Ejderha kitabı
Edith Nesbit
Ebeveynini kaybeden bir çocuk kendini kral ve canlanan resimlerle dolu büyülü bir kitabın sahibi olarak bulur. Bir kızın gözündeki minik bir ejderha, akla gelebilecek her boyuttaki ejderhaların istilasının ilk işaretidir.
Nesbit’in çocukları bazen yaramaz, genellikle çok zeki ve neredeyse her zaman meraklıdır.
Fantastik yaratıkları modern edebiyat karakterleriyle başarılı bir şekilde buluşturup harmanlayarak kalıcı eserlere imza atan Edith Nesbit, bu sayede modern fantastik edebiyatın kurucuları arasında yer almıştır. Bu kitapta da ejderhaları, grifinleri ve hipografları insanlarla bir araya getirmiş, çocuklardan yetişkinlere çok geniş bir kesimin zevkle okuyacağı bir kitaba imza atmıştır.
Edith Nesbit
Ejderha Kitabı
Edith Nesbit Hakkında
Edith Nesbit 1858 senesinde Londra'da dünyaya geldi ve öğretmen olan babası 1862 yılının Mart ayında öldüğünde henüz dört yaşına gelmemişti. Kız kardeşi Mary'nin hastalığı nedeniyle ailesinin İingiltere, Fransa, İspanya ve Almanya'nın farklı kentlerinde ikamet etmesi gerekiyordu. Daha sonra Kent şehrinin kuzeybatısındaki Halstead'e yerleştiler. Burada üç yıl yaşadıkları Halstead Hall, Nesbit'in daha sonra kaleme alacağı Demiryolu Çocukları'na ilham olacaktı. İngiliz yazar William Morris'in takipçilerinden olan Edith Nesbit 17 yaşındayken ailesi tekrar Londra'ya taşındı. 1877 yılında, yani 19 yaşındayken banka memuru Hubert Bland'le tanıştı ve 22 Nisan 1880'de evlendiler. Nesbit'in üç çocuğu oldu: Demiryolu Çocukları'nı adadığı Paul Bland (1880-1940), Iris Bland (1881-19??) ve bademcik ameliyatı sonrası henüz 15 yaşında ölen Fabian Bland (1885-1900). Yazar, Beş Çocuk ve O kitabını ve devam serisini Fabian'a adadı. Nesbit ve Bland 1884 yılında (İngiltere İşçi Partisi'nin seleflerinden) Fabian Society'nin kurucuları arasında yer aldı. Bu topluluğa oğulları Fabian'ın ismi verilmişti. Ayrıca topluluğun Today adlı dergisini birlikte yönettiler. Nesbit ve Bland kısa bir süre Social Democratic Federation ile de ilgilendi fakat bu olusumu aşırı radikal bularak reddettiler. Nesbit 1880'li yıllarda sosyalizm üzerine dersler veriyor ve yazılar yazıyordu. Ayrıca eşiyle birlikte "Fabian Bland" ismiyle de yazılar kaleme aldı fakat bir çocuk kitapları yazarı olarak başarısı arttıkça bu faaliyetleri azaldı. 1899'dan 1920'ye kadar Well Hall House'da yaşadı. Bland'in vefatından üç yıl kadar sonra, 20 Şubat 1917'de, Woolwich Ferry'de gemi mühendisi olan Thomas "the Skipper" Tucker'la evlendi. Yaşamının sonuna doğru Friston'da "Crowlink" adlı bir eve, ardından St Mary's Bay'e taşındı. Muhtemelen çok fazla sigara içmesinin sonucu olarak akciğer kanserine yakalandı. 1924'te öldü ve St Mary in the Marsh mezarlığına defnedildi.
Ejderha Kitabı’nı bu masalların anlatıldığı çocukların başında gelen Rosamund’a ithaf ediyorum.
Günün birinde kendi kitabını, şimdi sekiz korkunç ejderhaya o küçük esmer ayaklarının dibinde tevazuyla baş eğdiren kişiye ithaf edeceğine inancım sonsuz.
I. Canavarlar Kitabı
Haberler geldiğinde oyuncak bir saray inşa ediyordu. Tüm oyun tuğlalarını sağa sola saçılmış halde bıraktı. Dadı nasılsa hepsini toplardı. Aldığı haber hakikaten olağanüstüydü. Anlayacağınız üzere, sokak kapısı çalınmıştı. Ardından alt kattan konuşma sesleri geldi. Lionel, havagazı için tamirci geldiğini sanmıştı. Zira atlama ipini gaz teçhizatına dolayıp salıncak yaptığı günden beri ocağın yakılması yasaktı.
Dadı birden içeri girip dedi ki: "Küçükbey Lionel, canım, seni götürüp kral yapmak için gelmişler.”
Sonra hemen çocuğun kıyafetini değiştirip yüzünü ve ellerini yıkadı, saçlarını taradı. Dadısı bunları yaparken Lionel huzursuzca kıpırdanıp duruyor ve şöyle şeyler söylüyordu: “Ah, Dadı yapma!”, “Kulaklarımın temiz olduğundan eminim!”, “Saçlarımı boş ver,” ve “Tamam, bu kadarı yeter.”
“Sanki Kral değil de bir yılanbalığı olacakmış gibi davranıyorsun,” dedi Dadı.
Dadı bir an için onu bırakınca Lionel temiz mendilini almayı beklemeden dışarı fırlayıverdi. Oturma odasında oldukça ciddi görünümlü iki beyefendi vardı. Kırmızı kürkten kaftan giymişler ve başlarına ortasından kadife kumaş çıkan altın birer taç takmışlardı. Hani çok pahalı reçelli turtalar vardır, ortası kremalıdır. İşte taçları o turtaları andırıyordu.
Lionel’ın önünde yere kadar eğildiler. Daha ciddi tavırlı olanı dedi ki: “Efendim, büyük büyük büyük büyük büyük büyükbabanız, yani ülkemizin kralı vefat etti. Sizin gelip kral olmanız gerekiyor.”
“Evet, lütfen,” dedi Lionel, “Ne zaman başlıyorum?”
“Bugün öğleden sonra taç giyeceksiniz,” dedi diğeri kadar ciddi görünümlü olmayan ciddi adam.
“Dadım da benimle gelsin mi? Ya da saat kaçta getirilmemi istersiniz? Dantel yakalı kadife takımımı giysem uygun düşer mi?” diye sordu Lionel, çay davetlerine pek sık giderdi.
“Dadınız daha sonra saraya getirilecek. Hayır, kıyafetinizi değiştirmeye zahmet etmeyin. Kraliyet kaftanları üstünüzdekileri örtecek nasılsa.”
Ciddi beyefendiler Lionel’ı sekiz beyaz atın çektiği bir arabaya götürdü. Araba Lionel’ı yaşadığı evin hemen önüne çekilmişti. Burası sokağı çıkarken sol tarafta kalan 7 numaralı evdi.
Lionel son anda merdivenleri çıkıp Dadı’yı öptü ve şöyle dedi:
“Bana banyo yaptırdığın için teşekkür ederim. Keşke öteki kulağımı temizlemene de izin verseymişim. Yo, şimdi bunun için vakit yok. Bana mendilimi ver yeter. Hoşça kal Dadı.”
“Güle güle, canım,” dedi Dadı. “Haydi bakalım, iyi bir kral ol. ‘Lütfen’ ve ‘teşekkür ederim’ demeyi ihmal etme. Ayrıca pastayı küçük kızlara uzatmayı unutma ve hiçbir ikramdan iki porsiyondan fazla alma.”
Böylece Lionel, kral ilan edilmek üzere yola çıktı. Tıpkı sizin gibi, onun da kral olacağı aklına bile gelmezdi. Yani bu durum onun için çok yeniydi. Öyle ki daha önce aklından bile geçmemişti böyle bir şey. Araba şehirden geçerken, yaşadıklarının gerçek olduğundan emin olmak için dilini ısırmak zorunda kalmıştı. Çünkü dilindeki acı gerçekse, hayal görüyor olamazdı. Yarım saat evvel çocuk odasında oyun tuğlalarıyla bina yapıyordu. Şimdiyse geçtiği sokaklar bayraklarla donatılmıştı, pencereler ellerindeki mendilleri sallayıp çiçekler savuran insanlarla doluydu. Kaldırımlar boyunca her yerde lal kızılı askerler vardı. Tüm kiliselerin çanları durmaksızın çalıyordu. Lionel, insanların çan seslerine eşlik eden harika bir şarkı söyler gibi şu sözleri haykırdığını işitti: “Çok yaşa Lionel! Çok yaşa küçük kralımız!”
İlk başta en güzel giysilerini giymediğine biraz üzülmüştü ama çok geçmeden bunu unutuverdi. Kız olsaydı muhtemelen sürekli bunu düşünüp dururdu.
İki ciddi adam Lionel’a yol boyunca anlamadığı şeyleri açıklıyordu. Bu adamlardan biri Maliye Bakanı, diğeri Başbakandı.
“Bizim bir cumhuriyet olduğumuzu sanıyordum,” dedi Lionel. “Bir süredir kimsenin kral olmadığından eminim.”
