Dostoyevski'nin hayatı
Aimée Dostoyevski
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski: Tarihin en büyük romancılarından biri. Klasikler denince ilk akla gelen, kitapları hâlâ en çok tavsiye edilen ve okunan büyük yazar. İnsan ruhunu onun kadar iyi tahlil etmiş ve bunu ustalıkla anlatmayı başarabilmiş başka bir yazar yoktur.
Çocukluğu, ailesi, sürgün yılları, başka yazarlarla ilişkileri, aşkları, kitapları, hayalleri, yaşamına dair pek bilinmeyen detaylar, yaşamıyla kitapları arasındaki paralellikler ve daha pek çok şey, öz kızı Aimée Dostoyevski’nin kaleminden okurlara ulaşıyor.
“Yaşamakla yaşamamak arasında hiçbir fark kalmadığında özgürlüğüne kavuşur insan.” (Ecinniler romanından)
Aimée Dostoyevski
Dostoyevski’nin Hayatı
Önsöz
Bundan yaklaşık bir buçuk sene önce yaptığımız yayın kurulu toplantısında hepimizi heyecanlandıran bir karar aldık. Aforizma Dizisi ile başladığımız, Bir Nefeste Dizisi ve Dünya Masalları Dizisi’yle devam ettiğimiz dizilerimize bir yenisini daha ekleyecektik: Biyografi Dizisi. Birkaç yayınevinde gayet başarılı biyografiler olmasına rağmen hem günümüz okur kitlesine hitap eden hem de kişilerin hayatlarının en sıradan detaylarını bile son derece canlı bir şekilde anlatan kitaplarda bir boşluk olduğunu fark ettik. Bu alanda gördüğümüz boşluğu doldurmak için hemen kollarımızı sıvadık ve işe koyulduk.
Öncelikle biyografisini okumak istediğimiz ve hayatını ilginç bulduğumuz tarihi kişilikleri belirledik. Sonra bunların arasında yayımlanmaya değer olduğunu düşündüğümüz biyografileri seçtik. Bu bağlamda ilk etapta on önemli tarihi kişinin biyografisi ortaya çıktı. Bu on kişinin hayat hikâyesini bize aynı edebi tat ve ruhla aktaracak çevirmenler aramaya başladık. Fakat bu süreçte en çok kararsız kaldığımız şey kapak tasarımı oldu. Çünkü bir biyografi dizisine yakışır sadelikte, aynı zamanda bu önemli tarihi şahsiyetlerin hayatlarını anlatacak canlılıkta kapaklar olmasını istiyorduk. Önümüze gelen ondan fazla taslak üzerinde günlerce kafa yorduk ve ortak bir karar vermek için çabaladık. En sonunda taslakları ikiye indirdik ve hepimizin içine sinen bu kapakta karar kıldık.
Kitapları yayına hazırlama aşamasında metinle o kadar içli dışlı olduk ki bahsedilen tarihi figürlerin hayatlarına girdikçe yaptığımız işten daha çok keyif almaya başladık. Hepimizin ismen bildiği kişilerin yaşam öykülerini okudukça aslında onların da sizin bizim gibi bir insan olduklarını, bizimle aynı duyguları paylaştıklarını, hayatın onları da tıpkı bizler gibi oradan oraya savurduğunu gördük.
Uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkardığımız bu diziyi siz okurlarımızla paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. Birer tarihi kayıt niteliği taşıyan bu yaşam öykülerini okurken keyif almanız tek temennimiz.
“İyi yazılmış bir hayat öyküsü, en az iyi yaşanmış bir hayat kadar nadidedir.”
Thomas Carlyle
Giriş
Rusya 30 Ekim 1921 tarihinde Fyodor Dostoyevski’nin doğumunun yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanıyordu. Yazarlarımız ve şairlerimiz bu büyük Rus romancısını şiirlerle, söylevlerle onurlandırmayı umut ediyor; Slav halkları ise Slav konfederasyonu fikrine daima sadık kalan bu büyük Slavofile saygılarını Çekçe, Sırpça ve Bulgarca sunabilmek için temsilcilerini Petrograd’a göndermeye hazırlanıyordu. Dostoyevski ailesi de bu günü Moskova Tarih Müzesi’nde korunan belgelerin yayımlanmasıyla kutlamayı önermişti. Annem, ünlü eşine ilişkin anılarını dünyayla paylaşacak, ben de babamın yeni bir yaşamöyküsünü yazacak, ona ilişkin çocukluk izlenimlerimi kâğıda dökecektim.
Bir daha böyle bir şenliğin gerçekleşmesi pek olası değil. Korkunç bir fırtına Rusya’yı vurarak Avrupai uygarlığımızın dokusunu yok etti. Devrim, Dostoyevski’nin uzun zaman önce tahmin ettiği üzere, feci bir savaşın ardından yüzümüzde patladı. Köylülerimizle aydınlarımız arasındaki, iki yüzyıldır genişleyip büyüyen boşluk bir uçuruma dönüştü. Atalarının geleneklerine sadık kalan halkımız yüzünü doğuya sabitlemişken Avrupai ütopyalarla sarhoş olan aydınlarımız batıya yöneliyordu. Rus nihilistler ve anarşistler Avrupa ateizmini ülkemize getirmeyi arzularken son derece dindar köylümüz İsa Mesih’e sadık kalıyordu.
Bu çatışmanın sonucu karşımızda duruyor. Çarın yerine Rusya’da hüküm sürmeyi, ülkeyi istedikleri gibi yönetmeyi arzulayan aydınlar, çileden çıkan halkımız tarafından aptal ve zararlı varlıklar gibi süpürülüp atıldı. Bunlardan bazıları eski elçilik saraylarımıza sığınıp Avrupalı elçilerin alaycı gülümsemelerini görmezden gelmeye çalışarak Rusya’yı Thames ya da Seine Nehri kıyılarından yönetiyormuş gibi davrandı; diğerleri ise kimileri yüzlerce kopya basılan sayısız Rus gazetesinde bir araya geldiler ve okumaya ikna edilebilecek herkese bu gazeteleri ücretsiz dağıttılar. Ne var ki okurları gitgide azalıyor. Avrupalılar aydınlarımızın hayalperest olduğunu, gazetelerinde bahsettikleri sosyalist ve anarşist mujiklerin[1 - Rus köylüsü. (ç.n.)] “Rus Devrimi’nin büyükanneleri ve büyükbabaları”nın saf hayalleri haricinde hiçbir zaman var olmadığını anlamaya başlıyor.
Rus mujiği anarşist olmak şöyle dursun, devasa bir Doğu İmparatorluğu inşa etme yolundadır. Moğollarla kardeş oluyor, Hindistan, İran ve Türkiye’yle dostane ilişkiler geliştiriyorlar. Yaşlı Avrupa’yı uzak tutarak onun, Rusya’nın işlerine karışmasının ve ulusal yapının inşasını engellemesinin önüne geçebilmek için Bolşevizmi tıpkı kuşları kaçıran bir korkuluk gibi kullanıyorlar. Bu inşa tamamlandığı gün, Rus mujiği görev süresini tamamlayan korkuluğu paramparça edecek, şaşkınlığa uğrayan Avrupa ise karşısında eskisinden daha güçlü ve daha sağlam, yeni bir Rus İmparatorluğu’nun yükseldiğini görecek. Mujiklerimiz iyi mimarlardır; tıpkı bilge kişiler gibi ki her zaman öyleydiler, aydınları mimarları olmaya davet etme gibi bir düşünceleri bulunmamaktadır. Bu hasta kişilerin dünyadaki en iyi uygarlığı bile yok edebileceklerini fakat bunun yerine herhangi bir şey inşa etmekten de son derece aciz olduklarını anlamış durumdalar.
Lyubov Fyodorovna Dostoyevskaya (Aimée Dostoyevski)
Eğer Dostoyevski’nin doğumunun yüzüncü yılı Rusya’da kutlanamazsa, kendisi uzun süredir dünya çapında bir yazar ve insanlığın yolunu aydınlatan fenerlerden biri olarak kabul edildiğinden bu anmanın Avrupa’da yapılmasını isterim. Bu nedenle babamın bir zamanlar Rusya’da yayımlamayı umduğum yaşamöyküsünü Avrupa’da yayımlamaya karar verdim; bu arzu etmediğim fakat görece daha uygun bulduğum bir tercihti, zira tüm servetim Bolşeviklerin elinde ve artık yaşamımı sürdürebilmek için çalışmak zorundayım. Babamın yaşamıyla ilgili olarak kitabımda bulacağınız yeni ayrıntılar, hayranları için kendisinin eserlerine dair yeni eleştirel çalışmaların habercisi olabilir ve dahası, sözkonusu eserleri Avrupalı ve Amerikalı okuyucular arasında popüler kılabilir. Hiç şüphesiz ki bu, ünlü yazarın yüzüncü doğum gününü kutlamanın en güzel yolu olacaktır.
Aimée Dostoyevski
(Lyubov Dostoyevskaya)
Dostoyevski Ailesinin Kökeni
“Halkımızı tanıyorum. Hapishanede onlarla yaşadım, onlarla yemek yedim, onlarla uyudum, onlarla çalıştım. Babamın evindeyken öğrendiğim fakat sonrasında, ‘Avrupalı bir liberal’ haline geldiğim zaman kaybettiğim İsa Mesih’i bana halkımız geri verdi.”
Ağustos 1880
Babamın yaşamöykülerini okurken bu çalışmaları kaleme alan kişilerin babamı bütünüyle bir Rus, hatta kimi zaman tüm Ruslardan daha Rus olarak ele almış olmaları beni her zaman şaşırtmıştır. Dostoyevski yalnızca anne tarafından Rustu, baba tarafı Litvanya kökenliydi. Dönüşümleri ve yüzyıllar boyunca maruz kaldığı çeşitli etkiler nedeniyle Litvanya hiç şüphe yok ki bütün Rus İmparatorluğu toprakları içindeki en ilginç yerdir. Litvan soyu da tıpkı Ruslar gibi Slavlar ile Finno-Türk kabilelerin karışımıdır. Yine de iki halk arasında oldukça belirgin bir fark bulunur. Rusya uzun bir süre boyunca Tatar boyunduruğu altında kalmış, Moğollaşmıştır. Litvanya ise Neman ve Dinyeper suyolları aracılığıyla Yunanlarla ticaret yapan Normanlar tarafından Normanlaştırılmıştır. Bu ticareti oldukça kârlı bulan Normanlar, Litvanya’da çok büyük ticaret depoları kurmuş, bunları koruyucuların gözetimine bırakmıştı. Bu depolar yavaş yavaş kalelere, kaleler de kasabalara dönüştü. Sözkonusu kasabalardan bazıları, Norman prensi Rogvolod tarafından yönetilen Polotsk gibi örneğin, günümüze kadar ulaşmıştır. Bütün ülke belli sayıda küçük beyliklere bölünmüştü; tebaa Litvan, yönetimdekiler ise Normandı. Bu beyliklerde mükemmel bir düzen hüküm sürüyor, bu durum komşu Slav halkları imrendiriyordu.[2 - Bu imrenme Dinyeper kıyılarında yaşayan, Ukraynalıların ve Rusların atası olan Slavların kendileri adına Norman prenslerinin onları yönetmesini arzulamalarına yol açmıştı. Prens Rurik’e Kiev Büyük Düklüğü’nün tacını sunmak için bir heyet gönderdiler. Muhtemelen Litvanya’nın bir bölgesini yönetmekte olan bir Norman prensinin kardeşi ya da küçük oğlu olan Rurik tacı kabul ederek Norman maiyetiyle birlikte Kiev’e geçti. Rurik’in soyundan gelenler ilk başta Büyük Dük, sonraları ise Çar sıfatıyla on yedinci yüzyıla dek Rusya’da hüküm sürdüler. Rurik soyundan gelenlerin sonuncusu Moskova’da öldüğü zaman Rusya bir anarşi döneminden geçti; ta ki boyarlar Litvanya kökenli, yani son derece Normanlaşmış bir Slav aileye mensup Mihail Romanov’u Çar seçinceye kadar. Romanovlar birkaç yüzyıl boyunca sırayla hüküm sürdüler, Rus halkı tarafından sevilip saygı gördüler. Rus milletinin iki kez Normanları ya da Normanlaşmış Slavları prens olarak seçmiş olduğu gerçeği, yurttaşlarımın kavgacı karakteriyle kolayca açıklanabilir. Sonunda tek bir anlamlı söz dahi söylemeden on saat boyunca nutuk çekmeye kadir, sözlerine son vermek nedir bilmeyen konuşmacı ve tartışmacılar olan Ruslar asla anlaşamazlar. Aklı başında, sözden tasarruf edebilen, icraatta üretken Normanlar, Rusların birbirleriyle barış içinde yaşamalarını sağlamış, ülkemizde düzeni sağlamışlardır.]
Normanlar Litvanlardan uzak durmamış, prensler ve takipçileri ülkenin kadınlarıyla evlenip yavaş yavaş bölgenin esas sakinleriyle kaynaşmışlardır. Norman kanı o döneme dek dikkat çekmeyen Litvanlara öyle bir dinçlik katmıştır ki Tatarları, Rusları, Ukraynalıları, Polonyalıları ve kuzeydeki komşuları Töton Şövalyeleri’ni alt etmişlerdir. Litvanya on beşinci yüzyılda bütün Ukrayna’yı ve Rusya’nın büyük bir bölümünü kapsayan muazzam bir büyük düklük haline gelmiştir. Diğer Slav ülkeleri arasında çok büyük bir rol oynamıştır; parlak, son derece uygar bir saray yönetimine sahiptir, parmakla gösterilen birtakım yabancıları, şairleri ve ilim insanlarını cezbetmiştir. Çarlarının tiranlığına karşı çıkan Rus boyarlar[3 - Tuna bölgesinde, Transilvanya’da, Rusya’da soylulara verilen unvan. (ç.n.)] Litvanya’ya kaçmış, burada hoş karşılanmışlardır. Çar Korkunç İvan’ın can düşmanı ünlü Prens Kurbski’nin durumunda olan da buydu.[4 - Litvanya ve Ukrayna tarihiyle ilgilenen modern tarihçiler Normanlardan nadiren bahseder. Bununla birlikte sıklıkla Vareglerden söz eder ve bunların Litvanya’da hatta Ukrayna’da büyük rol oynadığını öne sürerler. Varegler aslında Normandır, çünkü vareg kelimesi eski Slavcada “düşman” anlamına gelmektedir. Normanlar sürekli olarak Slavları alt ettikleri için Slavlar onları “düşman” olarak anmıştır. Slavlar genel olarak az meraklı insanlardır, komşularının hangi ırka mensup olduklarını bilmekle pek ilgilenmezler; onlara süslü isimler vermeyi tercih ederler. Bu nedenle Ruslar, Almanlarla ticarete başladıklarında onlara eski Rusçada “budala” anlamına gelen “Nemzi” adını vermişlerdir, çünkü Almanlar onların dilini anlamamış, sorularına cevap verememiştir. Rus halkı Almanlara hâlâ “Nemzi” der. “Alman” ya da “Töton” isimleri yalnızca aydınlar tarafından kullanılır.]
Hıristiyanlık döneminin başlangıcında ve muhtemelen daha öncesinde Normanlar Litvanya’da hüküm sürmekteydi. 1392 yılında Normanların, Norman prenslerinin soyundan gelen Büyük Dük Witold’un şahsında hâlâ iktidarda olduğunu görüyoruz. On dört yüzyıllık süreçte Litvanya’nın ciddi manada Normanlaşmış olması gerektiği açıktır. Prensler ve maiyetindekilerin yaptıkları evlilikler bir yana, Kuzey’den Litvanya’ya gelen tüccar ve savaşçılar, Slav kanları sayesinde genel itibarıyla Finno-Türk kabilelerinin kadınlarından daha güzel ve daha zarif olan genç Litvanları memnuniyetle kendilerine eş olarak seçmişlerdir. Bu evliliklerden doğan çocuklar annelerinin Litvan tipini, baba tarafından atalarının ise Norman beyinlerini miras almışlardır. Nitekim Litvanyalıların karakterini incelediğimizde Normanların karakterine olan güçlü benzerliği fark ederiz. Aslında pek de tanınmayan bu ülke üzerine çalışmak isteyenlere W. St. Vidunas’ın Lithuania, Past and Present[5 - (İng.) Litvanya’nın Dünü Bugünü. (ç.n.)] adlı çalışmasını öneriyorum. Bu ilim irfan sahibi yazardan sıklıkla alıntı yapma fırsatım oldu, fakat kendisinin bu muhteşem çalışmasının kendi bütünlüğü içinde okunması gerekir. Vidunas’ın kitabının ilginç yanı şudur ki kendisi Litvan karakterini esasen Norman olarak tanımlıyor olsa da yurttaşlarının Norman kanı taşıdığını reddeder ve samimi bir şekilde onların bütünüyle aslen Asya’dan gelen Finno-Türkler olduğunu beyan eder. Yazar bu noktada, Litvanyalıların birtakım sapkın milli gururun etkisiyle, Norman atalarını her zaman inkâr eden çoğunluğunun sahip olduğu bir tavır takınır.[6 - Rusya ve Polonya’ya duydukları nefret nedeniyle Litvanyalılar damarlarında Slav kanının aktığını dahi reddetmişlerdir. Yine de Finno-Türk’ten daha ziyade Slav olduklarını görebilmek için onlara bir bakış atmak yeterlidir.]
Litvanyalılar, tıpkı bilge Rumenlerin, Roma’nın antik savaşçılarına dayanan kökenleriyle gurur duymalarına benzer şekilde kökenleriyle gurur duymak yerine her zaman Norman büyük düklerini yerli kana sahip prensler olarak geçiştirmeye çalıştırmışlardır. Ruslar bu noktada asla aldanmamışlardır. Litvanyalıların kendilerini yenemeyecek kadar zayıf olduğunu, bunu yalnızca Normanların yardımıyla yapabileceklerini biliyorlardı. Yurttaşlarımın tüm şu Gediminas, Algardas ve Vitantas’ı daima gerçek Norman isimleri olan Guedimine, Olguerd ve Witold isimleriyle anmış olmasının sebebi budur. Lehler ve Almanlar da aynı şeyi yaptılar ve Norman prensler tüm Litvanofillere rahatsızlık verecek şekilde tarihe gerçek isimleriyle geçtiler. Guedimin bu prenslerin en ünlüsüydü. Gerçek bir Norman tipindeydi, Finno-Türk kanından neredeyse eser yoktu. Portreleri bana her zaman Shakespeare’in portrelerini anımsatmıştır; bu iki Norman arasında bir aile benzerliği bulunmaktadır. Guedimin dini meselelere ilişkin Norman ilgisizliği ve toleransı göstermiş, hem Katolikleri hem de Ortodoksları korumuştur. Kendisi ise bir pagan olarak kalmayı tercih etmiştir.
Rusya ve Ukrayna güçlenerek Litvanya’yla olan bağlarını koparmayı ve eski özgürlüklerine kavuşmayı başardı. Litvanyalılar zengin vilayetlerini doğuya ve güneye kaptırdıklarında zayıfladılar ve can düşmanları olan Töton Şövalyeleri tarikatına karşı mücadele edemediler. Almanlar Litvanya’yı fethederek ülkeye bir sürü ortaçağ kurumu ve fikri getirdi. Sözkonusu kurum ve fikirler Avrupa’nın geri kalanında bütünüyle kaybolduklarında dahi Litvanlar bunları uzun bir süre boyunca korudu. Almanlar, Litvanları Protestan olmaya zorladı. Tüm Slavlar gibi Litvanlar da mistikti, Luther’in dini onlara hiçbir şey ifade etmiyordu.[7 - Hiçbir şekilde başkalarıyla karışmamış Finno-Türkler olan Finler, Estonlar ve Letonlar Protestanlığı şevkle kabul edip buna sadık kalmışlardır. Litvanların Protestanlığa karşı her zaman göstermiş oldukları düşmanlık kendilerinin Slav kanına sahip olduğunu geri kalan her şeyden çok daha ikna edici bir şekilde kanıtlamaktadır. Ortodoks ya da Katolik inancını kolaylıkla kucaklayan Slavlar, Luther’in öğretisini asla anlayamadılar.]
Sonraları, Polonya kendi başına güçlü bir devlet olup Litvanya’yı Töton Şövalyeleri’nin elinden çekip aldığında[8 - Bununla birlikte Almanlar, Litvanya’nın, Litvanyalı Borussi kabilesinin yaşadığı bir bölümünü ellerinde tuttular. Bu bölgeyi Almanlaştırarak buraya Prusya adını verdiler. Prusyalılar Alman değil, Litvandır; önce Normanlaştırılmış sonra da Almanlaştırılmışlardır. Güçlü karakterleri ve Almanya’da oynadıkları önemli rol kendilerinin Norman karakterinden kaynaklanmaktadır. Prusyalı Junkerlerin büyük bir çoğunluğu doğrudan kadim Norman şeflerinin soyundan gelmektedir.] Litvanlar hemen atalarının Katolik ya da Ortodoks inancına döndüler. Polonyalı Katolik din adamları, özellikle de Cizvitler, Ortodoks manastır hanelerine karşı tutkulu bir savaş verdi fakat bunlar Ortodoks dinini tercih eden Litvanyalı birçok aile tarafından korundu. Bunlar arasında Ortodoks Kilisesi’nin ünlü mücahitlerinden Prens Konstanti Ostrogski başta olmak üzere bazı çok nüfuzlu kişilikler bulunuyordu. Bu kararlı direniş karşısında Polonyalılar Ortodokslara ait dini yapıların ülkede kalmasına izin vermek zorunda kaldılar, diğer yandan Ortodoks propagandasını kontrol edebilmek için bunları soylu Katolik ailelerin gözetimi altına yerleştirdiler. Cizvitler harika Latin okulları kurdular; ülkedeki soyluları, çocuklarını bu okullara göndermeye zorladılar ve kısa bir süre içinde Litvanya’nın tüm soylu gençlerini Latinleştirmeyi başardılar. Litvanları tamamen kendine bağlamak isteyen Polonya, aralarında Schliahta ya da Soylular Birliği’nin de bulunduğu birçok Polonya kurumunu Litvanya’ya getirdi. Schliahtitchi (soylular), savaş zamanı ülkenin büyük lortlarından birinin sancağı altında bir araya gelme, barış zamanında ise bu lordun koruması altında yaşama gele-neğini benimsediler. Bu lortlar, Schliahtitchi’nin kendi armalarını kullanmalarına izin verdi. Sonrasında ise Litvanya’dan çok sayıda kurum almış olan Rusya, Schliahta’yı taklit ederek Kalıtsal Soylular Birliği’ni kurdu. Rusların kurduğu bu birlik savaşa yönelik olmaktan ziyade tarımla ilgili bir birlikti, fakat her iki ülkedeki birlik de her şeyden önce vatanseverdi.
Babamın ataları, Pinsk’e pek uzak olmayan Minsk Goberniyası’nın yerlileriydi; orada hâlâ Dostoyeve denen, babamın ailesine ait kadim topraklar bulunmaktadır. Burası eskiden Litvanya’nın en vahşi yeriydi, neredeyse tamamı engin ormanlarla kaplıydı; Pinsk’in bataklıkları göz alabildiğince uzanırdı. Dostoyevski ailesi Schliahtitchi’ydi ve “Çimenli Radwan”a dahildi. Diğer bir deyişle soyluydular, Lort Radwan’ın sancağı altında savaşa katılmış ve kendisinin armasını taşıma hakkına sahip olmuşlardı. Annemde, Moskova’daki Dostoyevski Müzesi için çizilmiş Radwan armaları bulunurdu. Onları gördüm, fakat armacılık üzerine hiç çalışmadığım için onları betimleyemem.
Dostoyevski ailesi Katolikti, görüldüğü kadarıyla çok dindar ve epey hoşgörüsüzdüler. Ailemizin kökenlerine dair yaptığımız çalışmalar sırasında, Dostoyevski ailesinin gözetimine verilen bir Ortodoks manastırının, Dostoyevskilerin Ortodoks keşişlere karşı sert davranışlarından şikâyetçi olduğunu gösteren bir belgeye rastladık. Bu belge iki şeyi kanıtlamaktadır:
1. Dostoyevskilerin ülkelerinde iyi bir konuma sahip olduklarını; çünkü aksi takdirde Ortodoks manastırlarından biri onların gözetimine verilmezdi.
2. Dostoyevskilerin ateşli Katolikler olarak oğullarını ülkenin Latin okullarına göndermiş olduklarını ve babamın atalarının, Katolik din adamlarının gittikleri her yere yaydıkları o muhteşem Latin kültürüne sahip olmaları gerektiğini.
On sekizinci yüzyılda Ruslar Litvanya’yı ilhak ettiklerinde Dostoyevskileri ülkede bulamadılar; aile Ukrayna’ya geçmişti. Orada neler yaptıklarını, hangi kasabalara yerleştiklerini bilmi-yoruz. Büyük büyükbabam Andrey’in nasıl biri olabileceği hakkında hiçbir fikrim yok, bu durumun çok ilginç bir nedeni var.
