Antik yunan hikâyeleri

Antik yunan hikâyeleri
George W. Cox
Antik Yunan’dan günümüze ulaşan mitler ve efsaneler, tarihi ve kültürel mirasımızın en önemli bölümlerinden birini oluşturur. Yüzlerce yıldır anlatılagelen bu mitler ve efsaneler, günümüzde de pek çok filme, diziye, kitaba, bilgisayar oyunlarına ilham kaynağı olmaya ve insanoğlunun yaratıcılığını şekillendirmeye devam etmektedir.

Apollon’dan Hermes’e, Demeter’den Poseidon’a, Dionysos’tan Pandora’ya, Medusa’dan Athena’ya pek çok figürün ölümsüz hikâyelerini bir araya getiren bu kitapta, korkusuz kahramanların destansı savaşları, güçlü tanrıların amansız rekabetleri, ölümlü savaşçıların imkânsız görevleri ve Yunan mitolojisine dair merak ettiğiniz daha birçok şeyi bulacaksınız.

George W. Cox
Antik Yunan Hikâyeleri

Delos’lu Apollon


Hiçbir şehirde ya da ülkede huzurla yaşayabileceği bir ev bulamayan Leydi Leto, korku ve üzüntü içinde diyar diyar gezdi. Girit’ten Atina’ya, Atina’dan Ægiaea’ya, Ægiaea’dan Pelion ve Athos zirvelerine gitti. Koca Ege Denizi’nin tüm adalarını; Skyros, Imbros[1 - Gökçeada. (e.n.)], Lemnos[2 - Limni. (e.n.)] ve hepsinin en güzeli Chios’u[3 - Sakız Adası. (e.n.)] dolaşarak bir ev aradı. Gittiği her diyarın onu kabul etmesi için boş yere dua etti. Ta ki Delos’a gelinceye kadar. Orada huzur bulursa, ona muhteşem zaferler kazandıracağına söz verdi. Sonra sesini yükselterek “Beni dinle, karanlık denizin adası,” dedi. “Eğer bana bir yuva verirsen, yetmiş iki millet sana gelecek ve toprağına büyük bir servet akıtacaklar. Çünkü ışığın ve yaşamın efendisi Phoebus Apollon burada doğacak ve insanlar onun lütfunu kazanmak ve arzularını öğrenmek isteyecekler.” Bunun üzerine Delos şöyle cevap verdi: “Leydi, harika şeyler vaat ediyorsun. Ancak duyduğuma göre Phoebus Apollon öyle güçlü olacakmış ki dünya üzerinde hiçbir şey onun gücüne dayanamayacakmış. Bir de bana bak! Zavallı, taşlı bir toprak parçasından ibaretim. Bana bakan gözleri memnun edecek pek bir şeyim yok. O yüzden benim sert ve çorak toprağımı küçümseyeceğinden ve daha görkemli bir tapınak inşa edeceği, kendisine tapınmaya gelen insanların daha ihtişamlı hediyeler getireceği başka bir diyara gitmesinden korkuyorum.” Fakat Leto, Styx’in[4 - Hades’in hükmettiği ölüler diyarı ile yaşayan dünya arasındaki sınırı oluşturan nehir. (ç.n.)] karanlık sularına, üzerinde uzanan geniş gökyüzüne ve etrafını saran engin yeryüzüne, Phoebus’un tapınağının Delos’ta olacağına ve sunağında bütün yıl boyunca zengin adakların yanacağına yemin etti.
Böylece Leto, Delos adasına yerleşti ve Phoebus Apollon orada doğdu. Olimpos’ta yaşayan ölümsüz tanrıları bir sevinç sardı ve yeryüzü, göğün gülümsemesine gülerek karşılık verdi. Sonunda Apollon’un tapınağı Delos’ta inşa edildi ve başka diyarlardan insanlar onun isteklerini öğrenmek ve ona zengin adaklar sunmak için tapınağa geldiler.

Pytho'lu Apollon


Uzun zaman önce Apollon, Delos’ta yaşardı ve her yıl İyon’un tüm çocukları onun tapınağının önünde düzenlenen şölen için toplanırdı. Ama sonunda Apollon bir sürü ülkeden geçerek Pytho’ya doğru yola çıktı. Elinde arpıyla Zeus’un ve tanrıların görkemli bir yaşam sürdükleri Olimpos’un kapılarına yaklaştı. Hepsi Apollon’un arp çalışına bayıldı. Esin perileri; tanrıların ölümsüz yeteneklerini, yaşlılıktan ve ölümden kaçışı olmayan fanilerin kederlerini ve elemlerini anlatan şarkılar söyledi. Horai, Hebe ve Harmonia’yla el ele tutuşmuştu. Ares, Argos katili Hermes’le birlikte Afrodit’in yanında duruyor, Phoebus Apollon’un yeni yükselen güneşle aydınlanan yüzünü izliyordu. Derken Apollon Olimpos’tan inerek Pieria bölgesine, Iolkos’a ve Lelantin ovasına gitti. Ama hiçbirini üzerine evini inşa edecek kadar beğenmedi. Ardından Mykalessos’ta dolaştı, Teumessos’un çimenlerle kaplı düzlüklerinden geçti ve kutsal Thebes’e vardı. Ama oraya da yerleşmedi, çünkü oraya henüz hiçbir insan ayak basmamıştı. Ne bir yolu ne de patikası vardı. Bütün arazi vahşi bir ormanla kaplıydı.
İlerledi, ilerledi. Kephisos Çayı’nı geçti, Okalea’yı ve Haliartos’u aştı, sonunda Telphusa’ya vardı. Orada kendine bir tapınak inşa etmeyi düşündü, çünkü topraklar geniş ve verimliydi. “Güzel Telphusa,” dedi. “Burada, bu güzel diyarda dinleneceğim ve insanlar buraya gelip benim buyruklarımı soracak, korku saatinde yardımımı isteyecekler. Ben senin üzerinde yaşarken, burası çok görkemli bir yer olacak.” Ama Telphusa, Phoebus tapınağı için yerini seçip temelini atarken öfkeyle doldu. Onunla kurnazca konuştu. “Dinle beni Phoebus Apollon. Sen burada bir evin olsun istiyorsun ama burada asla huzur bulamazsın, çünkü geniş ovam insanları savaşmaya teşvik edecek ve savaş atlarının gümbürtüsü senin kutsal tapınağının huzurunu kaçıracak. Barış zamanlarında bile böğüren sığırlar sürüler halinde pınarıma gelecek ve bu gürültü kalbine keder verecek. Krisa’ya git ve kendine Parnassos’un gizli vadilerinde bir ev yap. İnsanlar dünyanın her yerinden armağanlarıyla oraya gelecek.” Apollon onun sözlerine inandı ve Phelegyes topraklarından geçerek Krisa’ya geldi. Orada, Parnassos’un derin vadilerinden birine tapınağının temellerini inşa etti. Erginos’un oğulları Trophonios ve Agamedes duvarları yükseltti. Orada bir de Hera’nın çocuğu Typhaon’u emziren kudretli bir ejderha buldu. Onu vurdu ve dedi ki: “Düştüğün yerde çürü ve daha fazla insan evladını üzme. Günlerin sona erdi artık, seni Typhaon bile kurtaramaz. Ya da o kötü isimli Kimera. Toprak ve yanan güneş bedenini tüketip yok edecek.” Ejderha böylece öldü ve bedeni yerde çürüdü. Bu nedenle oraya Pytho adı verildi ve insanlar Phoebus Apollon’a büyük Pytho Kralı olarak taptılar.
Ama Phoebus, Telphusa’nın onu kandırdığını anlamıştı, çünkü Krisa’nın büyük ejderhasından da toprağın sertliğinden de bahsetmemişti. Öfkeye kapılarak hızla geri döndü. “Beni hileli sözlerinle aldattın Telphusa. Ama pınarının tatlı suları artık akmayacak ve ihtişam yalnızca benim olacak,” dedi. Ardından büyük kayalıkları aşağı düşürdü ve o güzel pınarın yanı başındaki akıntıyı kesti. Böylece görkem, Telphusa’yı terk etti.
Apollon, Pytho’da onun rahipleri olması için hangi insanları seçeceğini düşünmeye başladı. Yüksek bir tepenin üzerinde dikilirken denizin üzerinde ilerleyen bir tekne gördü. İçindeki insanlar Giritlilerdi. Mallarını Pylos’takilerle takas etmek üzere Kral Minos’un ülkesinden yola çıkmışlardı. Phoebus suya atladı ve kendini bir yunusa dönüştürerek tekneye doğru hızla yüzdü. O büyük balığın kudretli yüzgeçleriyle nereden çıkıp da teknelerinin yanında bittiğini kimse anlamadı ama yunus, karanlık sularda gemiye yol gösterirken hayretle izlediler. Şiddetli güney rüzgârının gücüyle, yelkenleri olmaksızın hızla ilerlerken hepsi korkudan titreyerek oturuyordu. Malea burnundan ve Lakonya topraklarından geçerek Elos’a ve Helios’un yaşadığı, insanların keyif sürdüğü ve sürülerin zengin otlaklarda otladığı Tsenaron’a vardılar. Denizcilerin gezisi orada bitecekti ama gemi, dümenine itaat etmedi. Kıyı boyunca ilerleyerek Pelops’un adasına doğru gitti, çünkü kudretli yunus rehberlik ediyordu ona. Arene ve Arguphea’dan geçerek kumlu Pilos’a, Halkis ve Dyme’den geçerek Epeian’ların ülkesine, Pherae ve İthaka’ya vardılar. Adamlar orada Krisa kıyılarını yıkayan suların ikiye ayrıldığını gördü ve şiddetli batı rüzgârı ateşli nefesiyle gelerek onları doğuya, güneşin doğduğu Krisa’ya kadar götürdü.
Ardından Phoebus Apollon bir yıldız gibi denizden çıktı ve zaferinin ihtişamı gökyüzüne ulaştı. Aceleyle tapınağına girdi ve sunakta ebedi ateşi yaktı. Parlak okları her yana yağdı, ta ki bütün Krisa onun yıldırımlarının alazıyla dolana dek. Böylece herkesi korku sardı ve kadınların çığlıkları sıcak göğe yükseldi. Ardından bir kalp atımı kadar kısa bir sürede yeniden gemiye döndü. Bu kez tüm güzelliğiyle bir insan formundaydı ve altın rengi bukleleri geniş omuzlarına düşüyordu. Kıyıdan Girit gemisindekilere seslendi. “Kimsiniz siz yabancılar? Gittiği her yere dehşeti ve acıyı götüren hırsızlar, haydutlar olarak mı geldiniz? Neden geminizde oyalanıyorsunuz da karaya çıkmıyorsunuz? Şüphesiz hepiniz, büyük denizleri aşanların gemileri karaya yanaşınca sevinmesi ve gelip karadaki insanlarla kutlama yapması gerektiğini biliyorsunuz.” Phoebus Apollon bunları söyledi ve Giritlilerin lideri cesaretini toplayarak cevap verdi: “Ey yabancı, senin bir fani olmadığın açık. O muhteşem kahramanlardan ya da ölümsüz tanrılardan birisin. Bize bu ülkenin ve üzerinde yaşayan insanların adlarını söyle. Bizim niyetimiz buraya gelmek değildi, Pylos’ta mallarımızı takas etmek için Minos’tan yelken açtık ama tanrılardan biri, bizi irademiz dışında buraya getirdi.” Kudretli Apollon sözü aldı ve onlara şöyle dedi: “Girit topraklarındaki Knossos’ta yaşayan yabancılar, eski memleketinize, karılarınıza ve çocuklarınıza dönmeyi aklınıza getirmeyin. Burada, tapınağımı koruyup kollayacaksınız ve bütün insanlar tarafından onurlandırılacaksınız. Çünkü ben Zeus’un oğluyum ve adım Phoebus Apollon. O büyük denizi aşarak sizi buraya getiren benim. Hilekârlıkla ya da öfkeyle değil. Bundan sonra büyük bir gücünüz ve görkeminiz olabilir, ölümsüz tanrıların tavsiyelerini dinleyip onların isteklerini insanlara iletebilirsiniz. O halde hemen dediklerimi yapın: Yelkenlerinizi indirin ve geminizi kıyıya yanaştırın. Sonra mallarınızı getirip kumsalda bir sunak yapın, bir ateş yakın. Beyaz arpayı adak olarak sunun. Sizi buraya bir yunus şeklinde getirdiğim için Delphi tanrısı olarak tapının bana. Sonra canınızın istediğince ekmek yiyip şarap için. Ondan sonra da benimle kutsal mekânıma, tapınağımı koruyacağınız yere gelin.”
Denizciler Phoebus’un sözlerine itaat etti. Beyaz arpayı adak olarak sunup deniz kenarında yiyip içtiler. Sonra gitmek için hazırlandılar ve Apollon onlara yol gösterdi. Arpı elindeydi, hoş bir müzik çalıyordu. Öyle ki daha önce hiçbir faninin kulağı, böyle bir müzik duymamıştı. Zafer şarkısı söylemeye başladılar, çünkü kalplerine yeni bir güç üfleniyordu ilerledikçe. Artık ne çektikleri güçlükleri ne de acılarını düşünüyorlardı. Yorulmayan ayaklarıyla Parnassos’un uçurumlarına varana dek tırmandılar tepeyi. Phoebus onlara orada yaşamalarını söyledi.
Giritlilerin lideri söz aldı ve cesaretle konuştu: “Ey kralım, bizi evlerimizden uzağa, yabancı bir ülkeye getirdin. Burada yemeği nereden bulacağız? Bu çıplak kayalarda hiçbir ekin yetişmez, gözümüzün görebildiği yerde hiçbir yeşillik yok. Bütün arazi ıssız ve çorak.” Ama Zeus’un oğlu gülümsedi ve şöyle dedi: “Ah, aptal insanlar, ne çabuk sıkılıyor canınız. İsteğiniz buysa çaba ve zahmetten başka hiçbir şey kazanmayacaksınız. Ama beni dinleyin ve sözlerime kafa yorun. Elinizi uzatıp her gün bol bol adak kesin; o kurbanlar, insanoğlunun dört bir yandan benim arzumu öğrenip korku saatinde yardım dilemek için hızla buraya geldiğini görünce, akın akın size gelecekler. Siz yalnızca tapınağımı iyi koruyun ve ellerinizi temiz, kalbinizi saf tutun. Bu anlaşmaya uyarsanız, kimse ihtişamınızı alamaz sizden. Ama eğer yalan söyler, kötülük yaparsanız, sunağıma gelen insanların canını yakar ve onları yoldan çıkarırsanız, o zaman yerinize başka insanlar gelir ve siz de sözlerime itaat etmediğiniz için sonsuza dek dışlanırsınız.”

