Bir nefeste dünya mitolojisi
Mark Daniels
Mitolojinin kültürümüz ve günlük yaşantımız üzerindeki etkisi, sandığımızdan çok daha fazladır.
Sinema, müzik ve edebiyat eserleri, yüzlerce marka ve pek çok insan, isimlerini Dünya Mitolojisi’nden almıştır.
Kullandığımız burç isimlerinin kökleri, Yunan Mitolojisi’nde takımyıldızlara verilen adlara uzanır.
Bütün dünyada çok beğenilen Yüzüklerin Efendisi serisi İskandinav Mitolojisi’nden esinlenmiştir.
Bir Nefeste Dünya Mitolojisi: Midas Dokunuşu, bizi mitolojinin şaşırtıcı dünyasında öğretici ve bir o kadar da keyifli bir yolculuğa çıkarıyor.
Mark Daniels
Bir Nefeste Dünya Mitolojisi
Midas Dokunuşu
Dünyanın dört bir yanında, muazzam medeniyetlerden yerel topluluklara kadar her toplum bir dizi tanrısal varlık, canavar ve mit yaratmıştır. Bu mitler kökenlerimizin, zafer ve yenilgilerimizin hikayesini anlatır; hayata dair dersler veren yaratıcı araçlar olarak kulaktan kulağa dolaşırlar. Bu destansı masallar fantastik yaratıklardan oluşan karakterlerle ve aşk ve savaşın parçaladığı ailelerle birleşince duygusallık bakımından günümüzün pembe dizilerini geride bırakırlar.
Mark Daniels, ustalıkla yazdığı bu dünya mitolojisine giriş kitabında Avustralya Aborjinleri, Sümerler, Mısırlılar, Çinliler, Amerika yerlileri, Güney ve Orta Amerikalılar, Maoriler, Yunanlar, Romalılar ve Norslar’a ait mitolojilerin kadim hikayelerini keşfediyor. Tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve canavarların arasındaki karmaşık ağları çözümleyen Daniels, geçmişin bu masallarının günümüz kültüründeki etkisini gözler önüne seriyor.
Sayfaları çevirdikçe Nors mitolojisinde tüm tanrıların babası olan Odin’in tek gözünü kaybedip neler kazandığı, Eski Mısır’daki Osiris mitinin önemi gibi pek çok şey öğreniyoruz. Bir Nefeste Dünya Mitolojisi: Midas Dokunuşu, bizi mitolojinin şaşırtıcı dünyasında eğlenceli ama bir o kadar da öğretici bir yolculuğa çıkarıyor.
Teşekkür
Michael O’Mara Yayınevi’ndeki herkese; özellikle editörüm Katie Duce’ye, dizgi için Glen Saville’ye, illüstrasyonları için Siaron Hughes’e ve mükemmel kitap kapağı tasarımı için Leno’ya en içten teşekkürlerimi sunarım.
Giriş
İnsanlık tarihi boyunca, hayat, ölüm, doğa ve birbirimizle ilişkilerimiz gibi temel sorular üzerine kafa yorduk. Dünyanın farklı yerlerinde yüzyıllar boyunca sorduğumuz bu sorulara mitler yaratarak cevap vermiş olmamız şaşırtıcıdır.
Dünyanın dört bir köşesindeki görkemli medeniyetlerden tutun da küçük, yerel kabilelere kadar her insan topluluğunun kendi tanrılarını, canavarlarını ve mitlerini oluşturduğu geniş mitolojileri vardır. Bu mitolojiler; kökenlerimizin, zaferlerimizin ve başımıza gelen felaketlerin hikayelerini anlatagelmiş ve hayata dair önemli dersler vermek için yaratıcı araçlar olarak rol oynamıştır.
Dinlerin ve mitolojilerin çoğunda, medeniyete adım attığımızdan beri sorduğumuz temel sorulara işaret eden önemli öğeler mevcuttur: ölümlülük, doğum, astroloji ve bütün doğa olaylarına ilişkin düşünceler. Açıklanmaz olanı anlamlandıracak hikayeler bulmak için genellikle doğaya bakıp Güneş’ten, Ay’dan, nehirlerden, deniz ve dağlardan tanrılar yaratmışız. Nitekim, insanlar olarak cevaplanamaz olana anlam vermeye çalışırken anlayışımızın ötesindeki yüce bir güce kendimizi tâbi kılmaya meyilliyizdir.
Çoğu teoloji kendi yarattığımız bu tanrıların ve kahramanların gönlünü adaklar, müzik, dans, dua ve törenle hoş tutmaya çalışır. Böylece kendimize sağlık ve ölüm, senelik hasat ya da denizin kabarması gibi çok önemli -ama öngörülemez- meseleleri kavrama ve kontrol etme imkanı sağlamış oluruz. Bu ritüeller, toplumların ortak bir kimlik oluşturmasına ve bireysel bir aidiyet duygusu yaratmasına yardım eden birtakım gelenekler kazandırır.
Bilişsel bilimciler, topluca edilen bir duanın yaşattığı ruhani deneyimi, büyük bir spor karşılaşmasındaki duygu yoğunluğuna benzetirler. Törenlerde, birlikte edilen dualarda, futbol stadyumunda yapılan tezahürattaki beraberlik ve sosyal kaynaşma duygusuyla zenginleşiriz; mitler de aynen böyle ortak ritüeller oluşturmak için uygun ortam sağlar.
Eğer ritüellerimize temel oluşturan hikayeler, efsaneler ya da din olmasaydı, geriye ne kalırdı ki? Dinsizlerin hayatlarındaki düğün, cenaze ve isim koyma törenleri, geleneklerimize işlemiş eski bir dini ritüeldeki rayihalardan, çan seslerinden ve üfürükçülerin anlamadığımız sözcüklerine kadar evrenin tüm görkemini içinde barındıran derslerden ve hikayelerden de yoksundur.
Üstelik mitlerin ve efsanelerin yaratıcı hayal dünyası, hikayelerin içerdiği mesajları daha çekici kılar. Çocuğuna sırf böylesi daha doğru olduğu için diğer çocuklarla iyi geçinmesini öğütleyen bir annenin, çocuğunun davranışlarında değişiklik yaratması pek olası değildir. Oysa aynı mesaj eski bir hikayenin içine yerleştirilirse, tuhaf bir biçimde, çocuğun ilişki kurabileceği elle tutulur bir hale bürünür: Eğer diğer çocuklarla iyi geçinmezsen, dağda yaşayan, sakallı, kocaman bir Yunan tanrısı olan ve yıldırımlar taşıyan Zeus bundan hoşlanmayacaktır. Zeus’un diğer yaramaz çocuklara yaptıklarına ilişkin bir dolu örnekten sonra, hikayeyi anlatan kişi bile olayların aslında mecazi olduğunu unutuverir.