Gerçek şu ki büyükbabam Mihail Andreviç Dostoyevski son derece nevi şahsına münhasır bir insandı. On beş yaşındayken babası ve ağabeyleriyle ölümüne kavga edip evden kaçmış. Ukrayna’dan ayrılıp Moskova Üniversitesi’nde tıp okumaya gitmiş. Asla ailesinden söz etmez, köklerine ilişkin soru sorulduğunda yanıt vermezdi. Sonra, elli yaşına bastığında, öyle görünüyor ki baba ocağını terk ettiği için vicdanı onu rahatsız etmiş. Gazetelere ilan vererek kendilerinden bir haber alabilmek için babasına ve ağabeylerine yalvarmış. Bu ilanla ilgili hiçbir dönüş alınmamış. Muhtemelen tüm akrabaları ölmüştü. Dostoyevskiler çok yaşlanmadan ölürler.
Mihail Andreviç Dostoyevski
Gelgelelim büyükbabam Mihail kökenini çocuklarına anlatmış olmalı, zira babamın ve daha sonraları amcalarımın sık sık şöyle dediklerini işitirdim: “Biz Dostoyevskiler Litvanyalıyız, Polonyalı değiliz. Litvanya, Polonya’dan oldukça farklı bir ülkedir.”
Babam, anneme, söylediklerine bakılırsa Ortodoks ailemizin kurucusu olan Piskopos Stepan diye birinden bahsetmiş. Çok üzüldüğüm bir şey var ki annem dikkatini eşinin bu sözlerine pek vermemiş ve ondan daha açık detaylar vermesini istememiş. Sanırım Lit-van atalarımdan biri Ukrayna’ya göç etmiş, bir Ortodoks Ukraynalıyla evlenebilmek için dinini değiştirip rahip olmuş. Eşi öldüğünde muhtemelen bir manastıra kapanmış ve ardından başpiskoposluğa yükselmiş.[9 - Ortodoks Kilisesi’nde yalnızca keşişler -Kara Ruhbanlar- başpiskopos olabilir. Beyaz ruhbanlar, yani evli rahipler üst mevkilere yükselemezler. Eşlerini kaybettiklerinde genellikle keşiş olur, kariyerlerinin peşinden gidebilirler.]
Bu durum Başpiskopos Stepan’ın bir keşiş olmasına rağmen Ortodoks ailemizi nasıl kurmuş olabileceğini açıklamaktadır. Babam Piskopos Stepan’ın varlığına ikna olmuş olmalı ki ikinci oğlunun ismini onun anısına Stepane koymuştur.
O dönem Dostoyevski elli yaşındaydı. İlginçtir ki büyükbabam sözkonusu ilanı elli yaşına bastığında gazetede yayımlamış, babam da elli yaşındayken Başpiskopos Stepan’ın varlığını bir anda anımsayıvermiştir. Her ikisi de atalarıyla birlik bağlarını güçlendirme isteğini bu dönemde duymuşlar gibi görünüyor.
Litvanya’da savaşçı olan Dostoyevskilerin Ukrayna’da rahip olduklarını görmek biraz şaşırtıcıdır. Bununla birlikte Lit-van geleneklerine oldukça uygundur. Bu bağlamda Litvanyalı âlim W. St. Vidunas’tan alıntı yapabilirim:[10 - Kendisinin Litvanya’nın Dünü ve Bugünü adlı çalışmasına bakınız.]
“Eskiden varlıklı Litvanların birçoğunun tek bir arzusu vardı: Oğullarından en az birinin din adamlığı yolunu seçtiğini görmek. Onları böyle bir çağrıya hazırlamak için gereken ödeneği memnuniyetle sağladılar. Gelgelelim daha genel karakterli çalışmalara hiç sıcak bakmıyor, oğullarının herhangi bir başka serbest mesleği tercih etmelerine karşı çıkıyorlardı. Hatta son yıllarda birçok Litvan genç, ebeveyn inadı dolayısıyla çok çile çekmek zorunda kalmıştır. Kilise mensubu olmayı kabul etmediklerinde babaları, ileri seküler eğitim için gerekli maddi desteği sağlamayı reddetti. Böylece çok büyük umutlar vaat eden birçok yaşam mahvoldu.”
Büyükbabam ile anne babasının arasında patlak veren, Moskovalı ailemiz ile büyük büyükbabam Andrey’in Ukraynalı ailesi arasındaki tüm bağları koparan olağanüstü kavgaya yol açan şey belki de Vidunas’ın bu sözleriydi. Andrey muhtemelen oğlunun din adamlığı kariyerini tercih etmesini istemişti, genç adam ise tıbba eğilimliydi. Babasının, tıp eğitimini karşılamayacağını gören büyükbabam evden kaçmıştı. Parası ya da arkadaşı olmadan hiç tanımadığı bir şehre giden, üstün bir eğitim almayı başaran, Moskova’da kendine iyi bir yer edinen, yedi çocuklu bir aile kuran, üç kızına çeyiz hazırlayan ve dört oğluna serbest bir eğitim aldıran on beş yaşındaki bu gencin hakiki Norman enerjisine hayranlık duymak gerek. Büyükbabamın, kendisiyle gurur duymak ve çocuklarına kendisini örnek göstermek için iyi bir nedeni vardı.
Andrey Dostoyevski’nin oğlunu bir rahip olarak görme isteği pek tabii ki sıradışı bir istek değildi, zira Ukraynalı din adamları her zaman son derece seçkin kimseler olagelmiştir. Ukraynalı cemaatler kendi rahiplerini seçebilme haklarından yararlanıyor, doğal olarak yalnızca günahsız bir yaşam süren erkekler seçiliyordu. Daha yüce dini hassasiyetlere gelince, bunlar neredeyse daima rahiplerin ayrı bir kast olduğu Büyük Rusya’da eşine çok ender rastlanan bir durum olarak Ukraynalı soylular tarafından benimsenmişti. Stepan Dostoyevski iyi bir aileye mensup ve iyi eğitim almış biri olsa gerek, aksi takdirde piskopos olamazdı. Bizde kardinallik olmadığından başpiskoposluk ya da piskoposluk Ortodoks Kilisesi’ndeki en yüksek payedir. Patrikhanenin kaldırılmasından sonra kilisemizin işlerini piskoposlar yönetti, Kutsal Sinod toplantılarında sırayla yer aldılar.
Maria Fyodorovna Dostoyevskaya
Ukraynalı Dostoyevskilerin aydın kimseler olduklarına dair başka bir kanıtımız daha var. Ukrayna’da yaşamış olan arkadaşlar bize bir keresinde on dokuzuncu yüzyılın başında Ukrayna’da yayımlanmış bir tür almanak ya da şiir antolojisi olan eski bir kitap gördüklerini ilettiler. Bu kitaptaki şiirler arasında Rusça yazılıp zarifçe işlenmiş kısa bir pastoral şiir yer alıyormuş. Altına imza atılmamış, fakat dizelerin ilk harfleri Andrey Dostoyevski adını oluşturuyormuş. Bu, büyük büyükbabamın bir çalışması mıydı yoksa kuzenlerimizden birinin mi? Bilmiyorum, fakat bu durum Dostoyevski’nin yaşamöyküsünü yazanların büyük ilgisini çekecek iki şey barındırıyor:
1. Dostoyevski’nin Ukraynalı ataları aydın insanlardı. Ukrayna’da yalnızca alt ve orta sınıflar şirin ve şiirsel olduğu kadar çocuksu ve biraz saçma bir dil olan Ukraynaca konuşurdu. Ukrayna’daki üst sınıflar âdet olduğu üzere Lehçe ya da Rusça konuşurdu; bu sebeple geçen yıl bu ülke Rusya’dan ayrılıp bağımsızlığını ilan ettiğinde yeni hetman[11 - Hetmanlık, Ukrayna askeri hiyerarşisinde en üst rütbedir. Bu sözcüğün, dilimizdeki “ataman” sözcüğünden geldiği düşünülmektedir. (ç.n.)] Skoropadski’nin şu ifadelerin yer aldığı dokunaklı çağrılarda bulunması gerekmişti: “Ukraynalılar! Anadilinizi öğrenin!” Muhtemelen Hetman’ın kendisi de Ukrayna dilinde tek bir kelime dahi bilmiyordu.
2. Dostoyevski’nin, edebiyat çevresinden arkadaşlarının iddia ettiği üzere, şiirsel yetenek kendisinin Moskovalı annesinin meziyetlerinden biri değil, Ukraynalı ailesinde var olan bir yetenekmiş.
Litvanya’nın ilginç ve farklı tarihi, babamın güçlerinin oluşumunda büyük bir etkiye sahiptir. Yapıtlarında Litvanya’nın yüzyıllar boyunca geçirdiği tüm dönüşümlerin izlerini buluyoruz. Babamın karakteri temeli itibarıyla Normandı; çok dürüst, çok namuslu, açık sözlü ve cesurdu. Dostoyevski tehlikenin gözünün içine bakar, herhangi bir tehlike karşısında asla geri çekilmez, yorulmak bilmeden hedefine yürümeye devam eder, yolundaki tüm engelleri bir kenara iterdi. Normanlaşmış ataları ona muazzam sağlamlıkta bir ahlak miras bırakmıştı ki bu genç ve dolayısıyla zayıf bir ırk olan Ruslar arasında ender bulunan bir şeydi. Dostoyevski’nin zekâsına diğer Avrupa ulusları da katkıda bulunmuştur. Töton Tarikatı Şövalyeleri, Dostoyevski’nin atalarına, kendi devlet ve aile anlayışlarını aktarmışlardır.
Dostoyevski’nin yapıtlarında ve dahası özel hayatında ortaçağa ait sayısız düşünce karşımıza çıkar. Etkili oldukları dönemde Litvanya’nın, liderleri Roma’dan gelen Katolik din adamları babamın atalarına genç ve anarşik Rus milletinde var olduğu pek söylenemeyecek disiplini, itaati ve görev bilincini öğretmişlerdir. Cizvitlerin Latin okulları onların zihinlerini şekillendirmiştir. Dostoyevski Fransızca konuşmayı çabucak öğrenmiş ve kardeşi Mihail’e Goethe ve Schiller çevirileri yapmak üzere işbirliğinde bulunmayı teklif edecek kadar Almanca biliyor olmasına rağmen bu dili Almancaya tercih etmişti. Babamın dillere karşı belirgin bir yeteneği vardı ki bu Ruslar arasında pek nadir görülen bir şeydir. Avrupalılar genellikle, “Ruslar tüm dilleri konuşur,” derler. Bununla birlikte yurttaşlarım arasında iyi düzeyde Fransızca ve Almanca konuşup yazan herkesin, ataları Katolik din adamları tarafından Latinleştirilen Polonyalı, Litvanyalı ve Ukraynalı ailelere mensup olduğunu fark etmezler. Büyük Rusya’nın Rusları arasında Avrupa dillerini iyi konuşabilenler yalnızca birkaç nesil boyunca Avrupa eğitimi almış olan aristokratlardır.
Rus burjuvalar yabancı diller üzerine çalışmayı son derece zor bulmaktadır. Bu dilleri yedi yıl boyunca okulda öğrenirler, okuldan ayrıldıklarında ise ancak birkaç cümle kurmayı başarabilirler ama en basit kitapları bile anlamazlar. Aksanları içler acısıdır. Avrupa dilleriyle pek ortak noktası bulunmayan Rus dili, dil çalışmalarına yardımcı olmak şöyle dursun ayak bağı olmaktadır.
Atalarımın Ukrayna’ya göçü öyle veya böyle haşin kuzeyli karakterlerini yumuşatmış, kalplerinde yatmakta olan şairliği ortaya çıkarmıştır. Rus İmparatorluğu’nu oluşturan tüm Slav ülkeleri arasındaki en şairane ülke Ukrayna’dır. Petrograd’tan Kiev’e gelen biri kendini güneyde hisseder. Akşamları sıcaktır; sokakları şarkı söyleyen, gülen, açık havada masalarda ya da kafelerin önündeki kaldırımlarda yemek yiyen insanlarla doludur. Güneyin güzel kokulu havasını içimize çeker, kavakları gümüş rengine boyayan aya bakarız; insanın kalbi dolup taşar, o an şair oluverir. Güneşin şen ışıklarıyla yıkanan bu hafif engebeli ovada her şey şiir solur. Mavi nehirler denizlere berrak ve aheste akar, çiçeklerle örtülmüş küçük göller sakince uyur; bereketli meşe ormanlarında hayal kurmak ne güzeldir. Ukrayna’da her şey şiirdir: köylülerin kıyafetleri, şarkıları, dansları ve her şeyden önemlisi de tiyatroları. Ukrayna, başka yerlerde olduğu gibi kitlelerin zevkini geliştirmek için aydınlar tarafından organize edilmemiş, bizzat halk tarafından yaratılmış bir tiyatroya sahip olup da Avrupa’da yer alan tek ülkedir. Ukrayna tiyatrosu halkla öyle özdeşleşmiştir ki bundan bir burjuva tiyatrosu devşirmek dahi mümkün olmamıştır. Eskiden Ukrayna, Karadeniz kıyılarındaki Yunan kolonileriyle yakın temas halindeydi. Ukraynalıların damarlarında bir miktar Yunan kanı akar, bu kan kendini onların büyüleyici güneş yanığı yüzlerinde ve zarif tavırlarında gösterir. Hatta Ukrayna tiyatrosu antik Yunanların sevgilisi dramanın uzaklardan gelen bir yankısı bile olabilir.
Işık, çiçekler ve Ukrayna’nın Yunan şiiri, Litvanya’nın karanlık ormanlarından ve rutubetli bataklıklarından çıkan atalarımın gözlerini kamaştırmış olmalı. Yürekleri güneyin güneş ışıklarıyla ısınmış, dizeler yazmaya başlamışlar. Büyükbabam Mihail, babasının evinden kaçtıktan sonra bu Ukrayna şairliğinin bir kısmını yoksul öğrenci cüzdanında taşımış ve bunu uzaklardaki evinden bir hatıra olarak özenle saklamış. Sonrasında ise bunları iki büyük oğlu Mihail ve Fyodor’a aktarmış. Bu gençler de dörtlükler ve şiirler yazmış; babam gençliğinde Venedik’te geçen aşk hikâyeleri ve tarihi dramalar kaleme almıştır. Muazzam bir hayranlık beslediği Ukraynalı büyük yazar Gogol’u taklit ederek yazmaya başlamıştır. Dostoyevski’nin ilk yapıtlarında bu duygusal ve romantik şiire sıklıkla rastlıyoruz. Hapse girinceye, yani bir Rus oluncaya kadar, büyük bir dehaya ve muhteşem bir geleceğe sahip bir ulus olan Ruslara mahsus geniş bakış açısını ve düşünce derinliğini romanlarında bulamıyoruz. Yine de Dostoyevski’nin o güçlü gerçekçiliğinin Rus asıllı olduğunu söylemek doğru olmayacaktır. Ruslar gerçekçi değildir; hayalperest ve mistiktirler. Yaşamı mercek altına almaktansa kendilerini hayallerde kaybetmeye bayılırlar. Gerçekçi olmak istediklerinde ise bir anda Moğol kinizmine ve erotizmine kapılırlar. Dostoyevski’nin realizmi ise Normanlaşmış atalarından kalan bir mirastır. Norman kanından gelen tüm yazarlar derin gerçekçilikleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Dostoyevski boş yere Balzac’a son derece kalpten bir hayranlık beslemiyor, onu kendine örnek almıyordu.
Dostoyevskiler aslen göçebe bir aileydi. Bir bakmışız Litvanya’dalar, bir bakmışız Ukrayna’da; bir gün bakıyoruz Moskova’da yaşıyorlar, ertesi gün Petersburg’a taşınmışlar. Bu pek şaşırtıcı değildir, zira Litvanya tuhaf “göçebe aydınlar” sınıfıyla diğer ülkelerden ayrılmaktadır. Diğer ülkelerde ise göç eden proletaryadır. Rusya’da her yıl kitleler halinde Ural Dağları’nı aşan ve Asya tarafından yutulanlar mujiklerdir; Avrupa’da ise kısmetini Amerika, Afrika ya da Avustralya’da arayanlar köylüler ve orta alt sınıflardır. Oysa Litvanya’da halk ülkede kalırken yalnızca aydınlar göç eder. Litvanya, Avrupalı şairleri ve âlimleri kendine çeken muhteşem bir büyük düklükken Litvanyalı soylular yuvalarında kaldılar. Fakat Litvanya’nın ihtişamı azalmaya başladığında aydınlar[12 - Eleştirmenler beni her zaman eşanlamlı olmayan “soylu” ve “aydın” kelimelerini birbirine karıştırmakla itham edebilir. Fakat unutmamaları gerekir ki bir zamanlar proletarya ve orta sınıflar için eğitim almak imkânsızdı. Litvanya’nın başlıca eğitimcileri olan Katolik ve Ortodoks din adamları yalnızca soyluların çocuklarıyla, yani geleceğin yasa koyucuları ve ülkelerinin yöneticileriyle ilgileniyorlardı.] çok geçmeden kendilerini ormanlarında, bataklıklarında hapsolmuş hissederek komşu ülkelere göç ettiler. Lehlerin ve Ukraynalıların hizmetine girerek medeniyetlerini kurmalarına yardımcı oldular. Ünlü Lehlerin ve Ukraynalıların çok büyük bir bölümü Litvanya kökenlidir.[13 - Büyük Leh şair Mickiewicz’in Litvanyalı olduğu düşünülmektedir. Şiirlerinden biri şöyle başlar: “Litvanya, ülkem.”]
Sonra, Rusya Litvanya’yı ilhak ettiğinde bir sürü Litvanyalı aile büyük kentlerimize doluştu. On dokuzuncu yüzyılın başında Lehler kendi istekleriyle Rusya’nın hizmetine girdiler, fakat yurttaşlarım çok geçmeden Leh ve Litvan “ski”lerinin[14 - Leh ve Litvan soylularının soy isimleri “ski” sonekiyle biter.] birbirlerinden farklı olduğunun ayırdına vardılar.
Lehler Rusya’da yaşayıp zenginleşmelerine karşın Katolik olarak kaldılar, kendi aralarında Lehçe konuşup Ruslara barbar muamelesi yaptılar. Litvanlar ise anadillerini unuttular, Ortodoks inancına geçip ata topraklarını düşünmeyi bıraktılar.[15 - Litvanya kökenli büyük Rus aileler arasında özellikle son zamanlara dek hüküm süren ailenin Borussi kabilesine mensup ataları Romanovları; Litvanca isimleri Saltik olan Solitikovları ve Dük Guedimin’in soyundan gelen Golitsinleri saymak gerekir. Polonya’da da Jagellon kraliyet ailesi de dahil olmak üzere aristokrat ailelerin çoğunluğu Litvanya kökenliydi.]
Aydınların bu göçü ve onları kabul eden uluslarla birleşebilme yetenekleri Normanların, kendilerinden sonra gelen Litvanyalı torunlarına bıraktıkları en karakteristik özelliktir. Antik dönem ulusları arasında yalnızca Normanlar göçebe soylulara sahipti. En önde gelen ailelerin gençleri Norman prenslerinden birinin sancağı altında toplanır, yeni yurtlar aramak üzere hafif tekneleriyle yelken açarlardı. Kuzey Avrupa aristokrasilerinin tümünün Normanlar tarafından kurulduğu fikri çoğunlukla öne sürülmektedir. Bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur: Genç Norman soyluları ne zaman ilkel insanların arasında boy gösterseler doğal olarak vahşilerin ve cahil yerlilerin şefleri olmuşlardır. Onların soyundan gelen yönetmeye alışkın kişiler, birbirini izleyen yüzyıllar boyunca yönetimde bulunmaya devam ettiler. Daha önce de görmüş olduğumuz üzere Normanlar fethettikleri uluslardan uzak durmamışlar, ülkenin kadınlarıyla evlenip düşüncelerini, giyim kuşamlarını ve inançlarını benimsemişlerdir. Normandiya’ya varmalarından iki yüzyıl sonra Normanlar anadillerini unutup birbirleriyle Fransızca konuşmuşlardır. Fatih William, savaşçılarıyla beraber İngiltere’ye ayak bastığında İngilizlere getirdiği kültür Norman değil Latin kültürüydü. Norman Comtes d’Hauteville ailesi Sicilya’yı fethettiğinde ülkede buldukları Bizans ve İslam kültürünü inanılmaz bir hızla benimsemişlerdi. Litvanya’da fethedenlerle fethedilenler tam bir kaynaşma içindeydi; Normanlar Litvanyalılara güçlü karakterlerini aktarmış, komşu halkları uygarlaştırma görevini miras bırakmışlardı. Litvanya’nın tüm göçebe aydınları aslında gizli Normanlardır. Atalarının müthiş çalışmasını bitmek tükenmek bilmeyen bir cesaret, sabır ve adanmışlıkla sürdürmektedirler.
Irkının seçkinliğini diğer ırklara dağıtan zavallı Litvanya’nın bir daha asla büyük bir devlet olamayacağı açıktır. Bunu kendi de anlıyor ve bundan pişmanlık duyuyor. “Litvanyalılar genel olarak en zeki ırk olarak değerlendirilmelidir,” diyor Vidunas, “buna karşın Litvanya’nın Avrupa uygarlığı üzerinde hiçbir etkisinin olmaması, Litvan zekâsının daima diğer ulusların hizmetinde olması ve tüm güçlerini anayurdu için ortaya koyamamış olmasıyla açıklanabilir.” Vidunas Litvanyalı aydınların göç etmiş olmalarından dolayı hayıflanmakta şüphesiz ki haklıdır, ne var ki Litvanya’nın Avrupa uygarlıkları üzerinde hiçbir etkide bulunmadığını söyleyerek hata etmektedir. Aslına bakılacak olursa hiçbir ülke, Slav devletlerinin uygarlaşması için Litvanya kadar çok şey yapmamıştır. Diğer halklar yalnızca kendileri, kendi ihtişamları için çalışmışlardır; Litvanya ise kendi dehasından doğan yetenekleri komşularının hizmetine sunmuştur. Polonya, Ukrayna ve Rusya bunu henüz anlamıyor, bu nedenle de Litvanya’ya haksızlık ediyorlar. Ancak gün gelecek mütevazı ve suskun Litvanya’ya neler borçlu olduklarını açıkça görecekler.
Dostoyevskiler böyle gezginlerdi, yeni düşüncelerle yeni izlenimler edinmeye öyle susamışlardı ki geçmişi unutmaya çalışıp atalarının çocuklarıyla konuşmayı reddetmişlerdi. Ne var ki böylece geçmişten feragat ederken bir yandan da gezip duran ailelerini Ariadne’nin ipine benzer bir şekilde birbirine bağlama arzusunu taşıyorlardı. Onları yüzyıllar boyunca takip edebilmemizi sağlayan bu ip, taşıdıkları aile adı olan Andrey’dir. Litvanyalı Katolik Dostoyevskiler geleneksel olarak erkek çocuklarından birine, genellikle de ikincisine ya da üçüncüsüne bu adı verirlerdi; Ortodoks Dostoyevskiler de bu geleneği günümüze dek sürdürmüşlerdir. Ailemizin her neslinde her zaman bir Andrey olur ve tıpkı eskiden olduğu gibi bu isim ikinci ya da üçüncü erkek çocuk tarafından taşınır.
Fyodor Dostoyevski’nin Çocukluğu
Moskova’daki tıp eğitimini tamamladıktan sonra büyükbabam Mihail cerrah olarak orduya katılıp 1812 Savaşı sırasında bu sıfatla görev yaptı. Kendisinin mesleğinde çok yetenekli olduğunu tahmin edebiliriz, zira çok geçmeden Moskova’da yer alan büyük bir devlet hastanesinin başhekimliğine atandı. Bu sırada genç bir Rus kızıyla, Mariya Neçayev’le evlendi. Bu evliliğin her şeyden önce karşılıklı sevgi ve saygı üzerine kurulu olmasının yanında Mariya aynı zamanda kocasına yeterli miktarda çeyiz de getirmişti. Genç çiftin pek tabii ki herhangi bir eksiği yoktu, zira o günlerde kamu görevleri epey kazançlıydı. Devlet, eğer maaşlar yüksek değilse memurları için konforlu bir yaşamın tüm gereklerini karşılayarak bunu telafi ederdi. Bu sayede büyükbabam Mihail maaşına ek olarak bir kraliyet binasında, on dokuzuncu yüzyılda tüm kraliyet yapılarımız tarafından benimsenen bayağı imparatorluk tarzında inşa edilmiş tek katlı küçük bir eve yerleştirilmişti. Bu ev hastaneye yakındı ve bir bahçeyle çevriliydi. Fyodor Dostoyevski, 30 Ekim 1821’de bu küçük evde doğdu.
Büyükbabama, hastanede çalışan uşakların hizmetleri ve kentteki hastalarını ziyaret edebilmesi için bir araba tahsis edilmişti. İşini iyi yapıyor olmalı, zira çok geçmeden Moskova’dan 150 verst[16 - Verst, 1,0668 kilometreye karşılık gelen Rus ölçü birimidir. 150 verst yaklaşık olarak 160 kilometreye karşılık gelmektedir. (ç.n.)] uzaklıkta bulunan Tula Guberniyası’ndan iki arsa alabilmişti. Bu arsalardan Darovoye olarak anılan ilki Dostoyevskilerin tatil mekânıydı. Baba hariç olmak üzere tüm aile yazı burada geçirirdi. Tıbbi görevleri nedeniyle şehirde kalan büyükbabam yalnızca temmuz aylarında birkaç günlüğüne onlara katılırdı. Her yıl, sözünü ettiğimiz demiryolu öncesi zamanlarda troykayla yapılan bu yolculuklar, çocukluğunda atlara vurgun olan babamı mest ediyordu.
