Babil Mitolojisi
Leonard William King
Mitolojiler tamamen hayal ürünü müydü, yoksa başka dünyaların hikâyeleri miydi? Birçok farklı kültürün ve coğrafyanın mitolojisini tek tek ele alacak dizimizin ikinci kitabı, kadim bir coğrafya olan Mezopotamya’nın mitolojisi.
Medeniyet, bundan sekiz bin yıl önce, Fırat ve Dicle nehirlerinin arasındaki verimli topraklarda doğdu. Çevredeki dağlardan ve çöllerden gelen insanların burada kurduğu Babil, antikçağın en önemli ve görkemli şehirlerindendir. Mezopotamya’da gerçekleştirilen kazılar sonucunda elde edilmiş yazıtlara dayanan bu araştırma, Babil, Asur ve Sümer mitolojisiyle ilgili temel gerçekleri ortaya çıkarıyor. Bu kitap sizi tanrılarla şeytanların, kahramanlarla kralların büyülü dünyasına davet ediyor.
Leonard William King
BABİL MİTOLOJİSİ. Mezopotamya Efsaneleri ve İnanışları
Önsöz
Mevcut çalışmanın amacı, okuyucuya Babil dini ve mitolojisiyle ilgili temel bilgiler üzerine kolay anlaşılır bir anlatı sunmaktır. Bu anlatı, son elli beş yıl içinde Mezopotamya’da gerçekleştirilmiş kazılardan elde edilen çiviyazısı kitabelerle Fırat ve Dicle arasındaki Sami halklarının, dini ve batıl inançları hakkında yazdıklarından edinilen bulgulara dayanmaktadır. Son yıllarda dini metinleri açıklamaya yönelik birçok çalışma yapılmış olsa da önemli dini metinler keşfedilip yayımlanmaya devam ettikçe, bu konunun, en azından bir süre daha nihayete ermesi beklenemez. Eldeki malzemelerin bölük pörçük olması tek başına nihai bir anlatıyı oluşturmanın ve gerçeklerin doğru bir şekilde gruplandırılmasının önünde büyük bir engel olarak durmaktadır. Diğer yandan karşı karşıya kalınan bazı nadir Sümerce sözcüklerle karmaşık ideogramların çevirileri de baş edilmesi mümkün olmayan zorluklardandır. İngiliz ve Alman âlimlerin yaptığı çevirilerdeki farklılıklar, konunun zorluğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca halihazırda Babil ve Asur dini üzerine kati ve sistematik bir tanım bulunmamaktadır. Bu küçük kitabın hazırlanması sürecinde, en güvenilir yazarların konu hakkındaki çalışmalarına özenlice başvurulmuş ve ilerideki sayfalarda verilen çiviyazısı metinlerinin çevirileri de özellikle bu amaçla hazırlanmıştır. Önemli görülen yerlerde referans gösterilen ve son zamanlarda keşfedilen metinlerden elde edilen sonuçların, çalışmaya dahil edilmesi için de büyük çaba sarf edilmiştir.
Burada basılı olarak sunulan gerçeklerden, Babilliler ile Asurluların bir dizi doğa tanrısına tapındıkları ve tek bir yüce tanrının varlığına dair hiçbir düşüncelerinin olmadığı açıkça görülmektedir. Tanrılarına ibadetleri biraz sihirden etkilenmiş olup dinsel törenleri esnasında okudukları dualarıyla deyişlerin çoğunun tılsım, efsun ve büyü sözlerinden pek bir farkının olmadığı düşünülmektedir. Her ne kadar yavaş yavaş belirli tanrıların çok daha haşmetli olduğuna dair bir inanış gelişmiş ve Babillilerin tanrılarıyla komşusuna karşı sorumlulukları neticede görece daha yüksek bir ahlaki karaktere bürünmüş olsa da halk büyünün, efsunun ve sihrin gücüne inanmaktan asla vazgeçmemiştir. Babilliler cenaze merasimlerine büyük önem veriyorlardı, çünkü sonraki dünyaya ulaşmanın tamamen bu törenlere bağlı olduğunu düşünüyorlardı. Ancak ruhlarının, ölümden sonra ahirette yaşayacağı hayatın, alışılmışın dışında bir kederle yüklü olacağına da inanıyorlardı.
Çalışmada, büyük tufanla ilgili efsanelerin bazı bölümleriyle Yaratılış efsanesinin belli başlı kısımları arasındaki en belirgin paralelliklere değinilmiştir. Tevrat’ın yazarlarının Yaratılış’ın ilk kısımlarında geçen birkaç ifade için Babil geleneklerinden yararlandıkları genel olarak âlimler tarafından kabul edildiğinden bu konuyu uzun uzadıya ele almanın gereği yoktu.
Bu çalışma vesilesiyle Delitzsch, Jensen, Gunkel, Zimmern, Jeremias, Jastrow ve diğerlerinin eserlerine karşı minnettarlığımı dile getirmek ve ayrıca kitabın hazırlanışı sürecinde vermiş olduğu müthiş yardımdan dolayı Dr. Wallis Budge’a teşekkürlerimi sunmak isterim.
L. W. KING
Londra, 7 Ekim 1899
Babil Mitolojisi
Birinci Bölüm
Babil Tanrıları
Bir zamanlar birçok âlim arasında, Babil medeniyetini tamamen Sami kökenli olarak değerlendirmek oldukça yaygındı. Bu ülkenin dini üzerine yazılar yazanların birçoğuysa çalışmasını, çok erken bir dönemden beri Fırat Nehri’nin kıyılarında varlığını sürdürdüğünü bildiğimiz karmaşık dini uygulamaların ve inanç sisteminin asıl yaratıcılarının, Sami Babillileri ile Samiler olduğu savına dayandırmaktaydı. Oysaki Babil’de gerçekleştirilen son kazılar, Samilerin Babil’e varmasından çok önce Sami olmayan bir ırkın ülkede hüküm sürdüğünü, topraklarını işlediğini, büyükbaş hayvan sürülerinin bakımıyla ilgilendiğini, şehirler kurduğunu, kanallar açtığını ve ülkeyi kayda değer bir medeniyet seviyesine taşıdığını kanıtlar niteliktedir. Ne var ki Sümerler olarak adlandırılan bu halk dahi Fırat Nehri çevresindeki toprakların ilk sahibi değildi. Muhtemelen tıpkı daha geç bir dönemde Samilerin yaptığı gibi Sümerler de göçmendi ve Orta Asya’nın kuzey yarısındaki dağlık vatanlarından çıkıp Fırat ile Dicle nehirlerinin verimli vadisine ulaşmışlardı. Bu toprakların asıl yerlileri hakkında hiçbir bilgimiz olmadığından Sümerler gelmeden önce bu topraklarda kimin hüküm sürdüğünü söylememiz mümkün değil. Hakkında kesin bilgi sahibi olduğumuz şeyse Babil’in ilk yerlilerinin Sümerler olduğudur ve son yıllarda onlarla ilgili bilgilerimiz epey artmıştır. Sami Babillilerinin dinsel inançlarının herhangi bir değerlendirmesinde Sümerlerin varlığı göz ardı edilemez çünkü Sümerler, imparatorluklarının saldırılar sonucu yıkılmasına neden olan Sami işgalcilerinin inançlarını derinlemesine etkilemiştir. Babillilerin dini inançları, her şeyden evvel bu dış etkinin varlığı göz önüne alınmadan hakkıyla anlaşılamaz.
Babil’deki Sümer etkisinin başlangıcının hangi tarihe denk geldiğini belirlememiz pek de mümkün gözükmüyor. Gerçi MÖ altı ya da yedi bin yıl öncesine ait bir tarih vermek, ülkedeki ilk dini merkezlerin kurulduğu dönem için o kadar da abartılı bir tahmin sayılmaz. Diğer yandan Sümerlerin siyasi güçlerinin yıkılışı, yaklaşık MÖ 2500 ila MÖ 2300 yılları arasındaki bir döneme yerleştirilebilir. MÖ 2300’lerde Babil, ülkenin diğer şehirleri arasında çok önemli bir konuma yükseldi ve Sami nüfusu giderek özümsedikleri eski rakiplerine karşı tam bir yükselişe geçti. Bu dönemden sonra Babil şehri, sonraki dönemlerde ismini alacağı Babil ülkesinin başkenti olana dek yükselişini sürdürdü. Babillilerin inançlarının incelenmesini mümkün kılacak uygun materyaller, Babil medeniyetinin başlangıcı olarak almamız gereken erken bir tarih yerine, çok daha geç bir dönemde yapılmış şeylerden oluşuyor. Babil’le Asur’un uzun tarihi boyunca farklı dönemlerde var olan dinsel inançların ve efsanelerin, krallarla yöneticilerin adak olarak verdikleri ya da tarihi kayda geçirdikleri tabletlerde arada sırada yer aldığı doğrudur. Ne var ki Babil mitolojisi ve inancına dair olabildiğince kapsamlı bir bilgiye ancak daha geç bir dönemde, Ninova’nın[1 - Dicle’nin doğu kıyısında bulunan ve Asur Devleti’nin merkezi olan Ninova, bir antik çağ şehridir. Modern Musul şehrinin hemen yanı başında bulunmaktadır. (e.n.)] düşmesinden sadece birkaç yıl sonrasında ulaşabiliyoruz.
Babillilerin büyük dinsel eserlerine dair bildiklerimiz, MÖ yedinci yüzyıla kadar gitmektedir, fakat elimizde bundan daha eski tarihli bir bulgu yok. Koyuncuk’ta (Ninova bölgesinde) gerçekleştirilen kazılar sonrasında ortaya çıkarılan saraylarda höyüklere saçılmış, Asurca harflerle yazılmış binlerce kil tablet bulundu. Tabletlerin çoğunun baskı künyesinde Kral Asurbanipal’ın ismiyle tabletleri kendi kütüphanesine dahil ettirdiğine dair ifadeler yer alıyordu. Kral Asurbanipal, MÖ 669 ile MÖ 625 yılları arasında hüküm sürmüş ve Asur tahtına oturan son krallardan biri olmasına karşın antik Babil’e ve Asur’a ait bilgi kaynaklarının korunması adına çok çaba sarf etmiştir. Kâtipleri, güneydeki eski şehirleri ve tapınakları özellikle ziyaret eder ve oralarda buldukları her türden yazılı metnin kopyasını çıkarırlardı. Çıkardıkları kopyaları, Kral’ın Ninova’daki sarayında toplayıp düzenlerlerdi. İşte Babil mitolojisi ve dini hakkında bildiklerimizin büyük bir kısmı da buradan gelmektedir.