Bir Nefeste Dünya Mitolojisi, dünyayı açıklamaya çalışırken başvurulan zengin ve etkileyici masalları inceliyor ve bunu yaparken gezegenin büyük medeniyetlerinin en ünlü ve ilginç hikayelerine genel hatlarıyla kronolojik bir bakış atıyor. Yolculuğumuz bittiğinde, siz de efsanenin bir parçası olacaksınız.
1. BÖLÜM
Avustralya ve Maori Mitolojisi
Avustralyalı Aborjinlerin Mitolojisi
İngilizler tarafından yalnızca 225 yıl önce sömürgeleştirilmiş de olsa, yerel Avustralya medeniyetinin tarihi yaklaşık 70.000 yıl, bu kültürün mitleri de yaklaşık 10,000 yıl öncesine kadar uzanır. Hikayeler çoğunlukla kaynaklarını, hikayeleri anlatan kabilelerin yöresindeki coğrafi özelliklerden alır. Mitler o dönemde kaleme alınmamış olsalar da bazı hikayelerde tasvir edilen yerel olaylar bu mitlerin hangi zaman dilimine ait olduğunu anlamamızı sağlar. Aynı masalların kuşaktan kuşağa geçebilmesi mucizeden başka bir şey değildir, çünkü bu hikayeler yalnızca kulaktan kulağa aktarılarak bugüne kadar varlıklarını sürdürebilmiştir.
Devasa bir toprak parçası olan Avustralya, her biri kendi özgün dili ve inanış biçimi olan ortalama 400 farklı kabilenin muazzam çeşitliliğini içinde barındırır. Bu nedenle, tüm bunları tek bir mitoloji adı altında incelemek, yüzeyde gezinmekten ibaret olacaktır. Bunun yerine kıtadan seçilmiş şaşırtıcı hikayeler arasında dolaşacağız.
Düşzamanı
Avustralya Aborjin mitolojisi üç temel şeye gönderme yapar: insan, toprak ve kutsal alan. Dünyanın yaratılışı sırasında, yani insan hayatı ortaya çıkmadan evvel, Düş-zamanı adı verilen bir dönem yaşanmıştır. Avustralyalı Aborjinler, insanların yaratılıştan sonra aynı anda hem fiziksel dünyada hem de Düşzamanı’nda yaşadığına inanıyordu. Buna göre hayatta ve ölümde, her birimizin bir parçası sonsuz Düşzamanı’nda varlığını sürdürürdü. Etraflarında olan bitenleri daha iyi anlamak ve onlar üzerinde bir etki yaratabilmek için kabileler herhangi bir insanın, hayvanın, nesnenin ya da anlama konusunda yardıma ihtiyaç duydukları herhangi bir şeyin Düşzamanı’nda ete kemiğe bürünmesi için şarkı söyleyip dua ederlerdi. Örneğin, gerçek hayatta karşılaştıkları timsahları kontrol edebilmede yardımcı olması için Düş-zamanı’ndaki timsahtan medet umarlardı.
Düşzamanı efsaneleri, verdikleri dersleri hikaye anlatıcısının hayatına aktardıkları için nedensellik ilişkilerini açıklayan mitler ve ahlaki dersler olarak kullanılır ve böylece Aborjin kültürünün önemli bir parçası olmaya devam ederler. Büyük bir toprak parçası söz konusu olduğundan, Düşzamanı mitlerinin bir kabileden diğerine farklılık göstermesi anlaşılabilir bir durumdur. Böylece bu farklı mitler kabilelerin kimliklerinin bir parçası haline gelir.
Yürüyüş
Avustralya Aborjinleri, toprağa derinden bağlıydılar, hâlâ da öyledirler. Ergenlik çağındaki erkeklerin atalarının izini sürdüğü bir yolculuk olan Yürüyüş, Aborjin medeniyetinde önemli bir yer tutar. Gençler, yol boyunca önceden belirlenmiş yerlerde molalar vererek bir dizi geleneksel tören gerçekleştirirler.
Bu yolculuk, yürüyüş sırasında söylenen şarkılar ve törenler ile özdeşleştirildiği için, çocukların izledikleri yol “şarkı rotaları” adıyla anılmaya başlanmıştır. Yolculuk rotası, Avustralya’yı boydan boya kateder; ayrıca sulama kuyularını, mağaraları, yön bulmaya yardımcı belli başlı yerleri ve çeşitli kabileler için büyük önem taşıyan besin kaynaklarını birbirine bağlayan bir hattı takip eder. Genç erkekler, toprakları ve atalarıyla eski ritüeller aracılığıyla ilişki kurarak aylar geçirir; toprak sayesinde hayatta kalabilmeyi, yalnızlığın huzuruna ve memnuniyetine erişmeyi öğrenirler.
Genç erkeklerin bu yolculuktan yetişkin erkekler olarak geri dönmeleri umulur.
Gökkuşağı Yılanı
Avustralya’daki inanç sistemleri şaşırtıcı derecede çeşitli olmalarına rağmen, tekrar tekrar ortaya çıkan bir karakter vardır: Gökkuşağı Yılanı. Gökkuşağı Yılanı’na atfedilen hikayeler ve isimler değişse de genellikle suyla ve dolayısıyla hayatla özdeşleştirilir. Pek çok hikayede insanları midesine indirir fakat Avustralya halklarına örf ve âdetler de armağan eder. Gökkuşağı Yılanı yaratılış efsanesi olarak, aynı zamanda da Avustralya’nın yasalarını, âdetlerini ve totemik kabile kültürünü açıklamak için kullanılır.
