Dokuz Diyar

Dokuz Diyar
Mary E. Litchfield
İskandinav mitolojisinde dokuz diyar vardır; Odin’in hükmettiği tanrılar diyarı Asgard, insanların diyarı Midgard, Vanirlerin diyarı Vanaheim, devlerin diyarı Jotunheim, buz diyarı Niflheim, ateş diyarı Muspelheim, elflerin diyarı Alfheim, cücelerin diyarı Nidavellir, ölülerin diyarı Helheim. Bu dokuz diyarı birbirlerine Yggdrasil adlı devasa bir dişbudak ağacı bağlar. Maceralarıyla tüm dünyayı etkileyen Odin, Thor, Loki, Baldur, Heimdall gibi tanrılar bu diyarlarda yaşarlar.

Dokuz Diyar, Kuzey’in mit ve efsanelerini, bu diyarların inanç ve hikâyelerini bir araya getiriyor. Edebiyatın ve sinemanın beslendiği en önemli kaynaklardan olan İskandinav mitolojisinin tanrıları, tanrıçaları, insanları, elfleri, devleri, cüceleri, yaratıkları ve savaşçıları yüzyıllardır olduğu gibi bugün de insanoğlunun hayal gücünü şekillendirmeye devam ediyor.

Mary E. Litchfield
Dokuz Diyar. İskandinav Mitolojisinden Hikâyeler

YAZARIN ÖNSÖZÜ
İskandinav tanrılarını konu alan bu hikâyeler yazılırken Anderson’ın kaleme aldığı Norse Mythology, Rydberg’in Teutonic Mythology ile Younger Edda adlı eserlerinin çevirileri, Stallybrass’ın tercüme ettiği, Grimm tarafından yazılan Teutonic Mythology ve Thorpe tarafından tercüme edilen Saemund’un yazdığı Edda benim için zengin birer kaynak oldu.
Her yaştan insanın keyifle okuyabileceği hikâyeler yazmayı amaçladım. İskandinav mitolojisine olan ilgim, çok uzun seneler önce iki kitap sayesinde doğdu: Heroes of Asgard (A. & Keary) ve Wonderful Stories of Northern Lands (Julia Goddard). Bu kitap, birçok açıdan, aynı konu üzerine yazılan hiçbir kitaba benzemez. Bunu ise kısmen Rydberg’in araştırmalarına borçlu; çünkü mitolojinin kozmografisine dair belirgin düşüncüleri ilk kez ortaya koyarak ortada bulunan tutarsızlıkları gideren ilk isim Rydberg olmuştur.
Tanrıların hikâyesini, çok fazla sayıda okuma yaptıktan ve çok uzun süre düşündükten sonra zihnimde canlandığı şekliyle yazdım. Özellikle “Tanrıların Alacakaranlığı”nda olmak üzere, bazı bölümlerde Saemund’un Edda’sındaki şiirlerde yer alan sözcükler kullanıldı. “Vala’nın Kehaneti”nin ve diğer kehanetlerin bir kısmını Odin’e söyletme özgürlüğünü kendimde gördüm, çünkü Edda’larda Odin, gelecekte gerçekleşecek her şeyi bilen tanrı olarak tasvir edilmiştir. Baldur’un hikâyesinde, Younger Edda’nın yazarı yerine Rydberg’i esas aldım. Rydberg, Younger Edda’nın yazarının birçok örnekte eski mitolojiden ayrıldığını, Baldur mitinde ise bu durumun özellikle göze çarptığını öne sürüyor. Ayrık hikâyelerden dramatik bir bütün yaratmak için bunları birleştirecek bazı bağlantılar kurmak, bazı karakterleri ise öne çıkarmak gerekiyordu. Esas karakter olarak Loki’yi seçtim. Rydberg tarafından betimlenen haliyle Thiassi de önemli bir rol oynuyor. Eski hikâyelerde bayağı ya da şiirsellikten uzak olan her şey dışarıda bırakıldı; dışarıda bırakılanlardan daha fazlasıysa hayal gücüm tarafından hikâyelere dahil edildi. Örneğin, “Odin Bilgelik İçin Mimir’e Gidiyor” isimli bölümün tek dayanağını, “Odin’in Rün Şarkısı”ndan alıntılanan dizeler oluşturuyor.
Sorularımı nezaketle cevaplayan ya da eleştirileriyle bana yardımcı olan herkese, en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Giriş
Yüzyıllar önce yaşayan atalarımız çok sayıda tanrıya inanıyordu. Gelgelelim bu tanrıların hikâyeleri, kutsal kitaplarda değil, insanların hafızasında yazılıydı. Çünkü o eski günlerde, Kuzey Avrupa’da yaşayan Tötonların yazılı bir dili yoktu[1 - Rün adı verilen birkaç harf vardı ki bu harflerin büyülü nitelikler taşıdığı düşünülüyordu. (yazarın notu)]. Atalarımız, önceki nesillerden teslim aldıkları gelenekleri yüzyıllar boyunca çocuklarına aktardılar; ta ki Hıristiyanlık gelip bu kadim dinin yerini alana dek.
Ne var ki bundan sonra bile, sözü edilen tanrılara duyulan inanç, en ücra köşelerde varlığını sürdürmeye devam etti. En nihayetinde, İzlanda’da, bu tanrılarla ilgili hikâyelerin bazıları toplanarak yazıya geçirildi. Bunların yazıldığı kitaplara Edda adı veriliyor. İki tür Edda bulunuyor: Birincisi, şiirlerden oluşan Elder Edda veya diğer adıyla Saemund’un Edda’sı; diğeri ise nesir halinde yazılmış Yeni Edda veya diğer adıyla Snorre Sturleson’un Edda’sı.
İzlanda’da derlenen bu hikâyeler Avrupa’da yüzlerce yıl öncesinde anlatılan hikâyelere pek benzemiyor olabilir, çünkü ağızdan ağıza gerçekleşen aktarımlar her nesilde doğal olarak bir miktar değişikliğe uğrayacaktır. Yine de bu hikâyeler, savaşçı atalarımızın inandığı tanrıların gerçek özelliklerini bizlere genel itibarıyla sunuyorlar. Bu kitapta işlenen hikâyeler, büyük ölçüde, yukarıda anılan Edda’ları temel alıyor. Atalarımız, dünya hakkında çok az şey biliyorlardı, gördükleriyse Dünya’nın düz olduğunu düşünmelerine neden olmuştu; Dünya, Okyanus adını verdikleri bir nehir tarafından çevrelenen devasa, düz bir bölgeydi. Bir yerine, şu şekilde konumlanmış dokuz diyarın bulunduğuna inanıyorlardı:


Hepsinin üstünde, Odin ya da diğer adıyla Wodan tarafından hükmedilen; Æsir’in, yani tanrıların evi Asgard vardı. Hemen altında, etrafını Okyanus adı verilen nehrin çevrelediği, insanların dünyası Midgard geliyordu. Aynı düzlem üzerinde, Okyanus’un ötesinde ise üst dev diyarı Jotunheim bulunuyordu.


(1) Niflhel ya da Niflheim’de bulunan, Yggdrasil’in kuzey kökünün altındaki Hvergelmir Kaynağı.
(2) Yggdrasil’in orta kökünün altında, Mimir’in topraklarında bulunan Bilgelik Kuyusu.
(3) Urd’un topraklarında, Yggdrasil’in güney kökünün altındaki kuyu.
(4) Vanir’in yurdu.
(5) Mimir’in topraklarında yaşayan elflerin yurdu.
(6) Baldur’un Asmégir’le birlikte yaşadığı kale.
(7) Bifrost’un Heimdall tarafından korunan kuzey ucu.
(8) Bifrost’un Urd’un kuyusu yakınlarında bulunan güney ucu.

Bunların çok altında ise yeraltı diyarı uzanıyordu, üstündeki diyarlara kıyasla çok daha geniş topraklara sahipti; ayrıca dokuz diyarın dördüne ev sahipliği yapıyordu. Kuzeyde alt dev diyarı, soğuk, karanlık ve puslu Niflheim vardı. Güneyde Urd ve iki kız kardeşi, ölüler krallığına hükmediyordu. Bu iki bölge arasında ise Mimir’in toprakları bulunuyordu, burada yaşlı bilge devin yanı sıra birçok yüce yaratık varlığını sürdürüyordu. Bu yaratıklardan bazıları Gece (kadim ana), aydınlık Gündüz ve şafak elfi Delling’di.
Güneş ve Ay’ın bile evleri oradaydı, bazı bölgelerinde ise elfler ve cüceler yaşıyordu. Mimir’in topraklarının batısı, Æsir’e akraba olan asil ırk Vanir’in yuvasıydı. Vanir’in bazı üyeleri Asgard’da da yaşıyordu.
Daha aşağıda bulunan bölgeler de vardı: Urd’un toprakları altında bulunan yeraltı ateşi toprakları (Surt’un derin ateş vadileri) ve Niflheim’in altındaki işkence diyarı.
Tüm bu diyarları iki şey birleştiriyordu: Bir ağaç ve bir köprü.
Titrek köprü Bifrost’un[2 - Rydberg, Bifrost’un aslında gökkuşağı değil, Samanyolu olduğunu iddia etmektedir. (y. n.)] azametli kemeri Asgard’ın üzerinden geçiyor, kuzey ucu Niflheim dağlarına, güney ucu ise Urd’un topraklarına ulaşıyordu. Bifrost, Urd’un topraklarındaki mahkeme salonuna her gün giden tanrılar için çok kullanışlı bir köprüydü; ancak düşman devler onun yardımıyla Asgard’a geçmesinler diye dikkatle gözetilmeliydi. Saf ve bilge bir Van olan Heimdall, bu köprünün kuzey ucunu kolluyordu. Kulakları öylesine hassastı ki çimlerin bitişini, koyunların sırtında gürleşen kılların sesini duyabiliyordu; üstelik kuşlardan bile daha az uyuyordu.
Dokuz diyarı bağlayan ağaca Yggdrasil[3 - Yggdrasil, bir dişbudak ağacıydı. (y. n.)] diyorlardı. Üç ana kökü, yeraltı diyarında bulunan üç kaynakla sulanıyordu. Bu ağacın kökçükleri Surt’un derin vadilerine ve işkence diyarına kadar ulaşıyordu. Bu muhteşem ağacın dalları en ücra topraklara bile uzanıyor, özüyle her yere hayat taşıyordu. Yılanlar onun kökleriyle besleniyor; geyikler, sincaplar ve kuşlar onun dalları arasında yaşıyordu. Asgard’ın çok çok üstünde yer alan en üstteki dalında ise horoz Vidofnir tüm ışığıyla göz alıyordu. Yggdrasil, tam anlamıyla bir “hayat ağacı”ydı.
Şu Kuzeyli insanlar, çok tuhaf bir yaratılış hikâyesine inanıyorlardı. Bununla beraber bu hikâye çok, çok eski olduğu için bir hayli ilginçtir.
Başlangıçta iki diyar vardı: Kuzeyde donduran sis diyarı; güneyde ise hırçın alev diyarı. Bu iki bölge arasında da geniş boşluk Ginungagap bulunuyordu; her yanı karanlık ve bomboştu.
Soğuk diyar Niflheim’de bulunan büyük bir kaynaktan on iki nehir doğdu. Bu nehirlerden bazıları boşluğa doğru akmaya başladı ve Niflheim’e yakın olan bölgeyi donmuş buhar tabakalarıyla doldurdu. Ateş diyarı Muspelheim’de ise alevler öylesine hırçındı ki Ginungagap’a doğru saçılmaya başladılar, yanlarında bir dolu kıvılcımı taşıyorlardı. En sonunda bu kıvılcımlar donmuş buhar tabakasıyla buluştu ve kocaman bir dev ortaya çıktı. Bu devin adı Ymir’di.
Bu dizeler, eski şiirlerden birinin tercümesinden alınmıştır:
Kadim zamanlarda Ymir’in
ne kumda ne denizde
ne de buz gibi dalgalarda
yaşadığı bir zaman vardı;
dünya yoktu
gökler de öyle,
sadece kaos dolu bir boşluk.
Böyleydi işte
Bur’un oğulları gelip
gökkubbeyi yükseltmeden önce
orta dünyayı şekillendiren de
bu asil varlıklardı yine[4 - “Volüspa”, Saemund’un Edda’sı (çev. Thorpe). (y. n.)].
Ymir’in yaratılışından çok kısa bir zaman sonra bir inek, Audhumla, ortaya çıktı ve dev Ymir bu ineğin sütüyle beslendi. İnek, donmuş buhar kütlelerini yalamaya başladı, zira bunlar esasında tuzdu. Audhumla buzları yalarken, ilk akşam, bir adamın saçı göründü, ikinci akşam başı göründü, üçüncü akşamda ise adam tümden görünür hale geldi. Adı Bur’du. Oldukça heybetli, hoş bir adamdı; epey de güçlüydü. Bor adında bir oğlu vardı.
Muazzam dev Ymir’in kolunun altından biri oğlan, biri kız iki çocuk peydah oldu. Onlar da devdi, yine de özlerinde iyilik vardı; birçok müthiş canlının atası oldular. Erkek çocuk Mimir, büyüyüp tüm Dokuz Diyar’ın en bilgesi oldu. Ne yazık ki büyük bir savaşta hayatını kaybetti. Odin, Mimir’in başını kesip sakladı; bu baş da sanki Mimir’in kendisi hayattaymış gibi Odin’e güzel tavsiyeler vermeye devam etti. Yüce tanrıça Gece, Ymir’in kızıydı. Ymir’in kolunun altından doğan kızın adıysa Bestla’ydı. Bu kız, Odin’in annesiydi.
Mimir ve Bestla’dan iyi ve bilge devler, Ymir’in altı başlı oğlunun soyundan ise kötü devler ve yaratıklar türüyordu. Bu yaratık, Ymir’in ayağından peydah olmuştu. Onun soyundan gelenler o kadar güçlüydü ki en sonunda Odin’i yenip dünyanın yıkımına sebep olacaklardı. Gelgelelim tanrıların çöküşü, biraz da kendi eksikliklerinden dolayı gerçekleşecekti; çünkü kendilerine karşı büyüyen kötülük tohumlarına karşı koyacak kadar güçlü ve asil değillerdi.
Odin ve iki erkek kardeşi, Dev Ymir’i katledip bedenini boşluğun ortasına taşıdılar. Ymir’in bedeninden evreni yarattılar.
Ymir’in etinden toprağı,
kemiklerinden tepeleri,
kafatasından gökkubbeyi,
o buz gibi dev kanından ise
denizi yarattılar[5 - “The Lay of Vafthrûndir”, Saemund’un Edda’sı (çev. Thorpe). (y. n.)].
Ymir’in beyninden “hüzün bulutları” yaratıldı. Ginungagap’ın içine doğru uçan kıvılcımlardan bazıları ise gökkubbeye yerleştirildi, insanlar da bu kıvılcımlara yıldız adını verdiler.
Bir gün Odin ve erkek kardeşleri[6 - Rydberg’e göre Hœnir ve Lodur, Odin’in kardeşleri Vili ve Ve’yle aynı kişilerdir. (y. n.)], denize yakın bir yerde yürürken iki ağaca rastladılar; biri dişbudak, diğeri karaağaçtı. Bu ağaçlardan ilk insanları (bir kadın ve bir erkek) yarattılar.
Toprakta buldular,
kaderin boşluğu
Ask ve Embla’yı
neredeyse cansız bir halde.
Ruhları yoktu,
duyuları yoktu,
kanları ya da itici bir güçleri de yoktu,
renkleri bile soluktu.
Odin verdi ruhu,
Hœnir verdi duyuyu,
Lodur verdi kanı
ve rengi, canlılık dolu[7 - “Volüspa”, Saemund’un Edda’sı (çev. Thorpe). (y. n.)].
Ymir öldürüldükten sonra bedeni, elfler ve cücelerle dolup taşmaya başladı; bu yaratıklar tanrılar tarafından yaratılmamışlardı.
Avrupa’da insanlığın Thor ve Odin’e inandığı zamanlara uzanan eski gelenekler ve eski deyişler hâlâ mevcut. Çok yakın zamana kadar Almanya’nın bazı bölgelerindeki köylüler, hasat zamanı geldiğinde Odin’in atı için bir tahıl yığını ayırıyorlardı. Hatta Amerika’da da eski tanrıları hatırlatan bir şeyler var. Tuesday (Salı), halkını tehlikeli kurttan kurtarmak için sağ elini feda eden tanrı Tyr’ün isminden geliyor. Wednesday (Çarşamba), “Wodan’ın (Odin) günü” anlamına geliyor. Odin, bilgeliği her şeyin üstüne koymuş, hatta Mimir’in kuyusundan bir yudum su içebilmek için gözünü vermeye bile razı olmuştu. Thursday (Perşembe), hiddetli yıldırım tanrısı Thor’a ait. Friday (Cuma) ise Frigga, Frey ya da Freyia’ya atfedilmiş, ancak hangisi olduğuna emin değiliz.
İnsanlar, tüm bu tanrılara inanmaya nasıl başladılar? Kimse bu inancın nasıl başladığını ya da nasıl geliştiğini bilmiyor, buna dair bir şeyler öğrenmek mümkün.
İçinde bulunduğumuz çağda birçok gerçek bizim için ortaya çıkarılmış vaziyette, bu yüzden çok az şey bilen insanların dünyayı nasıl gördüğünü hayal edemiyoruz; bu insanların ya her şeyi kendileri bulmaları ya da en azından bu şeyler hakkında tahminde bulunmaları gerekiyordu. İlk çağlarda insanlar gizem dolu bir dünyada yaşıyordu; güneş, ay, deniz ve rüzgâr garip, fakat aynı zamanda muhteşemdi. Yaşam bir mücadeleden ibaretti. Kuzeyde insanlar, uzun ve soğuk kışın beraberinde getirdiği ihtiyaçları karşılamakta güçlük çekiyorlardı. İnsanlık, doğanın güçlerini kontrol altına almayı henüz öğrenememişti, sürekli olarak bu güçlerle savaş halindeydi. Dağlar etraflarını kapatıyordu, ormanlar karanlık ve korkunçtu; kar, buz ve çorak araziler ise sanki kendilerini, insanların en iyi gayretlerini boşa çıkarmaya adamışlardı. Bu düşman güçlerin tüm o neşeye, zarafete ve insanlığa düşman olan soğuk, kalpsiz devleri andırması tuhaf mı? İşte buz ve dağ devleriyle ilgili inanç böyle ortaya çıktı.
İyi güçler de vardı tabii, bunların başında ise insanın en iyi arkadaşı güneş geliyordu. İnsanlara ışık ve sıcaklık bahşediyordu. Onun etkisiyle nehirler prangalarından kurtuluyor, çimenler yeşeriyor, mahsuller olgunlaşıyordu. Güneş’in hüküm sürdüğü günlerde yaşamak mutluluk vericiydi. Gelgelelim Kuzey’de, yılın belli bir zamanında güneş gücünü yitiriyor hatta Kuzey’in çok uçlarında gözden kayboluyor, dünyayı karanlığa mahkûm ediyordu. Güneş’in kaybolduğunu gören insanların kalbi, kim bilir nasıl bir endişeyle doluyordu! Yaşamlarının bağlı olduğu bu gizemli varlığın tekrar geri döneceğinden nasıl emin olabilirlerdi ki? Güneşin yolunu kim bilir ne denli büyük bir hevesle gözlediler. O ilk cılız kızıllığı gördüklerinde kim bilir ne büyük bir sevinç duydular! Bu nedenle, geri dönen güneşi bir tanrı, onlara ışık ve neşe bahşeden bir tanrı olarak görmelerine hiç şaşmamalı.
Odin karakterinin, insanlığın güneş hakkındaki hislerinden doğduğu söylenir. Bazı kitaplarda Odin’in, Mimir’in kuyusundan bir yudum içebilmek için gözlerinden birini verdiği, güneşin de Odin’in tek gözünü temsil ettiği yazar. Ayrıca Iduna’nın hikâyesinin de yazın gitmesi ve tekrar geri gelmesiyle alakalı olduğunu çok kolay bir şekilde anlayabiliriz.
Baldur, uzak kuzeyde yaşayan insanların güneşe duyduğu hislerin bütününü temsil eden bir tanrıdır. Baldur, saf ve ışıl ışıl bir tanrıydı. Güneş, gözden kaybolup dünyayı karanlığa mahkûm ettiğinde, yani Baldur ölüp yeraltına gittiğinde, Asgard ve Midgard’a eşi benzeri görülmemiş bir keder çökmekteydi.
Yıldırım, alevli saçları ve sakalıyla demir savaş arabasını süren ve kudretli çekicini kayalarla dağlara savuran güçlü, haşin bir tanrı olarak resmedilmişti: devlerin düşmanı Thor.
Tüm tanrıları doğadaki bir şeyle özdeşleştirmek kolay değil. Aslında, yıllar geçtikçe birçoğu özgün kişiliklerini kaybederek nitelikleriyle iyiden iyiye insan haline geldiler. Bu yüzden tanrıların, onlara tapan insanlara kendilerini yalnızca doğanın bir öğesiymiş gibi sunduklarını düşünmemeliyiz. Erkekler ve kadınlar, o çetin günlerde zor hayatlar yaşıyor; hayat, ölüm ve bilinmeyen gelecek hakkında çokça kafa yoruyorlardı. İnandıkları ve umut ettikleri şeylerin hepsi, tanrılarının karakterlerinde ya da kendileri için çizdikleri, görülmemiş dünyaların resimlerinde ifade buluyordu. Bu insanların şiirlerini ve hikâyelerini okuduğumuzda onların, yaşamın sırrını, o günlerden bu yana dünyaya gelen “ışık”ın yardımıyla bile kimsenin bütünüyle tahmin edemediği o büyük ve açık sırrı elde etmek istediklerini hissediyoruz.
Savaş çağlarıydı. Kahramanlar, savaş alanında ölmeyi iple çekiyorlardı çünkü bundan büyük bir lütuf yoktu. Savaşta öldüklerinde Valkürlerin gelip onları Odin’in, orada çağlar boyunca savaşıp ziyafet çekebilecekleri, Valhalla saraylarına götüreceğine inanıyorlardı. Buna rağmen, tüm o savaş aşkının aksine, gücün hükmetmek için var olduğuna ya da kötünün iyiyi yeneceğine inanmadılar. Güçlü tanrıların rahat içinde yaşayacağı dönemler olacak ancak Ragnarök’te alt edileceklerdi; sonra yeni ve daha iyi bir dünyanın hükümdarı Baldur çıkagelecekti. Nihayetinde iyilik ve saflık hâkim olacaktı.
Tüm bunlar geride kaldı, bu savaşçı insanlar ise bir zamanlar burada yaşadıklarını bize hatırlatmak için çok az şey bıraktılar. Gelgelelim elimizde bir miras var. Bu miras taştan yapılmış birkaç piramitten değil, bunun yerine sert granitten bile daha uzun süre dayanan hayali maddelerle, tuhaf ve müthiş canlılarla dolu dokuz diyardan oluşuyor. Hiç kuşkusuz geçmişe ilgi duyan kişi, zaman zaman bu kadim diyarların gölgelerinin içinde gezinmeyi reddetmeyecektir.

ODİN BİLGELİK İÇİN MİMİR’E GİDİYOR
Tanrıların evi Asgard’da gece vaktiydi. Loş bir ışık uyuyan şehrin üzerine düşüyor, asmalarla kaplı tepeleri ve şaşaalı sarayları ortaya çıkarıyordu. Bu ışık, arada uzanan ıssız vadilerin en ücra köşelerine bile dokunuyordu. Zira titrek[8 - Bifrost’un Eski Nors dilinde “sallanmak” veya “kesik kesik parlamak” anlamlarına gelen Bifa fiilinden türediği düşünülüyor. (ç. n.)] köprü Bifrost, gümüşten bir gökkuşağıymış gibi şehrin bir ucundan diğerine uzanıyor, hem kuzeyde hem de güneyde ufka kavuşuyordu. Güney yönünde, tepelerinde ve yamaçlarında kaleler bulunan dağlar göz alabildiğine yükseliyor, kuzeyde ise Ida’nın dümdüz çayırları yayılıyordu.
Şehrin en yüksek noktasında bulunan bir yapının tepesinden ince ve göz alıcı bir ışık yayılıyordu. Bu ışık, tıpkı devasa bir katedral kulesi gibi göğü deliyordu. O kadar yükseklere ulaşıyordu ki etraftaki tüm kalelerin ve kulelerin boyunu aşıyor, hatta neredeyse gökteki köprünün kemerine dokunuyordu. Bu zarif sütun, Odin’in Ulu Tahtı’ydı. Tahtın zirvesinden yalnızca Asgard değil, aşağıdaki diyarların büyük bir kısmı da görülebiliyordu.
Herkesin Babası[9 - İngilizcedeki Allfather kelimesi, “Herkesin Babası” ya da “Tanrıların Babası”, “Tanrıların Tanrısı” anlamlarına gelir. İskandinav mitolojisindeki en yüce tanrı Odin için kullanılan isimlerden ve unvanlardan biridir. (Eski Nors dili) Alfaðir. (ç. n.)] burada tek başına oturuyordu, düşüncelere dalmıştı. Dizinin dibinde uyuklayan iki kurdu ile Dokuz Diyar’ı gezip dolaştıktan sonra yorgun bir halde omuzlarına tüneyen iki kuzgununu[10 - Odin’in kuzgunları: Hugin (düşünce) ve Munin (hafıza). Bu kuzgunlar, her gün Dokuz Diyar’ı dolaşır ve Odin’e haber getirirdi. (y. n.)] saymazsak yalnızdı.
Odin, uzunca bir süre derin düşüncelere dalmış bir halde oturduktan sonra bakışlarını çocuklarının görkemli hanelerine çevirdi. Gözlerini, yüksek duvarların ötesinde uzanan çayırlarda ve tanrının şehrini çevreleyen karanlık nehirde gezdirdi. Ardından nafile bir çabayla, kuzeye doğru baktı, çok uzaklarda yer alan toprakları örten yoğun karanlığı bakışlarıyla delmeye çalıştı. Büyük bir ciddiyetle uzun uzun baktı. En sonunda ayaklanıp Ulu Taht’ın hemen dibindeki saraya indi. O yürüdükçe ayak sesleri engin salonlarda yankılanıyordu.
Hemen yakınında buluna yapıya girdi, çok geçmeden yanında gri bir atla dışarı çıktı. Bu at, Ulular Ulusu’na yaraşır bir attı; çok güçlü bir yapısı vardı, tam sekiz bacaklıydı. Odin’in binmesini beklerken hevesle kıpırdanıyor, burun deliklerinden ateş püskürüyordu. Odin göz açıp kapayıncaya kadar atın sırtına bindi, bu muhteşem at da sahibini rüzgâr hızıyla kuzeye doğru götürmeye başladı.


