Çingene Masalları

Çingene Masalları
Francis Hindes Groome
Dünyanın en neşeli ve özgür ruhlu halkı Çingenelerin masalları…

Dünya üzerinde Çingenelerden daha geniş bir alana yayılmış başka bir halk yoktur. Gittikleri her yere masallarını da götürmüş ve dilden dile yayılmalarını sağlamışlardır. Bu masallar Çingenelerin sivri dilini, cesaretini, hayal gücünü, vahşi doğasını ortaya koyarken müzik, doğa ve özgürlük sevgilerine de dikkat çekmektedir.

Kendini Çingene yaşamına adayan halkbilimci Francis Hindes Groome tarafından derlenen bu masallar, Çingenelerin renkli dünyasını gözler önüne seriyor.

Bu kitapta Türk, Romen, Bukovina, Transilvanya, Slovakya, Moravya, Bohemya, Polonya, İngiliz, Galler ve İskoç Çingenelerinin masalları ayrı ayrı ele alınırken başka halkların masallarıyla ilişkileri de ortaya konuyor.

Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.

Francis Hindes Groome
Çingene Masalları

Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Kızılderili Masalları, Amerikan Masalları, Çin Masalları, Norveç Masalları ve Kore Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Çingene Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.

Giriş
Francis Hindes Groome, kendini Roman (Çingene) yaşamına adayan az sayıdaki 19. yüzyıl halkbilimcisinden biridir. O dönem, folklor çalışmaları açısından destansı bir dönemdir. Fedakâr bilim insanları, tırnaklarıyla kazıyarak bu alanı oluşturmuştur. Ancak daha o zaman bile kıtaları ve kültürleri kapsayan evrensel hikâye motiflerinin varlığı açıkça görülebiliyordu. Groome, ortak bir hikâye yapısının geniş Avrasya coğrafyasına yayılmasında göçebe çingenelerin birincil kaynak olduğu hipotezini ortaya atmıştı. Bugün, bahsi geçen temaların yalnızca Avrasya’da değil, Avrupa’dan okyanuslarla ayrılan Afrika, Polonezya, Avustralya ve Yeni Dünya halkları arasında da yaygın olduğunu biliyoruz. Basit bir kökenden gelen kahramanın büyülü bir değişim yolculuğuna çıktığı, hayvanlardan yardım gördüğü, hilekârlarla karşılaştığı ve kötü üvey akrabalarla ilişki içinde olduğu masal anlatıları bütün dünyada mevcut. Yani yayılma, o kadar da çekici bir hipotez değil. Bu hikâyeler bilincimizin derinlerine işlemiş görünüyor.
Bu kitap, klasik “Çingeneloji”nin hazine sandığı ve Çingene halkı ve kültürüyle ilgilenen herkes için ilgi çekici bir okuma. Bunlar yumuşatılmış “masallar” değil, daha ziyade “yetişkinlere özgü durumlar” da içeren karmaşık ve dünyevi hikâyeler. Groome, 19. yüzyıldaki sansürlenmiş folklor kitaplarının aksine elindeki malzemeyi basitçe düzenlemiş ve hikâyedeki boşlukları ya da tutarsızlıkları düzeltme çabasına girmemiş. Anlatıcının, büyüsünü üzerimize saçmasına izin vermiş.

Çingenelerin Dağılımı
Dünya yüzünde Çingenelerden daha geniş bir alana yayılmış başka bir ırk yoktur. Finlandiya'dan Sicilya'ya, Boğaz kıyılarından Atlantik şeridine kadar Avrupa'da nereye giderseniz gidin, muhakkak Çingenelere rastlarsınız. Avrupa’daki muhtemel sayıları bir milyona yakın. Macaristan’da 275.000, Romanya’da 200.000, Sırbistan’da 38.000 ve Bulgaristan’da 52.000 kadar olduklarına inanılıyor. Britanya’da kaç Çingene olduğuna dair en ufak bir fikrim yok, zira değerlendirebileceğimiz hiçbir istatistik bulunmuyor.[1 - Spectator’a göre (24 Aralık 1897), 1896-97’de Surrey’de on bin Çingene kışlamıştı!] Ancak hayatımın herhangi bir döneminde, er ya da geç göçebe ya da yerleşik Çingenelerin ışıklarıyla aydınlanmayan hiçbir yer görmedim ki İngiltere ve İskoçya’nın pek çok yerinde yaşamışlığım vardır. Londra ve Londra çevresi, Oxford’a dek uzanan Thames vadisi, Black Country, Bristol, Manchester, Liverpool ve Yarmouth… Buralar, yerleşik Çingeneleri en çok aramam gereken yerler. Kilise kayıtlarına, yerel tarihe ve kendi bilgilerime dayanarak, son dört yüz yıldır Land’s End ile John o’Groats arasında, Çingenelerin herhangi bir zaman diliminde kamp kurmadıkları bir cemaat bölgesi olduğundan şüpheliyim.
Asya’nın Anadolu, Suriye, Ermenistan, İran, Türkistan ve Sibirya bölgelerinde, hatta belki Hindistan ve Çin’de bile sayıları bilinmeyen göçebe Çingeneler var. Amerika kıtasında da Kanada’nın Pictou kasabasından Brezilya’nın Rio kentine dek uzanıyorlar. Yeni Zelanda ve Avusturalya’da izole gruplar içinde yaşamaya devam ediyorlar.
Günümüzde yerleşik Çingenelerin sayısı göçebeleri geçmiş olmalı. Macaristan’da toplam nüfuslarının üçte biri, yani yalnızca 9000’i “daimi hareket halinde” görülmektedir. Yine de bu ırk, genel anlamda göçebe bir ırktır. Geniş bir alana yayılmış olmaları, geçmişteki göçlerden kaynaklanır. Bizim için önemli bir bilgi, on beşinci yüzyılın ilk yarısında, hareketlilikleri merhum M. Paul Bataillard tarafından “Dé l’Apparition et de la Dispersion des Bohémiens en Europe” (1844), “Nouvelles Recherches” (1849) ve “Immigration of the Gypsies into Western Europe in the Fifteenth Century” (Gypsy Lore Journal, Nisan 1889 – Ocak 1890) gibi kaynaklarda, büyük bir aşk ve emekle kayda geçirilmiştir.[2 - Yalnızca 150 kopyası bulunduğundan ve bunların çoğu kesinlikle yok olduğundan, zaman içinde libri rarissimi sayılacak olan Gypsy Lore Journal’a (1888-92 arasını kapsayan üç cilt) sık sık referans vereceğim.]

Birinci Bölüm
TÜRK ÇİNGENE MASALLARI


Ölü Adamın Minneti[3 - Edirne’de yerleşik yaşam süren ihtiyar bir Çingene kadın tarafından anlatılmıştır.]
Bir kralın üç oğlu varmış. Kral en küçük oğluna yüz bin kuruş vermiş. En büyük oğluyla ortanca oğluna da aynı miktarda para vermiş. En küçük oğlu parayı aldığı gibi yola koyulmuş. Nerede bir fakir görse para vere vere bütün parasını bitirmiş. En büyük kardeş para kazanmak için gemiler inşa ettirmiş. Ortanca ise gidip dükkânlar yaptırmış. Bir süre sonra babalarının yanına dönmüşler.
“Neler yaptınız?” diye sormuş Kral.
En büyükleri, “Bir sürü gemi yaptırdım,” demiş.
Kral en küçük oğluna dönüp “Peki sen ne yaptın?” diye sormuş.
“Ben mi?” demiş küçük oğlu. “Parayı yolda gördüğüm fakirlere dağıttım. Fakir kızların düğün masraflarını karşıladım.”
Kral, “En küçük oğlum fakirlere kol kanat gerecek demek ki,” demiş. “Ona yüz bin kuruş daha verin.”
Delikanlı parayla birlikte babasının yanından ayrılmış. Parasını on iki kuruşu kalana dek harcamış. Cebinde on iki kuruşla yürümeye devam ederken buldukları bir cesedi hırpalayan birkaç adamla karşılaşmış.
“Ne istiyorsunuz ölüden? Neden dövüyorsunuz?” diye sormuş.
“Ondan on iki kuruş istiyoruz.”
“Eğer ölüyü rahat bırakırsanız size istediğiniz parayı veririm.”
Prens parayı verip ölü adamı ellerinden kurtarmış. Sonra yeniden yola koyulmuş. Delikanlı ilerlerken ölü adam da peşine düşmüş. “Nereye gidiyorsun?” diye sormuş ölü adam.
“Öylesine yürüyorum.”
“Ben de geleyim. Birlikte yürüyelim. Yol arkadaşı olalım.”
“Hadi, öyle olsun.”
“O halde gel, seni bir yere götüreceğim.”
Ölü adam, Prens’i bir köye götürmüş. Bu köyde yaşayan genç bir kız varmış ve kiminle evlense, ertesi gün şafak sökerken kocasını yatağında ölü bulurmuş.
Ölü adam, “Seni bir yere saklayacağım. Sana bir kız getireceğim ve biz hep arkadaş olacağız,” demiş.
Sonra da gidip kızı bulmuş. (Kızın ağzından ejderhalar çıkıyormuş.)
“Bu gece yatağa girdiğinde ben de orada olacağım,” demiş.
Kılıcını alıp delikanlıyla genç kızın yanına gitmiş. Delikanlı, “Kesinlikle olmaz,” demiş. “Madem istiyorsun, kızı sen al.”
“Biz arkadaş değil miyiz?” diye sormuş ölü adam. “Sen onunla uyuyacaksın. Ben de burada.”
Gece yarısı olduğunda ölü adam kızın ağzından çıkan ejderhayı görmüş. Kılıcını çektiği gibi ejderhanın üç başını da kesmiş, göğsünün üzerine koymuş. Sonra da yatıp uyumuş. Genç kız ertesi sabah uyandığında kocasının yanında uyuduğunu görmüş. Hemen kızın babasına haber göndermişler: “Kızınız bu sabaha kocasıyla birlikte uyandı.”
Baba, “Bu delikanlı benim damadım işte,” demiş.
Prens ise karısını alarak babasının yanına gitmeye niyetlenmiş.
Ölü adam, onun karşısına dikilip, “Parayı bölüşelim,” demiş. Bölüşmüşler.
“Parayı böldük, şimdi karını da bölüşeceğiz,” demiş ölü adam.
Delikanlı, “Onu nasıl böleceğiz? İstiyorsan sen al,” demiş.
“Hayır, bölüşeceğiz.”
“İyi de nasıl böleceğiz?” diye sormuş delikanlı.
Ölü adam, “Ben hallederim,” demiş.
Genç kıza uzanarak dizlerini bağlamış. “Sen bir ayağını tut, ben de diğerinden tutacağım,” demiş delikanlıya.
Kızı kesmek için kılıcını havaya kaldırmış. Genç kız korkuyla ağzını açıp haykırınca ağzından bir ejderha düşmüş. Ölü adam bunun üzerine delikanlıya dönerek “Bana eş gerekmez. Para da gerekmez. Diğer adamları öldüren, şu gördüğün ejderha başlarıydı. Artık öldüremezler. Eşin de paran da senin olsun. Sen bana bir iyilik yapmıştın, ben de sana bir iyilik yaptım,” demiş.
“Ben sana ne iyilik yaptım ki?” diye sormuş delikanlı.
“Beni o adamların elinden kurtardın ya…”
Ölü adam mezarına dönerken, Prens de karısıyla birlikte babasına doğru yola çıkmış.