Düşzamanı’nda, yani zamanın doğuşunda, Gökkuşağı Yılanı Avustralya’yı boydan boya katederken, geçtiği yerlerde bıraktığı izler; vadileri, nehirleri ve dere yataklarını oluşturur. Kurbağalara seslenir ve kurbağalar topraktan suyla dolup ağırlaşmış karınlarıyla çıkarlar. Gökkuşağı Yılanı, kurbağaların karınlarını gıdıklar ve su dünyaya fışkırır, nehirleri ve gölleri doldurur. Buradan da tüm yaşam -hem bitkiler hem hayvanlar- doğar. Kanguru, devekuşu, yılan, kuşlar ve tüm diğer hayvanlar ülkeyi gezen Gökkuşağı Yılanı’nı takip eder. Her hayvan, sadece kendi türündeki canlıları avlayarak ekolojik dengeyi korumaya yardımcı olur.
Yılan, yasalar koyar ve yasalara itaat etmeyenlerin hayvan biçiminde kalacağını, yasalara uyanların ise insan formuna terfi edeceğini söyler. Her kabilenin belli bir hayvandan geldiğine inanılır. Bu hayvanlar kabilelerin totemidir ve totem onlara kökenlerini hatırlatır. Kabiledekiler, bu totem hayvan hariç her şeyi yiyebilirler. Böylece herkese yetecek kadar yemek olur. Bu, kaynakların sınırlı olduğu bir diyar için epey faydalı bir ilkedir.
Güneş
Düşzamanı’nın ilk günlerinde, henüz Güneş yaratılmamışken, sırılsıklam âşık bir genç kızın sevdiği yakışıklıyla birlikte olması yasaklanır. Kız öfkeyle ormanın derinliklerine kaçar. Orada ne yemeğin ne de barınağın olmadığı çok ağır koşullarla karşılaşır. Kabilesi peşinde olduğundan, kendini daha da amansız koşulların içine atmak zorunda kalır.
Genç kızın ölmek üzere olduğunu ve uyuduğunu gören ataların ruhları, artık müdahale etmeleri gerektiğine karar verirler. Kızı yiyecek yemek ve ısınacak ateş bulabileceği göklere çıkarırlar. Kız uyandığında halkının üşüdüğünü ve karanlıkta olduğunu görür, ateşleri onlara gün boyu yetmemektedir. Ailesini özlese fakat onlara geri dönmeye can atsa da, artık göklere ait olduğunu ve ailesine de yardım etmesi gerektiğini anlar.
Ateşini olabildiğince büyütüp halkının ısınması için gün boyu sıcaklığını arttırır. Güneş’in yaratılışı ona öyle eşsiz bir mutluluk verir ki, onu her gün yeni baştan alevlendirip ailesinin hayatını kolaylaştırmaya koyulur.
Ay
Günlerden birgün, Düşzamanı’nın büyük avcısı Japara karısı ve oğlundan ayrılıp günlük avına çıkar. Onun yokluğunda, gezgin bir hikaye anlatıcısı olan Parukapoli, Japara’nın karısının karşısına çıkar, kadını büyüleyen muhteşem hikayeler anlatır. Kadıncağız hikayelere kendini öylesine kaptırır ki, suda debelenen oğlunun sesiyle ancak kendine gelir. Onu kurtarmak için koşar fakat iş işten geçmiş, çocuk çoktan boğulmuştur.
Kadın, oğlunun cansız bedenini kucaklayıp oturur ve bütün gün hüngür hüngür ağlayarak Japara’nın dönüşünü bekler. Olanları anlattığında kocası öfkesinden deliye döner ve onu çocuğun ölümünden sorumlu tutar. Silahını alıp karısını öldürür, sonra da Parukopoli’nin peşine düşer. İki adam dövüşür, ikisi de ağır yaralanır fakat galip gelen, hikaye anlatıcısını öldüren Japara olur.
Kabilesi tarafından azarlanan Japara, sonunda hatasını anlar. Karısının ve oğlunun ölüsünü arar fakat ikisinin de ortadan kaybolduğunu fark eder. Yaptıklarından vicdan azabı çeker ve ağıt yakıp ailesini alan ruhlara yeniden onlarla bir araya gelebilmek için yalvarır. Ruhlar isteğini kabul edip Japara’nın gökler dünyasına ailesini aramaya girmesine müsaade ederler fakat ceza olarak yapayalnız göklerde onları tek başına arayacaktır.
Rivayete göre, Japara’nın Parukopoli’yle olan dövüşünden kalma yara izleri hâlâ Ay’ın çizgilerinde durmaktadır. Ay da zaten onun ailesini ararken yaktığı ateşin yansımasıdır. Ay’ın yörüngesinin ve biçiminin değişmesi de zavallı Japara’nın sonsuz arayışının simgesidir.
Maori Mitolojisi
Maoriler, Yeni Zelanda’ya (o zaman Aotearoa olarak bilinen) Polinezya’dan ilk defa M.S. 13. yüzyılda geldiler. Yeni Zelanda’daki Maori gelenekleri Aborjin Avustralyası’ndan tamamen farklıdır ve kitabın bu bölümünde ele alınmalarının sebebi coğrafi yakınlıklarıdır.
Maori geleneğinde geniş birçok tanrılı kabile yelpazesi vardır ve bu kabilelerin mitleri doğayla iç içedir. Maoriler’in ataları, Pasifik’i boydan boya dolaşarak Hawaii ve Fiji gibi ücra adalara dahi yerleşen Polinezya, Mikronezya ve Melanezyalılarla aynı soydan gelir. Bu eski göçebe geçmişleri Maorilerin denize saygıyla karışık bir hayranlık beslemelerini sağlamıştır ve onlara ait çoğu mitin seyahat, kayıp ve ayrılık gibi temaları olmasını da açıklar.
Ranginui ve Papatuanuku (Gök Baba ve Toprak Ana)
Maori mitolojisine göre Gök Baba Ranginui (Rangi olarak kısaltılır) ve Toprak Ana Papatuanuku (Papa olarak kısaltılır) dünyevi her şeyin atalarıdır. En başta hiçbir şey yoktur (tüm mitlerdeki ortak bir tema) ve bu karanlığın içinde Rangi ve Papa birbirlerine sarılıp milyonlarca yıl uzanırlar. Aralarındaki bağın meyveleri, tamamı erkek olan evlatlarıdır. Bu çocuklar, anne ile babaları arasına sıkışmış, onları çevreleyen karanlık dışında hiçbir şey olmadan yaşamak zorundadır.
Bu oğlanlar büyüdükçe, hazin kaderleri onları gitgide daha da öfkelendirmeye başlar ve anne ile babalarını nasıl ayıracaklarını tartışmaya koyulurlar. Savaş tanrısı ve kardeşlerin içinde en kavgacı olan Tumatauenga, anne ile babalarını öldürmek ister fakat neyse ki kardeşler orman tanrısı Tane-mahuta’nın, anne ile babayı zorla ayırma planında karar kılarlar.