Niobe ve Leto


Uzun zaman önce, küçük bir ada olan Delos’ta Niobe adında bir kadın yaşardı. Bir sürü oğlu ve bir sürü kızı vardı. Kadın hepsiyle gurur duyar, Delos adasında ve hatta bütün dünyada onunkilerden daha güzel çocuklar olmadığını düşünürdü. Çocuklar o kayalık adanın tepelerinde ve vadilerinde hoplaya zıplaya koştururken herkes onlara bakar ve “Bütün dünyada Leydi Niobe’nin çocukları gibisi yok,” derdi. Niobe bunları duydukça öyle memnun oldu ki karşısına çıkan herkese oğullarının ve kızlarının ne kadar güçlü ve güzel olduğunu anlatarak böbürlenmeye başladı.
Bu Delos adasında bir de Leydi Leto diye biri yaşardı. Onun yalnızca iki çocuğu vardı ve adları Artemis ile Phoebus Apollon’du. Onlar da gerçekten güçlü ve güzel çocuklardı. Leydi Niobe ne vakit onları görse, kendi çocuklarının daha güzel olduğunu düşünmeye çalışır fakat yine de hayatında Artemis ve Apollon kadar muhteşem varlıklar görmediğini hissetmekten alamazdı kendini. Günün birinde Leydi Leto ve Leydi Niobe bir aradaydı ve çocukları önlerinde oynuyordu. Phoebus Apollon önce altından arpını çaldı, ardından altın yayıyla hedefi hiç şaşırmayan oklarını attı. Ama Niobe ne Apollon’un yayından ne de sadağındaki oklarından söz açtı ve Leydi Leto’ya çocuklarının güzelliğini överek böbürlenmeye başladı. “Yedi oğluma ve yedi kızıma bak da ne kadar güçlü ve güzel olduklarını gör Leto. Apollon ve Artemis de güzel, biliyorum ama yine de benim çocuklarım daha güzel. Hem senin yalnızca iki çocuğun var. Benimse yedi oğlum ve yedi kızım.” Niobe böyle böbürlenip durdu ve Leto’yu kızdıracağını aklına bile getirmedi. Leto, Niobe ile çocukları gidene kadar hiçbir şey söylemedi. Sonra Apollon’u çağırdı ve ona dedi ki, “Leydi Niobe’yi sevmiyorum ve senden ona hiçbir çocuğun benimkilerden daha güçlü ya da daha güzel olamayacağını göstermeni istiyorum.” Phoebus Apollon’un genç, güzel yüzü öfkeyle karardı ve gözleri yanan alevlere benzedi. Hiçbir şey söylemeden altın yayını eline aldı ve sadağından bir ok çekti. Sonra yayı kaldırdı ve iyice gerilene kadar göğsüne doğru çekti. Ardından da oku serbest bıraktı. Ok dosdoğru hedefine gitti ve Leydi Niobe’nin oğullarından biri öldü. Apollon yayına hızla bir ok daha gerdi. Sonra bir tane daha, bir tane daha ve bir tane daha. Ta ki Niobe’nin bütün oğulları ve kızları bir bir ölüp tepenin yamacına yığılana dek devam etti. Apollon daha sonra Niobe’ye seslendi ve “Hadi şimdi de gidip güzel çocuklarınla böbürlen,” dedi.
Her şey o kadar hızlı oldu ki Niobe bunun bir rüya olmadığına güç ikna oldu. Daha az önce yanı başında mutlu ve sapasağlam görmüş olduğu çocuklarının, bütün oğullarının ve kızlarının gittiğine bir türlü inanamadı. Ama orada, yerde kaskatı ve hareketsiz yatıyorlardı. Gözleri, sanki uykuya dalmış gibi kapalıydı ve yüzleri mutlu bir tebessümle donup kalmıştı. Bu da onları her zamankinden daha güzel gösteriyordu. Niobe tek tek hepsinin başına gidip buz kesmiş ellerine dokundu ve solgun yanaklarını öptü. Phoebus Apollon’un oklarının onları öldürdüğünü böylece idrak etti. Sonra çocuklarının yakınındaki bir taşın üzerine oturdu. Aynı ölü çocukları gibi kaskatı dururken gözünden süzülen yaşlar yanaklarından aşağı akmaya başladı. Ne başını kaldırıp masmavi göğe baktı ne de elini kolunu kıpırdattı. O soğuk taşın üzerinde, taş gibi soğuyana dek hareketsizce oturup gözyaşı döktü. Kalbi artık durana dek gözyaşları akmaya, bedeni gittikçe soğumaya devam etti ve sonunda Leydi Niobe öldü. Ama hâlâ orada oturmuş ağlarken görülüyordu, zira o büyük acısı onu taşa döndürmüştü. O taşın yakınına ne zaman bir insan gelse, “Bakın, şurada taşa dönüşmüş Leydi Niobe oturuyor. Sürekli, hiçbir çocuğun onlardan daha güzel olamayacağını söyleyerek çocuklarıyla övündüğü için Phoebus Apollon, bütün çocuklarını öldürdü.” Çok zaman sonra, taş iyice eskiyip yosunlarla kaplandığında bile insanlar Leydi Niobe’nin şeklini gördüklerini düşünüyordu, çünkü yakından bakıldığında bir kadına hiç benzemeyen taş, belirli bir mesafeden bakılınca orada oturmuş Phoebus Apollon’un öldürdüğü güzel çocuklarının yasını tutan Niobe’yi andırıyordu.