Her ne kadar tabletlerin tarihi yalnızca yedinci yüzyıla dayansa da üstlerine kazınmış metinlerin kökeninin çok daha uzak bir döneme ait olması muhtemeldir ki detaylıca incelenmeleri sonrasında durumun böyle olduğu da ispatlanmaktadır. Örneğin bir metnin iki ya da daha fazla kopyası detay bakımından birbirlerinden oldukça farklıysa doğal olarak bu gibi farklılıkların metne girmesi için hatırı sayılır derecede uzun bir dönemin geçtiği varsayımında bulunuruz. Bununla birlikte kâtiplerin kopyalarını çıkardıkları orijinal metinler, metinlere ekledikleri notlarla baskı bilgileri ve bunları açıklamak üzere derledikleri listeler ve yorumlar; inceledikleri yazılı eserlerin ne kadar eski olduğunu kanıtlamaktadır. Böylesi kanıtlar, Asurluların bize bıraktıkları dinsel metinlerin kendi eserleri olmadığını ve kendilerine daha eski toplumlardan miras kaldığını ortaya koymaktadır. Babilliler, dini inançları konusunda Sümerlerden büyük ölçüde etkilenmişler ve kendileri de Asurluların üzerinde çok daha büyük bir etki bırakmışlardır. Başlangıçta Babil’deki bir avuç sömürgeci olan Asurlular, anavatandaki inancı da yanlarında götürmüşlerdir. Her ne kadar sonradan özgürlüklerini kazanıp sonraki kuşakları buyrukları altında tutsalar da dini sistemleri biraz değişiklik ve düzeltmeyle birlikte tam anlamıyla Babil diniydi. Bu yüzden dini eserleriyle yazıları, Babil dininin incelenmesi için kaynak olarak kullanılabilir.
Asurlulara ait bu tabletleri inceleyip Babil tanrıları hakkında bilgi edinmeye çalıştığımızda, bize gerçekten de şaşırtıcı derecede çok sayıda ilahi varlık sunduklarını görmekteyiz. Babillilerle Asurlular muhafazakâr halklardı ve Babil dini üzerine bildiklerimizi çalışmalarına borçlu olduğumuz papaz sınıfı, nereden gelirse gelsin tüm yerel gelenekleri ve inançları orijinallerine sadık kalarak toplayıp kaydetmişlerdi. Dinleri onlar için hâlâ canlıydı ve tanrılarının varlığıyla gücüne dair inançlarını yitirmemişlerdi, bununla beraber ulusal geleneklerini belirli bir ölçüye kadar yazınsal yönleriyle incelemişlerdi. Ayrıca ülkenin farklı bölgelerinde ve farklı dönemlerde ortaya çıkıp güncellik kazanan ve bazen de birbiriyle çelişen sayısız geleneği sınıflandırıp belirli bir sistem içinde düzenlemeye çalışmışlardı. Örneğin parçaları Asurbanipal’ın kütüphanesinden toplanan en büyük tablet üzerine, tanrıların ve unvanlarının bulunduğu bir liste kazınmıştı. Tablet tamamlandığında yaklaşık 28 cm x 40 cm ebatlarında olmuş olmalıydı. Her iki tarafına da altı sütundan oluşan küçük yazılar kazınmıştı. Her bir sütunda yüz elliden fazla satır vardı ve neredeyse her bir satırda ayrı bir ilahi varlığın ismi yazılıydı.[2 - Tablet, British Museum’daki Ninova salonunda muhafaza edilmektedir.] Bu, üzerinde tanrıların isimlerinin kazılı olduğu sayısız tabletten sadece bir tanesidir ve bu gibi belgeler sayesinde, o dönemde yazılmış eserlerde Babil dininin epey gelişmiş bir durumda olduğunu görebiliriz.
Şayet yalnızca bu gibi listelere bel bağlamış olsaydık Babil tanrılarının neye benzediğine dair tutarlı ve anlaşılır bir kanıya varmak çok zor olurdu. Tabii neyse ki böyle bir şeyle karşı karşıya gelmedik. Tanrılar arasındaki ilişkileri ve görece rütbeleriyle güçlerinin izlerini sürmemize yardımcı bir kaynak olan, içlerinde tanrılara atfedilen unvanların ve sembollerin de bulunduğu birçok ilahi ve dua metni bulundu. Ayrıca tanrılar hakkında hikâyeler ve efsaneler de muhafaza edilmiş olup bunlar sayesinde Babil mitolojisine dair eksiksiz bir taslak çıkarmak da mümkündür. Dahası ülkenin tarihinde, hem yakın dönemlerde hem de çok daha eski dönemlerde tahta çıkmış Babil ve Asur krallarının tarihsel kayıtlarında, sıkça tanrıların isimleri yer almaktadır. Düşmanlar karşısında kazanılan zaferler, her bir hükümdar tarafından kendi tanrılarının lütfettiği yardımlara atfedilmiştir. Hükümdarın bahsettiği isimlerden, hükümdarlığı sırasında hangi tanrılara özellikle hürmet edildiğini öğrenmekteyiz. Babil kralları yapı inşa etmeye önem vermişlerdi ve yeni tapınaklar inşa edip yıkılmaya yüz tutmuş olanları restore etmekten büyük zevk alıyorlardı. Yapım işlerine dair tuttukları kayıtlardan ve tapınaklara konulmuş adak tabletlerinden bu tapınakların, hangi ilahi varlığın onuruna inşa edildiğiyle ilgili epey bilgi edinebiliyoruz. Özellikle erken Sümer dönemi hakkında bilgi edinebileceğimiz bir başka kaynak tapınakların gelirleriyle hesaplarına ait listelerdir. Çeşitli dönemlere ait ticari yazışmalarda sayısı neredeyse tanrıların sayısını bulan kişi isimleri, başlıca tanrılara halk tarafından gösterilen takdir derecesinde görülen değişiklikler hakkında kabaca bir fikir sunmaktadır. Babillilerin tarihlerinin erken dönemlerine ait büyük dini ve mitolojik eserlerin kopyalarının elimizde bulunmaması elbette üzüntü verici, çünkü bu kopyalar sayesinde dini gelişimlerini açık ve net bir biçimde izlememiz mümkün olabilirdi. Bununla birlikte bahsi geçen sayısız dolaylı bilgi kaynağı da geç dönem Asur ve Babil imparatorluklarının dini metinlerini kontrol edip sınıflandırmamızı mümkün kılmaktadır. Bu sayede Babil mitolojisi ve inancına dair yerli kaynaklardan bilgi elde etmek ve Eski Ahit ile klasik yazarların eserlerinde atıfta bulunulan ülkenin dinine yönelik sınırlı kaynak metinlerini bir bütün haline getirmek mümkündür.
Daha geç tarihi dönemlerde tapındıkları biçimleriyle Babil tanrılarının, çok belirgin ve kendilerine has kişilikleri bulunan varlıklar oldukları düşünülmüştür. Tüm büyük tanrılar insanüstü güçleri ustalıkla kullanırlardı ve rüyalarla tahayyüller dışında onlara tapanlara görülmemelerine karşın her birine insan biçimi bahşedildiği düşünülmekteydi. Ayrıca her birinin salt kendine özgü bir vücudu, farklı özellikleri ve belirgin bir karakteri olduğu tasavvur ediliyordu. Sadece bedenen insana benzemekle kalmıyorlardı, ayrıca düşünce ve hislerinde de oldukça insansıydılar. Tıpkı insanlar gibi bu dünyaya doğuyorlar, insanlar gibi sevip savaşıyorlar ve hatta ölüyorlardı. Aslında Babillilerin yüce güçler hakkında çok cismani düşünceleri vardı. Kendilerinden çok farklı bir yaradılışı ve doğası olan, soyut tek bir yüce ilahi varlığa inanmıyorlardı. Ayrıca her ne kadar tüm güçleri ve kudreti, tapındıkları daha büyük tanrıların çoğuna yüklemiş olsalar da bu tanrıları, insan arzularından etkilenen ve birbirlerine bağımlı olarak hareket eden varlıklar olarak görüyorlardı. Tanrıları hakkında tuhaf hikâyelerle efsaneler yaratmışlardı. Ortaya koydukları eserlerde bazı tanrıların kahramanca ve cesurca davrandıklarını, diğerlerinin şeytanlık ve hainlik gösterdiğini, bazılarının da korkuyla açgözlülük örnekleri sergilediklerini okumaktayız. İnsanların aksine güçlerinin sınırsız olduğu, sihirli silahları ustaca kullandıkları ve güçlü sözlerle büyüler yaptıkları doğrudur, ancak her şeye rağmen insan biçimine bürünmüşlerdi. Bir Babilliyle tanrısı arasındaki ayrım, yaratılışlarından ziyade ait oldukları sınıfın mertebesinde yatıyordu.
Tanrıların eylemlerini anlayıp kendilerine atfedilen özellikleri belirtmeye çalışırken, doğal olarak Babillilere tanrılarının karakterleri arasındaki bu kesin ayrıma neyin ilham verdiği sorunuyla karşılaşmaktayız. Acaba bu tamamen hayal güçlerinin bir eseri miydi yoksa keyfi bir yaratıcılıktan mı ileri geliyordu? Soruya olumsuz bir yanıt vermek için inançlarının karşılaştırmalı bir incelemesine başvurmamıza gerek yok, çünkü tanrıların karakterleri zaten doğrudan kökenlerini açıkça ortaya koymaktadır. Tanrılar, doğal güçlerin kişileştirmeleridir. Başka bir deyişle tanrılarla onlar hakkında anlatılan çoğu hikâye, Babillilerin yüzlerce yıllık gözlemlerinden sonra çevrelerindeki doğada işlediğine tanık oldukları güçlerle değişimlere getirebildikleri en iyi açıklamanın ürünüdür. Babilli, Güneş’in her gün başının üstünden geçtiğini görmüş, Ay’ın evreleriyle yıldızların devinimlerini gözlemlemiş, rüzgârın esintisini hissedip şiddetli fırtınalardan korkmuştur, ancak bunların aslında doğa kanunlarının bir sonucu olduğuna dair en ufak bir fikri dahi olmamıştır. Diğer ilkel halklarla birlikte bu olayları, kendine çok benzeyen varlıkların eseri olarak yorumlamıştır. Doğanın, tecrübe ettiği olaylara göre bazıları insana karşı dostça, diğerleriyse düşmanca davranan sayısız varlık sayesinde hareket ettiğini düşünmüştür. Doğadaki daha büyük güçlerle kuvvetlerden yola çıkarak daha büyük tanrıların var olduğu sonucuna ulaşmıştır ve onlar hakkında anlattığı birçok efsaneyle mitte, aslında evrenin işleyişine dair ne kadar saf bir düşünce yapısı olduğunu görebilmekteyiz. Anlattıklarında kinayelerden ya da karmaşık sembollerden kaçınmıştır, hikâyelerine de gerçekten inanıp yaşamını bunlardan edindiği öğretilere uygun olarak biçimlendirmiştir.
Bu sebeple Babil inanç sistemi, genel itibarıyla bir doğaya tapınma olarak değerlendirilebilir ve tanrılar da doğanın çeşitli güçlerinin kişileştirilmeleri olarak sınıflandırılabilir. Ancak daha başlangıçta, önceden gereğince açıklığa kavuşturulmamış bir zorluk karşımıza çıkıyor. Erken dönem tarihi boyunca, ülke tek bir yönetim altında kurumsal bir bütün olmaktan ziyade, hemen yakınlarındaki topraklarla birlikte büyük şehirlerin meydana getirdiği birbirinden bağımsız bir dizi devletten oluşmaktaydı. Yüzyıllar süren bağımsızlık ya da koalisyon yönetiminden sonra, birbirlerinden ayrık olan bu krallıklar kalıcı olarak birleştiler. Bu belirsiz geçmişe baktığımızda birçok büyük Babil tanrısının varlığının izlerini sürebiliyoruz. Ayrıca tıpkı sonraki dönemlerde olduğu gibi bu erken dönemde bile bu tanrılara tapınmanın, ülkenin her yerinde eşit derecede yaygın olmadığını, aksine her bir ilahi varlığın farklı şehirlere ayrılıp varlığının oralarda daha güçlü olduğunu görüyoruz. Örneğin Yeryüzü Tanrısı Enlil’e Nippur’da tapılıyordu. Denizlerin Tanrısı Ea’ya Eridu’da, Ay Tanrısı Nanna’ya Ur’da, Güneş Tanrısı Utu’ya Larsa’da vs. tapınılmaktaydı. Birlikte ele alındığında tüm ilahi varlıklara tapınma, doğanın farklı kısımlarına tapınmaya dair tutarlı bir resim sergilemekte olup, böylesi bir resim hiç şüphesiz sonraki dönemler için ulusal dinin genel karakterine tam olarak uygun düşmektedir. Öte yandan ülkenin büyük şehirleri en eski döneminde tek bir krallığın parçalarını oluşturmuyordu ve büyük doğa tanrılarının köken itibarıyla birbirlerinden bağımsız olan bu kadar çok sayıda şehre, yerel anlamda nasıl dağıldığını net bir biçimde açıklayabilmek mümkün görünmüyor.