Dazlak
Bir zamanlar adamın biri bir kalyon inşa etmiş, içini tayfayla doldurmuş. Akdeniz’den Karadeniz’e doğru yola koyulmuş. Su almak için bir köyde durduğunda dört beş erkek çocuğunun oyun oynadığını görmüş. Çocuklardan biri dazlakmış. Adam çocuğa, “Su nerede?” diye seslenmiş. Dazlak çocuk, adamı suya götürmüş. Adam suyunu aldıktan sonra çocuğa sormuş:
“Benimle gelir misin?”
“Gelirim ama bir anam var.”
“O zaman anana gidelim.” Gitmişler.
“Oğlunu bana verir misin?”
“Veririm.”
Kaptan bir aylık maaşını ödeyerek delikanlıyı yanına almış. Demir alıp yola çıkmışlar. Daha büyük bir köye vardıklarında su bulmak için karaya çıkmışlar.
Kralın oğlu yürüyüşe çıktığında bir dervişin bir kız portresi sattığını görmüş. Genç adam bu portreyi almış. Çok güzelmiş. Kızın babası yedi yıldır o portre üzerinde çalışıyormuş. Kralın oğlu resmi çeşmenin başına koymuş ve, su içmeye gelenlerden biri “ben bu kızı görmüştüm,” diyecek, diye düşünmüş. Kaptan kıyıya yanaşıp su almaya gitmiş. Gözlerini kaldırınca portreyi görmüş. “Nasıl bir güzellik bu!” demiş. Yeniden tekneye dönerek tayfasına, “Orada bir güzel var. Daha önce hiç böyle bir güzellik görmemiştim,” demiş.
Dazlak, “Gidip bakayım,” demiş.
Dazlak çeşmenin başına varıp da portreyi görür görmez kahkahalara boğulmuş. “Dervişin kızı bu. Onu nasıl bulmuşlar ki?”
Sözünü bitirmesine kalmadan yakalayıp saraya götürmüşler. Dazlak, yakalanır yakalanmaz aklını yitirmiş. İki gün sonra adamlar tekrar gelmiş. “O kızı tanıyor musun?”
“Tanımak mı? Biz birlikte büyüdük. Annesi öldü. Hem onu hem beni emzirmişti.”
“Padişahın karşısına çıkacaksın, korkma.”
Oğlanı, padişahın karşısına çıkarmışlar.
“Bu kızı tanıyor musun delikanlı?”
“Tanıyorum, birlikte büyüdük.”
“Onu buraya getirir misin?”
“Getiririm. Bana yaldızlı bir kalyon yapın. Yanıma yirmi müzisyen verin. Bırakın oğlunuz da benimle gelsin. Ne yaparsam yapayım kimse bana itiraz etmesin. O zaman giderim. Gidip dönmem yedi yıl sürer.”
Yanlarına yedi yıl yetecek azık ve su alıp yola koyulmuşlar. Genç kızın ülkesine varmışlar. Şafak sökerken Dazlak, kalyonu kızın evine yanaştırmış. Ev, denize çok yakınmış. Dazlak, “Ben çıkıp güverteye bir bakacağım. Sakın hiçbiriniz kendinizi göstermeyin,” demiş. Sonra yukarı çıkıp güverteyi arşınlamaya başlamış.
Dervişin kızı uykusundan uyanmış. Güneş artık hem kalyonu hem de evi aydınlatıyormuş. Kız dışarı çıkıp gözlerini ovuşturmuş. Bir aşağı bir yukarı yürüyen adamı görmüş. Başını biraz uzatınca bizim Dazlak’ı fark etmiş. Hemen tanımış.
“Ne arıyorsun burada?”
“Senin için geldim, seni görmeye. Çok uzun zaman oldu. Tekneye gelsene. Baban nereye gitti?”
“Babamın benim portremi yaptığını bilmiyor musun? Onu satmaya gitti. Birkaç gün içinde gelmesini bekliyorum.”
“Yanıma gel de biraz konuşalım.”
Kız üzerini değiştirmeye gidince Dazlak da tayfasıyla konuşmaya gitmiş. “İyice gizlenin. Kimse görünmesin. Ben kızı kamaraya götürünce ipleri çözün.”
Kız kamaraya girmiş. Oturup konuşmaya başlamışlar. Kalyon da yola çıkmış. Dazlak, kralın oğlunu gizlice içeri getirmiş.
“Bu da kim?” demiş kız. “Ben gidiyorum.”
“Delirdin mi kardeşim? Gel biraz şeker yiyelim.” Birkaç şeker vererek kızın kendinden geçmesini sağlamışlar.
“Biraz müzik çalalım sana,” demiş Dazlak.
Dışarı çıkıp müzisyenleri getirmiş. Çalmaya başlamışlar. Kız, “Kalkıp gitmeliyim, babam gelecek,” demiş.
“Biraz daha otur, bırak çalsınlar.” Müzisyenler çalmaya devam etmiş ve kız, kalyonun yola çıktığını fark etmemiş.
Daha sonra kız tekrar “Artık gidiyorum,” demiş.
Güverteye çıktığında bir bakmış ki evi uzaklarda… “Ah, kardeşim, ne yaptın sen bana?”
“Ne mi yaptım? Yanında oturan adam padişahın oğlu. Ben de onun adına seni almaya geldim.”
Kız ağlamaya başlamış. “Ne yapayım ben? Kendimi denize mi atayım?” Ama hayır, gidip şehzadenin yanına oturmuş. Müzik, yiyecek, içecek gırlaymış. Dazlak yukarıda bir başına oturuyormuş. Kaptanmış ne de olsa. Diğerleri yiyip içerken o görev yerinden dışarı bir adım bile atmamış.
Karaya yanaşmalarına iki ya da üç gün varmış. Bir sabah şafak sökerken üç kuş, kalyonun üzerine tünemiş. Oğlanın yanında kimse yokmuş. Kuşlar konuşmaya başlamış. “Kuş, ah sevgili kuş! O da ne öyle? Dervişin kızı, şehzadeyle birlikte yiyip içiyor. Başlarına gelecek felaketten haberi bile yok.”
“Ne olacak?” diye sormuş diğer kuşlar.
“Varır varmaz, onları almaya küçük bir tekne gelecek. Tekne alabora olacak ve dervişin kızıyla şehzade boğulacak. Bunu her kim duyar da başkasına anlatırsa, dizleri taş kesilecek.”
Dazlak konuşulanları dinlerken yalnızmış.
Ertesi sabah erkenden kuşlar yeniden gelmiş. Konuşmaya başlamışlar. “Ah kuş, sevgili kuş! O da ne öyle? Dervişin kızı, şehzadeyle birlikte yiyip içiyor. Başlarına gelecek felaketten haberleri yok. Kıyıya varıp da kapıdan geçtikleri anda kapı paramparça olacak. Üstlerine yıkılıp onları öldürecek. Bunu her kim duyar da başkasına anlatırsa, sırtı taşa dönecek.”
Şafak sökerken kuşlar tekrar gelmiş. “Ah kuş, sevgili kuş, o da ne öyle? Dervişin kızı şehzadeyle birlikte yiyip içiyor. Başına gelecek felaketten haberi bile yok.”
“Ne olacak?” diye sormuş diğer kuşlar.
“Evlendikleri gece yedi başlı ejderha çıkıp gelecek ve şehzadeyle dervişin kızını bir çırpıda yutacak. Bunu her kim duyar da başkasına söylerse, başı taşa dönecek.”
Dazlak kendi kendine, “Hiçbir teknenin yaklaşmasına izin vermeyeceğim,” demiş. Ayağa kalkıp karşı tarafa bakınca, genç kızı almaya gelen birkaç tekne görmüş.
“Tekne istemem.” Hemen yelkenleri açmış. Kalyon hızlanarak ilerlemeye başlamış. Herkes onu izliyormuş. “Hey, kalyon karaya oturacak!”
“Dokunmayın,” demiş padişah. “Bırakın karaya otursun.”
Dazlak, gemiyi karaya oturtmuş.
Dazlak, “Kızı almaya giderken kimse yaptıklarıma karışmasın dememiş miydim? Kimse karışmasın,” demiş.
Kızla şehzadeyi alıp kapıya doğru ilerlemiş. “Yıkın kapıyı.”
“Yıkalım mı? Neden?” diye sormuşlar.
“Kimse karışmasın demedim mi ben?”
Hazırlanıp kapıyı yıkmışlar. Hep birlikte yukarı çıkmışlar. Yiyip içmiş, gülüp eğlenmişler.
Dazlak oğlanın içini kemiren bir kurt varmış.
Gece çökmüş. Genç çiftin yatağını hazırlamışlar. Dazlak, “Siz nerede uyuyacaksanız ben de orada uyuyacağım,” demiş.
“Gelinle damadın yanında uyuyamazsın, olmaz.”
“Anlaşmamız nasıldı?”
“Sen bilirsin.”
Hep birlikte odaya girip uzanmışlar. Dazlak kılıcını sımsıkı tutmuş, başını yorganın altına saklamış. Gece yarısı ejderhanın geldiğini duymuş. Kılıcını çektiği gibi ejderhanın başlarını kesmiş. Hepsini yatağının altına saklamış. Şehzade uyanıp da Dazlak’ı elinde kılıçla görünce, “Dazlak bizi öldürecek!” diye haykırmış.
Babası gelip “Neden bağırıyorsun oğlum?” diye sorunca, “Dazlak bizi öldürecek,” demiş şehzade.
Dazlak’ı yakalayıp kollarını bağlamışlar.
Şafak sökünce padişah, Dazlak’ı huzuruna çağırmış. “Neden öyle davrandın? Yedi yıl boyunca yolculuk ederek kızı getirdin, sonra da onları öldürmek istedin.”
“Ne yapabilirdim ki?”
“Sen oğlumu öldürmeye kalktın, ben de seni öldüreceğim.”
“Sen bilirsin.”
Oğlanın ellerini bağlayıp başını vurdurmaya götürmüşler. Yolda giderken Dazlak kendi kendine, “Kafamı kesecekler,” demiş. “Ama anlatırsam da taşa dönerim. Hey, beni padişaha götürün. Ona söyleyecek bir çift sözüm var.”
Genç adamı padişaha götürmüşler.
“Neden geri getirdiniz?”
“Size söyleyecek bir çift sözü varmış.”
“Söyle bakalım delikanlı.”
“Dervişin kızını almaya giderken kalyonda tek başıma oturuyordum. Oğlunuz kızla birlikte yiyip içiyordu. Bir sabah üç kuş gelip konuşmaya başladı. ‘Ah kuş, sevgili kuş, o da ne öyle? Dervişin kızı şehzadeyle birlikte yiyip içiyor. Başına gelecek felaketten haberi bile yok. Bunu her kim duyup da bir başkasına söylerse dizleri taş keser,’ dediler. Orada yalnızca ben vardım ve duydum.”
Dazlak bunu söyler söylemez dizleri taş kesilmiş. Padişah, genç adamın taş kesildiğini görünce, “Rica ederim daha fazla devam etme delikanlı,” demiş.
“Ama anlatacağım,” diye cevaplamış Dazlak. Kapının hikâyesini anlatmış ve sırtı da taş kesilmiş.
“Kuşlar üçüncü kez gelip konuşmaya başladılar. Ben de onları duydum (zaten bu yüzden gelin ve damatla yatmak istedim). ‘Yedi başlı bir ejderha gelip onları yiyecek!’ dediler. İnanmazsanız yatağın altına bakın.”
Odaya gidip baktıklarında ejderhanın yedi başını görmüşler.
“Onu öldüren bendim. Oğlunuz kılıcı elimde görünce onları öldüreceğimi düşündü. Onlara gerçeği anlatamazdım.”
Bunları söyledikten sonra başı da taş kesmiş. Dazlak için bir mezar yaptırmışlar.
Şehzade birden ayaklanarak yollara düşmüş. “O benim için yedi yıl gezdi ben de onun için yedi yıl gezeceğim,” demiş.
Şehzade yürümüş durmuş. Bir yerde bir su görünce birkaç yudum içip dinlenmek için uzanmış. Dazlak rüyasına girmiş. “Buradan bir avuç toprak al, sonra mezarın üzerine serp.”
Şehzade bir süre daha uyumuş. Uyanır uyanmaz bir avuç toprak alıp mezarın başına dönmüş. Toprağı mezara serptiği gibi Dazlak uyanmış. “Mışıl mışıl uyumuşum!” demiş.
“Sen benim için yedi yıl dolaştın ben de senin için yedi yıl dolaştım,” demiş şehzade.
Dazlak’ı alıp saraya götürmüş ve ona rütbe vermiş.



İkinci Bölüm
ROMEN ÇİNGENE MASALLARI


Vampir
Köyün birinde yaşayan ihtiyar bir kadın varmış. Bu köyde yetişkin kadınlar bir araya gelip çalışır, “yardımlaşırmış”.[4 - Kláka. “Claca,” der Grenville Murray, “Eflak bölgesinde son derece popüler olan bir tür toplantıyı ifade eder. Eğer bir ailenin, belirli bir durum özelinde yapılacak belirli bir işi varsa, komşularını gelip onlar için çalışmaya davet eder. İş tamamlandığındaysa müthiş bir eğlence tertip edilir. Şarkı söylenir, dans edilir ve hikâyeler anlatılır.” – Doine; or Songs and Legends of Roumania (Lond. 1854), sf. 109.] Genç delikanlılar gelip kızların yakasına yapışır, bir kenara çekip öperlermiş. Ancak kızlardan birinin onu tutup öpecek bir âşığı yokmuş. Zengin köylülerden birinin kızı olan bu genç kadın iri yarı biriymiş. Üç gün boyunca kimse yanına yanaşmamış. Kız kendinden büyük arkadaşlarına bakıp dururmuş. Kimsenin onu düşündüğü yokmuş. Fakat bu kız, eşine az rastlanır güzellikteymiş. Derken genç bir delikanlı ortaya çıkmış, kızı kollarına alıp öpmüş. Horozlar ötene kadar da onunla kalmış. Şafak söküp de horozlar ötmeye başlayınca delikanlı çekip gitmiş. İhtiyar kadın, delikanlının ayaklarının horoz ayağı olduğunu görmüş. İhtiyar, oğlanın ayaklarına bakmaya devam ederken, “Nita, kızım, sen tuhaf bir şey gördün mü?” diye sormuş.
“Görmedim.”
“O zaman o çocuğun ayaklarının horoz ayağı olduğunu da fark etmedin yani?”
“Hayır, görmedim.”
Kız evine gidip uyumuş. Uyanınca da diğer kadınların yanına yün eğirmeye gitmiş. Çok geçmeden delikanlılar da sevgililerinin yanına gelmiş. Kızları öpmüş, bir süre yanlarında kalmış, sonra evlerine gitmişler. Genç kızın yakışıklı delikanlısı da gelmiş. Kızı kollarına almış, öpmüş, dans etmiş ve gün doğumuna kadar onunla kalmış. Derken horozlar ötmeye başlamış. Delikanlı horozların sesini duyar duymaz kızın yanından ayrılmış. Kulübesindeki ihtiyar kadın, “Nita, oğlanın ayakları at toynağıydı, fark ettin mi?” diye sormuş.
“Eğer öyleyse de görmedim.”
Kız evine dönmüş. Uyuyup uyanmış, yapması gereken işleri yapmış. Gece çöktüğünde eğirme tekerini alıp kulübedeki ihtiyarın yanına gitmiş. Diğer kızlarla delikanlılar da gelmiş. Herkes sevdiğiyle birlikteymiş. Genç kız bir süre bekledikten sonra delikanlı çıkıp gelmiş. Kız ne yapmış dersiniz? Büyük bir dikkatle oğlanın sırtına bir iğne ve iplik geçirmiş. Horozlar ötüp de oğlan gittiğinde, kız onun nereye gittiğini bilmiyormuş. Sabah kalkar kalkmaz ipin ucunu tutup yol boyunca takip etmiş. Oğlanın bir mezarda oturduğunu görmüş. Kız titreyerek evine dönmüş. Gece mezardaki delikanlı ihtiyar kadının evine geldiğinde kızın orada olmadığını görmüş. İhtiyar kadına, “Nita nerede?” diye sormuş.
“Gelmedi.”
Bunun üzerine delikanlı Nita’nın evine gitmiş. “Nita, evde misin?” diye seslenmiş.
“Evdeyim,” diye yanıtlamış Nita.
“Kiliseye geldiğinde ne gördüğünü anlat bana. Anlatmazsan babanı öldürürüm.”
“Hiçbir şey görmedim.”
Delikanlı şöyle bir bakmış[5 - Dr. Barbu Constantinescu, kötü nazarla büyü yapmanın uzun ve güzel bir formülünü verir.] ve kızın babasını öldürüp mezarına dönmüş.
Ertesi gece yeniden gelmiş. “Nita, bana ne gördüğünü anlat.”
“Hiçbir şey görmedim.”
“Anlat, yoksa babanı öldürdüğüm gibi anneni de öldürürüm. Ne gördüğünü anlat bana.”
“Hiçbir şey görmedim.”
Delikanlı kızın annesini de öldürmüş ve mezarına dönmüş. Kız ertesi sabah uyanmış. Kızın on iki hizmetkârı varmış. Onlara, “Ne çok param, öküzüm, koyunum var görüyorsunuz, değil mi? Onların hepsi sizin olacak, çünkü ben bu gece öleceğim. Eğer beni ormandaki bir elma ağacının dibine gömmezseniz, mirasım size lanet getirecek.”
Gece çökünce mezardaki delikanlı yeniden gelmiş ve “Nita, evde misin?” diye sormuş.
“Evdeyim.”
“Anlat bana Nita, üç gün önce ne gördün? Yoksa aileni öldürdüğüm gibi seni de öldürürüm.”
“Sana anlatacak hiçbir şeyim yok.”
Delikanlı, Nita’yı da öldürmüş, sonra etrafa bir bakış atarak mezarına dönmüş.
Hizmetçiler ertesi sabah uyandıklarında Nita’yı ölü bulmuşlar. Bedenini alıp dikkatle dışarı çıkarmışlar. Sonra duvarda bir delik açıp Nita’yı delikten geçirmiş ve tıpkı kızın söylediği gibi ormandaki elma ağacının dibine gömmüşler.
Aradan yarım yıl geçmiş. Günlerden bir gün prensin biri tazıları ve köpekleriyle yabantavşanı avına çıkmış. Tazılar ormanda dolaşırken genç kızın mezarının yakınına gelmişler. Mezardan bir çiçek çıkmış. Öyle güzel bir çiçekmiş ki bu, bütün krallıkta bir eşi benzeri yokmuş.[6 - Ölen bir kızın çiçeğe dönüşmesi motifi, Hint masallarında çok yaygındır.] Tazılar, genç kızın gömüldüğü yerde toplanıp havlamaya, mezarı kazmaya başlamışlar. Prens, boynuzunu çalarak köpekleri yanına çağırmış ama köpekler gelmemiş. Prens, “Hemen oraya gidin,” demiş.
Dört avcı, hayvanların yanına gelince bir mum gibi yanan çiçeği görmüş. Prensin yanına döndüklerinde Prens, “Ne var orada?” diye sormuş.
“Daha önce hiç görülmemiş bir çiçek.”
Delikanlı bunu duyunca genç kızın mezarına yaklaşmış. Çiçeği görür görmez koparmış. Eve döndüğünde annesiyle babasına göstermiş. Sonra da bir vazoya yerleştirip yatağının başucuna koymuş. Ancak çiçek vazodan çıkmış, bir takla atmış[7 - Dá pes pe sherésti, kelimesi kelimesine, “kendini başının üzerinde döndürmek”. Çingene masallarında bu pek vakur olmayan hareket, neredeyse her dönüşümden önce görülür.] ve yetişkin bir kadına dönüşmüş. Delikanlıyı tutup öpmüş, ısırmış, sarılmış, onu kollarına almış, ellerini başının altına koymuş. Prens hiçbirinin farkında değilmiş. Şafak sökerken kız yeniden çiçek oluvermiş.
Delikanlı ertesi sabah hasta uyanmış. Annesiyle babasına, “Omzum ağrıyor, başım ağrıyor,” diye sızlanmış.
Annesi bir şifacı çağırıp delikanlıya baktırmış. Oğlan yiyecek içecek bir şeyler istemiş. Bir süre oyalanmış, sonra yapması gereken işleri yapmaya gitmiş. Akşam yeniden evine döndüğünde yiyip içmiş, kanepeye serilmiş. Bir süre sonra uyku onu ele geçirmiş. O sırada çiçek yeniden yükselip yetişkin bir kadına dönüşmüş. Genç adamı kollarına almış, onunla kol kola uyumuş. Prens gece boyunca uyumuş. Kız da sabah yeniden vazoya dönmüş. Oğlan uyandığında annesiyle babasına kemiklerinin ağrıdığını söylemiş. Babası karısına, “Çiçek geldikten sonra başladı. Önemli bir şey olmalı, çocuk çok hasta. Bu gece nöbet tutalım. Bir kenarda duralım da oğlumuzu ziyaret eden kimmiş görelim,” demiş.
Gece çöktüğünde prens yatağına girip uyumuş. Genç kadın vazodan çıkıp dönüşmüş. Dünyada ondan daha güzel bir şey yokmuş. Kraliçe ve kral, genç kızı görür görmez yakalamışlar. Prens de uykusundan uyanmış ve güzeller güzeli genç kadını görmüş. Onu kollarına alıp öpmüş, sonra yatağına yatıp sabaha kadar uyumuş.
Hemen evlenmişler. Halk, bütün ülkede eşi benzeri bulunmaz güzellikteki bu kadına büyülenmişçesine bakıyormuş. Prens ve karısı altı ay birlikte yaşamışlar ve kadın iki elinde iki elma taşıyan altın saçlı bir oğlan doğurmuş.[8 - Altın saçlı çocuk başka masallarda da karşımıza çıkar. İki elma, doğum izleri olabilir.] Prens halinden çok memnunmuş.
Derken kızın eski âşığı, yani onu kendine âşık eden ve öldüren vampir bunları duymuş. Kalkıp genç kıza gelmiş ve “Nita, beni ne yaparken gördüğünü anlat,” demiş.
“Hiçbir şey görmedim.”
“Bana doğruyu söyle, yoksa annenle babanı öldürdüğüm gibi yavrunu, küçük oğlunu da öldürürüm. Bana doğruyu söyle.”
“Sana söyleyecek hiçbir şeyim yok.”
Adam, Nita’nın oğlunu öldürmüş. Genç kadın oğlunun bedenini kiliseye götürüp gömmüş.
Gece vampir yeniden gelip “Anlat Nita, ne gördün?” diye sormuş.
“Hiçbir şey görmedim.”
“Anlat, yoksa evlendiğin adamı öldürürüm.”
Nita “Kocamı öldüremeyeceksin. Tanrı seni patlatsın!” demiş.
Vampir, Nita’nın sözlerini duyar duymaz patlamış. Evet, ölmüş ve paramparça olmuş. Nita sabah kalktığında yerde kan olduğunu görmüş. Kayınpederini çağırarak vampirin kalbini hemen sökmesini söylemiş. Kayınpederi, onun sözünü dinleyerek adamın göğsünü yarmış ve kalbini söküp Nita’nın ellerine vermiş. Nita oğlunun mezarına gitmiş. Mezarı kazıp kalbi bedene yerleştirince oğlan uyanmış. Nita babasıyla annesinin mezarına da giderek onları kanla vaftiz etmiş. Onlar da uyanmış. Nita hepsini karşısına alarak neler yaşadığını, vampirin elinden neler çektiğini anlatmış.

Tanrı’nın Vaftiz Oğlu
Bir kraliçe varmış. Bu kraliçe yalnızca bir oğlan doğurmuş. O oğlan da tam bir kahramanmış. Doğar doğmaz babasına, “Baba, bir kılıcın ya da sopan yok mu?” diye sormuş.
“Yok oğlum, ama senin için bir tane yaptırılmasını emrederim.”
Oğlan, “Yaptırma baba,” demiş. “Ben tek başıma, silahsız da giderim.”
Oğlan çok geçmeden yola çıkmış. Uzun bir yolculuk yapmış ve devasa bir ormana gelene kadar hiç durmamış. Artık iyice yorulduğundan biraz dinlenmek için ormandaki bir ağacın altına uzanmış. Bir süre orada durmuş. O sırada yüce Tanrı ve Aziz Peter delikanlının yanına gelmiş. Çocuk henüz vaftiz edilmemiş. Yüce Tanrı, “Yolculuk nereye delikanlı?” diye sormuş.
“Kahramanlık peşindeyim ihtiyar.”
Yüce Tanrı düşünmüş, düşünmüş ve bir kilise yapmış. Sonra delikanlının uyumasını sağlayarak Aziz Peter’a oğlanı taşımasını söylemiş. O da onlarla birlikte kiliseye giderek oğlana Handak adını vermiş. Yüce Tanrı, “Vaftiz oğlum, senin gibi bir kahraman daha gelmeyecek bu dünyaya ve benim vaftiz kızımla evleneceksin,” demiş.
Delikanlı kadar kahraman olan ve yine Tanrı tarafından vaftiz edilmiş bir genç kız varmış. O da Tanrı’nın vaftiz kızıymış ve Tanrı, vaftiz oğluna onunla evlenmesini söylemiş. Sonra oğlanın eline bir şans değneği ile bir kılıç vermiş. Ona güç bahşederek yere bırakmış. Vaftiz babası, Yüce Tanrı’nın ta kendisi olduğundan cennete gitmek üzere oğlanın yanından ayrılmış.
Handak, Tanrı’nın ona güç bahşettiğini anlayınca kahramanlık peşine düşmüş yine. Durup dinlenmeden upuzun bir yolculuk yapmış. Derken büyük bir ormana varmış. Bu ormanda üç yüz yaşında bir ejderha yaşarmış. Kirpiklerinin bir ucu yerde, bir ucu gökteymiş ve aynı saç gibiymiş. Delikanlı ona gidip “Selam olsun,” demiş.
“Hoş geldin.”
Kahraman (ejderha) sesini duyar duymaz onun Tanrı’nın vaftiz oğlu olduğunu anlamış.
Handak ejderhaya, “Tanrı’nın vaftiz kızı uzaklarda mı yaşıyor?” diye sormuş.
“Çok uzak sayılmaz, üç günlük yol.”
Delikanlı yola koyulmuş ve genç kızın yanına varana kadar üç gün dinlenmeden yürümüş. Genç kız, Handak’ı görür görmez onun Tanrı’nın vaftiz oğlu olduğunu anlamış. Onu evine alarak yemek vermiş. “Burada ne arıyorsun Handak?” diye sormuş.
“Buraya seninle evlenmek için geldim,” demiş Handak.
“Kiminle?”
“Seninle.”
Kız, “Dövüşmeden seninle evlenmem,” demiş.
Delikanlıysa, “O halde dövüşelim,” diye yanıt vermiş.
Kavgaya tutuşmuşlar ve üç gün boyunca dövüşmüşler. Kazanan delikanlı olmuş. Sonra kızı alarak vaftiz babasına gitmiş. Vaftiz babası onları kutsayarak evlendirmiş. Bütün toprakların hükümdarı olmuşlar. Ben de geldim, hikâyelerini size anlatmaya.


Bu masal, hikâye açısından biraz zayıf olsa da oldukça ilginçtir. Alice Harikalar Diyarında’daki Tweedledum ve Tweedledee, “Dövüşmeden olmaz!”diye atılırlar. Ama bunun “Tanrı’nın Vaftiz Oğlu”ndan esinlenildiğini ya da alındığını söyleyemem. Ancak Yüce Tanrı ile Aziz Peter’ın, Barbu Constantinescu’nun başka bir Rumen-Çingene masalı olan “Hamilelik Elmaları”nda da ortaya çıkması, Miklosich’in Bukovina’dan alınmış bir Çingene masalı olan “Anne Dayağı”nda başka bir çocuğu vaftiz etmesi de kayda değerdir. Durup dinlenmeden kahramanlık peşinde koşan başka bir kahraman için de Rumen-Çingene masalı “Prens ve Büyücü”ye bakabilirsiniz.

Kralın Damadı Olan Yılan
İhtiyar bir adamla ihtiyar bir kadın varmış. Ne kadar uğraştılarsa da çocukları olmamış. İhtiyar kadın, sürekli adama çatıp dururmuş. Ne yapabilirlermiş ki, artık çok ama çok ihtiyarlamışlar. İhtiyar kadın, “Daha da yaşlandığımızda bize kim bakacak?” demiş.
“Ben ne yapabilirim kadın?”
“Git de bize bir oğlan bul getir adam!”
İhtiyar adam böylece bir sabah kalkmış, eline baltasını almış ve yollara düşmüş. Öğlen vaktine kadar yürümüş, bir ormana varmış. Orada üç gün boyunca arayıp taramış ama hiçbir şey bulamamış. İhtiyar adam artık açlıktan ölmek üzereymiş. Eve dönmek üzere yola koyulmuş. Dönüş yolunda küçük bir yılan bulup bir mendile sarmış ve eve kadar taşımış. Yılanı tatlı sütle beslemiş. Bir hafta iki gün sonra yılan büyümüş. Adam onu bir çömleğin içine koymuş. Zaman geçtikçe yılan çömleğin boyuna gelmiş. Sonra da babasına, “Evlenme vaktim geldi,” demiş. “Kral’a git ve kızını bana iste.”
İhtiyar adam, yılanın kralın kızını istediğini duyunca dövünmeye başlamış. “Vay bana vaylar bana! Kral’ın karşısına nasıl çıkayım? Beni oracıkta öldürür.”
Yılan ne dese beğenirsiniz? “Git baba, korkma. Senden ne isterse ona ben vereceğim.”
İhtiyar adam Kral’ın karşısına dikilmiş. “Selam olsun Kralım!”
“Teşekkürler ihtiyar.”
“Kralım, evlilik bağıyla bir ittifak oluşturmak için geldim.”
“Evlilik bağıyla ittifak mı?” demiş Kral. “Sen bir köylüsün, bense bir kral.”
“Hiç önemi yok Kralım. Eğer kızınızı bana verirseniz, ben de size ne isterseniz veririm.”
Kral ne demiş dersiniz? “Peki ihtiyar, öyle olsun. Şu büyük ormanı görüyor musun? Bütün ağaçları kes, orayı tarlaya dönüştür ve sür. Bütün toprağı ters yüz et. Sabah da darı hasatını topla. Ha, şunu da unutma: bana tatlı sütle yapılmış bir kek getirmelisin. İşte o zaman kızı sana veririm.”
“Tamam Kralım,” demiş ihtiyar.
Ardından da ağlayarak yılanın yanına dönmüş. Yılan babasının ağladığını görünce, “Neden ağlıyorsun baba?” diye sormuş.
“Nasıl ağlamayayım canım? Kral’ın dediğine göre bu büyük ormanı kesip darı ekmem gerekiyormuş. Yarın sabaha kadar büyüyüp hasat edilmeliymiş. Bir de tatlı sütten kek yapıp ona götürmeliymişim. Kızını ancak o zaman verirmiş bana.”
Yılan ne demiş dersiniz? “Korkma baba, söylediklerinin hepsini ben yapacağım.”
İhtiyar adam, “Yapabilirsen yap canım,” demiş. Sonra da yatmaya gitmiş.
Peki yılan ne yapmış? Kalkıp ormanı dümdüz etmiş, darı ekmiş. Sonra düşünmüş, düşünmüş, şafak sökerken darılar iyice büyümüş. İhtiyar adam uyandığında bir çuval darı bulmuş karşısında. Sonra tatlı sütten kek yapmış. Keki alıp Kral’a gitmiş.


“Buyrun Kralım, dediklerinizi yaptım.”
Kral hayrete düşmüş. “İhtiyar dostum, kulak ver bana. Yapmanı istediğim bir şey daha var. Benim sarayımla kendi evin arasına altından bir köprü kur. Köprünün iki yanına da altından elma ve armut ağaçları dik. O zaman kızımı veririm sana.”
İhtiyar adam bunu duyunca ağlayarak eve dönmüş.
Yılan ne demiş dersiniz? “Neden ağlıyorsun baba?”
İhtiyar, “Tanrı’nın başıma verdiği felaketlere ağlıyorum evladım. Kral, onun sarayından bizim eve uzanan altından bir köprü yapıp iki yanına elma ve armut ağaçları dikmemi istedi,” demiş.
Yılan, “Korkma baba,” demiş. “Kral’ın dediklerini ben yapacağım.” Sonra yılan düşünmüş, düşünmüş ve tam da Kral’ın anlattığı gibi altından bir köprü oluşuvermiş. Yılan bunu da gece yapmış. Kral gece yarısı uyandığında güneşin tepede olduğunu sanmış. Sabah onu uyandırmadılar diye hizmetkârlarını fırçalamış.
Hizmetkârlar, “Kralım, daha gece. Sabah olmadı,” demişler. Durumu fark eden kral hayrete düşmüş.
Sabah ihtiyar adam gelmiş yine. “İyi günler dünür.”
“Teşekkür ederim dünür. Git de oğlunu getir, düğünü yapalım.”
İhtiyar eve dönünce, “Dinle beni, Kral ne dedi dersin? Saraya gidip karşısına çıkacaksın.”
Yılan ne demiş dersiniz? “Baba, eğer öyleyse arabayı getirip atları koş. Ben de arabaya binip Kral’a gideyim.”
Adam, yılanın sözünü ikiletmemiş. Yılan da arabaya binip yola çıkmış. Kral ve bütün adamları yılanı görünce ürpermiş. Diğerlerinden daha yaşlı olan bir adam, “Kaçmanız sizin için iyi olmaz Kralım. Köylü, sizin her dediğinizi yaptı. Şimdi siz sözünüzü tutmayacak mısınız? Hepimizi öldürür. Kızınızı ona verin ve söz verdiğiniz gibi düğün yapın.”
Kral ne demiş dersiniz? “İşte istediğin kızım. Al, götür.”
Kızına, kocasıyla birlikte oturacağı bir de ev vermiş. Gelin, yılanın karşısında tir tir titriyormuş.
Yılan, “Korkma karıcığım, ben senin gördüğün yılan değilim. Beni dikkatle seyret.”
Birden bir takla atarak zırh kuşanmış, sarışın bir gence dönüşmüş. Bir şeyi almak için onu istemesi yetiyormuş. Bunu gören kız, kocasına sarılıp onu öpmüş. “Çok uzun yıllar yaşa efendim. Bir an beni yiyeceksin sandım,” demiş.
Kral, kızının durumunu öğrenmek için bir adam göndermiş. Kral’ın hizmetkârı eve geldiğinde bir de ne görsün? Kız eskisinden de iyi, eskisinden de güzelmiş. Kral’ın yanına dönmüş. “Kralım, kızınız güvende ve rahat,” demiş.
“Tanrı’nın onun için istediği gibi,” demiş Kral. Sonra bir sürü insan çağırarak düğün yapmış. Üç gün üç gece boyunca süren düğün mükemmelmiş. Ben de oradan çıkıp bu hikâyeyi anlatmaya geldim.

Kötü Anne
Bir imparator varmış. On yıldır evli olmasına rağmen çocuğu yokmuş. Tanrı, imparatoriçenin hamile kalarak bir oğlan doğurmasını sağlamış. Bu oğlan artık bir efsaneymiş. Eşi benzeri bulunmazmış. Babası bir altı ay daha yaşadıktan sonra ölmüş. Peki, bu delikanlı şimdi ne yapacakmış? Evinden ayrılarak kahramanlık peşine düşmüş. Durup dinlenmeden upuzun bir yol gittikten sonra devasa bir ormana varmış. O ormanda bir ev, evde ise on iki ejderha varmış. Delikanlı doğruca oraya gitmiş. İçeride kimse olmadığını görünce kapıyı açıp içeri girmiş. Bir çiviye asılı bir kılıç görüp orada kalmış. Kapının arkasına gizlenip ejderhaların dönmesini beklemeye koyulmuş. Her biri içeri girdiğinde kafalarını tek tek kesip yere yuvarlamış. Delikanlı on bir ejderhayı da öldürmüş, geriye yalnızca en küçükleri kalmış. Genç adam onu karşılamak için dışarı çıkıp onunla savaşmış. Kavgaları yarım gün sürmüş. Delikanlı ejderhayı yenmiş. Sonra alıp bir kavanoza koymuş, ağzını da sıkıca kapamış.
Genç adam yürümeye devam etmiş. Az ileride bir eve daha rastlamış. İçeride yalnızca genç bir kız varmış. Delikanlı kızı görür görmez gönlü okşanmış. Kıza gelince, onun da delikanlıya kanı ısınmış. Üstelik bu kız, delikanlıdan daha kahramanmış. Birbirlerine âşık olmuşlar. Genç adam kıza on bir ejderhayı öldürdüğünü, birini canlı bırakıp bir kavanoza koyduğunu anlatmış.
“Öldürmemekle iyi etmemişsin,” demiş kız. “Ama şimdilik öyle olsun.”
Delikanlı kıza, “Gidip annemi getireceğim, evde yalnız,” demiş.
“Getir ama pişman olacaksın,” demiş kız. “Sen yine de getir, onunla yaşa.”
Bunun üzerine delikanlı annesini almak için yola çıkmış. Annesini alıp öldürdüğü ejderhaların evine getirmiş. “Hangi odaya girersen gir ama bu odaya girme,” demiş annesine.
“Girmem oğlum,” demiş annesi.
Delikanlı avlanmak için ormanın yolunu tutmuş.
Annesi, oğlanın girmemesini söylediği odaya girmiş. Kapıyı açar açmaz ejderha onu görmüş. “İmparatoriçem, bana biraz su verin, ben de size bir iyilik yaparım,” demiş.
Kadın ejderhaya su getirmiş. Ejderha ise, “Beni seviyorsan seni alayım, benim imparatoriçem ol,” demiş.
“Seni seviyorum,” diye yanıtlamış kadın.
Ejderha bunun üzerine, “Ne yap et, oğlundan kurtul. Baş başa kalalım. Kendini hasta et. Bir rüya gördüğünü, oğlunun sana diğer dünyadaki bir domuzun etini getirmesi gerektiğini söyle. Eğer o eti getirmezse öleceğini ama getirirse iyileşeceğini anlat,” demiş.
Kadın eve dönüp başını bağlamış ve hastalanmış gibi yapmış. Delikanlı eve dönüp annesini başı bağlı görünce, “Ne oldu anne?” diye sormuş.
“Hastayım oğlum, öleceğim. Ama bir rüya gördüm. Diğer dünyadaki bir domuzun etini yemem gerek,” demiş kadın.
Delikanlı bunu duyunca hasta annesi için ağlamaya başlamış. Hemen hazırlanıp yola çıkmış. Sevgilisine giderek durumu anlatmış. “Annem ölecek. Ama bir rüya görmüş. Diğer dünyadan ona domuz eti getirmem gerek.”
Kız, “Git ama dikkatli ol,” demiş. “Döner dönmez bana gel. On iki kanatlı atımı al. Domuzun seni ele geçirmemesine dikkat et. Yoksa hem seni hem de atı yer.”
Delikanlı ata binip yola çıkmış. Güneş yolunu yarılamışken oğlan gideceği yere varmış. Küçük domuzlardan birini kapıp kaçmış. Anne domuz sesleri duyunca delikanlıyı yemek için peşine düşmüş. Tam diğer dünyanın kıyısındayken ve delikanlı sıçramışken, domuz atın kuyruğunun yarısını ısırmış. Delikanlı kıza gitmiş. Kız küçük domuzu alıp saklamış ve yerine başka bir domuz koymuş. Oğlan annesine gidip domuzu vermiş. Kadın onu pişirip yemiş ve iyileştiğini söylemiş.
Üç ya da dört gün sonra kadın, ejderhanın ona gösterdiği gibi bir kez daha hastalık numarası yapmış.
Delikanlı eve döndüğünde annesine, “Bu kez ne oldu anne?” diye sormuş.
“Yine hastalandım canım. Bir de rüya gördüm. Diğer dünyadaki altın elma ağacından bir elma getirmen gerek.”
Delikanlı yeniden hazırlanıp kıza gitmiş. Kız onu sıkıntıda görünce, “Ne oldu?” diye sormuş.
“Ne mi oldu? Annem yine hasta. Diğer dünyadaki elma ağacından ona bir elma getirdiğim bir rüya görmüş.”
Kız, annesinin oğlanın başına çorap öreceğini anlamış. Delikanlıya, “Benim atımı alıp git ama dikkat et, elma ağacı seni orada ele geçirmesin. Döner dönmez de bana gel,” demiş.
Delikanlı hazırlanıp yola çıkmış ve dünyanın sınırına gelmiş. Kendini sınırın ötesine bırakıp gün ortasında elma ağacına varmış. Bir elma alıp kaçmış. Yapraklar bunu fark edince çığlık atmaya başlamış. Elma ağacı da yakalayıp öldürmek için delikanlının peşine düşmüş. Delikanlı sınırdan çıkıp dünyamıza geçmiş ve doğruca genç kıza gitmiş. Kız elmayı adamdan alıp saklamış ve yerine başka bir elma koymuş. Delikanlı orada biraz daha kalıp annesinin yanına gitmiş. Annesi oğlanı görünce, “Getirdin mi tatlım?” diye sormuş.
“Getirdim anne.”
Kadın elmayı alıp yemiş ve artık bir sorunu kalmadığını söylemiş.
Bir hafta sonra ejderha, kadına yeniden hastalanmasını söylemiş. Bu kez oğlundan yüce dağlardan su getirmesini istemeliymiş. Kadın da yine hasta numarası yapmış.
Oğlan annesini hasta görünce ağlamaya başlamış. “Annem ölecek tanrım. Durmadan hastalanıyor.” Sonra yanına gidip kadına, “Ne oldu anne?” diye sormuş.
“Ölecek gibiyim tatlım. Ama eğer bana yüce dağlardan su getirirsen iyileşeceğim.”
Delikanlı hiç oyalanmadan genç kıza gidip, “Annem yine hastalandı. Yüce dağlardan su getirdiğimi görmüş rüyasında,” demiş.
Genç kız, “Git ama bulutların seni yakalamasından ve oradaki dağların seni öldürmesinden korkuyorum. Benim yirmi dört kanatlı atımı al. Oraya vardığında öğleye kadar bekle. Çünkü dağlar ve bulutlar tam öğle vakti kendilerine bir sofra kurar ve yemek yerler. Sen de o zaman bir testiyle oraya gidip hemen su al ve uç.”
Delikanlı testisini alıp dağlara doğru yola çıkmış. Güneş en tepeye çıkana kadar beklemiş. Daha sonra gidip su almış ve kaçmış. Bulutlar ve dağlar onu fark edince peşine düşmüşler ama yakalayamamışlar. Delikanlı kızın yanına gelmiş. Kız, genç adama fark ettirmeden testiyi alıp başka bir testiyle değiştirmiş. Genç adam eve dönünce annesine su vermiş ve kadın iyileşmiş.
Delikanlı daha sonra avlanmak için ormana gitmiş. Annesi de ejderhaya gidip, “Oğlum bana suyu getirdi. Şimdi oğlana ne yaptıracağım?” diye sormuş.
“Ne mi yapacaksın? Neden oturup kart oynamıyorsun? Ona de ki, babanla hep oynadığımız gibi bahis oynayalım.”
Delikanlı eve döndüğünde annesini neşeli bulmuş. Bu duruma sevinmiş. Kadın masada yemeklerini yerken, “Canım, baban hayattayken ne yapardık biliyor musun? Yemeğimizi yiyip masadan kalktıktan sonra bahse girip kart oynardık.”
Delikanlı, “İstersen benimle oynayabilirsin anne,” demiş.
Oturup kart oynamaya başlamışlar. Annesi oğlanı yenmiş. İpekten bağlarla oğlanın elini öyle sıkı bağlamış ki ipler çocuğun elini kesmiş.
Delikanlı inlemeye başlamış ve annesine, “Anne, beni çöz yoksa öleceğim,” demiş.
Kadın, “Ben de onu istiyorum zaten,” demiş. Sonra ejderhaya seslenmiş. “Hadi gel de onu öldür ejderha.”
Ejderha ortaya çıkıp genç adamı yakalamış ve parçalara ayırarak heybelere doldurmuş. Sonra atının üzerine yerleştirerek ata, “Onu ölüyken de canlıyken olduğu gibi al götür,” demiş.
At hızla delikanlının sevgilisine doğru yol almaya başlamış. Genç kadın adamı görünce ağlamaya başlamış ve parçalarını alıp yan yana dizmiş. Eksik bir parçanın yerine domuzun etini kesip yerleştirmiş. Her bir parçayı yerli yerine koymuş. Ardından sakladığı suyu alıp adamın üzerine serpince delikanlının parçaları birleşmiş. Elmayı ağzına değdirerek ona can vermiş.
Delikanlı canlanınca annesinin evine giderek yere bir kazık saplamış ve hem annesini hem de ejderhayı bir saman yığınının üzerine yerleştirmiş. Ardından saman yığınını ateşe vererek ikisini de yok etmiş. Sonra oradan ayrılıp genç kadının yanına gitmiş. Üç ay boyunca gece gündüz süren bir düğün yapmışlar. Ben de o düğünden kalkıp bu hikâyeyi anlatmaya geldim.

Üç Prenses ve Kirli Ruh
Bir kral varmış. Gençliğinden ihtiyarlığına bir oğlu olmamış. İhtiyarlığında üç kızı olmuş. Doğdukları sabah da Kirli Ruh gelip bu üç kızı almış. Kral, Yılan-Kadın’ı yenmek için uğraşıp dururmuş. Bu uğurda uğraşırken bıyığının ve saçlarının yarısı beyaza dönmüş.
Bir zaman sonra adam oturup düşünmüş. “Ne yapacağım, biliyor musun hanım? Üç yıllığına gideceğim ve döndüğümde bir oğlan doğurmuş olacaksın. Bir yıl içinde bir oğlan göremezsem seni öldüreceğim.”
Yola çıkmış ve bir yıl bir gün boyunca seyahat etmiş. Karısı düşünüp duruyormuş. Tam kadın düşünürken elma taşıyan bir adam geçmiş. O elmalardan her kim yerse hamile kalırmış. Kadın gidip bir elma almış ve yemiş. Sonra da hamile kalmış. Zamanı gelince doğurmuş. Bir oğlu olmuş ve adını Cosmas koymuş. Kral o gece döndüğünde karısını sormak için bir ulak göndermiş.
Kadın, “İsteğin yerine getirildi,” demiş.
Bunun üzerine adam içeri girmiş ve oğlanı görünce kalbi sevinçle dolmuş.
Zaman gelip de oğlan büyüdüğünde babasının tıpkısı oluvermiş. Babası, zamanı gelince ölmüş. Oğlan o zaman dek kendini yetişkin bir adam gibi hisseder olmuş. Küçük parmağı ile sarayı kaldırırmış. Bir gün avdan döndüğünde sarayın temelini kaldırmış ve annesine göğsünü oraya koymasını söylemiş. Annesi göğsünü temelin altına koyunca oğlan sarayı bırakmış. Kadın çığlıklar atmış.
Oğlan annesine, “Anne, söylesene babamın bıyığının yarısı neden beyazdı?” diye sormuş.
Annesi, “Ah canım, baban Yılan-Kadın’ı yenmek için dokuz yıl savaştı ama onu hiç yenemedi,” diye cevap vermiş.
Oğlan, “Peki bir erkek kardeşim yok mu?” diye sormuş.
“Hayır,” demiş kadın. “Ama üç kız kardeşin var. Kirli Ruh onları uzaklara götürdü.”
Oğlan, “Onları nereye götürdü?” diye sormuş.
Kadın da Kirli Ruh’un kızları Güneşin Battığı Diyar’a götürdüğünü söylemiş.
Oğlan babasının eyeri ile dizginlerini ve atını alıp kardeşlerini aramaya koyulmuş. Kız kardeşinin evine varmış ve gürzünü çıkarıp erik ağaçlarını ezivermiş.
Kız kardeşi dışarı çıkıp, “Erik ağaçlarını neden ezdin? Kirli Ruh gelip seni öldürecek,” demiş.
Oğlan, “Benim hakkımda kötü düşünmeni istemem. Nazikçe gelip bana biraz şarapla bir parça ekmek ver,” demiş.
Kız kardeş ekmekle şarap getirmiş. Adama uzatırken babasının atını görmüş ve tanımış. “Bu babamın atı olmalı,” demiş.
“O zaman benim de onun oğlu olduğumu anla.”
İki kardeş sarılmışlar.
Sonra kız kardeşi oğlana, “Kardeşim, Kirli Ruh On İkinci Bölge’den gelmek üzeredir. Gelince seni mahvedecek,” demiş.
Kirli Ruh gelir gelmez gürzünü çıkarıp on iki kapıyı açmış ve gürzü kancasına asmış. Cosmas gürzü alarak on iki bölge öteye savurmuş. Kirli Ruh gürzü alıp eve dönmüş ve “Hanım, fani kokusu alıyorum,” demiş.
(Bu arada kadın, kardeşini bir küpeye dönüştürerek kulağına takmış.)
Kadın da “Sürekli fanileri yiyorsun. Fani olduğum için beni de yemeye niyetleniyorsun,” diye cevap vermiş.
Kirli Ruh, “Yalan söyleme, kayınbiraderim gelmiş,” demiş.
“Peki kayınbiraderin gelmiş olsaydı onu yer miydin?”
Kirli Ruh, “Yemezdim,” diye cevap vermiş.
“Onu yemeyeceğine kılıcın üzerine yemin et.”
Daha sonra kardeşini kulağından çıkararak masaya oturtmuş. Oğlan masada Kirli Ruh’la birlikte yemek yemiş.
Delikanlı dışarı çıkıp[9 - Bu noktada bahis ya da ona benzer bir şeyin atlandığı çok açık.] atının topuk eklemine doğru sürünerek saklanmış. Kirli Ruh uyandığında her yere bakmış ama onu görememiş. Borusunu ağzına götürüp üflemiş ve bütün kuşları atın üzerine toplamış. Kuşlar atın her bir kılını aramışlar. Tam oğlan saklandığı yerden çıkacakken horozlar ötmüş ve oğlan düşmüş.
Cosmas ortaya çıkıp Kirli Ruh’a gitmiş. “İyi günler enişte.”
Kirli Ruh ona, “Neredeydin?” diye sormuş.
“Atın hemen önündeki samanların içindeydim.”
Cosmas daha sonra onlardan ayrılıp diğer kız kardeşlerine gitmiş ve onlarla da aynı bu kardeşiyle olduğu gibi tanışmış.
En küçük ablası, “Nereye gidiyorsun kardeşim?” diye sormuş.
“Beyaz kısrağa bakıp taylarından birini alacağım ve Yılan-Kadın’ı yeneceğim.”
Ablası oğlana, “Git kardeşim,” demiş. “Eğer tayı alırsan bana gel.”
Oğlan gitmiş.
Bir grup köylü, öldürmek için bir kurtun peşindeymiş. Kurt, “Cosmas, beni terk etme. Köylüleri yanlış yere gönder, beni öldürmesinler. Kıllarımdan birini al ve cebine koy. Beni düşündüğün an her neredeysen orada biteceğim.”
Cosmas biraz daha ilerledikten sonra kanadı kırık bir kargayla karşılaşmış. Karga, “Yanımdan geçip gitme Cosmas. Kanadımı iyileştir. Ben de cebine koyman için sana bir tüyümü vereyim. Başın nerede derde girerse girsin yanında olacağım.”
Biraz daha ilerleyen adam bir balıkla karşılaşmış. “Cosmas, yanımdan geçip gitme. Beni atının kuyruğuna bağlayıp suya götür. Ben de sana iyilik yaparım,” demiş balık.
Cosmas balığın dediğini yapıp onu suya bırakmış.
Derken beyaz kısrağın sahibi olan ihtiyar kadınla karşılaşmış. Kadın kapısının önünde oturuyormuş. Genç adam, kadına, “Beyaz kısrağın taylarından birini bana verir misin ihtiyar?” demiş.
İhtiyar kadın, “Eğer üç günlük koşuda onu bulursan, taylarından biri senindir. Ama bulamazsan başını kesip şuradaki kazığa geçiririm,” demiş.
“Bulurum,” demiş adam.
Kadın beyaz kısrağı oğlana vermiş. Adam kısrakla gidip onu bulmaya çalışmış. Kısrak koyunların arasında koşup kendini toprağa saklamış. Delikanlı uyanıp kısrağı aramış ama bulamamış. Aklına kurt gelmiş ve onu düşünmüş.
Kurt gelip, “Sorun nedir delikanlı?” diye sormuş.
“Beyaz kısrağı bulamıyorum,” demiş delikanlı.
Kurt, “Şuradakini görüyor musun? Koyunların en büyüğünü. İşte o. Git de ona sopayı tattır,” demiş.
Delikanlı gidip ona seslenince kısrak yeniden ata dönüşmüş. Oğlan, kısrakla beraber ihtiyar kadına gitmiş.
İhtiyar kadın, “İki günün daha var,” demiş.
“Pekâlâ ihtiyar,” demiş delikanlı.
Ertesi gün oğlan kısrakla beraber yeniden yola koyulmuş ve onu bulmaya çalışmış. (İhtiyar kadın, kısrağı güzel saklanamadı da bulundu diye kırbaçlamış. Beyaz kısrak, “Affet ihtiyar. Bu sefer bulutlara saklanacağım, beni asla bulamayacak,” demiş.)
Delikanlı kısrakla beraber gidip onu aramaya başlamış. Kısrak bulutlara gitmiş. Delikanlı çalışmaya koyulmuş. Sabahtan öğlene kadar aramış durmuş. Sonra aklına karga gelmiş. Onu düşünür düşünmez karga gelip, “Sorun nedir delikanlı?” diye sormuş.
“Şey, beyaz kısrağı kaybettim, bulamıyorum.”
Karga, bütün kargaları çağırmış. Kısrağı bulana kadar her yeri aramışlar. Sonunda gagalarında taşıyarak kısrağı oğlana getirmişler. Delikanlı kısrağı alıp ihtiyar kadına götürmüş.
“Bir günün daha var,” demiş ihtiyar kadın.
Sabah olduğunda delikanlı, kısrağı bir kez daha bulmak zorundaymış. (O gece ihtiyar kadın beyaz kısrağı öldüresiye kırbaçlamış. Kısrak da kadına, “Bu kez de beni bulursa çatlarım, doğruca denize gideceğim,” demiş.)
Delikanlı kısrakla birlikte gittikten sonra kısrak denize saklanmış. Delikanlı aramış taramış ama onu bulamamış. Aklına balık gelmiş. Balık hemen karşısında bitip, “Sorun nedir delikanlı?” diye sormuş.
“Beyaz kısrağın nereye gittiğini bilmiyorum.”
Balık gidip bütün balıkları çağırmış. Beyaz kısrağı, ardında tayıyla birlikte oğlana getirmişler. Delikanlı kısrağı alıp ihtiyar kadına gitmiş. Kadın, “Hangisini istersen al tatlım,” demiş.
Delikanlı en genç tayı seçmiş.
İhtiyar kadın, “Onu alma delikanlı, iyi bir at değil o,” demiş. “Daha güzelini al.”
Delikanlı da, “Öyle olsun,” demiş.
Delikanlı biraz daha ilerlediğinde tay bir takla atmış ve yirmi dört kanatlı altın bir ata dönüşmüş. Yılan’ın böyle bir atı yokmuş. Oğlan ablalarına gidip üçünü de almış. Sonra Yılan-Kadın’ı da alıp hepsini evine götürmüş. Ne Kirli Ruh ne de ejderha onu yakalayabilmiş. Oğlan eve dönmüş. Düğün yapmış, yiyip içmişler. Ben de onları orada bırakıp bu hikâyeyi sizlere anlatmaya geldim.


Değerli bir hikâye ama karmaşık ve noksan. Ejderhanın kim olduğu varsayımlara bırakılmış. Yılan-Kadın’dan -gerçekten yaşlı (iblis) biri olmalı- nadiren bahsediliyor. Hiçbir derlemede bu hikâyenin tam bir benzerini bulamadım.

İki Hırsız
Bir varmış bir yokmuş. İki hırsız varmış. Bunlardan biri köylerde, diğeri şehirlerde hırsızlık yaparmış. Bir gün ikisi karşılaşmış ve birbirlerine nereden geldiklerini, kim olduklarını sormuşlar.
Köylü hırsız, şehirli hırsıza demiş ki; “Karganın altından yumurta çalacak kadar becerikli bir hırsızsan, sana ancak o zaman hırsız derim.”
Diğeri, “İzle de nasıl çaldığımı gör,” demiş.
Sonra rahatça ağaca tırmanıp elini karganın altına uzatmış ve yumurtalarını çalmış. Karganın ruhu bile duymamış. O karganın yumurtalarını çalarken köylü hırsız da adamın pantolonunu çalmış ve şehirli hırsızın ruhu bile duymamış. Aşağı inip de çıplak olduğunu fark ettiğinde, “Kardeşim, pantolonumu çaldığını anlamadım bile. Gel kardeş olalım,” demiş.
Böylece kardeş olmuşlar.
Peki sonra ne yapmışlar dersiniz? Birlikte şehre gitmişler. Yanlarına bir de kadın almışlar. Şehirli hırsız, “Kardeşim, iki kardeşin tek bir eşi olması mümkün değil. Al senin olsun,” demiş.
“Benim olsun,” demiş diğeri.
“Hadi şimdi gel, seni para kazanacağımız bir yere götüreceğim.”
“Hadi kardeşim, sen bilirsin.”
Hazırlanıp yola düşmüşler. Kralın sarayına kadar gidip içeri nasıl girebileceklerini düşünmeye başlamışlar. Akıllarına ne gelmiş dersiniz?
Şehirli hırsız, “Hadi kardeşim, saraya gizlice girelim ve arka arkaya aşağı inelim,” demiş.
“Hadi.”
Böylece çatıya çıkıp bir yer açmışlar. Köylü hırsız aşağı inmiş, iki yüz kese dolusu parayı çalıp dışarı çıkmış. Eve dönmüşler.
Kral sabah uyanıp paralarına baktığında iki yüz kese paranın eksik olduğunu görmüş. Hemen kalkıp ihtiyar bir hırsızın yattığı hapishaneye gitmiş. Karşısına çıkınca, “İhtiyar hırsız,” demiş, “sarayıma kimin girip de benden iki yüz kese para çaldığını bilmiyorum. Nereden kaçtılar onu da bilmiyorum. Sarayın hiçbir yerinde bir gedik yok.”
İhtiyar hırsız, “Mutlaka bir gedik vardır majesteleri. Siz görmemişsinizdir. Şimdi gidip sarayda bir ateş yakın. Sonra dışarı çıkıp izleyin. Duman nereden çıkıyorsa, hırsızlar oradan girmiştir. Sonra o gediğe bir fıçı şekerkamışı bırakın. Çünkü paranızı çalan hırsız mutlaka tekrar gelecektir,” demiş.
Kral saraya gidip bir ateş yakmış ve dumanların sarayın çatısından çıktığını görmüş. Oraya gidip deliğe bir fıçı şekerkamışı koymuş. Hırsızlar gece olunca yeniden saraya gelmişler. Köylü hırsız yine gedikten aşağı inmiş. İnerken de şekerkamışı fıçısının içine düşmüş. Hemen kardeşine seslenmiş. “Kardeşim, benim işim bitti. Krala bu hazzı tattırmamak için gel de sen kes başımı. Nasılsa ölüyüm artık.”
Arkadaşı hemen aşağı inip diğerinin kafasını kesmiş ve bir ormana gömmüş.
Kral erkenden uyanıp çatıya çıkmış ve hırsızın düştüğü yeri görmüş. Fıçıdaki hırsızın başı yokmuş. Ne yapacakmış şimdi? Yeniden ihtiyar hırsızın yanına gitmiş. “Dinle beni ihtiyar, hırsızı yakaladım ama başı yok!” demiş.
İhtiyar hırsız bunun üzerine, “Hah!” demiş. “Kralım, çok kurnaz bir hırsız bu. Peki ne yapacaksınız? Cesedi alın ve şehrin kapısının dışına asın. Başını çalan hırsız, bedenini çalmaya da gelecektir. Orayı gözlesin diye askerlerinizi görevlendirin.”
Kral hemen gidip cesedi almış ve şehrin kapısına asmış. Askerlerini de izlemekle görevlendirmiş.
Hırsız ise beyaz bir kısrak ve bir at arabası almış. Yirmi testi de şarap almış yanına. Onları da arabaya koyduktan sonra doğruca arkadaşının cesedinin asılı olduğu yere gitmiş. Çok ihtiyar biri gibi davranmış ve arabası bozulmuş, arabada taşıdığı testi de düşmüş gibi yapmış. Ağlayıp saçını başını yolmaya başlamış. Dövüne dövüne ağlıyor, yoksul bir adam olduğunu, efendisinin onu öldüreceğini söyleyip duruyormuş. Cesedi koruyan askerler birbirlerine “Gidip şu ihtiyar adamın testisini arabaya koymasına yardım edelim,” demişler. “Ağlayışlarını duymak çok üzücü.”
Böylece yardım etmeye gitmişler. “Selam ihtiyar,” demişler. “Testini arabaya koyacağız. Sen de bize içecek bir şeyler verir misin?”
“Elbette veririm evladım.”
Askerler gidip testiyi arabaya yerleştirmiş. İhtiyar da onlara, “Testiden birer fırt alın, size verecek başka bir şeyim yok,” demiş.
Askerler tıka basa içmişler. İhtiyar o sırada, “Bu kim?” diye sormuş.
Askerler, “Hırsızın teki,” diye cevap vermiş.
Bunun üzerine ihtiyar adam, “Geceyi burada geçiremem, yoksa o hırsız kısrağımı çalar,” demiş.
Askerler, “Ne ahmaksın ihtiyar!” demişler. “Nasıl çalacakmış kısrağını?”
“Çalar elbet evladım. Hırsız değil mi?”
“Kapa çeneni ihtiyar. Kısrağını falan çalmayacak. Çalarsa parasını biz öderiz.”
“Ama çalacak, o bir hırsız.”
“Adam ölü. Eğer kısrağını çalarsa sana üç yüz groat[10 - Dört peni değerindeki eski bir İngiliz gümüş parası. (ç.n.)] ödeyeceğimize dair yazılı belge vereceğiz.”
İhtiyar adam, “Peki evlat, öyle olsun,” demiş.
Böylece gece orada kalmış. Ateşin yakınına yerleşmiş. Sonra mayışıp uyuyakalmış gibi yapmış. Askerler şarap testisini boşaltmaya devam etmiş ve bütün şarabı içmişler. Hepsi sarhoş olmuş. Oldukları yerde uyuyakalmışlar. Uyuyakalmış gibi yapan ihtiyar adam, yani bizim hırsız kalkıp cesedi tahtalardan çıkarmış, kısrağına koymuş ve ormana götürüp gömmüş. Kısrağını da orada bırakarak ateşin başına dönmüş ve yine uyuyor gibi yapmış.
Askerler uyandığında cesedin ve ihtiyar adamın kısrağının yerinde yeller estiğini görüp şaşırmışlar. “Hey, yoldaşlarım, ihtiyar adam hırsızın kısrağını çalacağını söylerken haklıymış. Ona verdiğimiz sözü yerine getirelim.”
İhtiyar adam uyanınca ona dört yüz groat verip bu konudan bahsetmemesi için yalvarmışlar.
Kral uyanıp da hırsızın yerinde olmadığını görünce zindandaki ihtiyar hırsıza gidip, “Hah! Hırsızı tahtalardan çaldılar ihtiyar. Şimdi ne yapacağım?” diye sormuş.
“Ben size bu hırsızın çok kurnaz olduğunu söylememiş miydim majesteleri? Şimdi gidip şehirdeki bütün et dükkânlarını satın alın. Fiyatını da kilosu bir duka altını yapın ki çok parası olan biri dışında kimse et alamasın. O hırsız üç gün dayanır ancak buna.”
Kral gidip bütün dükkânları satın almış ve sadece bir dükkânı açık bırakarak fiyatı da kilosu bir duka altını olacak şekilde artırmış. O gün kimse gelip et almamış. Ertesi gün hırsız daha fazla dayanamamış. Bir araba alıp atı koşmuş ve et pazarına gitmiş. Arabası bozulmuş gibi davranarak tamir edecek aletleri olmadığını söyleyerek ağlamış. Kasap yanına gelip, “Benim aletlerimi al da arabanı tamir et,” demiş. Aletler etlere çok yakınmış. Hırsız aletleri almak için ilerlerken koca bir parça et alıp paltosunun altına saklamış. Sonra aletleri kasaba geri verip evine dönmüş.
Kral aynı gün kasaplara gidip “Bugün kimseye et sattınız mı?” diye sormuş. “Satmadık,” demişler.
Kral etleri tarttığında on kilo eksik olduğunu görmüş. Yeniden zindandaki ihtiyar hırsıza gitmiş. “Adam on kilo et çalmış, kimse de onu görmemiş,” demiş.
“Ben size bu hırsızın çok kurnaz olduğunu söylememiş miydim?”
“Peki ben ne yapacağım ihtiyar hırsız?”
“Ne mi yapacaksınız? Hemen bir duyuru yapın ve tüm paranızı ona vereceğinizi, hatta sizin yerinize kral olacağını söyleyin. Kim olduğunu söylesin yeter deyin.”
Kral hemen gidip tıpkı ihtiyar hırsızın dediği gibi bir duyuru hazırlamış. Kapının hemen dışına asmış. Hırsız gelip de duyuruyu okuyunca nasıl davranması gerektiğini düşünmüş. En sonunda kralın karşısına çıkmış ve “Kralım, hırsız benim,” demiş.
“Sen misin?”
“Evet.”
Kral, “Eğer hırsız gerçekten sensen, sana inanmamın tek bir yolu var. Şu gelen köylüyü görüyor musun? Adamın elindeki öküzü fark ettirmeden çalacaksın,” demiş.
Hırsız, “Çalacağım majesteleri, izleyin beni,” demiş. Sonra köylünün karşısına çıkıp yüksek sesle, “Komedilerin komedisi!” diye bağırmaya başlamış.
Köylü, “Ah, Tanrım,” demiş. “Şehre kaç kez geldim ve Komedilerin Komedisi’ni çok duydum ama neye benzediğini hiç görmedim.”
Arabasını bırakıp şehrin diğer ucuna gitmiş. Hırsız, köylü öküzden iyice uzaklaşana kadar bağırmaya devam etmiş. Sonra dönüp öküzü çalmış ve kuyruğunu kesip diğer öküzün ağzına tıkmış. İlk öküzle beraber Kral’ın yanına gelmiş. Kral gülmekten ölecekmiş neredeyse. Köylü geri döndüğünde ağlamaya başlamış. Kral onu yanına çağırıp, “Neden ağlıyorsun?” diye sormuş.
“Ah Kralım, ben oyunu izlemeye gitmiştim, öküzlerden biri diğerini yemiş o sırada.”
Kral bunu duyunca yine gülmekten ölecek gibi olmuş ve hizmetkârına, adama iki iyi öküz vermesini söylemiş. Kendi öküzünü de adama iade etmiş. “Öküzünü tanıdın mı?” diye sormuş ona.
“Tanıdım Kralım.”
“Peki, evine dön artık.”
Sonra hırsızın yanına gitmiş. “Evet, sevgili dostum, sana kızımı vereceğim ve benim yerime kral olacaksın. Tabii eğer kilisedeki papazı çalarsan.”
Hırsız bunun üzerine şehre gitmiş ve üç yüz yengeç, üç yüz de mum almış. Kiliseye gidip kaldırımın üzerinde durmuş. Papaz vaaz verirken hırsız yengeçleri birer birer serbest bırakmış. Her birinin kıskacına bir mum bağlıymış.
Papaz, “Ben Tanrı’nın gözünde öyle doğru bir adamım ki bana azizlerini gönderdi,” demiş.
Hırsız, kıskaçlarına mum bağlanmış yengeçlerin hepsini saldıktan sonra, “Gel yüce papaz, çünkü Tanrı, bizzat gönderdiği ulaklarıyla seni çağırıyor. Çünkü sen erdemlisin,” demiş.
Papaz, “Peki nasıl gideceğim?” diye sormuş.
“Bu çuvala gir.”
Çuvalı açmış ve papaz da içine girmiş. Hırsız, papazı kaldırıp basamaklarda sürüklemiş. Papazın başı pat pat basamaklara çarpınca hırsız onu sırtına alıp Kral’a kadar taşımış ve yere bırakmış. Kral kahkahalara boğulmuş. Kızını hemen hırsıza vermiş ve adamı kendi yerine kral yapmış.

Çingene ve Papaz
Çok fakir bir çingene yaşarmış ve bu adamın bir sürü çocuğu varmış. Karısı şehre gidip birkaç patates ve biraz un için dilenmiş. Ama hiç yağı yokmuş.
“Tamam,” diye düşünmüş kadın. “Bir dakika. Papaz bir domuz öldürmüştü. Ona gidip bir parça yağ dileneceğim.”
Oraya gittiğinde papaz dışarı çıkmış, kamçısını kaldırıp kadını adamakıllı kırbaçlamış. Kadın eve döndüğünde kocasına, “Ah, Tanrım, az önce dayak yedim,” demiş.
Çingene iş üstündeymiş. Çekiç ellerinden düşüvermiş. “Bekle, bekle de ona bir tuzak kurup dersini vereyim.”
Çingene kiliseye gidip kapıya, kuleyi açan anahtara bakmış. Sonra evine dönmüş, örsünün başına oturup anahtar üzerine çalışmaya başlamış. Anahtarı bitirince geri dönüp kapıyı açmayı denemiş. Sanki oranın anahtarıymış gibi kolayca açılmış kapı.
“Dur bakalım,” diye düşünmüş. “Şimdi ne yapmam gerek?”
Doğruca dükkânın birine gidip kendine biraz kâğıtla papazların ayinde giydikleri kıyafetlerden almış. Daha sonra bir terziye gidip meleklerinkine benzer bir kıyafet yapmasını istemiş. Onları giyince tam bir papaz gibi olmuş. Eve döndüğünde oğluna (oğlu yirmi yaşındaymış), “Hark’ee, benimle gel ve kabı da getir. Yüz tane de yengeç yakala. Hah! Bu gece neler yapacağımı görsünler. O papaz hayatını kurtaramayacak,” demiş.
Gece yarısı gelip çatmış. Çingene kiliseye gidip içerideki bütün ışıkları yakmış. Aşçı bakmak için dışarı çıkmış. “Tanrım! Neler oluyor? Bütün kilise aydınlanmış.”
Gidip papazı uyandırmış. “Kalkın! Gelin de bakın neler oluyor. Bütün kilise ışıl ışıl. Ne oldu acaba?”
Papaz müthiş bir korkuya kapılmış. Cübbesini giyip kiliseye bakmaya gitmiş. Çingene, en büyük toplulukların gittiği ayinlerdeki bir papaz gibi ilahi söylüyormuş. “Ah!” diyormuş Çingene. “Ah, Tanrım, o günahkâr adam için geldim ben. Yanına öyle çok para almış ki onu cennete götüreceğim ve orada onu güzellikler bekliyor.”
Adam bunu duyunca hemen eve gidip bütün parasını toplamış.
Papaz kiliseye geri dönmüş. Çingene artık daha hızlı ilahi söylüyormuş çünkü er ya da geç her şey sona erermiş. Çingene hemen çuvalını açmış ve papaz içine girmiş. Çingene, papazın bütün parasını alıp cebine saklamış.
“Güzel! Artık benimsin.”
Çuvalı kapadığında papaz büyük bir korkuya kapılmış. “Tanrım! Başıma ne gelecek? O nasıl bir varlıktı öyle? Tanrı’nın kendisi mi yoksa bir melek mi anlayamadım.”
Çingene, papazı merdivenden aşağı sürüklemiş. Papaz canı yandıkça haykırıyor, ona daha nazik davranmasını, her yerinin kırıldığını söylüyormuş. Yarım saat daha böyle devam ederse ölürmüş, çünkü kemikleri çoktan kırılmış bile.
Çingene onu kilisenin yüksek kısmı boyunca sürükleyip kapının önüne atıvermiş. Oraya da papazın tenine batacak bir sürü diken yerleştirmiş. Papazı dikenlerin üzerinde ileri geri sürükleyerek dikenlerin iyice batmasını sağlamış. Çingene, papazın ölmekten beter olduğunu görünce çuvalı açıp onu öylece bırakmış.
Çingene eve gidip üzerindekileri çıkarmış ve ateşe atmış ki kimse bu işi onun yaptığını anlamasın. Elinde sekiz yüz gümüşten fazlası varmış. Çingene, karısı ve çocukları bu kadar paraları olduğu için mutluymuş. Çingene, karısı ve çocuklarıyla birlikte ölmediyse, belki de hâlâ yaşıyordur.


Sabah zangoç çanı çalmaya geldiğinde kilisenin önündeki çuvalı görmüş. Papaz ölü gibiymiş. Çuvalı açıp da papazın halini görünce çok korkmuş. “Papazımızın orada ne işi var?” Hemen şehre koşarak böyle böyle oldu diye herkese anlatmış. Yoksul halk neler olduğunu görmek için gelmiş. Kilisedeki bütün mumlar yanıyormuş. Papazı güzelce gömmüşler. Çürümediyse hâlâ bütündür. Şeytanlar yesin onu. Ben de oradaydım ve olan her şeyi duydum.

Saatçi
Bir zamanlar fakir bir delikanlı varmış. Kendine bir usta bulabilmek için yollara düşmüş. Yolda bir papazla karşılaşmış. Papaz sormuş: “Nereye gidiyorsun delikanlı?”
“Kendime bir usta bulacağım.”
“Benim yerim tam sana göre delikanlı. Sana benzer bir genç daha var. Altı öküzüm ve bir de sabanım. Hizmetime girip bütün bu tarlayı sürersin.”
Delikanlı doğrulup sabanı ve öküzleri almış, tarlalara gitmiş. İki gün boyunca toprakları sürmüş. Baht[11 - Romanya Çingenelerinin kullandığı bu sözcüğün hemen her Çingene lehçesinde benzer bir formu bulunur (bakht, bahi, bok, bachi vs.). Paspati, Türk-Çingene sözcükleri listesinde (1870) şöyle der: “Bakht, i. Talih, cins, rastlantı… Les Grecs et le Turcs se servent trés souvent du meme mot”; Miklosich de Modern Yunancadan μπάκτι (Ueber die Mundarten, vii. 14) sözcüğünü alıntılar. Modern Yunancada ve Türkçede bu Çingene sözcüğünün yer alması Çingenelerin Balkan yarımadasındaki derin etkisinin bir göstergesidir. Bakht, fortune, aynı zamanda Farsçada da yer alır.] ve Dev çıkagelmiş. Dev, Baht’a “Sen git,” demiş. Baht gitmek istemeyince Dev gitmiş. Dev yanına yaklaştığında delikanlı sırtüstü yatıp çizmelerini çıkarmış ve düzlüğe doğru koşmaya başlamış.
Diğer delikanlı arkasından bağırmış: “Gitme kardeşim, gitme kardeşim!”
“Peh! Tanrı sabanının da senin de belanı versin.”
Bükreş büyüklüğünde bir şehre gitmiş. Bir saatçi dükkânına varmış. Dirseklerini tezgâha dayayarak çalışan çırakları izlemiş. Derken çıraklardan biri, “Neden orada boş boş oturuyorsun?” diye sormuş.
“Çünkü sizi çalışırken izlemeyi seviyorum,” demiş çocuk.
O sırada usta çıkıp, “Gel delikanlı,” demiş. “Seni üç yıllığına işe alıyorum. Bildiğim her şeyi göstereceğim sana. Bir yıl ve bir gün boyunca,” diye devam etmiş, “yalnızca odun kesip ateşi besleyecek, sonra da dirseklerini tezgâha dayayıp çırakların çalışmasını izleyeceksin.”
Saatçinin elinde de İmparator’un on beş yıllık saati varmış ve tamir edebilecek kimse bulunamamış. Paris’ten, Viyana’dan saatçiler getirilmiş ama kimse başaramamış. Kral en sonunda saati tamir edene krallığının yarısını vereceğini söylemiş ama herkes başarısız olmuş. Saatin içinde yirmi dört ezgi varmış. Ezgiler çaldığında İmparator gençleşiyormuş. Paskalya pazarı gelip çatmış ve saatçi, çıraklarıyla birlikte kiliseye gitmiş. Yalnızca adamın ihtiyar karısı ile bizim delikanlı arkada kalmış. Delikanlı hızla odunları kesip çalışma tezgâhına dönmüş. Küçük saatlerin hiçbirine dokunmamış ama büyük saati alıp tezgâha yerleştirmiş. İçindeki çubukların ikisini çıkarmış, temizlemiş ve yerine yerleştirmiş. Yirmi dört ezgi çalmaya, saat işlemeye başlamış. Delikanlı korkudan gizlenmiş. Çalan ezgileri duyunca kilisedekilerin hepsi çıkıp gelmiş.
Saatçi de eve dönmüş. “Anne, bu iyiliği bana kim yaptı? Saati kim tamir etti?” diye sormuş.
Annesi, “Yalnızca şu delikanlı tezgâha yaklaştı canım,” diye cevap vermiş.
Saatçi oğlanı aramaya başlamış. Ahırda otururken bulmuş. Onu kollarından tutup, “Oğlum, sen meğer ustaymışsın da ben hiç anlamamışım. Seni Paskalya günü odun kesmeye göndermişim,” demiş. Sonra üç terzi çağırtmış, üç tane güzel takım diktirmiş. Ertesi sabah dört iyi atın çektiği bir araba çağırmış. Saati kollarına alıp sarayın yolunu tutmuş. İmparator bunu duyunca tahtından inmiş, saati kucaklamış ve gençleşmiş. Sonra saatçiye dönüp, “Bana saati tamir edeni getir,” demiş.
“Ben tamir ettim,” demiş saatçi.
“Senin tamir ettiğini söyleme sakın. Git de kim tamir ettiyse onu getir.”
Saatçi gidip delikanlıyı getirmiş.
İmparator, “Saatçiye üç kese duka altını verin. Ama delikanlı, sen daha fazlasını alamayacaksın, çünkü niyetim sana yılda on bin duka vermek. Yalnızca burada kalacak ve bozulduğu zaman saati tamir edeceksin,” demiş.
Delikanlı on üç yıl boyunca orada yaşamış.
İmparator’un yetişkin bir kızı varmış ve ona bir koca bulmak istermiş. Kız bir mektup yazarak babasına vermiş. Peki, mektuba ne yazmış? Şunu yazmış: “Baba, dilsizmiş taklidi yapacağım. Kim beni konuşturmayı başarırsa ona varacağım.”
İmparator bütün dünyaya bunu duyurmuş: “Her kim ki kızımı konuşturmayı başarırsa, ona kızımı vereceğim. Konuşturamayanları ise öldüreceğim.”
Bir sürü talip gelmiş ama hiçbiri kızı konuşturamamış. İmparator hepsini öldürünce yavaş yavaş gelenler azalmış ve kimse gelmez olmuş.
Saati tamir eden delikanlı İmparator’a gidip, “İmparatorum, ben de kızla görüşüp onu konuşturabilir miyim denemek istiyorum,” demiş.
“Duyuruyu görmedin mi? Onu konuşturamayanları öldürmeye yemin ettiğimi bilmiyor musun?”


“Eh, başaramazsam beni de öldürün İmparatorum.”
“O halde git de dene.”
Delikanlı güzelce giyinip kızın odasına gitmiş. Kız çerçevesiyle dikiş yapıyormuş. Delikanlı içeri girerken, “İyi günler düzenbaz,” demiş.
“Teşekkürler saatçi. Gelmişsin, otur madem, biraz dinlen.”
“Tamam, öyle olsun düzenbaz.”
Yalnızca oğlan konuşuyormuş.[12 - Bu kısım biraz kafa karıştırıcı ama prenses tarafından söylenmiş gibi görünen kısımların aslında saatçi tarafından söylendiğini, diyaloğu saatçinin tek başına sürdürdüğünü kastediyor olmalı.] Fazla oyalanmadan kalkıp, “İyi geceler düzenbaz,” demiş.
“Hoşça kal saatçi.”
Ertesi akşam İmparator, öldürmek için delikanlıyı çağırmış. Delikanlı ise, “Bir gece daha denememe izin verin,” demiş. Böylece delikanlı bir kez daha gidip, “İyi akşamlar düzenbaz,” demiş.
“Hoş geldin saatçi. Madem geldin, lütfen masaya buyur kardeşim.”
Sadece o konuşmuş ve sonunda, “İyi geceler düzenbaz,” demiş.
“Hoşça kal saatçi.”
Ertesi gece İmparator delikanlıyı çağırmış. “Artık seni öldürmeliyim, çünkü anlaşmanın sınırına ulaştın.”
Delikanlı, “Her insanın üç kez bağışlanma hakkı olduğunu bilmez misiniz İmparatorum?” demiş.
“Tamam, bir kez daha git.”
Delikanlı o gece yeniden gidip, “Nasıl gidiyor düzenbaz?” diye sormuş.
“Teşekkürler saatçi. Geldin madem, masaya buyur.”
“Öyle yapacağım düzenbaz. Elimdeki bıçağı görüyor musun? Soruma cevap vermezsen seni parçalara ayıracağım.”
“Neden cevap vermeyeyim saatçi?”
“Pekâlâ düzenbaz, prensesi tanıyor musun?”
“Nasıl tanımayayım?”
“Peki üç prens, onları da tanıyor musun?”
“Tanıyorum saatçi.”
“Tanıyorsan ne âlâ. Üç erkek kardeş, prensesle birlikteymiş. Hiçbiri üçünün de onunla birlikte olduğunu bilmiyormuş. Peki prenses ne yapmış? O üç erkek kardeşi de tanıyormuş. En büyükleri gece çökerken gelmiş. Prenses onu masaya oturtup yedirmiş. Sonra onu bir odaya kilitlemiş. Ortanca, gece yarısı gelmiş. O da prensesle yatmış ve başka bir odaya kilitlenmiş. Aynı gece en küçükleri de gelip prensesle yatmış. Şafak sökerken prenses hepsini serbest bırakmış ve hepsi, üç kardeş, birbirlerini öldürmek için atılmışlar. Prenses, Durun kardeşler, birbirinizi öldürmeyin. Evinize dönün ve her biriniz on bir duka alıp üç farklı şehre gidin. Her kim ki bana en güzel ustalık işini getirir, ben onun olurum, demiş. En büyükleri Bükreş’e gitmiş ve orada güzel bir ayna bulmuş. Bakalım nasıl bir aynaymış bu. Hey, tüccar bu aynanın fiyatı nedir, diye sormuş. On bin duka delikanlı. Çok değil mi kardeşim? Ama ne tür bir ayna olduğunu öğren. Aynaya baktığında içinde hem ölüleri hem yaşayanları görebilirsin. Şimdi de ortanca kardeşe bakalım. O da başka bir şehre gidip bir elbise bulmuş. Hey, tüccar, bu elbisenin fiyatı nedir? On bin duka evlat.”
“Ne diyorsun sen saatçi? Bir elbise on bin duka mıymış?”[13 - Bu, prensesin ilk gerçek konuşmasıdır. Kadınca davranarak bir elbisenin fiyatı konusunda aptalca bir erkek yorumuna dayanamaz.]
“Ama gör bak bakalım bu nasıl bir elbiseymiş düzenbaz. İçine girdiğinde seni istediğin yere götürürmüş. Yani oğlanın alıyorum diye haykırdığını gözünde canlandırabilirsin. Bu arada en küçük kardeş de bir şehre varmış ve bir Yahudiden bir elma almış. Bu öyle bir elmaymış ki ondan bir ısırık alan ölü canlanıverirmiş. Elmayı alıp abilerinin yanına dönmüş. Hepsi bir araya geldiklerinde, sevdikleri kadının öldüğünü görmüşler. Elmayı yedirmişler ve kız canlanmış. Sonra kimi seçmiş dersin? En küçüklerini seçmiş. Ne diyorsun?”
Böylece imparatorun kızı konuşmuş ve saatçinin karısı olmuş. Hemen evlenmişler.


Bu hikâye, her ne kadar iyi anlatılmış olsa da son derece kusurlu. Elbette büyük kardeş aynasına bakıp prensesin öldüğünü ya da ölmek üzere olduğunu görür. Ardından ortanca kardeş elbiseyle birlikte üçünü onun yanına götürür ve en küçük kardeş ancak o zaman yaşam elmasını kullanabilir.

Kızıl Kral ve Cadı
O Kızıl Kral’mış ve on duka değerinde yiyecek almış. Yiyecekleri pişirip bir yüklüğe koymuş. Yüklüğü kilitledikten sonra her gece insanları bu erzakı korumaları için nöbete dikmiş.
Sabah kalkıp baktığında tabakları boş bulmuş. İçlerinde hiçbir şey yokmuş. Kral, “Yüklüğü koruyacak ve erzakın kaybolmamasını sağlayacak kişiye krallığımın yarısını vereceğim,” demiş.
Kral’ın üç oğlu varmış. En büyükleri kendi kendine düşünmüş. “Tanrım! Krallığın yarısını bir yabancıya vermek mi? En iyisi nöbeti ben tutayım. Krallığın yarısı Tanrı’nın isteğiyle benim olsun.”
Babasına gitmiş. “Selam olsun baba. Krallığın yarısını bir yabancıya vermek mi? En iyisi nöbeti ben tutayım.”


Babası, “Tanrı’nın istediği gibi, yalnızca görebileceklerin seni korkutmasın,” demiş.
Oğlan saraya gidip uzanmış. Başını yastığa koymuş ve şafak sökene kadar da kaldırmamış. Ilık, tatlı bir rüzgâr onu uykuya sürüklemiş. Küçük kız kardeşi o sırada kalkıp bir takla atmış ve tırnakları baltaya, dişleri küreğe dönüşmüş. Dolabı açıp her şeyi yemiş. Sonra yeniden bir çocuğa dönüşüp beşiğine dönmüş. Ne de olsa daha memeden kesilmemiş bir bebekmiş. Delikanlı kalkmış ve babasına hiçbir şey görmediğini söylemiş. Babası dolaba baktığında tabakların boş olduğunu görmüş. Ne yiyecek varmış ne başka bir şey. Babası, “Senden daha iyisi de olabilirdi ama o da bir şey yapamayabilirdi,” demiş.
Ortanca oğlu da Kral’ın karşısına çıkmış. “Selam olsun baba. Bu gece ben nöbet tutacağım.”
“Peki evlat, erkek gibi davran yeter.”
“Tanrı’nın isteğine göre olsun.”
O da saraya gidip başını yastığa koymuş. Saat on gibi tatlı bir esinti gelmiş ve uyku, oğlanı kıskıvrak yakalamış. Kız kardeşi kalkıp kundağından kurtulmuş, bir takla atmış ve dişleri küreğe, tırnakları baltaya dönüşmüş. Dolabı açmış ve tabaklarda ne bulduysa yemiş. Her şeyi yedikten sonra yeniden bir takla atıp beşikteki yerine dönmüş. Şafak sökerken delikanlı uyanmış. Babası neler olduğunu sormuş, sonra da, “Senden daha iyi bir adam olabilirdi ve o da senin kadar zavallı bir yaratıksa, benim için hiçbir şey yapmayabilirdi,” demiş.
En küçük oğlan ayaklanmış. “Selam olsun baba. Bu gece benim de dolap için nöbet tutmama izin ver.”
“Peki evlat, yalnızca göreceklerin seni korkutmasın.”
“Tanrı’nın isteğine göre olsun,” demiş delikanlı.
Oğlan kalkıp dört iğne almış ve başını yastığa koymuş. Dört iğneyi de dört farklı yere yerleştirmiş. Uyku onu ele geçirdiğinde başını bir iğneye çarpmış ve böylece saat ona kadar uyanık kalmış. Kardeşinin beşiğinden kalktığını görmüş. Kız takla atarken oğlan da onu izliyormuş. Kızın dişleri küreğe, tırnakları baltaya dönüşmüş. Küçük kız dolaba gidip her şeyi yemiş. Tabakları bomboş bırakmış. Sonra yeniden takla atıp eskisi gibi küçülmüş ve beşiğine dönmüş. Delikanlı olanları görünce korkudan tir tir titremiş. Şafağın sökmesine dek geçen zaman ona on yıl gibi gelmiş. Hemen kalkıp babasının yanına gitmiş. “Selam olsun baba.”
Babası hemen, “Bir şey gördün mü Peterkin?” diye sormuş.
“Ne gördüm, ne görmedim… Bana para ve at ver. Parayı taşıyabilecek kuvvette bir at olsun. Evlenmek için uzaklara gideceğim.”
Babası ona birkaç çuval duka vermiş. Oğlan hepsini ata yüklemiş. Gidip şehrin sınırında bir çukur kazmış. Taştan bir sandık yapıp tüm parayı içine koymuş ve sandığı gömmüş. Üzerine bir haç koyup gitmiş. Sekiz yıl boyunca seyahat ettikten sonra bütün uçan kuşların kraliçesine rastlamış.
Kuşların kraliçesi, “Nereye gidiyorsun Peterkin?” diye sormuş.
“Oraya, ölümün de yaşlılığın da olmadığı yere gidiyorum evlenmek için.”
Kraliçe, “Burada ölüm de yok yaşlılık da,” demiş.
Peterkin de ona, “Burada nasıl ölüm de yaşlılık da olmaz?” diye sormuş.
Kraliçe, “Ben bu ormandaki tüm ağaçları kestiğimde ölüm gelip beni ve yaşlılığı alacak,” diye cevap vermiş.
Peterkin, “Bir gün ve bir sabah ölüm ve yaşlılık gelip beni alacak,” demiş.
Sonra yeniden yola düşüp sekiz yıl daha seyahat etmiş. Sonunda bakırdan bir saraya varmış. Saraydan bir kız çıkmış, onu tutup öpmüş. “Uzun zamandır seni bekliyordum,” demiş sonra.
Atı alıp ahıra koymuş. Delikanlı geceyi orada geçirmiş. Sabah kalkıp eyerini atına yerleştirmiş.
Genç kız ağlamaya başlamış. “Nereye gidiyorsun Peterkin?” diye sormuş.
“Ölümün de yaşlılığın da olmadığı o yere.”
Genç kız ona, “Burada ölüm de yok yaşlılık da,” demiş.
Peterkin, “Nasıl oluyor da burada ölüm de yaşlılık da olmuyor?” diye sormuş.
“Bu dağlar ve ormanlar yerle bir olduğunda ölüm gelecek.”
“Burası bana göre bir yer değil,” demiş delikanlı ona. Sonra yeniden yollara düşmüş.
Peki atı ona ne demiş? “Efendi, beni dört kez, kendini iki kez kırbaçla. Çünkü Pişmanlık Ovası’na vardın. Pişmanlık seni ele geçirecek. Seni de atı da dümdüz edecek. O yüzden atı mahmuzla, kaç, sakın oyalanma.”
Genç oğlan bir kulübeye varmış. Kulübede on yaşında bir çocuğa rastlamış. Çocuk ona, “Burada ne arıyorsun Peterkin?” diye sormuş.
“Ölümün de yaşlılığın da olmadığı o yeri arıyorum.”
Çocuk, “Burada ölüm de yok yaşlılık da,” demiş. “Ben Rüzgârım.”
Peterkin bunun üzerine, “Buradan asla ama asla ayrılmayacağım,” demiş. Yüz yıl boyunca orada yaşamış ve hiç yaşlanmamış.
Delikanlı orada yaşarken Altın ve Gümüş dağlarına avlanmaya gidiyormuş ama av etlerini eve nadiren getirebiliyormuş.
Rüzgâr ona demiş ki: “Peterkin, Altın dağlarına git, Gümüş dağlarına git ama sakın Pişmanlık dağlarına ve Keder vadisine gitme.”
Peterkin ona kulak asmayarak Pişmanlık dağına ve Keder vadisine gitmiş. Keder onu ele geçirmiş. Delikanlı, gözlerinde yaş kalmayıncaya kadar ağlamış.
Ardından Rüzgâr’a gitmiş. “Ben babama döneceğim, burada daha fazla kalamam,” demiş.
“Gitme, baban öldü, abilerin bıraktığın evde değiller. Bir milyon yıl gelip geçti o zamandan beri. Babanın sarayının nerede olduğu bile bilinmiyor artık. Üzerine kavunlar ekmiş olmalılar. O taraftan geçeli bir saat oldu daha.”
Ama delikanlı oradan ayrılmış. Bakırdan sarayı olan kızın yanına varmış. Geride tek bir çubuk kalmış, kız onu kesip yaşlanmış. Oğlan kapıyı çalınca çubuk düşmüş ve kız ölmüş. Oğlan kızı gömüp yeniden yola düşmüş. Koca ormandaki kuşlar kraliçesinin yanına gitmiş. Tek bir dal kalmış geride ama kırılganmış.
Kraliçe onu görünce, “Peterkin, hâlâ gençsin,” demiş.
Peterkin de ona, “Bana burada kalmamı söylediğini hatırlıyor musun?” diye sormuş.
Kuşlar kraliçesi dala basınca dal kırılmış. Kraliçe de düşüp ölmüş.
Peterkin babasının sarayının olduğu yere gelip etrafına bakınmış. Ortada ne saray varmış ne başka bir şey. Peterkin hayrete düşmüş. “Tanrım, sen ne kudretlisin!” Yalnızca babasının kuyusunu tanıyabilmiş. Yanına gitmiş. Cadı olan kız kardeşi onu görünce, “Uzun zamandır seni bekliyorum köpek,” demiş. Abisini yemek için üzerine saldırmış ama Peterkin istavroz çıkarınca yok olmuş.
Peterkin oradan da ayrılmış ve birden sakalı beline dek inen yaşlı bir adama rastlamış. “Kızıl Kral’ın sarayı nerede? Ben onun oğluyum.”
“Nasıl yani?” demiş ihtiyar adam. “Sen bana onun oğlu olduğunu mu söylüyorsun? Babamın babası Kızıl Kral’dan bahsederdi bana. Onun şehri artık yok. Ortada olmadığını görmüyor musun? Bir de gelmiş bana Kızıl Kral’ın oğlu olduğunu söylüyorsun.”
“Babamın yanından ayrılmamın üzerinden yirmi yıl bile geçmedi ihtiyar ama sen bana babamı tanımadığını söylüyorsun.” (Evinden ayrılalı bir milyon yıl olmuştu aslında.) “İnanmıyorsan düş peşime.”
Taştan sandığın olduğu yere gitmiş. Zeminin yalnızca bir karış altındaymış ama para dolu sandığa ulaşması iki gün sürmüş. Sandığı dışarı çıkarıp açtığında bir köşede ölüm, diğer köşede yaşlılık inliyormuş.
Yaşlılık demiş ki: “Yakala şunu ölüm.”
“Kendin yakala.”
Yaşlılık onu önden tutmuş, ölüm de arkadan.
İhtiyar adam, Peterkin’i düzgünce gömmüş ve başına bir haç dikmiş. Sonra parayı ve atı kendine almış.

Gebelik Elmaları
Bir zamanlar bir kral ve bir kraliçe varmış. On altı yıldır çocukları olmuyormuş. Kral artık umudunu kesmeye başlamış. Çocukları olmadan ne yapacaklarını düşünerek ağlayıp sızlanıyormuş. Bir gün Kral Kraliçe’ye, “Kraliçem, seni bırakıp uzaklara gideceğim. Döndüğümde bir oğlan doğurmamış olursan bil ki seni ya ellerimle öldüreceğim ya da uzaklara göndereceğim ve bundan sonraki hayatımı sensiz yaşayacağım,” demiş.
Bu sırada başka bir kral da ona gelip onunla savaşması için meydan okumuş. Eğer onunla savaşmaya gelmezse bizzat gelip onu tahtında öldüreceğini söylemiş. Kral Kraliçe’ye, “Savaşmam için meydan okundu. Eğer bir oğlum olsaydı o giderdi ben evde mi kalırdım?” demiş.
Kraliçe, “Ah, Kralım, Tanrı bize erkek evlat vermemeyi seçmişse ben ne yapabilirim? Elimden ne gelir?” demiş.
Kral, “Bana Tanrı’dan bahsetme,” demiş. “Geldiğimde bir oğlan doğurmadığını görürsem seni öldüreceğim.”
Kral yola koyulmuş.
O sırada yüce Tanrı ve Aziz Peter, Kraliçe için ne yapabileceklerini konuşuyorlarmış. Tanrı, Peter’a, “Al bakalım Peter. Bu elma ile aşağı in, Kraliçe’nin penceresinin önünden geçerken de elmam var, kim ki bu elmadan yerse gebe kalır, diye haykır. Seni duyacak. Kral’ın geri dönüp onu öldürmesi çok üzücü olur Peter.”


Aziz Peter elmayı alıp aşağı inmiş ve Tanrı’nın dediklerini yapmış. Kraliçe’nin penceresi önünde bağırmış. Kadın onu duyup dışarı çıkmış, adamı yanına çağırmış ve “Bu elma için ne kadar istersin?” diye sormuş.
“Çok para isterim,” demiş Aziz Peter. “Bana bir kese para ver.”
Kraliçe para kesesini adama verip elmayı almış ve yemiş. Yer yemez de gebe kalmış. Aziz Peter para kesesini orada bırakmış. Zaman akıp gitmiş. Kraliçe’nin doğum yapacağı gün yaklaşmış. Derken tam da eşinin savaştan galip döndüğü gün bir oğlan doğurmuş. Kral eve gelip de Kraliçe’nin ona bir oğlan doğurduğunu görünce şarap dükkânına gidip sarhoş olana kadar içmiş. Oradan dönerken kapıda düşüp ölmüş. Oğlan bunu duyunca annesinin kollarından ayrılmış ve şarapçıyı bir darbeyle öldürüp evine dönmüş. Halk ve soylular onu dikkatle izleyip kahramanlığına hayran olmuş. Ama üzerinde kötü gözler de varmış. Üç gün hasta yattıktan sonra nazardan ölmüş.

Üçüncü Bölüm
BUKOVİNA ÇİNGENE MASALLARI


Her Şey Aydınlandı
Karınca yuvasındaki karıncalar kadar çok çocuğu olan bir adam varmış. Kızlarından üçü mısır toplamaya gitmiş. O sırada imparatorun oğlu oradan geçiyormuş. En büyük kız, “İmparator benimle evlenirse tek bir ip yumağından, tüm ordusuna yetecek kıyafet dikerdim,” demiş. Ortanca kız, “Ben tek bir somunla bütün ordusunu beslerdim,” demiş. En küçük kız ise, “Benimle evlenirse ona zeki ve güzel ikiz çocuklar doğururdum. Saçları altın, dişleri inci gibi olurdu,” demiş.
Prensin hizmetkârı onları duymuş ve hemen gidip efendisine anlatmaya başlamış: “En büyük kız dedi ki onunla evlenirseniz, tek bir ip yumağından bütün orduya yetecek kıyafet dikermiş. Ortanca kız, onunla evlenirseniz bütün orduyu tek bir somunla doyuracağını söyledi. Küçük kızsa onunla evlenirseniz size altın saçlı, güzel ve zeki ikiz çocuklar doğuracağını söyledi.”
“Geri dön!” diye haykırmış adam. “En küçük kızı alıp arabaya getir.”
Adam kızı eve götürmüş. Altı ay beraber yaşamışlar, sonra savaşmak için orduya çağırılmış. Savaşta bir yıl kadar kalmış. O sırada karısı iki oğlan doğurmuş. Hizmetçi onları alıp bir domuz ahırına atmış. Annenin yanına ise iki köpek yavrusu bırakmış.
Akşam domuzlar ahırlarına döndüklerinde büyük olanı, “Aha! Efendimizin oğulları burada. Çabuk onlara bir emzik ver ve ikisini de ısıt,” demiş.
Domuzlar yeniden tarlaya gitmiş. Hizmetkâr gelip oğlanların iyi olduğunu, ölmediklerini görmüş ve ikisini de alıp atların ahırına götürmüş. Akşam atlar döndüklerinde en büyük kısrak, “Aha! Efendimizin oğulları, çabuk onlara bir emzik verin,” diye haykırmış.
Sabah atlar yeniden tarlaya gitmişler. Hizmetçi, çocukları alıp bir gübreliğin içine gömmüş. Çocukların gömüldüğü yerde altın rengi iki köknar büyümüş.
İmparator savaştan döndüğünde hizmetkârı onu karşılamış. “İmparatorum, İmparatoriçe iki köpek yavrusu doğurdu.”
İmparator, İmparatoriçe’yi kapının arkasına beline dek gömmüş ve iki köpek yavrusunu da onu emmeleri için orada bırakmış. Sonra hizmetkârıyla evlenmiş. Hizmetkâr İmparator’a, “Şu köknarları kes de bana bir yatak yap,” demiş.
“Kesmem. Muhteşem bir güzellikleri var.”
“Eğer kesmezsen öleceğim.”
İmparator adamlarını işe koşmuş. Köknarlar kesilmiş, bütün kıymıkları toplanıp ateşte yakılmış. Kalanından iki kalaslı bir yatak yapmış ve yeni karısıyla o yatakta uyumuş.
Büyük kardeş, “Kardeşim, sen de bir ağırlık hissediyor musun?” diye sormuş.
“Hayır, ben ağırlık hissetmiyorum. Çünkü üzerimde babam yatıyor. Sen ağırlık mı hissediyorsun?”
“Evet, çünkü üzerimde üvey annem uyuyor.”
Kadın konuşmaların hepsini duymuş. Sabah kalkınca, “İmparatorum, bu yatağı kesip ateşe at da yansın,” demiş.
“Yakmam.”
“Ama yakmalısın, yoksa öleceğim.”
İmparator, yatağın ateşe atılmasını emretmiş. Kadın da bacanın tıkanmasını, dışarı tek bir kıvılcım bile kaçmasına engel olmalarını söylemiş. Ama iki kıvılcım kaçmış ve bir çift kuzunun üzerine düşmüş. Kuzular birden altına dönmüş. Kadın bunu görünce hizmetkârlarına kuzuları öldürmelerini emretmiş. Sonra hizmetkârlarına yıkamaları için hayvanların bağırsaklarını vermiş. Bütün bağırsaklar sayılıymış. Hizmetkârlar derede yıkarken iki parçası suya düşmüş. Hizmetkârlar iki parçayı ikiye bölerek sayıyı denkleştirmiş ve eve dönmüşler. Suya düşen o iki bağırsak parçası, iki güvercine dönüşmüş. Sonra bir takla atıp[14 - Bu konuyla ilgili daha önce verdiğimiz nota bakınız.]

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/francis-hindes-groome/cingene-masallari-69403309/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Spectator’a göre (24 Aralık 1897), 1896-97’de Surrey’de on bin Çingene kışlamıştı!

2
Yalnızca 150 kopyası bulunduğundan ve bunların çoğu kesinlikle yok olduğundan, zaman içinde libri rarissimi sayılacak olan Gypsy Lore Journal’a (1888-92 arasını kapsayan üç cilt) sık sık referans vereceğim.

3
Edirne’de yerleşik yaşam süren ihtiyar bir Çingene kadın tarafından anlatılmıştır.

4
Kláka. “Claca,” der Grenville Murray, “Eflak bölgesinde son derece popüler olan bir tür toplantıyı ifade eder. Eğer bir ailenin, belirli bir durum özelinde yapılacak belirli bir işi varsa, komşularını gelip onlar için çalışmaya davet eder. İş tamamlandığındaysa müthiş bir eğlence tertip edilir. Şarkı söylenir, dans edilir ve hikâyeler anlatılır.” – Doine; or Songs and Legends of Roumania (Lond. 1854), sf. 109.

5
Dr. Barbu Constantinescu, kötü nazarla büyü yapmanın uzun ve güzel bir formülünü verir.

6
Ölen bir kızın çiçeğe dönüşmesi motifi, Hint masallarında çok yaygındır.

7
Dá pes pe sherésti, kelimesi kelimesine, “kendini başının üzerinde döndürmek”. Çingene masallarında bu pek vakur olmayan hareket, neredeyse her dönüşümden önce görülür.

8
Altın saçlı çocuk başka masallarda da karşımıza çıkar. İki elma, doğum izleri olabilir.

9
Bu noktada bahis ya da ona benzer bir şeyin atlandığı çok açık.

10
Dört peni değerindeki eski bir İngiliz gümüş parası. (ç.n.)

11
Romanya Çingenelerinin kullandığı bu sözcüğün hemen her Çingene lehçesinde benzer bir formu bulunur (bakht, bahi, bok, bachi vs.). Paspati, Türk-Çingene sözcükleri listesinde (1870) şöyle der: “Bakht, i. Talih, cins, rastlantı… Les Grecs et le Turcs se servent trés souvent du meme mot”; Miklosich de Modern Yunancadan μπάκτι (Ueber die Mundarten, vii. 14) sözcüğünü alıntılar. Modern Yunancada ve Türkçede bu Çingene sözcüğünün yer alması Çingenelerin Balkan yarımadasındaki derin etkisinin bir göstergesidir. Bakht, fortune, aynı zamanda Farsçada da yer alır.

12
Bu kısım biraz kafa karıştırıcı ama prenses tarafından söylenmiş gibi görünen kısımların aslında saatçi tarafından söylendiğini, diyaloğu saatçinin tek başına sürdürdüğünü kastediyor olmalı.

13
Bu, prensesin ilk gerçek konuşmasıdır. Kadınca davranarak bir elbisenin fiyatı konusunda aptalca bir erkek yorumuna dayanamaz.

14
Bu konuyla ilgili daha önce verdiğimiz nota bakınız.
Çingene Masalları Francis Hindes Groome
Çingene Masalları

Francis Hindes Groome

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Dünyanın en neşeli ve özgür ruhlu halkı Çingenelerin masalları…

  • Добавить отзыв