Daphne


Güzeller güzeli Daphne, çocukluğunun en mutlu günlerini Peneios nehrinin Olimpos’un zirvesinden denize doğru aktığı Tempe vadisinde geçirdi. Sabahın serinliğinde, doğan güneşin ilk ışıklarını selamlamak için sarp kayalıklara tırmanırdı. Apollon, ateşli atlarını gökyüzünde sürerken arabasının batıdaki dağların ardından batışını izlerdi. Tepelerde ve vadilerde bahar rüzgârı gibi özgür ve hafif, gezinir dururdu. Etraftaki diğer genç kızlar aşktan bahsedip dururken Daphne erkeklerin sesine pek kulak vermezdi. Oysa çoğu erkek, onu kendine eş yapmak istiyordu.
Günün birinde Daphne, Ossa’nın yamaçlarında sabahın ilk ışıltısı altında dururken önünde ihtişamlı bir suret belirdi. Yeni doğmuş güneşin ışınlarının altın rengi parıltısı adamın yüzüne vurdu ve Daphne, Phoebus Apollon’u tanıdı. Apollon hızla ona doğru koşarak “Buldum seni Sabahın Çocuğu,” dedi. “Herkesten saklanabilirsin ama benden kaçamazsın. Uzun zamandır seni arıyordum, artık benim olacaksın.” Ama Daphne’nin yüreği cesaretle dolu ve güçlüydü. Öfkeden yanakları kızardı, gözleri ateş saçtı. “Ben ne aşk bilirim ne de esaret. Derelerin ve tepelerin arasında özgürce yaşarım. Özgürlüğümü kimseye verecek değilim,” dedi. Bunun üzerine Apollon’un yüzü öfkeyle karardı. Genç kızı yakalamak için yaklaştı ama kız rüzgâr gibi hızla kaçtı. Daphne’nin ayakları tepelerde ve vadilerde, uçurum kenarlarında ve nehirde, havada süzülen sonbahar yaprakları gibi usulca gezindi. Ancak Phoebus Apollon gitgide yaklaşırken kız da güçten düşmeye başladı. Sonunda kollarını uzattı ve Leydi Demeter’den yardım diledi. Ama Demeter onun yardımına gelmedi. Daphne’nin başı dönüyor, zayıflıktan eli ayağı titriyordu. Thessaly düzlüklerinde akıp giden geniş bir ırmağın kıyısına vardığında Phoebus’un nefesini ensesinde hissediyordu, adam elbisesine uzanmıştı. Daphne tam o esnada “Peneios baba, evladını kabul et!” diye çılgınca haykırdı ve ırmağa atladı. Irmağın suları usulca örttü üstünü.
Daphne gitti ve Apollon böyle özgür bir genç kızın peşine düşecek denli çıldırdığı için yas tuttu. “Aptallığımla kendimi cezalandırdım,” dedi. “Sabahın ışıkları alındı günden. Şimdi yolculuğumun sonuna dek yalnız ilerlemeliyim.” Ardından tek bir sözüyle, Daphne’nin kendini suya attığı kıyıda bir defne ağacı belirdi. Kalın, kümelenmiş yaprakları olan bu yeşil bitki, onun adını sonsuza dek taşıyacaktı.

Kyrene


Hypseus’un tepeden tırnağa silahlı kızı Kyrene, Teselya’nın vadilerinde ve tepelerinde bir geyik gibi özgürce dolaşırdı. Ülkenin bütün kızları arasında onun güzelliğiyle yarışabilecek kimse yoktu. Kollarının gücü ve ayaklarının hızı konusunda da kimse yanına yaklaşamazdı. Ne dokuma tezgâhına el sürerdi ne de iğneye. Evlerde yapılan cümbüşlerle, ziyafetlerle ilgilenmezdi. Onun sofraları yeşil çimlerin üzerinde, ağaç dallarının altında kurulurdu. Mızrağı ve hançeriyle çayırdaki hayvanların üzerine korkusuzca gider ve hatta onları inlerinde bulurdu.
Bir gün Peneios’un rüzgârlı kıyılarında gezinirken ağaçların arasından bir aslan atladı önüne. Kyrene’nin ne mızrağı ne de hançeri elindeydi ama yüreğinde korkudan eser yoktu. Hayvan sonunda yorgunluktan bitap düşerek ayaklarının dibine yığılana kadar boğuştu onunla. O sırada tüm olan biteni izleyen biri vardı. Phoebus Apollon, genç kadının öfkeli aslanla mücadelesini izledi ve hemen, gençliğinde onu eğiten insan kafalı bilge atını çağırdı. “Gel buraya,” dedi. “O karanlık mağarandan çık ve bir kez daha bilgeliğini sun bana, çünkü bir soru soracağım sana. Şuradaki genç kıza ve ayağının dibinde yatan hayvana bak ve söyle bana bu kız nereden gelir ve adı nedir? Sen bilgesin. O kim ve bu ıssız vadilerde nasıl korkusuzca, yaralanmadan dolaşabiliyor? Kur yapılarak kazanılabilir mi kalbi, söyle bana.” İnsan kafalı at, kararlılıkla Phoebus’un yüzüne baktı ve cevap verirken destekler gibi gülümsedi. “Aşkın zindanını açmak için gizli anahtarlar vardır. Ama neden bana kızın adını ve ırkını soruyorsun? Sen değil misin her şeyin ve insanoğlunun gittiği her yolun sonunu bilen? Baharda açan yaprakların sayısını, rüzgârın nehir ya da deniz kıyısına sürüklediği kum tanelerini bilirsin sen. Ama madem bilgelikte sana dengim, o halde dinle sözlerimi. Kıza çoktan birileri kur yaptı ve onu kazandı. Oysa sen onu karanlık denizden gelinin olarak geçirip uzak Libya topraklarındaki altından saraylara götüreceksin. Orada, yeryüzünde yetişen her meyvenin bulunduğu bereketli bir evi olacak. Oğlun Aristaios orada doğacak ve dudaklarında şanlı Horai’nin bitki özleri ve tanrıların leziz yemeklerinin tadı olacak. Böylece fanilerin yazgısını paylaşmayacak.”
Phoebus Apollon gülümseyerek cevap verdi. “Doğrusu ününü hak ediyorsun, çünkü bilgelikte sana denk kimse yok. Ben de şimdi gidip Kyrene’yi, onun adıyla anılacak topraklara götüreceğim. İleride onun çocukları büyük ve kudretli şehirler inşa edecekler oraya. Güçleri ve bilgelikleriyle adları tüm dünyaya yayılacak.”
Kyrene böylece Libya topraklarına geldi ve oğlu Aristaios doğdu. Hermes, bebeği şanlı Horai’ye götürdü ve Horai de ona sonsuz yaşam bahşetti. Oğlan uçsuz bucaksız Libya düzlüklerinde yaşadı, kalabalıklara katıldı ve yeryüzünün en zengin hasadını yaptı. Arılar en tatlı ballarını, gemiler en yumuşak yünlerini getirdiler ona. Mısır tarlaları onun için firesiz hasat verdi. Elinin değdiği üzümlerin hiçbiri çürümedi, onun otlaklarında beslenen sürülere hastalık uğramadı. Onun topraklarında yaşayanlar dedi ki; “Kavga ve savaş insanoğluna böyle armağanlar sunmaz. O yüzden barış içinde yaşayalım.”