Bu sorunun çözümünü bulmak için Babillilerin dini sisteminin, uzun bir döneme yayılmış kademeli bir gelişmenin ürünü olduğu gerçeğinin farkına varmak gerekir. Geç dönem Babillilerinin uyguladığı tutarlı bir doğaya tapınma düzeni, onlara uzak atalarından ve bu topraklardaki seleflerinden doğrudan ve tamamlanmış bir biçimde bırakılmamıştı. Bu çok uzak dönemde, bu din düzeninin durumunun çok basit ve ilkel bir yapıda olduğunu varsayabiliriz. Bu erken dönem halklarının ufku, yaşadıkları şehrin duvarlarının yalnızca biraz ötesiyle sınırlıydı ve her bir şehir kendi tanrısına tapınmak ve onun onuruna savaşmaktan memnuniyet duyuyordu. Tanrının kaderi tapınıldığı şehrin kaderine bağlıydı. Tanrının düşüşünün hemen ardından şehir de düşerdi. Birbirinden ayrık bu şehirlerin kademeli olarak birleşip daha büyük eyaletler oluşturmaları, yerel tanrılar arasında bir uyarlamanın yapılmasını da gerekli kılıyordu. Bu tip koalisyonlarda baskın olan şehrin tanrısının, doğal olarak onunla ilişkilendirilen işgal edilmiş ya da bağımlı kılınmış şehirlerin tanrısı üzerinde üstünlüğü oluyordu. Babillilerin tanrılarının bazıları arasındaki ilişkilerin, bu vesileyle ortaya çıktığı düşünülebilir. Yine de bir şehre özgü tanrının, doğanın büyük güçlerinden biriyle ilişkilendirilmesi sürecini ortaya çıkarırken, evrenin özel bir parçasının tanrısı olarak görünmesinin en başından beri doğasından mı kaynaklandığına yoksa bunun sonradan gerçekleşen bir gelişme mi olduğuna karar vermek zordur. Bu gibi sorular bir dizi ilgi çekici sorunu da beraberinde getiriyor. Bunların çoğu Babillilerin erken dönemlerine yönelik eserlerin giderek daha fazla yayımlanmasıyla şüphesiz çözülebilecektir. Eklemeliyim ki her ne biçimde açıklarsak açıklayalım, farklı Babil kentlerinde önemli doğa tanrılarının birçoğuna tapınma, Babil inanç sisteminin en çarpıcı özelliklerinden biridir.
Babil’in başlıca tanrılarının kabataslak bir şemasını oluştururken kendimizi, Babil kentinin iktidara yükselmesiyle başlayan ve sonraki dönemlerle devam eden süreyle sınırlandırmamız yerinde olacaktır. Babil kentinin başkent olmasından sonra ülkenin farklı kesimleri, tek bir devlet yönetimi altında birleşmiştir. Elbette incelememizi, Sümerlilerin ülkenin hâkimi olduğu ve Samilerin etkilerinin henüz hissedilmediği daha eski dönemlere doğru geriletmek de mümkündür. Her ne kadar Sümerli ilahi varlıklara dair araştırmalar henüz emekleme aşamasında olsa da Nippur, Ur ve Tello’dan elde edilen erken dönem tabletlerinde yazıldıkları haliyle isimlerini çıkarmak ve Asurluların daha sonraki açıklayıcı listelerinin yardımıyla kısmen de olsa Babilliler tarafından benimsenen isimlerin, sembollerin vs. nasıl değiştirildiklerinin izini sürmek mümkün olabilir.[3 - Bkz. Morris Jastrow’un Religion of Babylonia and Assyria (Babil ve Asur Dini) adlı eserinde derlenen bazı ilahi varlıkların isimleri ve sembolleri, s. 51 ve sonrası.] Ancak böyle bir planı mevcut çalışmanın sınırları içinde takip ederek çoğu hâlâ bir tahmin meselesi olan isimlerle eşlemelerden ibaret bir liste çıkarmaktan pek öteye gidemezdik. Bu yüzden sadece Babil mitolojisinde belirgin bir rol oynayan büyük Sami ilahi varlıklarından bahsetmek ve sırf sonraki karakterlerini tanımladığından dolayı onların Sümerli ilk örneklerine değinmek daha iyi olacaktır.
Sami döneminde bile Babilli tanrılar topluluğu kayda değer değişiklikler geçirmiştir. Sümerli ilahi varlıkların özümsenmesi aniden oturan bir süreç değildi ve iki sistemin birleşmesi ülkenin her yerinde aynı sonuçları doğurmadı. Üstelik sonraki dönemde, tıpkı önceki dönemlerde olduğu gibi, her şehrin kendi yerel tanrısı bulunuyordu. Tüm şehir onun hizmetine adanır ve tapınağının etrafında geleneklerle söylenceler bir araya getirilip sergilenirdi. Bu gibi yerel geleneklerden herhangi birinin Babil sisteminde kazandığı önem derecesi, geleneğin ortaya çıktığı şehrin siyasi konumu ve etkisiyle orantılıydı. Bu sebeple tanrıların bazılarının konumları ve ilişkileri hakkında çok çeşitli geleneklerle karşılaşmamız pek şaşırtıcı değildir. Bununla beraber ülkenin kademeli olarak birleşmesiyle farklı geleneklerin birçoğu birbiriyle uyumlu hale geldi ve papazlar tarafından açıklandı. Nitekim yerel inançlarla siyasi değişimlerin etkisini dikkate almakla birlikte medeniyetin büyük dini ve efsanevi eserlerinde, konum ve karakterleriyle uyumlu olarak Babil tanrılar topluluğunun kısa bir taslağını çıkarmak mümkündür.
Etki alanları bütün evreni saran büyük ilahi varlık üçlüsü Anu, Bēl ve Ea tanrılar topluluğunun başına yerleştirilebilir. Anu cennetin tanrısıydı, Bēl yeryüzü ve insanlığın tanrısıydı, Ea ise yeryüzünün altındaki derin suların tanrısıydı. Sümer tarihinin çok erken bir döneminde bu üç ilahi varlığın birbiriyle yakından ilişkili olduğundan bahsediliyor ve Sümer’de onlara verilen isimlerse Anna (Anu), Enlil (Bēl) ve Enki (Ea). İsimlerinin üzerine kazındığı tabletin yazılmasını sağlayan Lugalzagesi, hükümdarlığının kanıtlarına ulaştığımız en eski Sümer krallarından biriydi ve böylece bu büyük tanrı üçlemesinin varlığının izlerini, bildiğimiz tarihin başlangıcına dek sürebilmekteyiz. Daha geç dönemlerde evrenin en büyük tanrıları olan bu üç ilahi varlık arasındaki ilişki sarsılmadan kalmıştır. Üçlünün her bir üyesinin kendine ait bir tapınma merkezi vardı. Bu yüzden Anu’ya, her ne kadar ülkenin diğer kesimlerinde tapınakları olsa da, Uruk’ta hususi bir hürmet duyuluyordu. Şehrin Babil’deki ismi Erek’tir ve Yaratılış efsanesindeki uluslar listesinde Babil’in en eski şehirlerinden biri olduğundan bahsedilir. Sümer tanrısı Enlil daha önce de ifade edildiği üzere Samiler tarafından, Tanrı Bēl olarak tanımlanıyordu. Nippur kentindeki tapınağı Ekur’da Bēl’e tapınmak, halihazırda elde edilen arkaik yazıtlarda kanıtı bulunan en eski yerel inançtı. Üçlünün son üyesi Ea’ya tapınmaysa Babil’in büyük şehirlerinin en güneyinde bulunan Eridu’da başlamıştı. Bu bölge şimdi Şattülarap’ın ağzından yaklaşık seksen kilometre mesafede bulunan Ebu Şahreyn höyüğüyle işaretlenmiş olup mevcut delta oluşmadan önce Babil tarihinin en eski döneminde Basra Körfezi’nin kıyısında konumlanmış olmalı.
Silindir bir mührün baskı kopyası. Ur kralı Ur-Nammu, (MÖ yaklaşık 2500 yılı) Ay Tanrısı Enzu veya diğer adıyla Sin’in önünde ibadet ediyor. Metinde yazanlar şöyle: “Senin hizmetkârın Khashkhamer, Ishkun-Sin şehrinin yöneticisi, bu mührü senin adına tahsis ediyor, Ur kralı, büyük kahraman Ur-Nammu.” British Museum, Numara 89, 126.
Bu üç ilahi varlığın dünya çapındaki egemenliğinden sonra, iki ışık tanrısı olan Sin ve Şamaş ile Atmosfer Tanrısı Ramman’dan oluşan ikinci bir tanrı üçlemesi yapılabilir. Ayrıca Nannar adıyla da bilinen Ay Tanrısı Sin’in iki ana tapınma merkezi bulunmaktaydı: Ur’daki E-gish-shir-gal tapınağı (Yüce Işığın Evi) ile Harran’daki E-khul-khul tapınağı (Zevklerin Evi). Bunlardan ilki çok daha eski dönemlere ait bir tapınaktır. Ur kentinde, Ay Tanrısı’na tapınma çok daha antik dönemlerde bile mevcuttu ve hem nüfus hem de ihtişam bakımından başlıca ibadet merkezleri olan Sippar ve Larsa şehirlerinde iki büyük tapınağı olan (iki tapınak da E-babbar, “beyaz saray” ismini taşıyordu) Güneş Tanrısı Şamaş’ı bile gölgede bırakmıştır. Geleneklere göre Şamaş, aslında Ay Tanrısı’nın oğlu olarak görülüyordu ve Güneş’e tapınmanın Ay inancının daha altında bir sıralamaya düşmesi erken dönemlerdeki Babil dininin ilginç bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Mitoloji sisteminin bütünüyle geliştiği daha ileriki bir dönemde Güneş Tanrısı daha önemli bir konuma yükselmiştir. Böylece sonraları cennet ile yeryüzünün hâkimi olarak görülmüş ve efsanelerde haksızlık ya da kötülük durumlarında ne yapılması gerektiği onun kararına bağlı olmuştur. Başta gök gürültüsü ve şimşekle özdeşleştirilmesinin yanında Tanrı Ramman genel anlamda hava tanrısıydı; bulutları, sisi ve yağmuru kontrol ederdi. Askeri kuvvetlerinin çarpışmalardaki ilerleyişini Fırtına Tanrısı’nın saldırısına benzetmeyi seven Asur kralları tarafından Ramman’a özellikle hürmet edilirdi.
Kimilerince “Güneş Tanrısı Tableti” denen tabletten bir sahne. Babil kralı Nabu-apla-iddina (MÖ yaklaşık 900 yılı) Güneş Tanrısı Şamaş’ın huzurunda ibadet ediyor.