“Efendim, büyük büyük büyük büyük büyük büyükbabanız vefat ettiğinde benim büyükbabam küçük bir çocuktu,” dedi Başbakan. “İşte o zamandan beri sadık tebaanız size bir taç alabilmek için para biriktiriyordu. Herkes her hafta gücünün yettiğince katkıda bulundu. Yüksek geliri olanlar haftada altı kuruş, çok parası olmayanlar ise en azından yarım kuruş verdi. Bildiğiniz üzere, tacın parasının halk tarafından ödenmesini gerektiren bir kural var.”
“İyi ama büyük büyük kaçıncı büyükbabam ise, işte onun kendi tacı yok muydu?”
“Vardı fakat kibirlenmekten çok korkuyordu. Bu nedenle tacını kalaylanması için gönderdi, üstündeki mücevherleri de çıkarttırıp sattı. Bu parayla bir sürü kitap aldı. Tuhaf bir adamdı. Çok iyi bir kraldı ama kusurları yok değildi. Mesela, kitaplara pek tutkundu. Neredeyse son nefesini verirken yollamıştı tacını. Ama kalaycının parasını ödemeye ömrü vefa etmedi.”
Başbakan bu sözlerin ardından gözündeki yaşı sildi. Hemen ardından araba durdu. Lionel taç giymek üzere arabadan indirildi. Taç giyme töreni düşündüğünüzden çok daha yorucu bir iştir. Tören bittiğinde Lionel, kraliyet kaftanlarını bir iki saattir giymekteydi ve işi bu olan herkese elini öptürmüştü. İşte bütün bunlar sona erdiğinde bitap düşmüştü. Artık sarayın çocuk odasına gideceği için çok mutluydu.
Dadı oradaydı. Çay da hazırdı. Haşhaşlı kek, erikli kek, reçel, üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek ile üstü kırmızı, altın sarısı ve mavi çiçeklerle bezeli en güzel porselenden çay takımı ve dilediğiniz kadar içebileceğiniz hakiki çay vardı.
Çaydan sonra Lionel dedi ki: “Canım kitap okumak istiyor. Dadı, bana bir kitap getirebilir misin?”
“Tanrı iyiliğini versin yavrum,” dedi Dadı. “Kral olunca elini ayağını mı kaybettin? Bir koşu git, kendin getir kitabını.”
Bunun üzerine Lionel aşağı inip kütüphaneye gitti. Başbakan ve Maliye Bakanı oradaydı. Lionel gelince yerlere kadar eğilip selam verdiler. Ne diye gelip onları rahatsız ettiğini son derece kibar bir dille sormak üzereydiler ki Lionel haykırdı: “Ah, dünya kadar kitap var! Bunlar sizin mi?”
“Hepsi sizin, Majesteleri,” diye cevap verdi Hazine Bakanı. “Rahmetli Kral’a aitti, yani sizin büyük büyük…”
“Evet, biliyorum,” diye sözünü kesti Lionel. “Her neyse, ben bu kitapların hepsini okuyacağım. Kitap okumaya bayılırım.
Okumayı öğrendiğime öyle mutluyum ki!”
“Majesteleri, size tavsiyede bulunmama izin veriniz,” dedi Başbakan. “Yerinizde olsam bu kitapları okumazdım. Sizin büyük…”
“Evet?” diye sordu Lionel çabucak.
“Kendisi çok iyi bir kraldı. Hakikaten, kendince çok üstün nitelikli bir kraldı ama nasıl desem? Biraz… Tuhaftı işte.”
“Deli miydi?” diye sordu Lionel neşeyle.
“Yo, hayır!”
İki beyefendi de samimi bir şaşkınlık duymuştu bu soru karşısında.
“Deli değildi ama şöyle ifade etmemde mahsur yoksa, şey… Kendini çok akıllı sanıyordu. Küçük Kralımın onun kitaplarıyla ilgilenmesini istemem.”
Lionel’ın aklı karışmıştı.
“Gerçek şu ki,” diye devam etti Maliye Bakanı kızıl sakalını tedirgin bir şekilde burarak. “Sizin büyük…”
“Devam edin,” dedi Lionel.
“Bir büyücü olduğu söyleniyordu.”
“Ama öyle değil miydi?”
“Elbette değildi. Son derece saygın bir kraldı sizin büyük…”
“Anladım.”
“Ama yerinizde olsam kitaplarına dokunmazdım.”
“Sadece bunu alayım,” diye yalvardı Lionel ellerini çalışma masasındaki kocaman bir kitabın kahverengi kapağına koyarak. Kitabın kahverengi cildi altın işlemelerle süslenmişti. Ayrıca bükümlerinde firuze taşları ile yakutlar bulunan altın tokaları vardı. Cilt çabuk aşınmasın diye kenarları yaldızlanmıştı.
“Şuna bir bakmam lazım,” dedi Lionel. Çünkü kitabın arka kapağında kocaman harflerle şu yazıyı okumuştu:
Canavarlar Kitabı.
Maliye Bakanı, “Küçük Kralım, lütfen şapşal olmayın,” dedi.
Ama Lionel altın tokaları çıkarmıştı bile. Hemen kitabın ilk sayfasını açtı. Bu sayfada kırmızı, kahverengi, sarı ve mavi renkli harika bir kelebek vardı. Öyle güzel resmedilip boyanmıştı ki canlı gibiydi.
“Baksanıza,” dedi Lionel, “Çok güzel, değil mi? Neden…”
Ama o konuştuğu sırada güzel kelebek çok renkli kanatlarını kitabın sararmış sayfası üzerinde çırpıp pencereden uçuverdi.
“İşte!” dedi Başbakan, yaşadığı şaşkınlık yüzünden boğazını tıkayan yumrunun etkisi geçer geçmez. “Bu sihirdir.”
Fakat o, bu sözleri söylemeden önce Kral sonraki sayfayı çevirmişti. Bu sayfada mavi tüylerinin her biriyle kusursuz güzellikte pasparlak bir kuş görülüyordu. Resmin hemen altında “Mavi Cennet Kuşu” yazılıydı. Kral, göz alıcı resme büyülenmiş gibi bakarken Mavi Cennet Kuşu kanatlarını sarı sayfa üzerinde çırpıp yaydı ve uçarak kitaptan çıkıverdi.
Başbakan kitabı Kral’ın elinden alıp daha önce kuşun bulunduğu boş sayfayı kapattı ve çok yüksek bir rafa yerleştirdi. Maliye Bakanı ise Kral’ı iyice sarsıp şöyle dedi: “Siz yaramaz, laf anlamaz küçük bir kralsınız!” Gerçekten çok kızmıştı.
“Yaptığımda ne fenalık vardı anlamıyorum,” dedi Lionel. Tüm oğlan çocukları gibi o da biri tarafından sarsılmaktan nefret ediyordu. Tokat yemeyi bile buna tercih ederdi.
“Ne fenalık vardı, öyle mi?” dedi Maliye Bakanı. “Ah, iyi ama o kitaba dair ne biliyorsunuz? İşte mesele bu. Bir sonraki sayfada ne olabileceğini nereden biliyorsunuz? Belki bir yılan veya solucan, belki de bir kırkayak ya da bir devrimci gibi bir şey olabilirdi.”
“Şey, sizi sinirlendirdiğim için özür dilerim,” dedi Lionel. “Haydi, öpüşüp barışalım, arkadaş olalım.”
Başbakan’ı öptü, sonra güzelce oturup SOS oyunu oynadılar. Maliye Bakanı da hesaplarıyla uğraşacaktı.
Ne var ki Lionel yatağına gittiğinde bir türlü uykuya dalamadı çünkü kitap aklından çıkmıyordu. Dolunay bütün gücüyle parlarken yatağından kalkıp sessizce aşağı indi. Kütüphaneye girip o yüksek rafa çıktı ve Canavarlar Kitabı’nı buldu.
Kitabı alıp ay ışığının gündüz vakti gibi aydınlattığı terasa çıktı. Kitabı açınca altında “Kelebek” ve “Mavi Cennet Kuşu” yazılı boş sayfaları gördü. Sonraki sayfayı çevirdi. Bir palmiyenin altında oturmuş kırmızı bir şey vardı. Resmin altında “Ejderha” yazıyordu. Ejderha kıpırdamadı. Kral kitabı hemen kapatıp yatağına döndü.
Ama ertesi gün kitaba bir kez daha göz atmak istedi. Bu nedenle kitabı yanına alıp bahçeye çıktı. Firuze taşları ve yakutlarla süslü tokaları çıkarınca kitap bir anda kendiliğinden açılıverdi ve altında “Ejderha” yazan sayfa önüne serildi. Pasparlak güneş ışığı sayfanın üzerine vuruyordu ve Kızıl Ejderha ansızın kitaptan çıktı. Lal kırmızısı geniş kanatlarını yayarak uçmaya başladı. Bahçeyi aşıp tepelere doğru yol aldı. Lionel önündeki boş sayfayla tek başına kalmıştı. Yeşil palmiye ağacı ile sarı çöl haricinde bomboştu sayfa. Bir de Kızıl Ejderha’nın kurşun kalemle çizilmiş hatlarının dışına çıkmış boya fırçasının bıraktığı küçük kırmızı çizgiler vardı.
O vakit Lionel gerçekten fena bir şey yaptığını anladı. Kral olalı henüz yirmi dört saat geçmemişti ama sadık tebaasının hayatlarını altüst edecek bir Kızıl Ejderha’yı dışarı salmıştı bile. Üstelik bu insanlar ona bir taç ve diğer şeyleri alabilmek için onca zaman para biriktirmişti!
Lionel ağlamaya başladı.