Hermes


Uzun zaman önce, sabahın erken saatlerinde, Kyllenian tepesindeki bir mağarada, Zeus ve Maia’nın oğlu Hermes doğdu. Fani anaların çocukları gibi huzur içinde uyurken, kundağının kumaşı usulcacık nefesiyle hafif hafif oynuyordu. Ama Güneş Tanrısı, ateşten arabasını daha göğün yarısına kadar bile sürmemişken, bebek kutsal beşiğinden kalktı ve karanlık mağaradan dışarı adım attı. Eşiğin önündeki çimlerde tembel tembel yemeğini yiyen bir tosbağa vardı. Çocuk onu görünce neşeyle güldü. “Ah, ne şans ama!” dedi. “O parlak alacalı kabuğunla nereden geliyorsun böyle? Artık benimsin, seni mağarama götürmeliyim. Bir çatı altında olmak, dışarıda olmaktan iyidir. Her ne kadar canlıyken faydalı olsan da öldüğünde tatlı tatlı şarkı söyleyeceğini bilmek seni rahatlatacaktır.”
Böylece çocuk Hermes, hazinesini iki koluyla kaldırdı ve mağaraya taşıdı. Orada eline demir bir çubuk geçirdi ve kaplumbağanın canını aldı. Göz açıp kapayana kadar kabuğunda delikler açtı ve onları sazdan kamışlarla doldurdu. Ardından kabuğun üzerine bir parça öküz derisi gerdi ve koyun bağırsağından yedi teli gererek lirini yapmayı bitirdi. Üzerine bir yayla vurunca havaya tatlı bir müzik dalgası yayıldı. Genç erkeklerin ve kızların köy şölenlerinde çaldıkları neşeli şarkılara benziyordu çocuk Hermes’in şarkısı. Zeus ile Maia’nın aşkını ve tanrıların kudretli soyundan dünyaya gelişini anlatırken Hermes’in gözleri kurnazca parlıyordu. Su perisinin, annesinin parıltılı evinde gördüklerini şarkılarla anlatmaya devam etti. Ama bu sırada, o şarkı söylerken zihni başka şeylerle meşguldü. Şarkısı bitince Hermes mağarasından geceye süzülen bir hırsız gibi çıkıp hilekâr işine koyuldu.
Güneş Tanrısı, arabasıyla göğün yokuşunu hızla inerken ve atlarını okyanus akıntısına doğru ağır ağır sürerken, Hermes, Pieria’nın gölgeli tepeliklerine, tanrıların hayvanlarının beslendiği geniş otlaklara geldi. Orada sürüden elli hayvanı aldı ve Kyllenian tepesine götürmeye hazırlandı. Ama önünde uçsuz bucaksız kum çölleri uzanıyordu. Sürünün izleri hırsızlığını ele vermesin diye, hayvanları eğri büğrü yollardan dolaştırdı ve sonunda Hermes’in onları çaldığı yere gidiyormuş gibi göründüler. Kendi ayak izlerinin de onu ele vermemesi için çok özen gösterdi. Üzerindeki yapraklarla birlikte kıvrılmış ılgın ve mersin dallarından kendine alelacele bir sandalet yaptı ve Pieria’dan hızla uzaklaştı. Onu tek bir kişi gördü. Onchêtos’un güneşli düzlüklerindeki üzüm bağında çalışan ihtiyar bir adam. Hermes hemen yanına gidip, “İhtiyar, bu kökler meyveye durduğunda bir sürü şarabın olacak. Bu arada büzülmüş omuzlarının üzerindeki başın akıllı olsun ve gereğinden fazlasını hatırlamasın,” dedi adama.
Karanlık tepelerin üzerinde, derin vadilerin içinde, çiçekli düzlükler boyunca hızla ilerleyen çocuk Hermes, sürüsünü önüne katmıştı. Gece parladı ve söndü; ay, gökteki saat kulesine tırmandı ve Hermes, sabahın ilk ışıklarıyla büyük Alpheian nehrinin kıyılarına vardı. Orada sürüsü otlaklarda beslendi. O da odun topladı, iki çubuğunu birbirine sürterek insanoğullarının yaşadığı yeryüzünde parlayan ilk alevi tutuşturdu. Duman gökyüzüne ulaşıp altındaki alev şiddetle çatırdarken Hermes sürüsünden iki hayvan getirdi, onları sırtüstü yatırıp ikisinin de canını aldı. Derilerini sert bir kayanın üzerine koydu, etlerini kesip on iki parçaya ayırdı. Böylece Hermes, insanoğullarının ölümsüz tanrılara sunacağı adakları düzenleme hakkını kazandı. Ama açlıktan midesi kazınsa da ağzına ne bir parça et ne de yağ sürdü. Kemikleri ateşte yaktıktan sonra ılgın ağacından sandaletlerini de Alpheios’un hızlı akıntısına attı. Ardından ateşi söndürdü ve külleri tüm kudretiyle çiğnedi, ta ki solgun ay gökyüzünde yeniden yükselene kadar. Sonra Kyllenian'a doğru hızla yol aldı. Ne bir tanrı ne de bir insan gördü onu ilerlerken. Köpekler bile havlamadı. Sabahın ilk ışıklarıyla annesinin mağarasına vardı ve bir yaz esintisi gibi usulca anahtar deliğinden içeri girdi. Küçük ayakları taş zeminde hiç ses çıkarmadan beşiğine ulaşana dek ilerledi. Beşiğine varıp uzandı. Sol elini bir bebek gibi çarşafların arasında oynatırken sağ eliyle çarşafların altındaki kaplumbağa-lirini tutuyordu.
Ama ne kadar kurnaz olursa olsun annesini kandıramadı. Annesi, Hermes’in beşiğine geldi ve “Gecenin karanlığında nerelerde dolaştın?” dedi. “Hilekâr çocuk, seni bu yaramazlıkların mahvedecek. Leto’nun oğlu birazdan gelip seni götürecek, kolay kolay kurtulamayacağın zincirlere vuracak. Çekil gözümün önünden zavallı çocuk, kutsal tanrıları endişelendirmek, insanoğluna bela olmak için doğmuşsun!”
Hermes nazikçe, “Anne,” dedi, “benimle neden fani bir bebekmişim, her şeyden korkan, ufacık bir kaş çatışa ağlayacak bir zavallıymışım gibi konuşuyorsun? İkimiz için de neyin iyi olduğunu biliyorum. Neden burada, bu virane mağarada kalalım ki? Kalbimizi neşelendirecek ne bir armağan ne de bir şölen var burada. Ben kalmayacağım. Tanrılarla ziyafet çekmek, içinde uğuldayan rüzgârların estiği bir mağarada yaşamaktan daha güzel. Apollon’a karşı şansımı deneyeceğim, çünkü onunla denk olduğumu düşünüyorum. Eğer o bana katlanmazsa ve babam Zeus davamı sahiplenmezse, kendi başıma ne yapabileceğime bakacağım. Pytho’daki tapınağına gidip oradaki ayaklıkları ve kazanları, demir aletleri ve parıltılı kıyafetleri çalacağım. Olimpos’ta saygınlık kazanamasam da hiç değilse hırsızların prensi olabilirim.”
Onlar böyle konuşurken Eos, okyanusun derinlerindeki akıntının içinde doğruldu ve yumuşak ışığı gökyüzünde parladı. Apollon aceleyle Onchestos’a ve Poseidon’un kutsal korusuna gitti. İhtiyar adam bağında çalışıyordu. Phoebus aceleyle ona doğru ilerledi ve “Bağcı dostum, Pieria’dan ineklerimi bulmaya geldim. İçlerinden ellisi kaçırıldı ve onları koruyan dört köpekle boğa bırakıldı geriye. Söyle bana ihtiyar, yoldan ineklerle birlikte geçen birini gördün mü?” diye sordu. Ama ihtiyar adam, görmüş olabileceklerinin hepsini söylemenin zor olduğunu söyledi. “Bu yoldan pek çok yolcu geçer, kimi kötü niyetlidir, kimi iyi. Hepsini hatırlayamam. Tek bildiğim, dün güneşin doğumundan batımına dek bağımı çapaladım ve sanırım bir sürüyle birlikte geçen bir çocuk gördüm ama emin değilim. Bir bebekti ve elinde bir asa tutuyordu. Tuhaf bir şekilde yolun bir o tarafına bir bu tarafına geçerek yürüyordu.”
Phoebus’un daha fazlasını duymaya ihtiyacı yoktu, zira artık, ona bu fenalığı yapanın Zeus’un yeni doğmuş oğlu olduğunu biliyordu. Mor bir pusa sarınarak hızla güzel Pylos’a gitti ve sürünün izini buldu. “Ah Zeus!” diye haykırdı. “Bu gerçekten de bir mucize. Sürünün ayak izlerini gördüm ama sanki hayvanlar çirişotu[5 - Cennetteki ölümsüz çiçek. (ç.n.)] çayırına gidiyor gibiydi, daha ötesine değil. Erkek ya da kadın, kurt, ayı ya da aslan… Hiçbirine ait tek bir iz görmedim. Sadece orada burada tuhaf bir canavarın ayak izleri vardı, yolun iki tarafına rasgele basarak iz bırakmış.” Bunun ardından hızla Kyllenian'ın ağaçlı tepelerine doğru ilerledi ve Maia’nın mağarasının eşiğine dikildi. Tam karşıda çocuk Hermes, korku içinde beşiğindeki çarşafların altına girmişti ve yeni doğmuş bir bebek gibi uyuyordu. Phoebus gözlerini ısrarla mağaranın içinde gezdirdi ve tamamen tanrıların yiyecek ve içecekleriyle dolu, üç gizli kapı açtı. Aralarında aynı zamanda altın, gümüş ve kıyafet de vardı ama hiçbirinde inek yoktu. Phoebus sonunda gözlerini çocuğun üzerine çevirdi ve “Sahtekâr bebek, ineklerim nerede? Eğer hemen söylemezsen aramızda bir savaş çıkacak ve seni kasvetli Tartaros’a[6 - Yeraltında, cehennemin en derin yerlerinde bulunan, Zeus’un kendine isyan edenleri attığı yer. (ç.n.)], ne babanın ne de annenin seni geri getirebileceği, hükmünün yalnızca insanların hayaletlerine geçeceği o karanlık diyara yollarım,” dedi. “Ah,” dedi Hermes, “bunlar korkunç sözler gerçekten de. Ama neden benimle böyle konuşuyorsun ve ineklerini burada arıyorsun? Onları ne gördüm ne de duydum ben. Kimse onlardan bahsetmedi bana. Nerede olduklarını söyleyemem ve eğer onları bulma karşılığında bir ödül vaat edildiyse alamam. Benim işim değil bu. Uyumaktan, emmekten ve beşiğimin çarşaflarıyla oynamaktan, ılık suda yıkanmaktan başka ne umurumda olur ki? Dostum, böyle aptalca bir dalaşmayı kimse duymasa iyi olur. Ölümsüz tanrılar, küçük bir bebeğin beşiğinden çıkıp ineklerin peşinde koşması fikrine gülerler. Daha dün doğdum. Ayaklarım yumuşacık, yerse çok sert. Ama seni rahatlatacaksa, babamın başı üzerine yemin ederim ki (bak, oldukça büyük bir yemin bu) bu işi ben yapmadım, ineklerini çalanı da görmedim. Hatta inek nedir, onu bile bilmem.”