Babil tanrıları topluluğu içinde en önemli ilahi varlık, elbette ki Babil kentinin yerel tanrısı olduğundan kendi şehrinin halkı tarafından en çok saygı duyulan Marduk’tu. Etki alanının bu denli geniş olması Babil kentinin birleşik bir imparatorluk içinde başkent konumuna yükselmesinin bir sonucudur. Ayrıca sırf bundan dolayı da ibadeti Nippur kentinde yüzyıllarca süregelmiş eski Babil tanrısı Bēl’le özdeşleştirilmesinin ve Babil efsaneleriyle mitolojisinde oynadığı önemli rolün izlerini sürebilmekteyiz. Marduk, Hammurabi döneminden itibaren hiçbir zaman diğer tanrılar üzerindeki bu üstünlüğünü yitirmemiştir. Babil’in henüz bilinmediği dönemlerdeki görece önemsiz bir tanrı olarak görülmesine dair bulunan kanıtlardan, asla en eski tanrılardan biri olarak görülmediği ve sonraki niteliklerinin başlangıçta kendisine bahşedilmediği görülebilir. Kudretini ve üstünlüğünü, hem tanrılara hem de insanlığa karşı sunduğu hizmetler ve yiğitliği sayesinde kazanmış bir tanrı olarak tasavvur edilmiştir. Marduk’la yakından bağlantılı olarak Borsippa şehrinin tanrısı Nabu’dan bahsedebiliriz. Fırat’ın karşı kıyısında, Babil’in biraz güneybatısında kurulan Borsippa’nın günümüzdeki sınırları Birs Nimrud[4 - Modern Hilla şehrine yaklaşık 15 km mesafede bulunur.] höyüğüyle belirlenmiştir. Ayrıca sonraki dönemlerde başkentin kenar mahallelerinden biraz daha büyükçe bir yerleşim yeri olarak da sayılabilirdi. Burada Marduk’la onun oğlu ve vekili olduğu düşünülen Nabu arasındaki yakın ilişkinin izlerini sürebiliriz. Nabu’nun Borsippa’daki tapınağı E-zida ile Marduk’un Babil’deki büyük tapınağı E-sagil’in birbiriyle yakından ilişkili olduğu düşünülmektedir ve bu iki mabet zamanında ülkedeki en meşhur tapınaklardı.
Bir başka önemli ilahi varlıksa Nergal’dı. Kütü (ya da Kutha) isimli şehirdeki tapınağı E-shidlam, Kuzey Babil’deki en eski ve en büyük mabetti. Genel karakteri itibarıyla Nergal, savaş tanrısıydı. Şüphesiz yok edici doğasından ve ölümü yayma gücü olduğundan ölülerin tanrısı olarak da görülürdü. Nergal ile Kutha şehri arasındaki ilişki, uzun Babil tarihi boyunca asla kopmamıştır. Ur kentinin ilk krallarından biri olan Dungi, tarihi kayıtlarında bu şehirde Nergal’ın tapınağının inşa edilip daha sonra onarılmasından bahseder. Bundan iki bin yıldan daha uzun bir süre sonra bile Akad Kralı Sargon’un, Samarya’yı sömürgeleştirmek üzere gönderdiği Babilliler arasında Kutha şehrinden bazı kişilerin, harap edilen şehirde gezinen aslanlardan kendilerini koruyacağına inandıkları Nergal’ın bir heykelini yaptıklarını okumaktayız. Nergal’la sonraki dönemlerde yakından ilişkilendirilen bir tanrı da Ninip’ti. İsminin bir yerlerde geçtiğinin varsayılmasının yanı sıra asıl tabiatı da biraz belirsizlik içermektedir. Ne var ki Asur krallarının yönetimi altında tabiatı daha açıkça belirtilmiştir. Asurlu krallar onu savaş ve av tanrısı olarak görmüşler ve kudretli silahlar üretme kabiliyetlerini Nergal ve Ninip’e atfetmişlerdi. Babillilerin fevkalade eserlerinde aldığı önemli konumdan dolayı, görece daha önemli tanrılar arasında Ateş Tanrısı Nusku’dan da bahsedilebilir.
Babil tanrıçaları tek bir istisna dışında, çok gösterişli varlıklar değillerdir. Ayrıca tabiatları da kesin çizgilerle belirtilmemiş ya da farklı kılınmamıştır. Mevkileri de bir yere kadar Babil’deki kadınların konumuna denk gelmektedir. Babillilerin tanrılarını biçim ve hisleri bakımından oldukça insansı olarak tasavvur ettiklerinden daha önce bahsetmiştik ve tanrılarının eşlerine dair tasarladıkları görüntünün de aynı bakış açısına göre oluşturulmuş olması oldukça doğaldı. Temel işlevleri eşlerinin lütfunu kazanmak ve daha genç bir tanrı neslinin anneleri olmaktan ibaretti. Bazı örneklerde, bağlı oldukları kişiye göre isim aldıklarına dair izlere ulaşabilmekteyiz. Örneğin Anu’nun eşi Anatu ve Bēl’in eşi Bēlit, ilişkilendirildikleri erkek tanrıların tabiatlarının yanı sıra isimleri bakımından da onların dişi emsalleriydiler. Daha geç dönemde adına hitaben söylenen sayısız ilahiye dayanarak çıkarımda bulunacak olursak Ea’nın eşi Damkina, biraz daha önemli bir şahsiyetti. Muhtemelen bu da Marduk’un annesi olmasından kaynaklanıyordu. Öte yandan Marduk’un eşi Zarpanit, değer bakımından eşinden biraz daha düşük bir konumdaydı. Aynı durum Nabu’nun eşi Taşmetu, Ay Tanrısı’nın eşi Ningal, Güneş Tanrısı’nın eşi Ai, Ramman’ın eşi Şala, Ninip’in eşi Gula ve Nergal’ın eşi Laz için de geçerliydi. Aslında Babil’in tanrıçalarının yetkileri vardı, ancak bu yetki eşlerine görece bağımlı sayılırdı. Ayrıca hem ibadet ayinlerinde hem de tanrılar hakkında anlatılan söylencelerle efsanelerde, çok önemsiz ve ikinci derece rolleri vardı.
Bu genel kuralın tek çarpıcı istisnası tanrıça İştar’dı. Bu tanrıça kendi başına o dönemlerde diğer tanrıçalara ithaf edilen bütün gücü özümsemiş gibi görünmektedir. Sümer tanrıçası Ninni’yle özdeşleştirilmiştir ve Asur yazıtlarında ulusal tanrı Aşur’un eşi olmuştur. Ayrıca “Bēlit” yani “Leydi” olarak adlandırılmış ve bu karakteriyle Bēl’in eşi olarak unvanlar ve imtiyazlar üstlenmiştir. Zamanla “İştar” ismi tanrıçalar için genel bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır. Dahası İştar, birbirinden tamamen farklı iki karakteri temsil eden iki farklı isimle Babil’de biliniyordu. Ona Anunitu adı verilen Akad’da ve Anunitu’nun Sippar’ı olarak adlandırılan şehirde savaş tanrıçası olarak tapılınıyordu. Bu bakımdan Ay Tanrısı Sin’in ve eşi Ningal’in kızı sayılıyordu. Diğer yandan Frech’teki büyük E-ana tapınağında ona aşk tanrısı olarak tapılıyordu ve Nana’yla özdeşleştirilmişti. Bu bakımdansa Anu ile Anatu’nun kızı olarak görülüyordu. Bu onun daha uysal niteliklerinden biriydi, aşk tanrıçası olarak Dumuzi (ya da Tammuz) ile ilgili efsaneyle ilişkilendirilmiştir. Dumuzi, genç yaşta ölen sevgilisiydi ve onun yeniden canlanması uğruna tanrıça ölüler diyarına inmişti. Erech’te kendi ibadetine bağlı sayısız rahibe ona hizmet ediyordu. Sonraları biçimi Herodot tarafından tanımlanan ve tapınağında uygulanan dini ayinler aşk tanrıçası olarak onun onuruna gerçekleştirilirdi. Asurlular tarafından ona en çok savaş tanrıçası olarak ibadet edilmiştir. Asur’da iki meşhur tapınağı bulunuyordu, biri Ninova’da ve diğeri de Erbil’de olup her iki yerde de savaşçı karakteriyle ona tapınılmıştı.
Babillilerin tarihinin büyük bir kısmında ortaya çıkan başlıca tanrıların temel özellikleri işte böyleydi. Burada çizilen taslak, her ne kadar dini ve tarihsel yazın bakış açısından elde edilmiş olsa da astroloji ve gökbilimiyle ilgili yazıtlarda tanrılara atfedilen özelliklerle tutarsız değildir. Gezegenlerin büyük tanrıların bazılarıyla özdeşleştirilmesi, muhtemelen ya çok erken dönemlere ait ya da çok ilkel bir gelişme değildi, ancak Babilli tanrılar topluluğu tam anlamıyla oluşturulduktan sonra ortaya çıkmıştı. Bir grup yerel tanrıya ibadet, yerini düzenli bir doğaya tapınma sistemine bıraktığında efsanelerle söylencelerin gelişimi, tanrıların birbirleriyle sürekli ilişki içinde olduklarına dair bir inancı gerekli kılmıştı ve Babilliler için tanrıların özel bir yerde yani göklerde bir arada yaşadıklarını varsaymak pek tuhaf olmamıştı. En erken dönemlerden itibaren Güneş ile Ay sırasıyla Şamaş ve Sin tanrılarının sembolleri olarak görülmüştür. Ayrıca bu iki ışık saçan büyük cismin devinimlerinin, bu tanrılar tarafından yönlendirildiğine inanılıyordu. Sonraki dönemlerde gezegenlerin devinimlerinin, ayrıca sembolleri bu gezegenler olan tanrılar tarafından yönlendirildiği düşünülmüştür. Bu bakımdan Marduk Jüpiter’le, İştar Venüs’le, Ninip Satürn’le, Nergal Mars’la ve Nabu Merkür’le özdeşleşmiştir.[5 - Bkz. Jensen, Die Kosmologie der Babylonier (Babil Kozmolojisi), s. 134 ve sonrası.] Daha önce tanrılar topluluğunun başında bulunduklarından bahsettiğimiz büyük tanrılar üçlüsünün üyeleri, bu sürecin dışında bırakılmamış: Bēl ile Ea gökyüzüne nakledilip orada Anu’yla bir arada tutulmuş ve böylece üçlü gökleri kendi aralarında paylaşmışlardır.
Yukarıdaki taslak içinde sadece ilāni rabūti’den yani Babil’in “büyük tanrıları”ndan bahsedilmiştir, ancak çeşitli güçleri ve etki alanları olan sayısız iblisin ve cinin yanı sıra bu tanrılara kıyasla ikinci sırada gelen bir sürü daha az önemli tanrının da bulunduğunu unutmamak gerekir. Görece önemsiz bu cin grubunun içinde dini yazıtlarda en sık bahsedilen iki grup Anunnaki ile İgigi’dir: sırasıyla “yeryüzü cinleri” ve “gökyüzü cinleri” anlamına gelmektedir. Her bir gruptan genellikle diğer grupla bağlantılı olarak bahsedilir ve büyük tanrıların isteklerini yerine getiren varlıklar olarak tanımlanırlar. Büyülerle ilgili yazınsal metinlerde, insanlara karşı düşmanca davranan iblislerin, hayaletlerin ve cinlerin sayısı bir hayli fazladır ve onların şeytani etkilerinden kaçınmak için büyünün yardımına sığınmak ve güçlü tılsımlar kullanmak gerekmektedir. Böylece onların yıkıcı eylemlerinden, insanları ancak büyük tanrıların yardımı koruyabilmektedir.