Şehri çevreleyen yüksek duvar ve karanlık nehir, Sleipnir için bir engel değildi. Bunların üzerinden kolayca sıçrayıp karşı tarafta, uzak ufuktaki düzlüklere yayılmış yeşil çimenliklere doğru hızla yol almaya devam etti. Her yanda engin koruluklar vardı, daha yavaş seyahat eden bir yolcu pınarların şırıltısını duyabilirdi. Kimi zaman Bifrost’un gümüşi kemeri etraftaki göllerin karanlık yüzeylerine yansıyordu.
En sonunda, gökteki köprünün Asgard’ın sınırına dokunduğu noktaya vardılar. Köprü onun ağırlığı altında titriyor olsa da sekiz bacaklı at tereddüt etmeksizin, düzensiz aralıklarla alevler saçarak Bifrost’un üstüne atladı. Sleipnir, tıpkı yıldızlar arasında bir kuyrukluyıldız gibi, Odin’i simsiyah derinliklere doğru taşırken iyice hızlandı.
Uzunca bir süre sonra kuzey yönünden gelen sönük bir ışık, onlara ulaştı. Çok geçmeden Odin, beyaz kıyafetlere bürünmüş bir atlının kendisine doğru geldiğini gördü. Atın yelesi altındı, binicinin yüzüne doğru parıldıyor ve adamın saf, solgun yüzünü ortaya çıkarıyordu. Atlı, yaklaşarak şöyle dedi: “Hoş geldiniz, Ulu Odin. Sleipnir’in sekiz toynağının köprüye dokunduğunu duyduğumdan beri sizi izliyordum. Gecenin bu vaktinde Bifrost’a geliyorsanız şüphesiz ki önemli bir amacınız var demektir, öyle değil mi?”
“Evet Heimdall, doğru tahmin ettin,” dedi Odin. “İlgilenmem gereken çok önemli bir mesele var. Eve dönmeden önce günlerce at sürmeliyim. Düşmanlarımızın, aşağı diyarlardaki buz devlerinin karanlık topraklarından geçmeliyim; sonra oranın da ötesine, çok az kişinin uğradığı yerlere gitmeliyim. Neyse ki biz tanrılar şanslıyız, zira bizim adımıza köprüyü Heimdall koruyor. Büyüyen çimenleri ve hatta koyunların sırtlarında gürleşen yünlerini bile duyan keskin kulakların olmasaydı düşmanlarımız çoktan karanlığı aşıp Asgard’a hücum etmişlerdi.”
Odin konuşurken her ikisi de altlarında yayılan topraklara baktılar, Heimdall’ın köprü başında yer alan, parıl parıl parlayan kalesinden yayılan ışık haricinde her yer karanlıktı. Yalnızca, sislerin arasından yükselen buzdağlarının ışıltılı zirvelerini görebiliyorlardı.
Odin, buzdağlarına bakarken şöyle dedi: “Düşmanlarımız güçlü. Asgard ve dev diyarı arasında sürekli mekik dokuyan Loki hakkında da şüphelerim var. Düşmanlarımızı uzak tutmak için senin tüm ihtiyatına ve devlerin ölümcül düşmanı Thor’un tüm gücüne ihtiyacımız var. Asgard’ı ve insanların diyarını koruyabilmek için kim bilir ne denli büyük bir bilgeliğe ihtiyacım var!”
Heimdall’ın kalesine doğru yola koyuldular. Kale, köprü başının yanında bulunan yüksek bir dağın üstündeydi. Köprüyle aynı maddeden yapıldığı besbelliydi ve göğe doğru yükselirken ay ışığıyla yıkanmış buluttan bir yapıyı andırıyordu. Aslına bakılacak olursa kendisine ait hafif bir ışıkla parlıyordu. Bu parlaklık kaleden çıkıp her yöne doğru saçılıyor, devlerin soğuk ve sisli topraklarının bir kısmını aydınlatıyordu. Dolayısıyla, bu yolu izleyip de Heimdall tarafından fark edilmeden köprüye yaklaşmak, Heimdall’ın kulakları bu kadar hassas olmasa bile imkânsızdı. Sonra bir de kale vardı tabii. Kale iyiden iyiye güçlendirilmişti, etrafı yüksek surlarla çevriliydi. Surların önünde bir de hendek vardı; bu hendekteki sular, tıpkı Asgard’daki nehrin suları gibi, tanrıların düşmanları temas ettiği takdirde alevlere dönüşen bir sis tabakasıyla örtülüydü.
Kaleye ulaştıklarında Heimdall, “İçeri buyurun Odin. Uzun bir seyahatten geldiniz, önünüzde de zorlu bir yol var,” dedi.
Geniş bir salona girdiler, salonun duvarları beyaz mermerden ya da kaymaktaşından inşa edilmişti. Tüm süslemeler gümüştendi. Duvarların üstü gümüş üzüm salkımlarını taşıyan asmalarla doluydu, üstlerindeki kemerlerden eşi benzeri görülmemiş boynuzlar ve kandiller sarkıyordu. Tıpkı Heimdall gibi beyazlara bürünmüş uzun gençler, maşrapalar dolusu köpüklü bal likörü[11 - Mayalanmış, tatlandırılmış bal ve su karışımı. (y. n.)] getirdiler.
İki tanrı, likörleri içip samimiyetle sohbet ettiler. Ardından Odin ayağa kalkarak şöyle dedi: “Heimdall, senden bir iyilik isteyeceğim. Ben dönene kadar benim için Sleipnir’e göz kulak ol. Onu emanet edebileceğim çok az kişi var, senin yanında güvende olacağına eminim. At beni yarı yolda bırakabilir, çünkü soğuk ve karanlık diyarlardan geçip bilinmeyene ulaşmak istiyorum.”
Heimdall, sarp dağın aşağısına doğru kısa bir mesafe boyunca Odin’e eşlik etti, ardından tanrıların köprüsünü koruma vazifesine geri döndü.


Niflheim’e[12 - Büyük yeraltı diyarının kuzeyinde bulunan dev diyarı. (y. n.)] doğru indikçe Odin’in etrafını soğuk bir sis kapladı; bu sis yüzünden Heimdall’ın kalesinden gelen ışık yok olmuştu, Odin yolunu takip etmekte zorlanıyordu. Daha da aşağılara indikçe soğuk gitgide çetinleşiyordu. Ayağı, genişleyerek buzdan bir nehre dönüşen buzlu yolun üzerinde kayıyordu. Gıcırdama ve kütürdeme sesleri geliyor, uzaklardan bir yerlerden de ıssız kıyılara vuran dalgaların iniltileri işitiliyordu. Mesafe katettikçe ancak onu çevreleyen buzdağlarını karanlıktan ayırt edebilir hale gelmişti. Bu buzdağlarından bazıları aslında buz devleriydi, devasa başlarını yavaşça çevirerek Odin’i takip ediyorlardı. Buzdağları gibi görünen şeyler aslında, gözlerini yavaşça Odin’in üzerine çevirip onu takip eden buz devleriydi. Denizdeki buzdağlarından biri, uzaklardan gelen bir gök gürültüsünün sesine benzer bir gürültüyle paramparça olmuştu. Odin bu gürlemeleri ve çatırdamaları duyabiliyordu. Bazen fark edemediği küçük şelalerden tepesine buz gibi sular dökülüyor, o anlarda devlerin boğuk rüzgârların kükreyişini andıran yavaş ve ağır kahkahalarını işitiyordu. Yolculuğunun bir bölümünde buzdan bir alana vardı, etrafındaki pus dağıldığında bu alanın bembeyaz kar tabakasıyla örtülü bir halde her yöne doğru uzanan dümdüz bir yer olduğunu fark etti. Gıcırdama ve çatırdama sesleri kesilmişti, artık devlerin kahkahasını da duymuyordu. Her yere mutlak bir sessizlik hâkimdi. Bir başına, yıldızların altında öylece durdu.
Odin, buzlu bölgede uzunca bir süre seyahat ettikten sonra, buzdağlarının yerini amansız kara dağların aldığı bir ülkeye vardı. Orada burada, dağ devlerinin dağların tepelerinde bulunan sığınakları belli belirsiz göze çarpıyordu. Yolculuğuna devam ettiği sırada kimi zaman hareket eden devasa taş yığınlarını andıran bu devleri açık seçik bir halde ayırt edebiliyordu. Sis olmamasına ve sönük de olsa bir şafak ışığı pırıltısına karşın bu topraklar da buz toprakları kadar iç karartıcıydı, çünkü burası çok ıssızdı. Ortalıkta yeşile dair hiçbir şey yoktu, her yere amansız dağlar ve siyah derinlikler hâkimdi; bu siyah derinlikler, Hvergelmir Kaynağı’ndan doğup soğuk kuzey denizine dökülen nehirlere ev sahipliği yapıyordu.
Uzunca bir süre seyahat ettikten sonra Odin, göz alabildiğine uzanan sazlıkları gördüğü yüksek bir noktaya vardı. Loş ışıkta, sazlığın karşısına giden, sağlam zeminli dar bir patikayı ancak ayırt edebildi. Tam karşıya geçecekti ki devlerden biri onu gördü, çok geçmeden yaratıklardan oluşan bir birlik Odin’in ardından tökezleye tökezleye koşmaya başladı. Ona ulaşmanın imkânsız olduğunu kavradıklarında ise tüm gökyüzünü haykırışlarıyla inleterek kocaman sopalarını sağa sola salladılar. Ardından korkunç bir rüzgâr çıktı, öyle ki bu rüzgâr neredeyse Odin’i o daracık patikadan savurup atacaktı. Ejderha şeklindeki bulutlar, ağızlarını açıp kuvvetli rüzgârlar üflüyordu. Nihayetinde sağ salim karşıya geçmişti, ancak hüsranla karışık öfke uğultuları Odin’in arkasından yankılanmaya uzunca bir süre devam etti.
Sonrasında bir nehre vardı. Nehrin koyu, hızlı akıntısı beraberinde sivri taşlar ve demir parçaları taşıyordu. Ölümcül akıntının üzerinde hiçbir köprü bulunmuyordu, fakat Odin bir ağaç parçasının üzerinde güvenle karşıya geçmeyi başardı.
O âna dek gördüğü en yüksek dağlar güney yönünde belirmeye başlamıştı. Biri diğerlerinden daha yüksekti, yamaçlarından ise on iki nehir akıyordu. Tepesinde buz gibi soğuk kaynak Hvergelmir vardı. Dünya Ağacı Yggdrasil’in üç kökünden biri, bu kaynağın sularıyla besleniyordu. Yine bu kaynaktan çıkan nehirler her yöne dağılıyordu; bazıları devlerin soğuk ve sisli topraklarından geçip kuzey okyanusuna, bazıları ise güneye, Dünya Ağacı’nın iki kökü altında kuyularını koruyan Mimir[13 - Ymir’in kolunun altından doğan dev. (y. n.)] ve Urd’un[14 - İki kız kardeşiyle birlikte geçmişi, şimdiyi ve geleceği temsil eden Norn’lardan (ruh) biri. (y. n.)] engin diyarlarına doğru akıyordu.
Odin dağa doğru yaklaşınca yolu kasvetli bir mağaraya düştü, burada bir köpeğin hırıltısı ile demir bir kapının gıcırtısını duyuyordu. Bu kapının Niflheim’in aşağısındaki işkence diyarına açıldığını biliyordu; bu diyar öyle bir diyardı ki o âna dek aştığı yollardan çok daha karanlık, çok daha korkunç bir yerdi. Mağaradan çıkınca yolu dosdoğru dağa yöneldi. Dağın zirvesinde yalnız başına duran bir gözcü vardı. Bu gözcü, kaynağın güvenilir koruyucusu, devlerin ise ölümcül düşmanıydı.
Odin’in yaklaştığını görünce onu selamladı. “Yaratıklar size zarar vermeye çalıştı mı, Odin? Nefret dolu canavarlar, Tanrıların Babası’nı öldürüp Asgard’ı ele geçirmekten memnuniyet duyarlardı. Dikkat edin, Loki onlarla çok fazla zaman geçiriyor. Onu sık sık oralarda görüyorum. Karanlık sayesinde tamamen gizlendiğini düşünüyor, ancak benim gözlerim karanlıkta da görebiliyor.”
Odin cevap verdi: “Evet Egil, senin gözlerinle Heimdall’ın kulakları, düşmanlarımıza karşı en iyi savunmamızı oluşturuyor. Gördüğün gibi sağ salim gelebildim. Eğer beni tanısalardı daha büyük bir şiddetle saldırırlardı. Loki’ye gelince, ne denli tehlikeli biri haline geldiğinin farkındayım. Yine de henüz onu Asgard’dan süremem, zira onun masum olduğunu düşündüğüm günlerde, henüz ikimiz de gençken ettiğim bir yemine bağlıyım. Her neyse Egil, acele etmeliyim. Tamamlamam gereken mühim bir iş var.”
Odin dağın güney yamacından iniyordu ki birkaç gündür kasvetli topraklar yüzünden bitkin düşmüş gözleri hoş bir manzarayla karşılaştı. Bulunduğu bölge hâlâ dağlıktı, ancak tamamen karanlık ve çorak değildi. Taşların üstünde değerli metaller ışıldıyor, etrafta ise parıldayan mücevherler ve kristallerle kaplı mağara ağızları bulunuyordu. Odin durup kulak kabarttığında cücelerin çekiçlerinin, kazmalarının sesini duyabiliyordu. Şafak hâlâ tam olarak sökmemişti, yine de zaman zaman gökyüzünden ışıklar saçılıyor, dağların üzerinde hoş renkler dans ediyordu.
Odin daha sonra geniş bir nehri geçmek zorunda kaldı, bunun ardından belli bir uzaklıkta bulunan muhteşem bir kale gördü. Bu kale, alışılagelmedik bir biçimde süslenmişti. Kalenin köşelerinde sırıtan taş ejderhalar vardı, mücevherlerden yapılmış gözlerinin üstüne ışık vurdukça bu gözler ateş gibi parlıyordu.
İnce sütunlarına altından yılanlar, bakırdan kertenkeleler dolanmıştı; metal asmalar duvarları sıkı sıkı sarıyor, çiçekler için kıymetli taşlar taşıyordu. Yapının bir bölümünden bir alev yükseliyordu, besbelli ki orada bir şeyler yapılıyordu.
Bu tuhaf kale, tanrılar için müthiş silahlar ve ziynet eşyaları yapan ünlü zanaatkâr cücelerin, Sindri ve erkek kardeşlerinin yuvasıydı. Ivaldi’nin oğulları dışında hiç kimse beceri konusunda onların yanına dahi yaklaşamazdı. Ivaldi’nin oğulları bir miktar dev kanı taşıyorlardı; zanaatkâr oldukları kadar büyücü oldukları da söyleniyordu. Onlar ve cüceler arasında bir çeşit rekabet vardı, fakat birbirlerine kızgın değillerdi. Odin kalenin yanından geçti, ama içeri girmedi.
Odin yoluna devam ettikçe dağlar tüm o yabani vahşiliklerini yitirerek, gökyüzüne yumuşak çizgilerle yükselmeye başladı. Artık ormanlarla, asmalarla örtünüyorlardı. Yamaçlarından dereler akıyor, bu dereler puslu birer şelaleye dönüşüyordu. Dağların arası huzur veren vadilerle doluydu, çok yükseklerde ise sonsuz günbatımının tonlarıyla ışıldayan bulutlar vardı. Bu topraklar, karanlık gecenin ve göz kamaştıran öğle vaktinin hiç uğramadığı yerlerdi.
Dağlar gitgide yumuşayarak tepelere dönüştü, en sonunda bu tepeler de altın tahıllar ya da uzun ve dalgalı çimenlerle kaplı düz çayırlıkların geniş sahası içinde yok oldu. Etrafta derin ve huzur dolu nehirler akıyordu. Her yerde çiçekler açıyor, rengârenk tonları küçük su birikintilerinin durgun suları üzerine yansıyordu. Geyik sürüleri ürkekçe Odin’e yaklaştı, o yürüdükçe kuşlar cıvıldadı. Yaprakları hareket ettiren tek şey narin esen meltemdi, tüm sesler alçak ve hoştu.
Güney ufkunda beyaz bulut kümeleri görülüyordu, birbirleri üstüne birikip yüksek bir yığın oluşturmuşlardı. Fakat Odin onlara doğru yürüdükçe bu bulutların mermerden dağlar olduğunu fark etti, kutsal bir yeri çevreledikleri aşikârdı. Binbir çeşit renk altında âdeta yıkanırken, bembeyaz gözcüler gibi dikiliyorlardı.
Bu mermer duvarın üzerinde bir giriş yokmuş gibi görünüyordu. Ne var ki Odin buraya vardığında mermerin üstüne asasını vurdu ve bir kapı açıldı. Odin’i ciddi, muhterem bir adam karşıladı, sonrasında meşalesinin ışığını yansıtan kristaller sayesinde ışıldayan geniş bir mağaranın içinde Odin’e yol gösterdi. Mağaranın öteki ucunda bir kapı vardı. Bu kapı, Odin’in içeri girdiği kapıdan daha büyüktü, yuvarlak bir vadiye açılıyordu.
Vadinin yanları mermer dağlardan oluşuyordu fakat içeriden bakıldığında dağ gibi görünmüyorlardı, çünkü çok güzel bir biçimde oyulmuşlardı. Mermerlerin üstü, onların beyazlığını bir örtü gibi gizleyen zarif asmalarla kaplıydı.
Vadinin ortasında, devasa Dünya Ağacı’nın kökü büyüyordu. Derin bilgelik kuyusunun suları ise ağacın bu kökünü besliyordu. Vadinin öte ucunda görkemli bir saray vardı. Orada burada ağaç grupları bulunuyordu, her yanda nadir bitkiler çiçek açmıştı. Bir göletin yanında kocaman bir kaplumbağa vardı, sırtı çağlar boyunca oluşmuş kabuklarla kaplıydı, ışığın altında tembelce yayılıyordu. Muhteşem gözlere sahip zararsız yılanlar, ağaç gövdelerinin etrafına dolanıyordu. Ejderhalar kanatlarını kıvırmış uyuyordu. Bunların yanı sıra birçok kadim ve görülmemiş yaratık da ya korulukların ortasında dinleniyor ya da mermer duvarların oyuklarının altında ışıkla yıkanıyordu. Canlı renklere sahip kuşlar bir daldan diğerine uçuyor, bu sırada tavus kuşları da gururla yürüyerek kuyruklarını açıyordu. Manzara, üzerine düşen ışık sayesinde daha da hoş bir hal alıyordu. Bu ışık, gün ışığı değildi. Nereden geldiği de belli değildi, ama yumuşak aydınlığıyla vadiyi âdeta bir huzur seline boğuyordu.
Odin, bir süre boyunca bu manzarayı izledi, sonra vadinin ortasına doğru yavaşça yürüdü. Devasa endamıyla bir adam, Dünya Ağacı’nın kökünün altında oturuyordu, görünüşe göre tüm dikkatini kuyunun sularını izlemeye vermişti. Uzun gümüşi bukleleri omuzlarının üzerinde salınıyor, beyaz sakalıysa göğsüne düşüyordu. Yüzünde hiçbir yaşlılık belirtisi yoktu, buna rağmen kafasını kaldırdığında derin mavi gözlerinde çağların bilgeliğinin ışıltısı belirmişti, tüm tavırlarına kusursuz bir huzur hâkimdi. Eli, oldukça kalın bir altın tabakayla kaplanmış kuyu ağzının üstünde duruyordu. Hemen yanında çok büyük bir sandık vardı, ilginç bir biçimde oyulmuştu ve geçmiş çağlardan hazineleri içeriyordu. Bu sandığın üstünde gümüş bir borazan duruyordu, bu borazanın üstünde ise altından rünlerle Heimdall’ın adı yazılıydı.
Odin iyice yaklaşınca Mimir ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Hoş geldin Odin! Görüyorum ki kuzeyden geliyorsun. Bu kez zor bir yol seçmişsin, üstelik yürüyerek gelmişsin!”
“Evet, Mimir,” diye cevap verdi Odin. “O yolu seçtim, çünkü hasımlarımın topraklarını keşfetmek istedim. Sana danışmak, yardım almak için geldim.”
“Biliyorsun, sana seve seve yardım ederim,” dedi Mimir.
“Hevesini anlıyorum,” diye cevap verdi Odin. “Fakat bu kez, daha önce senden hiç istenmemiş bir şey isteyeceğim. Tehlikeler, hükümdarlığımın etrafını dört koldan çevrelemiş durumda. Loki gitgide kötülüğe yöneliyor. Demirorman’ın Cadısı’yla[15 - Kötülük emsallerinden biri. Loki’nin kadın karşıtı. (y. n.) Angrboda. (ç. n)] evlendi, çocukları bizim ölümcül düşmanlarımız olacak gibi duruyor. Üstelik bildiğin üzere, buz devleri ve dağ devleri de bir zafer ihtimali gördükleri anda bize saldırmaya hazırlar. Asgard ile insanların dünyası Midgard’ı korumak ve yönetmek için şüphe yok ki yüce bir bilgeliğe ihtiyacım var.”
Her ikisi de bir süreliğine sessiz kaldı, sonra Odin samimiyetle Mimir’e bakarak “Bu bilgeliği kazanmak için de derin kuyundan bir yudum su içmek istiyorum,” dedi.
Uzun bir sessizlikten sonra Mimir yavaşça konuştu. “Bu çok büyük bir istek Odin! Bunun bedelini ödemeye hazır mısın?”
Odin hevesle cevap verdi. “Evet! Asgard’daki tüm altınları, en iyi kılıçlarımızı ve mücevherlerle kaplı kalkanlarımızı verebilirim! Hatta o değerli sudan bir yudum içebilmek için Sleipnir’i bile veririm!”
“Bunlar, arzuladığını sana kazandırmaz,” dedi Mimir. “Bilgelik, yalnızca acı ve fedakârlık sayesinde kazanılabilir. Bilgelik uğruna gözlerinden birini verebilir misin?”
Odin’in çetin çehresinden bir gölge geçti, uzun uzun düşündü. En sonunda ağır ağır şöyle dedi: “Eğer ihtiyacım olan bilgeliği bana kazandıracaksa gözlerimden birini verecek, gerekli her acıyı çekeceğim.”
Odin’in o gizemli vadide ne acılar çektiğini, neler öğrendiğini kimse bilmiyordu. Bazıları, Mimir’in kuyusundan bir yudum alabilmek için gözlerinden birini gerçekten verdiğini söylüyor. Fakat bu konuya dair “Odin’in Rün Şarkısı” adı verilen eski şarkıda hiçbir ibare bulunmuyor. Üstelik en eski şiirlerin bazılarında da Odin’in tek gözlülüğüne dair hiçbir belirti yok. Bu sebeple ondan böyle bir fedakârlıkta bulunmasının istenmiş olması şüphelidir. Odin, rün şarkısında şöyle söylüyor:
Tam dokuz gece
rüzgârlı bir ağaçta
sallandım da sallandım.
Sonradan Odin’e sunulmuş
bir mızrakla yaralandım;
kökünün nereden geldiğini
kimsenin bilmediği
o ağaçta,
kendimi kendime feda ettim.
Kimse vermedi bir ekmek,
ya da bir boynuz içecek.
Aşağı doğru baktım,
elimi rünlere uzattım.
Hepsini inleyerek bir bir öğrendim
sonra o ağaçtan aşağı indim.
Bestial dölü Bolthorn’un
ünlü oğlundan dokuz tesirli
şiir öğrendim;
Odhrasrir’den alınmış
o değerli likörden
bir yudum içtim.
Sonra büyümek ve serpilmek için,
başladım meyve vermeye
ve birçok şeyi bilmeye.
Kelime kelime
aradım kelimeleri;
hakikat hakikat
aradım hakikatleri[16 - “Odin’s Rune Song”, Saemund’un Edda’sı (çev. Thorpe). (y. n.)].

KURT BAĞLANIYOR
Odin, uzun süren yokluğunun ardından Asgard’a geri döndü. Onun her zamankinden daha vakur ve haşmetli göründüğü konusunda herkes hemfikirdi. Görüp işittiği muhteşem şeyleri eşi Frigga[17 - Frigga ya da Frigg. (y. n.)] hariç hiç kimseye anlatmadı. Frigga da kendisine açılan sırlardan kimseye bahsetmedi.
Odin döndüğünde Loki uzaklardaydı. Bu sebeple Odin, sinsi tanrı ile Demirorman’ın Cadısı’nın çocuklarını, kimseye zarar veremeyecekleri bir yere koymak için harekete geçti.
Çocuklar, anne ve babalarına çekmişti. Biri henüz tamamen büyümemiş bir kurttu, adı Fenrir’di. Odin, Fenrir’i Asgard’a getirip Æsir’in en güçlü, en cesur üyelerinden Tyr’ün[18 - Odin’in çocuklarından biri. Tek elli savaş tanrısı. (y. n.)] sorumluluğuna bıraktı. Diğer çocuk tehlikeli bir yılandı, bu yılan da insanların dünyası Midgard’ı çevreleyen Okyanus’a konuldu. Bu yılan suyun dibine ulaştığında büyümeye başladı, öylesine hızlı büyüyordu ki çok geçmeden Midgard’ın etrafını tamamen çevrelemişti; kuyruğu ise büyüyecek başka bir yer olmadığı için boğazının içine doğru büyümeye başlamıştı. O günden sonra bu yılan, “Midgard Yılanı” olarak anılmaya başladı. Gelgelelim üçüncü çocuğun görüntüsü bu yaratıklardan bile daha korkunçtu.
Bir kız görünümündeydi, ama annesi Demirorman Cadısı’nın katı kalbine sahipti. Vücudunun yarısı kireç gibi bembeyazdı, kimse ona bakmaya cüret edemiyordu. Odin, bu çocuğu, Dünya Ağacı’nın üçüncü kökü altındaki çeşmeyi koruyan, ölüler diyarının hükümdarı Urd’a yolladı. Urd da bu korkunç çocuğu Niflheim’in altında bulunan işkence dünyasının başına kraliçe tayin etti.
Loki’nin küçük çocukları, en azından şimdilik güvenli yerlere gönderilmişti. Oysa kurt Fenrir, her geçen gün daha vahşi, daha güçlü bir hale geliyordu. Tyr, çok güçlü olmasına rağmen, onu kontrol etmekte güçlük çekiyordu. Bu yüzden tanrılar, birbirlerine danıştıktan sonra, kurdu demir zincirlerle bağlamaya karar verdiler.
Asgard’da bir demirhane vardı; bu demirhanede zincirler, kılıçlar, kalkanlar ve baltalar yapmak için müthiş araçlar bulunuyordu. Tanrılar burada, Asgard’da o zamana dek görülmüş en kalın ve en güçlü zincirleri dövdüler. Sonra bu zinciri alıp Fenrir’e götürdüler, ondan gücünü göstererek kendilerini eğlendirmesini istediler.
Fenrir, gücüyle gurur duyuyordu. Zincirleri gördüğü anda onları kolayca kırabileceğini anlamıştı. Bu yüzden tanrıların kendisini bağlamasına izin verdi, zincirler etrafına bağlanırken usulca bekledi. Zincirler bağlandıktan sonra Fenrir adalelerini gerdi, zincir göz açıp kapayıncaya kadar birkaç parçaya bölündü. Tanrılar, bu olan bitenler onları eğlendirmiş gibi davrandılar, kurdun gücünü övüp bu oyunu başka bir gün tekrar oynamak istediklerini söylediler.


Artık kurdu zapt edecek zincirleri yapmanın kolay bir iş olmayacağını anlamışlardı. Bu kez en yetenekli metal işçilerini tuttular, onlar da bu ikinci zincirin dövülebilecek en güçlü zincir olması için ellerinden geleni yaptılar. Zincirin yapımı bittiğinde böylesi bir zincirin Dokuz Diyar’da daha önce hiç görülmediği ileri sürüldü.
Daha önce olduğu gibi yine Fenrir’e gittiler. Zincir o denli ağırdı ki birkaç tanrı yerde sürüye sürüye getiriyordu, böylesine ağır bir zincirin getirildiğini gören Fenrir şüphelendi. Bağlanmayı reddetti. Bunun üzerine tanrılar, içindeki güç gururu kabarana dek kurdun kibrinin üstüne gittiler. Gücünü göstermeye hevesli olan Fenrir, tüm vücudu demir bağlarla kaplanana dek zincirin etrafına dolanmasına izin verdi. Sonra yerde yuvarlanıp devasa kaslarını sıktı. Zincirin halkaları, sanki kırılgan bir metalden yapılmış gibi paramparça oldu. Bunu gören tanrılar, duygularını ellerinden geldiğince gizlemeye çalışarak kurdun gücünü ve cesaretini her zamankinden daha fazla övdüler.
Odin, engin bilgeliği sayesinde, Fenrir’in zincire vurulmasının ne denli önemli olduğunu fark etmişti. Bu amaca hizmet edecek kadar güçlü bir zincirin Asgard’da dövülemeyeceğini anladığında, güçlü bir zincir alması için Skirnir’i kara elflerin yurduna gönderdi. Zira tanrılar her ne kadar yüce varlıklar olsalar da elfler ve devler bazı meselelerde onlardan daha çok şey biliyordu. Gerçekten de kara elfler, Skirnir’e verdikleri zinciri yapabildiklerine göre oldukça bilge ve yetenekli olmalıydılar. Zincirin yapımında kullanılan materyalleri nasıl elde ettikleri bir gizemdi, çünkü Asgard ya da Midgard’da çok nadir görülen altı maddeyi kullanmışlardı: Kedinin ayak sesi, kadın sakalı, dağ kökleri, ayının sinir uçları, balık nefesi ve kuş salyası. Böyle şeylerden bir zincir yapılabileceğine inanmak bile güçtü. Bu sebeple yaptıkları zincirin, ipek bir ip kadar yumuşak ve ince olması ya da Dokuz Diyar’da yapılan herhangi bir zincirden çok daha kuvvetli olması bir mucize değildi.
Skirnir, katetmesi gereken mesafe göz önüne alınacak olursa bu işi hemencecik halletti. Tanrılar, Skirnir’in beraberinde narin, ipeksi bir bağ getirdiğini gördüğünde memnun oldular. Bu kez başarılı olacaklarından emindiler, zira kara elfler tarafından yapılan şeyler her zaman müthiş niteliklere sahip olurdu.
Tanrılar, Fenrir şüphelenmesin diye kayalık bir adaya gezinti düzenleyeceklerdi, bu gezinin tüm amacının eğlence olduğuna dair numara yapıyorlardı. Eğlence, başlıca güç denemelerini içerecekti. Fenrir onlarla gitti. Ortalıkta herhangi bir zincir görseydi bunun pis bir oyun olduğundan şüphelenirdi, ama ortalıkta zincir falan görmemişti.
Adaya varır varmaz mücadelelere başladılar. Yarıştılar, engeller üzerinden atladılar, ok atıp güreştiler; kısacası, güç ve yetenek gösteren her şeyi yaptılar. Yarışmalar bittikten ve kazananlar ödüllendirildikten sonra Fenrir’e yakın bir çimene oturdular, konuşup şakalaştılar.
Tanrılardan biri, bağrından büyülü bağı çıkardı ve yanındakine uzatıp “Bu bağın göründüğünden daha güçlü olduğunu söylüyorlar. Bir dene bakalım, koparabilecek misin,” dedi. Bağı alan tanrı, beyhude de olsa bağı koparmayı denedi. Sonra bir nükte yapıp yanındaki diğer tanrıya uzattı, böylece bağ elden ele gezdi.
Herkes deneyip başarısız olunca Skirnir, sanki tam o an aklına gelmiş gibi “Bir de Fenrir denesin. Başka hiçbir şey yapamasa bile, zincirleri kırma konusunda epey güçlü,” dedi.
Böylece tanrılardan biri bağı uzattı. “Fenrir, gücünü bu küçük iple sınamak ister misin? Belki böylesine ince bir bağla bağlanmayı küçümsüyorsundur, fakat bu bağ bizim ellerimizin koparamayacağı kadar kuvvetli.”
Kurt bu sınavı reddetti, çünkü bir hainlikten şüpheleniyordu. Bunun üzerine tanrılar onu kışkırttılar, öyle bir bağla bağlanmayı yalnızca korkakların reddedeceğini söylediler. Bu kışkırtmalar Fenrir’in kibrini uyandırdı; en sonunda bu bağın vücuduna bağlanmasına izin verdi, ancak iyi niyet göstergesi olarak bu iş yapılırken tanrılardan birinin sağ elini çenesinin içine koyması gerektiğini öne sürdü.
Bu öneriyi duyan tanrılar birbirlerine endişe dolu gözlerle baktılar. Ama kısa bir duraksamadan sonra Tyr, sonucun ne olacağını iyi bildiğinden kurda yaklaştı, sağ elini kurdun dişlerinin arasına koydu ve kahkaha atarak, “Merak etme Fenrir, bunun yalnızca bir şaka olduğunu göreceksin!” dedi.
Kurt, ipin vücuduna bağlanmasına izin verdi. Büyülü bağ sıkıca bağlandığında Tyr hariç tüm tanrılar geri çekildi, çünkü mücadelenin korkunç olacağını biliyorlardı.
Canavar kaslarını sıktı, ne kadar çok çabalarsa bağın da o kadar sıkılaştığını fark ettiğinde Tyr’ün elini ısırıp bileğinden kopardı, sonra yerde yuvarlanmaya başladı, gökyüzünü öfke ve çaresizlik uğultularıyla dolduruyordu. Beyhude çabalarının ardından bitkin düştükten sonra, tanrılar onu alıp Asgard’a geri götürdüler.
Odin, Fenrir’i, Niflheim’in altındaki işkence topraklarının[19 - İşkence toprakları, Viktor Rydberg’nin Teutonic Mythology isimli eserinde açıklanıyor. (y. n.)] birinde bulunan kayalık bir ada üzerindeki karanlık bir mağaraya gönderdi. Toprağın alt tabakalarında bulunan bir taşa zincirlendi, çenesini açık tutmak için ağzına bir kılıç yerleştirildi; öyle ki, kılıcın kabzası alt çenesine, ucuysa damağına sabitlenmişti. Ağzından zehirli bir nehir doğup akmaya başladı. Fenrir, Tanrıların Alacakaranlığı -yani Ragnarök- gelene dek orada kalacaktı.
Cesur Tyr, fedakârlığı sayesinde Asgard’ı tehlikeli bir düşmandan kurtarmıştı.