Konuşurken sinsi sinsi bir o yana bir bu yana bakıyor, gözlerini kurnazca kırpıştırıyordu. Sanki Phoebus’un sözcükleri onu çok eğlendirmiş gibi uzun, yumuşak bir ıslık sesi çıkardı. “Pekâlâ dostum,” dedi Phoebus Apollon gülümseyerek, “anlıyorum ki birçok eve gireceksin ve peşinden gelenler olacak ve sığır eti düşkünlüğün birçok çobanı ağlatacak. Ama o beşikten in, yoksa bu son uykun olur. Sana vaat edebileceğim tek şeref bu, sonsuza dek hırsızların prensi olarak anılmak.” Phoebus daha fazla yaygara koparmadan bebeği kollarına aldı ama Hermes öyle büyük bir güçle hapşırdı ki adamın elinden düştü. Phoebus ona ciddiyetle, “Bu, ineklerimi bulacağımın işaretidir: yolu göster bana o halde,” dedi. Hermes büyük bir korkuyla doğruldu ve beşiğindeki çarşafları iki kulağına bastırarak “Zalim tanrı, ne yapacaksın bana? O inekler yüzünden beni neden kaygılandırıyorsun? Yeryüzünde hiç inek görmedim ben. Onları ben çalmadım. İnekleri çalanı da görmedim. İnek dediğin de her neyse… İsimlerinden başka hiçbir şey bilmiyorum. Ama dur, aramızdaki tartışmada kararı Zeus vermeli.”
Böylece ikisi, kendi amaçları doğrultusunda konuşup durdular ve akılları daha da karıştı, çünkü Phoebus yalnızca ineklerinin nerede olduğunu öğrenmek istiyor, Hermes ise onu kandırmaya uğraşıyordu. Hızla ve asık bir suratla, bebek önde Phoebus arkada yola düştüler ve Olimpos’un tepesine, kudretli Zeus’un evine vardılar. Zeus yargı tahtında oturmuştu ve tüm ölümsüz tanrılar etrafındaydı. Onların önünde, tam ortada Phoebus ile çocuk Hermes duruyordu. Zeus, “Bugünkü avından iyi bir ganimet getirmişsin Phoebus. Bir günlük bir bebek,” dedi. “Tanrıların karşısına çıkarmak için güzel bir armağan.”
“Baba,” dedi Apollon aceleyle. “Tek yağmacının ben olmadığımı gösterecek bir hikâye anlatacağım. Yorucu bir arama sonunda bu bebeği Kyllenian tepesindeki mağarada buldum ve bu çocuk daha önce ne tanrılar ne insanlar arasında görülmüş türden bir hırsız. Dün akşam çayırdan sürümü çaldı ve hayvanları doğruca Pylos’a, gürültülü denizin kıyısına götürdü. Bıraktığı izler tanrıları da insanları da hayrete düşürür. İneklerin ayak izleri sanki otlaklarımdan uzaklaşıyormuş gibi değil de otlağa doğru gidiyorlarmış gibi. Onun ayak izleriyse sözle anlatılacak gibi değil. Sanki ne ayağıyla ne eliyle yürümüş. Sanki meşe dalları bir anda yürümeye başlamış. Kumlu toprağın üzerinde böyleydi, sonra, kumlar bitince hiç iz kalmadı. Ama ihtiyar bir adam çocuğu, Pylos yolunda hayvanları yürütürken görmüş. Orada sürüyü serbest bırakmış ve annesinin evine gidip koca bir kül yığınının içindeki ufacık bir kıvılcım gibi beşiğine kıvrılmış. Öyle ki bir kartal bile güçlükle seçebilir onu. Onu hırsızlıkla suçladığımda küstahça inkâr etti ve bana inekleri görmediğini, onlardan bahsedildiğini dahi duymadığını, onları bulana bir ödül verilse bile onu alamayacağını söyledi.”
Phoebus’un sözleri böylece bitti ve bebek Hermes, Zeus’a, tüm tanrıların efendisine saygılarını sunduktan sonra, “Zeus Baba,” dedi. “Sana doğruyu söyleyeceğim, çünkü ben çok dürüst biriyim ve nasıl yalan söyleneceğini bilmem. Bu sabah, güneş henüz doğarken Phoebus annemin mağarasına geldi. İneklerini arıyordu. Yanında hiçbir tanık getirmemişti. Beni itirafta bulunmaya zorladı, Tartaros zindanlarına atmakla tehdit etti. Kendisi ilk yetişkinliğin tüm gücüne sahipken ben, onun da bildiği gibi, henüz dün doğdum ve henüz bir sürüyü yağmalayacak durumda değilim. İnan bana, evladına duyduğun sevgiyle inan, bu bahsedilen inekleri eve getirmedim ya da annemin eşiğinden geçirmedim. Gerçek budur. Dahası, Hêlios ve diğer tanrıların huzurunda seni sevdiğime ve Phoebus’a saygı duyduğuma da yemin ederim. Suçsuz olduğumu biliyorsun, istersen onun için de yemin ederim. Ama o ne kadar güçlü olursa olsun, günün birinde bu nezaketsizliğinin intikamını alacağım Phoebus’tan. Sen de güçsüzün yanında ol.”
Hermes de gözlerini kırpıştırarak ve kıyafetlerini omuzlarında tutarak böyle konuştu. Zeus, bebeğin kurnazlığına yüksek sesle güldü ve Phoebus’la çocuğun arkadaş olmalarını söyledi. Ardından başını eğip Hermes’e sürüyü nereye sakladığını göstermesini emretti. Çocuk ona itaat etti, çünkü bu işareti görmezden gelip de hayatta kalamazdı kimse. Hızla Pylos’a, geniş Alpheios nehrine gittiler. Hermes kıvrımların arasından sürüyü getirdi. Ama tam oradan ayrılırken Apollon kayalara asılmış derileri fark etti ve Hermes’e, “Daha bir günlük bir çocukken iki ineğin derisini yüzmeyi nasıl başardın, seni kurnaz alçak? İleride edineceğin kudretten korkarım ve seni canlı bırakamam,” dedi. Çocuğu tekrar yakaladı ve söğüt dallarıyla bağladı. Ama çocuk hepsini bedeninden kolaylıkla yırtıp attı. Phoebus hayrete düştü. Hermes boş yere saklanacak bir yer aradı. Kaplumbağa-lirini düşününce büyük bir korkuya kapıldı. Yayıyla tellere dokundu ve şarkı, her zamankinden yüksek ve tatlı bir sesle göğü doldurdu. Ölümsüz tanrıların ve karanlık dünyanın, yeryüzünün nasıl kurulduğunun ve her bir tanrının kendi paylarının nasıl verildiğinin şarkısını söyledi. Ta ki Apollon büyük bir arzuyla dolana kadar. Sonunda yeniden Hermes’le konuşan Apollon, “Sürü yağmacısı, kurnaz üçkâğıtçı, şarkın sürüden elli başa bedel. Anlaşmazlığımızı yavaş yavaş çözeceğiz,” dedi. “Bu arada söyle bana, bu muhteşem şarkı yeteneği seninle mi doğdu yoksa herhangi bir tanrıdan ya da faniden mi aldın bu yeteneği? Olimpos’taki ölümsüzlerin hiçbirinden böyle melodiler duymadım. Seni duyanlar, diledikleri ister neşe ister aşk ister uyku olsun, hemen elde ederler. Gücün çok büyük, ünün de büyük olacak. Ben de kızılcık sopan üzerine yemin ediyorum ki onurunun karşısında durmayacak ya da seni herhangi bir şekilde aldatmayacağım.”
Hermes bunun üzerine, “Becerimi senden esirgeyecek değilim Leto’nun oğlu, çünkü tek isteğim senin dostluğun,” dedi. “Hem senin Zeus’tan aldığın yetenekler de çok büyük. Onun zihnini biliyorsun, iradesini ilan edebilir ve ileride ölümsüz tanrılar ya da fanileri nelerin beklediğini ortaya çıkarabilirsin. Bu bilginin bende olmasını isterdim. Ama benim şarkı söyleme gücüm, bugünden itibaren senin olacak. Lirimi al. Endişeleri yatıştıran, kederli anların ya da ziyafetlerin tatlı eşlikçisidir o. Onun dilini öğrenenlere her şeyi tatlılıkla söyler ve ruhu üzen ya da endişelendiren tüm düşünceleri alıp götürür. Ona dokunan ama nasıl konuşturacağını bilemeyenlere saçmalık gibi gelecek, belirsiz inleyişler çıkaracaktır. Ama sen, bilgelikle doğdun, o yüzden lirim senindir. Haydi şimdi sürüyü birlikte besleyelim ve bizim bakımımızla gelişip çoğalsınlar. Artık kızmak için bir sebep yok.”
Bebek bunları söyledikten sonra lirini uzattı ve Phoebus Apollon da liri aldı. O da karşılığında çocuk Hermes’e parıltılı bir kamçı vererek sürülerinin başına geçirdi. Ardından lirin tellerine dokunarak göğü tatlı bir müzikle doldurdu. Birlikte Olimpos’a döndüler. Zeus, Apollon’un gazabının geçip gittiğini görünce içtenlikle sevindi. Ama Phoebus, Hermes’in kurnazlığından korktu. “Zamanı gelince hem arpımı hem de yayımı çalmandan, insanlar arasındaki onurumu yok etmenden korkuyorum,” dedi. “Hemen şimdi Styx’in karanlık suları üzerine bana bir yanlış yapmayacağına yemin et.” Hermes bunun üzerine başını eğdi ve Apollon’dan hiçbir zaman hiçbir şey çalmayacağına, onun kutsal tahtına asla el uzatmayacağına yemin etti. Phoebus da tüm ölümsüz tanrıların huzurunda Hermes’i herkesten çok seveceğine yemin etti. “Bu sevgiden dolayı,” dedi, “bir söz vereceğim. Altın değneğim seni koruyacak ve Zeus’un bana tanrıların ya da insanların tüm iyi ve kötü davranışlarıyla ilgili söylediklerini sana öğretecek. Ama sende olmasını istediğin o daha büyük bilgi senin olmayacak, çünkü o Zeus’un zihninde gizlidir ve kimseye söylemeyeceğime dair büyük bir yemin ettim. Ama bana doğru alametlerle gelen birini asla kandırmam. Yanlış kehanetlerle gelip tapınağımdan bilgi soranlara ise akılsızlıklarına göre yanıt verilecek, adakları ise doğruca hazineme gidecek. Ayrıca, Maia’nın oğlu, uzaklardaki Parnassos uçurumlarında, bana uzun zaman önce gelecek zamanlara dair gizli şeyler öğreten kanatlı Thriai[7 - Parnassos dağında Apollon’u büyüten ve çakıl taşlarından fal bakarak geleceğe dair bilgiler veren üç periye verilen ad. (ç.n.)] yaşar. Bu üç kardeşe git ve onları sına. Eğer konuşmadan önce bal peteği yerlerse, sana doğru cevaplar vereceklerdir. Ama tatlı yiyecekleri yoksa, onlara gelenleri yoldan çıkarmanın yolunu ararlar. Sana bu tavsiyeyi veriyorum işte; onların peşinden giderken temkinli ol ve sürülerine hâkimiyet kur. Koca yeryüzünde beslenen tüm canlılara da. Fani insanların ruhlarını Hades’in karanlık krallığına götüren rehber ol.”
Hermes, böylece Apollon’un sevgisinden emin oldu ve ölümsüz tanrılarla ölümlü insanlar arasında bir yer edindi. Yine de insanoğulları ondan pek bir şey kazanmadı, çünkü geceler boyu hilebazlığıyla onları kızdırdı.