Maliye Bakanı, Başbakan ve Dadı sorunun ne olduğunu anlamak için koşarak geldi. Kitabı görünce her şeyi anladılar. Maliye Bakanı dedi ki: “Seni yaramaz küçük kral! Dadı, onu hemen yatağına yatırın. Yaptıkları üzerinde kafa patlatsın bakalım.”
“Efendim, belki önce tam olarak ne yaptığını öğrensek daha iyi olur,” dedi Başbakan.
Bunun üzerine gözyaşları sel gibi akan Lionel şunları söyledi: “Bir Kızıl Ejderha vardı, tepelere doğru uçup gitti. Çok üzgünüm, gerçekten. Ah, lütfen beni affedin!”
Fakat Başbakan ile Maliye Bakanı’nın Lionel’ı affetmek dışında düşünecek şeyleri vardı. Ne yapılabileceğini öğrenmek için hemen polise danışmaya gittiler. Herkes elinden geleni yaptı. Heyetler kurup nöbet tuttular, pusuya yatıp Ejderha’yı beklediler. Ama Ejderha tepelerde kaldı. Artık yapılacak bir şey yoktu. Vefalı Dadı görevini ihmal etmedi. Belki de herkesten daha fazlasını yapmıştı zira Kral’a hafifçe bir tokat attı ve çay içmesine izin vermeden yatağına yatırdı. Ayrıca hava iyice karardığında kitap okuması için mum da vermedi.
“Sen haylaz bir kralsın,” dedi. “Kimse seni sevmeyecek.”
Ertesi gün Ejderha hâlâ sessizdi. Gerçi Lionel’ın tebaasındaki şair ruhlu kimseler Ejderha’nın yeşil ağaçlar arasında parlayan kızıllığını açıkça görebiliyordu. Lionel tacını takıp tahtına yerleşti. Bazı yasalar yapmak istediğini söyledi.
Başbakan, Maliye Bakanı ve Dadı’nın Lionel’ın şahsi hükmüne hiç güven duymadığını söylememe gerek bile yok sanırım. Hatta onu bir güzel tokatlayıp uyumaya yollayacaklardı muhtemelen. Ancak Lionel tahta çıkıp başına tacını taktığı anda yanılmaz hale gelmişti. Yani söylediği her şey doğruydu ve hata yapması imkânsızdı. Bu sebeple “Okullarda ve diğer yerlerde insanlara kitapları açmayı yasaklayan bir kanun olacak,” dediğinde, tebaasının en az yarısının desteğini almıştı. Halkın diğer yarısı olan yetişkinler ise Lionel’ın çok haklı olduğunu düşünüyormuş gibi yapıyordu.
Sonra yeni bir kanun yaptı. Buna göre herkesin karnını doyuracak kadar yiyeceği olacaktı. Bu kanun daima gereğinden fazlasına sahip olan kişiler hariç herkesi çok memnun etti. Dadısına dedi ki: “Onlar için böyle güzel, yeni yasalar yaptığım için insanlar beni çok sevecek.”
Ama Dadı şöyle cevap verdi: “Hemen havaya girme, canım. Ejderha’yı son kez görmüş değilsin.”
Ertesi gün cumartesiydi. Öğleden sonra Ejderha birden ortaya çıkıp o iğrenç kızıllığıyla halkın üstüne çullandı. Futbolcular ile hakemleri, kale direklerini, topu ve diğer her şeyi kapıp götürdü.
Bu olay insanları hakikaten sinirlendirmişti. Dediler ki: “İyisi mi ülkemiz bir cumhuriyet olsun. Onca yıl Kral’a taç alacağız diye didindik durduk, şu başımıza gelenlere bak!”
Bilge insanlar başlarını sallayıp ulusun spor sevgisinde düşüş yaşanacağı tahmininde bulundular. Hakikaten futbol, bir süre için popülerliğini yitirecekti.
Lionel o hafta boyunca iyi bir kral olmak için elinden geleni yaptı. İnsanlar, Ejderha’yı kitaptan çıkardığı için onu bağışlamak üzereydi. “Ne de olsa futbol tehlikeli bir oyun,” dediler. “Belki de insanları bu oyunu oynamaktan vazgeçirmek daha iyidir.”
Genel kanıya göre, futbolcular kaba saba ve ters adamlar olduklarından Ejderha’yı aşırı derecede kızdırmışlardı. O da sonunda uzak bir yere uçmuştu. Burada yalnızca kedi beşiği[1 - Kedi beşiği (Cat’s Cradle): Bir parça ipin el ve parmaklardan geçirilerek farklı şekiller oluşturulmasını içeren çocuk oyunu. Dünyanın en eski oyunlarından biri olarak kabul edilir, tek başına ya da daha fazla kişiyle oynanabilir. (ç.n.)] ve oynayanları kaba saba yapmayan başka oyunlar oynayabileceklerdi.
Parlamento cumartesi öğleden sonra toplanmıştı. Ejderha meselesini görüşmek için uygun bir zamandı çünkü milletvekillerinin büyük çoğunluğunun oturuma katılmaya vakti vardı. Ne yazık ki bir süredir uyuyan Ejderha, günlerden cumartesi olduğu için uyanmış ve parlamentoya yönelmişti. İşte bu olaydan sonra ortalıkta tek bir milletvekili kalmadı. Yeni bir parlamento oluşturmayı denediler ancak milletvekilliği de tıpkı futbolculuk gibi gözden düşmüştü. Kimse seçilmeye razı gelmiyordu. Dolayısıyla, parlamentosuz idare etmek zorundaydılar. Sonraki cumartesi gelip çattığında herkes biraz tedirgindi. Neyse ki Kızıl Ejderha o gün epey sessizdi, bir yetimhaneyi yemekle yetinmişti.
Lionel çok ama çok mutsuzdu. Parlamento, yetimhane ve futbolcuların başına gelenlerin kendi itaatsizliği yüzünden olduğunu biliyordu. Bir şeyler yapması gerektiğini, bunun görevi olduğunu düşünüyordu. Peki, ama ne yapabilirdi?
Kitaptan çıkan Mavi Kuş, sarayın gül bahçesinde güzel güzel şakıyordu. Kelebek ise pek uysaldı, uzun zambaklar arasında yürürken Lionel’’ın omzuna tünüyordu. Kısacası Lionel, Canavarlar Kitabı’ndaki tüm yaratıkların Ejderha gibi kötücül olmadığını anladı. Şöyle düşündü: “Acaba Ejderha ile başa çıkacak başka bir hayvanı dışarı çıkaramaz mıyım?”
Canavarlar Kitabı’nı alıp gül bahçesine çıktı. Daha önce ejderhanın bulunduğu sayfaya geldi. Sonraki hayvanın adını görebilmek için yanındaki sayfayı azıcık açtı. Sadece “kor” yazdığını görebildi ama dışarı çıkmaya çalışan yaratık yüzünden sayfanın tam ortasının kabardığını hissetmişti. Kitabı hemen yere koyup var gücüyle üstüne oturarak kapatabildi. Kitabın yakut ve firuze taşlarıyla süslü tokalarını sıkıca taktı. Hemen Maliye Bakanı’nı çağırttı. Bakan, cumartesi gününden beri rahatsızdı. Dolayısıyla, parlamentonun diğer üyelerinin aksine Ejderha’ya yem olmaktan kurtulabilmişti. Lionel Bakan’a sordu: “Hangi hayvanın ismi ‘kor’ ile biter?”
Maliye Bakanı cevap verdi: “Mantikor[2 - Mantikor: Pers mitolojisinde yer alan aslan gövdeli, insan yüzlü efsanevi yaratık. (ç.n.)], tabii ki.”
“Nasıl bir hayvandır?” diye sordu Kral.
“Ejderhaların baş düşmanıdır,” dedi Maliye Bakanı. “Kanını içer onların. Sarı renkli, aslan gövdeli ve insan yüzlüdür. Keşke şimdi burada birkaç mantikor olsaydı. Ama yüzlerce yıl önce soyları tükendi. Ne şanssızlık!”
Bunun üzerine Kral hemen koşup kitabı getirdi ve “kor” yazan sayfayı açtı. İşte resim oradaydı. Tıpkı Maliye Bakanı’nın söylediği gibi aslan gövdeli ve insan suratlı sapsarı bir yaratıktı bu. Resmin altında “Mantikor” yazıyordu.
Birkaç dakika sonra Mantikor uykulu bir halde kitaptan çıktı. Gözlerini ovuşturup acıklı bir şekilde miyavlıyordu. Pek şapşal bir hayvana benziyordu. Lionel onu şöyle bir itekleyip “Haydi, git de Ejderha ile dövüş,” dediğinde kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırıp kaçıverdi. Gidip Belediye Sarayı’nın arkasına saklandı. Gece insanlar uyurken etrafta dolaşıp şehirdeki tüm kedicikleri mideye indirdi ve eskisinden de fazla miyavlamaya başladı. Cumartesi sabahı halk dışarı çıkmaktan biraz çekiniyordu. Çünkü Ejderha’nın ne zaman geleceği belli değildi. Mantikor sokakları bir aşağı bir yukarı inip çıkıyordu. İnsanların çaylarına katmaları için kapılarına bırakılmış sütlerin hepsini içti. Bununla kalmayıp süt kutularını da yedi.