ÖLÜLERİN YARGI SALONU
Odin ve diğer tanrılar, her gün Bifrost üzerinde yolculuğa çıkar, güneye doğru gidip aşağı diyarlara inerlerdi. Gökteki köprünün güney ucunda, Yggdrasil’in üçüncü kökünü sulayan bir kuyu vardı. Eski bir kitapta yazılanlara göre bu kuyunun suları “öylesine kutsaldı ki temas ettiği her şeyi yumurtayla yumurta kabuğu arasındaki ince zarın bembeyaz bir rengine dönüştürürdü.” Yggdrasil’in kökleri, bu kuyunun sularıyla besleniyor, bunun bir sonucu olarak da bir gümüş kadar saf görünüyordu. Tüm kuğuların ataları olan iki bembeyaz kuğu, bu kuyunun yüzeyinde süzülürdü. Kuyunun ağzı, tıpkı Mimir’in kuyusunun ağzı gibi oldukça kalın bir altın tabakayla kaplanmıştı.
Ölüler Diyarı’nın Kraliçesi, Yüce Norn Urd, iki kız kardeşiyle birlikte bu kuyunun yanında yaşıyordu. Emrine uymak için hazır bekleyen bir dolu ulak ve hizmetçi vardı. Hükmettiği topraklar çok genişti, hükmü Niflheim’in altındaki karanlık topraklara kadar uzanıyordu. Midgard’da ölen tüm canlılar, önce onun kuyusunun yanındaki büyük mahkeme salonuna gelirlerdi. Tanrılar, Urd’la birlikte oradakilerle buluşup onları yargılamak için her gün titrek köprüden geçerek aşağı diyarlara inerlerdi. Demirden yapılmış ağır savaş arabası köprüye zarar verebileceği için yıldırım tanrısı Thor bu köprünün üzerinden geçemiyordu; bu yüzden oraya ulaşmak için üç nehir geçmek zorundaydı.
Yüce mahkeme salonu kutsal bir yerdi. Orada verilen kararlar, ister merhametli ister acımasız olsun, her zaman adildi. Yaşamları boyunca kötülük etmiş ölümlüler işkence diyarına gönderilirdi. Savaş alanında yaşamını yitirenler ise Herkesin Babası Odin’in ya da Æsir’le birlikte Asgard’da yaşayan Vanir[20 - Vanir ya da Van, Æsir’le birlikte iki tanrı sınıfını oluşturan tanrı grubu. Daha çok bereket ve sağlıkla ilişkilendirilirler. (ç. n.)] tanrıçası Freyia’nın[21 - Frey’in kız kardeşi. Savaşta ölen kişilerin yarısı ona verilirdi. (y. n.)] yanına gönderilirdi. Odin, savaş alanındaki kahramanları seçip onları Asgard’a getirmeleri için genç kızlardan oluşan Valkürleri gönderirdi. Bu kahramanlar, Odin’in Valhalla’daki büyük sarayına giderler, orada her gün ziyafet çekip dövüşürlerdi, zira Tanrıların Alacakaranlığı Ragnarök’ün geleceği günde kötü güçlerle savaşmak için hazır olmaları gerekiyordu. Freyia ise ölene dek birbirlerine sadık kalan âşıkları tekrar bir araya getirirdi. Yaşamları huzur dolu ve temiz geçen ölümlüler, her zaman yaz mevsiminin yaşandığı, güzel toprakların yemyeşil uzandığı bir bölgede bulunan, Urd tarafından onlara özel olarak hazırlanmış bir eve giderlerdi.

BALDUR VE LOKİ
Mahkeme salonunda hiçbir tanrı, Baldur kadar hürmet görmüyordu. Bir savaşçı olarak ün kazanmamıştı, gücüyle de dikkat çekmezdi; gelgelelim saf kalbi ve erdemli yaşamı sayesinde yargıları her zaman net, kararları ise tamamen adildi. O konuştuğunda kimse onun söylediklerini sorgulamazdı.
Baldur yalnızca kusursuz bir yargıç değildi. Herkesin, hatta acımasızların ve güçlülerin bile onu sevmesini sağlayan başka nitelikleri de vardı. Öylesine nezaket ve anlayış doluydu ki gittiği yerlerde güneş daha parlak bir hal alıyor, herkesin kalbi sevinçle doluyordu. En baştan beri günahsız bir hayat sürüyordu, tek amacı diğerlerini mutlu etmekti. Karakterinin güzelliği, yüzüne ve vücuduna da yansımıştı. Tüm tanrılar arasında en yakışıklısı oydu. Hatta ona sık sık “Güzel Baldur” derlerdi. Midgard’daki insanlar, bulabildikleri en beyaz çiçeğe onun adını vererek bu çiçeğe “Baldur’un Çehresi[22 - Eskiden kuzey ülkelerindeki insanların, papatya için kullandığı isim. (y. n.)]” dediler.


Ne var ki, çok seviliyor olmasına karşın Baldur’un amansız bir düşmanı da vardı: Hain ve kindar Loki. Loki içten içe tüm tanrılardan nefret ediyordu, ama en sevmediği tanrı Baldur’du. Vahşi kıskançlığı, Baldur’un Asgard’da gördüğü sevgi sebebiyle gittikçe artıyordu. Ondan, karanlığın ışıktan nefret ettiği kadar nefret ediyor, kötünün iyiden tiksindiği kadar tiksiniyordu. Tüm entrikaları ve planları tek bir sona çıkıyordu; nefret ettiği o tanrıyı öldürmeliydi. Uzun zamandan beri bir şekilde Odin’i alaşağı, Asgard’ı ise harap etmeyi ümit ediyordu, ancak önce Baldur’u öldürecekti; çünkü biliyordu ki onun ölümü, herkesin içinde eşi benzeri olmayan bir keder uyandıracaktı.

BALDUR’UN RÜYALARI
Tanrıların göz bebeği Baldur, kedere boğulmuştu. Sarayı Breidablik[23 - Daima Parlayan Görkemli Salon. (y. n.)] artık onu memnun etmiyor, eşi Nanna ise onu teselli edemiyordu. Sesi artık tanrıların konsey salonlarında duyulmuyordu. En sonunda, uzun süren bir sessizlik içinde acı çektikten sonra, kederinin sebebini Odin ve Frigga’ya açtı. Uzun zamandır her gece, ölüm gününün çok uzakta olmadığını, çok sevdiği yurdunu terk etmesi ve dostlarından uzakta, yeraltı diyarında yaşaması gerektiğini söyleyen rüyalar görüyor ve bu yüzden acı çekiyordu. Bu düşünce onu öylesine üzüyordu ki gördüğü ya da duyduğu şeyler, ne kadar neşe dolu olursa olsun, Baldur’un hüznünü geçiremiyordu.
Odin, hemen tüm tanrıları ve tanrıçaları divana çağırdı. Birbirlerine danıştıktan sonra içlerinden bazılarını, geleceği kendilerinden daha iyi bilen bilge devlere ve diğer canlılara gönderdiler. Bu varlıkların hepsi, Baldur’un öleceğini belirtti.
Bunun ardından yaşayan her canlıdan, hatta bitkilerden ve metallerden, Baldur’a zarar vermeyeceklerine dair yemin almaya karar verdiler. Bu yeminler Frigga huzurunda edilecekti. Günler boyunca Asgard, bu kutsal yemini etmek için gelen canlı türleriyle dolup taştı. Nihayetinde hepsi yemin etti.
Ne var ki bu bile Odin’i tatmin etmemişti. Aşağı diyarlara inerek oğlunun kaderiyle ilgili bilgiyi orada aramaya karar verdi. Sleipnir’e eyer vuruldu. Herkesin Babası, yine bilgelik arayışında Mimir’in topraklarını ziyaret ederken arşınladığı yollardan gitti. Gökteki köprüyü tekrar katetti, kuzeye doğru yol alarak uyku nedir bilmeyen gözcü Heimdall’ın parlak kalesinin yanından geçti. Bu kez yanında Sleipnir vardı. Sleipnir, Odin’i karanlık buz bölgesinden ve dağ devlerinin kasvetli topraklarından hızla geçirdi.
Güneye doğru yol alırken bir köpekle karşılaştı, besbelli ki bu köpek Hvergelmir Dağı’nın yakınındaki bir mağaradan geliyordu. Köpeğin bağrı kanla kaplıydı, boynu ve çenesi de öyle. Odin’e öfkeyle havladı, o yanından geçtikten sonra bile uzunca bir süre havlamaya devam etti; fakat Herkesin Babası ona kulak asmadı, yoluna devam etti.
Odin, Mimir’in hükümdarlığının doğu tarafında, şafak elfi Delling’in evinin yakınında, daha önce gördüğünü anımsayamadığı sık bir ormana[24 - Orman ve kale, Baldur mitine Rydberg’in sorumluluğunda eklenmiştir. Mimir, eli kulağında olan felaket vaktinde bazı saf ölümlüleri kurtarmış, onları bu kaleye yerleştirmiştir. Ölümünden sonra Baldur gelecek ve bu kişilere hükmedecektir. Dünyanın yıkımından, yani Ragnarök’ten sonra Baldur hükmedecek, ona uzunca seneler hizmet etmiş bu ölümlüler ise dünyayı tekrar yaşanabilir bir yer kılacaklardı. Saemund’un yazdığı Edda’daki “Vafthrûdnir” şiirindeki dizeler, bu konuya işaret eder:“Çetin Fimbul Kışıinsanları vurduğunda,hangi ölümlüler hayatta kalacak?”Vafthrûdnir.“Lîf ve Lîfthrasir,Hoddmimir’in yuvasında korunacak.Sabah çiyini yemek olarak yiyecekler.İnsanlar, onlardan türeyecekler.” (y. n.)] vardı. Gelgelelim bölgeye aşinaydı, doğuya doğru biraz daha yol alırsa danışmak istediği Vala’nın[25 - Vala ya da Völva: Kadın kahinler veya şamanlar. (y. n.)] mezarına ulaşacağını biliyordu. Ormanlığın ıssız derinliklerine doğru uzun bir mesafe kat ettikten sonra bir surla karşılaştı; bu sur, Asgard’ı çevreleyen surlardan çok daha yüksekti. Ne var ki bu engel, Sleipnir’i durduramazdı. Bir an içinde Odin, kendini geniş bir bahçede buldu, bu bahçenin ortasında muazzam güzellikte bir kale yükseliyordu. Kale kapıları sanki konuksever bir halde açık duruyordu, hiç şüphe yok ki orman ve duvar tarafından korunan bu güzide yere bir düşmanın gelmesi beklenmiyordu. Herkesin Babası, atından inip içeri girdi.
Kalenin içinde uzun boylu adamlar, güzel kadınlar dolaşıyordu, küçük gruplar halinde birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Ayrıca gelmesi beklenen onur konuğu için hazırlıklar yapılıyordu. Salonun öteki ucunda altından bir taht vardı, tahtın hemen yanına da halkalar ve süslerle bezenmiş oturaklar konmuştu. Masanın üzerinde likör hazır bir vaziyette bekliyordu, ama üstü bir kalkanla örtülmüştü.
Odin girince zarif bir genç öne çıktı, büyük bir hürmetle “Siz, Mimir’in uzun zaman önce bize müjdelediği iyi ve bilge kral mısınız? Görüyorsunuz, her şey hazır ve kullarınız sizi büyük bir sabırsızlıkla bekliyor,” dedi.
Odin cevap verdi: “Ben gerçekten de hoş bir hükümdarlığın kralıyım, ama sizin kralınız değilim. Size hükmedecek kişinin adı nedir?”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mary-e-litchfield/dokuz-diyar-69403327/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Rün adı verilen birkaç harf vardı ki bu harflerin büyülü nitelikler taşıdığı düşünülüyordu. (yazarın notu)

2
Rydberg, Bifrost’un aslında gökkuşağı değil, Samanyolu olduğunu iddia etmektedir. (y. n.)

3
Yggdrasil, bir dişbudak ağacıydı. (y. n.)

4
“Volüspa”, Saemund’un Edda’sı (çev. Thorpe). (y. n.)

5
“The Lay of Vafthrûndir”, Saemund’un Edda’sı (çev. Thorpe). (y. n.)

6
Rydberg’e göre Hœnir ve Lodur, Odin’in kardeşleri Vili ve Ve’yle aynı kişilerdir. (y. n.)

7
“Volüspa”, Saemund’un Edda’sı (çev. Thorpe). (y. n.)

8
Bifrost’un Eski Nors dilinde “sallanmak” veya “kesik kesik parlamak” anlamlarına gelen Bifa fiilinden türediği düşünülüyor. (ç. n.)

9
İngilizcedeki Allfather kelimesi, “Herkesin Babası” ya da “Tanrıların Babası”, “Tanrıların Tanrısı” anlamlarına gelir. İskandinav mitolojisindeki en yüce tanrı Odin için kullanılan isimlerden ve unvanlardan biridir. (Eski Nors dili) Alfaðir. (ç. n.)

10
Odin’in kuzgunları: Hugin (düşünce) ve Munin (hafıza). Bu kuzgunlar, her gün Dokuz Diyar’ı dolaşır ve Odin’e haber getirirdi. (y. n.)

11
Mayalanmış, tatlandırılmış bal ve su karışımı. (y. n.)

12
Büyük yeraltı diyarının kuzeyinde bulunan dev diyarı. (y. n.)

13
Ymir’in kolunun altından doğan dev. (y. n.)

14
İki kız kardeşiyle birlikte geçmişi, şimdiyi ve geleceği temsil eden Norn’lardan (ruh) biri. (y. n.)

15
Kötülük emsallerinden biri. Loki’nin kadın karşıtı. (y. n.) Angrboda. (ç. n)

16
“Odin’s Rune Song”, Saemund’un Edda’sı (çev. Thorpe). (y. n.)

17
Frigga ya da Frigg. (y. n.)

18
Odin’in çocuklarından biri. Tek elli savaş tanrısı. (y. n.)

19
İşkence toprakları, Viktor Rydberg’nin Teutonic Mythology isimli eserinde açıklanıyor. (y. n.)

20
Vanir ya da Van, Æsir’le birlikte iki tanrı sınıfını oluşturan tanrı grubu. Daha çok bereket ve sağlıkla ilişkilendirilirler. (ç. n.)

21
Frey’in kız kardeşi. Savaşta ölen kişilerin yarısı ona verilirdi. (y. n.)

22
Eskiden kuzey ülkelerindeki insanların, papatya için kullandığı isim. (y. n.)

23
Daima Parlayan Görkemli Salon. (y. n.)

24
Orman ve kale, Baldur mitine Rydberg’in sorumluluğunda eklenmiştir. Mimir, eli kulağında olan felaket vaktinde bazı saf ölümlüleri kurtarmış, onları bu kaleye yerleştirmiştir. Ölümünden sonra Baldur gelecek ve bu kişilere hükmedecektir. Dünyanın yıkımından, yani Ragnarök’ten sonra Baldur hükmedecek, ona uzunca seneler hizmet etmiş bu ölümlüler ise dünyayı tekrar yaşanabilir bir yer kılacaklardı. Saemund’un yazdığı Edda’daki “Vafthrûdnir” şiirindeki dizeler, bu konuya işaret eder:
“Çetin Fimbul Kışı
insanları vurduğunda,
hangi ölümlüler hayatta kalacak?”
Vafthrûdnir.
“Lîf ve Lîfthrasir,
Hoddmimir’in yuvasında korunacak.
Sabah çiyini yemek olarak yiyecekler.
İnsanlar, onlardan türeyecekler.” (y. n.)

25
Vala ya da Völva: Kadın kahinler veya şamanlar. (y. n.)
Dokuz Diyar Mary E. Litchfield

Mary E. Litchfield

Тип: электронная книга

Жанр: Мифы, легенды, эпос

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: İskandinav mitolojisinde dokuz diyar vardır; Odin’in hükmettiği tanrılar diyarı Asgard, insanların diyarı Midgard, Vanirlerin diyarı Vanaheim, devlerin diyarı Jotunheim, buz diyarı Niflheim, ateş diyarı Muspelheim, elflerin diyarı Alfheim, cücelerin diyarı Nidavellir, ölülerin diyarı Helheim. Bu dokuz diyarı birbirlerine Yggdrasil adlı devasa bir dişbudak ağacı bağlar. Maceralarıyla tüm dünyayı etkileyen Odin, Thor, Loki, Baldur, Heimdall gibi tanrılar bu diyarlarda yaşarlar.

  • Добавить отзыв