Demeter’in Kederi


Mutlu ada Sicilya’da, Enna arazilerinde güzeller güzeli Persephone, onunla birlikte yaşayan kızlarla oynuyordu. Leydi Demeter’in kızıydı ve annesi gibi Persephone de herkes tarafından sevilirdi. Çünkü Demeter herkese karşı iyi ve nazikti ve kimse Persephone’den daha nazik ve neşeli olamazdı. O ve arkadaşları bahçelerden çiçek toplar, uçuşan uzun saçlarına taç yaparlardı. Etraflarında küme küme biten gülleri, lilyumları ve sümbülleri topluyorlardı ki Persephone ileride muhteşem bir çiçek gördüğünü sandı. Çiçeği almak için koşabildiği kadar hızlı koştu. Tek bir saptan yüz baş tomurcuklanmış güzel bir nergisti bu bitki. Çiçeklerinden yayılan koku, yukarıdaki koca gökyüzünü, dünyayı ve etrafındaki denizi bile sevindiriyordu. Persephone bu ihtişamlı armağanı almak için hevesle elini uzattığında yer birden ikiye ayrıldı ve o daha kaçamadan kömür karası dört at tarafından çekilen bir at arabası belirdi karşısında. Arabanın içinde karanlık, ciddi yüzlü bir adam vardı. Hiç gülmezmiş, hiç mutlu olmazmış gibi görünüyordu. Bir anda arabasından uzandı ve Persephone’yi elinden kavradığı gibi yanındaki koltuğa oturttu. Ardından kamçısıyla atlara dokundu ve atlar, arabayı derin yarıktan içeri taşıdılar. Yeryüzü üstlerine kapandı.
Persephone’yle oynayan kızlar, güzel nergisin yetiştiği yere geldiler ama arkadaşlarını hiçbir yerde bulamadılar. “İşte, koparmak için alelacele koştuğu çiçek burada ve etrafta saklanabileceği hiçbir yer yok,” dediler. Yine de uzun bir süre Enna tarlalarında onu arayıp durdular. Sonunda akşam çöktü ve kızlar Leydi Demeter’e Persephone’nin başına ne geldiğini bilmediklerini söylemeye gittiler.
Çocuğunun kaybolduğunu öğrenince Demeter’in duyduğu keder korkunçtu. Omuzlarına koyu renk bir urba geçirdi, yanan bir meşaleyi kaptığı gibi Persephone’yi aramak için yerin ve denizin üzerinde dolaşmaya başladı. Ama kimse kızının nereye gittiğini bilmiyordu. Aradan on gün geçmişti ki Demeter, Hekate’yle karşılaştı ve ona kızını sordu. Hekate, “Biri onu yakalarken haykırdığını duydum ama gözlerimle görmedim, o yüzden nereye gittiğini bilmiyorum,” dedi. Demeter bunun üzerine Helios’a gitti ve “Ah, Helios, bana çocuğumdan haber ver,” dedi. “Parlak güneşin içinde otururken yeryüzündeki her şeyi görürsün sen.” Helios, Demeter’e “Bu büyük kederin beni üzüyor, sana doğruyu söyleyeceğim. Persephone’yi kaçıran Hades’tir. Yeryüzünün altındaki karanlık ve kasvetli ülkesinde onu eş yapacak kendine,” dedi.
Demeter’in öfkesi, kederinden de korkunçtu. Bundan böyle Zeus’un Teselya tepesindeki sarayında kalmayacaktı, çünkü Hades’in Persephone’yi kaçırmasına göz yuman oydu. Demeter, Olimpos’tan indi ve uzun bir yolculuk yaparak güneş lacivert tepelerin ardındaki altın kadehine doğru alçalırken Eleusis’e vardı. Orada bir pınarın başına oturdu. Yeşil çimenlerden çıkan su, temiz bir havuzun içine dökülüyordu ve havuzun üzerine zeytin ağaçlarının dalları yayılmıştı. Tam o sırada Eleusis kralı Keleos’un kızları su almak için başlarında testilerle pınara geldi. Demeter’in yüzünü görür görmez ne büyük bir keder taşıdığını anladılar. Onunla kibarca konuştular ve yardım etmek için bir şey yapıp yapamayacaklarını sordular. Demeter onlara kaybettiği kızını aradığını anlatınca kızlar, “Gelin, bizimle yaşayın. Babamız ve annemiz size istediğiniz her şeyi verir, kederinizi yatıştırmak için ne gerekirse yaparlar,” dedi. Demeter böylece Keleos’un evine gitti ve bir yıl boyunca orada kaldı. Tüm bu süre boyunca Keleos’un kızları ona karşı çok nazik ve kibar davransalar da Demeter, Persephone için yas tutup ağlamaya devam etti. Ne kahkaha atıyor ne de gülümsüyordu. O büyük kederi yüzünden biriyle konuştuğu da nadirdi. Yeryüzü ve yeryüzünde yetişen şeyler bile Demeter’in kederine ortak oluyor, yas tutuyordu. Ağaçlarda meyve yoktu, tarlalarda mısır yetişmiyor, bahçelerde çiçek tomurcuklanmıyordu. Zeus, Teselya tepesinden aşağıya bakınca, eğer Demeter’in öfkesini ve kederini yatıştıramazsa her şeyin öleceğini gördü. Hermes’i yeraltına, karanlık ve haşin Kral Hades’in yanına gönderdi. Annesi Demeter’i görebilmesi için Persephone’yi yollamasını söyledi. Ancak Hades, Persephone’yi göndermeden önce ona yemesi için bir nar verdi, çünkü karısının ondan uzakta kalmasını istemiyordu ve bu nar tanelerinden birinin bile tadına bakarsa geri dönmek zorunda olacağını biliyordu. Ardından büyük araba, saray kapısının önüne getirildi ve Hermes kömür karası atlara kamçısıyla dokundu. Rüzgâr gibi hızla yola koyuldular ve Eleusis’e geldiler. Hermes, Persephone’yi bıraktı ve kömür karası atlar, arabayı yeniden Kral Hades’in karanlık yurduna taşıdı.
Hermes, Persephone’yi bıraktığında güneş batıyordu. Persephone pınarın başına yaklaştığında uzun, siyah urbalı birinin orada oturduğunu gördü ve bunun evladı için hâlâ ağlayıp yas tutan annesi olduğunu anladı. Demeter, kızının elbisesinin hışırtılarını duyunca başını kaldırdı. Persephone karşısında duruyordu.
Kızını bağrına bastığında Demeter’in sevinci öyle büyüktü ki, kederini de acısını da gölgede bıraktı. Persephone’yi tekrar tekrar kollarına aldı ve başına neler geldiğini sordu. Sonra da “Bana döndün ya, seni bir daha asla bırakmam. Hades, evladımı alıp o korkunç krallığında yaşatamayacak,” dedi. Ama Persephone, “Öyle olmayabilir anne,” dedi. “Hep seninle kalamam. Çünkü Hermes seni görmem için beni buraya getirmeden önce Hades bana bir nar verdi ve ben o narın tanelerinden birkaçını yedim. O taneleri tattıktan sonra, aradan altı ay geçtiğinde ona dönmek zorundayım. Hem aslında gitmekten korkmuyorum da. Hades hiç gülmüyor, gülümsemiyor bile, sarayındaki her şey karanlık ve kasvetli ama o, bana karşı çok nazik. Onun eşi olduğumdan beri neredeyse mutlu olduğunu düşünüyorum. Ama üzülme anne, çünkü her yıl altı aylığına gelip seninle kalacağıma söz verdi. Diğer altı ayı ise onunla yerin altındaki ülkesinde geçirmeliyim.”
Demeter, kızı Persephone’yi gördüğü için rahatlamıştı. Toprak ve toprakta yetişen her şey de onun öfkesinin ve kederinin geçtiğini hissetti. Ağaçlar bir kez daha meyve verdi, bahçelerdeki çiçekler açtı ve altın rengi mısırlar yumuşak yaz esintisiyle deniz gibi dalgalanmaya başladı. Altı ay böyle mutlulukla geçip gitti ve Hermes, Persephone’yi karanlık ülkeye götürmek için kömür karası atlarla geri geldi. Persephone, annesine, “Çok ağlama. Eşi olduğum kasvetli kral bana karşı o kadar iyi ki mutsuz olmam imkânsız. Hem altı ay sonra beni yeniden sana gönderecek,” dedi. Yine de Persephone ne zaman Hades’e dönse, Demeter kızının arkadaşlarıyla oynayan neşeli bir kız çocuğu olduğu ve Enna’nın güzel çayırlarından rengârenk çiçekler topladığı o güzel günleri düşündü.

Endymion’un Uykusu


Güneşin batıda kaybolmaya başladığı güzel bir akşam, Selene, Meander nehri kıyılarında dolaşıyor ve o güne dek gördüğü yerler içinde bu tatlı ırmağın aktığı sessiz vadiden daha güzel bir yer olmadığını düşünüyordu. Sağ tarafında, iki yanı ağaçlar ve çiçeklerle kaplı bir tepe yükseliyordu. Karaağaçlara tutunmuş bağların mor üzümleri, koyu renk yapraklar arasında parlıyordu. Selene oradan geçen birkaç insana tepenin adını sordu. Latmos tepesi dendiğini söylediler ona. Selene yoluna devam etti. Akşam ışığında, dalları tepesinde sallanan uzun ağaçların altından geçerek sonunda zirveye ulaştı ve aşağıda uzanan vadiye baktı. Selene hayrete düşmüştü, çünkü daha önce rüyasında bile böyle güzel bir şey görmemişti. Meander diyarıdan daha güzel hiçbir yer olmayacağını düşünüyordu ama şimdi karşısında kayalardan, taşlardan ve o uğultulu nehrin parlak sularından çok daha güzel bir şey vardı. Dibinde, batan güneşin ışığında gümüş gibi parlayan bir göl bulunan küçük bir vadiydi burası. Eğimli kıyıların hepsi birbirinden güzel ağaçlarla kaplıydı ve ağaçların uzun dalları suyun üzerine düşüyordu. Ne rüzgâr yapraklardan birini kıpırdatıyordu ne de bir kuş uçuyordu gökte. Yalnızca gölün üzerinde tembelce süzülen büyük bir yusufçuk ve gümüşi sularda yarı uyuklar halde uzanmış bir kuğu vardı. Bir yanda, vadinin en güzel köşesinde mermerden bir tapınak vardı. Sütunları kar gibi parlıyordu. Göle inen mermer basamakların üzerinde palmiyelerin dalları sallanıyordu ve her tarafta öbek öbek güzel çiçekler vardı. Onların arasında ise yosunlar, eğrelti otları ve yeşil sarmaşıklar vardı. Beyaz nergis ve mor lale, siyah sümbül ve narçiçeği rengi gül vardı. Ne var ki tapınağın mermer basamaklarında uzanmış vaziyette uyuyan bir adam, tüm ağaçların ve çiçeklerin güzelliğini geride bırakıyordu. Fırtınaların hiç uğramadığı, kara yağmur bulutlarının dağın etrafını hiç sarmadığı bu sessiz vadide yaşayan Endymion’du bu adam. Akşam saatinde orada öyle hareketsizce yatıyordu. Selene ilk başta gördüğü adamın yaşadığına pek ihtimal vermedi. Çünkü âdeta mermerden yapılmış gibi hareketsizdi. Selene adama bakarken hayretle derin bir nefes aldı. Sonra usulca vadiye doğru inerek Endymion’un uyuduğu basamaklara yaklaştı. Güneş artık tepenin ardına çekilmişti ve akşamın yoğun parıltısı, gümüşi gölün parıltısını altın rengine boyuyordu. Endymion uyandı ve Selene’nin yanında durduğunu gördü. Selene, “Dünyayı geziyorum, burada kalamam. Benimle gel, sana daha büyük göller, buradan çok daha görkemli vadiler göstereyim,” dedi. Ama Endymion, “Leydim, gidemem. Bundan daha büyük göller, buradan çok daha görkemli vadiler olabilir ama ben fırtınaların uğramadığı ve gökyüzünün hiçbir zaman bulutlarla kararmadığı bu sessiz sakin yeri seviyorum. Bu uyuyan ağaçların serin gölgesini, uzun karaağaçların altında biten mersinleri ve gülleri, günün sıcak saatlerinde kuğuların dinlendiği ve yusufçukların yeşil ve altın rengi kanatlarını güneşe doğru açtıkları bu suları bırakıp gitmemi isteme benden,” diye yanıtladı onu.
Selene birkaç kez sorusunu yinelediyse de Endymion güzel evini bırakmadı. Sonunda Selene, “Daha fazla kalamam ama eğer benimle birlikte gelmeyeceksen bu mermer basamaklarda uyuyacak ve bir daha asla uyanamayacaksın,” dedi. Böylece Selene, adamı orada bırakıp gitti. Endymion da derin bir uykuya daldı ve elleri iki yanına düştü. Akşam esintisi palmiye ağaçlarının koca yapraklarını usulca kıpırdatırken ve zambaklar başlarını soğuk suya doğru eğerken tapınağın basamaklarında kıpırdamadan uzandı. Durgun ve mesut gece boyunca orada yattı ve güneş denizin üzerinden doğup da kızgın atlarıyla gökyüzünde yükseldiğinde de yatmaya devam etti. Bu güzel vadide bir tılsım vardı artık. Esintileri her zamankinden daha zarif, gölü her zamankinden daha durgun kılan bir tılsım. Yeşil yusufçuk Endymion’un yakınlarında tembelce süzülüyor, adamın onları beslemeye gelip gelmeyeceğini anlamaya çalışıyordu. Ama Endymion derin ve rüyasız uykusunda hiç kıpırdamadan duruyordu. Haftalar, aylar ve yıllar boyunca gece gündüz orada öylece yattı. Güneş denizin derinliklerine gömülürken Selene birçok kez gelip Latmian tepesinde durdu. Sarkık palmiye ağaçlarının altında öylece yatan Endymion’u izledi ve şöyle dedi: “Evinden ayrılmadığı için onu cezalandırdım. Endymion artık sonsuza dek Latmos topraklarında uyuyacak.”

Phaethon


Helios, Hephaistos’un müthiş becerisiyle onun için yaptığı altından evin içinde, oğlu Phaethon’dan daha güzel hiçbir şey görmüyordu. Çocuğun annesi Klymene’ye hiçbir ölümlü çocuğun güzellikte onunla denk olamayacağını söyledi. Phaethon da duydu bunları. Kalbi kötücül bir kibirle doldu. Helios’un tahtının karşısına dikildi ve “Göz kamaştırıcı ışığın içinde yaşayan babam, benim senin oğlun olduğumu söylüyorlar ama ismim ve görkemim olmaksızın senin evinde yaşadığım sürece nereden bilebilirim bunu? Bana öyle bir nişan ver ki insanlar senin oğlun olduğumu anlasın,” dedi. Helios bunun üzerine ona herhangi bir şey istemesini söyledi ve isteğini yerine getireceğine yemin etti. Phaethon, “Bir gün boyunca arabanı gökyüzünde ben süreceğim. Horai’ye söyle, Eos titrek ışıklarını göğe yaydığında atları hazırlasın benim için,” dedi. Ancak Helios’un kalbi korkuyla doluydu ve sözlerini geri alması için gözyaşları içinde yalvardı oğluna. “Ah, Phaethon, Klymene’nin şanlı oğlu, tüm o güzelliğine rağmen yine de bir fanisin. Helios’un atlarıysa yeryüzünden bir efendiye itaat etmezler asla.” Ama Phaethon, onun sözlerine kulak asmadı ve atlara bakan Horai’nin evine doğru hızla yola çıktı. “Benim için,” dedi, “Helios’un arabasını hazırla, zira bugün babam yerine ben gezeceğim göğün tepesinde.”
Sarı saçlı Eos, zayıf ışığını solgun gökyüzüne yayıyor ve Lampetie, Helios’un hayvanlarını görkemli otlaklarına götürüyordu. Tam o sırada Horai atları getirdi ve ateşli arabaya bağladı. Phaethon hevesle ellerini uzatarak dizginleri kavradı ve atlar mavi gökyüzüne doğru hızla harekete geçti. Phaethon’un kalbi korkuyla doldu ve dizginleri tutan elleri titremeye başladı. Hayvanlar iyice yabanileşerek çılgın bir hıza ulaştı ve en sonunda Hespera[8 - Orijinal metinde “Hesperian land” olarak geçiyor. Mitolojide akşam yıldızının kişileştirilmiş hali olarak Hesperos ve Hesperis olarak geçen sözcükler, Yunanca “akşam” manasına gelen “Hespera” sözcüğünden türemiş. (ç.n.)] diyarına giden yola girdiler. Yol boyunca sık sık dalarak yeryüzünün geniş düzlüklerine yaklaştılar. Kavurucu alevler gitgide büyürken ağaçlar kuruyan başlarını eğdi, tepelerin kenarındaki yeşil çimler pörsüdü, çamurlu yataklarında akan nehirler yok oldu ve kudretli tepelerin gizli derinliklerinden duman ve ateşle birlikte siyah bir buğu yükseldi. Tüm diyarlardaki insanların kimi yanıp kül olmuş kimi de ağızları açık, iki büklüm yatarak ölümü bekliyordu. Sarı gökyüzüne bakıyorlardı ama bulutların geldiği yoktu. Nehirleri ve pınarları aradılar ama yataklarındaki bütün sular kaynayıp gitmişti. Gencinden ihtiyarına herkes ölüm uykusuna dalmak için çılgınlığın merkezinde öylece yatıyordu.
Helios’un atları ateşli gezilerini hızla sürdürürken Zeus, Teselya’daki tepesinden aşağı baktı ve Phaethon babasının arabasından indirilmezse yeryüzündeki bütün canlıların öleceğini gördü. Böylece sıcak gökyüzünden kaybolan bulutların yasını tutan kudretli gök gürültüleri duyuldu ve şimşekler Phaethon’un üzerine doğru çakarak onu yanan gökyüzünden aşağıya, yeşil denizin suları altına gömdü.
Ancak kız kardeşleri, yakışıklı Phaethon’un ölümüne öyle kederle ağladılar ki Hesperos’un kızları deniz kenarına onun için bir mezar yaptı. Böylece bütün insanlar Helios’un oğlunun adını hatırlayacak ve “Phaethon babasının arabasından düştü ama görkemini kaybetmedi, çünkü kalbi büyük şeyler için atıyordu,” diyeceklerdi.

Briareos


Olimpos’un koridorlarında bir kavga vardı, çünkü Zeus eski tanrıları yenmiş ve babası Kronos’un tahtına oturmuştu. Elinde yıldırımları tutuyordu; ayağının dibinde şimşekler uyukluyordu. Etrafındaki bütün tanrılar, onun kudretinden titriyordu. Hepsine zorlu görevler vermiş ve sert sözler söylemişti. Yeryüzünde ve engin denizlerde yaşayan tanrıları sert bir biçimde yönetmeyi düşünüyordu. Hermes bütün gün onun isteklerini yerine getirmekten bitap düşmüştü, çünkü Zeus herkese aynı şekilde yükleniyordu ve bir zamanlar kendisinin de zayıf ve güçsüz olduğunu unutuyordu.
Derken yeryüzündeki ve denizdeki tanrılar bir araya toplanarak gizlice fısıldaşmaya başladılar. Karanlık suların hâkimi Poseidon ateşli bir öfkeyle konuştu: “Kulak verin bana, Hera ve Athena. Zeus’a karşı ayaklanalım ve ona bütün gücün sahibi olmadığını gösterelim. Yeni krallığını nasıl yönettiğini, babası Kronos’a karşı verdiği savaşta ona ettiğimiz yardımları unuttuğunu, en kudretli dostlarını bile rahatsız ettiğini görsün. Ateşi fanilere vererek onları soğuktan donmaktan ve açlıktan kurtaran Prometheus’u Kafkas dağlarına zincirledi. Eğer Titan’ı bağlamak için küçülmüyorsa, gazabıyla seni de cezalandıracaktır Leydi Hera.” Athena dedi ki: “Zeus, aklını yitirdi ve artık yaptığı her şey hileli ve hatalı. Onu hemen durduralım ki yer ve gök, savaş ve kargaşayla dolup taşmasın.” Böylece hepsi, Zeus’un tiranlığına daha fazla boyun eğmemek için yemin ettiler ve Hephaistos onların isteğiyle, gözleri uykuya yenik düşmüşken Zeus’u bağlamak için güçlü zincirler dövdü.
Ama mercan mağarasındaki suların altında oturan Thetis, Poseidon ve Athena’nın konuşmasını duydu. Denizin üzerindeki beyaz sis gibi yükseldi ve Zeus’un tahtı önünde diz çöktü. Ardından kollarını Zeus’un dizlerine sardı ve “Ey Zeus,” dedi. “Tanrılar kudretin karşısında titriyor ama o sert sözlerinden hoşlanmıyorlar. Aklının başından gittiğini, yaptığın her şeyin hileli ve hatalı olduğunu söylüyorlar. Kulak ver bana Zeus! Hephaistos zinciri dövdü. Leydi Hera ve denizlerin efendisi Poseidon, bir de saf Athena, gözlerin uykuya yenik düştüğünde seni bağlamaya yemin ettiler. Bana izin ver de gidip Briareos’u çağırayım, yüz eliyle yardıma gelsin. O senin yanına oturduğunda Hera ve Poseidon’un gazabından korkmana gerek kalmaz. Tehlike geçtikten sonra nezaket ve adaletle hükmetmen gerektiğini de unutma, çünkü gerçekle ve aşkla savaşanların karşısında hiçbir güç dayanamaz. Sana yardım edenleri unutma ve Kafkas kayalıklarındaki Prometheus’a yaptığın gibi ödüllendirme onları. Zamanı geldiğinde ben de şimdi babasının Peleus’taki evinde yaşayan çocuğum Akhilleus için bir iyilik isteyebilirim senden. O zaman geldiğinde, geçmişte seni Hephaistos’un zincirlerinden nasıl kurtardığım gelsin aklına.”
Bunun üzerine Zeus kibarca konuşmaya başladı ve “Acele et Thetis ve kudretli Briareos’u buraya getir ki yüz eliyle beni korusun. Söylediğin sözlerden de korkma, çünkü Zeus iyi tavsiyeleri geçiştirmez. Tanrılar artık sert ve kaba sözlerimden dolayı nefret etmeyecekler benden,” dedi.
Thetis, Zeus’a yardım etmesi için yeryüzünün en derinlerinden Briareos’u çağırdı. Onun devasa görüntüsü Olimpos’un salonlarında belirdi ve tanrılar, o tüm gücünü göstererek Zeus’un yanında otururken tir tir titrediler. Zeus, “Dinleyin beni, Leydi Hera, Poseidon ve Athena,” dedi. “Düşüncelerinizi de beni yaptığım kötülükler yüzünden bağlamaya niyetlendiğinizi de biliyorum. Ama korkmayın. Bundan sonra yalnızca dediklerimi yapın. Zeus’un sert ve zalim bir efendi olduğunu söylemek için hiçbir nedeniniz olmayacak bundan sonra.”

Semele


Kral Kadmos’un kızı Semele, bütün Boeotia diyarında güzelliğiyle bilinirdi. Zeus, babasının Thebes’teki evinde onu gördüğünde genç kızı sevdi ve bu da Hera’nın öfkesini uyandırdı. Hera, kızı öldürmenin bir yolunu aramaya başladı. Zeus’un birkaç kez Olimpos’tan çıkarak Kadmos’un kızını görmeye gittiğini biliyordu. Bir keresinde bakıcısı Beroe’ye, Semele’ye gidip onu kandırarak mahvetmesini söyledi. Beroe gidip Semele’ye hileli sözler söyledi ve ona Olimpos’un görkeminden bahsetti. “Orada Zeus yaşar,” dedi. “Karanlık bulutların yukarısında. Gök gürültüsü onun tahtında gürler, şimşekler orada çakar. Kraliçe Hera’yı görmeye giderken ateşten atları taşır onu ve güneş, onun gökyüzünde etrafına yaydığı karanlığı aydınlatır.” Beroe, işi bitince oradan hızla uzaklaştı. Semele duyduğu şeyleri düşünüp durdu ve Zeus tekrar geldiğinde ona, “Neden bana hep sakin ve kibarca geliyorsun? Seni bana karşı kibar ve hassas görmek hoşuma gidiyor ama aynı zamanda kudretini de görmek istiyorum. Bir kez olsun Kraliçe Hera’ya gittiğin gibi gel bana da,” dedi. Zeus bunun üzerine, “Ah, Semele, ne istediğini bilmiyorsun. Kraliçe Hera ışık tanrılarının soyundan ve damarlarında ölümsüzlerin kanı dolaşıyor. Ama sen fani bir adamın kızısın. Şimşeklerim karşısında gözlerin kör olur, alevlerim seni yakar,” diye cevap verdi. Ama Semele aldırış etmedi buna. “Ah Zeus, söylediğin kadar korkutucu olamaz. Yoksa ışık tanrılarının soyu bile görkemin karşısında sinerdi. Hem uzun zaman önce senden istediğim her şeyi vereceğine söz vermiştin. Ben de senden tüm o görkeminle gelmeni istiyorum bana.” