmacaların etrafında dönmektedir. İlk hikâyelerin çoğu cinsellikle ilgili aldatmacalarla ilgilidir. Zampara adamlar evli ve namuslu kadınları yoldan çıkarmaya çalışır veya hizmetçinin yatağına girmeye çalışan evli adamlar kandırılarak kendilerini bir anda eşlerinin yatağında bulur. Rabelais’nin hikâyesinde de birçok şehvet düşkünü düzenbaz rahip vardır. Dahası hikâyelerde yığınla seks mevcuttur, ayrıca sıklıkla başka şeylerin yığını da (dışkı gibi) mevcuttur. Hikâyelerin birçoğu, teknik terimi kullanacak olursak skatolojiktir (dümdüz ifade etmek gerekirse, boktandır). Kısa hikâyelerin birinde bir eczacı kalfası sokaktan büyük bir dışkı parçasını alarak kâğıda sarar ve bir avukatı bunun iyi bir akşam yemeği hazırlarken kullanabileceği kaliteli şeker küpü olduğuna ikna ederek satar. Başka bir kısa skeçte zengin bir asilzade, rahibe manastırı ziyareti sırasında altına kaçırır. Heptameron’daki kısa öykülerin çoğu öncelikle fizikle, sonrasında kişilikle ilgilidir. Margery Kempe ve Norwich’li Julian’ın dini tefekkürlerinden bu yana büyük mesafe katettiğimiz kesin.
Yoksa Bu Bir Ütopya mı?
Çoğu kişi Sör Thomas More’u (1478-1535) iki şeyle tanır. İlki More’un, III. Henry’nin Aragon’lu Catherine’i boşayıp Anne Boleyn’le evlenmesi üzerine VIII. Henry ile ters düşmesi ve kellesinden olmasıdır. İkincisi de ideal hayali toplumlara ve bunu anlatan edebi türe adını veren Ütopya adlı kitabıdır. Çoğumuz kitabın orijinalini More’un Latince yazmış olmasından dolayı okuyamıyoruz. Kitabın ilk İngilizce çevirisi 1551 yılında yapılmıştır.
Ütopya, ilk bölümde incelediğimiz Lucian’ın A True History’sine (Gerçek Tarih) birçok yönden borçludur. Ancak Lucian’ın yaptığı gibi daha en başta hikâyenin kurgu olduğunu itiraf etmektense More, hikâyesine gerçeklik katmak için büyük çaba sarf etmiştir ve hikâye örgüsünde Ütopya adasının yeni keşfedilen Amerika gibi gerçek bir yer olduğunu öne sürmüştür. Belki de fazlasıyla çabalamıştır. More’un Latince hicvine yayıncı tarafından yazılan giriş bölümünde More’un tek yaptığı başkasından duyduğunu yazmak olduğu için takdiri hak etmediğini düşünen bir “mankafa”dan bahsedilmiştir.
Thomas More’un arkadaşı Ütopya’yı düzenlemiştir. Bu haliyle kitap Leuven’da 1516 yılında yayımlanmıştır.
More’un Ütopya’da okurla alay mı ettiği, yoksa içtenlikle mükemmel bir dünyadan kesit mi sunduğu konusunda ortak karara varılamamıştır. Tümünde olmasa da büyük bölümünde, kitabın satirik olduğuna dair bazı ipuçları mevcuttur: Katolik Kilisesi’ne sıkı sıkıya bağlı olan More’un, Ütopya’da desteklendiği gibi ortak rızaya dayalı boşanmayı ya da More’un zamanındaki toplumun tam zıddı olan ada cumhuriyetinin parçası kadın rahipleri onaylaması pek de olası değildir. Ütopya kelimesinin bile bir kelime oyunu (Ütopya hem “güzel yer” hem de “var olmayan yer”; bir diğer deyişle “gerçek olamayacak kadar güzel yer” anlamındadır) olduğunu fark ettiğimizde More’un aşırı idealistlerle alay ettiğini anlıyoruz. Ütopyalıların protokomünist bir tavırla kişisel serveti reddetmesi ve zenginliği aşağılamayı teşvik etmenin en güzel yolunun altından lazımlık kullanmak olduğuna inanması da bunu kanıtlar niteliktedir.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/oliver-tearle/gizemli-kutuphane-69403366/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kiş: Tuzlu bir turta çeşidi. (ç.n.)