Zerre kadar süt bırakmamıştı. Sütçünün sinirleri iyice harap olduğundan insanlar ödedikleri paranın karşılığını alamayacaktı. Kızıl Ejderha ise sokağa indi, Mantikor’u arıyordu. Mantikor onun geldiğini görünce gizli gizli kaçtı. Çünkü bu hayvan, ejderhalarla dövüşen türden bir mantikor değildi. Avcısından kaçan zavallı hayvan başka açık kapı göremeyince Büyük Postane Binası’na sığındı. Sabah postası arasına saklanmaya çalıştığı sırada Ejderha, Mantikor’u bulup üstüne çullandı. Postalar onu kurtaramayacaktı. Miyavlama sesleri şehrin dört yanında işitiliyordu. Mantikor’un içtiği sütler ve yediği kediler, miyavlamasını fevkalade kuvvetlendirmiş gibiydi. Sonra hüzünlü bir sessizlik oldu. Derken, pencereleri o tarafa bakan insanlar Ejderha’nın ağzından ateş ve duman püskürterek Büyük Postane Binası’nın basamaklarından indiğini gördü. Ayrıca Mantikor’un kürkünden kopardığı tutamları ve taahhütlü mektup parçalarını tükürüyordu. İşler iyiden iyiye ciddi bir hal alıyordu. Kral hafta boyunca halkın sevgisini ne kadar kazanırsa kazansın, cumartesi günü geldiğinde Ejderha’nın bu bağlılığı bozacak bir şey yapacağı muhakkaktı.
Ejderha cumartesi günü boyunca şehre musallat oldu. Yalnızca öğle saatinde bir ağacın altında dinlenmek için mola vermişti çünkü aksi halde güneşin şiddeti yüzünden alev alacaktı. Tahmin edeceğiniz üzere, zaten kendisi kor gibi sıcaktı.
Nihayet bir cumartesi günü Ejderha, Kraliyet Sarayı’ndaki çocuk odasına girerek Kral’ın evcil hayvanı olan sallanan atı kapıp götürdü. Bunun üzerine Kral altı gün boyunca durmadan ağladı. Yedinci gün geldiğinde öyle bitkin düşmüştü ki ağlamayı bırakmak zorunda kaldı. Mavi kuşun güller arasında öttüğünü duydu, kelebek de zambaklar arasında kanat çırpıyordu. Bunun üzerine Lionel dedi ki: “Dadı, lütfen yüzümü sil. Daha fazla ağlamayacağım.”
Dadı, Lionel’ın yüzünü yıkayıp “Şapşallık etmeyin küçük Kral,” dedi. “Ağlamanın kimseye bir faydası olmamıştır.”
“Bilmiyorum,” dedi küçük Kral. “Ama bir haftadır ağladığım için sanki her şeyi daha iyi görüp daha iyi duyuyor gibi hissediyorum. Dadıcığım, haklı olduğumu biliyorum. Haydi, bir kere öp beni, çünkü geri dönemeyebilirim. Halkımı kurtarmanın bir yolunu bulmak zorundayım.”
“Madem buna mecbursun, öyle olsun,” dedi Dadı. “Ama elbiselerini yırtma sakın, ayaklarını da ıslatma.”
Böylece Lionel çıkıp gitti.
Lionel Canavarlar Kitabı’nı bir kez daha gül bahçesine götürürken mavi kuş eskisinden de güzel şakıyor, kelebek daha parlak renklerle ışıldıyordu. Lionel korkup fikrini değiştirmemek için kitabı çabucak açtı. Kitap neredeyse tam ortasından açılıverdi. Sayfanın altında “Hipogrif”[3 - Hipogrif: Türkçede Şah gaga da denilen, bir kartalın ön kısmı ile bir atın arka kısmının birleşiminden oluşan efsanevi yaratık. (ç.n.)] yazıyordu. Lionel resimde ne olduğuna bakmaya fırsat bulamadan kocaman kanatlar pır pır etmeye başladı. Ardından hızla yere vuran toynak sesleri işitildi. Bunu tatlı bir kişneme sesi izledi. Nazik ve dost canlısı bir sesti bu. Kitaptan güzel mi güzel beyaz bir at çıktı. Upuzun, bembeyaz bir yelesi ve yine upuzun beyaz bir kuyruğu vardı. Kocaman kanatları bir kuğununkini andırıyordu. Dünyanın en şefkatli ve içten bakışlarına sahipti. Orada, güllerin arasında duruyordu.
Hipogrif ipek gibi yumuşacık ve süt gibi beyaz burnunu küçük Kral’ın omzuna sürttü. Küçük Kral şöyle geçirdi içinden: “Şu kanatların olmasa, kaybettiğim sevgili sallanan atıma ne kadar çok benziyorsun!”
Sonra birden Kral, Kızıl Ejderha’nın o kötücül vücudunun gökyüzünde yayılarak yaklaştığını gördü. Ne yapması gerektiğini hemen anlamıştı. Canavarlar Kitabı’nı kapıp yumuşak huylu, güzel Hipogrif’in sırtına atladı. Hayvanın keskin ve beyaz kulağına eğilerek fısıldadı: “Uç sevgili Hipogrif, olanca hızınla Çakıl Taşı Çölü’ne uç.”
Ejderha onların harekete geçtiğini görünce hemen dönüp peşlerinden uçtu. Koca kanatları günbatımındaki bulutlar gibi birbirine çarpıyordu. Hipogrif’in kanatları ise ayın doğuşundaki bulutlar gibi kar beyazdı.
Şehir halkı Ejderha’nın Hipogrif ile Kral’ın peşinden uçtuğunu görünce onları izlemek için evlerinden dışarı çıktı. Gözden kaybolduklarını görünce en kötü ihtimalin gerçekleştiğinden emin olup sarayda düzenlenecek yas töreni için ne giyeceklerini düşünmeye başladılar.
Fakat Ejderha, Hipogrif’i yakalamayı başaramamıştı. Kızıl kanatlar, beyaz kanatlardan büyüktü ancak onlar kadar güçlü değildi. Ejderha’nın takip ettiği beyaz kanatlı at uzaklara uçup gitti, ta ki Çakıl Taşı Çölü’ne varana kadar.
Çakıl Taşı Çölü sahilin kumsuz kısımları gibi bir yerdi. Etrafa yayılmış yuvarlak, kaygan taşlardan başka bir şey yoktu burada. Yüz mil mesafede ne çim ne de tek bir ağaç gözüküyordu.
Lionel, Çakıl Taşı Çölü’nün ortasında beyaz atın sırtından atladı. Canavarlar Kitabı’nın tokalarını çabucak çıkarıp kitabı açık halde çakıl taşlarının üzerine koydu. Tekrar beyaz atının sırtına binmek için çakıl taşlarının arasında tıkırtılar çıkartarak aceleyle koştu. Tam atın sırtına atlamıştı ki Ejderha geldi. Dermansız bir halde uçuyor ve bir ağaç bulabilmek için etrafı kolaçan ediyordu. Çünkü saat on ikiyi vurmak üzereydi. Güneş mavi gökyüzünde atın sarısı bir beçtavuğu gibi parlıyordu. Yüz mil mesafede tek bir ağaç dahi yoktu.
Beyaz kanatlı at, kuru çakıl taşları üzerinde acı içinde kıvranan Ejderha’nın etrafında uçtu durdu. Ejderha iyice ısınmıştı. Hatta vücudunun bazı kısımlarından duman tütmeye başlamıştı. Bir ağaç altına saklanamazsa, bir dakika içinde alev alacağını biliyordu. Kızıl pençelerini Kral ile Hipogrif’e saplamak istedi ama onlara erişemeyecek kadar güçten düşmüştü. Ayrıca daha da ısınmaktan korktuğu için kendini zorlamaya cesaret edemiyordu.
İşte o sırada çakıl taşları üzerinde açık duran Canavarlar Kitabı’nı gördü. Altında “Ejderha” yazan sayfa açıktı. Kitaba bakıp tereddüt etti. Sonra bir kez daha baktı. Nihayet Ejderha, son bir öfkeli hamleyle kıvrılarak resme geri girdi ve palmiye ağacının altına oturdu. İçeri girerken sayfanın kenarını biraz yakmıştı.
Lionel Ejderha’nın neden kitaba girip kendi palmiye ağacının altına oturması gerektiğini anladı çünkü etrafta bundan başka ağaç yoktu. Hemen atından atlayıp kitabı sertçe kapattı.
“Yaşasın!” diye haykırdı. “Gerçekten başardık.”
Kitabın yakut ve firuze taşlı tokalarını sıkıca taktı.
“Ah, benim biricik Hipogrif’im,” dedi. “Sen dünyanın en cesur, en sevimli, en güzel…”
“Şşş,” diye fısıldadı Hipogrif tevazuyla. “Yalnız değiliz, görmüyor musun?”
Hakikaten Çakıl Taşı Çölü’nde büyük bir kalabalık sarmıştı etraflarını: Başbakan ile milletvekilleri, futbolcular, yetimhanedekiler, Mantikor ve sallanan at, yani Ejderha’nın mideye indirdiği herkes oradaydı. Anlayacağınız üzere, Ejderha’nın onları yanına alıp kitabın içine götürmesi mümkün değildi. Bir tek ejderha için bile yeterince küçüktü içerisi. Bu nedenle onları dışarda bırakmak zorundaydı.
Tüm insanlar bir şekilde evlerine varıp ve sonsuza kadar mutlu yaşadı.
Kral nerede yaşamak istediğini sorunca Mantikor, kitaba geri dönmek için yalvardı. “İnsanlar arasında yaşamak bana göre değil,” dedi.
Elbette kendi sayfasına nasıl gideceğini biliyordu. Kitabı yanlış sayfada açıp Ejderha’yı salıvermesi gibi bir tehlike sözkonusu değildi. Bu sayede kendi resmine döndü, bir daha da dışarı çıkmadı. İşte bu yüzden ömrünüz boyunca resimli kitaplardan başka hiçbir yerde Mantikor göremeyeceksiniz. Tabii ki kedileri ve süt kutularını dışarıda bırakmıştı çünkü kitapta onlar için yer yoktu.
Sonra sallanan at, kitabın Hipogrif’e ait sayfasına gidip orada yaşamak için yalvardı. “Ejderhaların bana bulaşamayacağı bir yerde yaşamayı isterim,” dedi.
Böylelikle beyaz kanatlı güzel Hipogrif ona kitabın içine giden yolu gösterdi. Sallanan at, Kral onu büyük büyük büyük büyük büyük torunlarının oynaması için dışarı çıkarana kadar orada kaldı.
Hipogrif’e gelince, Kral’ın Şahsi Sallanan Atı mevkisini kabul etti. Ahşap atın emekliliğe ayrılmasıyla bu pozisyon boş kalmıştı. Mavi kuş ile kelebek bugün bile saray bahçesindeki güller ve zambaklar arasında şakıyıp pır pır etmektedir.
II. James Amca ya da Mor Yabancı
Prenses ile bahçıvanın oğlu arka bahçede oyun oynuyordu. “Büyüyünce ne yapacaksın, Prenses?” diye sordu bahçıvanın oğlu.
“Seninle evlenmeyi çok isterim, Tom,” dedi Prenses. “Sence bir mahsuru var mı?”
“Hayır,” dedi bahçıvanın oğlu. “Mahsuru yok. İstersen evlenirim seninle, tabii zamanım olursa.”
Zira bahçıvanın oğlu büyüdüğünde hiç vakit kaybetmeden general, şair, başbakan, amiral ve inşaat mühendisi olmak istiyordu. Bu arada tüm derslerde okulun en başarılı öğrencisiydi. Hele coğrafya dersinde kimse eline su dökemezdi.
Prenses Mary Ann’e gelince çok uslu bir kız çocuğuydu, herkes onu çok seviyordu. İnsanlara daima nazik davranırdı. Hatta James Amca ile pek hazzetmediği diğer kişilere bile. Bir Prenses için pek zeki sayılmasa da her zaman ödevlerini bitirmek için elinden geleni yapardı. Ödevlerinizi bitiremeyeceğinizi çok iyi bilseniz bile bunu deneyebilirsiniz. Bazen bir bakarsınız, ödevleriniz şans eseri bitmiş oluverir. Prenses gerçekten çok iyi kalpliydi. Evcil hayvanlarına daima nazik davranırdı. Mesela, hoplaya zıplaya oyun oynarken bebeklerini kırdığı için suaygırına asla vurmazdı. Arka bahçedeki küçük kafeslerinde yaşayan gergedanlarını beslemeyi hiç unutmazdı. Fili ona gönülden bağlıydı. Hatta Mary Ann bazen bu küçük sevimli hayvanı gizlice yatağına götürüp yanında uyumasına izin vererek dadısını çok kızdırırdı. Fil uzun hortumunu şefkatle sahibesinin boynuna atar, sevimli başını Prenses’in asil kulağının hemen altına yaslardı.
Prenses’in tıpkı tüm etten kemikten, gerçek ve iyi çocuklar gibi bazen yaramazlık ettiği olurdu ama o hafta boyunca uslu davranmıştı. Bu nedenle Dadı, çarşamba sabahı küçük arkadaşlarını davet edip bütün günü beraber geçirmelerine izin verdi. Çünkü o ülkede haftanın son günü çarşambaydı.
O gün öğleden sonra tüm küçük dükler, düşesler, markizler ve kontesler sütlaçlarını bitirip ellerini ve yüzlerini yıkayınca Dadı şöyle dedi: “Şimdi benim güzellerim, bugün ne yapmak istersiniz bakalım?”
Sanki bilmiyormuş gibi! Cevap her zaman aynıydı:
“Hayvanat bahçesine gidip büyük kobay faresine binelim, tavşanlara yem verip fındıkfaresinin uyurken çıkardığı sesleri dinleyelim.”
Böylece önlüklerini çıkarıp hep birlikte hayvanat bahçesine gittiler. Burada yirmi çocuk aynı anda bir kobay faresine binebilir ve eğer bir yetişkin onları yukarı kaldırma nezaketini gösterirse küçük çocuklar kocaman tavşanları besleyebilirdi.
Her zaman böyle biri bulunurdu çünkü Rotundia’da herkes çok iyi kalpliydi. Bir kişi hariç.
Buraya kadar okuduğunuza göre Rotundia Krallığı’nın harikulade bir yer olduğunu elbette biliyorsunuz. Eğer dikkatli bir okursanız (tabii ki öylesiniz) bu ülkenin en harikulade tarafının ne olduğunu size söylememe hiç gerek yok. Ama (muhtemelen) dikkatli bir okur olmayabilirsiniz. Bu durumda, en harikulade şeyin ne olduğunu size hemen söyleyeceğim: Tüm hayvanlar yanlış büyüklükteydi!
İşte şöyle olmuştu:
Çok ama çok eski zamanlarda dünyamız henüz ham toprak, hava, ateş ve suyun puding gibi bir karışımından ibaretken ve her şeyin yerli yerine oturması için deli gibi dönerken, topraktan yuvarlakça bir parça kopup fırıl fırıl dönmeye başladı. Su, gerçek bir denize dönüşmek üzere etrafı kaplamaya henüz başlamıştı. Kocaman ve yuvarlak toprak parçası var gücüyle döne döne uçup gidiyordu. Bu esnada puding karışımının bir başka kısmından kopmuş uzunca bir sert kaya parçasıyla karşılaştı. Kaya öyle sert ve hızlıydı ki sivri ucu yuvarlak toprak parçasına girip öteki tarafından dışarı çıktı. İkisi çok ama çok büyük bir topaç gibi olmuştu.
Maalesef bu anlattıklarım çok sıkıcı ama siz de biliyorsunuz ki coğrafya pek de eğlenceli bir ders sayılmaz. Yine de bir masal anlatırken bile sizlere azıcık bilgi vermem şart, bala katılıp içilen acı ilaç misali.
Her neyse, sivri uçlu kaya yuvarlak toprak parçasına çarptığında yaşanan sarsıntı öyle büyüktü ki ikisi birlikte havada dönmeye başladı. Diğer her şey gibi hava da kendi yerine yerleşmeye yeni başlamıştı. Yalnız şansa bakın ki ne tarafa doğru gittiklerini unuttukları için yanlış yönde dönmeye başlamışlardı. Hemen ardından Ağırlık Merkezi dünyanın tam ortasında yattığı uykudan uyanıp homurdanmaya başladı. O, tüm işleri yöneten müthiş bir devdi.
“Acele et,” dedi. “Aşağı inip sessizce uzan, tamam mı?”
Bunun üzerine, yuvarlak toprak parçasına takılan kaya denize düştü. Kayanın sivri ucu ise bir deliğe girerek taşlık deniz dibine sıkıca oturdu. Burada yanlış yönde tam yedi kez döndükten sonra durdu. İşte o yuvarlak toprak parçası milyonlarca yıl sonra Rotundia Krallığı olacaktı.
Coğrafya dersinin sonuna geldik. Şimdi sıra biraz doğa tarihi öğrenmeye geldi. Böylelikle zamanımızı boşa harcıyor gibi hissetmeyiz. Elbette, adanın yanlış yönde dönmesinin bir sonucu vardı: Adada ortaya çıkacak hayvanlar yanlış büyüklükte olacaktı. Bildiğiniz üzere buradaki kobay fareleri bizim filler kadardı. Sevimli evcil hayvanlar olan filler ise hanımların bazen ellerinde taşıdıkları siyah ve açık kahverengi, minicik, şapşal fino köpeklerinin boyundaydı. Tavşanlar bizim gergedanlar kadardı, adanın tenha yerlerinde demiryolu tünelleri büyüklüğünde yuvalar yapmışlardı. Elbette, hayvanların en büyüğü fındıkfaresiydi. Ne kadar büyük olduğunu anlatabilmem mümkün değil. Gözünüzde filleri canlandırsanız bile yeterli olmayacaktır. Neyse ki sadece bir tane fındıkfaresi vardı, o da sürekli uyurdu. Aksi halde Rotundia’lılar ona dayanamazdı diye düşünüyorum. Hal böyleyken, fındıkfaresi için bir ev yaptılar. Bu hayvan sayesinde bando masrafından da kurtulmuşlardı zira fındıkfaresi uykusunda konuşurken bandoyu işitmek imkânsız olurdu.
Bu muhteşem adada yaşayan kadınlar, erkekler ve çocuklar doğru büyüklükteydi çünkü ataları ada yerine oturduktan ve hayvanlar ortaya çıktıktan çok sonra gelmişti.
Böylece doğa tarihi dersini de tamamladık. Bu derse katıldıysanız, Rotundia hakkında orada yaşayanlardan çok daha fazlasını biliyorsunuz demektir. Üç kişi hariç: Okul Başmüdürü, Prenses’in amcası (kendisi bir büyücüydü ve hiç çalışmadan her şeyi biliyordu) ve bahçıvanın oğlu Tom.
Tom okulda diğer herkesten çok şey öğrenmişti çünkü kazanmak istediği bir ödül vardı. Okul Başmüdürü’nün teklif ettiği ödül, arka kapağında kraliyet arması bulunan güzelce ciltlenmiş bir Rotundia Tarihi idi. Ne var ki Prenses’in onunla evlenmek istediğini söylediği günün ardından Tom, bu konu üzerine iyice kafa yordu ve dünyadaki en güzel ödülün Prenses’in kendisi olduğuna karar verdi. İşte Tom bu ödülü kazanmak istiyordu. Eğer bir bahçıvanın oğluysanız ve bir prensesle evlenmeye karar verdiyseniz şunu bilirsiniz: Okulda ne kadar çok şey öğrenirseniz o kadar iyidir.
Prenses küçük düklerle markizlerin çaya gelmediği günlerde daima Tom’la oynardı. Tom birincilik ödülünü alacağından neredeyse emin olduğunu söyleyince Prenses, ellerini çırpıp “Sevgili Tom! İyi kalpli, akıllı Tom sen tüm ödülleri hak ediyorsun. Ben de sana beslediğim fili vereceğim. İstersen, biz evlenene kadar ona sen bakabilirsin,” dedi.
Bu evcil filin adı Fido idi. Bahçıvanın oğlu onu paltosunun cebine sokup götürdü. Dünyanın en tatlı ve küçük filiydi, gövdesinin uzunluğu on beş santimetre kadardı ama akıllı mı akıllıydı. Boyu bir mil olsa bu kadar akıllı olamazdı. Tom’un cebinde uzanıp rahatça yatıyordu. Tom elini cebine atınca Fido küçük hortumunu parmaklarına doladı. Bunu öyle şefkat dolu bir güvenle yapmıştı ki çocuğun kalbi yeni evcil hayvanına hemen ısındı. Fido, Prenses’in sevgisi ve arka kapağına kraliyet arması işlenip güzelce ciltlenmiş Rotundia Tarihi kitabını ertesi gün kazanacağını bilmek, Tom’u bir türlü uyutmayacaktı. Ayrıca köpek çok fena havlıyordu. Rotundia’da bir tek köpek vardı (zaten daha fazlasına bakmaya krallığın gücü yetmezdi). Bu köpek dünyanın çoğu yerinde bulunan bir Meksika finosuydu. Sevimli burnundan tatlı kuyruğunun ucuna kadar ölçüldüğünde ancak on altı santimetre uzunluğunda geliyordu. Ama Rotundia’daki Meksika finosu inanamayacağınız kadar büyüktü. Öyle yüksek sesle havlıyordu ki gece boyu ne uykuya ve rüya görmeye ne de sohbet etmeye veya başka bir şey yapmaya imkân oluyordu. Adada olup biten şeylere asla havlamazdı, bunun için fazla hoşgörülüydü. Ama karanlıkta adanın bir ucundaki kayalara çarpa çarpa yol alan gemiler olursa, bir iki kez havlayıverirdi. Niyeti, gemilere orada canlarının istediği gibi dolanamayacaklarını bildirmekti.
Fakat bu gece durmadan havlıyordu. Prenses, “Ah Tanrım, şunu yapmasa keşke. O kadar uykum var ki!” diyordu. Tom ise içinden şunları geçiriyordu: “Acaba sorun ne? Hava aydınlanır aydınlanmaz gidip bakacağım.”
Pembe sarı güneş ışığıyla etraf aydınlanmaya başlayınca Tom kalkıp dışarı çıktı. Bu esnada Meksika finosu havlamayı sürdürüyordu. Öyle ki sesinin şiddetinden evler sallanıyor, saray çatısındaki tuğlalar oyunbaz bir atın çektiği arabadaki süt kutuları gibi tıngırdıyordu.
“Sütuna gideceğim,” diye düşündü Tom, şehir içinde ilerlerken. Sütun tabii ki bundan milyonlarca yıl evvel Rotundia’ya saplanarak yanlış yönde dönmesine yol açan kaya parçasının tepesiydi. Adanın tam ortasındaydı ve epey yüksekti. Sütunun tepesine çıktığınızda bütün ada ayaklarınızın altında kalıyordu.
Tom şehirden çıkıp ağaçsız tepeleri geçerken çiğ düşmüş, parlak sabah ışığında yuvalarının ağzında yavrularıyla oynayıp eğlenen tavşanları izlemek ne güzel diye düşünüyordu. Elbette tavşanlara fazla yaklaşmadı çünkü bu büyüklükte bir tavşan oyun oynarken nereye gittiğine dikkat etmeyip ayağıyla Tom’u ezebilirdi. Sonra da bu kaza yüzünden çok üzülürdü. Ayrıca Tom iyi kalpli bir çocuktu, bir tavşanı bile üzmek istemezdi. Ülkemizde kulağakaçanlar, üzerlerine basacağınızı düşündüklerinde hemen yoldan çekilir çünkü onlar da iyi kalplidir. Onlara zarar verdiğiniz için üzülmenizi istemezler.
Tom tavşanlara bakıp sabahın daha da kızıl ve altın renklere bürünmesini izleyerek yürüyordu. Meksika finosu havlamaya devam ediyordu, ta ki kilise çanları çalmaya ve elma fabrikasının bacası yeniden sallanmaya başlayana dek.
Fakat Tom sütuna varınca köpeğin neden havladığını öğrenmek için tepeye tırmanması gerekmediğini anladı.
Çünkü sütunun dibinde kocaman ve mor renkli bir ejderha yatıyordu. Kanatları, üzerine defalarca yağmur yağmış eski püskü mor şemsiyeleri andırıyordu. Başı, tıpkı mor renkli bir şapkalı mantarın tepesi gibi büyük ve keldi. Yine mor olan kuyruğu, bir fayton kırbacı gibi upuzun, incecik ve sımsıkıydı.
Ejderha şemsiyemsi, mor kanatlarının birini yalamaktaydı. Arada sırada inleyip başını kayalık sütuna doğru geri atıyordu. Sanki güçten düşmüş gibiydi. Tom ne olduğunu hemen anlamıştı. Gece bir mor ejderhalar sürüsü adayı geçmiş ve bu zavallıcık kanadını sütuna çarpıp kırmış olmalıydı.
Rotundia’da herkes herkese nazik davranır. Tom da daha önce bir ejderhayla konuşmamış olmasına rağmen ondan korkmuyordu. Ejderhaların uçarak denizin karşısına geçmelerini sık sık izlerdi ama bizzat bir ejderhayla tanışmak hiç ummadığı bir şeydi.
Tom şöyle dedi: “Sanırım kendini iyi hissetmiyorsun.”
Ejderha kocaman mor başını salladı. Konuşamıyordu ama diğer tüm hayvanlar gibi, istediğinde kendisine söylenenleri gayet iyi anlıyordu.
“Bir şey ister misin?” diye sordu Tom kibarca.
Ejderha mor gözlerini soru sorarcasına bir gülümsemeyle açtı.
“Bir veya iki çörek getireyim,” dedi Tom tatlı bir dille. “Hemen şuracıkta bir çörek ağacı var.”
Ejderha kocaman mor ağzını açıp mor dudaklarını yaladı. Tom koşup çörek ağacını salladı, bir kucak dolusu taze üzümlü çörekle geldi. Gelirken sütunun yakınındaki çalılıklarda yetişen Bath çöreklerinden de birkaç tane koparıverdi.
Tabii ki adanın yanlış tarafa dönmesinin sonuçlarından biri de çörekler, pastalar ve kurabiyeler gibi yapmak zorunda olduğumuz her şeyin ağaçlarda ve çalılarda yetişiyor olmasıydı. Buna karşılık, bizim aşçılarımızın puding ve turta yapması gibi Rotundia’da da insanlar karnabahar, kabak, havuç, elma ve soğanları kendileri yapmak zorundaydı.
Tom tüm çörekleri ejderhaya uzatarak dedi ki: “Al bakalım, biraz yemeye çalış. Çok geçmeden daha iyi hissedeceksin kendini.”
Ejderha çörekleri mideye indirip epey kaba bir şekilde başını salladı. Ardından yine kanadını yalamaya koyuldu. Bunun üzerine Tom onu bırakıp haberleri vermek üzere şehre geri döndü. Herkes adada kanlı canlı, gerçek bir ejderhanın olması nedeniyle çok heyecanlıydı. Daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı. Bu nedenle ödül töreni yerine ejderhaya bakmaya gittiler. Okul Başmüdürü de onlarla gitti. Müdür, Tom’un ödülünü yani arka kapağına kraliyet arması işlenmiş deri ciltli Rotundia Tarihi’ni cebine koymuştu. Aksilik bu ya, kitap cebinden düşüverdi. Ejderha da kitabı yedi. Yani Tom ödülünü alamayacaktı fakat ejderha yediği kitabı hiç beğenmemişti.
“Belki böylesi daha iyidir,” dedi Tom. “Ödülü alsaydım, benim de hiç hoşuma gitmeyebilirdi.”
O gün çarşamba olduğu için Prenses’in arkadaşları gelmişti. Ne yapmak istedikleri sorulunca tüm küçük dükler, markizler ve kontlar, “Haydi, ejderhayı görmeye gidelim,” dedi. Ama küçük düşesler, kontesler ve markizler, korktuklarını söylemişti.
Bunun üzerine Prenses Mary Ann asil bir şekilde konuştu: “Aptallık etmeyin. Yalnızca peri masalları ile İngiltere tarihi gibi şeylerde insanlar kötüdür ve birbirlerine zarar vermek isterler. Oysa Rotundia’da herkes iyi kalplidir, kimsenin yaramazlık etmediği sürece bir şeyden korkmasına gerek yoktur. Hem bunun bizim faydamıza olduğunu biliyoruz. Haydi ejderhayı görmeye gidelim. Ona akide şekeri götürsek iyi olur.”
Böylece gittiler. Soylu unvanlara sahip çocuklar sırayla ejderhaya akide şekeri verdi. Hayvan halinden memnun gözüküyordu, gururu okşanmıştı. Mor kuyruğunu kavrayabildiği kadar salladı durdu, zira gerçekten çok ama çok uzun bir kuyruğu vardı. Fakat ona akide şekeri verme sırası Prenses’e gelince ejderha ağzını kocaman açıp gülümsedi ve uzun kuyruğunu en ucuna kadar salladı. Sanki “Ah, ne iyi kalpli, güzel bir prensescik!” demek istiyordu. Ama o kötü mor kalbinin derinliklerinde “Ah, seni nazik, tombul, şirin prensescik. Şu aptal akide şekerleri yerine seni mideye indirmek isterim,” diyordu. Tabii ki bu sözleri işiten kimse yoktu. Prenses’in amcası hariç. O bir büyücüydü, kapı dinlemeye alışkındı. Zanaatının bir parçasıydı bu.
Şimdi, hatırlayacaksınız ki Rotundia’da yalnızca bir kötü kalpli insan olduğundan bahsetmiştim. Baştan ayağa kötü bu kişinin Prenses’in amcası James olduğunu sizden daha fazla saklayamam. Masal kitaplarınızdan bildiğiniz üzere büyücüler her zaman kötüdür. Ormandaki Çocuklar masalı veya Norfolk Trajedisi’nde gördüğünüz gibi bazı amcalar da kötüdür. İngiliz tarihine bakınca gördüğünüz üzere geçmişte en az bir kötü James yaşamıştır. Bir kişi büyücüyse, bir amcaysa ve adı da James ise ondan iyi bir şey bekleyemezsiniz. Bu kişi “Üç Kez Baştan Ayağa Kötü”dür ve iyi biri olamayacak demektir.
James Amca uzun süredir Prenses’ten kurtulup krallığı ele geçirmek istiyordu. Hayatta hoşuna giden pek az şey vardı. İlgisini çeken tek şey güzel bir krallıktı. Ne var ki o güne dek yoluna hep engeller çıkmıştı. Çünkü Rotundia’da herkes öyle iyiydi ki kötücül büyüler masum adalılara karşı hiçbir şey yapamıyor, bütün çabaları buz üstüne yazı yazmak gibi sonuçsuz kalıyordu. Gelgelelim James Amca bir şansının olabileceğini düşünüyordu çünkü artık adada birbirine destek olabilecek iki kötü kalpli kişinin olduğunu biliyordu. Tek kelime etmedi ama ejderhayla anlamlı bir şekilde bakıştılar. Sonra herkes çay için evlerine gitti. Kimse o anlamlı bakışmayı görmemişti. Tom hariç.
Tom eve gidip her şeyi evcil hayvanı file anlattı. Bu akıllı küçük hayvan onu dikkatle dinledikten sonra Tom’un dizinden masaya tırmandı. Masada, Prenses’in Tom’a Noel hediyesi olarak verdiği süs takvimi vardı. Fil minicik hortumuyla takvimdeki bir tarihi gösterdi. Bu tarih 15 Ağustos yani Prenses’in doğum günüydü. Endişeli gözlerle sahibine baktı.
“Cici fil! O tarihte ne var Fido?” diye sordu Tom. Akıllı hayvan aynı hareketi tekrarladı. O zaman Tom ne söylemek istediğini anlamıştı.
“Ah, yani Prenses’in doğum gününde bir şey mi olacak? Pekâlâ, gözümü dört açacağım.”
Gerçekten de böyle yaptı.
Başlarda Rotundia halkı ejderhadan gayet memnundu. Sütunun yanında yaşayıp çörek ağaçlarından besleniyordu. Fakat zamanla yerinden kalkıp dolaşmaya başladı. Gizlice büyük tavşanların yuvalarını yaptığı oyuklara giriyordu. Ağaçsız tepelerde geziye çıkanlar onun kırbacı andıran upuzun kuyruğunun bir oyukta kıvrıldığını görüyordu. İnsanlar “İşte orada,” demeye vakit bulamadan gözden kaybolur, sonra çirkin mor başı diğer tavşan yuvasından çıkıverirdi. Belki de tam arkalarındaydı. Kulaklarının dibinde kendi kendine gülüyordu. Ejderhanın gülüşü öyle neşeli bir gülüş değildi. Bu saklambaç oyunu ilk başta insanları eğlendirse de sonradan sinirlerini bozmaya başladı. Bunun ne demek olduğunu bilmiyorsanız, bir dahaki sefere annenizin başı ağrırken körebe oynadığınızda ona sorun. Derken ejderha, insanların kırbaç şaklattığı gibi kuyruğunu şaklatmayı âdet edindi. Bu da adalıların sinirini bozuyordu. Ardından ufak tefek şeyler kaybolmaya başladı. Bu bir okulda bile ne denli nahoş bir şeydir bilirsiniz. Tabii ki umumi bir krallıkta bunun olması çok daha kötüydü. İlk başta, kaybolan şeyler çok önemli değildi: Birkaç ufak fil, bir iki gergedan, birkaç zürafa vesaire. Önemli değildi diyorum ama bu durum insanların huzurunu kaçırmıştı. Bir gün Prenses’in en sevdiği tavşanlardan Frederick gizemli bir şekilde ortadan kayboldu. Ardından Meksika finosunun kaybolduğu o korkunç sabah yaşandı. Ejderha adaya geldiğinden beri havlamayı bırakmamıştı, insanlar bu gürültüye çok alışmıştı. Bu nedenle finonun havlama sesi kesilince herkes uykudan uyandı. Sorunun ne olduğunu anlamak için dışarı çıktılar. Fino ortalıkta yoktu!
Orduyu uyandırması için bir oğlan çocuğu gönderildi. Böylece askerler köpeği aramaya gidebilirdi. Ama ordu da gitmişti! Artık insanlar iyiden iyiye korkmaya başladı. Sonra James Amca sarayın terasına çıkıp insanlara seslendi. Dedi ki: “Dostlarım! Vatandaşlarım! Artık ne kendimden ne de sizden şunu gizleyebilirim: Bu mor ejderha beş parasız bir sürgün, aramızda yaşayan çaresiz bir yabancıdır. Ayrıca o… ejderhaların sonuncusu değildir.”
İnsanların aklına ejderhanın kuyruğu geldiğinden “Doğru, doğru,” dediler.
James Amca devam etti: “Cemiyetimizin müşfik ve savunmasız bir mensubunun başına bir şey geldi. Ne olduğunu bilmiyoruz.”
Herkes Frederick isimli tavşanı düşünüp sızlandı.
“Ülkemizin savunma gücü yok edildi,” dedi James Amca.
Herkes zavallı orduyu hatırladı.
“Yapılacak tek bir şey kaldı.” James Amca konusuna ısınmaya başlamıştı. “Basit bir tedbiri göz ardı ettiğimiz için daha fazla tavşanı, hatta donanmamızı, polis kuvvetimizi ve itfaiyemizi yitirirsek kendimizi affedebilir miyiz? Sizi uyarıyorum: Mor ejderhanın hiçbir şeye hürmeti yok, en kutsal şeylere bile.”
Herkes kendini düşündü. Sordular: “O basit tedbir ne?”
James Amca cevap verdi: “Yarın ejderhanın doğum günü. Her doğum gününde hediye almaya alışkındır. Eğer güzel bir hediye alacak olursa, onu hemen arkadaşlarına göstermek için acele edecektir. Buradan uçup gidecek ve bir daha geri dönmeyecektir.”
Kalabalık çılgınca tezahürat yaptı. Prenses de balkonunda ellerini çırpıyordu.
“Ejderhanın beklediği hediye,” dedi James Amca neşeyle. “Oldukça pahalı türden. Ama armağan gönülsüz verilmez, bilhassa da misafirlere. Ejderhanın istediği şey bir prensestir. Bizim yalnızca bir prensesimiz var, bu doğru. Ancak böyle bir zamanda cimrilik etmemeliyiz. Hem verene hiçbir şeye mal olmamış bir hediye kıymetsizdir. Prensesinizden vazgeçmeye hazır olmanız, ne kadar cömert olduğunuzu gösterecektir.”
Kalabalık ağlamaya başladı çünkü Prenses’i çok seviyorlardı. Ama ilk görevlerinin cömert davranıp zavallı ejderhaya dilediğini vermek olduğunu da anlamışlardı.
Prenses de ağlıyordu çünkü hiç kimsenin, özelikle mor bir ejderhanın doğum günü hediyesi olmak istemiyordu. Tom’un gözlerinden yaşlar akıyordu çünkü çok kızgındı.
