Büyülü şehir

Büyülü şehir
Edith Nesbit
Philip’in tek yakını olan ablasıyla harika bir ilişkisi vardır ve hayatından çok memnundur. Derken ablası evlenir ve birlikte yeni bir eve taşınmalarıyla her şey tamamen değişir. Philip içine düştüğü mutsuzluktan kurtulabilmek için evde bulduğu nesneleri kullanarak kendine bir şehir inşa eder. Bu aslında her zaman ablasıyla birlikte yaptıkları bir şeydir ama bu kez onu bir sürpriz beklemektedir. Bir anda kendisini oyuncak şehrinin içinde bulur.

Modern roman karakterlerinin gerçek dünyada doğaüstü şeyler yaşaması ya da fantastik bir dünyaya yolculuk etmesi sonucunda başlayan maceralara atılması şeklinde özetlenebilecek roman kurgusu, ilk kez Edith Nesbit tarafından kullanılmıştır. Bu sayede modern fantastik edebiyatın kurucuları arasına giren Edith Nesbit, bu kitabında okurlarını tarihi figürlerin, hepimizin yakından tanıdığı karakterlerin, mitolojik canavarların yaşadığı büyülü bir dünyaya davet ediyor.

Edith Nesbit
Büyülü Şehir

Edith Nesbit Hakkında


Edith Nesbit 1858 senesinde Londra’da dünyaya geldi ve öğretmen olan babası 1862 yılının Mart ayında öldüğünde henüz dört yaşına gelmemişti. Kız kardeşi Mary’nin hastalığı nedeniyle ailesinin İngiltere, Fransa, İspanya ve Almanya’nın farklı kentlerinde ikamet etmesi gerekiyordu. Daha sonra Kent şehrinin kuzeybatısındaki Halstead’e yerleştiler. Burada üç yıl yaşadıkları Halstead Hall, Nesbit’in daha sonra kaleme alacağı Demiryolu Çocukları’na ilham olacaktı. İngiliz yazar William Morris’in takipçilerinden olan Edith Nesbit 17 yaşındayken ailesi tekrar Londra’ya taşındı. 1877 yılında, yani 19 yaşındayken banka memuru Hubert Bland’le tanıştı ve 22 Nisan 1880’de evlendiler. Nesbit’in üç çocuğu oldu: Demiryolu Çocukları’nı adadığı Paul Bland (1880-1940), Iris Bland (1881-19??) ve bademcik ameliyatı sonrası henüz 15 yaşında ölen Fabian Bland (1885-1900). Yazar, Beş Çocuk ve O kitabını ve devam serisini Fabian’a adadı. Nesbit ve Bland 1884 yılında (İngiltere İşçi Partisi’nin seleflerinden) Fabian Society’nin kurucuları arasında yer aldı. Bu topluluğa oğulları Fabian’ın ismi verilmişti. Ayrıca topluluğun Today adlı dergisini birlikte yönettiler. Nesbit ve Bland kısa bir süre Social Democratic Federation ile de ilgilendi fakat bu oluşumu aşırı radikal bularak reddettiler. Nesbit 1880’li yıllarda sosyalizm üzerine dersler veriyor ve yazılar yazıyordu. Ayrıca eşiyle birlikte “Fabian Bland” ismiyle de yazılar kaleme aldı fakat bir çocuk kitapları yazarı olarak başarısı arttıkça bu faaliyetleri azaldı. 1899’dan 1920’ye kadar Well Hall House’da yaşadı. Bland’in vefatından üç yıl kadar sonra, 20 Şubat 1917’de, Woolwich Ferry’de gemi mühendisi olan Thomas “the Skipper” Tucker’la evlendi. Yaşamının sonuna doğru Friston’da “Crow-link” adlı bir eve, ardından St Mary’s Bay’e taşındı. Muhtemelen çok fazla sigara içmesinin sonucu olarak akciğer kanserine yakalandı. 1924’te öldü ve St Mary in the Marsh mezarlığına defnedildi.