İkinci Bölüm
Gökyüzü, Yeryüzü ve Cehennem
Babillilerin üzerinde yaşadıkları yeryüzünün biçimi ve doğası hakkında oluşturdukları düşüncelerini, cennetin yapısına dair edindikleri fikirlerini ve ayrıca mezardan sonra bir yerlerde geçirecekleri güne dair beklentilerini ancak yazılı kaynaklarının kalıntıları arasındaki tesadüfi göndermeler ve imalı ifadelerden öğrenebiliyoruz. Elimizde Babilli bir rahibin kaleminden çıkmış hiçbir ilmi eser bulunmadığından tüm bu konular hakkında Babillilerin düşüncelerinin izini, tarihi ve dini metinlerinin bölümlerinde sürüp bunları bir araya getirmek zorundayız. Antik Babillilerin bu gibi sorunlar üzerine eğildiklerine dair elimizde bol miktarda kanıt bulunmaktadır. Arkalarında herhangi bir detaylı evren tanımı bırakmamış olmalarına rağmen metinlerin dikkatlice incelenmesi sayesinde resmettikleri haliyle dünya hakkında oldukça kapsamlı bir fikir elde etmek mümkündür. Babilli tanrılar ve kahramanlar hakkında anlatılan efsanelerin ve hikâyelerin çoğunu anlamak için cennet, yeryüzü ve cehennemi onların bakış açısından değerlendirmek gerekir. Bu yüzden ileriki bölümlerde çevirisi bulunan ya da bahsi geçen efsaneler ve mitlere geçmeden önce bu kavramlarla ilgili görüşlerinin izini sürmek yerinde olacaktır.
Yeryüzünün oluşumu ve biçimiyle ilgili olarak Babilli eski bir kahraman olan Etana hakkında anlatılan bir efsanede, ilginç bir paragrafa rastlıyoruz. Kartal, Etana’nın arkadaşlarından biriymiş ve bir gün Etana’yı cennete uçurmayı teklif etmiş. Etana, Kartal’ın teklifini kabul etmiş ve Kartal’ın tüylerine tutunarak yerden ayrılıp göklere çıkarılmış. Birlikte yükseklere doğru çıktıkça Kartal, Etana’ya giderek küçülen yeryüzüne bakmasını söylemiş. Uçuş boyunca farklı yüksekliklerde üç kez aşağı bakmasını söylemiş ve her bakışında gördüğü sadece su olmuş. İki saatlik bir aradan sonra Kartal, “Yeryüzünün görünüşüne bak dostum. Dikkatlice denize bak. Hemen yanındaki Bilgelik Evi[6 - Denizlerin dibinde ikamet eden Bilgelik Tanrısı Ea’nın yaşadığı yer.]. Bak, yeryüzü nasıl dağ gibi görünüyor ve deniz de su havuzuna dönüşüverdi,” demiş. Etana’yı iki saat daha yukarılara çıkardıktan sonra Kartal, “Yeryüzünün görünüşüne bak dostum. Deniz, yeryüzünün etrafında bir kuşak gibi görünüyor,” demiş. İki saat daha yükseldikten sonra Kartal haykırmış: “Deniz artık bir bahçıvanın suyoluna dönüştü.” Uçuşlarının daha da yüksek bir noktasında yeryüzü artık bir çiçek tarhının boyutlarına kadar küçülmüş. Bu paragraflardan, efsanenin yazarının yeryüzünü etrafı denizlerle çevrili bir dağ gibi hayal ettiğini anlıyoruz. İlk durdukları noktada Etana ve Kartal denizin, ortasında yeryüzünün yükseldiği bir su havuzu gibi görüneceği kadar yüksekteydiler. Daha sonra deniz o kadar küçüldü ki yeryüzünün etrafında bir kuşak gibi göründü. Sonundaysa deniz, sulama amacıyla kullanılan “bahçıvanın suyolu”ndan birazcık daha büyük görünecek kadar küçülmüştü.
Yeryüzünün, kenarları hafif meyilli bir dağa benzediği yarımküre biçiminde olduğu inanışı, diğer metinlerden de bildiğimiz kadarıyla Babilliler arasında yaygındı. Diodorus Siculus’a[7 - Sicilya’da doğmuş, MÖ birinci yüzyılda yaşamış ve kırk kitaplık bir dünya tarihi yazan Yunan bir tarihçi.] göre Babilliler, yeryüzünün bir “tekne” ve “çukur” gibi olduğunu belirtmişlerdir. Fırat ve Dicle nehirlerinde kullanılan teknelerin omurgaları yoktu ve teknelerin yazıtlarda karşılaştığımız tasvirlerinde biçimleri de daireye benziyordu.[8 - Babilliler ile Asurlular tarafından kullanılan tekneler, Herodot tarafından da tasvir edilmiştir. Ona göre, tekneler bir kalkana benzer biçimde daireseldi. İskeletleri söğüt dallarından yapılmış ve dışları hayvan derileriyle kaplanmıştı. Pruvalarıyla kıç tarafları arasında bir ayrım yoktu. Günümüzde üzerine katran sıvanan ağaç dallarıyla hayvan derilerinden yapılan benzer tekneler Bağdat’ta kullanılmaktadır. (Bkz. Layard’ın Nineveh and its Remains isimli eseri, cilt II, s. 381).] Böyle bir tekne tersyüz edildiğinde Babillilerin yeryüzünü tam olarak nasıl tasvir ettiği görülebilirdi: tabanı bir insanın belini saran kuşak gibi deniz tarafından kuşatılan bir yeryüzü. Mezopotamya’nın düzlüklerinde yaşayan birisine göre yeryüzü, merkezi Irak’ın yüksek sıradağlarıyla oluşturulmuş bir dağ gibi görünürdü. Diğer yandan Babil’in güneydoğusundaki Basra Körfezi ile Hint Okyanusu ve sırasıyla güneybatı ile batıya doğru uzanan Kızıldeniz ve Akdeniz de şüphesiz Babillilerde dünyayı okyanusun çevrelediği inancına neden oldu.
Yeryüzünün üzerinde belli bir yükseklikte, tıpkı yeryüzüne benzeyen çukur yarımküre biçiminde katı bir kubbeye ya da çatıya benzeyen gökyüzü uzanmaktadır. Hem yeryüzü hem de gökyüzü, Apsû adı verilen büyük bir su kütlesinin, yani derin denizin üzerinde yatmaktadır. Gökyüzünün katı kubbesinin nasıl desteklendiği tam olarak belli değildi. Yani kubbenin yeryüzü tarafından mı desteklendiği yoksa yeryüzünden bağımsız olarak sular tarafından mı tutulduğu kesin değildi. Bir görüşe göre yeryüzünün köşesi, yukarı doğru dönerek gökkubbenin dayandığı ve onu çevreleyen dik bir sıradağa benzeyen katı bir duvar oluşturuyordu. Yeryüzünün oluşturduğu dağla bu dağlar tarafından oluşturulmuş dış duvar arasında deniz, dar bir akarsu gibi birikiyordu. Bu düşünce, Etana efsanesindeki bazı ifadelerle uyuşmaktadır, ancak buna karşı olarak denizin çoğunlukla Apsû’yla ya da yeryüzünün üzerine dayandığı kadim Derin Deniz’le özdeşleştirildiği gerçeği ileri sürülebilir. Öte yandan şayet yeryüzünün köşeleri, gökkubbeyi destekliyor olsaydı deniz ile Apsû arasındaki tüm iletişim kesilirdi. Bu sebeple de yeryüzünün gökkubbeyi desteklememesi ve gökkubbenin tüm dayanaklarının tıpkı yeryüzünün olduğu gibi Apsû üzerinde duruyor olması daha muhtemeldi. Başlangıçta, yeryüzünün yaratılmasından çok önce, içinde canavarların yaşadığı sudan başka hiçbir şey yoktu. Bununla birlikte bir başka yaratılış hikâyesi yorumuna göreyse Tanrı Bēl ya da Marduk, Derin Deniz’de yaşayan büyük bir dişi canavarı katletmiş ve sonra bedeninden gökyüzünü ve yeryüzünü yaratmıştır. Canavarın bedenini ikiye bölerek bir yarısından gökkubbeyi ve diğer yarısından da yeryüzünü şekillendirmiş.
Gökkubbenin üzerinde de bir başka su kütlesi bulunuyordu. Katı gökkubbenin desteklediği ve dökülüp yeryüzünü taşırmasın diye yerinde tuttuğu semavi bir okyanustu bu. Kubbenin alt tarafındaysa yıldızlar kendi yörüngelerinde ve Ay Tanrısı da kendi rotasında ilerliyordu. Dahası gökkubbede biri doğuda diğeri batıda olmak üzere Güneş Tanrısı Şamaş’ın her gün dünyanın bir ucundan diğerine geçmek üzere kullanması için iki kapı bulunuyordu. Gökkubbenin arkasındaki doğu kapısından geçip dünyanın ucundaki Gün Doğumu Dağı’nın üzerinden dışarı adımını atıp gökyüzüne doğru yolculuğuna başlardı. Akşamleyin ise Günbatımı Dağı’na gelip gökyüzünün batı kapısından geçerek üzerinden atlıyor ve insanların görüş alanından kayboluyordu. Bir geleneğe göre gökyüzündeki bu günlük yolculuğunu iki coşkulu atın çektiği bir at arabasıyla gerçekleştiriyordu. Bununla birlikte silindir mühürlerin üzerindeki betimlemelerde, yolculuğunu genellikle yayan gerçekleştirdiği görülmektedir. Aşağıdaki görselde Şamaş gökyüzünün doğu kapısından girerken, dünyanın ufkunun üzerinde belirmektedir.
Güneş Tanrısı Şamaş, gökyüzünün doğu kapısından geçerek ortaya çıkıyor. (British Museum’daki bir silindir mühüründen, 89. Numara, 110).
Doğan Güneş’e ithaf edilen aşağıdaki ilahide, Şamaş’ın gökyüzünün doğu kapısından dünyaya girişinden söz edilmektedir:
Ey Şamaş! Gökyüzünün temellerinden tutuşup çıktın,
Parlak göklerin kilidini açtın,
Gökyüzünün kapılarını açtın.
Ey Şamaş! Yeryüzünün üzerinde başını kaldırdın.
Ey Şamaş! Yeryüzünü cennetin aydınlığı ile kapladın.
Akşam güneşine ithaf edilen bir başka ilahideyse Şamaş’ın gökyüzüne geri dönüşüne dair bir gönderme bulunmaktadır:
Ey Şamaş! Sen gökyüzünün ortasına geldiğinde,
Aydınlık göklerin kapılarının sürgüleri seni karşılasın,
Cennetin kapıları seni kutsasın,
Sevgili hizmetkârının dürüstlüğü sana yol göstersin,
Kudretinin merkezi E-babbara’da hükümdarlığın şanlı olsun,
Ve sevgili karın Ai neşeyle huzuruna gelsin,
Ve kalbine huzur versin,
Yüceliğin için adına şölen verilsin.
Ey yiğit kahraman Şamaş! İnsanlık seni yüceltsin.