Doğruca eve gidip küçük filine olanları anlattı. Fil sahibini neşelendirecekti. Öyle ki çok geçmeden filin küçük hortumuyla çevirdiği topacı izlemeye daldılar.
Tom sabah erkenden saraya gitti. Ağaçsız tepelere baktı. Artık orada oyun oynayan hiç tavşan kalmamıştı. Sonra beyaz güller toplayıp Prenses’in penceresine attı. Sonunda Prenses uyanıp dışarı baktı.
“Yukarı gel de beni öp,” dedi Prenses.
Tom beyaz gül çalılarına tırmanıp pencereden Prenses’i öptü. “Nice mutlu yıllara,” dedi.
Mary Ann ağlamaya başladı ve: “Ah, Tom bunu nasıl söylersin? Biliyorsun ki…” dedi.
“Yapma lütfen,” dedi Tom. “Mary Ann, benim biricik prensesim. Ejderha doğum günü armağanını alırken ben ne yapacağım sanıyorsun? Ağlama, benim canım Mary Ann’im! Fido ile her şeyi ayarladık. Sadece sana söylediklerimi yapman yeterli.”
“Hepsi o kadar mı?” dedi Prenses. “Ah, kolaymış. Hep yaptığım şey bu.”
Ardından Tom, Prenses’e ne yapması gerektiğini anlattı. Prenses onu tekrar tekrar öptü. “Ah, iyi kalpli, akıllı, tatlı Tom,” dedi. “Fido’yu sana verdiğim için ne kadar mutluyum. İkiniz beni kurtardınız. Canlarım benim!”
Ertesi sabah James Amca en güzel paltosu ile üzerine altın yılan resimleri işlenmiş yeleğini giyip şapkasını taktı. O bir büyücüydü ve parlak yelekleri pek seviyordu. Prenses’i götürmek için bir arabayla gelmişti.
“Haydi küçük doğum günü hediyesi,” dedi yumuşak bir tavırla. “Ejderha çok mutlu olacak. Ağlamamana çok sevindim. Biliyorsun yavrum, kendimizin mutluluğu yerine başkalarının mutluluğunu düşünmeyi öğrenmeye küçük yaşta başlamalıyız. Sevgili yeğenimin bencil biri olmasını istemem. Evinden ve arkadaşlarından çok uzakta zavallı, hasta bir ejderhayı böylesi küçük bir zevkten mahrum bırakmak da istemem.”
Prenses bencil olmamak için elinden geleni yapacağını söyledi.
Kısa süre sonra araba, sütunun yakınında durdu. İşte ejderha oradaydı. Çirkin mor başı güneşte parlıyordu, biçimsiz mor ağzı ise yarı açıktı.
James Amca dedi ki: “Günaydın efendim. Size doğum gününüz için küçük bir hediye getirdik. Böylesi önemli bir yıldönümünün münasip bir armağan sunulmadan geçip gitmesini istemeyiz. Bilhassa ülkemizde yabancı olan birisi için. İmkanlarımız küçük ama kalbimiz büyük. Bir tane prensesimiz var ama size onu seve seve veriyoruz. Öyle değil mi, evladım?”
Prenses, “Sanırım, öyle,” dedi. Ejderha biraz daha yaklaştı.
Bir ses aniden haykırdı: “Koş!”
Tom oradaydı. Hayvanat bahçesindeki kobay faresi ile iki Belçika tavşanını yanında getirmişti. “Adalet yerini bulacak,” dedi Tom.
James Amca öfkeden deliye dönmüştü. “Bu da ne demek oluyor, efendim?” diye bağırdı. “Şu kaba saba tavşanlarınla bir devlet törenini nasıl bölersin? Git buradan yaramaz çocuk! Başka bir yerde oyna hayvanlarınla.”
Ama James Amca konuşurken tavşanlar iki yanına sokuluvermişti. İri cüsseleriyle adamın tepesinde iyice yükseldiler. Şimdi de onu aralarında sıkıştırıyorlardı. Öyle ki James Amca tavşanların kalın kürküne gömülüp kaldı, az kalsın boğulacaktı. Bu arada Prenses sütunun diğer tarafına koşmuş, olanları görmek için gizlice bakıyordu. Şehirden çıkarken Prenses’in bulunduğu arabayı bir kalabalık takip ediyordu. Şimdi onlar da “Devlet Töreni” alanına ulaşmıştı. Hep birlikte şöyle haykırıyorlardı: “Dürüst oyun! Dürüst oyun! Sözümüzden böyle dönemeyiz. Bir şey verip karşılığında bir şey almak mı? Bu hiç olmaz. Bırak da sürgündeki zavallı yabancı hediyesini alsın.”
Tom’u yakalamaya çalıştılar ama kobay faresi onlara engel oldu.
“Evet,” diye bağırdı Tom. “Dürüst oyun gerçek bir mücevherdir. Sizin aciz sürgününüz Prenses’i alacak. Tabii onu yakalayabilirse. Haydi, Mary Ann.”
Mary Ann koca sütunun etrafına bakıp ejderhaya seslendi: “Hey! Beni yakalayamazsın ki!”
Var gücüyle koştu, ejderha da peşinden koşuyordu. Görüyorsunuz ya, ejderha upuzun olduğu için Prenses kadar hızlı dönemiyordu. Prenses sütunun etrafında döndü durdu. Önce sütundan epey uzaklaşıp dönüyordu, sonra giderek yaklaştı. Ejderha da hep arkasından geliyordu. Prenses’i yakalamaya kendini iyice kaptırmıştı. Tom’un, kırbacı andıran upuzun ve sımsıkı kuyruğunu kayaya bağladığını fark etmedi bile. Bu sayede ejderha döndükçe kuyruğu da sütuna dolanıyordu. Tıpkı bir topaca ip sarmak gibiydi bu. Yalnız bu defa topaç sütun, ip ise ejderhanın kuyruğuydu. Belçika tavşanlarının arasında sıkışıp kalan büyücüden korkmalarına hiç gerek yoktu. Burada karanlıktan başka bir şey göremiyor, boğulmaktan başka bir şey de yapamıyordu.
Ejderha, makaraya sarılan pamuk iplik gibi olabildiğince sıkı şekilde sütuna sarılınca Prenses koşmayı bıraktı. Nefes nefese kaldığı halde “Eh, şimdi kim kazandı bakalım?” diye sorabilmişti.
Bu soru ejderhayı öyle sinirlendirdi ki bütün gücünü toplayıp kocaman mor kanatlarını açtı ve kızın üstüne doğru uçmaya çalıştı. Elbette, bunu yapayım derken kuyruğunu çok kuvvetli bir şekilde çekmişti. Sonunda kuyruğu koptu ama kuyruğuyla beraber sütun ve adanın tamamı yerinden çıkmıştı. Bir dakika sonra ejderhanın kuyruğu çözüldü. Ada ise topaç gibi dönüyordu. O kadar hızlı dönüyordu ki herkes suratının üstüne düştü. Sıkıca tutundular çünkü bir şeyler olacağını hissediyorlardı. Büyücü hariç herkes bu durumdaydı. O Belçika tavşanlarının arasında güçlükle nefes alıyor, hayvanların tüyleri ve kalbindeki öfkeden başka bir şey hissetmiyordu.
Sahiden garip bir şey oldu. Ejderha Rotundia Krallığı’nı dünyanın başlangıcında dönmesi gereken tarafa çevirmişti. Ülke dönerken tüm hayvanların büyüklüğü değişmeye başladı. Kobay fareleri küçüldü, filler büyüdü. Eğer elleriyle birbirlerine sıkıca tutunmamış olsalardı kadınlar, erkekler ve çocukların da boyu değişecekti. Elbette, hayvanların bunu bilmesi beklenemezdi. İşin en iyi tarafı, küçük hayvanlar büyüdüğü ve büyük hayvanlar küçüldüğü sırada ejderhanın ufalarak Prenses’in ayaklarının dibine düşmesiydi. Yerde sürünen, kanatlı ve mor renkli küçük bir semender olmuştu.
“Ne şapşal bir şey bu,” dedi Prenses semenderi görünce, “Doğum günü hediyem olsun.”
Tüm insanlar hâlâ yüzüstü sımsıkı tutunurken büyücünün aklına sıkıca tutunmak gelmemişti. Onun tek düşündüğü Belçika fareleriyle bahçıvanın oğlunu cezalandırmaktı. Ancak büyük hayvanlar küçülürken o da hayvanlarla beraber küçüldü. Küçük mor ejderha Prenses’in ayaklarının dibine düşünce orada James Amca adında minik bir büyücü gördü. Hemen onu kaptı çünkü doğum günü hediyesi istiyordu.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403342?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Kedi beşiği (Cat’s Cradle): Bir parça ipin el ve parmaklardan geçirilerek farklı şekiller oluşturulmasını içeren çocuk oyunu. Dünyanın en eski oyunlarından biri olarak kabul edilir, tek başına ya da daha fazla kişiyle oynanabilir. (ç.n.)
2
Mantikor: Pers mitolojisinde yer alan aslan gövdeli, insan yüzlü efsanevi yaratık. (ç.n.)
3
Hipogrif: Türkçede Şah gaga da denilen, bir kartalın ön kısmı ile bir atın arka kısmının birleşiminden oluşan efsanevi yaratık. (ç.n.)