Büyük oğullarının doğumundan birkaç yıl sonra büyükbabam, kendisini ve oğullarını Moskova’nın kalıtsal soyluları kütüğüne kaydettirdi.[17 - Kalıtsal soyluluk unvanı taşımayan kimse soyluluk kütüğüne kaydedilmezdi. Rus soylular Leh, Litvan, Ukraynalı, Baltık ve Kafkas soylularını birliklerine hevesle kabul ettiler.] O dönemde babam beş yaşındaydı. Bütün hayatı boyunca Moskovalılardan uzak duran büyükbabamın, ailesini Rus soylularının koruması altına almak istemesi tuhaf. Burada, Rus Soylular Birliği’nin aslında taklit ettiği Litvanya Schliahta’sını görmüş olması muhtemeldir.[18 - On sekizinci yüzyılda Ruslar kalıtsal soylularına hâlâ Schliahetstvo diyordu. Bu sözcük artık kullanılmıyor, ayrıca Rus soylularının büyük bir çoğunluğu kalıtsal soyluluk kurumlarının Litvanya kökenli olduğunun farkında değildir.] Nasıl ki kadim ataları, oğullarını birleşik Litvan soylularının sancağı altına yerleştirdiyse, büyükbabam da bir an önce çocuklarını birleşik Rus soylularının korumasına vermişti.
Büyükbabam Moskovalı bir soylu olsa da ahlaki açıdan Litvanyalı bir Schliahtitch olmaya devam etmiştir; gururlu, hırslı, düşüncelerinin büyük bir bölümünde son derece Avrupalıydı. Neredeyse cimrilik seviyesinde tutumlu biriydi, fakat oğullarının eğitimi sözkonusu olduğunda hiçbir masraftan kaçınmadı. İki oğlunu da Suchard’ın Fransız okuluna yerleştirerek işe koyuldu. Bu kurumda Latince öğretilmediğinden büyükbabam Latince derslerini kendisi üstlendi. Eve geldiklerinde oğulları Fransızca derslerini hazırlar, akşam olduğunda ise babalarıyla Latince alıştırmaları yaparlardı. Babalarının huzurunda oturmaya asla cesaret edemiyor, babalarına büyük bir hayranlık ve saygı duyarak fiillerini ayakta çekimliyor, hata yapmamaya çalışıyorlardı. Büyükbabam çok asabiydi, gelgelelim çocukları asla fiziksel şiddet görmemiştir. Bu her şeyden çok daha dikkat çekicidir, zira o dönemin Moskovalı minikleri çok şiddetli bir şekilde dayak yerdi. Tolstoy çocukluk anılarında, on iki yaşındayken nasıl dayak yediğini bize anlatmaktadır. Büyükbabam Mihail’in eğitimle ilgili Avrupai düşüncelere sahip olduğu açıktır. Polonya ve Avusturya’ya olan yakınlıkları sayesinde Litvanya ve Ukrayna, Rusya’ya göre çok daha uygardı. Sonraki yıllarda Dostoyevski çocukluğunu hatırladığında küçük kardeşleri Andrey ve Nikolay’a anne babalarının muhteşem insanlar olduğunu, fikri açıdan çağdaşlarının büyük bir bölümünden çok daha ileride olduklarını söyleyecekti.
Ataları Katolik din adamları tarafından Latinleştirilen birçok Litvanyalı gibi büyükbabamın da Fransızcaya karşı bir sevgisi vardı. Eşiyle Fransızca konuşur, çocuklarını da kendilerini bu dilde ifade etmeye teşvik ederdi. Onu hoşnut edebilmek için babaannem ve kızları kendisinin doğum gününde iyi dileklerini Fransızca yazarlardı. Büyükannem müsveddelerin üzerinde kızlarının hatalarını düzeltir, çocuklar da süslü kâğıtlara bunları kopyalardı. Doğum günü geldiğinde sırayla babalarının yanına gidip renkli kurdelelerle bağlanmış kâğıt rulolarını yüzleri kızararak ona sunarlardı. Büyükbabam ruloları açar, bu yapaylıktan uzak tebrikleri duygulanarak yüksek sesle okur, çocuklarını öperdi. Daha sonraları, oğulları iyi dileklerde bulunmakla yetinmemeye başladılar; babalarını mutlu edebilmek için Fransızca şiirleri güzelce ezberleyip bunları kardeşlerinin huzurunda okudular. Bir keresinde babam, bir aile buluşmasında Henriade’dan bir parça okumuştu.
Dostoyevski babasının Fransızca sevgisini miras almıştı; romanlarında ve gazete yazılarında Fransızca tümcelere sıkça rastlanmaktadır.[19 - Babamın müthiş arkadaşı yazar Strahov, hatıratında kendisinin Dostoyevski’yle ciddi şeyler konuşmak istediğini, onun şakalarını dinlemeyi sevmediğini çünkü kendi kanısına göre Dostoyevski’nin her zaman à la française (Fransız tarzı) bir mizah anlayışına sahip olduğunu söylemektedir. Fransız mizahının özü olan söz ve imge oyunları daha katı muhabbetleri seven yurttaşlarım tarafından pek değer görmemektedir. Strahov, Dostoyevski’nin yalnızca sohbetlerinde değil yazılarında da à la française mizah yaptığını düşünmekteydi. Hiç şüphe yok ki bu, Dostoyevskilerin zihinlerinin kalıtsal olarak Latinleşmesinin sonucuydu. yalnızca kendi akrabalarıyla görüştü. Ne bir çocukluk arkadaşı ne de babasını ziyarete gelecek eski dostları vardı.] Almancayı da çok iyi derecede bilmesine rağmen Alman dilinde Fransızca kadar çok okuma yapmamıştı. O dönemde Almanca, Rusya’da pek revaçta değildi. Yine de babam bu dili unutmadı; Almanca babamın beyin hücrelerinden birinde bozulmadan kalmış olmalı çünkü Prusya sınırını geçer geçmez Almanca konuşmaya başlamış, üstelik annemin dediğine göre akıcı bir şekilde konuşmuş.
Büyük oğulları Suchard’ın okulundaki Fransızca derslerini tamamladıklarında büyükbabam onları Moskova’daki en iyi özel okula; şehrin aydınlarının çocuklarıyla dolu pahalı bir kurum olan Çermak’ın hazırlık okuluna yerleştirdi. Derslerini öğretmenlerinin gözetiminde çalışabilmeleri için büyükbabam onları okula yatılı olarak gönderdi, eve yalnızca pazar günleri ve bayramlarda geldiler. O dönemin Moskovalı soyluları çocuklarını özel okullara göndermeyi tercih ediyorlardı, çünkü kraliyet kurumlarında en ağır fiziksel cezalar uygulanmaktaydı. Çermak’ın okulu ataerkil bir karaktere sahipti, tüm düzenlemeler aile yaşamına göre planlanmıştı. Bay Çermak öğrencileriyle yemek yer, onlara sanki kendi evlatlarıymış gibi kibar davranırdı. Okulunda eğitim vermesi için Moskova’daki en iyi öğretmenleri getirmişti, okulunda yapılan işler ise üst düzeydi.
Büyükbabam Moskovalı ayaktakımının gaddarlığından çok korkuyordu, dolayısıyla çocuklarının sokaklarda yürümesine asla izin vermezdi. Andrey Amcam bir keresinde, “Okula babamızın arabasıyla gönderiliyor, eve de aynı şekilde geliyorduk,” demişti bana. Babam memleketi olan bu şehirle ilgili o kadar az şey biliyordu ki romanlarından herhangi birinde Moskova’yla ilgili tek bir betimleme bile yoktur. Pek çok Leh ve Litvan gibi büyükbabam da Rusları küçümsüyordu, onları barbarlar olarak görerek tepeden bakacak kadar da önyargılıydı. Evinde ağırladığı Moskovalılar eşinin akrabalarından ibaretti. Daha sonra babam da Petersburg’tan Moskova’ya gittiğinde Büyükbabam Rus uygarlığına itimat etmiyor olsa bile bunu çocuklarının önünde söylememeye dikkat ediyordu. Onları Avrupai bir tarzda yetiştirmişti; kalplerindeki vatanseverliği uyandırmaya ve beslemeye çalışmıştı. Bir Yazarın Günlüğü yapıtında Dostoyevski, kendisi bir çocukken babasının akşamları yüksek sesle Karamzin’in Rus tarihinden kesitler okumaktan ve bunları küçük oğullarına açıklamaktan hoşlandığını aktarmaktadır.[20 - Karamzin’in History of Russia (Rusya Tarihi) kitabı, babamın en sevdiği kitaptı. Çocukluğunda bu kitabı tamamen ezberleyene kadar tekrar tekrar okumuş. Bu durum son derece ilgi çekicidir zira Rusya’da yalnızca çocuklar değil yetişkinler dahi ülkelerinin tarihi hakkında çok az şey bilir.] Bazen çocuklarını Kremlin’in tarihi saraylarını ve Moskova’nın katedrallerini gezmeye götürürdü. Bu geziler, oğullarının gözünde neredeyse büyük vatanseverlik törenleri kadar önemliydi.
Büyükbabamın, bahsi geçtiği üzere Moskovalılardan uzak durarak çok tipik bir Litvan özelliği olan tecrite boyun eğmiş olması da muhtemeldir. “Litvanyalılar yalnızlığın cazibesine kapılmışlardır,” diye yazıyor Vidunas, “kendi başlarına yaşamayı severler. Yalnızlık onlar için bir sığınaktır.” Litvanyalıların bu tuhaf çekingenliği muhtemelen topraklarının verdiği bir üründür. Engin düzlüklerin sakinleri olan Ruslar ve Ukraynalılar büyük köyler kurabilmiş, komşu kasabalardaki pazarlara gidebilmiş, diğer köylülerle görüşebilmiş, onlarla ilişkiler kurabilmiş ve böylece sosyal ve konuksever olmuşlardır. Litvanya’nın devasa ormanları ve geniş bataklıkları büyük köylerin ortaya çıkmasını engellemiştir. Sağlam zemine sahip yerlere birkaç ev inşa edilebiliyordu fakat geçit vermez yollar nedeniyle herhangi bir aile, komşu yerleşimlerin sakinlerini ziyaret edemiyordu. Bu şekilde birbirlerinden uzakta yaşayan Litvanyalılar sosyalleşemez olmuşlardı. Yüzyılların büyüttüğü bu mizaç kusurlarını düzeltmek yine yüzyıllar alır, farklı bir ülkede farklı koşullarda yaşamaya başlayanlar için bile bu geçerlidir.[21 - Litvanyalılar ormanlarını asla unutmazlar, nesiller önce terk etmiş olsalar bile onlara tapmaya devam ederler. Bir Yazarın Günlüğü’nde Dostoyevski şöyle der: “Bütün hayatım boyunca mantarlarıyla, meyveleriyle, böcekleri, kuşları ve sincaplarıyla ormanı sevdim; ıslak yapraklarının kokusuyla mest oldum. Şu an bunları yazarken bile huş ağaçlarının kokusunu alabiliyorum.”]
Litvanyalılar genellikle muhteşem birer eş ve baba olurlar. Sadece evlerindeyken mutludurlar; fakat evlerini öyle içtenlikle severler ki bu sebeple eşlerini ve çocuklarını kıskanmaya eğilimli olurlar, onları dış etkilerden muhafaza etmeyi isterler. Büyükbabam, en nihayetinde birer Rus olan ve yurttaşlarıyla birlikte çalışmak zorunda kalan oğullarını Moskova’nın göbeğinde bulunan bir tür yapay Litvanya’ya kapadığında böyle bir eğitimin çocukların yaşamını nasıl güçleştireceğini fark edememişti. Neyse ki büyükbabam en azından ev hapsindeki çocukları için iyi bir arkadaş olmuştu; bayram akşamları bütün aile konuk salonunda toplanır, sırayla yüksek sesle büyük Rus yazarların eserlerini okurdu. Babam, on beş yaşına geldiğinde başyapıtlarımızın çoğunu biliyordu. Çocuklar öğrendikleri şiirleri okumayı alışkanlık haline getirmişti. Kimi zaman erkek çocuklar arasında şiir okuma yarışmaları düzenlenirdi. Babam ve kardeşi Mihail, Rusça şiirleri güzelce ezberler, anne babaları ise hangisinin en iyi okuduğuna karar verirdi. Babaannem çocuklarının okumalarına büyük bir ilgi gösteriyordu. Kendini ailesine adamış, kocasına mutlak surette itaat eden sevimli, nazik bir varlıktı. Hassas biriydi; çok sayıda loğusalık yaşamak onu çok yormuştu.[22 - Büyükbabamların dört oğlu ve dört kızı olmak üzere sekiz çocuğu vardı. Bunlardan biri, Vera Halamın ikiz kardeşi ölü doğmuştu. Babaannem yalnızca çocuklarından birini, geri kalan herkesten daha çok sevdiği en büyük oğlu Mihail’i emzirebilmişti. Diğer çocuklar, Moskova çevresindeki köylü kadınlar arasından seçilen sütanneler tarafından emzirildi.] Bebeğiyle birlikte günlerce yatakta kalması gerekiyor, o zaman da oğullarının, kendisinin en sevdiği şiirleri okumalarını duymaya bayılıyordu. İki büyük oğlu Mihail ve Fyodor ona tapıyordu. Erken yaşta öldüğünde son derece büyük bir kederle yas tuttular, mezar taşının kitabesi için bir şiir yazdılar. Büyükbabam, babaannemin anısına diktiği mermer anıta onun suretini işletti.
Günün modasına uygun olarak büyükbabamın ve eşinin Moskovalı bir sanatçı tarafından yapılmış portreleri vardı. Babaannem 1830 yılının kıyafeti ve başörtüsüyle, genç, güzel ve mutlu biri olarak resmedilmişti. Babası Moskovalı bir Rustu, buna karşın kendisinde Ukraynalı tipi vardı. Annesi muhtemelen Ukraynalıydı.[23 - Ukrayna’da eşine sıkça rastlanan bir ad olan Kotelenitski ailesine mensuptu. Aydınlardan oluşan bir aileydi, babaannemin amcası olan Vasil Kotelenitski Moskova Üniversitesi’nde profesördü. Hiç çocuğu yoktu, büyük yeğenlerine çok düşkündü, sıklıkla babamı ve erkek kardeşlerini Novinskoye’deki evinde uzunca bir süre kalmaya davet ederdi.] Belki de büyükbabamı ilk başta etkileyen ve bu Moskovalı kızla evliliğe götüren şey onun kökeniydi. Büyükbabamın portresi onu altın işlemeli tören elbisesiyle gösteriyordu. O dönemde Rusya’daki her şey askerileştirilmişti. Devlete hizmet eden doktorların sivil kıyafet giymelerine izin verilmiyor, üniforma giymeleri ve kılıç kuşanmaları gerekiyordu. Dostoyevski anılarında babasını bir ordu mensubu olarak görür, bunun en büyük sebebi ise hayata askeri cerrah olarak başlayan babasının bir subayın askeri tavırlarını her zaman muhafaza etmiş olmasıdır. Kendisi Litvan tipinin özelliklerine sahipti, dört oğlu da ona çok benziyordu. Ne var ki babamın gözleri kahverengiydi, hakiki Ukraynalı gözleriydi, ayrıca Rus annesinin nazik gülümsemesine sahipti. Geri kalan erkek kardeşlerinden daha canlı, daha tutkulu ve daha girişkendi. Anne babası ona “delifişek” derdi. Kibirli değildi, genellikle Lehlerin ve Litvanların proletaryaya karşı sergilediği küçümseyici tavra sahip değildi. Yoksulları sever, onların yaşamlarına büyük bir ilgi duyardı. Büyükbabamın özel bahçesi ile hastanenin, nekahet dönemlerindeki hastaların yürüyüşe çıkarıldığı bahçesi arasında bir demir kapı vardı. Küçük Dostoyevskilerin bu kapıya gitmeleri kesinlikle yasaktı, büyükbabamların Moskovalı alt sınıfların tavır ve davranışlarına itimatları yoktu. Tüm çocuklar bu yasağa boyun eğmişti, babasının gazabına meydan okuyarak sessizce kapıya yaklaşıp nekahet dönemindeki köylüler ve küçük esnaflarla muhabbet eden babam hariç. Yazın Darovoye’ye yapılan ziyaretlerde babam, anne babasının serfleriyle[24 - Derebeylik toplum düzeninde toprakla birlikte alınıp satılan köle. (ç.n.)] arkadaş olmuştu. Andrey Amcama göre kardeşi Fyodor’un en büyük zevki tarlada çalışan zavallı köylü kadınlara yardımcı olmaktı.
Büyükbabamlar çok dindardı. Sık sık kiliseye gider, çocuklarını da yanlarına alırlardı. Babam, kilisedeyken işittiği İncil okumalarının üzerinde yarattığı derin etkiyi yapıtlarında anımsamaktadır. Büyükbabamın inancının, Rus aydınlarının mistik, histerik ve ağlamaklı inancıyla pek bir ortak yanı yoktu. Yurttaşlarım yaşamın insanların başına sardığı sonu gelmez dertlerden yakınırlar; Tanrı’yı acımasızlıkla suçlar, ona küfreder, tıpkı aptal çocuklar gibi yumruklarını göklere doğru sallarlar. Büyükbabamın Litvan inancı ise acı çeken ve mücadele eden olgun insanların inancıydı. Cizvitler ve belki de Töton Şövalyeleri, Litvanyalılara Tanrı’ya saygı göstermeyi ve onun iradesine boyun eğmeyi öğretmişlerdi. Din adamlığını, tüm meslekler içindeki en soylu ve en seçkin kariyer olarak gören dindar Ukraynalılardan geliyor olmaları Dostoyevski ailesini Tanrı’yı sevmeye, ona yakınlaşmayı arzu etmeye yöneltmişti. Büyükbabam genç eşini, oğullarını ve kızlarını işte bu ideallerle yetiştirmişti. Çocukluk anılarından biri, babamın zihnini derinden etkilemişti. Bir bahar akşamı, bütün ailenin toplanmış olduğu konuk salonunun kapısı bir anda savrularak açılmış, Darovoye’deki mülkün kâhyası eşikte belirmişti. “Arazimiz yandı,” demişti acıklı bir sesle. Büyükbabamlar ilkin mahvolduklarını düşünmüşlerdi; fakat bundan yakınmak yerine ikonaların önünde diz çöküp onlara verilen bu derdi taşımak için kendilerine güç vermesini dileyerek Tanrı’ya dua etmişlerdi. Ne büyük bir inanç ve tevekkül örneğiydi bu çocuklarına verdikleri; babam fırtınalı ve talihsiz yaşamı boyunca bu sahneyi ne çok anımsamıştır kimbilir!
Delikanlılık
Büyük oğulları Çermak’ın hazırlık okulundaki eğitimlerini tamamladıktan sonra büyükbabam onları Petersburg’a götürdü. Onları doktor yapmaya niyetli değildi; oğullarını o dönem zeki insanlar için muhteşem olanaklar sunan orduya sokmayı istiyordu. Rusya’da her memurun çocukları için devlet okullarında ücretsiz eğitim talep etme hakkı vardı. Büyükbabam işini bilen biri olduğundan görünüşte iki nedenden dolayı Askeri Mühendishane’yi tercih etmişti; buradan mezun olan öğrenci İmparatorluk Muhafızları alayında subay olup muhteşem bir kariyere sahip olabilir ya da inşaat mühendisi olup ciddi bir servet biriktirebilirdi. Çocukları sözkonusu olduğunda büyükbabam Mihail çok hırslıydı, dur durak bilmeden çalışmak zorunda olduklarını onlara her zaman hatırlatırdı. “Siz yoksulsunuz,” derdi. “Size bir servet bırakamam, güvenebileceğiniz tek şey kendi gücünüz, çok çalışmalı, yaptığınız işe dört elle sarılmalı, sözlerinize ve hareketlerinize dikkat etmelisiniz.”
O dönem babam on altı, Mihail Amcam ise on yedi yaşındaydı. Her daim babalarının gözetiminde, yaşama dair hiçbir şey bilmeden, kendileriyle yaşıt arkadaşları olmadan büyütülmüş olduklarından içten ve romantik iki koca çocuktan başka bir şey değildiler. İki kardeş arasında çok büyük bir sevgi vardı. Hayal dünyasında yaşıyor, çok okuyor, edebi görüşlerini birbirleriyle paylaşıyor, ortak idolleri Puşkin’in eserlerine tutkulu bir hayranlık besliyorlardı. Petersburg’a doğru yola çıktıklarında çocukluklarının sona erdiğini, yeni bir dünyaya adım atmakta olduklarını fark etmemişlerdi.[25 - Andrey Amcam hatıratında büyükbabamın, oğullarının yalnız başına dışarı çıkmalarına asla izin vermediğini ve onlara hiç para vermediğini söyler. Onların davranışlarını büyük bir kıskançlıkla izler; en masum flörtleşmeye bile tahammül etmezmiş. Bu genç sofular yazdıkları şiirler haricinde kadınlardan bahsetmeye cesaret dahi edememişlerdi. Genç Rusların aşk maceraları erken yaşta başladığından onların bu iffetli halleri Mühendishane’deki arkadaşları için pek tabii ki büyük bir eğlence kaynağı olmuştu. Dostoyevski, kendi adına, arkadaşlarının kinizminden çok çekmiş olmalı. Karamazov Kardeşler’de babam Alyoşa’nın okul arkadaşlarının müstehcen konuşmalarını işitmemek için kulaklarını kapadığını anlatırken muhtemelen kendi tecrübelerinin bir resmini çizmekteydi.]
Dostoyevski Askeri Mühendishane’de.
Moskova’dan Petersburg’a yapılan ve birkaç gün süren bu yolculuk boyunca[26 - O günlerde demiryolu yoktu. Yolcular genellikle at arabasıyla ya da troykayla seyahat ederdi ki bu şekilde Moskova’dan Petersburg’a gitmek neredeyse bir hafta sürerdi.] genç Dostoyevskiler hayal kurmaya devam etmişlerdi. “Ağabeyim ve ben,” diyor babam, “büyük ve güzel şeyler hayal ediyorduk. Sözcükler kulağımızda muhteşem tınlıyordu. Onları ironi yapmaksızın kullanıyorduk. O günlerde hepsi de eş düzeyde güzel kimbilir kaç sözcük tekrarlayıp durduk. Ne olduğunu bilmediğim bir şeye tutkulu bir inanç duyuyorduk, matematik sınavlarının tüm zorluklarının farkında olmamıza rağmen yalnızca şiirleri ve şairleri düşünebiliyorduk. Ağabeyim şiirler yazıyordu, ben ise Venedik’te geçen aşk hikâyeleri yazıyordum.”
Genç hayalperestleri Petersburg’ta büyük bir talihsizlik bekliyordu. Büyükbabam, çocukları için Mühendishane’de iki kişilik yer elde etmiş olmasına rağmen buraya yalnızca Fyodor’u yerleştirebildi. Mihail başkentte çalışmak için fazla narin bulundu ve yetkililer onu bazı gençlerle birlikte Mühendishane’nin bir tür ek binasının bulunduğu Reval’e gönderdi. Babamın, çok sevdiği kardeşinden ayrılması karşısındaki çaresizliğinin bir eşi daha yoktu. Babası Moskova’ya döndüğünde, hiçbir arkadaşlık ilişkisi olmadan kelimenin tam manasıyla yapayalnız kaldığı için daha çok acı çekti. Yatılı okuyordu, şehirde kimseyi tanımadığı için tüm tatillerini okulda geçirmek zorundaydı.[27 - Büyükbabam, oğlunu Petersburg’taki okula yerleştirdiğinde önemli bir idari görevde bulunan akrabası General Krivopiçin’in nezaketine güvenmişti. Ama Krivopiçin Moskovalı akrabasını sevmiyordu ve babam için hiçbir şey yapmayacaktı. Gelgelelim büyükbabamın vefatının ardından General yükümlülüklerini hatırladı, babamı görmek için Mühendishane’ye giderek onu evinde kalmaya davet etti. O zamana dek on sekizine basmış olan Dostoyevski, kardeşi Mihail’e yazdığı mektuplarda kendilerinden sevgiyle bahsettiği bütün Kripoviçin ailesinin gözdesi haline gelmişti.] Mühendishane, kentin en iyi bölgesinde bulunan Yaz Bahçesi’nin karşısında, Fontanka Nehri’nin kıyısındaki, talihsiz imparatorun katledildiği kadim Paul Sarayı’nda bulunuyordu. Odalar geniş ve aydınlıktı, temiz hava ve güneş ışığıyla doluydu. Kimse çocuklarının kalması için daha iyi bir yer isteyemezdi; büyükbabam bir doktor olduğundan geniş alanın ve ışığın gençlerin beden eğitimlerinde önemli bir rol oynadığının farkındaydı. Ne var ki babam Mühendisler Kalesi’nde mutlu değildi.[28 - Mühendishane, Petersburg’ta bu isimle biliniyordu. Paul Sarayı aslında kadim bir kaleye benziyordu.] Diğer öğrencilerle paylaştığı ortak yaşamı sevmiyordu, çalışmak zorunda olduğu matematik bilimleri şair ruhuna itici geliyordu. Babasının isteklerine bağlı kalarak görevini itinayla yerine getiriyordu fakat bunu kalben yapmıyordu. Boş vakitlerini pencere boşluğunda oturup akan nehri izleyerek, gemilerin ahşap gövdelerine hayranlık duyarak, hayal kurarak ve okuyarak geçiriyordu. Babasının evinden pek ender çıkmıştı, Litvan asosyalliği onu ele geçirdiğinde yalnızlığın cazibesine kapıldığını hissetti. Yeni arkadaşları ilgisini çekmiyordu. Bunların çoğu, çeşitli taşra kasabalarındaki garnizonlara komuta eden albayların[29 - Büyükbabamın Moskova’daki konumu bir albayınkine denkti.] ve generallerin çocuklarıydı.
Bu dönemde taşrada okuryazar pek yoktu, düşünen insanların sayısı ise çok daha azdı. Buralarda ciddi kitaplar bulmak zordu, buna karşın iyi bir markanın güzel bir şişe şampanyası dikkate alınırdı. İnsanlar çok içer, çok yüksek bahislerden kumar oynar, flört eder ve her şeyden önemlisi tutkuyla dans ederdi. Anne babalar çocuklarına pek az dikkat eder, onları uşakların bakımına bırakırlardı. Babamın yeni arkadaşları neşe dolu, gülmeyi, koşmayı ve oynamayı seven genç hayvanlara benziyordu. Moskovalı okul arkadaşları, babamın ciddi havası ve okuma tutkusuyla dalga geçiyorlardı. Dostoyevski ise cahillikleri nedeniyle onlardan nefret ediyordu, ona sanki bu insanlar başka dünyaya aitmiş gibi geliyordu. Bu şaşırtıcı değildi. Babam Rus yurttaşlarından birkaç yüzyıl ilerideydi. “Düşünme tarzları, oyunları, konuşmaları ve uğraşlarındaki aptallık karşısında şaşkına dönmüştüm,” diye yazacaktı sonraları. “Başarıdan başka hiçbir şeye saygıları yoktu. Erdemli, fakat küçük düşürülmüş ve zulüm görmüş ne varsa onların acımasız alaycılıklarını ortaya çıkarıyordu. On altı yaşındayken ufak tefek güzel kazanç getiren işlerden konuşuyorlardı. İşledikleri günahlar canavarlıklarıyla yarışırdı.” Dostoyevski okul arkadaşlarını gözlemlerken babasının Ruslara karşı duyduğu Litvanya kökenli küçümsemenin, uygar bir bireyin vahşi ve cahil kimselere karşı duyduğu iğrenme hissinin, kalbinde uyandığını hissediyordu.[30 - Arkadaşlarını hor görmesine rağmen onlarla ilişkisini asla kesmedi. Mühendishane’nin eski öğrencileri onun, okula geldiklerinde yeni öğrencileri korumaya her zaman hazır olduğunu, onları büyük çocukların tiranlığına karşı savunduğunu ve derslerinde yardımcı olduğunu hatırlarlar. Sözkonusu dönemde sınıfların belletmenliğini üstlenen genç bir subay olan General Saveliyev hatıralarında okul yönetiminin Dostoyevski’nin güçlü bir karaktere, derin bir haysiyet anlayışına sahip yüksek kültürlü bir genç olduğunu düşündüklerini belirtmektedir. Üstlerinin emirlerine gönülden uyar, fakat kendisinden büyük arkadaşlarının buyruklarına boyun eğmeyi reddeder ve onların gösterilerinden uzak dururdu. Bu oldukça karakteristik bir özellikti, zira Rus okullarında çocuklar genellikle büyüklerine, öğretmenlerinden daha çok saygı gösterirlerdi.]
Tüm bunlara rağmen babam sonunda bir arkadaş bulabilmişti. Bu kişi tıpkı kendisi gibi yarı Rus olan genç Grigoroviç’ti, anneannesi Fransızdı. Torununun eğitimine büyük bir dikkat göstermiş, onun çok bilgili bir genç adam olmasını sağlamıştı. Fransızların geneli gibi neşeli ve sosyal olan Grigoroviç arkadaşlarıyla oyun oynamaya her zaman hazırdı, fakat o babamla vakit geçirmeyi tercih ediyordu. Onları birbirine bağlayan bir şey vardı; her ikisi de gizlice yazıyor, roman yazarı olmayı arzuluyorlardı.[31 - Babamın bu dönemde başka bir arkadaşı daha olmuştu, Çermak’ın okulundan eski arkadaşı genç Şitlovski. Bilmediğim bir nedenden dolayı Şitlovski çok seyahat eder, bazen Reval’e bazen de Petersburg’a giderdi. Genç Dostoyevski’ye gönderilen şeylerin taşıyıcısı görevi görürdü. Şitlovski bir şair, idealist ve bir mistikti. Babam üzerinde büyük bir etkisi olmuştu. Muhtemelen Litvanya kökenliydi.]
Babamın genç Grigoroviç’le olan arkadaşlığı ona kardeşi Mihail’i unutturmamıştı. Sürekli yazışıyorlardı; bu mektuplardan bazıları yayımlanmıştır. Bu mektuplarda Racine’den, Corneille’den, Schiller ve Balzac’tan konuşuyorlar, birbirlerine ilginç kitaplar öneriyorlar, edebi izlenimlerini paylaşıyorlardı. Amcam Reval’de geçirdiği sürede Alman dilini derinlemesine çalışma şansı bulmuştu. Sonraları Goethe ve Schiller’in bazı yapıtlarını çevirdi, çevirileri Rus kamuoyunun büyük takdirini topladı.
Genç Dostoyevski’nin babasına gönderdiği mektuplar da yayımlanmıştır. Bu mektuplar saygı doluydu, fakat genellikle para talebinden başka bir şey içermiyordu. Büyükbabam çocukları tarafından sevilmiyordu. Çok sayıda iyi özelliği bulunan bu Litvanyalının büyük bir kusuru bulunuyordu: Çok içiyor, sarhoşken şiddet dolu ve kuruntulu biri oluyordu. Eşi, kendisi ile çocukların arasına girip müdahale etmek için orada bulunuyorken her şey yolundaydı, büyükbabamın üzerinde ciddi bir etkisi vardı, çok içmesinin önüne geçiyordu. Kadının ölümünün ardından büyükbabam zaafına yenik düştü, çalışamaz hale gelip görevinden istifa etti. Küçük oğulları Andrey ve Nikolay’ı Çermak’ın okuluna yerleştirdikten, en büyük kızı Barbara’yı Moskova’nın yerlilerinden biriyle evlendirdikten sonra emekli olup Darovoye’ye çekilerek kendini tarıma adadı. İki küçük kızını da yanına aldı. Vera ve Alexandra’nın, kendisiyle birlikte korkunç bir yaşam sürmelerine yol açtı. O dönem kız çocuklarının ebeveyn gözetiminde yetiştirilmesi olağandı. Onlara verilen eğitim çok kapsamlı değildi: Fransızca, Almanca, biraz piyano ve dans, dikiş nakış. Yalnızca yoksulların kızları çalışırdı. Soylu ailelerin kızları evlenmeye mahkûmdu, bekâretleri dikkatle korunurdu. Büyükbabam güzel kızlarının tek başlarına dışarı çıkmalarına asla izin vermemiş, taşradaki komşularını ziyaret etmeye gittikleri ender zamanlarda onlara bizzat eşlik etmişti. Babalarının bu kıskanç teyakkuz hali halalarımın narinliğine halel getirdi. Daha sonraları babalarının, gizli âşıklarını yataklarının altında saklamadıklarından emin olmak için geceleri yatak odalarına nasıl girdiğini de korkuyla anımsayacaklardı. O zamanlar halalarım saf ve masum çocuklardı.
Büyükbabamın içki alışkanlığı kendini gitgide daha çok gösterdikçe tamahkârlığı da artıyordu. Oğullarına o kadar az para gönderiyordu ki neredeyse her şeye muhtaç kalmışlardı. Babam genellikle sağanak yağış altında gerçekleştirilen idmanlardan döndüğünde bir fincan çayın tadını çıkaramıyor, botlarını değiştiremiyordu; hepsinden kötüsü, stajyer mühendislere hizmet eden emir erlerine verecek paradan yoksundu. Dostoyevski, babasının rezilliğinin kendisini mahkûm ettiği yoksulluğa ve aşağılanmaya isyan etti; bu rezilliğin özrü yoktu, zira büyükbabam toprak sahibiydi ve kızlarının çeyizi için ayırdığı parası vardı. Babam, kendisi için büyükbabamın parlak ve seçkin bir okul tercih etmiş olması sebebiyle ona arkadaşlarıyla aynı düzeyde yaşamasına yetecek parayı da vermesi gerektiğini düşünüyordu.
Baba ile oğulları arasındaki bu sürtüşme çok uzun sürmedi. Büyükbabam serflerine karşı her zaman çok zalim davranmıştı. Sarhoşluğu onu öyle vahşileştirmişti ki sonunda onu öldürdüler. Bir yaz günü diğer arazisini, Çermaşnaya’yı ziyaret etmek üzere evden ayrıldı ve bir daha geri dönmedi. Biraz vakit geçtikten sonra iki arazinin ortasında, arabasındaki yastıklarla boğulmuş olarak bulundu. Arabacı atlarla birlikte kayıptı, köy sakinlerinden bazıları da eş zamanlı olarak ortadan kaybolmuştu. Mahkemece sorgulandıklarında büyükbabamın diğer serfleri bunun bir intikam cinayeti olduğunu kabul ettiler.
Bu korkunç ölüm gerçekleştiğinde babam evde değildi. Artık Darovoye’ye gitmiyordu, çünkü yazın Mühendishane öğrencilerinin Petersburg civarında manevra yaptırmaları gerekiyordu. Darovoye’nin, çocukken çok sevdiği köylüleri tarafından işlenen bu cinayet onun gençlik imgeleminde büyük bir etki yarattı.[32 - Aile içinde anlatıldığına göre Dostoyevski ilk sara nöbetini babasının öldüğünü duyduğunda geçirmiş. Nasıl bir ruh halinde olduğunu ancak tahmin edebiliriz, zira ağabeyi Mihail’le aralarında gerçekleşen ve yaşamının bu bölümüne ışık tutabilecek tüm yazışmalar yok edildi. Sonrasında ise kardeşler mektuplarında babalarından hiç söz etmediler, muhtemelen bu konu her ikisi için de fazlasıyla acı vericiydi. Babasının katledilmesinden önceki son mektupta yer alan bazı cümlelerden Dostoyevski’nin, babasının taşradaki hayatıyla ilgili çeşitli olaylardan haberdar olduğu sonucuna ulaşabiliriz. “Zavallı babam!” diye yazmış ağabeyi Mihail’e, “Ne olağanüstü bir karakter. Ah! Ne talihsizlikler geldi başına! Onu teselli edemiyor olmam ne yazık! Ama biliyor musun, babamızın herhangi bir yaşam felsefesi yok. Elli beş yıldır yaşıyor ve insanlara ilişkin görüşleri hâlâ otuz yaşındayken sahip olduklarıyla aynı.” Her zaman olduğu gibi Dostoyevski’nin öngörüsü, babasının talihsizliklerinin başat nedenini tahmin etmesini sağlamıştı. Büyükbabam bütün hayatını bir Litvan olarak sürdürdü, Rusların karakterini anlama zahmetine girmedi. Cehaletinin bedelini ağır şekilde ödedi.] Bütün yaşamı boyunca bunun hakkında düşündü, bu korkunç sonun nedenleri üzerine derinlemesine kafa yordu. Büyükbabamın bütün ailesinin, onun ölümünü bir utanç kaynağı olarak görmeleri, bu olaydan hiç bahsetmemeleri ve Dostoyevski’nin yaşamını detaylıca bilen yazar arkadaşlarının, babama ilişkin hatıralarında bu konuyla ilgili konuşmalarını engellemeleri son derece ilginçtir. Amca ve halalarımın kölelikle ilgili olarak o dönemin Ruslarından daha Avrupai düşüncelere sahip oldukları açıktır. Köylüler tarafından işlenen intikam cinayetlerine o sıralar çok rastlanıyordu fakat kimse bundan hicap duymuyordu. Kurbanlara acınıyor, katiller dehşetle kınanıyordu. Rusların, efendilerin serflerine köpek gibi davranabileceğine ve serflerin de buna karşı çıkma haklarının olmadığına ilişkin saf düşünceleri vardı. Büyükbabamın Litvan ailesi ise meseleye çok farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyordu.
Dostoyevski’nin yaşlı Karamazov tipini yaratırken aklında babasının bulunduğunu düşünmüşümdür her zaman. Bu karakterin, büyükbabamın kopyası olmadığı açıktır. Fyodor Karamazov bir soytarıdır, büyükbabam ise her zaman onurlu biriydi. Karamazov çapkın bir adamdır, Mihail Dostoyevski ise eşini seviyordu, ona sadıktı. Yaşlı Karamazov oğullarını bir kenara bıraktı ve onlarla ilgilenmedi, büyükbabam ise çocuklarına titiz bir eğitim verdi. Ancak bazı özellikler her ikisinde de ortaktır. Dostoyevski, Fyodor Karamazov tipini yaratırken belki de babasının, oğullarının çok fazla ıstırap duymalarına ve uğradıkları haksızlık dolayısıyla öfkelenmelerine yol açan tamahkârlığını, sarhoşluğunu ve bunun çocuklarında yarattığı fiziksel tiksinmeyi anımsamıştır. Alyoşa Karamazov’un bu tiksinmeyi paylaşmadığını fakat sefil babasına acıdığını söylediğinde Dostoyevski muhtemelen genç kalbinde hissettiği o tiksinti anlarını takip eden acıma hissini hatırlamaktadır. Babasının en nihayetinde hastalıklı ve mutsuz bir varlık olduğunu sezmiş olmalı. Büyükbabam ile yaşlı Karamazov arasındaki benzerliğin bütünüyle benim varsayımım olduğunun anlaşılması gerek, zira bu konuyla ilgili belgeye dayalı hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Yine de yaşlı Karamazov’un ölmeden önce oğlunu gönderdiği köye Çermaşnaya[33 - Yukarıda da gördüğümüz üzere burası büyükbabamın öldürüldüğü, Çermaşnaya’da yer alan arazisine giden güzergâhta yer alıyordu.] adını vermiş olması bir tesadüften ibaret olmayabilir. Böyle düşünmeye eğilimliyim zira aile içinde babamın aslında Ivan Karamazov’da kendini resmettiği söylenir. Böylece kendini yirmi yaşındayken hayal etmişti. Ivan’ın dini inançlarını, şiirini, Büyük Engizisyon’u ve Katolik Kilisesi’ne olan büyük ilgisini yakalamak oldukça ilgi çekicidir. Dostoyevski ile atalarının Katolikliği arasında yalnızca üç ya da dört yüz yıllık bir sürenin bulunduğu unutulmamalıdır. Katolik inancını ruhunda hâlâ yaşıyor olmalıydı. Dostoyevski’nin kendi ismi Fyodor’u yaşlı Karamazov’a vermesi ve Smerdyakov’un ağzından Ivan’a şunları söylemesi çok daha ilgi çekicidir: “Tüm oğulları arasında babana en çok benzeyen sensin.” Babasının kanlı hayaletinin, yaşamı boyunca Dostoyevski’ye musallat olmuş olması ve babasının günahlarını miras almış olabileceğinden korkarak eylemlerini titizlikle incelemiş olması muhtemeldir. Oysa gerçekler böyle olmaktan çok uzaktı, Dostoyevski’nin karakteri tamamen farklıydı. Şaraptan hoşlanmıyordu, tıpkı sinirli yapıdaki insanlar gibi şarap da midesini bulandırıyordu. Çevresindeki herkese karşı kibar ve sevgili doluydu, kuşku uyandıran biri olmak şöyle dursun gayet sade ve güven veren biriydi. Dostoyevski, para tutmayı bilmemesi nedeniyle sıklıkla kınanmıştır. Ondan para isteyenleri asla geri çeviremez, sahip olduğu her şeyi başkalarına verirdi. Bunu yalnızca hayır için değil aynı zamanda babası gibi tamahkâr biri olmaktan korktuğu için yaptığına şüphe yok. Böyle olmaktan daha çok korkuyordu çünkü bu kötülüğün, kardeşi Barbara’da yeniden kendini gösterdiğini ve yavaş yavaş gerçek bir deliliğe dönüştüğünü görmüştü. Hiç şüphesiz ki Dostoyevski tamahkârlığın, bu ahlaki illetin ailesinde kalıtsal olduğunu ve eğer dikkatli olmazlarsa her birinin bu illetin saldırısına uğrayabileceğini kendine itiraf etmişti.
Büyükbabamın alkolikliği neredeyse tüm çocuklarının yaşamlarını mahvetti. En büyük oğlu Mihail ile en küçük oğlu Nikolay bu hastalığı miras almışlardı. Mihail Amcam, sarhoş olmasına rağmen en azından çalışabiliyordu, ne var ki talihsiz Nikolay, parlak bir eğitim hayatının ardından hiç ama hiçbir şey yapamayarak bütün yaşamı boyunca ailesine yük olmaya devam etti. Babamın kendisine çok fazla ıstırap veren epilepsisi de muhtemelen aynı nedenden kaynaklanıyordu. Ancak ailenin en sefil üyesi kesinlikle halam Barbara’ydı. Kendisine Moskova’da hatırı sayılır miktarda gayrimenkul bırakan hali vakti yerinde biriyle evlenmişti. Evler iyi gelir getiriyordu; halamın çocukları hayatlarını rahatça kurmuşlardı, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmiyorlardı. Bu sayede ilerleyen yaşında rahatını sağlamak için gerekli olan her şeye sahip olmuştu, ancak talihsiz kadın cimriliğinin ve hastalık derecesindeki tamahkârlığının kurbanı oldu. Para çantasını bir tür yeisle açardı, en ufak harcamalar bile onun için bir işkenceydi. En sonunda maaşlarını ödemekten kaçınmak için tüm hizmetkârlarını kovdu. Odalarında ateş yanmıyordu, bütün kışı bir pelerine sarınmış halde geçirirdi. Yemek yapmıyordu, haftada iki defa dışarı çıkıyor, biraz ekmek ve süt alıyordu. Yaşadığı çevrede onun bu akıl almaz tamahkârlığı hakkında büyük dedikodular dönüyordu. Muhtemelen çok parası olduğu ve bu nedenle tüm varyemezler gibi parasını evinde sakladığı konuşuluyordu. Bu dedikodu, halamın kiracılarına hamallık yapan genç bir köylünün aklına yatmıştı. Mahallede sinsice dolanmakta olan bir serseriyle anlaşarak bir gece zavallı deli kadının evine girip onu öldürdüler. Bu cinayet babamın ölümünden çok sonra işlendi.
Büyükbabamın alkolikliğinin kalıtsal olması gerektiği sonucunu çıkarıyorum, zira kendisinin münferit sarhoşluğu ailemizde böyle bir felakete yol açamazdı. Bu rahatsızlık Mihail Amcamın ailesinde de kendini göstermeye devam etti, ikinci ve üçüncü nesiller de bu illetin kurbanı oldular. Barbara Halamın oğlu öyle aptaldı ki budalalığı neredeyse zekâ geriliği düzeyindeydi. Andrey Amca’mın genç ve parlak bir dâhi olan oğlu tüm vücuduna yayılan felç yüzünden hayatını kaybetti. Bütün Dostoyevski ailesi nevrasteni[34 - Baş ağrıları, sindirim güçlükleri vb. fiziksel rahatsızlıklar ve ruhsal görevlerde gevşeme ve bitkinlik biçiminde görülen, sinirsel güçlerin zayıflamasından doğan nevroz, sinir argınlığı. (ç.n.)] hastasıydı.
İlk Adımlar
Dostoyevski, Mühendisler Kalesi’ndeki çalışmalarını tamamladıktan sonra Askeri Mühendislik Daire Başkanlığı’na atandı. Bu pozisyonda uzun süre kalmadı, çok geçmeden istifa etti. Artık kendisini devlete hizmet etmeye zorlayacak babası yoktu, askerlikten tat almıyor, roman yazarı olmayı ise her zamankinden daha çok istiyordu. Genç Grigoroviç de onu örnek aldı. Birlikte yaşamaya karar verdiler, bekâr evine çıkıp kendilerine bir uşak tuttular. Grigoroviç taşrada yaşayan annesinden para alıyordu. Babam ise Moskova’daki velisinden harçlık alıyordu ki kendisi mütevazı bir yaşam sürmeye yetecek kadar para gönderiyordu. Ne yazık ki babam ekonomiyle ilgili her zaman uçuk kaçık düşüncelere sahipti. Bütün yaşamı boyunca bir sonraki gün nasıl yaşayacağını kendine sormadan cebindeki parayı harcayan bir Litvan Schliahtitch oldu. Yaşlandıkça da akıllanmadı. Yaşamının sonlarına doğru kendisiyle birlikte yaptığımız bir yolculuğu hatırlıyorum, yazı Jean Amcamla birlikte geçirmek için Ukrayna’ya gidiyorduk. Yol üstünde birkaç günlüğüne Moskova’da kalmamız gerekiyordu, Dostoyevski, annemi çok gücendiren bir şey yaparak kentte yer alan en iyi otelde konaklamakta ısrar edip birinci katta yer alan süitlerden birini tutmuştu; oysa Petersburg’ta oldukça mütevazı bir evimiz vardı. Annem kendisine boş yere karşı çıkmıştı, kocasının müsrifliğine çare olmayı asla başaramadı. Aile ziyafetlerimizden biri için akrabalarımız akşam yemeğine geleceklerinde, babam gidip Rusların akşam yemeğinde çok önemli bir yere sahip olan, meyve ve tatlıdan oluşan ordövr almayı teklif eder-di. Annem buna rıza gösterecek kadar basiretsiz olursa Dostoyevski kentteki en iyi dükkânlara gidip orada bulduğu tüm iyi şeyleri alırdı. Dimitri Karamazov’un Mokroye’ye doğru yola çıkmadan önce Plotnikov’un dükkânından erzak aldığını ne zaman okusam gülümserim. Staraya Russa’da, bazen babamla gittiğimiz dükkânda olduğumu, eksiklerini giderirken takındığı o kendine özgü tavırlarını hevesli bir çocuk gibi ilgiyle izlediğimi gözümde canlandırırım. Buraya annemle gittiğimizde kadıncağız dükkândan elinde mütevazı bir paketle çıkardı. Babama eşlik ettiğimde ise dükkândan elimiz boş çıkardık, fakat birkaç küçük çocuk önümüzde ya da arkamızda bizimle birlikte evimize doğru yürür, iyi bir bahşiş alacaklarını umarak büyük sepetleri neşeyle taşırdı. Babam gerçek bir Schliahtitch gibi zengin ya da yoksul olup olmadığını asla sorgulamadı. Eskiden Polonya ve Litvanya’nın yerlisi soylular evde açlık çeker, halka açık toplantılara ise yaldızlı arabalarla, muhteşem kadife ceketlerle, paltolarla giderdi. Borçlardan belleri bükülmüş vaziyette yaşar, aldıklarının ancak onda birini geri öder, finansal durumları hakkında düşünmez, kendilerini eğlendirir, güler ve dans ederlerdi. Bu ırksal kusurların ortadan kaldırılması yıllar alacak, Dostoyevski soyundan gelenlerin birçoğu atalarının çılgın müsrifliğinden mustarip olmaya devam edecek. Ancak babamla Litvanya Schliahtitchi’si arasında önemli bir fark vardı. Onlar yalnızca mutlu yaşamayı umursuyor, başka şeylere önem vermiyordu. Babam ise karşılaştığı tüm fakirlere sadaka verirdi, bedbahtlıklarından bahsederek kendilerine yardım etmesi için ona gidenlere para vermekten asla geri duramazdı. En ufak hizmetleri karşılığında uşaklara verdiği bahşişler olağanüstüydü ve bu durum zavallı annemi çileden çıkarıyordu.
Babamın bu şekilde yaşayarak Moskova’daki velisinin gönderebileceğinden çok daha fazlasını harcadığı açıktır. Borca girmiş, alacaklılarının usandırıcı ısrarlarından kurtulma isteğiyle velisine sahip olduğu mirası görece az miktarda nakit para karşılığında takas etmeyi teklif etmişti. Gazetelerle ya da yayımcılarıyla ilgili hiçbir şey bilmediğinden tüm masumlu-ğuyla kalemi sayesinde geçimini sağlamayı umuyordu. Velisi pazarlığa oturmayı kabul etmişti, aslında bundan memnuniyet duymaması gerekirdi. Halalarım, ağabeyleri Fyodor’un ticaretten anlamadığını, ona en dezavantajlı şartların bile kabul ettirilebileceğini düşünüyordu. Bu süreci daha sonra, Dostoyevski ailesi birkaç arazi daha miras aldığında tekrarlamaya çalıştılar; babamın kız kardeşleriyle girmek zorunda kaldığı bu mücadele yaşamının son demlerini kararttı. Bu meselelerden kitabımın son bölümünde bütünüyle bahsedeceğim.
Borçlarını kapatan Dostoyevski çok geçmeden geriye kalan parayı da harcadı. Çeviriler[35 - Eugenie Grandet’nin muhteşem çevirisini bu dönemde gerçekleştirmişti.] yapmaya çalıştı ama pek tabii ki bunun getirisi pek az oldu. Bu noktada Kumanin Teyzesi yardımına koşarak ona bir ödenek sağladı. Kumanin, Dostoyevski’nin annesinin zengin bir adamla evlenen kız kardeşiydi, etrafı kendini işlerine adamış bir hizmetkâr ordusuyla çevirili bir hâlde Moskova’da iyi bir evde yaşıyor, birkaç hanım arkadaşı tarafından refakat edilip eğlendiriliyor, karşısında titreyen bu zavallı kadınların zengin despotluğundan doğan kaprislerine kaynaklık ediyordu. Yeğenlerini her daim korurdu, özellikle de her daim favorisi olan babama karşı nazik davranırdı. Bütün ailede babamın yeteneklerinin kıymetini bilen tek kişiydi ve her zaman yardımına koşmaya hazırdı. Diğer genç yeğenleri gibi Dostoyevski de onunla biraz dalga geçse bile yaşlı teyzesi Kumanin’i çok severdi. Kumarbaz’da Almanya’ya gelen, rulet oynayıp servetinin yarısını kaybettikten sonra tıpkı geldiği gibi aniden Moskova’ya geri dönen Moskovalı yaşlı büyükannenin şahsında teyzesini resmetmiştir. Ruletin Almanya’da popüler olduğu zamanlarda büyük teyzem seyahat etmek için fazlasıyla yaşlıydı. Gerçi Moskova’da iskambil oynayıp büyük paralar kaybetmiş olabilir. Dostoyevski, teyzesini Almanya’ya gelip yanında rulet oynarken resmederek belki de kumara olan tutkusunun nereden geldiğini göstermek istiyordu.
Bununla birlikte çok para harcadığı için babamın müsrif bir hayat yaşadığı sanılmasın. Dostoyevski’nin gençliği çalışmak ve üretmekle geçmişti. Dışarı pek nadiren çıkardı, gün boyunca yazı masasında oturur, kahramanlarıyla konuşur, güler, ağlar ve onlarla birlikte acı çekerdi. Ondan daha pratik biri olan Grigoroviç bir yandan yazarken bir yandan da gelecekteki kariyerine yardımı dokunabilecek ilişkiler kurmaya çalışıyordu, kendini edebiyat çevresine tanıtmış ardından Dostoyevski’yi de bu çevreyle tanıştırmıştı. Grigoroviç yakışıklı, şen ve zarif biriydi; kadınlarla sevişir, her birini büyülerdi. Babam ise tuhaf, utangaç, sessiz, görece çirkin biriydi, az konuşur çok dinlerdi. İki arkadaş, müdavimi oldukları konuk salonlarında kendisi de roman yazarlığı kariyerine Petersburg’ta başlayan genç Turgenyev’le tanışmışlardı. Babam ona büyük bir hayranlık duyuyordu. Masum bir dille, “Turgenyev’e âşığım,” diye yazmıştı askeri eğitimini tamamlayıp Reval’de subay olarak görev yapmakta olan ağabeyi Mihail’e. “Çok yakışıklı, çok ince, çok zarif biri!” Turgenyev, babamın sunduğu saygıları sanki lütufta bulunuyormuş edasıyla kabul etmişti. Babamı önemsiz biri olarak görüyordu.
Grigoroviç, bir edebiyat dergisi çıkarmayı planlayan şair Nekrasov’la tanışmayı başarmıştı. Grigoroviç bu dergiyle o veya bu şekilde bağlantıda olmaya hevesliydi. İlk çalışmaları henüz tamamlanmış değildi -cemiyet hayatını biraz fazla seviyordu- fakat babamın halihazırda bir roman yazmış olduğunu ve pek başarılı olmadığından endişe duyarak bunu durmadan düzelttiğini biliyordu. Grigoroviç, kitabın taslağını kendisine teslim etmesi konusunda Dostoyevski’yi ikna ederek romanı Nekrasov’a götürdü. Nekrasov, Grigoroviç’e arkadaşının çalışmasından haberdar olup olmadığını sordu ve kendisinin romanı okumak için henüz vakit bulamadığı yanıtını aldı; romanın herhangi bir değere sahip olup olmadığını görebilmek için iki ya da üç bölümün üzerinden birlikte geçmeyi teklif etti. Babamın ilk romanının tamamını bir oturuşta bitirdiler.[36 - Bu kitabın adı İnsancıklar’dı. Bu romanı yazmaya koyulmadan önce babam bir trajediye, daha sonra Boris Godunov adlı bir drama yazmak için bir kenara bırakacağı Mary Stuart’a başlamıştı. Bahsi geçen konu seçimleri çok önemlidir. Muhtemelen ilk gençliğinde baba tarafından atalarının Norman kanı ile Moskovalı atalarının Moğol kanı Dostoyevski’nin kalbinde birbiriyle savaşıyordu. Fakat en güçlüsü Slav mizacıydı, Norman ve Moğol atacılığına baskın gelmişti. Dostoyevski, Mary Stuart ve Boris Godunov’u terk edip bize Slavlara özgü büyüleyici acıma duygusuyla dolu İnsancıklar’ı verdi.] Kitabı bitirdiklerinde, günün ilk ışıkları pencereden içeri süzülüyordu. Nekrasov hayretler içinde kalmıştı. “Haydi gidip Dostoyevski’yi görelim,” teklifinde bulundu, “Çalışmasıyla ilgili neler düşündüğümü söylemek istiyorum.” Grigoroviç, “Ama şu anda uyuyordur, henüz sabah olmadı,” diyerek kendisini reddetti. “Ne önemi var? Uykudan çok daha önemli bir şey bu!” Hayranlıkla dolan Nekrasov, babamı sabahın beşinde yatağından kaldırıp kendisinin olağanüstü bir yeteneğe sahip olduğunu söylemek için yola koyuldu, Grigoroviç de peşinden geliyordu.
Daha sonra kitabın taslağı ünlü eleştirmen Belinski’ye gönderildi, kendisi taslağı okuduktan sonra genç yazarı görmek istedi. Dostoyevski, Belinski’nin huzuruna heyecandan titreyerek çıktı. Belinski ise onu ciddi bir ifadeyle karşıladı. “Genç adam,” dedi, “Sen ne yazdığını biliyor musun? Hayır, bilmiyorsun. Bunu henüz anlayamazsın.”
Nekrasov İnsancıklar’ı dergisinde yayımladı, roman büyük başarıya ulaştı. Babam bir gün içinde üne kavuşmuştu. Herkes onu tanımak istiyordu. Her yerde insanlar, “Kim bu Dostoyevski?” diye sorar olmuştu. Babam daha yeni yeni edebiyat çevresinin müdavimi olmaya başlamıştı, kimse özel olarak onu fark etmemişti. Çekingen Litvan her zaman ya bir köşeye ya da bir pencere boşluğuna çekilir veya bir perdenin ardına gizlenirdi. Fakat artık saklanmasına izin verilmiyordu. Etrafı sarılıyor ve iltifatlar ediliyordu; konuşmaya teşvik ediliyor, insanlar onu büyüleyici buluyordu. Petersburg’ta roman yazarı olmayı arzu edenlerin ya da edebiyata ilgi duyanların ağırlandığı edebi toplantıların yapıldığı salonlara ek olarak yalnızca ünlü yazarların, ressamların ve müzisyenlerin kabul edildiği daha ilgi çekici başka salonlar da vardı. Seçkin şair Prens Odoyevski’nin, on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki Rus yaşamının içe işleyen betimlemelerini bizlere sunan zevk sahibi roman yazarı Kont Sollohub ve onun kayınbiraderinin salonları da işte bu türden salonlardı. Kont Viyellegorski, Ruslaşmış bir Lehti. Tüm bu beyefendiler bir an önce Dostoyevski’yle tanışmak istiyordu, onu evlerine davet edip içtenlikle ağırladılar. Babam en çok Viyellegorski’yle birlikteyken keyif alıyordu, burada müzik harikaydı. Dostoyevski müziğe bayılırdı. Bununla birlikte kendisinin müzik kulağına sahip olduğunu düşünmüyorum, zira yeni bestelere şüpheyle yaklaşıyor, halihazırda bildiği parçaları dinlemeyi tercih ediyordu. Bu parçaları ne kadar çok dinlerse o kadar tat alıyordu.
Kont Viyellegorski tutkulu bir müzik aşığıydı; müzisyenlere kol kanat geriyordu, başkentin kuytu köşelerinde müzisyen avına çıkmayı alışkanlık haline getirmişti. Tuhaf tipli, biraz yoksul, sarhoş, muhteris, düşkün bir kemancının, bir tavan arasında Kont Viyellegorski tarafından bulunup kendisinin resepsiyonlarında çalmaya teşvik edilmiş olması babamın hayal gücünü tetiklemişti; zira kendisinin Netoçka Nezvanova romanının geçtiği yer Kont Viyellegorski’nin evidir. Bu romanda Dostoyevski, gençliğinden kaynaklanan deneyimsizliğiyle bunu okurlarına yeterince açıklayamamış olsa da kadın psikolojisine ilişkin gerçek bir başyapıt ortaya koymuştur. Kontes Viyellegorski’nin Prenses Biron olarak doğduğu söylenir. Kurlandiya’nın yerlilerinden olan Prenses Biron her zaman Avrupa aristokrasisinden ziyade hanedana mensup olduğunu iddia etmekteydi. Eğer Netoçka Nezvanova’yı dikkatle okursak çok geçmeden, zavallı bir yetim kıza yuvasını açan Prens S.’nin iyi eğitim almış, iyi çevresi olan bir adamken karısının bir hayli kibirli ve evine bir saray havası veren biri olduğunu fark ederiz. Çevresindekiler kendisinden sanki bir hanedan mensubuymuş gibi bahsederler. “Ekselansları,” diye hitap edilen şımarık ve kaprisli kızı Katya, hizmetindekilere bir an dehşet saçarken bir an onları gözdeleri yapar. Netoçka’ya duyduğu sevgi bir anda tutkulu hatta biraz erotik bir hal alır. Rus eleştirmenler bu erotizm iması nedeniyle Dostoyevski’yi yerden yere vurmuşlardır. Babam gerçeklere mükemmelen sadıktı; asla aşk evliliği yapamayan ve her zaman devletin çıkarları için kurban edilen sözkonusu Alman prensesler sıklıkla böylesi tutkulu ve hatta erotik kadınsı dostluklar kurmaktan mustariptiler. Bu rahatsızlıklar onlarda kalıtsaldır, dolayısıyla kendini o soydan gelen birinde, erken gelişmiş bir çocuk olan küçük Katya’da göstermiş olabilir. Viyellegorski’nin hiç kızı yoktu; Katya tipi bütünüyle, onları inceledikten sonra asil hane halkını resmeden babam tarafından yaratılmıştı. Bu küçük nevrotiğe ilişkin çizdiği portreyle Dostoyevski, kadınlara yaklaşmaya neredeyse hiç cesaret edememiş utangaç bir genç adama göre kadın psikolojisine ilişkin oldukça dikkat çekici bir bilgi birikimi ortaya koymaktadır. O dönemde yeteneği çoktan üst düzeye ulaşmıştı. Ne yazık ki model olarak kullanabileceği kimse yoktu. Hiçbir şey Petersburg’un bir bataklıkta doğup büyüyen mutsuz yerlilerinden daha sönük ve birbirinin bu kadar aynısı olamazdı. Onlar Avrupa’nın kopyalarından ve karikatürlerinden ibarettiler. “Bu insanların hepsi çok uzun zaman önce ölmüş,” der Rus yazar Mihail Saltikov. “Sırf polis onları gömmeyi unuttuğu için yaşamaya devam ediyorlar.”
Dostoyevski’nin, edebi kariyerlerine yeni başlayan roman yazarı arkadaşları onun bu beklenmedik başarısını kabullenecek olgunluğa sahip değildi. Kıskançlığa kapıldılar, bu çekingen ve mütevazı genç adamın tanınmış kişilerin, yazar adaylarının henüz kabul edilmediği salonlarında ağırlanıyor olması fikrinden rahatsızlık duydular. Romanını takdir etmeyeceklerdi. İnsancıklar onlara bıkkınlık verici ve saçma görünmüştü. Şiirlerle, yazılarla bu yapıtın parodilerini yapıp genç yazarla acımasızca alay ettiler.[37 - Turgenyev, babamın komik bir tablosunu çizdiği bir taşlama kaleme almıştı.] Kamuoyu nezdinde onu karalamak için hakkında grotesk hikâyeler uydurdular. Başarının Dostoyevski’nin başını döndürdüğünü, çok yakında Nekrasov’un dergisinde yayımlanacak olan ikinci romanın, dergide yer alan diğer çalışmalardan ayırt edilebilmesi için her bir sayfasının çerçeveye alınması konusunda ısrarcı olduğunu öne sürüyorlardı. Pek tabii ki bu bir yalandı. Öteki çerçevesiz yayımlandı. Dostoyevski’nin, kadınlar arasında kaldığı zamanki çekingenliğiyle alay edip konuk salonlarından birinde takdim edildiği genç güzelin ayaklarının dibine heyecandan nasıl da bayıldığını anlatıyorlardı. Babam arkadaşlığa ilişkin görüşlerini yitirirken çok acı çekti. Arkadaşlıkla ilgili çok farklı düşünceleri vardı; tüm masumiyetiyle, onların başarı elde etmesi karşısında nasıl ki hiç şüphesiz sevinçle dolacaksa onun elde ettiği başarıya da arkadaşlarının sevineceğini düşünüyordu. İnsancıklar’ın başarısı karşısında çileden çıkıp Dostoyevski’yi yaralamak için elinden geleni ardına koymayan Turgenyev’in yaptığı kötülükler babam için özellikle yaralayıcıydı. Turgenyev’e çok bağlanmıştı, ona çok içten bir hayranlık duyuyordu. Bu, yaşamları boyunca devam eden ve Rusya’da epey bir tartışılan düşmanlığın başlangıcıydı.
Babamın yaşamı boyunca sahip olduğu tüm arkadaşlarını gözden geçirdiğimizde ilk yetişkinlik dönemindeki arkadaşlarının olgunluk dönemindekilerden belirgin bir şekilde farklı olduğunu görürüz. Kırk yaşına kadar Dostoyevski’nin ilişkileri neredeyse Ukraynalılar, Litvanyalılar, Lehler ve Baltık eyaletleri yerlileriyle sınırlıydı. Yarı Ukraynalı yarı Fransız Grigoroviç onun ilk arkadaşıydı ve ilk kitabı için yayıncı bulmuştu. Annesi bir Leh olan Nekrasov ona ilk başarısını armağan etmişti; kökeni itibarıyla Leh ya da Litvan olan Belinski, Dostoyevski’nin dehasını halkla buluşturmuştu. Büyük bir Litvanyalı ailenin soyundan gelen Kont Sollohub ve bir Leh olan Kont Viyellegorski, babamı salonlarında içtenlikle ağırlayan kişilerdi. Daha sonraları Dostoyevski’yi Sibirya’da İsveçliler ve Baltık eyaletleri yerlileri tarafından korunurken bulacağız. Tüm bu insanlar Dostoyevski’yi bir Avrupalı, Batı kültürüne sahip biri, kendi Slavo-Norman düşüncelerini paylaşan bir yazar olarak tanımışlar gibi görünüyor. Bununla birlikte tüm Ruslar ona düşmandı. Mühendishane’deki arkadaşları onunla acımasızca dalga geçer, edebi çevreden genç arkadaşları ise ondan nefret eder, onu hor görür ve komik duruma düşürmeye çalışırdı. Sanki onda Rusya’ya ilişkin düşüncelerine aykırı bir şey görüyormuş gibiydiler.
Dostoyevski’nin keskin bir şekilde Rus tavrını takındığı kırk yaşından sonra arkadaşlarının milliyeti de değişti. Slavo-Normanlar yaşamından silinip gitti. Ruslar onun arkadaşlığını arar olup çevresinde canlı kalkan oluşturdular. Ölümünden sonra da tıpkı geçmişte olduğu gibi onu kıskançlıkla korumaya devam ettiler. Ne zaman ailemizin Litvan geçmişinden bahsetsem yurttaşlarım kaşlarını çatarak şöyle der: “Unut şu sefil Litvanya’yı! Aileniz orayı yıllar önce terk etti. Baban Rustu, tüm Ruslar arasındaki en büyük Rus oydu. Kimse gerçek Rusya’yı onun gibi anlayamadı.”
Kıskançlıktan bahsederken gülümsüyorum çünkü bu kıskançlık özünde sevgiydi. Netice itibarıyla Rusların haklı olduğunu düşünüyorum, zira Dostoyevski’ye sahip olduğu o muhteşem yeteneği veren onlardı. Litvanya onun karakterini ve uygar zihnini biçimlendirmiş, Ukrayna ise atalarının kalbinde yatan şairliği uyandırmıştı; fakat yıllar, çağlar sonunda ortaya çıkan bu meşale ancak Kutsal Rusya’nın büyük dehasının kıvılcımıyla yanmaya başladı.
Babamın ilk romanı kesinlikle çok iyi yazılmıştı, fakat özgün değildi. Zamanının Fransız edebiyatını taklit eden Gogol’un romanlarından birinin taklidiydi. O müthiş Jean Valjean’ıyla Sefiller bu yeni edebi akımın temelinde yer almaktadır. Sefiller’in daha sonra yazıldığı doğrudur ama müthiş soylu bir zihne sahip bir hükümlü olan Valjean tipi çoktan Avrupa’da ortaya çıkmaya başlamıştı. Fransız Devrimi’yle uyanan demokratik düşünceler yazarları yoksul insanları,[38 - Dilimize İnsancıklar olarak çevrilen romanın Rusça aslı Bednyye Lyudi, yani “Yoksul İnsanlar” adıyla yayımlanmıştır. (ç.n.)] köylüleri ve küçük esnafları soyluların ve orta üst sınıf aydınlarının yer aldığı saflara taşımaya itti. Edebiyattaki bu yeni eğilim, hiçbir zaman feodal aristokrasiye sahip olmamış, her zaman demokratik düşüncelerin cazibesine kapılmış Ruslar için oldukça memnun ediciydi. Bu dönemde parlamış ve yükseköğrenim görmüş kişiler olan Rus yazarlar artık konuk salonunu betimlemeyecek; kahramanlarını tavan arasında aramaya başlayacaklardı. Bu tip insanların gerçekte nasıl olduklarına dair en ufak bir fikirleri yoktu, onları gerçekte oldukları gibi okuma yazma bilmeyen, yoksulluk nedeniyle acımasızlaşan kimseler olarak betimlemek yerine yeni kahramanlarına şövalye hassasiyetleri bahşederek onlara Madame de Sévigné’ye yaraşacak mektuplar yazdırdılar. Bu durum sahte ve saçmaydı, yine de bu romanlar ülkemizin gurur kaynağı olan muhteşem on dokuzuncu yüzyıl edebiyatımızın başlangıç noktasıydı. Yazarlar, yeni bir dünyayı betimlemeden önce onu çalışmaları gerektiğini yavaş yavaş anladılar. Köylüleri, din adamlarını, tüccarları, kasaba halkını gözlemlemek için işe koyuldular; hakkında pek az şey bilinen Rus yaşamına dair mükemmel betimlemeler sundular. Ama bunlar çok sonraları yapıldı. Hakkında yazmakta olduğum dönemde ise Rus yazarlar hayal güçlerinden yararlanıp bizi saçmalıklarla dolu yapıtlarla baş başa bıraktılar.
Babamın bu romanların ne kadar sahte olduğunu fark ettiğine şüphe yok, çünkü ikinci yapıtında bu yeni edebi türden kopmaya çalışmıştı. Öteki, İnsancıklar’a kıyasla çok daha yüksek kalitede bir kitaptır. Özgündür, bütünüyle “Dostoyevski”dir. Ruhbilimcilerimiz bu küçük başyapıta büyük hayranlık duyuyor ve genç bir roman yazarının tıp okumaksızın bir delinin son günlerini böyle detaylı bir şekilde betimleyebilmiş olmasına şaşırıyorlar.[39 - Dostoyevski Öteki üzerinde çok düşünmüştü. Sibirya’dan döndükten sonra ağabeyi Mihail’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Bu müthiş bir fikirdi, ilk kez benim tarafımdan yaratılıp sunulacak, büyük bir sosyal öneme sahip yeni bir türdü.”]
Ne var ki bu ikinci roman ilki kadar başarılı olamadı. Fazla yeniydi; insanlar, insan kalbinin bu kadar titiz bir şekilde çözümlenmesini anlamamışlardı, oysa bu daha sonraları çok büyük takdir toplayacaktı. O dönem deliler revaçta değildi, erkek ya da kadın başkahramanın yer almadığı bu roman ilgi çekmedi. Eleştirmenler hayal kırıklıklarını saklamıyorlardı. “Yanılmışız,” diye yazıyorlardı, “Dostoyevski’nin yeteneği sandığımız kadar büyük değilmiş.” Eğer babam biraz daha büyük olsaydı muhtemelen bu eleştirileri görmezden gelir, yeni türde ısrarcı olur, bunu halka benimsetir ve o dönemde bile çok iyi psikolojik çalışmalar ortaya koymuş olurdu. Ama çok gençti, eleştiriler onu üzmüştü. İlk romanıyla elde ettiği başarıyı kaybetmekten korkuyordu, bu nedenle sahte Gogol tarzına geri döndü.
Fakat bu kez kendi hayal gücünden yararlanmakla yetinmeyecekti. Rus edebiyatının yeni kahramanlarını inceledi, tavan arasında yaşayanları gözlemlemek için başkentin kafelerine ve içki dükkânlarına gitti. Onlarla sohbet etti, onları izledi, örf ve âdetlerini dikkatle not etti. Kendini utangaç hisseden ve onlara nasıl yaklaşacağından emin olamayan Dostoyevski onları bilardo oynamaya davet etti. Oyuna yabancıydı ve hiç de ilgi duymuyordu, doğal olarak epey bir para kaybetti. Ama bundan pişmanlık duymadı, çünkü bilardo oynarken ilginç gözlemler yapabilmiş, çok sayıda özgün ifadeyi not edebilmişti.[40 - Babamın arkadaşları hatıratlarında onun kafelerde tanıştığı yabancıları sık sık misafirliğe davet ettiğini, bütün gününü onların sohbetlerini ve öykülerini dinleyerek geçirdiğini aktarıyorlar. Babamın arkadaşları, onun böylesi eğitimsiz insanlarla konuşmaktan nasıl bir zevk duyduğunu anlayamıyorlardı; sonra, romanlarını okuduklarında karşılaşmış oldukları bu tipleri tanıdılar. Tüm yetenekli genç adamlar için geçerli olduğu gibi Dostoyevski’nin de bu dönemde yalnızca doğal modelleri kullanarak bir resim ortaya koyabildiği açıktır. Daha sonraları modellere ihtiyacı kalmadı, kendi tiplerini kendi yarattı.]
Dostoyevski, hakkında hiçbir şey bilmediği bu ilgi çekici kesimi inceledikten sonra halkın ilgisini çekebileceğini düşünerek toplumun alt kesimini olduğu gibi betimlemeye başladı. Ama heyhat! Öncekinden daha da başarısız oldu. Rus halkı sefil insanlara ilgi duymaya hazırdı, tabii eğer Jean Valjean tarzında servis edilseydi. Tüm o menfur alçaklığıyla bu insanların gerçek yaşamı kimseyi ilgilendirmiyordu.
Dostoyevski güçlerine duyduğu güveni yitirmeye başlamıştı. Sağlığı bunu kaldıramamış, gergin ve histerik biri haline gelmişti. Epilepsi içinde gizleniyordu, onu fena halde baskılı-yordu.[41 - Babamın çok sevdiği ve muayene olduğu Dr. Yanovski, Dostoyevski’nin hapse düşmeden çok önce epilepsiye çok benzeyen bir sinir rahatsızlığından mustarip olduğunu söylemektedir. Yukarıda da bahsettiğim gibi, babamın ailesi onun ilk nöbetini büyükbabamın trajik ölümünü öğrendiğinde geçirdiğini belirtmişti. Bu rahatsızlık Dostoyevski’nin hapisliğinin ertesindeki şiddetli haline bürünmemiş olsa da sekiz yaşındayken halihazırda epilepsiden mustarip olduğu açıktır.] Dostoyevski toplum içine çıkmaktan kaçınıyor, saatlerce odasına kapanıyor ya da Petersburg’un en karanlık ve en ıssız sokaklarında dolanıyordu. Yürürken kendi kendine konuşuyor, el kol hareketleri yapıyor, yanından geçenlerin dönüp kendisine bakmasına neden oluyordu. Görüştüğü arkadaşları onun delirdiğini düşünüyorlardı. Bu renksiz, aptal şehir yeteneğini söndürmüştü. Üst sınıflar, Avrupalıların karikatürleri olmaktan ibaretti; Dostoyevski’ye büyük Rus halkıyla ilgili herhangi bir fikir vermeyen, aşağı ırklardan birine mensup bir kitleydiler. Dostoyevski’nin Avrupa’ya, Kafkasya’ya ya da Kırım’a gidecek kadar parası yoktu; o dönemde seyahat etmek maliyetliydi. Babam Petersburg’ta çürüyor, kendini yalnızca edebiyata adamayı isteyerek görevinden istifa edip Petersburg’a yerleşen kardeşi Mihail’le birlikteyken mutlu oluyordu. Mihail, Revalli bir Alman olan Emilie Dibmar’la evlenmiş, birkaç çocuğu olmuştu. Babam yeğenlerine çok düşkündü, onların çocukça kahkahaları melankolisini dağıtıyordu.
Çoğu erkek için aşkın tam vakti olan bu ilk gençlik döneminde Dostoyevski’nin yaşamında hiçbir kadına rastlamamak şaşırtıcıdır. Nişanlısı yok, metresi yok, bir flörtü bile yoktu! Bu olağanüstü erdem yalnızca bünyesinin geç gelişimiyle açıklanabilir ki bu durum Kuzey Rusya’da pek ender görülen bir şey değildir. Rus kanunları kadınların on altı yaşında evlenmesine izin vermektedir; fakat yakın dönemde, savaştan birkaç yıl önce, Rus düşünce insanları bu barbar geleneğe karşı çıkmaya başladı. Onların gözlemlerine göre Kuzey Rusyalı kadınlar yirmi üç yaşlarına dek gelişimlerini bütünüyle tamamlayamamaktaydılar. Eğer bundan önce evlenecek olurlarsa hamilelik onlara büyük zarar verebilir ve sağlıklarını kalıcı olarak mahvedebilirdi. Doktorlarımız, çok sayıda Rus hanesini kasıp kavuran histeri ve sinirsel rahatsızlıkları işte bu kötücül geleneğe bağlamaktadır. Eğer düşünce insanları haklıysa, erkekler her zaman kadınlardan daha geç olgunlaştıklarından Kuzey Rusyalı erkek bireylerin gelişimlerini bütünüyle tamamladıkları yaşı yirmi beş olarak belirleyebiliriz. Sözgelimi, epilepsi hastaları gibi anormal bünyelerin ise daha yavaş olgunlaşıyor olmaları gerekir. O yaşta Dostoyevski’nin sezgilerinin henüz uyanmamış olması olasıdır. Kadınlara uzaktan hayranlık besleyen, onlardan oldukça korkan ve henüz onlara ihtiyaç duymayan bir okul çocuğu gibiydi. Babamın arkadaşları, gördüğümüz üzere, kendisinin kadınlarla bir aradayken yaşadığı gerginliğiyle alay ederdi.[42 - Babamı yaşamının o dönenimde çok iyi tanıyan Dr. Riesenkampf hatıratında şunları yazar: “Yirmi yaşındaki bir genç adam genellikle kadınları kafasına koyup tüm genç güzellerin peşinden koşar. Dostoyevski’dekine benzer bir duruma daha önce hiç şahit olmamıştım. Kadınlara karşı kayıtsızdı hatta onlara karşı antipatisi vardı.” Riesenkampf, bununla birlikte Dostoyevski’nin arkadaşlarının aşk ilişkileriyle ilgilendiğini ve duygusal şarkılar söylemekten hoşlandığını ekler. Bahsi geçen şarkı söyleme alışkanlığı ömrünün sonuna kadar ona keyif vermeye devam etmiştir. Odasında tek başınayken genellikle kısık sesle şarkı söylerdi.] Dostoyevski’nin romantik dönemi hapisliğinden sonra başladı, o zaman hiç de gerginlik göstermedi.
Dostoyevski’nin ilk romanlarındaki kadın kahramanlar soluk, bulanık ve canlılıktan yoksundur. Bu dönemde yalnızca iki iyi kadın portresi çizebilmiştir, bunlar on ile on iki yaşlarındaki Netoçka Nezvanova ve küçük Katya’dır. Öteki’yi dışarıda tutacak olursak bu roman sözkonusu dönemde ortaya koyduğu en iyi çalışmaydı. Tek bir kusuru vardı ki bu Dostoyevski’nin hapse düşmeden önce yazdığı tüm romanlarda ortaktı: Kahramanlar fazlasıyla enternasyoneldi. Bu kahramanlar herhangi bir yerde yaşayabilir, herhangi bir dili konuşabilir, herhangi bir iklime dayanabilirler. Anayurtları yoktur ve tüm kozmopolitler gibi soluk, belirsiz ve anlaşılmazdırlar. Onları yaşatmak için kendilerine bir milliyet yaratmak gerekiyordu. Dostoyevski’nin Sibirya’da yapmak üzere olduğu şey buydu.
Petraşevski Kumpası
Babam, yaşamının bu tatsız döneminde Petraşevski kumpasına karışmıştı. Dostoyevski’nin, yaşamının ilerleyen dönemlerindeki monarşik ilkelerine aşina olanlar babamın kendisini devrimcilerle nasıl ilişkilendirebildiğini asla anlayamadılar. Babamın Litvanya kökeni göz ardı edilirse bu durum insana pek tabii ki anlaşılmaz gelir. Çar’a karşı kumpas kurmuştu, çünkü henüz Rus monarşisinin gerçek anlamını kavrayamamıştı. Dostoyevski, yaşamının bu döneminde Rusya hakkında pek az şey biliyordu. Çocukluğunu, Moskova’nın kalbinde babası tarafından yaratılan bir tür yapay Litvanya’da geçirmişti. Mühendisler Kalesi’nde geçirdiği delikanlılığı sırasında Rus arkadaşlarından mümkün olduğunca uzak durmuştu. Roman yazarı olduğunda bütün ülkedeki en dengesiz topluluk olan Petersburg edebiyat çevresinin müdavimi olmuştu. O dönemde Rusya pratikte tanınmıyordu, coğrafyacılarımız ve tarihçilerimiz yok denecek kadar azdı. Seyahat etmek zor ve pahalıydı. Ülkede ne demiryolu ne de buharlı gemiler vardı. Köylü serfler topraklarını işleyip sessizliklerini korurdu; mujiklere “sfenks” denirdi. Rus yazarlar yalnız Avrupa aklıyla yaşar, sadece Fransızca, İngilizce ve Almanca kitaplar okur, Avrupalıların özgürlükle ilgili görüşlerinin hepsini paylaşırlardı. Yazarlarımız, Avrupalıları Rus düşüncesiyle tanıştırmak yerine müthiş bir maharet göstererek Avrupa’dan Rusya’nın nasıl bir yer olduğunu kendilerine açıklamasını rica ediyorlardı. Yurttaşlarım Rusya hakkında pek az şey biliyorsa, Avrupa hiçbir şey bilmiyordu. Avrupalı yazarlar, bilim insanları, devlet yöneticileri ve diplomatlar Rus dilini öğrenmiyor, Rusya’ya gitmiyor, kalkıp da mujikleri evlerinde inceleme zahmetine girmiyorlardı. Kentlerinde yaşayan siyasi mültecilerden bilgi edinmek onlara yetiyordu. Tüm bu Yahudiler, Lehler, Litvanlar, Ermeniler, Finler ve Letonlar Rusça bile konuşamıyor, konuşabilenlerin de berbat bir aksanı oluyordu. Ne var ki bu durum onların Rus halkı adına Avrupalılara hitap etmesine engel olmuyordu. Mujiklerin Çar’ın boyunduruğu altında inim inim inledikleri, onlara (mültecilere göre) gece gündüz hayalini kurdukları Avrupai cumhuriyeti armağan etmek için Avrupalı milletlerin gelip kendilerini kurtarmalarını sabırsızlıkla bekledikleri konusunda Avrupalıları temin ediyorlardı. Avrupa onların sözlerine inanmıştı. Avrupalılar ancak şimdilerde, “Çarcılığın” yerini Bolşevizmin ve bozgunculuğun aldığını gördüklerinde nasıl da kandırılmış olduklarını anlamaya başladılar. Gerçek Rusya’yı anlamaları ise daha çok vakit alacak.
Petraşevski kumpası sırasında babam bir Rustan ziyade bir Litvandı, Avrupa onun için anavatanından daha değerliydi. Hapsedilmeden önce yazdığı romanların hepsi Avrupalı yapıtların taklitleriydi: Schiller, Balzac, Dickens, Georges Sand ve Walter Scott onun ustalarıydı. Avrupa gazetelerine İsa’nın öğretilerine inanır gibi inanıyordu. Avrupa’da yaşamayı hayal ediyor ve iyi yazabilmeyi bir tek orada öğrenebileceğini öne sürüyordu. Mektuplarında arkadaşlarına bu tasarıdan bahsediyor, bunu gerçekleştirmek için gerekli olan şeylerin eksikliğinden yakınıyordu. Büyük bir Rus yazarı olabilmek için doğuya gitmenin iyi bir fikir olabileceğini aklından bile geçirmiyordu. Dostoyevski, Ruslardaki Moğol damarından nefret ediyordu; yaşamının bu döneminde gerçek bir Ivan Karamazov’du.
Serflerin kurtuluşu o dönem çok yakındı. Herkes bunun hakkında konuşuyordu, herkes bunun gerekli olduğunun farkına varmıştı. Geleneğine sadık kalan devletimiz ise reform yapmaktan kaçınıyordu. Kendi ağır ve üşengeç ulusal karakterinin farkında olan Ruslar bunu elde edebilmek için bir ya da iki yıl sabırla beklemeleri gerektiğini biliyordu. Lehler, Litvanlar ve Baltık eyaletleri yerlileri bu gecikmeye anlam veremiyor, Çar’ın bu insanlara asla özgürlük vermeyeceğine inanıyorlardı. Köylüler adına onların özgürlüğünü güvenceye alabilmek için Çar’ı devirmeyi planladılar. Dostoyevski de onların kuruntularını paylaşıyordu. Doğuya özgü üşengeçlik hakkında hiçbir şey bilmiyordu, tüm hayatı boyunca etkin ve enerjik biri olmuştu. Bir fikir ona doğru göründüğünde derhal uygulamaya koyardı, Rus bürokrasisinin işi ağırdan alma eğilimine anlam veremiyordu. Babasının trajik ölümünü unutamıyor; efendileri zulme, köleleri ise cinayete sevk eden sistemin yıkılmasını yürekten arzuluyordu. O zamanki düşünüş tarzıyla Petraşevski’yle yaptığı toplantının ölümcül sonuçlarının olması kaçınılmazdı. Adından da anlaşılacağı üzere Petraşevski Polonya ya da Litvanya kökenliydi; Dostoyevski’yle aralarında bulunan bu bağ, diğerlerininkinden çok daha güçlüydü. Petraşevski uzdilli ve hünerliydi; Petersburg’taki tüm genç hayalperestleri kendine çekip onları alevlendirdi. Diğerlerinin mutluluğu için kendini feda etme fikri, genç ve cömert kalpleri cezbediyordu; özellikle de kendi yaşamları tıpkı babamınkinin de o zamanlar olduğu gibi mutsuz olduğunda. Petersburg’un karanlık sokaklarında yalnız başına yürürken kendi kendine soylu bir dava için ölmenin hiçbir işe yaramayan bir varlığı boş yere sürdürmekten daha iyi olacağını düşünmüş olmalı.
Petraşevski davası, tüm Rus siyasi davaları arasındaki en karanlık davalardan biridir. Yayımlanan gizli belgeler; Avrupa’dan gelen yeni fikirlerle ilgili herkesçe bilinen gerçekleri tekrarlamak, Sansür Kurulu’nca yasaklanan kitapları birbirlerine ödünç vermek ve devrimci bildirilerin kışkırtıcı bölümlerini ateşli bir şekilde okumak için bir araya gelen gençlerin katıldığı politik toplantıların son derece olağan bir resmini çizmektedir. Yine de babam bunun Çar’ı devirmeyi ve Rusya’da aydınlar cumhuriyeti kurmayı amaçlayan politik bir kumpas olduğunu her zaman savunmuştur. Petraşevski’nin gönüllüler ordusu kurarken girişimlerinin gizli amaçlarını yalnızca seçilmiş birkaç kişiye açmış olması muhtemeldir. Dostoyevski’nin zekâsını, cesaretini ve güçlü ahlakını takdir eden Petraşevski muhtemelen babamın gelecekteki cumhuriyette önemli bir rol oynayacağını düşünüyordu.[43 - Petraşevski örgütünün üyelerinden biri, kişisel görüşüne göre ekipteki tek tipik kumpasçının Dostoyevski olduğunu söylemişti. Sessiz ve sakindi, Rus anlayışının peşinden gidip kalbindekileri herkese açmaya yatkın biri değildi. Bu suskunluk yaşamı boyunca devam etti. Anneme karşı bile bu tavrını korumuştu, kadıncağız evliliklerinin ilk günlerinde babamı geçmiş yaşamıyla ilgili konuşturmakta çok zorlanmıştır. Ancak daha sonra, Dostoyevski ikinci karısının kendisine ne kadar bağlı olduğunu fark ettiğinde kalbini açmış, hiçbir sırrını ondan gizlememiştir.]
Mihail Amcam da sözkonusu topluluğa ilgi duyuyordu fakat evli ve bir aile babası olduğundan Petraşevski toplantılarına büyük bir gayretle sık sık katılmamanın akıllıca olacağını düşünüyordu. Bununla birlikte yasaklı kitaplar kitaplığından faydalanıyordu. Amcam o zamanlar Fourier’nin büyük hayranlarından ve kendisinin romantik kuramlarının ateşli takipçilerinden biriydi. Andrey Amcam da bu toplantılara katılıyordu. O dönemde çok genç bir adamdı, yükseköğrenimine henüz başlamıştı. İki büyük ağabeyiyle arasında yıllar vardı, onlara eşitlerinden ziyade ebeveyn gözüyle bakıyordu. Ağabeyleri ise ona küçük bir çocukmuş gibi davranıyorlardı. Ruslarda bu ilişkiler olmasa da Leh ve Litvan ailelerde sözkonusu ilişkilere sıklıkla rastlanırdı. Babam küçük kardeşiyle asla siyaset tartışmazdı, Andrey Amcam Petraşevski’nin topluluğunda nasıl bir rol oynadığının farkında değildi. Andrey Dostoyevski, kardeşlerinin edebi yeteneklerinden hiçbirine sahip değildi; bununla birlikte büyükbabam Mihail’in küçük oğulları için sürdürdüğü aile okumaları ona büyük bir edebiyat merakı kazandırmıştı. Sonraları, çeşitli taşra kasabalarında devlete hizmet ederken bölgenin tüm aydınlarını etrafında toplayabilmeyi her zaman başarmıştır. Petraşevski’nin evinde gerçekleşen ilginç toplantılardan haberdar olduğunda arkadaşlarından birine kendisini bu toplantılara katması için yalvardı. Babamla karşılaşmadan birkaç toplantıya katıldı. Bir gece, Andrey bir gruptan diğerine geçerek genç adamların siyasi tartışmalarını büyük bir ilgiyle dinliyorken aniden yüzü bembeyaz kesilmiş, öfkeyle gerilmiş bir halde ağabeyi Fyodor’u karşısında buldu.
“Burada ne işin var?” diye sordu korkunç bir sesle. “Defol, derhal defol git buradan; bir daha seni bu evde görmeyeyim.”
Amcam, ağabeyinin öfkesi karşısında öyle telaşlanmıştı ki Petraşevski’nin resepsiyonundan hemen ayrıldı ve bir daha da geri dönmedi. Polis daha sonra bu kumpası keşfettiğinde Dostoyevski biraderlerin hepsi tutuklandı. Andrey Amcamın masumane yanıtları kumpasla ilgili hiçbir şey bilmediğini hâkimlere açıkça gösterdi ve çok geçmeden serbest bırakıldı. Ağabeyinin öfkesi onu kurtarmıştı. Mihail Amcam birkaç hafta hapis yattı. Dostoyevski daha sonra, Bir Yazarın Günlüğü’nde Mihail’in çok şey bildiğini söylemiştir. Babamın, kendisinden herhangi bir sır saklamamış olması muhtemeldir. Amcam aynı zamanda diline nasıl hâkim olacağını da biliyordu, böylece hiçbir itirafta bulunmadı. Petraşevski’yi pek nadiren ziyaret ettiğini, evine yalnızca kitap almak için gittiğini kolaylıkla kanıtlayabildi. Sonunda serbest bırakıldı, davaya bakmakta olan Prens Gagarin iki kardeş arasındaki sevgiden haberdardı; kardeşinin salıverildiğini, onun için endişelenmemesi gerektiğini hemen babama bildirdi. Babam Prens Gagarin’in bu cömert davranışını asla unutmadı ve Bir Yazarın Günlüğü’nde bundan bahsetti.
Fyodor Dostoyevski, kardeşlerinden daha sert muameleyle karşılaştı. Petro ve Pavel Kalesi’ne, siyasi kumpasçıların kapatıldığı korkunç hapishaneye gönderildi. Burada hayatının en sefil aylarını yaşadı. Bunlar hakkında konuşmak istemez, unutmaya çalışırdı. Bunu söylemek tuhaf. Hapishanede yazdığı Küçük Kahraman romanı tüm yapıtları arasındaki en şiirsel, en nazik, en genç ve en taze çalışmaydı. Romanı okurken Dostoyevski’nin karanlık hücresinde çiçeklerin kokusunu, büyük parklarda yüzyıllık ağaçların yarattığı şiirsel gölgeleri, çocukların en neşeli kahkahalarını ve genç kadınların zarafetini zihninde canlandırmaya çalıştığını düşünebiliriz. Petersburg’ta yaz hüküm sürüyordu, fakat güneş yaşlı kalenin nemli duvarlarına neredeyse hiç vurmuyordu.
Rusya’da her zaman olduğu gibi Petraşevski davası da uzadıkça uzadı. Vali kumpasçılarla ciddi anlamda ilgilenmeye karar verdiğinde çoktan sonbahar gelmişti. Siyasi davalarımıza neredeyse her zaman askeri mahkemeler tarafından bakılırdı; Petraşevski olayını soruşturmakla yükümlü generallerin başında General Rostovzov bulunuyordu. Kendisi, daha sonra serflerin özgürleştirilmesi için kurulan komisyonun başkanlığına atanmış; serfleri özgür bırakmayı fakat tüm toprakları ellerinde tutmayı isteyen büyük toprak sahipleriyle etkin bir mücadele yürütmüştür. Ona büyük bir saygı duyan II. Aleksandr tarafından desteklenen Rostovzov zafere ulaşmış, köylüler kendi paylarına düşen toprakları kazanmışlardı. General Rostovzov ateşli bir vatanseverdi, siyasi kumpasları birer cinayet olarak görürdü. Polisin Petraşevski ile onun partisine mensup gençlerin evlerinde ele geçirdiği belgeleri dikkatle inceledi; onlara karşı toplanan delillerin zayıflığı karşısında muhtemelen şaşkına dönmüştü. Dostoyevski’nin zekâsı ve yeteneği hakkında bir şeyler bildiğinden onun, hareketin liderlerinden biri olduğundan şüphelendi ve onu konuşturmayı aklına koydu. Duruşma günü babama karşı sıcakkanlı ve cana yakındı. Dostoyevski’y-le, yapmakta olduğu şeyin ağırlığının bütünüyle farkında olmadan talihsiz bir şekilde bir siyasi kumpasın içine çekilmiş, büyük yeteneklere, yüksek Avrupa kültürüne sahip genç bir yazarla konuşur gibi konuştu. General ağır bir cezadan kurtulabilmesi için Dostoyevski’nin oynaması gereken rolü açıkça belirtiyordu. Babam her zaman çok masum ve saf bir insandı. Bunların hiçbirini anlamamıştı; kendisine bir suçlu gibi değil de bir dünya insanı olarak davranan bu generalden etkilenmişti, tüm sorularını büyük bir istekle yanıtladı. Rostovzov ağzından bir şeyler kaçırmış olmalıydı, çünkü babam yoldaşlarını satarak kendi özgürlüğünü kazanmaya davet edildiğinin aniden farkına varmıştı. Ona böyle bir teklifte bulunulduğu için derinden öfkelenmişti. Rostovzov’a duyduğu sempati nefrete dönüşmüştü. İnatçı ve temkinli bir hal alarak kendisine yöneltilen her soruya kaçamak cevaplar verdi. Genç adam heyecanlı, histerik ve hapiste geçen uzun aylardan sonra yorgun düşmüş olsa da General’den daha güçlüydü. Taktiğinin fark edildiğini gören Rostovzov kontrolünü kaybetti; salondan ayrılıp sual varakasını soruşturmada yer alan diğer üyelere bıraktı. Arada sırada, bitişikte bulunan odanın kapısını açıp şöyle diyordu: “Dostoyevski’yi sorgulamayı bitirdiler mi? Bu pişkin günahkâr, mahkeme salonunu terk edinceye dek oraya dönmeyeceğim.” Babam Rostovzov’un düşmanca tutumunu asla affedemedi. Ona şarlatan derdi, bütün yaşamı boyunca onun hakkında kaba bir şekilde konuştu. Onu daha çok küçümsüyordu, çünkü dava sırasında Dostoyevski haklı olduğuna inanıyor, kendini ülkesini kurtarmaya istekli bir kahraman olarak görüyordu. Sorgu esnasında çektiği acılar onun zihninde çok derin bir etki bırakmıştı. Bu durum daha sonraları kendini Raskolnikov’un Porfiri’yle; Dimitri Karamazov’un ise kendisini Mokroye’de sorguya çekmeye gelen sorgu memurlarıyla yaptığı düelloda ifade bulmuştur.
Rostovzov başkanlığındaki generaller ölüm cezasını I. Nikolay’a sundular. O ise bunu imzalamayı reddetti. İmparator zalim biri değildi fakat dar görüşlüydü, psikolojiye dair en ufak bir fikri yoktu. Doğrusunu söylemek gerekirse sözkonusu bilim o dönem Rusya’sında pek az biliniyordu. İmparator kumpasçıların ölmesini arzu etmiyor; fakat “bu genç adamlara iyi bir ders vermek” istiyordu. Danışmanları acıklı bir komedi oynamayı önerdiler. Mahkûmlara ölüme hazırlanmaları söylendi. İdam iskelesinin kurulduğu halka açık bir alana getirildiler. İskelenin üzerine çıkarıldılar. Kumpasçılardan biri gözleri bağlanarak bir direğe bağlandı. Askerler sanki bu talihsiz mahkûmları vurmak üzereymiş gibi davranıyorlardı. O anda bir ulak geldi ve İmparator’un bu ölüm cezasını ağır iş cezasına çevirdiğini ilan etti. O döneme ait kayıtlarda herhangi bir kaza yaşanır korkusuyla askerlerin tüfeklerinin dolu bile olmadığı, Saray’dan gelmiş olması gereken ulağın ise kumpasçılar henüz oraya gelmeden önce orada bulunduğu belirtilmektedir. Tüm bunlar şüphesiz ki doğrudur; gelgelelim talihsiz gençler bunlardan haberdar değildi ve ölmeye hazırlanıyorlardı. Eğer I. Nikolay daha zarif bir yaradılışta olsaydı kumpasçıları vurmanın onların böyle bir acıya katlanmak zorunda kalmalarından çok daha cömert bir davranış olacağını anlardı. Gelgelelim İmparator döneminin gereklerine uygun davranmıştı, dedelerimiz sahte duygusallık dolu sahnelere bayılırdı. Hiç şüphe yok ki Nikolay, genç adamlara yaşamlarını idam için kurulan iskelede geri vererek onlara büyük bir mutluluk bahşettiğini düşünmekteydi. Fakat onlardan pek azı bu mutluluğu hissedebildi, kimileri aklını kaçırdı, diğerleri ise genç yaşta öldü. Eğer bu acımasız jest olmasaydı belki de babamın epilepsisi asla böyle korkunç bir hal almayacaktı.
Petraşevski Kumpası
Dostoyevski ne kadar hasta ve zayıf düşmüş olsa da idam iskelesine cesurca çıkmış, ölümle yiğitçe yüzleşmişti. Bize o an hissettiği tek şeyin, hazırlıksız bir şekilde Tanrı’nın huzuruna çıkacak olmasından kaynaklanan mistik bir korku olduğunu söylemişti. İdam iskelesinin etrafında toplanan arkadaşları da onun sakin ve ağırbaşlı olduğunu söylüyorlar. Babam o an hissettiklerini Budala’da betimlemiştir. Burada ölüme mahkûm edilen birinin acısını resmetse de cezasının tecilini öğrendiğinde hissettiği sevince dair hiçbir şey anlatmaz bize. Hayvani neşenin ilk hücumu sona erdiğinde kendisiyle oynandığı ve çok zalimce işkence edildiği düşüncesiyle büyük bir acı, engin bir öfke duymuş olması muhtemeldir. Gözünü çoktan göğe yükselmeye dikmiş olan saf ruhu muhtemelen dünyaya geri dönmek ve hepimizin çırpınmakta olduğu çamura bir kez daha saplanmak zorunda kalmaktan yeis duymuştu.
Babam kaleye geri döndü. Birkaç gün sonra bir polis memurunun eşliğinde Sibirya’ya gitti. Petersburg’tan Noel akşamı ayrılmıştı. Bir kızağın içinde başkent sokaklarından geçerken evlerin aydınlatılmış pencerelerine baktı ve kendine şöyle dedi: “Şimdi ağabeyim Mihail’in evinde Noel ağacını ışıklandırıyorlardır. Yeğenlerim ağaca hayranlıkla bakıyor, etrafında gülüyor, dans ediyor ama ben onların yanında değilim. Onları tekrar görebilecek miyim, Tanrı bilir!” Dostoyevski bu soğuk kalpli şehri arkasında bırakırken kederli zihninde yalnızca yeğenleri vardı.
Sibirya’ya ulaştıktan sonraki mola yerlerinin ilkinde iki hanımefendi babamı ziyaret etti. Bunlar, yeni gelen siyasi mahkûmlarla, onları rahatlatacak birkaç söz söylemek ve birer hükümlü olarak onları bekleyen yaşamla ilgili bazı tavsiyeler vermek üzere tanışmayı kendilerine görev edinen “Aralıkçılar”ın eşleriydi.[44 - I. Nikolay’ın hükümdarlığının başlarında ona karşı kurulan siyasi kumpasa karışan kişiler. Otokratik yönetimi devirme girişimlerini aralık ayında gerçekleştirmişlerdi, bu nedenle isimleri “Aralıkçılar”dı. Cezalarını çekecekleri yere gönderilmiş, eşleri de onların peşinden gitmişti. Kadınlar, Petraşevski kumpası döneminde cezalarını çoktan tamamlamış olan, fakat hâlâ Sibirya’da polis gözetiminde kalmaları gereken kocalarından daha özgürdüler. Aralıkçılar, Rusya’da bir aristokrat cumhuriyet ilan etmeyi ve iktidarı soylular birliği mensupları arasında bölüştürmeyi istemişlerdi. Soylular, Aralıkçılar’a her zaman derin bir saygı beslemiş, onları şehit olarak görmüşlerdir.] Babama bir İncil vermişlerdi, hapishaneye kabul edilen tek kitap buydu. Kadınlardan biri, polis memurunun sırtının dönük olduğu bir andan yararlanıp babamla Fransızca konuşarak ona yalnız kaldığında kitabı dikkatle incelemesini söyledi. Babam, İncil’in iki yaprağı arasına sıkıştırılmış 25 rublelik bir kâğıt para buldu. Bu parayla kendine küçük bir çarşaf, sabun, zahmetli yolculuğunu biraz iyileştirmek için tütün ve beyaz ekmek aldı. Sürgünde geçirdiği süre boyunca başka hiç parası olmadı. Kardeşleri, teyzesi ve arkadaşları, işlediği suç ve çarptırıldığı ceza nedeniyle korkuya kapılarak onu son derece alçak bir şekilde terk etmişti.
Hapishane Yaşamı
Bir insan yerinden yurdundan edilip de yıllarını yabancı bir dünyada, kaba halleri ve eğitimsizlikleriyle onu üzecek insanlarla birlikte geçirmeye mecbur bırakıldığında, duyarlılıklarına gelebilecek en büyük zararlardan kaçınmasını sağlayacak bir plan düşünür, bir tavır takınır, belli bir davranış biçimi üzerine kafa yorar. Bazıları rahat bırakılacaklarını ümit ederek kendini sessizlik ve kibir içinde emniyete alır, diğerleri ise dalkavuklaşıp en aşağılık şekilde yaltaklanarak güven satın almaya çalışır. Yıllarca hapiste etrafına korku salan, kaybedecek bir şeyleri olmayan, hiçbir şeyden korkmayan, her şeyi yapabilecek bir grup suçlunun arasında yaşamaya mahkûm edilen Dostoyevski ise çok farklı bir tutum tercihinde bulundu; bir tür Hıristiyan kardeşliği üslubu geliştirdi. Bu onun için yeni bir şey değildi, henüz bir çocukken babasının özel bahçesindeki demir kapıya yaklaşıp cezalandırılmayı göze alarak hastanedeki yoksul hastalarla sohbet ederken, yine Darovoye’nin köylü-serfleriyle konuşurken ve tarlada çalışan zavallı kadınlara yardım ederek onların sevgilerini kazanmaya çalışırken bunu öğrenmişti. Daha sonraları başkentin küçük kafelerinde ve içki dükkânlarında Petersburglu yoksulları incelediği, onlarla bilardo oynadığı, kalplerinde yatan sırları ortaya çıkarmaya çalıştığı sırada onlara istedikleri içecekleri ısmarlarken o kardeşçe üslubu takınmıştı. Dostoyevski iyi kesimli ceketleri, modaya uygun kravatları, boş kafaları, kansız kalpleri ve renksiz ruhlarıyla kibar insanların doldurduğu zarif konuk salonlarını sık sık ziyaret ederek asla iyi bir yazar olamayacağının farkına varmıştı. Tüm yazarlar, acılarını boş laftan örülmüş peçelerin ardına saklama sanatını hiç öğrenmemiş olan basit ruhlara sırtlarını yaslar. Yasnaya Polyanalı köylüler, Tolstoy’a Moskovalı arkadaşlarının öğretebileceğinden çok daha fazla şey öğretmiştir. Av gezilerinde Turgenyev’e eşlik eden köylüler, kendisine Avrupalı arkadaşlarından daha çok özgün fikir vermişlerdir. Dostoyevski de sırtını yoksul halka yaslamış, çocukluğundan itibaren içgüdüsel olarak onlara erişmenin yollarını aramıştır. Halihazırda belli düzeyde edinmiş olduğu bu teknik ona en büyük hizmeti Sibirya’dayken sağlayacaktı.
Dostoyevski kendini mahkûm arkadaşlarına nasıl sevdirdiğini bizden saklamamıştır. Budala romanında, attığı ilk adımları ayrıntılı olarak anlatır. Avrupa kültürüne sahip çok köklü bir aileden gelen Prens Mışkin, soğuk bir kış gününde seyahat etmektedir. Kendisi bir Rus olmasına rağmen tüm gençliğini İsviçre’de geçirmiştir, anavatanı hakkında pek az şey bilmektedir. Rusya son derece ilgisini çekmekte, onu cezbetmektedir; Rusya’nın ruhuna inmeyi, sırlarını keşfetmeyi arzulamaktadır. Prens yoksul olduğundan üçüncü mevkide seyahat eder. Züppe değildir; kaba, sıradan yol arkadaşları onda tiksinti uyandırmaz. Bunlar gördüğü ilk gerçek Ruslardır; İsviçre’de yalnızca Avrupalıları taklit eden aydınlarla ve adına Rusça dedikleri korkunç bir aksanla konuşan ve ulusumuzun kutsal hayallerinin temsilcileriymiş gibi davranan siyasi mültecilerle tanışmıştır. Prens Mışkin o âna dek yalnızca kopyalar ve karikatürlerle karşılaşmış olduğunu fark eder, en sonunda asıl Rusları tanımaya can atmaktadır. Üçüncü mevkideki arkadaşlarına sempatiyle bakarak onlarla muhabbete girmesini sağlayacak ilk cümleyi bekler. Yol arkadaşlarından biri onu merakla gözlemlemektedir, daha önce böyle bir kuşu bu kadar yakından görmemişlerdir. Prens’in kibar davranışları ve Avrupai kıyafeti onlara saçma görünmektedir. Belki onunla eğlenirler diye alay etmek üzere kendisiyle sohbet etmeye başlarlar. Prens’in söylediği ilk sözlere kaba bir şekilde güler, birbirlerini dürterler; fakat Prens konuşmaya devam ettikçe, yavaş yavaş gülmeye son verirler. Büyüleyici nezaketi, züppelikten uzak hali, sanki onlar kendi eşitiymiş, kendi dünyasından birileriymiş gibi masumane bir davranış sergilemesi bu insanların eşine ender rastlanan ilginç bir yaratığın (gerçek bir Hıristiyan’ın) huzurunda bulunduklarını fark etmelerini sağlamıştır. Genç Rogojin sözkonusu Hıristiyan kibarlığının çekimini hissediyor, yüreğinde yatan sırları kendisini çok büyük bir ilgiyle dinleyen bu seçkin yabancıya bir an önce açmak istiyordu. Rogojin okuma yazma bilmiyor olmasına karşın çok zeki biridir, Prens Mışkin’in kendisinden ahlaken daha üstün olduğunu anlamaktadır. Ona hayranlık duyar, saygı gösterir fakat bu yoksul Prens’in yaşam hakkında hiçbir şey bilmeyen kocaman bir çocuk, saf bir hayalperest olduğunu da açıkça görmektedir. O ise dünyanın ne kadar kötü ve amansız bir yer olduğunu bilmektedir. Bu büyüleyici Prens’i koruma fikri Rogojin’in soylu kalbine düşer. Petersburg istasyonunda onun yanından ayrılırken “Sayın Prens,” der, “lütfen gelip beni ziyaret ediniz. Sizin için içi kürklü bir manto hazırlatacağım; size, para ve konumunuza uygun muhteşem kıyafetler vereceğim.”
Dostoyevski Sibirya’ya soğuk bir kış gününde ulaştı. Anavatanın bağrından çıkarıp Sibirya’nın farklı infaz istasyonlarına gönderdiği hırsızlar ve katillerle birlikte üçüncü mevkide seyahat ediyordu. Yeni arkadaşlarını merakla gözlemledi. İşte en sonunda orada, boş yere Petersburg’ta aradığı gerçek Rusya’daydı! Slavlar ile Moğolların, dünyanın altıda birini fetheden ilginç karışımı olan şu Ruslar işte oradaydı. Dostoyevski yol arkadaşlarının kasvetli yüzlerini inceledi, tüm ciddi yazarların az ya da çok sahip oldukları altıncı his, onların düşüncelerini deşifre etmesini ve çocuksu kalplerini okumasını sağladı. Kendisiyle birlikte yürüyen mahkûmlara sempatiyle bakıyordu, ilk fırsatta onlarla sohbete girişti. Mahkûmlar ise ona dost canlısı olmaktan uzak, sorgulayan gözlerle bakıyorlardı. Soylu değil miydi; serflere köpek gibi davranıp onları, efendileri aşırılık içinde yaşasın diye bütün hayatları boyunca zahmet çekmeye mahkûm edilmiş köleler olarak görüp tepeden bakan şu uğursuz kalıtsal tiranlar sınıfından gelmiyor muydu? Dostoyevski’ye gülmeyi ve onu mutsuz ederek kendilerini eğlendirmeyi umut ederek onunla sohbete başladılar. İlk sözlerini duyduklarında birbirlerini dürtüp babamla alay ettiler, fakat babam konuşmaya devam ettikçe alaylar ve kahkahalar yavaş yavaş kesildi. Tanrı’yı her şeyin üzerine yerleştiren; ne sınıfın ne de eğitimin insanlar arasında bir ayrım yaratabileceğine, herkesin Tanrı nezdinde eşit olduğuna içtenlikle inanan; böbürlenmek için değil etrafına dağıtabilmek için kültürlenecek kadar uğurlu gerçek bir Hıristiyan, bilge ve mütevazı bir adam görmüşlerdi. Mujiklerin gerçek soylulara, gerçek baréye[45 - Rus halk kitlelerinin soylulara ve aydınlara verdiği isim.] ilişkin düşünceleri bu yöndeydi ama heyhat! Bu tür soylulara pek nadiren rastlamışlardı. Dostoyevski’nin ağzından çıkan her sözle birlikte yol arkadaşlarının gözleri daha da açılıyordu.
Dostoyevski kahramanlarından birinin şahsında kendi portresini çizmek ve yaşamının bir dönemiyle ilişkilendirmek istediğinde sözkonusu kahramana o dönemde sahip olduğu tüm düşünceleri ve duyguları aktarır. Suçlu olmayan, hayatında hiç yargılanıp hüküm giymemiş biri olan Prens Mışkin’in (Budala’da) Petersburg’a vardıktan sonra ölüme mahkûm edilen bir adamın son anlarından başka bir şey hakkında konuşmaması biraz tuhaf görünüyor. Kendisinin tamamen bu düşünce tarafından ele geçirilmiş olduğunu hissediyoruz. Dostoyevski bu tuhaf davranışı, zavallı Prens’in ailesi tarafından gönderildiği sanatoryumun yöneticisinin kendisini bir idamı izlemek için Cenevre’ye götürmüş olduğunu söyleyerek açıklar. İsviçrelilerin, sinir hastalarının tedavisiyle ilgili tuhaf bir fikri var gibi görünmektedir; Prens’i tedavi etmeyi başaramamış olmaları şaşırtıcı değildir. Babam biraz abartılı bu açıklamayı Prens Mışkin’in gerçekte hapishane yaşamındaki ilk yılı boyunca idam iskelesindeki anılarıyla hipnotize olan ve başka hiçbir şey düşünemeyen talihsiz hükümlü, siyasi kumpasçı Fyodor Dostoyevski’den[46 - Dostoyevski’nin kendisini Prens’le özdeşleştirirken züppece bir eğilim içinde olmadığını söylemeye gerek yok. Halka züppece değil de bir kardeş, bir Hıristiyan gibi davrandığında ailesinden gelen yüksek bir kültüre sahip birinin engin ahlaki nüfuzunun kitleler üzerinde etkili olabileceğini göstermek istemiştir.] başkası olmadığını halktan gizlemek için kullanmıştı. Budala’da Prens Mışkin ölüme mahkûm edilen bu adama dair tüm izlenimlerini Epançin ailesinin hizmetkârına anlatır. Daha sonra kendisine idamla ilgili soru sorduklarında Prens şöyle cevap verir: “Hizmetkârınıza izlenimlerimi aktardım, bunun hakkında daha fazla konuşamam.” Epançinler, Mışkin’i bu konuda konuşturmakta büyük güçlük çekerler. Dostoyevski’nin tavrı da tam olarak buydu; çektiği acıları hükümlülere anlattı fakat sonraları Petersburg’un aydınlarıyla bunları tartışmayı reddetti. Onu boşu boşuna hevesle soru yağmuruna tuttular, Dostoyevski kaşlarını çatıp konuyu değiştirdi.
Nastasya Filippovna’ya âşık olan Prens Mışkin’in kadınla evlenmeye talip olmaması, kendisini seven ve onunla evlenmek isteyen bir genç kıza ise, “Ben hastayım, asla evlenemem,” demesi son derece etkileyicidir. Bu muhtemelen Dostoyevski’nin ilk erkeklik döneminde sahip olduğu anlayıştı; hapishaneden çıkana dek bunu değiştirmeyecekti. Dostoyevski ile kahramanı arasındaki benzerlik en küçük ayrıntıları dahi kapsamaktadır. Prens Mışkin Petersburg’a bavulu olmadan, içinde yalnızca temiz bir çarşafın bulunduğu küçük bir paket taşıyarak gelir. Bir kopeği bile yoktur, General Epançin ona yirmi beş ruble verir. Dostoyevski de Sibirya’ya polisin getirmesine izin verdiği, içinde çarşaf bulunan küçük bir paketle gelmişti; bir kopeği bile yoktu, Aralıkçılar’ın eşleri ona İncil’in sayfaları arasına gizlenmiş yirmi beş ruble vermişti.
Dostoyevski’nin Sibirya’da yanına aldığı İncil.
İyi itibarı onu takip ediyordu; Omsk’ta kendisiyle birlikte hapis yatmakta olan yol arkadaşları yeni dostlarına, cezasını kendileriyle birlikte çekecek olan bu tuhaf adamdan, Dostoyevski’den bahsetmişti. Bazı iyi huylu hükümlüler bu genç hasta adamı, romanlarındaki kahramanları düşünmekle son derece meşgul olduğundan gerçek hayatı incelemek için hiç vakit ayıramamış olan bu hayalperesti, nasıl koruyabileceklerini düşünmeye çoktan başlamışlardı. Hükümlüler kendi kendilerine çocukluktan beri tükenmişlik ve yoksunluğa alışkın oldukları halde onlara ağır gelen yaşamın, konfor içinde yetiştirilen ve her şeyden önemlisi, toplumsal konumu sayesinde herkes tarafından saygı görmeye alışmış biri olan Dostoyevski için ne kadar zor olabileceğini düşünüyorlardı. Yaşamın uzun, kendisinin ise hâlâ genç olduğunu, salıverildikten sonra mutluluğun kendisini beklediğini söyleyerek onu teselli etmeye çalıştılar. Rus köylülerine özgü bir duygusal hassaslık gösterdiler. Babam Ölüler Evinden Anılar’da hapishanede üzgün bir şekilde dolanırken hükümlülerin nasıl gelip ona politika, yabancı ülkeler, kraliyet ve büyük şehirlerdeki yaşamla ilgili sorular sorduğunu betimlemiştir. “Verdiğim yanıtlara pek ilgi gösteriyormuş gibi görünmüyorlardı,” diyor babam; “Neden bu gibi bilgiler edinmeye çalıştıklarını hiç anlayamadım.” Gelgelelim bunun yanıtı oldukça basitti; iyi kalpli bir hükümlü Dostoyevski’nin tek başına, bir tür rüyadaymış gibi boşluğa bakarak yürüdüğünü fark etmişti. Onu düşüncelerinden kurtarmayı istiyordu. Bir beyefendinin bayağı şeylerle ilgilenmesi onun kaba zihnine imkânsız görünmüştü, dolayısıyla insan ilişkilerinde usta olan temiz kalpli bu adam babamla politika, yönetim, Avrupa gibi afili konulardan konuşmuştu. Yanıtlar ilgisini çekmiyordu fakat amacına ulaşmıştı. Dostoyevski uyanmıştı, canlılıkla konuşuyordu, melankolisi defolup gitmişti. Hükümlüler babamın içinde üzgün ve acı çeken bir genç adamdan fazlasını görüyorlardı. Onun dehasını sezmişlerdi. Okuma yazma bilmeyen bu mujikler bir romanın tam olarak ne olduğunu bilmiyorlardı fakat yüce bir ırkın yanılmaz sezgisiyle Tanrı’nın bu hayalperesti dünyaya muhteşem işler yapması için gönderdiğini anlamışlardı. Güçlü ahlakının farkına varmışlardı, ona bakabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Dostoyevski Anılar’ında hükümlülerin banyoya gönderildikleri bir gün, içlerinden birinin babamı yıkamak için izin istediğini anlatmaktadır. Bu işi büyük bir dikkatle yapmış, ıslak tahtalarda kaymasın diye tıpkı bir çocuk gibi ona destek olmuştu. Adamın gösterdiği tüm bu dikkat karşısında büyülenen Dostoyevski, “Beni sanki çiniden yapılmışım gibi yıkadı,” der. Babam haklıydı. Aslına bakılacak olursa o, mütevazı dostlarının arasında değerli bir nesneydi. Rus toplumuna büyük hizmetlerde bulunacağını hissettikleri için hepsi onu koruyordu. Bir gün, kendilerine verilen yemeklerden dolayı çileden çıkarak bir gösteri düzenlediler ve Omsk Kalesi Kumandanı’nı görmek istediler. Babam bu gösteride yer almanın kendisi için bir görev olduğunu düşünmüştü fakat hükümlüler onun kendilerine katılmasına izin vermeyecekti.[47 - Yukarıda Dostoyevski’nin Mühendisler Kalesi’nde hiçbir gösteride yer almadığını belirtmiştim. Kendini hükümlülerle özdeşleştirerek onlara Rus soylularına ve aydınlarına göstermiş olduğu saygıdan daha fazlasını göstermişti.] “Senin yerin burası değil,” diye bağırarak hapishaneye geri dönmesi konusunda direttiler. Hükümlüler gerçekleştirdikleri protesto nedeniyle ağır bir cezaya çarptırılma riskini üstlendiklerini biliyor, Dostoyevski’yi korumak istiyorlardı. Bu mütevazı mujikler şövalye ruhuna sahipti. Babama karşı Petersburglu arkadaşlarından, genç yaşında elde ettiği başarıyı zehretmek için ellerinden geleni yapan kötü ve kıskanç yazarlardan çok daha cömerttiler.
Eğer hükümlüler babamı koruduysalar, onlar üzerinde büyük bir ahlaki etki bırakmış demektir. Kendisinden bahsetmek için fazlasıyla mütevazıydı fakat Nekrasov bunu herkese duyuracaktı. Bu şair büyük bir gözlem yeteneğine sahip biriydi. Nekrasov, dergisinde büyük bir iştahla yayımladığı İnsancıklar’da Dostoyevski’nin zekâsının farkına varmıştı. Genç roman yazarıyla tanıştığında kalbinin saflığından ve soylu zihninden etkilenmişti. Dönemin Rus yazarlarının içinde yaşadığı dar, kıskançlık dolu, entrikacı çevre Nekrasov’un babamın arkadaşı olmasını engellemişse de onu asla unutmadı. Dostoyevski Sibirya’ya gönderildiğinde Nekrasov sık sık onu düşünüyordu. Bu şair, köylülerin ruhlarına ilişkin engin bilgisiyle diğerlerinden ayrılıyordu. Tüm çocukluğunu babasının küçük mülkünde geçirmiş, yaşamının ilerleyen dönemlerinde de her yaz oraya gitmişti. Rus halkını ve Dostoyevski’yi tanıyan biri olarak hükümlülerle genç roman yazarı arasındaki ilişkilerin nasıl olabileceğini kendi kendine sorup duruyordu. Şairler şarkılarla düşünürler, Nekrasov da bize muhteşem bir şiir bırakmıştır. Zavallı adlı şiiri, Dostoyevski’nin suçlular arasındaki yaşamını betimlemektedir. Ondan ismiyle bahsetmez -o dönemde çok katı olan Sansür Kurulu buna izin vermezdi- fakat edebiyat çevresinden arkadaşlarına ve daha sonrasında da bizzat Dostoyevski’ye kahramanın kim olduğunu söylemiştir.
Hikâye, bir anlık kıskançlıkla bir kadını öldüren, eskiden toplumun iyi kesimine mensup biri olan bir hükümlünün ağzından anlatılır. Hapishanede en rezil suçlularla ilişkiler kurar, onlar hakkındaki düşüncelerine karşın onlarla içer, onlarla kumar oynar. Diğerlerinden farklı olan bir mahkûm dikkatini çeker. Çok zayıftır, sesi çocuk gibidir; saçları açık renkte ve kuş tüyü gibi güzeldir.[48 - Prens Mışkin’i betimlerken Dostoyevski onun çok zayıf olduğunu, hasta gibi göründüğünü saçının ise neredeyse beyaz denilebilecek kadar sarı olduğunu söyler.] Çok sessizdir, diğerlerinden uzakta yaşar, kimseyle arkadaşlık kurmaz. Hükümlüler ondan hoşlanmaz, çünkü kendisi ağır işler yapamaz. Bütün gün uğraşmasına karşın zayıflığı nedeniyle çok az şey yapabildiğinden dolayı onunla kafa bulup ona “köstebek” derler. Onu itip kakarak kendilerini eğlendirir, gardiyanların acımasız emirleri karşısında beti benzi atıp dudaklarını ısırdığını gördüklerinde ona gülerler. Bir akşam hükümlüler hapishanede iskambil oynayıp kafayı çekmektedir. Uzun süredir hasta olan mahkûmlardan biri ölmek üzeredir; hükümlüler onunla dalga geçmekte, inancı hor gören ağıtlar yakmaktadır. “Sefiller! Tanrıdan korkmaz mısınız siz?” diye yakarır korkunç bir ses. Hükümlüler şaşkınlıkla etraflarına bakarlar. “Köstebek”tir konuşan, şimdiyse bir kartal gibi görünmektedir. Onlara sessiz olmalarını, ölmek üzere olan adamın son anlarına saygı göstermelerini emreder. Tanrı’dan bahsederek eşiğine sürüklenmekte oldukları uçurumu onlara gösterir. O günden itibaren vicdanlarını yitirmemiş olanların üstadı haline gelir. Onu hürmet dolu bir kalabalığın içine alır, sözlerini kana kana içerler. Bu mahkûm ilim irfan sahibidir; hükümlülerle şiir, bilim, Tanrı ve her şeyden önemlisi Rusya hakkında konuşur. Ülkesine âşık, Rusya’nın önünde büyük bir gelecek bulunduğunu öngören bir vatanseverdir. Konuşmalarında dilbazlık yoktur, üslubunun güzelliğiyle ön plana çıkmaz; fakat öğrencilerinin ruhlarına nasıl sesleneceğini, kalplerine nasıl dokunacağını bilmektedir. Şiirde sözkonusu mahkûm, hükümlülerin hürmet ve sevgisiyle sarmalanmış halde ölür. Hastalığı boyunca ona büyük bir adanmışlıkla bakarlar; bir tür sedye yaparlar, temiz hava alıp çok sevdiği güneşi görebilmesi için onu her gün hapishane bahçesine çıkarırlar. Ölümünden sonra mezarı o bölgede yaşayan insanlar için bir hac mekânı haline gelir.