Birinci Bölüm
BAŞLANGIÇ
Philip Haldane ile ablası, kırmızı çatılarla süslü küçük bir kasabada, kırmızı çatılı küçük bir evde yaşıyordu. Küçük bir bahçe ve küçük bir balkonları, içinde bir midilli atı ve atın çekmesi için bırakılmış küçük bir el arabasının bulunduğu küçücük bir ahırları vardı. Cumbalı küçük penceredeki küçük kafeste minik bir kanarya tellere asılmıştı. Titiz ve cici hizmetçi sayesinde her yer pırıl pırıldı.
Philip ve ablasının birbirlerinden başka kimseleri yoktu. Anne babaları ölmüştü. Helen, Philip’ten yirmi yaş büyüktü ve aslında onun üvey ablasıydı. Fakat Philip için gerçek bir anne gibi olmuştu. Helen öyle iyi kalpli, sevecen ve zekiydi ki Philip kendi anneleriyle yaşayan öteki çocuklara hiç imrenmezdi. Ablası bütün zamanını Philip’e ayırıyordu. Bildiği tüm ders konularını ona Helen öğretmişti. Muhteşem oyunlar ve maceralar icat eder, saatlerce Philip’le oyun oynardı. Bu yüzden Philip, her sabah neşeli ve ilginç olaylarla dolu yepyeni bir güne uyandığını biliyordu. Philip on yaşına gelene kadar günler böyle geçip gitti. Her şeyin sonsuza dek aynı kalacağından en ufak şüphesi yoktu. Helen’la piknik yapmak için şelalenin bulunduğu küçük ormana gittikleri gün, hayatlarındaki değişimin başlangıcıydı. Kuvvetli midilli atlarının peşinden eve dönüyorlardı. Bu at çok iyi huylu ve sakin olduğu için ablası Philip’in ona binmesine izin verirdi. Evlerinin bulunduğu köşeden önceki son dar yolu çıkıyorlardı. Bu sırada Helen şöyle dedi:
“Yarın yıldızpatıların toprağını temizleyip beş çayımızı bahçede içeceğiz.”
“Harika,” dedi Philip.
Köşeyi dönünce küçük bahçe kapılarını gördüler. Kapıdan bir adam çıkıyordu. İkisinin de tanıdığı arkadaşlardan biri değildi. Adam dönüp onları selamlamak üzere yaklaştı. Helen elini dizginlere koydu. Oysa Philip’e asla böyle yapmamasını tembihlerdi. Bunun üzerine midilli durdu. Philip’in deyimiyle “uzun boylu ve sosyetik” adam, midilli atının burnunun önüne gelip Helen’ın oturduğu tarafta durdu. Helen adamın elini sıkıp âdet olduğu üzere “Nasılsınız?” diye sordu. Fakat sonra fısıldayarak konuşmaya başladılar. Fısıldıyorlardı! Philip, fısıltıyla konuşmanın ne kadar kaba bir davranış olduğunu biliyordu çünkü Helen bunu sık sık söylerdi. Philip, “Nihayet,” “Artık bitti,” ve “Öyleyse bu akşam,” gibi birkaç söz işitebilmişti.
Ardından Helen, “Bu benim kardeşim Philip,” dedi. Adam, Philip’in elini sıktı. Ama bunu Helen’ı çaprazda bırakacak şekilde yapmıştı. Philip bu hareketin de görgü kurallarına aykırı olduğunu biliyordu. Adam sonra “Çok sıkı dost olacağımızı ümit ediyorum,” dedi. Pip, nezaket gereği “Memnun oldum,” diyerek cevap verdi ama içinden “Arkadaş falan olmak istemiyorum seninle,” diyordu.
Adam şapkasını çıkartıp oradan uzaklaştı. Philip ile ablası eve gittiler. Helen’da bir değişiklik var gibiydi. Philip’i her zamankinden erken göndermişti odasına. Ne var ki Philip uzunca bir süre uyuyamadı çünkü önce kapı zili çalmıştı, ardından Philip’in yatak odasının hemen altındaki küçük misafir odasında bir adamla Helen’ın hararetle konuştuklarını işitmişti. Sonunda uykuya daldı. Sabah uyandığında yağmur yağıyordu, kapalı gökyüzü insanın içini karartıyordu. Philip yaka düğmesini kaybetti, çorabının biri yukarı çekerken yırtıldı, parmağını kapıya sıkıştırdı, diş kupasını içindeki suyla beraber yere düşürdü. Kupa kırılmış, su ise çizmelerine dökülmüştü. Bilirsiniz, bu tür şeylerin yaşandığı sabahlar vardır. İşte öyle bir sabahtı bu.
Sonra kahvaltı için aşağı indi. Yedikleri her zamanki gibi lezzetli gelmedi. Tabii sofraya geç kalmıştı. Helen’ın söylediğine göre onu beklerken tabağındaki jambonun yağı donmaya başlamıştı. Daima kardeşinin işitmekten zevk aldığı şeyleri söyleyen o neşeli sesiyle söylemişti bunu. Fakat Philip hiç gülümsemedi. O sabah gülümsenecek sabahlardan değil gibiydi. Bir yandan da iç sıkıcı yağmur damlaları pencereye vuruyordu.
Kahvaltının ardından Helen şöyle dedi: “Bahçede çay içmeyi kesinlikle başka bir güne bırakmalıyız. Hava ders yapmak için de hiç uygun değil.”
Helen’ın hoş fikirlerinden biri buydu: Yağmurlu günler ders yaparak daha kasvetli hale getirilmemeliydi.
“Ne yapalım?” diye sordu Helen. “Adadan bahsedelim mi? Bir haritasını daha yapayım mı? Bahçeleri, çeşme ve salıncakları da ekleriz, ne dersin?”
Ada Philip’in bayıldığı oyunlardan biriydi. Bu ada palmiye ağaçları ve gökkuşağı renginde kumların olduğu sıcak denizlerdeydi. Sevdikleri ve istedikleri her şeyi hayal ederek güzelleştirdikleri kendi adalarıydı. Philip ada hakkında konuşmaktan hiç bıkmazdı. Öyle ki bu adanın gerçek olduğuna inandığı zamanlar oluyordu. Kendisi adanın kralı, Helen ise kraliçesiydi. Adada ikisinden başka kimsenin bulunmasına izin yoktu.
Ama bu sabah adayı hayal etmek bile Philip’i neşelendirememişti. Sallana sallana pencereye gidip sırılsıklam olmuş çimlere ve yapraklarından sular damlayan sarısalkım ağaçları ile demir kapıdan süzülen kocaman yağmur damlalarına kederli gözlerle baktı.
“Ne oldu, Pippin?” diye sordu Helen. “Sakın kızamık oldum deme. Yoksa kızıl humma ya da boğmaca başlangıcı mı var?”
Hemen Philip’in yanına gelip alnına dokundu.
“Ah, çok ateşin var canım. Söyle ablana, neyin var?”
“Sen söyle,” dedi Philip usulca.
“Neyi söyleyeyim, Pip?”
“Tıpkı kitaplardaki karakterler gibi her şeyi tek başına göğüslemen, soylu davranman gerektiğini falan düşünüyorsun ama bana anlatman lazım. Benden hiçbir şeyi gizlemeyeceğine söz vermiştin Helen, biliyorsun.”
Helen kardeşine sarıldı ve tek kelime etmedi. Philip bu sessizlikten en vahim ve yürek burkan sonucu çıkardı. Sessizlik devam ediyordu. Bu sırada yağmur damlaları su borularının içinde şırıldıyor ve sarmaşıklara damlıyordu. Pencerede asılı yeşil kafesteki kanarya başını bir yana yaslayıp bir çekirdek kabuğunu çıkarttı ve Philip’in yüzüne fırlattı. Sonra meydan okurcasına ötmeye başladı. Ama Helen hiçbir şey söylemiyordu.
“Yavaş yavaş anlatma,” dedi Philip birden. “Her şeyi bir kerede söyle.”
“Neyi söyleyeyim?” dedi Helen bir kez daha.
“Neler oluyor?” diye sordu Philip. “Biliyorum, böyle beklenmedik talihsizlikler yaşanabilir. Bir anda biri çıkagelir. Sonra haberler aile fertleriyle paylaşılır.”
“Neden bahsediyorsun?” diye sordu Helen.
“Başımıza gelenlerden,” dedi Philip nefes nefese. “Ah Helen, ben küçük bir bebek değilim. Anlat bana her şeyi! Banka battığı için bütün paramızı mı kaybettik? Ev sahibi mobilyalarımıza icra mı getirtti? Yoksa sahtekârlık veya hırsızlıkla mı suçlanıyoruz?”
Philip’in o güne dek okuduğu tüm kitaplar birleşip bu hüzünlü çıkarımlara varmasına yol açmıştı. Helen güldü. O anda kardeşinin katılaşan vücudunun kollarının arasından sıyrıldığını hissetti.
“Pippin, canım hayır,” dedi aceleyle. “Düşündüğün gibi korkunç şeyler olmadı.”
“Öyleyse nedir sorun?” diye sordu Philip, bir kurt gibi içini kemiren ve giderek artan sabırsızlıkla.
“Böyle alelacele anlatmak istemedim,” dedi Helen endişeli bir sesle. “Ama sakın üzülme canım. Beni çok mutlu eden bir şey oldu. Umarım sen de sevineceksin buna.”
Philip ablasının kollarının oluşturduğu daire içinde sallanıp ani bir coşkuyla ona baktı.
“Ah Helen, şimdi anladım! Biri sana yılda yüz bin sterlin bıraktı. Bir keresinde trende kendisine kapıyı açıp yardım ettiğin birisi. Artık sadece bana ait bir midilli atım olabilir, değil mi?”
“Evet,” dedi Helen yavaşça, “Sana bir midilli alabiliriz. Yalnız kimse bana bir şey bırakmadı. Beni dinle Pippin,” diye ekledi. “Daha fazla soru sormak yok, tamam mı? Sana her şeyi anlatacağım. Senin gibi küçük bir çocukken çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Bütün gün oyunlar oynardık. Arkadaşlığımız büyüdüğümüzde de devam etti. Bize çok yakındı evi. Sonra başka biriyle evlendi ama karısı öldü. Şimdi onunla evlenmemi istiyor. Bir sürü atı ve çok güzel bir evi var. Evin bir parkı bile var,” diye ekledi.
“Peki ben nerede yaşayacağım?” diye sordu Philip.
“Benim yanımda elbette.”
“Ama sadece ikimiz olmayacağız artık,” dedi Philip. “Oysa sonsuza dek birlikte yaşayacağımızı söylemiştin.”
“Ama o zamanlar olacaklardan habersizdim canım. Benimle evlenmeyi öyle uzun zamandır istiyordu ki…”
“Ben de seni yanımda istemiyor muyum?” dedi Pip kendi kendine.
“Hem birlikte oyun oynayabileceğin küçük bir kızı var,” diye devam etti Helen sözlerine. “Adı Lucy. Senden bir yaş küçük. Onunla çok iyi arkadaş olacaksınız. İkinizin de midilli atları olacak ve…”
“Nefret ediyorum o kızdan, “diye haykırdı Philip. “O adamdan da onların pis midilli atlarından da nefret ediyorum. Senden de nefret ediyorum!”
Bu korkunç sözlerle ablasının kollarından kurtuluverip hışımla odadan çıktı. Kapıyı bilerek arkasından çarpmıştı.
Neyse, Helen onu ayakkabılıkta buldu. Tozluklar, galoşlar, kriket kazıkları ve eski raketlerin arasına saklanmıştı. İki kardeş sarılıp ağlaştı. Philip terbiyesizlik ettiği için özür diledi ama aslında tek bir şeye üzülmüştü: Helen’ı mutsuz etmiş olmasına. “O adam”dan hâlâ nefret ediyordu. En çok da Lucy’den nefret ediyordu.
O adama nazik davranmak zorundaydı. Ablası ondan çok hoşlanıyordu ve bu durum Philip’in duyduğu nefreti daha da artırıyordu. Aynı zamanda nefretini göstermemek için dikkatli olmasına neden oluyordu. O adamdan nefret etmek, çok sevdiği ablasına karşı haksızlık olacaktı. Lucy’ye gelince, ona duyduğu tiksintinin önüne geçebilecek hiçbir şey yoktu. Helen’ın anlattığına göre Lucy sarı saçlıydı ve saçlarını iki örgü yapıyordu. Philip onu şişko ve bodur bir kız olarak hayal ediyordu. Tıpkı “Savruk Peter” adlı dikdörtgen kapaklı eski kitapta okuduğu “Şekerli Ekmek” hikâyesindeki küçük kız gibi. Bu kitap küçükken Helen’ındı.
Helen çok mutluydu. Sevgisini gözünden sakındığı kardeşi ile evleneceği adam arasında paylaştırmıştı. İkisinin de kendisi kadar mutlu olduğuna inanıyordu. Nişanlısı, yani Peter Graham oldukça mutluydu. Philip ise ablasının çabaları sayesinde neşelenmişti fakat bu keyifli hali bir görüntüden ibaretti. Gerçekte mutsuzluktan perişan haldeydi.
Düğün günü gelip geçti. Philip çok sıcak bir günde, tuhaf trenlerde ve tuhaf bir vagonda, tuhaf bir eve doğru yola çıktı. Burada tuhaf bir dadı ve Lucy tarafından karşılanacaktı.
“Yanında ben olmadan Peter’ın güzel evinde kalmanın bir mahsuru olmaz, değil mi canım?” diye sordu Helen. “Herkes sana çok iyi davranacak. Üstelik Lucy ile oyun oynayabileceksiniz.”
Philip sakıncası olmadığını söyledi. Yine fenalık edip Helen’ı ağlatmamak için başka ne diyebilirdi ki?
Lucy, Şekerli Ekmek’teki kız çocuğuna hiç benzemiyordu. Sarı saçlı olduğu doğruydu ama iki örgü yapılmış saçları çok uzun ve düzdü. Ayrıca uzun boylu ve zayıf bir kızdı, çilli bir yüzü ve neşeyle ışıldayan gözleri vardı.
“Geldiğine çok sevindim,” dedi Lucy, Philip’i o güne dek gördüğü en güzel evin merdivenlerinde karşılayarak. “Tek başıma oynamadığım bütün oyunları oynayabiliriz. Ben tek çocuğum,” diye ekledi hüzünlü bir gururla. Sonra güldü. “‘Tek’ kelimesi ‘yek’ ile kafiyeli, değil mi?” diye sordu.
“Bilmem,” dedi Philip kasten yalan söyleyerek, zira bunun doğru olduğunu çok iyi biliyordu.
Başka bir şey söylemedi.
Lucy iki ya da üç kez daha sohbet etmeye çalıştı fakat Philip kızın söylediği her şeye karşı çıkıyordu.
“Korkarım pek aptal bir çocuk bu,” dedi Lucy dadısına. Son derece iyi eğitim almış olan dadısı, Lucy’yle tamamen aynı fikirdeydi. Ertesi gün halası onu görmeye geldiğinde Lucy, yeni gelen çocuğun çok aptal ve bir o kadar huysuz olduğunu söyledi. Philip davranışlarına ilişkin bu hükmü öyle güçlü bir şekilde tasdikledi ki genç ve sevecen bir kadın olan hala hemen Lucy’nin eşyalarını hazırlatıp yeğenini birkaç günlüğüne kendi evine götürdü.
Böylece Philip ve dadı çiftlik evinde yalnız kalmıştı. Evde hizmetçilerden başka kimse yoktu. Philip artık yalnızlığın ne demek olduğunu anlamıştı. Ablası balayı için gittiği Avrupa’nın tarihi şehirlerinden mektup ve resimler yollamıştı ama bunlar çocuğun keyfini yerine getirememişti. Tam tersine, ablasının yalnızca onunla ilgilendiği ve kartpostal veya mektup göndermeye gerek kalmayacak kadar yakınında olduğu o mutlu zamanları hatırlatarak çileden çıkmasına neden oluyordu.
Lucy’nin son derece iyi eğitim almış olan gri üniformalı, beyaz başlıklı ve beyaz önlüklü dadısı, disiplinli tabiatının her zerresiyle Philip’i kınıyordu.
“Aksi domuzcuk,” diyordu ona içinden.
Kâhyaya içini dökmüştü: “Öyle zor ve huysuz bir çocuk ki! Anlaşılan doğru düzgün bir terbiye almamış. Sıkı bir disipline ihtiyacı var.”
Ne var ki dadı, Philip için sıkı bir disipline başvurmadı. Zorbalıktan bile daha sinir bozucu bir kayıtsızlık sergiledi. Issız ve boş türden büyük bir serbestliğe sahipti Philip. O kocaman evde istediği gibi koşturabiliyordu. Fakat evin içindeki hiçbir şeye dokunmasına izin verilmiyordu. Bahçede istediği gibi dolaşabilirdi ama tek bir çiçek veya meyveyi bile koparmaması kaydıyla. Evet, hiç ders yoktu fakat oyun da yoktu. Evde bir çocuk odası vardı ama oraya hapsedilmiş değildi. Tam tersine, orada zaman geçirmesi için teşvik edilmiyordu. Yürüyüşe çıkması için dışarı gönderiliyordu çünkü park büyük ve güvenliydi. Ama o koca evde Philip’i en çok cezbeden yer göz alıcı oyuncaklarla dolu olan çocuk odasıydı. Gerçek bir midilli büyüklüğünde bir sallanan at, görülmemiş güzellikte oyuncak bebekler, içi çay takımlarıyla dolu ahşap ve çömlek malzemeden kutular, bulmaca haritaları, domino ve satranç taşları, dama tahtaları, kısacası sahip olduğunuz ya da sahip olmayı dilediğiniz her türden oyuncak veya oyun buradaydı.
Gelgelelim Pip’in bunların hiçbiriyle oynamasına müsaade yoktu.
“Hiçbir şeye dokunma lütfen,” diyordu dadı, üniformasına yakışan o buz gibi nezaketiyle. “Bu oyuncaklar Küçükhanım Lucy’ye ait. Hayır, onlarla oynamanıza izin verme sorumluluğunu üstlenemem. Hayır, oyuncaklarıyla oynamanız uygun mu diye sormak için mektup yazarak Küçükhanım Lucy’yi rahatsız edemem. Hayır, size Küçükhanım Lucy’nin adresini de veremem.” Evet, can sıkıntısı ve oyun oynama arzusu Philip’i, Lucy’nin adresini isteyecek kadar alçaltmıştı.
İki koca günü çiftlik evinde geçirdi. Bu evden ve içindeki herkesten nefret ediyordu çünkü hizmetçiler de dadıya uymuştu. Dolayısıyla çocukcağızın koca evde tek bir arkadaşı yoktu. Her nasılsa, bu süre içinde Helen’ı üzmemesi gerektiğine iyice ikna olmuştu. Bu yüzden ablasına yazdığı mektupta “Çok iyiyim, teşekkürler. Park çok güzel. Ayrıca Lucy’nin bir sürü oyuncağı var,” demişti. Kendini âdeta bir şehit gibi cesur ve asil hissediyordu. Dişini sıkıp her şeye katlanmaya hazırlandı. Sanki birkaç günü dişçide geçirmek gibi olacaktı.
Sonra birden her şey değişti. Dadı bir telgraf almıştı. Denizde boğulup öldüğü sanılan ağabeyi, hiç beklenmedik bir anda eve dönmüştü. Hemen onu ziyarete gitmesi gerekiyordu. “Ya buradan ayrılınca işime son verilirse,” dedi kâhyaya.
Kâhya şöyle cevap verdi: “Merak etme, sen eve git. Ben şu çocukla ilgilenirim. Somurtkan velet, ne olacak.”
Böylelikle dadı mutlu bir telaşla valizini hazırlayıp ailesinin evine gitti. Kapı eşiğinde onun arabaya binişini izlemekte olan Philip birden ileri atıldı.
“Dadı!” diye bağırdı neredeyse harekete geçmiş olan arabanın tekerine çarparak. Kadına ilk defa bir isimle hitap ediyordu. “Dadı, lütfen Lucy’nin oyuncaklarıyla oynayabileceğimi söyleyin. Burada çok yalnızım. Oynayabilirim değil mi?”
Belki kendi mutluluğu ve ağabeyinin yaşıyor olması haberi dadının kalbini yumuşatmıştı. Belki de çok acelesi olduğundan ne söylediğinin farkında değildi. Her halükârda Philip üçüncü kez “Oyuncakları alabilir miyim?” diye sorduğunda dadı hızlıca cevap verdi:
“Tanrı iyiliğini versin çocuk! İstediğini al. Aman tekerleğe dikkat et. Hoşça kalın!”
Geniş merdiven basamaklarının başında toplanmış hizmetçilere el sallayan dadı, ölümden dönen kardeşiyle buluşmasına doğru yola çıktı.
Philip derin bir nefes alıp doğruca çocuk odasına gitti. Akşama kadar bütün oyuncakları çıkarıp bir bir inceledi.
Ertesi gün her şeye bir kez daha baktı. Bu oyuncaklarla bir şey yapmak istiyordu. Yeni şeyler inşa etmenin verdiği zevk tanıdıktı. Helen’la rüya adası için bir sürü şehir kurmuşlardı. Bunun için Philip’e ait iki kutu tuğla blok, Helen’ın Japon tarzı etajeri, domino ve satranç taşları, karton kutular, kitaplar, tencere ve çaydanlık kapakları gibi eşyaları kullanmışlardı. Fakat yeterince tuğla blokları yoktu. Oysa Lucy’nin her şeye yetecek kadar oyun tuğlası vardı.
Philip, çocuk odasındaki masa üzerinde bir şehir inşa etmeye başladı. Ama diğer bir sürü şeyle şehir kurmaya alışkınsanız, sadece tuğla blok kullandığınızda ortaya yetersiz bir iş çıkacaktır.
“Bu bir fabrikaya benzedi,” dedi Philip memnuniyetsiz bir şekilde. Binayı yıkıp farklı kutulardan aldığı oyun tuğlalarını kullandı.
“Aşağı katta işime yarayacak bir şey olmalı,” dedi kendi kendine. “Dadı ‘İstediğini al,’ dememiş miydi?”
Tuğla ve blok kutularını kucağına doldurup iki üç kez aşağı inip çıktı. Kutuları uzun misafir odasına götürdü. Burada kristal avizeler, kahverengi Hollanda kumaşıyla kaplı koltuklar, uzun ve açık renk pencereler, dolaplar ve üzeri ilginç şeylerle örtülü masalar vardı.
Büyük bir yazı masasındaki hokka, gümüş yazı takımı ve kırmızı kaplı kitaplar gibi işe yaramayan ve önemsiz eşyaları kaldırınca şehri için alan açmış oldu.
Hemen şehri kurmaya başladı.
Siyah ve altın renkli dolabın üzerindeki bronz Mısır tanrısı odanın öteki tarafından ona bakıyor gibiydi.
“Tamam,” dedi Philip. “Sana bir tapınak inşa edeceğim. Biraz bekle.”
Bronz tanrı bekliyordu. Bu sırada tapınak yükselmeye başladı. Üstünde satranç taşlarının bulunduğu iki gümüş mumluk, revak[1 - Üstü örtülü, önü açık yer, sundurma. (ç.n.)] için harika birer sütun görevi görüyordu. Nuh’un Gemisi’ndeki hayvanları getirmek için çocuk odasına koştu. Birer tuğla blok üzerinde duran bir çift fil, girişin iki yanını kaplıyordu. Eseri muhteşem gözüküyordu. Tıpkı Helen’ın Philip’e gösterdiği resimlerdeki Asur tapınakları gibiydi. Ancak sadece tuğla kullanarak yaptığı kısımlar pek çirkin olmuştu. Öyle ki bunlar fabrikaları ve çalışma evlerini[2 - Çalışma evi (workhouse): Eski dönemlerde İngiltere’de yoksul ve evsiz kimselere destek veren kurumlar. Burada kalan insanlardan fiziksel bakımdan gücü yetenlerin çalışması isteniyordu. (ç.n.)] andırıyordu. Tuğla bloklardan ibaret yapılar hep böyledir.
Philip bir kez daha keşfe koyuldu. Kütüphaneyi buldu. Birkaç defa gidip geldi. Kapakları mermer desenli beyaz parşömenle ciltlenmiş yirmi yedi cilt kitap, bir Shakespeare seti ve mağribi usulüyle ciltlenmiş yeşil kapaklı on cilt kitap daha getirdi. Bunlar tapınağın sütunları ile karanlık, gizemli ama göz alıcı manastırlarını oluşturacaktı. Nuh’un Gemisi’ndeki diğer hayvanlar binaya bir antik Mısır havası katmıştı.
“Tanrım, ne güzel!” dedi onu çaya çağırmak üzere gelen sofra hizmetçisi kız.
“Pek hünerli elleriniz var Bay Philip. Bunu söylemem gerek. Yalnız bütün bu eşyaları kullanmanıza kızabilirler.”
“Gri üniformalı dadı kullanabileceğimi söyledi,” dedi Philip. “Hem onlarla bir şeyler inşa etmek eşyalara zarar vermez ki! Evde ablamla hep böyle oyunlar oynardık,” diye ekledi hizmetçi kıza onunla bir sır paylaşıyormuş gibi bakarak. Kız, Philip’in inşa yeteneğini övmüştü. Ayrıca Philip bu evde ilk defa birine ablasından bahsetmişti.
“Jetonlu eğlence makinelerinden geri kalır yanı yok,” dedi sofra hizmetçisi kız. “Hindistan’da yaşayan ağabeyimin gönderdiği kartpostallara benziyor. Şu sütunlar, kubbeler falan. Hayvanlar bile var. Böyle şeyler nasıl aklınıza gelmiş hiç bilmiyorum.”
Övülmek hoş şey doğrusu. Philip hemen hizmetçi kızın elini tutuverdi. Birlikte salona giden geniş merdivenleri indiler. Kocaman koyu renkli bir masadaki tepsiye konmuş çay Philip’i bekliyordu.


“Hiç de kötü bir çocuk değil,” dedi Susan müştemilatta çayını içerken. “Şu dadı titizlik edeceğim derken çocuğun ödünü koparmış, orası kesin. Güzelce konuşursanız çocuk gayet terbiyeli davranıyor.”
“İyi ama Küçükhanım Lucy de onu korkutmuş olamaz herhalde,” dedi aşçı. “Ona nasıl davranmıştı hatırlasana.”
“En azından uslu bir çocuk. Sabahtan akşama kadar hiç sesi çıkmıyor,” dedi oda hizmetçisi. “Biraz şapşal sanki.”
“İçeri giriverip kurduğu şehre bakın yeter,” dedi Susan. “O zaman o çocuğa şapşal falan diyemeyeceksiniz. İçinde bir Hindistan ve pagodalar[3 - Uzakdoğu ülkelerinde bulunan kule biçimindeki tapınaklar. (ç.n.)] eksik.”
Hep birlikte sessizce içeri girdiler. Bu sırada Philip yatmaya gitmişti. Yapı epey ilerlemiş ama henüz tamamlanmamıştı.
“Hiç dokunmayacağım,” dedi Susan. “Bırakalım yarın da oynasın çocuk. Şu dadı geri dönmeden her şeyi toplarız. Keplerine, yakalarına, hele o kendini beğenmişliğine sinir oluyorum!”
Böylece Philip ertesi gün bina kurmaya devam etti. Aklınıza gelecek her şeyi kullandı bu yapı için: domino taşları ile domino kutusu, tuğla bloklar ve kitaplar, bin bir dil dökerek Susan’dan aldığı masuralar, bir yakalık kutusu ve aşçının katkısı olan birkaç kek kalıbı. Domino taşlarıyla merdivenleri, domino kutusunu kullanarak ise taraçayı yaptı. Bahçeden biraz karapelin otu getirip masuralara doldurdu. Bunlar güzel birer saksı görevi görmüştü. Tıpkı büyük saksılardaki defne ağaçlarına benzemişti. Pirinç malzemeden el yıkama tasları kubbe olacaktı. Salondaki şifonyerden aldığı yine pirinç malzemeden çaydanlık kapakları ve kahve cezveleri ise göz kamaştırıcı derecede ihtişamlı minarelere dönüşmüştü. Satranç taşları da minare olarak işe yaramıştı.
“Asfalt yollar ve çeşme yapmalıyım,” dedi Philip düşünceli bir şekilde. Yollar sedef kart düzenleyicilerle döşendi. Gümüş ve cam bir küllük ise çeşme olmuştu. Bunun ortasından telkâri işlemeli bir iğne kutusu yükseliyordu. Philip, çeşmenin akan sularını yapmak için gümüş çikolata kâğıtlarının ince kısımlarını kullandı. Helen bu çikolatayı veda ederken vermişti. Palmiye ağaçlarını yapmak çok kolay olmuştu çünkü daha önce Helen’ın gösterdiği yöntemi izlemesi yeterliydi. Bunun için karaçam parçalarını oyun hamuru yardımıyla mürver ağacı köklerine yapıştırdı. Lucy’nin oyuncakları arasında bol bol oyun hamuru vardı. Her şeyden bol bol vardı.
Böylece şehir masayı kaplayana dek büyüdü. Philip hiç azalmayan enerjisiyle başka bir masada yeni bir şehir yapmaya koyuldu. Bu şehrin en çok göze çarpan yapısı, tabanını bir çeşmenin çevrelediği büyük su kulesiydi. Artık Philip’i hiçbir güç durduramazdı. Çeşmeleri yapmak için büyük avizelerin kristal damla taşlarını söktü. Bu şehir ilkinden daha görkemli olmuştu. Muhteşem bir kulesi ve gözlem evi vardı. Bunlardan ilki müsvedde kâğıtların atıldığı bir çöp kovasından, ikincisi de bir fotoğraf büyütme makinesinden yapılmıştı.
Philip’in kurduğu şehirler gerçekten çok güzeldi. Keşke size bunları en ince ayrıntısına kadar tasvir edebilsem. Fakat bu şehirleri anlatmam sayfalar alacaktır. Bahsettiğim şeylerin yanında bir de kuleler, taretler[4 - Taret: Gemilerde ya da kalelerde, topun makine bölümünü ve topçuları koruyacak biçimde yapılmış zırhlı kule. (ç.n.)], büyük merdivenler, pagodalar, kameriyeler, gümüş kâğıt şeritleriyle parlak ve su gibi bir görünüm verilmiş kanallar ile üzerinde bir teknenin bulunduğu bir göl vardı. Philip, oyuncak bebek evindeki eşyalardan uygun olduğunu düşündüğü her şeyi inşa ettiği yapılarda kullandı. Ahşaptan yiyecekler ve tabaklar, kurşun çay fincanlarıyla kadehler faydalandığı eşyalardandı. Şehir halkı olarak da domino taşlarıyla piyonları kullandı. Yakışıklı satranç figürleri ise minare görevi görecekti. Kaleler yaptı ve bunlara kurşun askerleri yerleştirdi.
Çok sıkı ve zekice çalıştı. Şehirler güzelleşip ilgi çekici hale geldikçe Philip eserlerini daha çok seviyordu. Artık mutluydu. Mutsuz olmak için zamanı yoktu.
“Helen gelinceye kadar bozmayacağım şehirleri. Bunlara bayılacak!” dedi.
İki şehir bir köprüyle birbirine bağlanmıştı. Bunun için bir cetvelden faydalanmıştı. Bu cetveli hizmetçilerin dikiş odasında bulmuş ve hiçbir itirazla karşılaşmadan almıştı. Zira evdeki bütün hizmetçiler arkadaşıydı artık. İlk önce Susan’la dost olmuştu ve bu her şeyi değiştirmişti.
Köprüyü yerleştirip şehir sakinlerini temsil etmeleri için Bay ve Bayan Nuh’u ana meydana koymuş, eserinin uyandırdığı hayranlık hissiyle kendinden geçmiş halde durmaktaydı ki omuzlarına dokunan bir çift sert el irkilip çığlık atmasına neden oldu.
Dadının ta kendisiydi bu. Beklendiğinden bir gün erken gelmişti. Gerçek şu ki ağabeyi yeni evlendiği karısıyla dönmüştü. Dadı ile yengesi birbirlerinden hiç hazzetmemişlerdi. Bu yüzden dadının keyfi pek bozuktu. Philip’i omuzlarından tutup sarstı. Bu, Philip’in daha önce hiç başına gelmemiş bir şeydi.
“Seni yaramaz kötü çocuk!” dedi dadı çocuğu sarsmaya devam ederek.
“Ama ben hiçbir şeye zarar vermedim. Hepsini yerine koyacağım,” dedi. Korkudan titriyordu, yüzünün rengi de solmuştu.
“Bir daha hiçbir şeye dokunmayacaksın. Sabah her şeyi kendi ellerimle yerine koyacağım. Sana ait olmayan şeyleri nasıl alırsın?”
“Ama istediğimi alabileceğimi söylemiştiniz,” dedi Philip. “Eğer yaptığım yanlışsa bu sizin hatanız.”
“Yalancı çocuk seni!” diye bağırdı dadı ve Philip’in parmak boğumlarına vurdu. Daha önce kimse Philip’e vurmamıştı. Çocuğun benzi iyice attı ama ağlamadı. Gerçi elleri hakikaten çok acıyordu. Çünkü dadı ona vurmak için sert ve köşeli cetveli kapmıştı.
“Siz bir korkaksınız,” dedi Philip. “Yalan söyleyen sizsiniz, ben değilim.”
“Kapa çeneni,” dedi dadı. Sonra Philip’i hemen yatağa yolladı.
“Akşam yemeği falan yok sana!” dedi öfkeyle, Philip’i yatırıp yorganının kenarlarını sıkıştırırken.
“Yemek falan istemiyorum zaten,” dedi Philip. “Hem güneş batmadan sizi affetmem gerek.”
“Affedecekmiş!” diye cevap verdi dadı bir hışımla dışarı çıkarken.
“Özür dilediğinizde, sizi affetmiş olduğumdan emin olabilirsiniz,” diye bağırdı Philip arkasından. Elbette bu sözler dadıyı eskisinden de çok sinirlendirecekti.
Philip’in yalnız kaldığında ağlamış olup olmaması bizi ilgilendirmiyor. Dadının Philip’i sarsıp dövdüğünü gören ama müdahale etme cesaretini gösteremeyen Susan, biraz sonra sessizce yukarı çıkıp Philip’e biraz süt ve kek getirdi. Ama Philip uyumuştu ve Susan’ın söylediğine göre kirpikleri ıslaktı.
Philip uyandığında oda öyle aydınlıktı ki önce sabah olduğunu sandı. Ama hemen sonra bu güzel aydınlığın kaynağının sarı güneş ışığı değil, beyaz ayışığı olduğunu fark etti.
İlk başta neden bu kadar üzgün olduğuna şaşırdı. Sonra Helen’ın uzaklara gittiğini ve dadının ona ne denli kötü davrandığını hatırladı. Dadının şehri yıkacağı geldi aklına. Helen kardeşinin eserini hiç göremeyecekti. Philip bir daha öyle güzel bir şehir kuramazdı. Sabah olduğunda hepsi yok olacaktı. Philip o şehri nasıl yaptığını hatırlayamayacaktı bile.
Ayışığı çok parlaktı.
“Acaba şehrim ayışığında nasıl gözüküyor?” dedi Philip kendi kendine.
Sonra büyük bir heyecan içinde aşağı inip şehrinin nasıl göründüğüne bakmaya karar verdi.
Hemen sabahlığını giyip odasının kapısını yavaşça açtı ve sessizce koridoru yürüyüp geniş merdivenden indi. Sonra iç balkondan geçip misafir odasına girdi. İçerisi çok karanlıktı ama el yordamıyla pencerelerden birini bulup perdeyi açtı. İşte kurduğu şehir, yoğun ayışığı altında tıpkı hayal ettiği gibiydi.
Âdeta kendinden geçmişti, bir süre eserinden ayıramadı gözlerini. Sonra kapıyı kapatmak için arkasını döndü. Bu sırada tuhaf bir baş dönmesi hissetti. Bu yüzden bir süre elini başında tutarak bekledi. Sonra dönüp yine şehrine doğru yürüdü. Yaklaşınca küçük bir çığlık kopardı ama kimseler duymasın diye hemen sustu. Biri gelip onu odasına yollayabilirdi. Geri çekilip şaşkınlık içinde etrafına baktı. Bir kez daha başı dönüyordu. Şehir göz açıp kapayıncaya kadar geçen o kısacık sürede ortadan kaybolmuştu. Misafir odası da öyle. Masanın yakınındaki sandalye de ortalıkta yoktu. Uzakta dağları andıran devasa tepelerin yükseldiğini görebiliyordu. Tepelerin üstüne ayışığı vuruyordu. Fakat kendisi geniş ve düz bir ovadaydı. Ayaklarını çevreleyen uzun çimlerin yumuşaklığını hissediyordu. Ama bu engin yeşilliği dağıtacak tek bir ağaç, ev, çalılık veya çit yoktu. Ovanın bazı bölümleri daha koyu renkliydi. İşte hepsi bu kadardı. Macera kitaplarında okuduğu uçsuz bucaksız çayırları anımsamıştı.
“Galiba rüya görüyorum,” dedi Philip. “Gerçi daha biraz önce kapı kolunu çeviriyordum. Hemen nasıl uykuya dalmış olabileceğimi anlamıyorum. Yine de…”
Bir şeyler olmasını bekliyordu hâlâ. Rüyalarda daima bir şey olur. İşte ancak o zaman rüya sona erer. Ama hiçbir şey olmuyordu. Philip oracıkta sessizce duruyor, ayak bileklerinin çevresindeki ılık ve yumuşak çimleri hissediyordu.
Sonra, tam gözleri ovanın karanlığına alıştığı sırada, biraz uzakta çok dik bir köprü olduğunu gördü. Bu köprü, üzerine beyaz ayışığı vuran karanlık bir tepeye varıyordu. Philip oraya doğru yürüdü. Yaklaşınca bunun bir köprüden ziyade bir merdivene benzediğini ve baş döndürücü bir yüksekliğe doğru uzandığını gördü. Sanki karanlık gökyüzünde çok yükseklerdeki bir kayaya dayanıyordu. Kayanın içi kocaman karanlık bir mağara şeklinde oyulmuş gibiydi.
Şimdi merdivenin başladığı yere yaklaşmıştı. Basamak yerine el ve ayaklarını koyabileceği çıkıntılar vardı. Philip hemen Jack ve Fasulye Sırığı masalını hatırlayıp macera özlemiyle yukarı baktı. Ama merdiven uzun mu uzundu. Öte yandan etrafta herhangi bir yere varmasını sağlayacak başka bir şey göremiyordu. Philip yeşil çayırda tek başına dikilmekten usanmıştı. Hakikaten epeydir burada bekliyordu. Bu yüzden ellerini ve ayaklarını merdivene yerleştirip çıkmaya başladı. Çok uzun bir tırmanış olmuştu bu. Tam üç yüz sekiz basamak vardı, teker teker saymıştı. Üstelik basamaklar merdivenin sadece bir yanında olduğundan son derece dikkatli davranması gerekiyordu. Bir basamak, sonra bir basamak daha çıktı. Böylece ilerlemeye devam etti ta ki ayakları ağrıyana ve yorgunluktan elleri sanki bileğinden kopmuş gibi hissedene dek. Yukarı pek bakamıyordu, aşağı bakmaya ise cesaret edemiyordu. Hiç durmadan tırmanmaya devam etmekten başka çaresi yoktu. Nihayet merdivenin dayandığı zemini görebildi: Düz çizgiler halinde ve görünüşe göre sert kayadan yontulmuş bir taraçaydı. Şimdi Philip’in başı zeminle aynı hizadaydı. Sonra elleri ve ardından ayakları zemine dokundu. Merdivenden kenara zıpladı ve kendini yüzüstü yere bıraktı. Burası soğuk ve mermer gibi dümdüzdü. Onca tırmanışın ardından hissettiği yorgunluk ve ferahlamanın etkisiyle derin derin nefes aldı.
Dinlendirici ve yatıştırıcı türden bir sessizlik hâkimdi çevreye. Philip hemen ayağa kalkıp etrafına baktı. Çok kalın sütunlarla dolu bir kemer gördü. Buraya yaklaşıp temkinli bir şekilde içeriye göz attı. Açık bir alana çıkan kocaman bir kapı vardı. Philip kapının ardında kiliselere ve evlere benzeyen bulanık yığınları seçebiliyordu. Ama hepsi terk edilmişti. Burası her neresi ise ayışığına ve Philip’e aitti.
“Sanırım herkes uyuyor,” dedi Philip. Bu tuhaf kemerin siyah gölgesinde biraz titreyerek ama aynı zamanda merakı ve ilgisi uyanmış olarak bekliyordu.



İkinci Bölüm
Kurtarıcı Ya Da Yıkıcı
Philip siyah kemerin gölgesi altında durup dışarı baktı. Karşısında yüksek ve asimetrik binalarla çevrili büyük bir meydan duruyordu. Ortada bir çeşme vardı. Ayışığında gümüş gibi parlayan suları hafif bir şırıltıyla yükselip düşüyordu. Kemerli girişin yakınında uzun bir ağaç, gövdesinin gölgesiyle yolu örtüp geniş ve siyah bir engel oluşturmuştu. Philip uzunca bir süre etrafı dinledi durdu fakat gecenin derin sessizliği ve çeşmenin çıkardığı inişli çıkışlı yumuşak ses haricinde dinleyecek bir şey yoktu.
Philip’in gözleri loş ışığa giderek alışıyordu. Biraz sonra büyük kare sütunlarla desteklenen kocaman bir kubbe çatının altında durduğunu fark etti. Sağ ve sol yanında ise sımsıkı kapatılmış, koyu renkli kapılar vardı.
“Bu kapıları gün ışıyınca keşfedeceğim,” dedi Philip. Korktuğu söylenemezdi ama tam olarak cesur da hissetmiyordu kendini. Öte yandan cesaretini toplama niyetinde olduğundan “Kapıların ardında ne var bakacağım,” dedi. “Yani en azından kararım bu,” diye ekledi. Çünkü sadece cesur olmamız yetmez, dürüst olmamız da şarttır.
Sonra birden ağır bir uyku bastırdı. Duvara dayandı. Ama oturmasının daha iyi olacağını düşündü. Sonra uzanmak pek rahat geldi. O sırada çok ama çok uzaklardan bir çan sesi duyuldu. Saat on ikiyi vurmuştu. Philip dokuza kadar saydı fakat Helen’ın geçen kış onun için diktiği içi pelüşlü kalın sabahlığa sarınıp derin bir uykuya daldığından onuncu, on birinci ve on ikinci çan sesini duyamadı. Rüyasında her şey eskisi gibiydi. “O adam” gelip Helen’ı götürmeden önce olduğu gibi. Kendi küçük evlerinde, kendi küçük odasında, kendi küçük yatağındaydı. Helen onu çağırmaya gelmişti. Kapalı göz kapaklarının arasından güneş ışığını görebiliyordu. Gözlerini kapalı tutuyordu çünkü ablasının onu uyandırmaya çalışmasını duymak çok eğlenceliydi. Birden gözlerini açıp çoktan uyanmış olduğunu söyleyecek ve birlikte gülüşeceklerdi. Kısa süre sonra uyandı ama evlerinde kendi yumuşak yatağında değil, tuhaf kapılı kocaman bir evin sert zemininde yatıyordu. Üstelik onu sarsarak “Hey, haydi uyan diyorum sana,” diyen kişi ablası Helen değil, kırmızı paltolu uzun boylu bir adamdı. Philip’in gözlerini kamaştıran ışık ise güneşten değil, adamın yüzüne doğru tuttuğu fenerden geliyordu.
“Ne oluyor?” diye sordu Philip uykulu bir sesle.
“Ben de sana soruyorum,” dedi kırmızılı adam. “Muhafız odasına gel de burada ne işin var anlat bakalım genç adam.”
Philip’in kulağını hafif ama sıkı bir şekilde sert başparmağı ve işaret parmağının arasına aldı.
“Bırakın beni,” dedi Philip. “Bir yere kaçacak değilim.”
Sonra ayağa kalktığında kendini çok cesur hissediyordu.
Adam, Philip’in kulağını bırakıp omzunu tutarak onu sabah olunca keşfetmeyi planladığı kapıların birinden geçirdi. Hava henüz aydınlanmamıştı. İki ucunda birer kemer, kenarlarında ise küçük ve dar pencereler bulunan mobilyasız geniş oda, kancalı fenerler ve kalay şamdanlara konmuş uzun ince mumlarla aydınlatılmıştı. Sanki oda askerlerle doluymuş gibi geldi Philip’e. Komutanları oturduğu sıradan kalktı. Kıyafetinde bir sürü altın vardı. Ayrıca gösterişli siyah bir bıyık bırakmıştı.
“Bakın ne yakaladım efendim,” dedi Philip’i omuzlarından tutan adam.
“Hım, nihayet gerçek oldu demek,” dedi.


“Neden bahsediyorsunuz?” diye sordu Philip.
“Senden tabii ki!” dedi komutan. “Korkma küçük adam.”
“Korktuğum falan yok,” dedi Philip. Sonra kibarca devam etti: “Ne demek istediğinizi söylerseniz çok memnun olacağım.” Adres soran insanlardan duymuş olduğu bir cümleyi ekledi: “Ben buranın yabancısıyım.”
Kırmızı ceketliler neşeli bir kahkaha kopardı.
“Yabancılara gülmek terbiyesizliktir,” dedi Philip.
“Sen kendi terbiyenle uğraş,” dedi komutan sert bir tavırla. “Bu ülkede küçük çocuklar söz verilmeden konuşmaz. Yabancısın demek, ha? Eh, bunu zaten biliyoruz!”
Philip bu şekilde terslenmiş olmasına karşın kendini çok iyi hissediyordu. İşte hepsi yetişkin adamlar olan bu askerlerle birlikte bir maceranın tam ortasındaydı. Göğsünü kabartıp cesur bir adam gibi gözükmeye çalıştı.
Komutan uzun bir masanın sonundaki bir sandalyeye oturup üstü tozla kaplı siyah bir kitabı kendine doğru çekti. Sonra küflü bir dolmakalemin ucunu temiz kılıcına sürtmeye başladı.
“Haydi bakalım,” dedi kitabı açarak. “Buraya nasıl geldiğini anlat. Yalan söyleyeyim deme sakın.”
“Ben asla yalan söylemem,” diye cevap verdi Philip gururla.
Bütün askerler ayağa kalkıp onu derin bir şaşkınlık ve saygı dolu bakışlarla selamladı.
“Şey, yani hemen hemen asla,” dedi Philip, heyecandan kulakları kızarmıştı. Askerler bir kez daha kahkaha atıp gürültüyle sıralara oturdular. Philip orduda daha fazla disiplin olduğunu sanıyordu.
“Buraya nasıl geldin?” diye sordu komutan.
“Şu büyük merdivenli köprüden çıktım,” dedi Philip.
Komutan deftere hararetle not alıyordu.
“Neden geldin?”
“Başka ne yapacağımı bilemedim. Uçsuz bucaksız ova dışında bir şey yoktu etrafta. Ben de yukarı çıktım.”
“Çok cesur bir çocuksun,” dedi komutan.
“Teşekkür ederim,” diye cevap verdi Philip. “Cesur olmak istiyorum.”
“Buraya gelmekteki amacın neydi?”
“Herhangi bir amacım yoktu. Sadece yukarı çıkıp buraya geldim.”
Komutan bunu da not aldı. Ardından komutan, Philip ve askerler sessizlik içinde birbirlerine baktılar.
“Şey!” dedi çocuk.
“Ne?” diye sordu komutan.
“Acaba ‘sonunda gerçek oldu’ derken neyi kastettiğinizi öğrenebilir miyim?” diye sordu çocuk. “Sonra evime nasıl döneceğimi söyleyebilir misiniz?”
“Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu komutan.
“Adres: Çiftlik Evi, Ravelsham, Sussex,” diye cevap verdi Philip.
“Orayı bilmiyorum,” dedi komutan lafı uzatmadan. “Zaten eve geri dönemezsin. Merdivenin üstündeki yazıyı okumadın mı? İzinsiz girenler yargılanacaktır. Buradan başka bir yere gidebilmen için önce davanın görülüp karara bağlanması gerekiyor.”
“O merdivenden bir daha ineceğime hapse girerim daha iyi,” dedi. “Hapse girmek çok da kötü bir şey olmasa gerek, değil mi?”
Philip hapse dair düşüncelerini kitaplardan edinmişti. Ona göre biraz nahoş bir şeydi ve hapisten kılık değiştirilerek kaçılırdı. Bu teşebbüs daima maceralarla dolu olup başarıyla sonlanırdı.
“Ne olacağına hâkim karar verecek,” dedi komutan. “Şehrimize izinsiz girmek ciddi bir suçtur. Bu muhafız alayı bilhassa bunu önlemek için görevlendirilmiştir.”
“Şehre izinsiz girenler çok mu?” diye sordu Philip. Komutan iyi birine benziyordu. Philip’in hâkim bir amcası vardı. Bu yüzden hâkim kelimesini duyunca aklına adalet ve cezadan ziyade tavsiye ve nasihat geldi.
“Ne demezsin!” diye cevap verdi komutan âdeta homurdanarak. “Sorun da bu zaten! Daha önce buraya gelen olmadı. Şehre izinsiz giren ilk kişi sensin. Yıllardır muhafız alayı burada bekler durur zira şehir ilk kurulduğunda müneccimler bir kehanette bulundu. Buna göre günün birinde şehre izinsiz giren biri olacak ve bu kişi eşi benzeri duyulmamış fenalıklar yapacaktı. Sonuç olarak şehre girmek isteyenlerin kullanabileceği tek yolda nöbet tutmak şerefini Polistopolis muhafızları olarak biz haiz olduk.”
“Oturabilir miyim?” diye sordu Philip birden. Bunun üzerine askerler onun için sırada yer açtı.
“Babam, büyükbabam ve bütün atalarım muhafız alayında görev yapmıştır,” dedi komutan gururla. “Bu büyük bir onur.”
“Neden merdivenin ucunu kesmiyorsunuz ki?” dedi Philip. “Yani en üst kısmını kastediyorum. Böylece kimse yukarı çıkamaz.”
“Bu hiç işe yaramaz,” dedi komutan. “Çünkü bir başka kehanet daha var. Büyük Kurtarıcımız da aynı yoldan gelecek.”
“Acaba,” diye söze başladı Philip çekinerek, “Şehre izinsiz gireceği değil de Kurtarıcınız olacağı öngörülen kişi olamaz mıyım? Bunu çok isterdim.”
“Bunu isteyeceğinden eminim,” dedi komutan. “Ama insanlar sırf öyle istiyorlar diye Kurtarıcı olamazlar biliyorsun.”
“Peki o ikisinden başka kimse merdivenden çıkamaz mı?”
“Bilmiyoruz. Bize söylenenlerin hepsi bu. Kehanetler nasıldır bilirsin.”
“Korkarım tam olarak ne demek istediğinizi bilmiyorum.”
“Demek istediğim şu ki kehanetler muğlâk ve karmaşıktır. Sana sözünü ettiğim kehanet şöyle:
Merdivenden kim çıkacak?
Sakının, sakının!
Getireceği acı ve eziyetten,
çelik gözlü bakır saçlının.
Hepsi bir gün yukarı çıkacak.
İşte görüyorsun ya, kehanette sözü geçen çelik gözlü bakır saçlı tek bir kişi mi yoksa birden fazla insan mı gelecek kesin olarak bilemiyoruz.”
“Benim saçlarım bildiğiniz çocuk saçı renginde,” dedi Philip. “Ablam öyle diyor. Gözlerim de mavi, sanırım.”
“Bu ışıkta seçemiyorum,” dedi komutan. Dirseklerini masaya yaslayıp dikkatle çocuğun gözlerine baktı. “Yok, göremiyorum. Neyse öteki kehanete gelince, şöyle diyor:
Aşağıdan, çok aşağıdan,
Kral kendine ait olanı almaya gelecek.
Büyülü şehri kurtaracak.
Yaptığı her şey onun olacak.
Sakının, dikkat edin.
Sakının, hazırlanın.
Kral merdivenden çıkıp gelecek.”
“Ne kadar güzel,” dedi Philip. “Ben şiire bayılırım. Böyle başka kehanet yok mu?”
“Bir sürü kehanet var elbette,” dedi komutan. “Müneccimler para kazanmak için bir şeyler yapmak zorunda. Dinle bak, şu çok güzel:
Parlak yıldızların göz kırptığı her gece,
saat ikiyi vurduğunda
muhafızlar dışarı çıkıp bir içecek alacak.
Yıldızsız gecelerde
saat ikiyi vurduğunda
muhafızlar kendi kantinlerinde alacak içeceklerini.
Bu gece gökte hiç yıldız yok. Bu yüzden burada içiyoruz içeceklerimizi. Meydanı geçip kantine gitmek daha zahmetli. Ama kural aynı. Üstüne bir kehanet eklenirse kural harika bir şey oluyor evlat.”
“Evet,” dedi Philip. Sonra uzaklardaki çan bir kez daha çaldı. Bir, iki. Dışarıdan hafif ayak sesleri geliyordu.
Bir asker ayağa kalkıp komutanı selamladı ve kapıyı açtı. Bir sessizlik oldu. Philip birinin üzeri bardaklarla dolu bir tepsiyle içeri girmesini bekledi. Büyük amcasının evinde toplanan beyefendiler yemek vakitleri dışında susadıkları zaman böyle olurdu.
Ama çok başka bir şey oldu. Bir anlık sessizliğin ardından on iki tazı, pamukla doldurulmuş gibi gözüken ve kedilerin patilerini andıran ayaklarıyla yumuşak adımlar atarak içeri girdi. Her köpeğin boynunda yuvarlak bir şey vardı. Resimlerdeki St. Bernard köpeklerinin boynuna takılan minik fıçılara benziyordu bunlar. Nihayet köpeklerin boynundaki şeyler çıkartılıp masaya konuldu. Philip yuvarlak nesnelerin fıçı değil hindistancevizi olduğunu görünce çok sevinmişti.
Askerler yüksek bir raftan birkaç tencere uzattılar. Süngüleriyle hindistancevizlerini delip sütünü döktüler. Hepsi içeceklerini almıştı. Böylece kehanet gerçekleşmiş oldu. Dahası Philip’e de içecek verdiler. Enfes bir içecekti bu, dilediği kadar alabilirdi. Ben hiç kana kana hindistancevizi sütü içmedim, ya siz?
Sonra oyuk hindistancevizlerini yine köpeklerin boynuna bağladılar. Bu zarif ve güzel köpekler ikili sıralar halinde ince kuyruklarını sallayarak dışarı çıktı. Son derece sevimli ve muntazam görünüyorlardı.
“Hindistancevizlerini mutfağa götürüyorlar,” dedi komutan. “Ordunun kahvaltısı için hindistancevizli dondurma hazırlanacak. Hiçbir şey israf olmamalı. Biz burada hiçbir şeyi boşa harcamayız evlat.”
Philip komutanın daha önceki küçümseyici tavrını unutmuştu. Artık onunla erkek erkeğe konuştuğunu fark ediyordu.
Helen onu bırakıp gitmişti ama artık o olmadan yaşamaya alışıyordu. Çiftlik evi, Lucy ve o dadıdan kurtulmuştu. Yiğitler içinde bir yiğitti şimdi. Kendini son derece cesur ve önemli hissediyordu. Bir değil bin hâkimin karşısına çıkarılsa dahi vız gelirdi. İşte bu sırada muhafız odasının kapısına hafifçe vuruldu. Alçak bir ses işitildi:
“Ah, lütfen içeri alın beni.”
Sonra kapı yavaşça açıldı.
“Her kimsen gir bakalım içeri,” dedi komutan. İçeri giren kişi Lucy idi. Philip’in artık kurtulduğunu sandığı Lucy. Helen’ın Philip’i terk ederek seçtiği o iğrenç yeni hayatı temsil eden Lucy. Yün eteği ve kazağı, zarif şekilde örülmüş sarı saçları ve “Keşke arkadaş olabilsek” diyen o hevesli tebessümlüyle Lucy. Philip öfkeden deliye dönmüştü. Çok kötü olmuştu bu.
“Peki bu kim?” diye sordu komutan nazik bir sesle.
“Benim, Lucy,” dedi kız. “Onunla geldim.”
Parmağıyla Philip'i göstermişti.
“Görgüsüz!” diye geçirdi içinden Philip kızgınlıkla. Sonra “Hayır, benimle gelmedin!” dedi kısaca.
“Geldim. Merdivene tırmanırken hemen arkandaydım. O zamandan beri tek başıma bekliyorum. Sen uyumuştun. Peşinden geldiğimi öğrenirse Philip’in bana çok kızacağını biliyordum,” diye açıklama yaptı Lucy askerlere.
“Kızmadım,” dedi Philip suratını asarak ama komutan sessiz olmasını istedi. Sonra Lucy’ye sorular sorup verdiği cevapları deftere kaydetti. Bu iş bitince komutan şöyle dedi:
“Bu küçük kız senin arkadaşın mı?”
“Hayır,” dedi Philip şiddetle. “Hayır, bu kız arkadaşım falan değil. Onu bir kere gördüm hepsi bu. Bir daha da görmek istemiyorum.”
“Çok kabasın,” dedi Lucy.
Sonra Philip’in hiç hoşuna gitmeyen ağır bir sessizlik oldu. Bütün bunlar Lucy’nin hatasıydı. Ne diye içeri sıvışıp her şeyi berbat etmişti? Bir muhafız odasının kızlar için uygun bir yer olmadığını yine en iyi bir kız bilmeliydi. Philip kaşlarını çattı ve tek kelime etmedi. Lucy ise komutanın dizine dayanıp yanına sokulmuştu. Komutan çocuğun saçını okşuyordu.
“Zavallı küçükhanım,” dedi. “Hemen yatıp uyuman lazım. Böylece yarın sabah Adalet Sarayı’na dinlenmiş olarak gidebilirsin.”
Askerlerin paltolarını tahta sıraya sererek Lucy için bir yatak hazırladılar. Ayı derileri harika birer yastık olmuştu. Philip’e de bir asker paltosu ve ayı derisi verip tahta sıra üstünde yer açmışlardı ama neye yarar? Her şey mahvolmuştu artık. Lucy gelmeseydi muhafız odası âdeta açık alandaki bir çadır kadar güzel bir uyku yeri olacaktı. Ama gelmişti işte. Artık muhafız odasının, herhangi bir çocuk odasından farkı kalmamıştı. İyi ama Lucy nasıl öğrenmişti nerede olduğunu? Oraya nasıl ulaşmıştı? Merdivenli köprünün gizemli başlangıcını keşfettiği o uçsuz bucaksız ovaya nasıl varmıştı? Philip baştan ayağı can yakıcı memnuniyetsizlik ve bastırılmış öfkeyle dolu bir şekilde uykuya daldı.
Uyandığında her taraf güneş ışığıyla aydınlanmıştı. Bir asker şöyle diyordu: “Uyanın şehrimize izinsiz girenler! Kahvaltı zamanı!”
“Ne güzel!” diye düşündü Philip, “Asker kahvaltısı yapacağım!” Ama sonra Lucy’yi hatırladı. Oraya geldiği için Lucy’den nefret ediyordu. Bu kızın bir kez daha her şeyi mahvettiğini düşündü.
Hindistancevizi sütü, nane şekeri, ekmek, tereyağı ve sütten oluşan bir kahvaltı benim pek hoşuma gitmezdi. Fakat askerler yemeklerini büyük bir iştahla yiyordu. Lucy’nin de bu kahvaltının tadını çıkardığını görmemiş olsa, her şey tam Philip’in gönlüne göre olacaktı.
“Aç gözlü kızlardan nefret ediyorum,” dedi kendi kendine. Hani birine çok kızdığınızda o kişinin yaptığı, söylediği veya temsil ettiği her şeyden tiksinirsiniz ya; işte Philip o şiddetli öfke halindeydi.
Adalet Sarayı’na gitme vakti gelmişti. Muhafızlar dışarıda yerlerini aldılar. Philip her askerin yeşil bir paspas üzerinde durduğunu fark etti. Hareket emri verilince yeşil paspaslarını hızla ve ustaca kıvırıp kollarının altına aldılar. Kalabalık yüzünden her durduklarında askerler yeşil paspaslarını açıp yeniden hareket emri verilene dek üzerinde dikiliyordu. Şehrin hem büyük meydanları hem de dar sokakları çok kalabalık olduğundan defalarca durmak zorunda kaldılar. Bu olağanüstü bir kalabalıktı. Çeşit çeşit kıyafetler giymiş kadınlar, erkekler ve çocuklar vardı. İtalyan, İspanyol, Rus ve Fransız köylüler mavi bluzları ve tahta ayakkabılarıyla dikkat çekiyordu. İngiliz köylülerinin yüz yıl önce giydiği kıyafetlerdi bunlar. Norveçliler, İsveçliler, İsviçreliler, Türkler, Yunanlar, Hintliler, Araplar, Çinliler, Japonlar, hayvan derilerinden elbiseler giyen Kızılderililer ve üzerine para keselerini bağladıkları pilili etekleriyle İskoçlar oradaydı. Philip çoğu kıyafetin hangi millete ait olduğunu bilmiyordu. Ona göre bu kalabalık capcanlı renklerin oluşturduğu muhteşem bir mozaik gibiydi. Bir keresinde Helen’la gittikleri kıyafet balosunu anımsatmıştı. O gün giydiği palyaço kıyafeti içinde kendini pek şapşal hissetmişti.
Bütün o kalabalığın içinde kendisi gibi giyinmiş tek bir çocuk olmadığını fark etti. Erkek çocukları için uygun tek giysinin kendi üzerindekiler olduğunu düşünüyordu. Bu arada Lucy yanında yürüyordu. Yola çıktıktan hemen sonra “Sen korkmuyor musun Philip?” diye sormuştu. Ama Philip cevap vermemişti. Gerçi, “Elbette korkmuyorum. Yalnızca kızlar korkar,” demek istemişti. Fakat hiçbir şey söylemeyerek Lucy’yi daha çok rahatsız edeceğini düşündüğü için böyle yaptı.
Adalet Sarayı’na vardıklarında Lucy, Philip’in elini tutup birden yüksek sesle şöyle dedi: “Ah! Bu sana bir şey hatırlatmıyor mu?”
Philip hemen elini çekti ve onunla konuşmamaya karar verdiğini unutarak “Hayır,” dedi. Bu hayır cevabı yalandı çünkü gördükleri bina ona bir şey hatırlatmıştı ama ne olduğunu söyleyemezdi.
Tutsaklar ve gardiyanları muhteşem gümüş sütunlar arasındaki kocaman bir kemerden geçip geniş bir koridor boyunca ilerledi. Burada sıralanmış olan askerler onları selamlıyordu.
Philip “Askerlerin hepsi sizi selamlar mı?” diye sordu komutana. “Yoksa yalnızca kendi askerleriniz mi selamlar sizi?”
“Askerler sizi selamlıyor,” dedi komutan. “Kanunlarımız, yaşadıkları talihsizlikler nedeniyle tutsaklara saygı göstermemizi ve onları selamlamamızı emrediyor.”
Hâkim, bronzdan yapılmış yüksek bir taht üzerinde oturmaktaydı. Tahtın iki yanında kocaman bronz ejderhalar ile siyah beyaz renkte, fildişinden yapılmış, geniş ve alçak basamaklar vardı.
İki hizmetçi hâkimin önündeki basamakların üzerine yuvarlak bir paspas serdi. Bu paspas sarı renkli ve epey kalındı. Sonra hâkim ayağa kalkıp tutsakları selamladı. “Yaşadığınız talihsizlikler nedeniyle sizi selamlıyor,” diye fısıldadı komutan.
Hâkim parlak sarı bir kaftan giymiş, beline yeşil bir kuşak bağlamıştı. Peruğu yoktu. Bunun yerine tuhaf biçimli bir şapka takmıştı. Şapkasını başından hiç çıkartmazdı.
Mahkeme uzun sürmedi. Komutan pek az konuşmuştu, hâkim ondan da sessizdi. Tutsaklara gelince, tek kelime etmelerine dahi izin verilmemişti. Hâkim bir kitabı karıştırdı. Sonra kraliyet avukatı ile siyah kıyafetli, ekşi suratlı birine dönüp alçak sesle danıştı. Ardından gözlüklerini takıp şöyle dedi:
“Sanıklar! Şehrimize izinsiz girmekten suçlu bulundunuz. Cezanız ölümdür, tabii hâkim tutsaklardan hazzetmediği takdirde geçerli bu. Eğer hâkim onları severse, cezaları müebbet hapse çevrilir. Ya da hâkim kesin bir karara varana dek hapiste kalırlar. Sanıkları götürün.”
“Ah olamaz!” diye bağırdı Philip neredeyse ağlamaklı.
“Korkmuyorsun sanmıştım,” diye fısıldadı Lucy.
“Sessiz olun,” dedi hâkim.
Sonra Philip’le Lucy’yi götürdüler.
Mahkemeye gelirken geçtiklerinden çok farklı sokaklarda yürüyorlardı. Sonunda bir meydanın köşesindeki simsiyah ve kocaman bir eve getirildiler.
“İşte geldik,” dedi komutan nazikçe. “Elveda. Bir dahaki sefere artık.”
Yakası fırfırlı siyah kadife bir kıyafet giymiş, keçisakallı gardiyan dışarı çıkıp onları samimi bir şekilde karşıladı.
“Nasılsınız canlarım?” dedi. “Burada rahat edeceğinizi umuyorum. Birinci sınıf kabahatliler olmalılar değil mi?” diye sordu.
“Elbette,” diye cevap verdi komutan.
“Üst kata çıkın lütfen,” dedi gardiyan kibarca. Sonra çocukların geçmesine izin vermek için geri çekildi. “Sola dönüp merdivenleri çıkın.”
Yukarı doğru kıvrılıp duran karanlık merdivenler bitmek bilmiyordu. En üst katta bir masa, sandalyeler ve sallanan bir atla sade biçimde döşenmiş büyük bir oda vardı. Daha fazlasını kim ister ki?
“Bütün şehir ayaklarınızın altında,” dedi gardiyan. “Hem burada bana arkadaşlık edeceksiniz. Ne? Ah, beni gardiyan yaptılar çünkü bu benim gibi beyefendilere yakışan kolay bir iş. Yazmaya da bol vaktim kalıyor. Anlayacağınız üzere, ben okuma yazma bilen bir adamım. Ama kendimi yalnız hissettiğim zamanlar da oluyor. Görüyorsunuz ya, gardiyanlık edeceğim ilk tutuklular sizsiniz. Müsaade ederseniz gidip sizin için akşam yemeği getirilmesini isteyeceğim. Akıl ziyafeti ve ruhun akışından memnun olacağınıza eminim.”
Kapı gardiyanın siyah sırtının ardından kapanır kapanmaz Philip, Lucy’ye çıkıştı.


“Umarım artık mutlusundur,” dedi sert bir şekilde. “Bütün bunları sen açtın başımıza. Ne diye buraya geldin ha? Neden peşimden koşturup geldin? Senden hiç hazzetmediğimi biliyorsun!”
“Sen dünyanın en kinci, huysuz ve berbat çocuğusun,” dedi Lucy lafı hiç dolandırmadan. “İşte duydun!”
Philip bunu hiç beklemiyordu. Bu sözleri elinden geldiğince metin bir şekilde karşılamaya çalıştı.
“En azından istenmediğim yere gizlice giren sinsi beyaz bir farecik değilim,” dedi.
Sonra birbirlerine bakakaldılar. İkisi de sinirden hızlı hızlı nefes alıyordu.
“Zalim bir zorba olacağıma beyaz bir fare olurum daha iyi,” dedi Lucy sonunda.
“Ben zorba değilim,” dedi Philip.
Ortalığı yine sessizlik kapladı. Lucy burnunu çekiyordu. Philip boş odaya göz gezdirirken bu talihsizlikte Lucy ile yol arkadaşı olduklarının farkına vardı. Kimin suçu olursa olsun, hapse girmişlerdi. Bu yüzden şöyle dedi:
“Bak, seni hiç sevmiyorum. Seviyormuşum gibi de yapamam. Ama istersen şimdilik seninle barış ilan edeceğim. Buradan bir şekilde kaçmalıyız. İstersen sana yardım ederim. Yapabilirsen sen de bana yardım edersin.”
“Teşekkürler,” dedi Lucy, herhangi bir anlama gelebilecek bir ses tonuyla.
“O halde barış ilan ediyoruz. Pencereden kaçabilir miyiz bir bakalım. Bir sarmaşık olabilir. Ya da bize bir ip merdiven getirecek güvenilir bir uşak bulabiliriz. Çiftlik evinde uşağınız var mı?”
“İki seyis yamağı var,” dedi Lucy. “Ama güvenilir olduklarını sanmıyorum. Bence yaşadıklarımızda düşündüğünden çok daha fazla büyü var.”
“Elbette bütün bunların büyü olduğunu biliyorum,” dedi Philip sabırsızca. “Ama çok gerçekçi olduğu da doğru.”
“Ah yeterince gerçekçi,” dedi Lucy.
Pencereden eğilip baktılar. Ne yazık ki hiç sarmaşık yoktu etrafta. Pencere çok yüksekti. Dışarıdaki duvara dokunduklarında cam gibi pürüzsüz olduğunu gördüler.
“Böyle olmayacak,” dedi Philip. İkisi birlikte pencereden iyice sarkarak aşağıdaki şehre baktılar. Güçlü kuleler, zarif minareler, saraylar, palmiye ağaçları, çeşmeler ve bahçeler vardı. Meydanın karşısındaki beyaz bina tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu. Burası Philip’in çok küçükken gittiği ama bir türlü hatırlayamadığı Aziz Paul Katedrali olabilir miydi? Hayır, bunu şimdi bile hatırlayamıyordu. İki tutsak uzun süren bir sessizlik boyunca dışarı baktı. Şehir aşağıda uzanmaktaydı. Ağaçlar esintiyle beraber hafifçe sallanıyordu. Çiçekler göz alıcı, rengârenk bir mozaik oluşturmuştu. Büyük meydanları bölen kanallar güneş ışığında parıldıyordu. Günlük işleriyle uğraşan şehir halkı meydanlardan ve sokaklardan gelip gitmekteydi.
“Baksana!” dedi Lucy birden. “Bilmiyor musun yani?”
“Neyi bilmiyor muyum?” diye sordu Philip sabırsızlıkla.
“Nerede olduğumuzu. Bütün bunların ne olduğunu bilmiyor musun?”
“Hayır, bilmiyorum. Sen de bilmiyorsun.”
“Bunları daha önce görmedin demek?”
“Hayır elbette görmedim. Sen de görmüş olamazsın.”
“Pekâlâ. Sana haberlerim var. Ben bu şehri daha önce gördüm,” dedi Lucy. “Sen de öyle. Ama bana iyi davranmadığın sürece nerede olduğumuzu sana söylemeyeceğim.”
Lucy’nin sesi biraz üzgün ama kararlıydı.
“Sana iyi davranıyorum zaten. Barış yaptık dedim ya,” diye cevap verdi Philip. “Lütfen söyle, neredeyiz sence?”
“Ben bana soğuk davranacağın, sahte bir barış istemiyorum. Gerçek bir barış istiyorum. Ah, lütfen bu kadar kötü olma Philip. Sana anlatmak için can atıyorum. Ama böyle davranmaya devam edersen söylemem.”
“Tamam,” dedi Philip. “Haydi çıkar baklayı ağzından.”
“Olmaz. Gerçekten barış yaptığımızı söylemelisin. Ben de buradan çıkana dek yanında duracağım ve asil bir dost olacağım. Senden hoşlanmak için elimden geleni yapacağım. Elbette çok uğraşmana karşın beni bir türlü sevemezsen öyle olsun. Ama denemek zorundasın. Şimdi söylediklerimi tekrar et.”
Ses tonu öyle kibar ve ikna ediciydi ki Philip farkında olmadan Lucy’nin sözlerini tekrar etti.
“Ben Philip; sen Lucy’yi sevmeye çalışacağıma, buradan kurtulana dek yanında kalacağıma ve sana karşı daima asil bir dost olarak davranacağıma söz veriyorum. Şimdi gerçekten barış ilan ediyorum. Haydi el sıkışalım.”
“Haydi söyle artık,” dedi Philip el sıkıştıkları sırada. Bunun üzerine Lucy konuştu:
“Görmüyor musun? Senin şehrindeyiz. Misafir odasındaki masaların üstüne kendi ellerinle kurduğun şehir burası. Büyü marifetiyle şehir büyüdü, böylece içine girebildik. Bak,” Lucy pencereden dışarıyı işaret etti. “Şu büyük altın kubbeyi görüyor musun? Pirinç el yıkama tasları onlar. Şu beyaz bina ise benim eski Aziz Paul Katedrali minyatürüm. İşte şuradaki Buckingham Sarayı, tepesinde oyma sincap ile satranç taşları ve mavi beyaz porselen biber saksıları var. İçinde bulunduğumuz bina ise Japon tarzı siyah etajer.”
Philip etrafa bakınca Lucy’nin söylediklerinin doğru olduğunu anladı. Burası gerçekten kendi kurduğu şehirdi.
“İyi ama ben binalarımın iç kısımlarını inşa etmemiştim,” dedi. “Hem sen benim yaptığım şehri ne zaman gördün?”
“Binaların içi büyüyle oluşmuş sanırım,” dedi Lucy. “Halam dün gece beni eve getirdi. Sen yatağa yollandıktan sonra. İşte o zaman gördüm yaptığın şehirleri ve bayıldım! Philip, barış yaptığımıza çok seviniyorum çünkü senin son derece akıllı olduğunu düşünüyorum. O güzel şeyleri yaptığını görünce halam da aynı fikirde olduğunu söyledi. Dadının her şeyi yıkacağını biliyordum. Bunu yapmaması için yalvardım ama kararlıydı. Bunun üzerine kalkıp giyindim ve ayışığında şehri bir kez daha görebilmek için aşağı indim. Tuğlalar ve satranç taşlarından birkaçı devrilmişti. Sanırım dadı yapmış olacak. Bu yüzden elimden geldiğince düzgün bir şekilde onları yerine koymaya çalıştım. Gerçekten çok hoşuma gitmişti bu oyun ama sonra kapı açıldı. Hemen masanın altına gizlendim. İçeri sen girdin.”
“Yani oradaydın? Peki büyü nasıl başladı gördün mü?”
“Hayır ama bir anda her yer çimenlerle kaplanmıştı. Sonra senin çok uzakta olduğunu gördüm, bir merdivenden çıkıyordun. Ben de peşinden geldim. Ama beni görmeni istemedim. Kızacağını biliyordum. Sonra muhafız odasının kapısından içeri baktım. Ayrıca hindistancevizi sütünü görünce çok canım çekti.”
“Peki burasının benim şehrim olduğunu ne zaman anladın?”
“Askerlerin benim kurşun askerlerime benzediğini düşündüm. Ama hâkimi görene kadar emin olamamıştım. Gemideki ihtiyar Nuh!”
“Gerçekten öyle!” diye haykırdı Philip. “Muhteşem bu! Hakikaten muhteşem! Keşke tutsak olmasaydık. O zaman şehri dolaşırdık. Binalara girip içlerinde ne olduğunu görürdük. Bütün insanları görürdük. Çünkü içeri insan koymamıştım.”
“Herhalde daha fazla büyü anlamına geliyor. Ama… Ah, zamanla öğreneceğiz.”
Lucy ellerini çırptı. O anda kapı açıldı ve gardiyan gözüktü.
“Bir ziyaretçiniz var,” deyip başka birinin içeri girmesi için kenara çekildi. Uzun boylu ve zayıf biriydi bu gelen. Siyah kapüşonlu bir pelerin giymişti, yüzünde insanların karnaval zamanlarında kullandıkları türden siyah ve yarım bir maske vardı.
Gardiyan kapıyı kapatıp gidince uzun boylu adam maskesini çıkarttı ve pelerini düştü. Karşılarında simasına aşina oldukları Bay Nuh’u, nam-ı diğer hâkimi gören çocuklar çok şaşırmıştı.
“Nasılsınız?” diye sordu. “Bu gayrı resmi bir ziyaret. Umarım yanlış bir zamanda gelmemişimdir.”
“Sizi gördüğümüze çok sevindik,” dedi Lucy. “Çünkü bize anlatabileceğiniz…”
“Sorulara cevap vermeyeceğim,” dedi Bay Nuh sarı paspasına dimdik oturarak. “Ama size bir şey söyleyeceğim. Sizin kim olduğunuzu bilmiyoruz. Fakat ben Kurtarıcımız olabileceğinizi düşünüyorum.”
“İkimizin de değil mi?” dedi Philip kıskançlıkla.
“Biriniz ya da ikinizin. Kehanete göre Yıkıcı kızıl saçlı olacak. Oysa sizin saçlarınız kızıl değil. Halkı Yıkıcı olmadığınıza ikna edene kadar düşünmek ve tartışmaktan benim saçlarıma aklar düşecek. Bazı insanlar öyle kalın kafalı ki! Ben de düşünmeye çok alışkın değilim zira bunu sık sık yapmam gerekmiyor. Bana sıkıntı veriyor düşünmek.”
Çocuklar çok üzgün olduklarını söylediler. Philip ekledi:
“Lütfen şehrinizden bahsedin bize. Bir soru değil bu. Yalnızca bütün bunların büyü olup olmadığını öğrenmek istiyoruz. Bu da bir soru değil.”
“Ben de onu anlatacaktım,” dedi Bay Nuh. “Ama sorulara cevap vermeyeceğim. Elbette bütün bunlar büyü. Dünyadaki her şey büyüden ibarettir, tabii siz bunu anlayana kadar. Şehrimize gelince, size tarihimizden biraz bahsedeceğim. Bundan binlerce yıl önce büyük ve güçlü bir dev, uzak diyarlardan getirdiği malzemelerle ülkemizin tüm şehirlerini inşa etti. Şehir halkı kısmen onun seçtiği insanlardan, kısmen de açıklaması çok güç olan ve kendiliğinden gerçekleşen bir büyü sonucu teşkil oldu. Şehirler kurulup sakinleri yerleştirilince şehir hayatı başladı. Burada yaşayanlar için her şey hep böyle olmuş gibiydi. Zanaatkârlar gece gündüz çalışıyor, müzisyenler çalarken ozanlar şarkı söylüyordu. Müneccimler bu amaçla inşa edildiği belli olan uzunca bir kulede buldular kendilerini. Yıldızları izleyip kehanette bulunmaya başladılar.”
“O kısmı biliyorum,” dedi Philip.
“O halde epey bilginiz var,” dedi hâkim. “Şimdi ikinizden de bir ricam olacak. Buradan kaçar mısınız acaba?”
“Keşke yapabilsek,” diye iç çekti Lucy.
“Sinirlerim öyle gergin ki!” dedi Bay Nuh dokunaklı şekilde. “Kaçın sevgili çocuklarım. Sağlığı iyice kötüleşmiş ve keyfi hiç yerinde olmayan bu ihtiyar adam için yapın bunu.”
“İyi ama nasıl…”
“Ah, yürüyüp çıkın işte. Oğlum, sen sabahlığını giyip kılık değiştirebilirsin. Bak şu sandalyede. Sen de pelerinimi kullanabilirsin küçük kız.”
İkisi birlikte “Teşekkürler,” dedi. Sonra Lucy sordu. “Peki nasıl kaçacağız?”
“Kapıdan,” dedi hâkim. “Tutsakları kaçmayacaklarına şerefleri üzerine yemin ettirmek gibi bir kural vardır. Ama bugüne dek hiç tutsağımız olmadığından artık bu kuralın geçerli olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden kapıdan çıkıp gidebilirsiniz. Şehirde saklanmanıza yardım edecek pek çok şefkatli insan var. Ön kapının anahtarı kolayca çevrilir. Dışarı çıkarken ben bizzat yağlayacağım anahtarı. Hoşça kalın. Önerimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Yalnız gardiyana sakın bunu söylemeyin, yoksa beni asla affetmez.”
Sonra paspasını katlayıp gitti.
“Pekâlâ!” dedi Lucy.
“Pekâlâ!” dedi Philip. “Gidiyoruz yani? Peki ya gardiyan ne olacak? Kaçmaya çalıştığımızda bizi yakalamayacak mı?”
Philip böyle olmasından korkuyordu. Çok can sıkıcı bir şeydi bu. Şerefiniz üzerine yemin etmek zorunda kalmak kadar kötüydü.
“Hay aksi!” diyebildi sadece.
Sonra gardiyan geldi. Yüzü soluk ve endişeliydi.
“Çok ama çok üzgünüm,” diye başladı söze. “Burada olmanızdan mutlu olacağımı sanmıştım ama sinirlerim öyle gerildi ki! Sesleriniz bile rahatsız ediyor beni. Tek satır yazamıyorum. Beynim karman çorman. Benim için küçük bir iyilik yapar mısınız acaba? Buradan kaçsanız, olmaz mı, ha?”
“İyi ama biz kaçarsak başınız derde girmez mi?”
“Hiçbir şey şimdiki durumdan kötü olamaz,” dedi gardiyan dokunaklı bir sesle. “Çocuk seslerinin bu kadar keskin olduğunu hiç bilmezdim. Haydi gidin. Yalvarıyorum, kaçın buradan. Yalnız hâkime söylemeyin bunu. Beni asla affetmeyeceğinden eminim.”
Bu sözlerin ardından hemen hapisten kaçmayacak bir tutuklu var mıdır?
İki çocuk, merdivenden inen gardiyanın anahtarlarından gelen ses kaybolana dek bekledi. Sonra kapıyı açıp hızla merdivenden indiler ve hapishanenin büyük kapısından çıktılar. Bir süre sessizce yürüdüler. Etrafta çok insan vardı ama kimse onları fark etmiyor gibiydi.
“Hangi taraftan gideceğiz?” diye sordu Lucy. “Keşke şu iyiliksever, şefkatli insanlar nerede yaşıyor diye sorsaydık.”
“Bence,” diye söze başladı Philip. Fakat Lucy onun ne düşündüğünü öğrenemeyecekti.
Aniden bir bağırış ve at toynaklarının tıkırtısı işitildi. Meydandaki bütün gözler Lucy ve Philip’e dönmüştü.
“Bizi gördüler,” diye bağırdı Philip. “Koş, koş, koş!”
Philip koşmaya başlamıştı bile. Yukarı çıktıkları merdivenin tepesindeki bekçi odasına doğru koşturdu. Hemen arkasında onu takip edenlerin bağrışmaları ve gürültüsünü duyuyordu. Komutan girişte tek başınaydı ve Philip kapıya vardığında muhafız odasına gidip hiçbir şey görmemiş gibi davranmıştı. Philip ömründe hiç bu kadar uzun süre ve bu kadar hızlı koşmamıştı. Güçlükle nefes alıyordu ama merdivene ulaşmayı başarıp hızla indi. Yukarı çıkmaktan daha kolaydı.


Tam en alt basamağa varmıştı ki merdivenli köprü havada şiddetle sallandı. Bunun üzerine Philip yere düşüp uçsuz bucaksız çayırın kalın çimlerinde yuvarlanmaya başladı.
Etraftan bir sürü ses geliyordu. Sanki bu, güzel kocaman sarayları ve büyük ama çirkin fabrikaları yıkıp geçen zelzelelerin gürültüsüydü. Kulakları sağır edici, sonu gelmeyen ve dayanılmaz bir gürültü.
Ne var ki Philip buna ve çok daha fazlasına katlanmak zorundaydı. Önce ellerinde, sonra başında ve nihayet tüm vücudunda tuhaf bir şişlik hissetti. Çok canı yanıyordu. Acıdan yuvarlandı durdu. Sonra çok yakında kocaman bir devin ayağını gördü. Geniş, düz ve çirkin bir ayakkabının içindeydi bu ayak. Ayrıca iki yana sallanan gri renkli, alçak perdelerin arasından geliyor gibiydi. Bu griliğin önünde siyah ve devasa bir sütun vardı. Aşağı atılmış olan merdivenli köprü ise Philip’ten çok uzakta değildi.
Philip acı ve korkudan bitap düşmüştü. Artık hiçbir şey işitmiyor, hissetmiyor ve bilmiyordu.
Bilincini kazandığında kendini misafir odasındaki masanın altında buldu. Vücudundaki şişlik hissi geçmişti. Ayrıca yine kendi boyundaydı.
Dadının düztabanlı ayaklarını ve gri eteğinin ucunu görebiliyordu. Masanın üstünden gelen takırtılar ise dadının sözünü tuttuğunu, yani şehrini yıktığını gösteriyordu. Ayrıca siyah sütunu da gördü, masanın ayağıydı bu. Dadı, Philip’in şehri inşa ederken kullandığı şeyleri yerlerine koymak üzere gidip geliyordu. Sonra bir sandalyenin üstüne çıkıp parlak damla taşları avizeye geri takmaya koyuldu. Philip taşların çıkardığı çınlama seslerini duymuştu.
“Hiç kıpırdamazsam,” dedi kendi kendine, “Belki beni göremez. İyi ama buraya nasıl döndüm? Ne rüyaydı ama! Helen çok şaşıracak anlattığımda!”
Hiç kıpırdamadan orada bekledi. Dadı onu görmedi. O kahvaltı etmeye gidince Philip de gizlendiği yerden çıktı.
Evet şehir yok olmuştu. Geriye eser kalmamıştı. Masalar yerine konmuştu.
Philip de kendi yerine yani yatağına gitti.
“Ne harika bir rüyaydı,” dedi çarşafların arasına sokulurken. “Ama artık hepsi bitti!”
Elbette tamamen yanılıyordu.

Üçüncü Bölüm
Kayıp
Philip uykuya daldı. Rüyasında yine kendi evlerindeydi. Helen onu uyandırmak için yanına gelmişti. Üstelik ona hediye olarak bir midilli atı getirmişti. Her şeyi anlayacak kadar zeki bir hayvana benziyordu. Philip bu nedenle el sıkışmasına pek şaşırmamıştı. Ama midilli “Haydi, gitmemiz gerek,” deyip Philip’in ayakkabılarını ve çoraplarını giymeye çalışınca çocuk “Tamam bu kadarı yeter!” diye bağırdı. Gözlerini güneş ışığıyla dolu bir odada açtı ama etrafta midilli falan yoktu.
“Ah, pekâlâ,” dedi Philip, “Kalkayım bari.” Helen’ın ayrılırken verdiği hediyelerden biri olan yeni gümüş saatine baktı. Saat on olmuştu.
“Bence doğru söylemiyorsun,” dedi saate. Sonra onu bir kez daha düşünmeye teşvik etmek için saatini salladı. Ama saat hâlâ ve hatasız bir şekilde “on”u gösteriyordu.
Çiftlik evinde kahvaltı saati sekizdi ve Philip sofraya çağrılmadığından emindi.
“Bu çok tuhaf,” dedi. “Sorun saatte olmalı. Belki de durmuştur.”
Ama saat çalışıyordu. Dolayısıyla kahvaltı zamanını iki saat geçmiş olmalıydı. Bunu düşünür düşünmez aşırı derecede acıktı. Ne kadar aç olduğunu anlayınca hemen yataktan çıktı.
Etrafta kimse yoktu. Doğruca banyoya gitti. Sıcak ve soğuk suyu, kahverengi Windsor sabununu, tıraş sabununu, tırnak ve vücut fırçalarını, lifleri, duşu, üç süngeri kullanarak eğlenceli bir saat geçirdi. O zamana kadar bunları hakkıyla keşfedip kullanma imkânı olmamıştı. Ama şimdi ona karışacak kimse yoktu ortalıkta. Öyle çok eğlenmişti ki onu neden çağırmadıklarını düşünmek aklına bile gelmedi. Aklına Helen’ın onun için yazdığı banyoyla ilgili bir şiir gelmişti. Oyun oynamayı bitirince hakikaten çok sıcak olan suda sırtüstü yatıp şiiri hatırlamaya çalıştı. Nihayet şiiri hatırladığında su bayağı soğumuştu. Şiirin adı Dev Bir Yaşamdan Hayaller idi.
DEV BİR YAŞAMDAN HAYALLER
Bir zamanlar neydim ben?
Bundan çok uzun zaman önce.
Geriye baktığımda kendimi görüyorum.
Büyüyoruz.
Değişen yıllarla beraber
ben de öyle değişmişim ki
geriye dönüp baktığımda bulduğum kişi
nasıl ben olabilirim,
bilmiyorum.
Görkemli ve muhteşem,
âdeta bir dev gibi duruyordum
üzeri karanlık ormanla kaplı
beyaz bir yamaçta.
Aşağıda durgun ve pırıl pırıl suları akıyor
güzel mi güzel bir körfezin.
Beyaz yamaçlarla çevrelenmiş,
sakin ve berraktı.
Uyuyordu sessiz, sıcak havada.
Çıplak ve güçlü halde
tek başıma dimdik duruyordum.
Kollarım, bacaklarım
saf altını andıran ışıkta parlıyordu.
Hemen altımdan akıp giden sular
bir şey bekliyordu.
İşte bekledikleri o şey bendim.
Eğildim, sonra suya girdim.
Dalgalar üzerime sıçrıyordu.
Küçücük bir denizde bir devdim.
Dört yanda tepeleri ağaçlarla kaplı
bembeyaz yamaçlar vardı.
Uzanırken sonlanmakta olan
günün ihtişamını izliyordum.
Denizimi huzursuz eden rüzgârlar yoktu.
Gün ışığı altın camlı pencerelerden geliyordu sanki.
Beyaz yamaçlar yükseliyordu başımın üzerinde,
berrak denizin saflığı, mükemmelliği
ve enginliğiyle çevremde.
Bense yamaçların ve denizin efendisiydim.
Bir de üzerimde parlayan altın ışığın.
Millerce uzakta dev ayaklarım,
sessiz okyanustan çıkan kayalar gibi yükseliyordu.
Üstlerine bir deniz feneri yapılabilir,
yolcu gemilerine
hangi yoldan gitmemeleri gerektiğini gösterebilirdi.
Ben yamaçlarla kuşatılmış
o denizin efendisiydim.
Ellerimi çırptım, dalgalar üzerimi kapladı.
Vücudumun çukurlarında küçük kayalık göletler oluşmuştu,
küçük deniz hayvanlarının oynayabileceği yerlerdi bunlar.
Bir diğer tekne gururla elime çıktı.
Güvertesinde bin mızrak duruyor.
Tekneyi harekete geçirdim,
tam hızla fildişi direkli gemiye doğru gitti.
Yün bir yelken ve delikli bir güverte.
Her ikisi de suya batarak dehşet verici bir enkaza dönüştü!
Dalgaların altından koşturdum.
Hayali kumların üzerindeydi elim.
Kaygan derili kahverengi deniz faresi,
kaçmıştı, dizimin altındaki derin çukura.
Sonunda onu yakalayıp
suya batmış göğsümün çukurlarına kapattım.
Sonra oracıkta uzanmış,
sıcacık ve yumuşak sulara sarınmışken
bir büyük ses haykırdı uzak bir kıyıdan.
Ve artık bir dev değildim ben.
“Çık dışarı, çık dışarı,” diye bağırıyordu kudretli ses.
“On beş dakikadır içeridesin.
Su soğudu. Haydi, Pip, Efendim.
Dışarı çıkın. Saçlarınız sırılsıklam,
artık yatma vakti.”
Büyülü denizin sularından çıktım.
Kölelerim olmuş gemileri bıraktım.
Delikli güvertesiyle sabunluk,
sulara gömülüp yıkılan tırnak fırçası,
sabun bezinden yelken,
geminin direği olan diş fırçası
ve kaygan sabun -fare.
Hepsini nihayet bıraktım.
O büyülü denizden çıkıp seslendim
çünkü kurulanmam
ve bir dev olmanın zevkinden vazgeçip
yatağıma gitmem gerekiyordu.
Güzelce yıkanıp temizlenmiş uslu bir çocuk olarak.
Şiirin hepsini hatırladığında ikinci kez banyo yapmıştı. Dolaptan aldığı sıcak havlularla güzelce kurulandıktan sonra giyinmek için odasına döndü. Artık iyice acıkmıştı. Hemen kahvaltı yapmak istiyordu. Bu yüzden olabildiğince hızlı bir şekilde giyindi. Ayakkabı bağcıklarını bile doğru düzgün bağlayamamıştı. Öyle ki aceleden yakalığını yere düşürdü. Onu almak için eğildiğindeyse gördüğü rüyayı hatırladı. Biliyor musunuz, ilk kez düşünmüştü o rüyayı. Hakikaten düşünmeye değer bir şeydi o rüya.
Şimdi en önemli mesele kahvaltıydı. Philip gerçekten çok acıkmış olarak aşağı indi. “Aşağı iner inmez kahvaltımı isteyeceğim,” dedi. “Karşıma çıkan ilk kişiden bunu rica edeceğim.” Gelgelelim kimseyle karşılaşmadı.
Merdivenlerde kimse yoktu. Salonda, yemek odasında ve misafir odasında da öyle. Kütüphane ve bilardo odası bomboştu. Çocuk odasının kapısı ise kilitliydi. Philip çuha kaplamalı kapının ardındaki alana yöneldi. Burası hizmetçilere ayrılmış olan müştemilattı. Mutfakta, hizmetçiler odasında, kilerde, bulaşıkhane ve çamaşırhanede, ambarda tek bir kişi yoktu. O kocaman evde -karşıdan gözüktüğünden çok daha büyüktü çünkü arkaya doğru uzanan uzun kanatları vardı- Philip’ten başka kimsecikler yoktu. Yukarı çıkıp bütün yatak odalarına, küçük resim galerisine, müzik odasına, hizmetçilerin yatak odaları ve tavan aralarına bakmadan bundan emin olmuştu bile. O tavan aralarında ilginç şeyler vardı ama Philip bunu sonradan hatırladı. Şimdi merdiven basamaklarını üçer üçer iniyordu. Bütün odaların kapıları bıraktığı gibi açıktı. Ama her nedense o açık kapılar onu her şeyden çok korkutmuştu. Koridorlarda koşturdu. Merdivenleri indi. Sonra öteki açık kapıları geçip arka mutfaktan çıktı. Tuğla duvarın kenarındaki yosun tutmuş yolu yürüyüp üç porsuk ağacının etrafını dolaştı ve binek taşını geçip ahırın önüne geldi. Burada da kimse yoktu. Ne arabacı ne de seyis yamakları ortalıktaydı. Ayrıca ahırın içi, arabalık, koşum odası ve samanlık boştu.
Philip eve geri dönmemesi gerektiğini düşünüyordu. Korkunç bir şey yaşanmış olmalıydı. Acaba çiftlik evinin hizmetçilerini biri mi kaçırmıştı? Philip dadıyı düşündü. En azından onun için böyle bir şey ihtimal dışıydı. Belki de büyüydü bu! Uyuyan Güzel masalındaki gibi bir şey olmuştu! Ama bu sefer yüz yıl uykuya yatırılmak yerine herkes ortadan kaybolmuştu.
Bu düşünce aklına geldiğinde ahır bahçesinde yapayalnızdı.
“Belki de görünmez hale getirilmişlerdir. Ya da herkes burada ve beni izleyip alay ediyorlar.”
Bunun üzerinde düşünmek için sessizce durdu. Hiç de hoş bir düşünce değildi bu.
Birden küçük sırtını düzleştirdi ve başını geriye attı.
“Korktuğumu göremeyecekler,” dedi kendi kendine. Sonra ambar geldi aklına.
“Hiçbir şey yemedim,” diye açıklama yaptı yüksek sesle. Etrafta olabilecek görünmez kişilerin onu açıkça duymasını istiyordu. “Kahvaltı yapmam gerek. Kimse bana yemek vermezse ben de kendim alırım.”
Bir cevap almayı bekledi ama hiçbir şey olmadı. Ahır çok sessizdi. Sadece bir yemliğe çarpan yular halkasının tıkırtısı, güvercinlerin ötüşü ve ahırdaki samanların hışırtısı bozuyordu bu sessizliği.
“Pekâlâ,” dedi Philip. “Sizce kahvaltıda ne yemem gerekiyor bilmiyorum. Bu yüzden kendi istediklerimi yiyeceğim.”
Cesaretini toplamaya çalışarak uzun bir nefes aldı. Omuzlarını bir asker gibi geriye attı. Arka kapıdan geçip doğruca ambara gitti. Sonra kahvaltı için uygun bulduğu şeyleri aldı. Şu yiyecekleri uygun görmüştü:

1 vişneli turta
2 bardak krema
1 soğuk sosis
2 parça soğuk tost
1 parça peynir
2 limonlu kek
İçi reçel dolu 1 küçük turta (sadece bir tane kalmıştı)
1 kalıp tereyağı
“Hizmetçilerin bu kadar güzel şeyler yediklerini hiç bilmezdim,” dedi. “Burada koyun etiyle pirinçten başka bir şey bulunmaz sanıyordum.”
Yiyecekleri gümüş bir tepsiye koyup evin arkasındaki iki kanadın arasında uzanan terasa götürdü. Sonra biraz süt almak için ambara geri döndü ama bulamayınca su dolu bir sürahiyi aldı. Kaşık da bulamamıştı Bunun yerine bir et oyma çatalı ve balık servis bıçağı bulmuştu. Balık servis bıçağıyla vişneli turta yemeyi denediniz mi hiç?
“Ne olduysa oldu”, dedi Philip kendi kendine. “Ayrıca ne olursa olsun kahvaltıyı atlamamak gerek.” Et oyma çatalıyla yardığı soğuk sosisten gayet büyük bir parça ısırdı.
Güneş ışığında oturmuştu. Balık servis bıçağı ile et oyma çatalını doldurdukça açlığı azaldı. Yine gördüğü rüyayı düşünmeye başladı. Giderek daha gerçek gibi geliyordu. Gerçekten olmuş muydu bütün o şeyler? Olmuş olabilirdi. Görünüşe göre büyülü şeyler yaşanıyordu. Baksanıza ev ahalisi nasıl da ortadan kaybolmuştu! Belki dünyadan da yok olmuşlardı!
“Diyelim ki herkes ortadan kayboldu,” dedi Philip. “Diyelim ki dünyada bir ben kaldım. Bu durumda dünyadaki her şey bana ait demektir. Öyleyse bütün oyuncak dükkânlarındaki her şeyi alabilirim.”
Bir an için zihni bu güzel düşünceyle meşgul oldu. Sonra devam etti. “Ama ya ben de ortadan kaybolursam? Belki ben de kaybolursam diğerleriyle karşılaşabilirim. Acaba nasıl yapabilirim bunu?”
Nefesini tutup ortadan kaybolmaya çalıştı. Bunu daha önce denediniz mi? Hiç kolay bir şey değildir. Philip de başarılı olamadı. Nefesini tutup epey uğraştı ama durmadan şiştiğini hissetmekten öteye gidemedi. Sanki bir saniye sonra patlayıverecek gibiydi. Bu yüzden sonunda pes etti.
“Hayır,” dedi ellerine bakarak. “Eskisinden daha fazla görünmez değilim. Hiçbir değişiklik yok,” diye ekledi düşünceli bir şekilde. Vişneli turtadan kalanlara takıldı gözü. “Ama o rüya…”
Rüyadan aklında kalanlara dalmıştı. Philip için bu, bir peri gölünün sularında yüzmek gibiydi.
Birdenbire duyduğu sesler sayesinde gölden çengelle çekilir gibi çıkartıldı. Uykudan uyanmak gibiydi bu. Çitle çevrili yeşil parktan insanlar geliyordu.
“Demek ki herkes ortadan kaybolmamış,” dedi. Sonra tepsiyi alıp içeri götürdü ve kiler rafının altına sakladı. Gelenlerin kim olduğunu bilmiyordu, tedbirli olmasında fayda vardı. Sonra dışarı çıkıp kırmızı bir payandanın gölgesinde saklanmaya çalıştı. Seslerin giderek yaklaştığını duyuyordu. Olağandışı bir durum olduğuna kanıt olacak şekilde hep bir ağızdan hararetle konuşuyorlardı.
Philip ne söylediklerini tam olarak duyamıyordu ama şu kelimeleri yakalayabilmişti:
“Hayır”
“Tabii ki sordum.”
“Polis.”
“Telgraf.”
“Evet, elbette.”
“Emin olsak iyi olur.”
Sonra herkes aynı anda konuşmaya başladı. Kimsenin dediği anlaşılmıyordu. Öte yandan Philip payandanın arkasında görünmemeye uğraştığından, konuşanların kim olduğunu göremeyecek kadar meşguldü. Ama bir şeyler olmasına sevinmişti.
“Artık dadı ve yıktığı güzel şehrim dışında düşünecek bir şeyim var.”
İyi ama ne olmuştu? Kimsenin canının yanmadığını ya da kötü bir şey yapmadığını umuyordu. Onun boyunda bir çocuğun cüsseli bir polis memuru tarafından yol boyunca sürüklendiğini gördüğü günden beri polis kelimesi onu hep huzursuz etmişti. Philip’e söylediklerine göre çocuk bir somun ekmek çalmıştı. Philip o çocuğun yüzünü hiç unutamıyordu. Kilisede “Tutuklular ve tutsaklar” sözlerini işittiğinde hep o geliyordu aklına. Hele “ıssız ve baskı altında” dendiğinde daha çok anımsıyordu onu.
“Umarım öyle bir şey değildir,” dedi.
Sığındığı kırmızı tuğlalı payandadan yavaşça ayrıldı ve yanından geçip gidenlerin sesleriyle adımlarını eve kadar takip etti.
Seslerin peşinden mutfağa gelmişti. Bir Windsor koltuğa oturmuş olan aşçı hüngür hüngür ağlıyordu. Başlığı bir tarafa kaymış mutfak hizmetçisi kızın gözyaşları ise kirli mi kirli yanaklarına dökülüyordu. Arabacının yüzü kıpkırmızı olmuştu. Seyisin tozlukları yoktu. Dadı da oradaydı. İlk başta her zamanki gibi temiz giyimli gözükmüştü ama Philip daha dikkatli bakınca pek keyiflendi zira kadının büyük ayakkabıları ve eteğinin ucunda çamur vardı, elbisesinde de üç köşeli kocaman bir yırtık açılmıştı.
“Yirmi sterlin için bile bunun olmasına izin vermezdim,” diyordu arabacı.
“George,” diye seslendi dadı seyise. “Git atlardan birini hazırla. Ben telgrafı yazarım.”
“İyisi mi Nane’yi al,” dedi arabacı. “En hızlısı o.”

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/edit-nesbit/buyulu-sehir-69403291/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Üstü örtülü, önü açık yer, sundurma. (ç.n.)

2
Çalışma evi (workhouse): Eski dönemlerde İngiltere’de yoksul ve evsiz kimselere destek veren kurumlar. Burada kalan insanlardan fiziksel bakımdan gücü yetenlerin çalışması isteniyordu. (ç.n.)

3
Uzakdoğu ülkelerinde bulunan kule biçimindeki tapınaklar. (ç.n.)

4
Taret: Gemilerde ya da kalelerde, topun makine bölümünü ve topçuları koruyacak biçimde yapılmış zırhlı kule. (ç.n.)
Büyülü şehir Эдит Несбит
Büyülü şehir

Эдит Несбит

Тип: электронная книга

Жанр: Современная зарубежная литература

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Philip’in tek yakını olan ablasıyla harika bir ilişkisi vardır ve hayatından çok memnundur. Derken ablası evlenir ve birlikte yeni bir eve taşınmalarıyla her şey tamamen değişir. Philip içine düştüğü mutsuzluktan kurtulabilmek için evde bulduğu nesneleri kullanarak kendine bir şehir inşa eder. Bu aslında her zaman ablasıyla birlikte yaptıkları bir şeydir ama bu kez onu bir sürpriz beklemektedir. Bir anda kendisini oyuncak şehrinin içinde bulur.

  • Добавить отзыв