Ey E-babbara’nın efendisi! Yolun daima açık olsun,
Senin için mutlak güvenilir yoldan gidesin.
Ey Şamaş! Sen dünyanın tek hâkimisin, bu yüzden kararları verensin.
Her akşam Şamaş gökyüzünün iç kısımlarına girdiğinde, orada karısı Ai tarafından karşılanır ve tanrıların ikametgâhında ziyafet çekip geçirdiği yorucu günden sonra dinlenirdi. İnsanların görebildiği gökyüzünün ötesinde ve gökkubbenin desteklediği semavi okyanusun ardında doğaüstü bir güzellikle ihtişama sahip gizemli bir diyar vardı. Tanrıların arada sırada insanlardan ayrı olarak ikamet ettikleri Kirib Shamē yani “Cennetin En Özel Kısmı” denirdi buraya. Genel inanışa göre tanrıların hepsi yeryüzünde ve her biri kendi şehrinde ya da tapınağında yaşardı. Her birinin, ona tapınanların refahını sağlamak maksadıyla burada olduklarına inanılırdı. Şayet çok arzu ederlerse istedikleri her an gökyüzüne gidebilirlerdi. Örneğin Tanrıça İştar, antik Erech şehrinde yaşardı, ancak Kahraman Gılgamış’ın kutsallığına hakaret ettiğini düşündüğünde derhal gökyüzüne yükselmiş ve orada annesiyle babasından yani Gökyüzü Tanrısı Anu ile eşi Anatu’dan intikam talep etmişti. Bununla birlikte tanrılar, sadece böylesine nadir durumlarda yeryüzünden ayrılırlardı ve bu kural doğrultusunda kaderle alınyazısının kararlaştırıldığı tanrıların meclis salonu gökyüzünde değil de yeryüzünde bulunuyordu. Bu salonun adı Upshukkinaku’ydu ve genel konseye çağırıldıklarında tanrılar burada bir araya gelirlerdi. Salonun, doğuda büyük Derin Deniz’in sularıyla sınırlandırılan dünyanın köşesinden çok uzakta olmayan Gün Doğumu Dağı’nda bulunduğu sanılıyordu.
Babillilerin, yeryüzünü büyük bir yarıküre biçiminde tasavvur ettiklerinden zaten bahsetmiştik. Buna ek olarak dünyanın çukur iç kısmının da Derin Deniz’in sularıyla dolu olduğuna inandıklarını eklememiz gerekir. Bununla birlikte yeryüzü katmanını ince bir kabuk olarak görmüyorlardı. Aksine, her ne kadar çukur gibi olsa da bu sert zeminin kabuğunun epey kalın olduğu düşünülmekteydi. “Dünya Dağı’nı” oluşturan bu kabuğun içinde, yüzey seviyesinin derinliklerinde Arallû adı verilen büyük bir mağara vardı ve işte burası ölülerin mekânıydı. Burada yedi duvarla çevrelenmiş büyük Ölüler Evi bulunmaktaydı. Duvarları gerçekten dayanıklı olacak biçimde inşa edilmişti ve o kadar dikkatlice gözetlenip korunuyordu ki bir kez içeri girildi mi bir daha dünyaya geri dönebilme ümidi olamazdı. Arallû’nun (ölüler diyarının) bir diğer adı da māt lā tāri yani “dönüşü olmayan diyar”dı. Ölüler Evi, karanlık ve kasvetli bir yerdi. Orada ölüler, bezgin ve sefil varlıklarını sürdürmekteydi. Gün ışığını asla göremiyorlar ve daimi bir karanlık içinde kalıyorlardı. Tüylerden yapılmış kıyafetler giydikleri için kuşlara benziyorlardı. Yedikleri tek şey, toz ve çamurdan ibaretti ve her şeyin üstü kalın bir toz tabakasıyla kaplıydı. Babillilerin mezarın ötesinde neşeli bir hayat geçirme ümitleri yoktu ve ölülerin yukarıda, yeryüzünde yaşadığına benzer bir hayata sahip olabilecekleri bir cenneti tasavvur etmiyorlardı. Haklı ile haksız ve iyi ile kötü arasında bir ayrım yapmıyorlardı. Aksine herkesin ortak bir kaderi paylaşıp ölümden sonra aynı seviyeye düşürüleceğine inanıyorlardı. Babillilerin ölülerin mutsuz durumuna dair bu algısı, Şeol ya da cehennemdeki ölülerin, varlıklarını hayatın tüm zevklerinden mahrum bir biçimde sürdürdüğünü düşünen İbranilerle ortaktı. İşaya’nın kitabında ölüler, “yeryüzünün en önemlileri” ve “ulusların kralları” da yanlarına katıldığında Babil kralıyla buluşmak üzere toplanan bir grup olarak resmedilmiştir. Buluştuklarında krala şunları sorarlar: “Sen de bizim kadar zayıf mısın? Sen de bizim gibi mi oldun? Şatafatın da tüm o sazlarının gürültüsü de ölüler diyarına indirildi. Kurtlar altında yatak olacak ve solucanlar üstünü örtecek.” Ezekiel de ölülerle dirilerin durumu arasındaki tezatlığı vurgular. Diriler diyarında terör estirenler, öldüklerinde hareketsiz yatarlar ve “çukura düşenlerle birlikte bu utancı taşırlar”. Zebur’u yazanlar Yehova’ya kurtuluş için yakarırlar: “Ölümde adın anılmadığı için Şeol’da sana kim teşekkür edecek?”
Bu kederli ölüler diyarını yöneten tanrıçanın adı Allatu ya da Ereşkigal’dı. Tanrıça onunla aynı vasıfta olan Ölülerin Tanrısı Nergal’le ilişkilendirilmiştir. Nergal’ın karısının ismi Laz’dı, ancak efsane Nergal’ın, Allatu’yu katletmek amacıyla zorla cehenneme indiğini ve Tanrıça’nın yalvararak canını bağışlaması ve onunla evlenmesi için Nergal’ı ikna ettiğini anlatmaktadır. O andan itibaren Nergal ile Allatu ölüler diyarını birlikte yönetirler. Allatu’nun başyardımcısı, habercisi olarak çalışan ve onun emirlerini yerine getiren salgınlar ile hastalıklar iblisi Namtar’dı. Allatu’nun hükümleri, Bēlit-tsēri yani “Çölün Leydisi” adındaki bir tanrıça tarafından yazılırdı. Muhtemelen ismini Babil’i batıdan kuşatan vahşi ve çorak çölden almıştı. Çölün girişini bekleyen kapıcıysa Nedu adında bir tanrıydı. Anunnaki ya da “Yeryüzü Cini” ise çoğu zaman Nergal ile Allatu’nun emrinde çalışırdı. Bu başlıca tanrı ve tanrıçaların yanı sıra Namtar gibi insanlar arasında salgın hastalıklar yayarak hanımefendilerinin diyarına yeni kullar kazandıran bir dizi iblis de Allatu’ya hizmet ediyordu.
Bizlere kadar ulaşan bir dizi oyma bronz tabletten, ölüler diyarının tanrıları ile iblislerinin belli bir kısmının biçimi ve görünüşleri hakkında bilgi elde ediyoruz. Bunların aslında ölülerin mezarlarına şükran plaketi olarak yerleştirilmek üzere tasarlandığı öne sürülmektedir. Aşağıda sunulan görsel Suriye’de yaklaşık yirmi yıl önce satın alınan bu türdeki nesnelerin en güzel örneklerinden birine aittir. Suriye’ye de besbelli antik bir Babil şehrinden getirilmiştir. Tabletin arkasında, aslan başlı ve kanatlı efsanevi bir canavar figürü kabartma olarak işlenmiştir. Canavar arka ayakları üzerinde durmakta ve başını ön pençeleriyle kavradığı tabletin üst köşesine doğru kaldırmaktadır. Kopyası burada sunulan tabletin ön kısmındaysa bir cenaze merasimi temsil edilmektedir. Bazıları tarafından tabletin tepesinden bakan bu canavar, ölüler adına yerine getirilen cenaze törenlerini yönettiğine inanılan Tanrı Nergal ile özdeşleştirilmektedir.
Sahnenin kalın çizgilerle dört kesite bölündüğü görülmektedir. İlk kesit, bazı tanrıların amblemlerini içermektedir. Burada yedi küçük daire ya da yıldızdan oluşan bir grup, bir hilal şekli, kanatlı bir güneş diski, sekiz uçlu yıldız içeren bir çember, boynuzlu silindir biçiminde bir başlık ve diğer nesneler bulunmaktadır. Bu amblemlerin gökbilimi bakımından bir anlam taşıdıkları ileri sürülmektedir.[9 - Bkz. Clermont-Ganneau, Rev. Archeol., Nouv. Ser., (Arkeolojik Araştırmalar) cilt 37, s. 343.] Şayet bu doğruysa tabletteki amblemler, adına yapıldığı kişinin ölüm tarihini gösterecek biçimde göklerdeki yıldızların kümelenmelerini temsil ediyor olabilir. Bu gibi amblemlerin sıklıkla kraliyet yazıtlarında (örn. Aşurnasirpal’ın dikilitaşı ile II. Şalmaneser’in dikilitaşı ve Bavian’daki kaya yazıtlarında) ve yazılı silindir mühürlerde bulunmasına karşın, bu iki tür nesne üzerinde herhangi bir gökbilimsel anlama sahip olmadıkları görülmektedir. Buradan hareketle tanrıların amblemlerinin tabletin tepesinde bulunmasını, ölmüş kişi için lütuf sağlayacak birer tılsım olması için yerleştirildikleri biçiminde izah etmek daha doğru olacaktır.
Ölüler Tanrısı, bazı şeytanlar ve yeraltı sakinlerini gösteren bronz levha.
Tabletin geriye kalan bölünmüş üç kesitinin, yukarı ve aşağı dünyanın farklı seviyelerini temsil etmekte olduğu düşünülmektedir. Diğer yandan her ne kadar arkaik heykellerde sıkça karşılaştığımız gibi birbirlerinin üstüne yerleştirilmiş olsalar da üç kesitte bulunan üç figür grubunun tek bir olayın parçaları olduğu varsayılabilir. Şekillerin tümüne bakıldığında ölmüş kişi, tabutunun üzerinde yatmakta ve etrafında yeraltı dünyasının iblisleri ile varlıklarının hazır bulunduğu görülmektedir. İkinci kesitte, insan bedenine sahip hayvan başlı yedi efsanevi yaratık görmekteyiz. Etekleri ayaklarına kadar uzanan uzun tunik giymişler, hepsinin yüzü sağa doğru bakıyor ve her birinin sağ eli havaya kaldırılmış. Her bir varlığın, farklı bir canavar kafası vardır. Sağdan başlayacak olursak, ilkinin yılan, ikincinin kuş, üçüncünün at, dördüncünün koç, beşincinin ayı, altıncının tazı ve yedincininse aslan başı vardır. Üçüncü kesitte diğer tanrı ve iblisler bulunmaktadır. Sakallı bir adam biçimindeki sağdaki ilk figürün sağ eli, ikinci kesitteki yedi varlığınki gibi havaya kalkıktır ve onun yanında elleri kenetlenmiş aslan başlı iki yaratık durmaktadır. Tüm bu tanrılarla iblisler, ölüler diyarına aitmiş gibi görünmektedir ve elleri üzerinde kenetlenmiş ölünün tabutunu koruyor gibidirler. Sol taraftaysa mezar kıyafetleri içinde ölü bulunmakta ve ölünün başucuyla ayaklarının yanı başında, cesedin üzerinde mistik bir merasimi yerine getiriyor gibi görünen sağ elleri havada iki görevli durmaktadır. Balık biçiminde yapılmış giysiler giydiği için bu görevlilerin kıyafetleri dikkat çekicidir. Tabutun başındaki görevlinin arkasında, yanmakta olan tütsü için bir sehpa vardır.
Tabletin üzerindeki en ilginç figürler dördüncü kesittedir, çünkü yeraltı dünyasının en önemli iki ilahi figürünü tasvir etmektedir. Ortadaki dişi figür, ölülerin kraliçesi Tanrıça Allatu’dur. Bir kadın bedeni üstünde aslan başı taşımaktadır. Her bir elinde yılan tutmaktadır ve göğüslerinin her birinde aslan asılıdır. Bir geminin üstündeki atın önünde diz çökmüştür ve yeryüzünün altında kabaran en eski okyanus, Apsû’nun bitişiğindeki “Ölüler Denizi”ne açılmaktadır. Arkasındaki çirkin kanatlı iblis, onun arkasında bekleyip emirlerini yerine getirmeye hazır olan salgınların şeytanı Namtar’dır. Allatu’nun önündeki nesnelerin ne olduğu kesin olmasa da ölüyle birlikte mezara koyulan adakları temsil etmeyi amaçlıyor olabilirler. Tabletin yapılış amacı, ölü adamın Arallû’ya yani ölüler diyarına güvenli geçişini sağlamak gibi görünmektedir.
Daha az korunmuş durumdaki benzer bir bronz tabletse İstanbul’daki Osmanlı İmparatorluk Müzesi’ndedir[10 - 1869 yılında Osmanlı İmparatorluk Müzesi adıyla kurulan bu kurum, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri adını almıştır. (ç.n.)] ve Güney Babil’deki Surgul’da bulunduğu söylenmektedir. Bu tabletin arkasında, tepeden aşağı bakan canavarın ayaklarının altında ya ölen kişinin adı ve unvanlarını kaydetmek üzere ya da onun yararına dokunması beklenen tılsımlı sözlerin yazılması için dört satırlık bir boşluk bırakılmıştır. Daha küçük olmasına karşın buna benzeyen bir başka tabletin arkasında da aynı amaçla kullanılması düşünülen daha uzun bir yazı bulunmuştur (daha büyük tabletlerde bulunan tabut ile salgın iblisi Namtar ve diğer ilahi varlıklarla şeytanların eksik olmasına karşın sadece tanrıça Allatu temsil ediliyor olsa da). Bu tablet Lajard tarafından yayımlanmıştır, fakat metin o kadar kötü bir biçimde kopya edilmiştir ki kesin olarak okunması mümkün değildir.[11 - Bkz. Lajard, Recherces sur le culte … de Vénus, pl. XVII, No. 1.] Aynı özellikte daha da küçük bir tabletse British Museum’da muhafaza edilmektedir.
Babilliler ölülere karşı yaklaşımlarından başka hiçbir konuda, Mısırlılara karşı daha çarpıcı bir tezat oluşturamazlardı muhtemelen. Mezopotamya’nın nemli, alüvyonlu topraklarında cansız bir beden çabucak çürür ve Nil vadisinin her iki tarafında yükselen tepeler gibi sıra sıra yükseltilerin yokluğunda ölmüş insanların bedenlerinin muhafaza edilebileceği kayalardan oyulmuş mezarların yapılması mümkün değildi. Muhtemelen bu sebepten dolayı Babilliler, mezarın ötesine geçtiklerinde kasvetli bir yaşam biçimi sürdüreceklerine inanıyorlardı. Bununla birlikte Babillilerin, defin törenlerine hiç önem vermedikleri de düşünülmemelidir. Aksine bir insanın başına gelebilecek en büyük talihsizlik, cenaze merasiminden yoksun kalmaktı, çünkü böyle bir durumda ölen kişinin ruhunun Arallû’ya ulaşamayacağı ve kederle yeryüzünde dolaşmak zorunda kalacağı, sürekli açlık çekeceği ve yeryüzünde de sokaklarda bulabileceği artıklar ve çerçöple yetinmeye mecbur kalacağı düşünülüyordu. Susa’yı fethettiğinde Asurbanipal, düşmanları böyle bir kadere saplanıp kalsın diye yıllar önce ölüp gömülmüş kralların mezarlarının altüst edilip kemiklerinin Asur’a sürüklenerek getirilmesi emrini vermiştir. Aynı amaçla savaş alanındaki cesetlerin uzuvlarının kesilmesini ve ölü bedenlerin kuşlar ve yırtıcı hayvanlara yem olması için etrafa savrulmasını buyurmuştur.
Ne var ki bir cesedin gömülmeden bırakılması yaşayanlar için de tehlike içermiyor değildi, çünkü ölü kişinin hayaleti, yeryüzündeki başıboş gezintileri esnasında karşılaştığı herhangi birini büyüleyip ona çok ağır rahatsızlıklar verebilirdi. Bir kişinin yeryüzündeki hayaletine ekimmu (hortlak) adı verilirdi ve büyücülerle cadılar ekimmu’nun insanlara zarar verebilmesini sağlayabilecek bir büyü yapma gücüne sahip olduklarını iddia ederlerdi. Diğer yandan bir ekimmu bazen kendiliğinden, sırf kurbanı onu yakalandığı zorluğun pençesinden cenazesini kaldırırarak kurtarır umuduyla herhangi birini seçip onun başına musallat olabilirdi. British Museum’da, üstüne bir ekimmu bağlanmış birisinin okuması için tasarlanan ilginç büyülü sözler bulunmaktadır.[12 - Bkz. King, Babylonian Magic and Sorcery (Babil Sihir ve Büyücülüğü), s.119.] Bu sözlerden anladığımız kadarıyla sonuçta hastalanan kişi ıstırap içindeyken şöyle haykırabilirdi:
Ah Ea! Ah Şamaş! Ah Marduk! Kurtarın beni,
Merhametinizle rahatlamama izin verin.
Ah Şamaş! Korkunç bir hortlak günlerdir
Bindi sırtıma hiç ayrılmayacakmış gibi.
Bütün gün boyunca zulmediyor bana ve geceleri de içimde terör estiriyor.
Üstümü kirletiyor, saçlarım diken diken oluyor.
Bedenimden tüm gücümü çekip alıyor, gözlerim yuvalarından çıkacak gibi oluyor.
Sırtıma musallat oldu, kanımı zehirledi, Bütün vücuduma musallat oldu.
Hasta adam çaresizlik içinde Şamaş’a, her kim olursa olsun bu ekimmu’dan onu kurtarması için dua etmektedir:
Hortlak ister ailem ve akrabalarımdan biri olsun,
İster katledilen biri olsun,
İster arada bir bana dadanan herhangi birinin hortlağı olsun.
Hortlağın ölüler diyarına yola çıkması için bundan sonraki adımsa doğru dürüst gömülmemiş adamın ruhunun ayrılmasını sağlayacak gerekli adakların sunulmasıydı ve şunlar söylenirdi:
Giymesi için bir kıyafet ve ayakları için de ayakkabılar,
Beline bir kemer ve içmesi için de bir tulum dolusu su,
Ayrıca yol azığı için …[13 - Metnin yazarı, bu kısımdaki işaretleri çeviremediğini yazmıştır.]verdim ona.
Bırakın gitsin batıya,
Ölüler diyarının kapıcısı Nedu’ya sevk ediyorum onu.
Bırak ölüler diyarının kapıcısı Nedu emniyet altında tutsun onu,
Parmaklıklar ve sürgüleri üzerine sıkı sıkıya kapansın.
Birinin arkadaşlarının ve akrabalarının, o kişinin cenazesinin uygun biçimde kaldırılması için gerekli özeni göstermelerinin ve mezarına ona güç versin diye yiyecek ve içecek sunarak ölüler diyarına güvenle gitmesini sağlamalarının, ölmüş kişi kadar onların da yararına olduğu açıkça görülmektedir. Bu gibi bağışlar, kişinin ölüler diyarının kasvetli ortamına vardıktan sonra çekeceği talihsiz yazgısının yükünü hafifletmeyi de amaçlamaktadır. Elimize mezar başında gerçekleştirilen törenler hakkında çok fazla bilgi ulaşmamış olsa da birinin ölümünün ardından, ölümünün neden olduğu kederin açıkça ifade edilmesi için evinin, ailesi tarafından kiralanmış kadınlı erkekli yas tutanlarla doldurulduğunu biliyoruz. British Museum’da bulunan Asurlulara ait mektup tabletler arasında, hüküm sürmekte olan bir kralın ölümü ve sarayda izlenmesi gereken düzenlemelerle ilgili bir tablet bulunmaktadır. Mektupta yazılanlara göre kral ölmüştür ve Asur şehrinin sakinleri yas tutmaktadır. Mektubun yazarı, daha sonra şehrin valisinin eşiyle birlikte saraydan ayrılışını, bir kurbanın bağışlanışını ve tüm saray sakinlerinin yas kıyafetleri giymelerini tasvir etmektedir. Son olarak da bir orkestra şefiyle tamamen kadınlardan oluşan müzisyenlerin gelip tüm sarayın huzurunda ağıtlar okumaları için düzenlemeler yapıldığını belirtmektedir. Sivil bir vatandaşın ölümü üzerine yas tutma merasimiyse haliyle çok daha mütevazı bir biçimde gerçekleştirilirdi.
Ölen kişi adına yas tutma merasimi gerçekleştirildikten sonra defin işlemi için uygun şekilde hazırlanmış naaş mezara taşınırdı. Babil’de çok eski dönemlerden bu yana ölen kişinin defnedilişinin törenler ve adaklar eşliğinde gerçekleştirildiği bilgisi, Şirpurla şehrinin eski kralı Eannadu’nun (büyük bir ihtimalle MÖ 4000 yılında hüküm sürmüş) zaferlerini kaydetmek amacıyla yapılan bir dikilitaş üzerindeki tasvirle kanıtlanmaktadır. Dikilitaşın bir bölümünde, savaşta hayatını kaybeden kralın savaşçılarının cenaze törenine dair bir tasvir bulunmaktadır. Ölüler sıra halinde yan yana dizilmiştir ve üzerlerine de bir öbek toprak yığılmıştır. Arkadaşlarıysa ya tümsek için biraz daha toprak ya da muhtemelen ölü için sunaklar dolu sepetleri taşırken tasvir edilmektedir.[14 - Bkz. De Sarzec, Découvertes en Chaldée, pl. 3.] Geç dönem Babil ve Asur krallarına ait anıtların üzerinde cenaze merasimlerine dair herhangi bir tasvire rastlamamaktayız, fakat ismi ne yazık ki zarar görmüş geç dönem Asur krallarından birinin kırık kitabesinde, babasının cenazesinde yerine getirdiği kısa, ancak çok ilginç bir öykü bulunmaktadır. Kralın anlattıkları şöyledir:
Mezarın içine,
Gizli bir yere,
Krallara layık yağın içine,
Usulca yatırdım onu.
Mezar taşı
Edebi yatağını gösteriyor.
Sağlam bronzla,
Kapısını mühürledim,
Büyülü sözlerle muhafaza ettim.
Altın ve gümüş dolu kapları,
Tıpkı babamın sevdiği gibi,
Mezarına yakışan bütün eşyaları
Saltanatına yaraşır biçimde,
Güneş Tanrısı’nın huzurunda sergiledim,
Beni peydahlayan babamın yanına,
Mezarına bıraktım hepsini.
Sonra da prensler için,
Yeryüzünün cinleri için,
Mezarda yaşayan tanrılar için,
Hediyeler sundum.
Buradan, kralın tanrıya ithaf edilen sunağa kaplar dolusu altın ve gümüş koyduğunu ve mezarın girişini mühürledikten sonra kabrin hırsızlar tarafından soyulmasını engellemek üzere güçlü bir büyü okuduğunu çıkarıyoruz. Ayrıca kral, ölüler dünyasının sakinleriyle iblisleri teskin etmek için bağışlarda da bulunuyordu.
Bu kayıtla ilgili bir başka ilginç noktaysa ölünün bedeninin krallara layık yağ içine konulduğundan bahsetmesidir, çünkü açıkça görülüyor ki yağın cesedin çürümesini engelleyeceği düşünülmektedir. Ayrıca tuz da cesedin muhafaza edilmesi maksadıyla kullanılmış gibi görünmektedir. Asurbanipal, Nabubelşumati’nin düşmanı Asurbanipal’ın eline canlı olarak düşmesinin önüne geçmek için hizmetkârına kendisini öldürttüğünde cesedinin Ummanaldas tarafından tuza konularak Asur’daki kralın huzuruna taşındığından bahsetmektedir.[15 - Cuneiform Inscriptions of Western Asia (Batı Asya Çivi Yazıları), V. Cilt, s. 38 sonrası.] Babillilerin tuz ve yağın yanı sıra balı da ölülerini muhafaza etmek için kullandıkları görülüyor. Herodot, Babillilerin ölülerini muhafaza etmek için bala yatırarak gömdüklerinden bahseder ve balın ölüyü muhafaza etmede çok kuvvetli olduğunun kanıtı olarak Mısırlıların da balı bu amaçla kullandıklarını belirtmektedir.[16 - Bkz. Budge, The Mummy (Mumya), s. 183.] Dahası Büyük İskender de ölüm döşeğindeyken kendisini bala yatırarak gömmelerini emrettiği kayıtlara geçmiştir ve görünüşe göre emirlerine de uyulmuştur.[17 - Bkz. Budge, The Life and Exploits of Alexander the Great (Büyük İskender’in Hayatı ve Maceraları), II. Cilt, s. 349 ve sonrası.] Anlatılara göre Marcellus’lardan biri, Aziz Peter’ın cesedini bolca mür ve baharatla cenaze için hazırladıktan sonra bal dolu “uzun bir sandık” içine yerleştirmişti.
Gördüğünüz üzere, Babillilerin ölülerine özen gösterdikleri ve cenazeleri için zahmet çektiklerine dair bolca kanıt bulunmaktadır. Bu yüzden Mezopotamya’da gerçekleştirilen sayısız kazı çalışmalarında, görece az sayıda mezarın keşfedilmesi oldukça şaşırtıcıdır. Bulunan mezarlardan bazıları tuğlalardan yapılmış ve tonozlu küçük odalar biçimindeyken, diğerlerinin tuğla altyapısıyla desteklenmiş düz ya da kubbeli çatıları vardır. Bu mezarlara ek olarak kilden lahitler ve ölünün küllerinin saklandığı kavanozlar bulunmuştur. Mezarlarda iskeletlerin yanında genellikle birkaç vazoyla süs eşyası bulunmuştur. Bununla birlikte ne bu mezarlar ne de içindeki eşyalar hakkında hiçbir yazı bulunmadığından, bunların tarihini tahmini olarak bile kestirmek oldukça güçtür. Aslında bazıları hiç tereddüt bile etmeden tarihlerini, antik Babil ve Asur imparatorluklarından çok daha sonraki bir dönem olarak belirlemektedir. Mezarların bu kadar az sayıda olmasının nedenini açıklamak üzere Babillilerin ölülerini yaktıkları öne sürülmüştür, ancak çivi yazılarında bu görüşü destekleyecek tek bir paragraf bile bulunamamıştır. Kraliyet, Prusya Müzesi’nin 1886 kışı ile sonraki yılın baharında bir keşif heyeti gönderdiği ve heyetin Sorgul ile El Hiba’da gerçekleştirdiği kazılardan sonra Babillilerin ölülerini yaktıklarına dair kesin kanıt elde ettiklerini düşündükleri doğrudur.[18 - Bkz. Koldewey, Zeitschrift für Assyriologie (Asuroloji Dergisi), 11. Cilt, s. 403 ve sonrası.] Öte yandan kazdıkları kabirlerin, Babil İmparatorluğu’nun yıkılmasını takip eden bir döneme ait olduğu o zamandan beri öne sürülmektedir. Diğer yandan yakılmış insan kalıntılarının yarı yanmış görünüşü, cesetlerin cenaze amaçlı yakılmayıp yangında kazara yanmış olduğuna işaret etmektedir. Bulunan az sayıda mezar da buna açıklık getirebilir. Tereddüt etmeden Babillierle Asurluların tarihlerinin büyük bir kısmında cesetlerini yakmak yerine gömme alışkanlığında olduğuna güvenle inanabiliriz. Cenaze töreni gerçekleştirme ve kabrin başında sunulan adakların, ölmüş kişinin akıbetini iyileştirdiğine inandıklarını düşünmekte ve muhtemelen ölünün yararına olacak tüm ayinleri gerçekleştirmede genelde titiz olduklarını düşünmeye de hakkımız vardır.
Üçüncü Bölüm
Yaratılma Efsaneleri
Arkalarında herhangi bir kalıntı veyahut yazılı eser bırakan medeniyetler, dünyanın oluşumu hakkında birtakım teoriler geliştirmişlerdir. Kozmogoni olarak da isimlendirilen bu gibi teoriler, genellikle efsaneler ya da hikâyeler biçiminde dile getirilmiştir ve biz bu efsanelerin yalnızca daha geç dönemlerdeki son halini almış metinlerini bulsak da kökenlerinin oldukça eski dönemlere uzandığı farz edilmektedir. Şayet günümüzde az gelişmiş ırklar hakkında gerçekleştirilmiş çalışmalar ve gözlemleri göz önüne alarak bir değerlendirme yapacak olursak ilkel insanın doğasında, “efsane yaratıcılığı” özelliğinin olduğu sonucuna varabiliriz. Bu insanlar, doğadaki her bir nesnenin ve gücün kendisine benzer bir karakteri ve iradesi olduğuna inandığından, etrafındaki dünyada gerçekleştiğine tanık olduğu değişiklikleri de efsaneler ve hikâyeler yoluyla açıklayacaktır. Bu değişikliklerin nedenlerini, kendi eylemlerini kontrol edenlere benzeyen ve doğal dünyayı canlandırıyor gibi görünen gizemli varlıklara yükleyecektir. İlkel insan, gelişimindeki daha olgun bir döneme gelindiğinde gündüz ile gecenin birbirini izlemesi, yıldızların hareketleri ve mevsimlerin düzenli aralıklarla tekrarlanması gibi doğanın çeşitli hareketleri arasında bir bağ ya da ilişki olduğunu algılamaya başlamıştır. Tüm bunlar, dünyanın yaratılışında bir tür düzenin ya da sistemin varlığına işaret ediyor gibi görünmektedir ve efsane benzeri şeylerin nedenini ararken, zaman içinde bir kozmogoni ya da yaratım hikâyesi geliştirecektir. Babil ve Asur’da, tarihin daha geç dönemlerinde buna benzer en az iki hikâyenin yaygın olduğuna dair elimizde kanıtlar bulunmaktadır.
Babil’de yaklaşık MÖ üç yüzlü yıllarda anlatıldığı haliyle dünyanın yaratılma hikâyesinin, Berossus’un yazdığı tarihi kayıtlardan bizlere kadar ulaşan bölümlerinden oluşan kısa bir taslağını biliyoruz. Berossus, Kaldea’lı bir keşişti ve MÖ dördüncü yüzyılın sonu ile üçüncü yüzyılın başlarında Babil’deki Bēl tapınağında hizmet etmişti. Dünyanın yaratılmasından başlayıp yaşadığı döneme kadar uzanan bir Babil tarihçesi yazmıştı ve Yunancaya tercüme ettiği bu çalışması kaybolmuş olsa da tarihçesinden yapılan alıntılar, ondan sonra gelen yazarların kitaplarında muhafaza edilmiştir. Örneğin Berossus’un yaratılma tanımını, Alexander Polyhistor kopyalamıştı ve Eusebios ise Kilise Tarihi
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/leonard-william-king/babil-mitolojisi-69403240/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Dicle’nin doğu kıyısında bulunan ve Asur Devleti’nin merkezi olan Ninova, bir antik çağ şehridir. Modern Musul şehrinin hemen yanı başında bulunmaktadır. (e.n.)
2
Tablet, British Museum’daki Ninova salonunda muhafaza edilmektedir.
3
Bkz. Morris Jastrow’un Religion of Babylonia and Assyria (Babil ve Asur Dini) adlı eserinde derlenen bazı ilahi varlıkların isimleri ve sembolleri, s. 51 ve sonrası.
4
Modern Hilla şehrine yaklaşık 15 km mesafede bulunur.
5
Bkz. Jensen, Die Kosmologie der Babylonier (Babil Kozmolojisi), s. 134 ve sonrası.
6
Denizlerin dibinde ikamet eden Bilgelik Tanrısı Ea’nın yaşadığı yer.
7
Sicilya’da doğmuş, MÖ birinci yüzyılda yaşamış ve kırk kitaplık bir dünya tarihi yazan Yunan bir tarihçi.
8
Babilliler ile Asurlular tarafından kullanılan tekneler, Herodot tarafından da tasvir edilmiştir. Ona göre, tekneler bir kalkana benzer biçimde daireseldi. İskeletleri söğüt dallarından yapılmış ve dışları hayvan derileriyle kaplanmıştı. Pruvalarıyla kıç tarafları arasında bir ayrım yoktu. Günümüzde üzerine katran sıvanan ağaç dallarıyla hayvan derilerinden yapılan benzer tekneler Bağdat’ta kullanılmaktadır. (Bkz. Layard’ın Nineveh and its Remains isimli eseri, cilt II, s. 381).
9
Bkz. Clermont-Ganneau, Rev. Archeol., Nouv. Ser., (Arkeolojik Araştırmalar) cilt 37, s. 343.
10
1869 yılında Osmanlı İmparatorluk Müzesi adıyla kurulan bu kurum, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzeleri adını almıştır. (ç.n.)
11
Bkz. Lajard, Recherces sur le culte … de Vénus, pl. XVII, No. 1.
12
Bkz. King, Babylonian Magic and Sorcery (Babil Sihir ve Büyücülüğü), s.119.
13
Metnin yazarı, bu kısımdaki işaretleri çeviremediğini yazmıştır.
14
Bkz. De Sarzec, Découvertes en Chaldée, pl. 3.
15
Cuneiform Inscriptions of Western Asia (Batı Asya Çivi Yazıları), V. Cilt, s. 38 sonrası.
16
Bkz. Budge, The Mummy (Mumya), s. 183.
17
Bkz. Budge, The Life and Exploits of Alexander the Great (Büyük İskender’in Hayatı ve Maceraları), II. Cilt, s. 349 ve sonrası.
18
Bkz. Koldewey, Zeitschrift für Assyriologie (Asuroloji Dergisi), 11. Cilt, s. 403 ve sonrası.