Babam Sibirya’dan döndüğünde Nekrasov ona şiiri gösterip şöyle demiştir: “Bu şiirdeki kahraman sensin.” Dostoyevski bu sözler karşısında çok duygulanmıştı; şiiri çok beğenmişti, fakat edebiyat çevresinden arkadaşları ona Nekrasov’un kendisini gerçeğe sadık kalarak anlatıp anlatmadığını sorduklarında gülümseyerek şöyle demiştir: “Ah hayır, benim önemimi abartmış. Tam aksine, asıl ben hükümlülerin öğrencisiydim.”
Nekrasov’un mu yoksa Dostoyevski’nin mi haklı olduğunu söylemek güç. Bu şiir şairane bir hayalden ibaret olabilir, bununla birlikte Nekrasov’un babam hakkındaki düşüncelerini ortaya koymaktadır. Nekrasov, tıpkı “Zavallı” şiirinde yaptığı gibi ne zaman Dostoyevski’den bahsetse, babamın edebiyat çevresindeki rakiplerinin alçakça karalamalarının hepsinin intikamını alır. Nikolay Strahov dışında Dostoyevski’nin yaşamöyküsünü yazan Rus yazarların, İnsancıklar’ın başarısının ardından genç yazarlar tarafından uydurulan aşağılık iftiraları gerçeğe son derece bağlı kalarak aktarmış olmalarına rağmen hiçbirinin Nekrasov’un şiirinden bahsetmemiş olması ilginçtir. Ne var ki Dostoyevski’nin bu şiirin kahramanı olduğunu bilmiyor olamazlar, zira Dostoyevski bu konuyla ilgili olarak Nekrasov’la arasında geçen konuşmayı bizzat Bir Yazarın Günlüğü’nde kayda düşmüştür. Neredeyse şairin, roman yazarıyla ilgili görüşlerini halktan gizlemeyi tercih etmişler gibi görünmektedir.
Hükümlülerin Dostoyevski’ye Öğrettikleri
Dostoyevski’nin, mahkûmlardan “öğretmenlerim” diye bahsetmesinin bazı nedenleri vardı. Hakikaten de ona, onun için öğrenmesi her şeyden daha önemli olan bir şeyi, güzel ve cömert Rusya’mızı tanımayı ve sevmeyi öğretmişlerdi. Kendini, hayatında ilk kez gerçek bir ulusal merkezde bulduğunda kalbinde annesinin kanının çok daha fazla ve çok daha yüksek sesle konuştuğunu hissetmişti. Ülkemizin gerçek gücü olan Rus cazibesini fark etmeye başlamıştı. Rusya, düşmanlarını ateş ve kılıçla fethetmemiştir; engin Rus İmparatorluğu’nu inşa eden şey Rusya’nın kalbidir. Ordumuz zayıftır, zavallı askerlerimiz sık sık mağlup olur; fakat geçtikleri her yerde ölümsüz anılar bırakırlar. Yenilenleri ezmek yerine onlarla kardeşlik bağı kurar, onlara kalplerini açar, yoldaşlarıymış gibi davranırlar; bu cömertlikten etkilenen yenilenler ise onları asla unutmazlar. “Rus bayrağı bir yerde dalgalandı mı orada baki kalır,” deriz Rusya’da. Yurttaşlarım cazibelerinin bilincindedirler.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403330?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Rus köylüsü. (ç.n.)
2
Bu imrenme Dinyeper kıyılarında yaşayan, Ukraynalıların ve Rusların atası olan Slavların kendileri adına Norman prenslerinin onları yönetmesini arzulamalarına yol açmıştı. Prens Rurik’e Kiev Büyük Düklüğü’nün tacını sunmak için bir heyet gönderdiler. Muhtemelen Litvanya’nın bir bölgesini yönetmekte olan bir Norman prensinin kardeşi ya da küçük oğlu olan Rurik tacı kabul ederek Norman maiyetiyle birlikte Kiev’e geçti. Rurik’in soyundan gelenler ilk başta Büyük Dük, sonraları ise Çar sıfatıyla on yedinci yüzyıla dek Rusya’da hüküm sürdüler. Rurik soyundan gelenlerin sonuncusu Moskova’da öldüğü zaman Rusya bir anarşi döneminden geçti; ta ki boyarlar Litvanya kökenli, yani son derece Normanlaşmış bir Slav aileye mensup Mihail Romanov’u Çar seçinceye kadar. Romanovlar birkaç yüzyıl boyunca sırayla hüküm sürdüler, Rus halkı tarafından sevilip saygı gördüler. Rus milletinin iki kez Normanları ya da Normanlaşmış Slavları prens olarak seçmiş olduğu gerçeği, yurttaşlarımın kavgacı karakteriyle kolayca açıklanabilir. Sonunda tek bir anlamlı söz dahi söylemeden on saat boyunca nutuk çekmeye kadir, sözlerine son vermek nedir bilmeyen konuşmacı ve tartışmacılar olan Ruslar asla anlaşamazlar. Aklı başında, sözden tasarruf edebilen, icraatta üretken Normanlar, Rusların birbirleriyle barış içinde yaşamalarını sağlamış, ülkemizde düzeni sağlamışlardır.
3
Tuna bölgesinde, Transilvanya’da, Rusya’da soylulara verilen unvan. (ç.n.)
4
Litvanya ve Ukrayna tarihiyle ilgilenen modern tarihçiler Normanlardan nadiren bahseder. Bununla birlikte sıklıkla Vareglerden söz eder ve bunların Litvanya’da hatta Ukrayna’da büyük rol oynadığını öne sürerler. Varegler aslında Normandır, çünkü vareg kelimesi eski Slavcada “düşman” anlamına gelmektedir. Normanlar sürekli olarak Slavları alt ettikleri için Slavlar onları “düşman” olarak anmıştır. Slavlar genel olarak az meraklı insanlardır, komşularının hangi ırka mensup olduklarını bilmekle pek ilgilenmezler; onlara süslü isimler vermeyi tercih ederler. Bu nedenle Ruslar, Almanlarla ticarete başladıklarında onlara eski Rusçada “budala” anlamına gelen “Nemzi” adını vermişlerdir, çünkü Almanlar onların dilini anlamamış, sorularına cevap verememiştir. Rus halkı Almanlara hâlâ “Nemzi” der. “Alman” ya da “Töton” isimleri yalnızca aydınlar tarafından kullanılır.
5
(İng.) Litvanya’nın Dünü Bugünü. (ç.n.)
6
Rusya ve Polonya’ya duydukları nefret nedeniyle Litvanyalılar damarlarında Slav kanının aktığını dahi reddetmişlerdir. Yine de Finno-Türk’ten daha ziyade Slav olduklarını görebilmek için onlara bir bakış atmak yeterlidir.
7
Hiçbir şekilde başkalarıyla karışmamış Finno-Türkler olan Finler, Estonlar ve Letonlar Protestanlığı şevkle kabul edip buna sadık kalmışlardır. Litvanların Protestanlığa karşı her zaman göstermiş oldukları düşmanlık kendilerinin Slav kanına sahip olduğunu geri kalan her şeyden çok daha ikna edici bir şekilde kanıtlamaktadır. Ortodoks ya da Katolik inancını kolaylıkla kucaklayan Slavlar, Luther’in öğretisini asla anlayamadılar.
8
Bununla birlikte Almanlar, Litvanya’nın, Litvanyalı Borussi kabilesinin yaşadığı bir bölümünü ellerinde tuttular. Bu bölgeyi Almanlaştırarak buraya Prusya adını verdiler. Prusyalılar Alman değil, Litvandır; önce Normanlaştırılmış sonra da Almanlaştırılmışlardır. Güçlü karakterleri ve Almanya’da oynadıkları önemli rol kendilerinin Norman karakterinden kaynaklanmaktadır. Prusyalı Junkerlerin büyük bir çoğunluğu doğrudan kadim Norman şeflerinin soyundan gelmektedir.
9
Ortodoks Kilisesi’nde yalnızca keşişler -Kara Ruhbanlar- başpiskopos olabilir. Beyaz ruhbanlar, yani evli rahipler üst mevkilere yükselemezler. Eşlerini kaybettiklerinde genellikle keşiş olur, kariyerlerinin peşinden gidebilirler.
10
Kendisinin Litvanya’nın Dünü ve Bugünü adlı çalışmasına bakınız.
11
Hetmanlık, Ukrayna askeri hiyerarşisinde en üst rütbedir. Bu sözcüğün, dilimizdeki “ataman” sözcüğünden geldiği düşünülmektedir. (ç.n.)
12
Eleştirmenler beni her zaman eşanlamlı olmayan “soylu” ve “aydın” kelimelerini birbirine karıştırmakla itham edebilir. Fakat unutmamaları gerekir ki bir zamanlar proletarya ve orta sınıflar için eğitim almak imkânsızdı. Litvanya’nın başlıca eğitimcileri olan Katolik ve Ortodoks din adamları yalnızca soyluların çocuklarıyla, yani geleceğin yasa koyucuları ve ülkelerinin yöneticileriyle ilgileniyorlardı.
13
Büyük Leh şair Mickiewicz’in Litvanyalı olduğu düşünülmektedir. Şiirlerinden biri şöyle başlar: “Litvanya, ülkem.”
14
Leh ve Litvan soylularının soy isimleri “ski” sonekiyle biter.
15
Litvanya kökenli büyük Rus aileler arasında özellikle son zamanlara dek hüküm süren ailenin Borussi kabilesine mensup ataları Romanovları; Litvanca isimleri Saltik olan Solitikovları ve Dük Guedimin’in soyundan gelen Golitsinleri saymak gerekir. Polonya’da da Jagellon kraliyet ailesi de dahil olmak üzere aristokrat ailelerin çoğunluğu Litvanya kökenliydi.
16
Verst, 1,0668 kilometreye karşılık gelen Rus ölçü birimidir. 150 verst yaklaşık olarak 160 kilometreye karşılık gelmektedir. (ç.n.)
17
Kalıtsal soyluluk unvanı taşımayan kimse soyluluk kütüğüne kaydedilmezdi. Rus soylular Leh, Litvan, Ukraynalı, Baltık ve Kafkas soylularını birliklerine hevesle kabul ettiler.
18
On sekizinci yüzyılda Ruslar kalıtsal soylularına hâlâ Schliahetstvo diyordu. Bu sözcük artık kullanılmıyor, ayrıca Rus soylularının büyük bir çoğunluğu kalıtsal soyluluk kurumlarının Litvanya kökenli olduğunun farkında değildir.
19
Babamın müthiş arkadaşı yazar Strahov, hatıratında kendisinin Dostoyevski’yle ciddi şeyler konuşmak istediğini, onun şakalarını dinlemeyi sevmediğini çünkü kendi kanısına göre Dostoyevski’nin her zaman à la française (Fransız tarzı) bir mizah anlayışına sahip olduğunu söylemektedir. Fransız mizahının özü olan söz ve imge oyunları daha katı muhabbetleri seven yurttaşlarım tarafından pek değer görmemektedir. Strahov, Dostoyevski’nin yalnızca sohbetlerinde değil yazılarında da à la française mizah yaptığını düşünmekteydi. Hiç şüphe yok ki bu, Dostoyevskilerin zihinlerinin kalıtsal olarak Latinleşmesinin sonucuydu. yalnızca kendi akrabalarıyla görüştü. Ne bir çocukluk arkadaşı ne de babasını ziyarete gelecek eski dostları vardı.
20
Karamzin’in History of Russia (Rusya Tarihi) kitabı, babamın en sevdiği kitaptı. Çocukluğunda bu kitabı tamamen ezberleyene kadar tekrar tekrar okumuş. Bu durum son derece ilgi çekicidir zira Rusya’da yalnızca çocuklar değil yetişkinler dahi ülkelerinin tarihi hakkında çok az şey bilir.
21
Litvanyalılar ormanlarını asla unutmazlar, nesiller önce terk etmiş olsalar bile onlara tapmaya devam ederler. Bir Yazarın Günlüğü’nde Dostoyevski şöyle der: “Bütün hayatım boyunca mantarlarıyla, meyveleriyle, böcekleri, kuşları ve sincaplarıyla ormanı sevdim; ıslak yapraklarının kokusuyla mest oldum. Şu an bunları yazarken bile huş ağaçlarının kokusunu alabiliyorum.”
22
Büyükbabamların dört oğlu ve dört kızı olmak üzere sekiz çocuğu vardı. Bunlardan biri, Vera Halamın ikiz kardeşi ölü doğmuştu. Babaannem yalnızca çocuklarından birini, geri kalan herkesten daha çok sevdiği en büyük oğlu Mihail’i emzirebilmişti. Diğer çocuklar, Moskova çevresindeki köylü kadınlar arasından seçilen sütanneler tarafından emzirildi.
23
Ukrayna’da eşine sıkça rastlanan bir ad olan Kotelenitski ailesine mensuptu. Aydınlardan oluşan bir aileydi, babaannemin amcası olan Vasil Kotelenitski Moskova Üniversitesi’nde profesördü. Hiç çocuğu yoktu, büyük yeğenlerine çok düşkündü, sıklıkla babamı ve erkek kardeşlerini Novinskoye’deki evinde uzunca bir süre kalmaya davet ederdi.
24
Derebeylik toplum düzeninde toprakla birlikte alınıp satılan köle. (ç.n.)
25
Andrey Amcam hatıratında büyükbabamın, oğullarının yalnız başına dışarı çıkmalarına asla izin vermediğini ve onlara hiç para vermediğini söyler. Onların davranışlarını büyük bir kıskançlıkla izler; en masum flörtleşmeye bile tahammül etmezmiş. Bu genç sofular yazdıkları şiirler haricinde kadınlardan bahsetmeye cesaret dahi edememişlerdi. Genç Rusların aşk maceraları erken yaşta başladığından onların bu iffetli halleri Mühendishane’deki arkadaşları için pek tabii ki büyük bir eğlence kaynağı olmuştu. Dostoyevski, kendi adına, arkadaşlarının kinizminden çok çekmiş olmalı. Karamazov Kardeşler’de babam Alyoşa’nın okul arkadaşlarının müstehcen konuşmalarını işitmemek için kulaklarını kapadığını anlatırken muhtemelen kendi tecrübelerinin bir resmini çizmekteydi.
26
O günlerde demiryolu yoktu. Yolcular genellikle at arabasıyla ya da troykayla seyahat ederdi ki bu şekilde Moskova’dan Petersburg’a gitmek neredeyse bir hafta sürerdi.
27
Büyükbabam, oğlunu Petersburg’taki okula yerleştirdiğinde önemli bir idari görevde bulunan akrabası General Krivopiçin’in nezaketine güvenmişti. Ama Krivopiçin Moskovalı akrabasını sevmiyordu ve babam için hiçbir şey yapmayacaktı. Gelgelelim büyükbabamın vefatının ardından General yükümlülüklerini hatırladı, babamı görmek için Mühendishane’ye giderek onu evinde kalmaya davet etti. O zamana dek on sekizine basmış olan Dostoyevski, kardeşi Mihail’e yazdığı mektuplarda kendilerinden sevgiyle bahsettiği bütün Kripoviçin ailesinin gözdesi haline gelmişti.
28
Mühendishane, Petersburg’ta bu isimle biliniyordu. Paul Sarayı aslında kadim bir kaleye benziyordu.
29
Büyükbabamın Moskova’daki konumu bir albayınkine denkti.
30
Arkadaşlarını hor görmesine rağmen onlarla ilişkisini asla kesmedi. Mühendishane’nin eski öğrencileri onun, okula geldiklerinde yeni öğrencileri korumaya her zaman hazır olduğunu, onları büyük çocukların tiranlığına karşı savunduğunu ve derslerinde yardımcı olduğunu hatırlarlar. Sözkonusu dönemde sınıfların belletmenliğini üstlenen genç bir subay olan General Saveliyev hatıralarında okul yönetiminin Dostoyevski’nin güçlü bir karaktere, derin bir haysiyet anlayışına sahip yüksek kültürlü bir genç olduğunu düşündüklerini belirtmektedir. Üstlerinin emirlerine gönülden uyar, fakat kendisinden büyük arkadaşlarının buyruklarına boyun eğmeyi reddeder ve onların gösterilerinden uzak dururdu. Bu oldukça karakteristik bir özellikti, zira Rus okullarında çocuklar genellikle büyüklerine, öğretmenlerinden daha çok saygı gösterirlerdi.
31
Babamın bu dönemde başka bir arkadaşı daha olmuştu, Çermak’ın okulundan eski arkadaşı genç Şitlovski. Bilmediğim bir nedenden dolayı Şitlovski çok seyahat eder, bazen Reval’e bazen de Petersburg’a giderdi. Genç Dostoyevski’ye gönderilen şeylerin taşıyıcısı görevi görürdü. Şitlovski bir şair, idealist ve bir mistikti. Babam üzerinde büyük bir etkisi olmuştu. Muhtemelen Litvanya kökenliydi.
32
Aile içinde anlatıldığına göre Dostoyevski ilk sara nöbetini babasının öldüğünü duyduğunda geçirmiş. Nasıl bir ruh halinde olduğunu ancak tahmin edebiliriz, zira ağabeyi Mihail’le aralarında gerçekleşen ve yaşamının bu bölümüne ışık tutabilecek tüm yazışmalar yok edildi. Sonrasında ise kardeşler mektuplarında babalarından hiç söz etmediler, muhtemelen bu konu her ikisi için de fazlasıyla acı vericiydi. Babasının katledilmesinden önceki son mektupta yer alan bazı cümlelerden Dostoyevski’nin, babasının taşradaki hayatıyla ilgili çeşitli olaylardan haberdar olduğu sonucuna ulaşabiliriz. “Zavallı babam!” diye yazmış ağabeyi Mihail’e, “Ne olağanüstü bir karakter. Ah! Ne talihsizlikler geldi başına! Onu teselli edemiyor olmam ne yazık! Ama biliyor musun, babamızın herhangi bir yaşam felsefesi yok. Elli beş yıldır yaşıyor ve insanlara ilişkin görüşleri hâlâ otuz yaşındayken sahip olduklarıyla aynı.” Her zaman olduğu gibi Dostoyevski’nin öngörüsü, babasının talihsizliklerinin başat nedenini tahmin etmesini sağlamıştı. Büyükbabam bütün hayatını bir Litvan olarak sürdürdü, Rusların karakterini anlama zahmetine girmedi. Cehaletinin bedelini ağır şekilde ödedi.
33
Yukarıda da gördüğümüz üzere burası büyükbabamın öldürüldüğü, Çermaşnaya’da yer alan arazisine giden güzergâhta yer alıyordu.
34
Baş ağrıları, sindirim güçlükleri vb. fiziksel rahatsızlıklar ve ruhsal görevlerde gevşeme ve bitkinlik biçiminde görülen, sinirsel güçlerin zayıflamasından doğan nevroz, sinir argınlığı. (ç.n.)
35
Eugenie Grandet’nin muhteşem çevirisini bu dönemde gerçekleştirmişti.
36
Bu kitabın adı İnsancıklar’dı. Bu romanı yazmaya koyulmadan önce babam bir trajediye, daha sonra Boris Godunov adlı bir drama yazmak için bir kenara bırakacağı Mary Stuart’a başlamıştı. Bahsi geçen konu seçimleri çok önemlidir. Muhtemelen ilk gençliğinde baba tarafından atalarının Norman kanı ile Moskovalı atalarının Moğol kanı Dostoyevski’nin kalbinde birbiriyle savaşıyordu. Fakat en güçlüsü Slav mizacıydı, Norman ve Moğol atacılığına baskın gelmişti. Dostoyevski, Mary Stuart ve Boris Godunov’u terk edip bize Slavlara özgü büyüleyici acıma duygusuyla dolu İnsancıklar’ı verdi.
37
Turgenyev, babamın komik bir tablosunu çizdiği bir taşlama kaleme almıştı.
38
Dilimize İnsancıklar olarak çevrilen romanın Rusça aslı Bednyye Lyudi, yani “Yoksul İnsanlar” adıyla yayımlanmıştır. (ç.n.)
39
Dostoyevski Öteki üzerinde çok düşünmüştü. Sibirya’dan döndükten sonra ağabeyi Mihail’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Bu müthiş bir fikirdi, ilk kez benim tarafımdan yaratılıp sunulacak, büyük bir sosyal öneme sahip yeni bir türdü.”
40
Babamın arkadaşları hatıratlarında onun kafelerde tanıştığı yabancıları sık sık misafirliğe davet ettiğini, bütün gününü onların sohbetlerini ve öykülerini dinleyerek geçirdiğini aktarıyorlar. Babamın arkadaşları, onun böylesi eğitimsiz insanlarla konuşmaktan nasıl bir zevk duyduğunu anlayamıyorlardı; sonra, romanlarını okuduklarında karşılaşmış oldukları bu tipleri tanıdılar. Tüm yetenekli genç adamlar için geçerli olduğu gibi Dostoyevski’nin de bu dönemde yalnızca doğal modelleri kullanarak bir resim ortaya koyabildiği açıktır. Daha sonraları modellere ihtiyacı kalmadı, kendi tiplerini kendi yarattı.
41
Babamın çok sevdiği ve muayene olduğu Dr. Yanovski, Dostoyevski’nin hapse düşmeden çok önce epilepsiye çok benzeyen bir sinir rahatsızlığından mustarip olduğunu söylemektedir. Yukarıda da bahsettiğim gibi, babamın ailesi onun ilk nöbetini büyükbabamın trajik ölümünü öğrendiğinde geçirdiğini belirtmişti. Bu rahatsızlık Dostoyevski’nin hapisliğinin ertesindeki şiddetli haline bürünmemiş olsa da sekiz yaşındayken halihazırda epilepsiden mustarip olduğu açıktır.
42
Babamı yaşamının o dönenimde çok iyi tanıyan Dr. Riesenkampf hatıratında şunları yazar: “Yirmi yaşındaki bir genç adam genellikle kadınları kafasına koyup tüm genç güzellerin peşinden koşar. Dostoyevski’dekine benzer bir duruma daha önce hiç şahit olmamıştım. Kadınlara karşı kayıtsızdı hatta onlara karşı antipatisi vardı.” Riesenkampf, bununla birlikte Dostoyevski’nin arkadaşlarının aşk ilişkileriyle ilgilendiğini ve duygusal şarkılar söylemekten hoşlandığını ekler. Bahsi geçen şarkı söyleme alışkanlığı ömrünün sonuna kadar ona keyif vermeye devam etmiştir. Odasında tek başınayken genellikle kısık sesle şarkı söylerdi.
43
Petraşevski örgütünün üyelerinden biri, kişisel görüşüne göre ekipteki tek tipik kumpasçının Dostoyevski olduğunu söylemişti. Sessiz ve sakindi, Rus anlayışının peşinden gidip kalbindekileri herkese açmaya yatkın biri değildi. Bu suskunluk yaşamı boyunca devam etti. Anneme karşı bile bu tavrını korumuştu, kadıncağız evliliklerinin ilk günlerinde babamı geçmiş yaşamıyla ilgili konuşturmakta çok zorlanmıştır. Ancak daha sonra, Dostoyevski ikinci karısının kendisine ne kadar bağlı olduğunu fark ettiğinde kalbini açmış, hiçbir sırrını ondan gizlememiştir.
44
I. Nikolay’ın hükümdarlığının başlarında ona karşı kurulan siyasi kumpasa karışan kişiler. Otokratik yönetimi devirme girişimlerini aralık ayında gerçekleştirmişlerdi, bu nedenle isimleri “Aralıkçılar”dı. Cezalarını çekecekleri yere gönderilmiş, eşleri de onların peşinden gitmişti. Kadınlar, Petraşevski kumpası döneminde cezalarını çoktan tamamlamış olan, fakat hâlâ Sibirya’da polis gözetiminde kalmaları gereken kocalarından daha özgürdüler. Aralıkçılar, Rusya’da bir aristokrat cumhuriyet ilan etmeyi ve iktidarı soylular birliği mensupları arasında bölüştürmeyi istemişlerdi. Soylular, Aralıkçılar’a her zaman derin bir saygı beslemiş, onları şehit olarak görmüşlerdir.
45
Rus halk kitlelerinin soylulara ve aydınlara verdiği isim.
46
Dostoyevski’nin kendisini Prens’le özdeşleştirirken züppece bir eğilim içinde olmadığını söylemeye gerek yok. Halka züppece değil de bir kardeş, bir Hıristiyan gibi davrandığında ailesinden gelen yüksek bir kültüre sahip birinin engin ahlaki nüfuzunun kitleler üzerinde etkili olabileceğini göstermek istemiştir.
47
Yukarıda Dostoyevski’nin Mühendisler Kalesi’nde hiçbir gösteride yer almadığını belirtmiştim. Kendini hükümlülerle özdeşleştirerek onlara Rus soylularına ve aydınlarına göstermiş olduğu saygıdan daha fazlasını göstermişti.
48
Prens Mışkin’i betimlerken Dostoyevski onun çok zayıf olduğunu, hasta gibi göründüğünü saçının ise neredeyse beyaz denilebilecek kadar sarı olduğunu söyler.