Her biri Rangi ve Papa’yı ayırmayı denerler fakat çabaları fayda etmez. İş yine Tane-mahuta’ya düşer. Tane-mahuta, muazzam kudretiyle göğü yerden ayırarak dünyaya ilk ışık huzmesini ve şafağı getirir. Bu ayrılıkla yıkılan Rangi gözyaşlarını kederli yağmur damlaları olarak yeryüzüne yağdırır, nehirleri ve gölleri oluşturur. Anne ile babanın ayrılığında kardeşlerin her biri ayrı bir görev edinir. Her şeyin olduğu gibi sürmesini istemiş olan rüzgar tanrısı Tawhirimatea gökyüzünde teselli bulup kardeşi Tane-mahuta’nın ağaçlarını fırtınalı gücüyle sarsar. Deniz tanrısı Tangaroa, Tawhirimatea’nın öfkesinden kaçıp okyanuslara sığınır.
Çiftin ayrılığının yası bugün bile hissedilebilir: Rangi üzgün üzgün ağlamaya devam eder, yeryüzüne yağmurlar yağdırır. Ayrıldığı karısı Papa ise yer sarsıntılarıyla toprağı yarmaya, böylece aralarındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya çalışır. Fakat ikisi de sonsuza kadar ayrı kalırlar.
Maori Tanrılarının Soy Ağacı
Tangaroa (Deniz Tanrısı)
Tangaroa’nın denize kaçışı, özellikle de ailesi arasında kargaşa yaratır. Tangaroa’nın oğlu ve sürüngenlerin, köpekbalıklarının, kertenkele ve vatozların atası olan Punga, babasının ardından denize gider. Punga’nın iki oğlundan sadece biri, balıkların atası Ikatere, babasının izinden denizin derinliklerine dalar. Punga’nın diğer oğlu ve sürüngenlerin atası olan Tu-te-wehiwehi, kendini kuru topraklara bağlanmış halde bulur ve ormanlara sığınır. Bu nedenle deniz Tane-mahuta’yla zıtlaşmaya ve kendi soyundan gelenlerle buluşabilmek için toprağı aşındırmaya devam eder.
Ahşap Oymalar
Ahşap oyma sanatı Maori geleneğinde önemli bir yere sahiptir ve Maori halkının ve kültürünün adeta kaydını tutmuştur. Bu nedenle mitolojiyle heyecan verici bir geçmişi olması da şaşırtıcı sayılmaz.
Rua-te-pupuke isimli önemli bir şahsın küçük oğlu olan Te Manu denize açıldığı birgün Tangaroa tarafından yakalanır. Rua, umutsuzluk içinde oğlunun peşine düşer. Tangaroa’nın evine varan Rua, evin incelikli ahşap oymalarla kaplı olduğunu görür. Bunların arasında kendi oğlu da sanki bir duvar süsü gibi tavandan asılı durmaktadır. Rua büyük bir öfkeye kapılıp Tangaroa’yı öldürmeye karar verir fakat yaşlı bir kahya olan Hine-matikotai ona eve girip tüm çatlak ve aralıkları, içeri ışık giremeyecek şekilde tıkamasını önerir. Rua eve girdiğinde evde daha da fazla oyma olduğunu fark eder, bunlar evin dışındaki oymaların aksine birbiriyle konuşur gibi durmaktadır. Rua bu oymalardan yardım ister ve onlar da planı uygulamaya razı gelirler.
Mürekkeple Yazılı
Maori ahşap oymalarının incelikli, özel tasarımları bugün tüm dünyada “kabile” dövmelerde yaşatılmaktadır.
Ertesi sabah ortalık derin bir sessizliğe gömülüdür. Tangaroa, oğlu, torunu ve diğer tüm balıklar uyanmaya çalışırlar ama nafiledir, çünkü her seferinde karanlık onları tatlı bir uykuyla kandırır. Rua’nın intikamı için koşullar hazırdır. Tangaroa’nın evinin önünde bekleyen Rua, evi ateşe verir. Alevler içindeki binadan Kanae (tekir balığı) ve Maroro (uçan balık) gibi kaçanlar olur, fakat balıkların çoğu evin içinde can verir. Rua da felaketten kaçmayı başaranlar arasındadır. Dışarıdaki oymaların bir kısmını alır ve bu ‘dilsiz’ sanatı insanlığa getirir.
Ahşaptaki incelikli desenlerin balık pullarından esinlendiği rivayet edilir. Bu durum Tangaroa’nın onlarla özdeşleştirilmesini açıklayabilir. Rua’nın oğlunun öldürülmesinin anısına, Maori’deki evlerin çatısında dışarıdan girmek isteyenlere karşı bir koruma olarak gargoyle[1 - Gargoyle: Yaratık şeklinde heykelcik. (e.n.)] tarzında (tekoteko olarak adlandırılan) bir erkek çocuk bulundurulur.
Tumatauenga (Savaş Tanrısı)
Tumatauenga, Rangi ve Papa’nın evlatları arasında en kavgacı olandır. Annesiyle babasını ayırmak ve dünyayı ışığa kavuşturmak için onları öldürmek ister. Kardeşi Tane-mahuta’nın daha akla yatkın planı kabul edilse de Tumatauenga’nın kavgacı konuşmaları son bulmaz.
Kardeşlerinin davranışlarına karşılık Tumatauenga, kuşları (kardeşi Tane-mahuta’nın çocukları) yakalamak için kapanlar; balıkları (kardeşi Tangaroa’nın çocukları) yakalamak için ağlar; ekinleri (kardeşi tarım tanrısı Rongo’nun meyveleri) biçecek aletler yaratır. Bu sayede Maoriler rahatlıkla -her ne kadar bu hayvanlar tanrıların çocukları da olsa- et, balık ve sebze yiyebilirler. Tumatauenga’nın kendisine boyun eğdiremediği tek kardeşi rüzgar tanrısı Tawhirimatea’dır. Tawhirimatea, kötü havalarla huysuzluğunu göstermeye bugüne kadar devam etmiştir.
Tumatauenga çok itibarlı ve önemli bir tanrıdır, çünkü insanların ekin ekip balık yiyerek toprak ve denizden yararlanabilmesine imkan sağlamıştır.
Maui-Tikitiki (Yarı Tanrı)
Rangi, Papa ve onların nevi şahıslarına münhasır evlatlarından kuşaklar sonra, pek çok kahramanlığı anlatılan Maui adında bir Yarı Tanrı dünyaya gelir. Bu Yarı Tanrı, henüz küçük bir çocukken ağabeylerinin kanoyla balık avlamaya gidip sepet dolusu balıkla dönmelerini kıskançlıkla izler. Her gün onlarla gitmek için yalvarsa da reddedilir, yaşının küçüklüğü ve boyu alay konusu olur. Maui bu alaylara pabuç bırakmamak için oturup (karakia adında) geleneksel bir Maori büyüsünü kullanarak oltasına olağanüstü bir kuvvet bahşedilmesi için gizlice dua etmeye koyulur.
Birgün Maui, ağabeyleri denize açılmadan önce kanoya gizlenir. Kıyıdan iyice uzaklaştıklarında ortaya çıkıp onları şaşırtır ve o yanlarındayken her zamankinden daha fazla balık tutacaklarına söz verir. Ağabeyleri oltalarını denize atınca karakia’sını tekrar eder ve küçük kano kısa sürede balıkla dolar. Sonra sıra Maui’ye gelir. Ninesinin çene kemiğinden yapılmış sihirli çengelde yem olarak kendi kanını kullanır ve dualar okuyarak oltayı Tangaroa’nın dünyasının derinliklerine fırlatır. Olta ipi gerildiğinde, Maui’nin gerçekten büyük bir av yakaladığı belli olur. Güçlü balık kanolarını bir o tarafa bir bu tarafa sürüklemekte, Maui’nin ağabeyleri ipi kesmesi için ona yalvarmaktadır. Fakat Maui oltasına sıkıca yapışır ve ancak “devasa bir balık” olarak tanımlanabilecek avını çeker.
Ağabeyleri balığın başında beklerken, Maui Hawaiki’deki halkına gidip (Maori halkının mitsel vatanı, Hawaii ile aynı kelime kökünden gelmektedir) balığı eve taşımak için yardım ister. Fakat kanoya geri döndüklerinde Maui ve yardıma gelenler açgözlü ağabeylerin balığı doğrayıp bazı parçalarını kendilerine ayırdıklarını görürler. Neyse ki balık öyle büyüktür ki Hawaiki’deki tüm insanlar ve hayvanlar içine sığabilirler. Büyük balık, Aotearoa’nın Kuzey Adası (Yeni Zelanda) olur, dağlar ve vadiler de ağabeylerin balığı açgözlülükten parçaladıklarının kanıtıdır. Maui’nin kanosu ise ülkenin Güney Adası olur ve buraya insanlar yerleşir. Bugün bile Maoriler Yeni Zelanda’nın Kuzey Adası için Te Ika-a-Maui (‘Maui’nin balığı’) ve Güney Adası için Te Waka-a-Maui (‘Maui’nin kanosu’) adını kullanır.
Hine-Nui-Te-Po (Ölüm Tanrıçası)
Hine-nui-te-po, Tane-mahuta’nın (orman tanrısı olan) kızıdır fakat tanrı onu karısı olarak da alır. Tane-mahuta’nın babası olduğunu öğrendiğinde Hine-nui-te-po utanç içinde yeraltına kaçar ve oranın hükümdarı olur.
Maui, Güneş’in rotasını yavaşlatarak ışığın bütün gün sürmesini sağlamak gibi birçok başarısına rağmen, vaftiz gününde babası onu lanetlediği için er geç öleceğinin bilinciyle yaşamaktadır. Böyle saçmalıkların gözünü korkutmasına izin vermeyerek Hine-nui-te-po’yu ziyaret edip, kendisine ölümsüzlük bahşetmesi için onu kandırmaya karar verir.
Maui, bu ziyaretin öncesinde, kendisine eşlik etmek üzere farklı kuşlardan bir sürü oluşturur. Daha sonra, batı yönünde ufukta kızıl bir parıltı olarak seçilebilen tanrıçayı görmek için yollara düşer. Etkileyici bir varlık olan Hine-nui-te-po’nun saçları yosuna, ağzı bir baraküda balığına benzemektedir, kırmızı parlak taşlardan gözleri vardır. Maui ve ona eşlik eden kuşlar onu bulduklarında tanrıça uyuklar vaziyettedir, bacakları birbirinden ayrıktır ve bacaklarının arasından keskin volkanik cam ve kaya parçaları seçilebilmektedir. Burası, yeraltı dünyasının girişidir.
Maui giysilerini nazikçe çıkarır, incelikli balık pulu desenli Maori dövmeleri ortaya çıkar ve Hine-nui-tepo’nun bacaklarının arasından tüm bedeniyle girer. Arkadaşlarına tanrıçanın ağzından çıkana kadar çıt çıkarmamalarını söylemiş olmasına rağmen bu manzara kuşlardan birine fazlasıyla gülünç gelir ve küçük kuş kahkahalı bir cıvıltı koyverir.
Hine-tui-te-po uyanır ve Maui’yi jilet keskinliğindeki vajinasıyla ikiye ayırır; Maui, yaşayanlar arasında ilk ölen olur. Maui’nin yaptıkları yüzünden tüm Maoriler ölümü tecrübe etmelidir.
2. BÖLÜM
Sümer Mitolojisi
Sümerler Kimlerdi?
Eski Mezopotamya, günümüz sınırlarıyla karşılaştırılarak gösteriliyor.
Sümerler, Güney Mezopotamya’daki Sümer’de M.Ö. yaklaşık 4000’den itibaren yaşamış köklü bir medeniyettir. Yunanlılar tarafından bulunmuş olan “Mezopotamya” ismi, Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan, bugünkü Irak ve Suriye sınırları içinde kalan toprakları kapsar. Bazı Hıristiyanlara göre İncil’deki Nuh’un Gemisi hikayesi bu nehirlerin coşkun akışından esinlenmiştir;
Sümer mitolojisinde de yıkıcı bir tufana dair hikayeler vardır. Jeologların bu bölgede M.Ö. 4000-2000 arasında olmuş ciddi sellere dair kanıtlar bulmuş olması da ilginçtir. Yine de, sel mitlerinin yıkım ve kültürel yeniden doğuş düşüncesine eşlik etmesi yaygın bir durumdur: Benzer mitlerin Yunanlılar, Romalılar ve Orta Amerika Yerlileri tarafından da anlatıldığına rastlarız (Maya selleri için sayfa 109’a bakın). Aynı şekilde, büyük nehirlerin birleştiği birçok bölgede gerçekleşmiş sellere dair kanıtlar bulunabilir.
Milattan önce beşinci yüzyıldan itibaren bu bölgeye çeşitli halklar yerleşmeye başlar ve daha sonra büyük şehir devletlerine dönüşecek halklar ortaya çıkar. Sonraki binyılda, Sümerler olarak bilinen Sami halkı Suriye ve Arap çölleri dahil olmak üzere her yönden buraya göç eder ve bölge gelişmeye başlar. Bu altın çağ yaklaşık M.Ö. 2300’e kadar sürer ve Sümerler’i dünyanın ilk medeniyetlerinden biri yapar. Ancak şehir devletleri arasındaki kaçınılmaz çatışmalar, dış güçlere karşı aralarındaki birliği zayıflatır. (Bu, Roma İmparatorluğu dahil olmak üzere pek çok medeniyetin çöküşüne sebep olan bir hatadır.) Sümerliler, yazının ilk biçimlerinden biri olan ve günümüzde çiviyazısı olarak bilinen formu keşfeden medeniyettir; çiviyazısı, bir tür hece alfabesi olarak da tanımlanabilir. Ayrıca astronomi ve mitoloji alanlarında sahip oldukları temel bilgiler, Yunanlılar dahil olmak üzere pek çok medeniyeti etkilemiştir.
Başlangıçta
Sümerlerin metinlerinin sadece belli kesitleri günümüze kadar ulaşabildiği için hikayelerini bir araya getirebilmek meşakkatli bir iştir. Çiviyazısı alfabeleri 19. yüzyıla kadar çözülememiştir fakat bu metinler bize bu eski medeniyetin (kimisi gerçek, kimisi mitsel) kralları, tanrıları ve kozmolojisi hakkında bilgi verir.
Metinlerin bir kesitinde, başka birçok inanç sistemiyle benzeşen bir evrenin yaratılışı başlangıcı tasviriyle karşılaşırız: yerin ve gökyüzünün birbirinden ayrılması. Sümerlerde, gök tanrı An ve onun topraktaki dişi karşılığı olan Ki, oğulları Enlil tarafından birbirlerinden koparılırlar. Enlil, daha sonra babasını devirerek tanrılar tapınağının kralı olur.
Metnin başka bir kesitinde hava tanrıçası Ninlil’e nehirde çıplak yıkanmaması tembihlenir, çünkü bu Enlil’in ilgisini haddinden fazla çekebilir. Kaçınılmaz olarak, Ninlil ilk fırsatta neşe içinde nehre koşar ve ona tutulan Enlil tarafından kıstırılıp Ay tanrısı Nanna’ya hamile kalır. Enlil’in bu davranışını karşısında dehşete kapılan tanrılar onu ve hamile sevgilisini tanrılar diyarından kovup yeraltına gönderir.
Enlil, oğlunun böyle bir sonsuzluğa mahkum edilmesi düşüncesine katlanamaz ve modern okurlara epey mantıksız gelecek bir plan yapar: Her biri zavallı Ninlil’i hamile bırakan yeraltındaki üç farklı kişinin kılığına girer: bekçi, nehir sahibi ve gemici. Ninlil aralarında üç yarı tanrı da bulunan birçok evlat doğurduğunda, Nanna ailesini ve kardeşlerini geride bırakıp ait olduğu göklere yükselmekte özgür kalır.
Sümerlerden Modern Bir Mit
Burada görülen tablet, silindirik bir şekilde oyulmuş bir taştan yapılmıştır, baskı yapabilmek için taş daha sonra kille kaplanmıştır. Her biri farklı bir sahneyi resmeden bu silindirik mühürler resmi damga ve hatta Sümerli gösteriş meraklılarınca mücevher olarak kullanılmıştır. Altta gördüğünüz tablet, iki kişi arasındaki bir töreni yöneten bir lideri resmetmektedir ve gökyüzünde tasvir edilen nesnelerin Güneş ile gezegenler oldukları iddia edildiği için bu tablet günümüzün pek çok komplo teorisyeninin ilgisini çekmiştir.
O dönemlerde Güneş Sistemi’mize dair bilgi sahibi olunduğunu gösteren Sümer silindir mühür baskısı.
Ayakta duran iki karakterin arasında Güneş’e benzeyen, on bir gök cismiyle çevrili bir şekil görülür; oturan karakterden biraz ötede ise on ikinci bir cisim bulunur. Zecharia Sitchin 1970’lerde bu mührün önemine dair bir kitap yayımlamış, on bir noktanın Güneş Sistemi’mizin dokuz gezegenine ve iki Ay’ına benzediğini ileri sürmüştür; bu da Sümerlerin astroloji bilgisinin ve Güneş Sistemi’ne dair herkesten binlerce yıl önce gelen kavrayışlarının olağanüstü bir örneğidir.
Fakat Sitchin tespitlerini burada bırakmaz. Ona göre “Güneş Sistemi”nin dışında kalan gizemli on ikinci nokta, Nibiru adlı bir gezegeni temsil etmektedir; uzaylılar 3600 yılda bir buradan gelip Sümerleri ziyaret ederek onlar üzerinde deneyler yapacak, onlara bir şeyler öğretecek ve kadınlarıyla ilişkiye gireceklerdir. Sitchin, Anunnaki tanrılarının ölümlülerin dünyasına gelişini konu alan mitlerde anlatılanın aslında pek çok kişinin inandığı gibi An’dan gelen tanrılar değil, bunların uzaylılar olduğunu belirtir.
Bu teoride birkaç sorun vardır; bunlardan en önemlisi Sümerlerin dünya görüşlerini yazılı metinlerde anlatmış olmalarıdır; bu da diğer eski medeniyetlerde rastlanan “dünyanın düz olması, altında ölümcül bir yeraltı dünyasının bulunması ve bütün bunların semavi bir suyla çevrelenmiş olması” düşüncesine benzer. Güneş’ten ya da Güneş Sistemi’nden bahsedilmez. Yine de bu teori bazı insanların aklını çelmiş ve Sümerlerin altın çağından bugüne dek geçen onca zamanda böyle bir ziyaret kayıtlara düşülmemiş olmasına rağmen internet ‘X Gezegeni’nden birkaç binyılda bir dünyayı ziyaret etmeye gelen uzaylılara dair teorilerle dolup taşmıştır.
Bu olay, gerçekliği tartışmalı da olsa, mitlere bağlanma isteğimizi ve açıklanamayanı mantıklı kılmak için herhangi bir hikayeye inanabileceğimizi gösterir. Komplo teorisyenliği, mit yaratmanın bir başka biçimidir; yani, dünyanın gizemlerini çözme gücüne sahip bir üstün varlık yaratmanın dinî olmayan bir yoludur.
Tanrılar ve Kahramanlar
Sümerler sayıca epey çok tanrı yaratmışlardır. Mitlerinde göğe, toprağa, denize, Ay’a ve savaşa adanmış tanrılar gibi diğer mitolojilerdeki tanrılarla akraba olan pek çok karakter vardır.
Sümer metinlerinden çözümleyebildiğimiz kesitler, kurucu tanrılardan bahseder ve onları büyük şehir devletlerinin ilk kralları olarak tasvir eder; daha sonra şehirleri yöneten aileler de onların soyundan gelmiştir. Bu, kralların mümkün olan en yüksek mertebeye yerleşmesini sağlar ve yöneticileri yarı-ilahi statüsüne yükseltmek için dahiyane bir yoldur. Sonuçta kim tanrıların büyük büyük büyük torunlarından birine kafa tutmaya cesaret edebilir ki? Bu yönteme Romalılar da başvurmuştur. (Augustus’un kendi çıkarları için Aeneas’ın hikayesini nasıl kullandığını sayfa 172’de okuyabilirsiniz.)
Enki
Tanrılar, tüm varlıkların uyum içinde yaşadığı cennet gibi bir yer olan Dilmun diyarında otururlar. Tanrıça Nintu, Sümer tanrılarının en önemlilerinden olan Enki’den yağmur yaratmasını ister. Su tanrısı olarak Enki bu ricayı kabul eder ve doymak bilmez bir cinsel iştaha sahip olduğu için Nintu’yu da baştan çıkarmaya uğraşır. Evliliğe kutsal önem atfeden bu Sümer hikayesinde Nintu, Enki onu namuslu bir kadın yapana dek tutkularına teslim olmaz.
Ne yazık ki bu evlilik namusa ilişkin çekinceleri bitiriverir. Nintu dokuz günlük hamileyken Ninsar’ı (bitkilerin tanrısı) doğurur. Babası Ninsar’ı da hamile bırakır. Yalnızca dokuz günlük bir hamilelikten sonra Ninsar, Ninkurra’yı (dağların tanrısı) doğurur. Enki, geleneği bozmayarak Ninkurra’yı da hamile bırakır, o da Uttu’yu doğurur. Enki, Uttu’yu da elde etmeyi başarır, böylece aynı durum dördüncü kuşakta da tekrarlanmış olur.
Uttu’nun dayanacak gücü kalmadığında Nintu onun bedenindeki son “tohumu” alır ve toprağa eker, buradan da sekiz değişik bitki filizlenir. Yeterince belaya sebep olmamış gibi, Enki bu bitkilerin lezzetli göründüğünü düşünür ve onları hemen yiyip bitirir. Fakat bu bebekleri dünyaya getirmesini sağlayacak uzuvlara sahip olmadığı için hastalanır ve bedeninin sekiz yeri şişer.
İmdadına Nintu yetişir, Enki’nin dölünü alır ve sekiz tanrıçayı kendisi dünyaya getirir. Bu tanrıçaların her biri, Enki’nin bedeninde ağız, çene, kaburga gibi zarar gören kısımların birinin tedavisinden sorumludur. Bu mit hem aşırılığın zararlarına karşı bir ders niteliğindedir, hem (insanlar için olduğu kadar bitkiler için de) yaşamın doğuşunu anlatır, hem de çeşitli rahatsızlıklarda dua edilecek tanrıçalar yaratmış olur.
Gılgamış ve Tufan
Gılgamış’ın hikayesi muhtemelen yazılı en eski hikayedir, bu nedenle tekrar tekrar anlatılmayı hak eder. Gılgamış, M.Ö. yaklaşık 2500 yıllarında tarihi Uruk şehrinin kralıdır. Onun etrafında birleşen efsanenin parçaları bu hikayeyi anlatan birçok tabletten kesitler sayesinde bir araya getirilebilmiştir. Gılgamış’ın, tanrıların soyundan gelen bir ölümlü olduğu söylenir. Zengin, nüfuzlu, etkileyici ve inanılması güç derecede kuvvetlidir fakat bu özelliklerine hırs, kibir ve doymak bilmez bir cinsel açlık da eşlik eder.
Tanrılar, o cinsel saldırılarından birini gerçekleştirirken ona Enkidu’nun bedeninde bir rakip yollarlar; fakat bu ikisi yakın arkadaş olunca plan geri teper. Sonunda Gılgamış, kendine aynı zamanda yarı tanrı olan bir suç ortağı edinmiştir, üstelik yeni dostu da ortalığı kasıp kavurmaya en az onun kadar meraklıdır. İki dost bazı kutsal ağaçları devirdiklerinde ve yakışıklı Gılgamış tarafından reddedilen sevgi tanrıçası İştar’ın gönderdiği değerli bir boğayı kestiklerinde tanrılar bir kez daha müdahale etmek zorunda kalırlar. Tanrılar Enkidu’nun onu ölüme götürecek korkunç bir hastalıkla cezalandırılması gerektiğine karar verirler, bu da Gılgamış’ı kendi ölümünün imkanlılığı üzerine düşünmeye sevk edecektir. Bunun üzerine Gılgamış, ölümsüzlük kazanmanın sırrını aramaya koyulur.
Burada ayrıntılarıyla aktaramayacağımız birçok maceranın sonunda Gılgamış Utnapiştim’le -tanrıların ölümsüzlük bahşettiği bir adam- karşılaşır ve hırsla onun hikayesini dinler. Utnapiştim, ona tanrılar divanının insan ırkından usandığı için herkesin öleceği bir tufan koparmaya ve sonra her şeyi yeniden başlatmaya karar verdiğini anlatır. Bu kaçınılmaz tufandan sadece Utnapiştim, bilgelik tanrısı Ea sayesinde haberdar olmuştur. Bir rüyada, Ea ona bu karardan bahsetmiş ve ona ailesini ve tüm hayvanlarla bitkileri kurtarmaya yetecek kadar büyük bir ahşap kayık yapmayı öğretmiştir. Tufan, Utnapiştim ve beraberindeki hayvanlar dışında her şeyi alıp götürür. Denizde geçen birkaç haftadan sonra Utnapiştim üç kuşu azad eder. Kuşların üçüncüsü sahibine, karaya yaklaştıklarını ve artık güvende olduklarını müjdeler.
Bu hikayeyle büyülenen Gılgamış, ölümlülüğünün katlanılabilir olduğunu, çünkü bir bütün olarak insanoğlunun ölümsüz olduğunu düşünerek kendini teselli eder. Uruk’a bir ölümlü olarak fakat kesinlikle daha mutlu döner, mirasının sonsuza dek yaşayacak olmasıyla -bu hikayenin burada tekrar anlatılıyor olmasının da kanıtladığı gibi- avunur.
3. BÖLÜM
Mısır Mitolojisi
Mısırlılar Kimlerdi?
Eski Mısırlılar, M.Ö. yaklaşık 3150’de yaşam kaynakları olan Nil Nehri’nin kıyılarında tek bir medeniyet altında birleştiler. Mitsel Kral Meni, bugün Yukarı ve Aşağı Mısır olarak bilinen bölgeleri bir gecede birleştirmekle görevlendirilmişti. Oysa aslında diplomatik gelişmelerin bir sonuca bağlanması her zaman çok daha uzun sürer fakat mitler her zaman en kestirme yolu tercih eder. Dikkatli okurlarımızın fark edebileceği gibi, Eski Mısırlıları, yakınlarındaki Sümerlilerin çağdaşı haline getirmiştir (Bkz. İkinci Bölüm).
Mumyalanmış ölüler, piramitler, hiyeroglifler, firavunlar ve Sfenksler gibi hemen herkesin aklında Eski Mısır ile özdeşleşmiş birtakım imgeler Mısır kültürünün ritüelleri, dini, mitleri ve eşi benzeri olmayan kimliğiyle ne kadar köklü olduğunu gösterir. Mısır toprakları ve kültürü altın çağını M.Ö. yaklaşık 1500-1000 arasında yaşamış ve yüce firavunlar (hani şu okulda öğrendiklerimiz) bu dönemde iktidara gelmişlerdir. Hatşepsut, Büyük Ramses ve Tutankamon bunlardan yalnızca birkaçıdır.
M.Ö. 4. yüzyılda Makedonya Kralı III. Aleksandros ya da daha yaygın olarak bilinen adıyla Yunan hükümdarı Büyük İskender, devasa Pers İmparatorluğu’nu fethederek Suriye ve Mısır’ı da kapsayan geniş bir coğrafik bölgenin hâkimi oldu. Sonraki sekiz yılda, Yunanlı hükümdar üç kıtaya uzanan bir imparatorluk kuracaktı. İskender, Mısır’da bugün de aynı adı taşıyan yeni bir büyük kent kurdu: İskenderiye. Fakat eski Mısırlıların dinleri ve mitleri böyle ağır bir yenilgiden bile pek etkilenmedi. Aksine, Mısırlılarla Yunanlar arasındaki yoğun bir bilgelik ve bilim alışverişi yaşandı, İskenderiye de önemli bir eğitim merkezi olarak ün kazandı.
Kalbinde Nil’in aktığı, denizler, dağlar ve çöllerle çevrili ülke coğrafyasının yanı sıra uzun ömürlü bir medeniyetin parçası olmasının da etkileri Mısır mitolojisinde hissediliyordu, bu nedenle de Mısır mitolojisi karmaşıktı. 2500 görkemli yıla yayılan on sekiz müteakip kraliyet hanedanı, antik Mısır’ın kültürünü ve ibadetlerini yoğun biçimde etkilemişti. Mısırlılar için mitler sadece hikaye olmanın ötesinde bir öneme sahipti. Mısırlı tanrılara dair bazı kadim hikayelerin kökleri -Güneş’in, Ay’ın ve yıldızların geçişi gibi evrenin belli başlı gerçeklerine dayanıyordu. Ayrıca o günün toplumuna ahlak ve davranış dersleriyle yol göstermeyi amaçlıyorlardı.
Evrenin Yaratılışı
Mısır’da yaratılış efsanesinin birden fazla versiyonu vardır, çünkü kültürü oluşturan her bir bölge kendi yerel tanrılarını ve etiyolojik efsanelerini kadim hikayelerin içine yerleştirmek istiyordu. Bu nedenle isimler ve ayrıntılar hikayeye bağlı olarak değişiklik gösterir. (Mısırlılar daha sonra evreni yaratmakta pek çok farklı tanrıya iş düştüğü, bunların da tesadüf eseri evreni aynı gün yaratmaya koyulduğu bilgisini vererek bu uyuşmazlıkları ortadan kaldıracaktı.)
Başlangıçta (en azından hikayelerden birinin başlangıcında) hiçliğin bulutsu kaosundan başka hiçbir şey yoktu, bu kaos da tanrı Nun ile kişileştiriliyordu. Bu boşluktan Ben-Ben adı verilen piramidimsi bir tepecik çıktı, bu tepecikteki bir nilüfer çiçeğinden yaratıcı Atum doğdu ve beraberinde ışığı getirdi. (Atum’la Güneş tanrısı Ra arasında bir paralellik kurulmasının sebebi budur.) Atum spermlerini boşluğa savurup ortaya hava tanrısı Shu ile yağmur ve nem tanrısı Tefnut’u çıkararak tanrıların ilk neslini yaratmış oldu. Bu iki tanrı da doğurdular ve toprak tanrısı Geb’i ve gökyüzü tanrısı Nut’u yarattılar, baba Shu kızını havaya kaldırdı ki erkek kardeşinin üzerinden uzanıp yıldızlı bir kubbeye dönüşsün.
Dünyanın, gökyüzünün ve aralarındaki havanın yaratılmasından sonra Atum, Mısır evreninin ilk firavunu olur. Nut’un onu devirecek bir erkek evlat doğuracağına dair kehanet kulağına çalınınca, Atum, Nut
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/mark-daniels/bir-nefeste-dunya-mitolojisi-69403270/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Gargoyle: Yaratık şeklinde heykelcik. (e.n.)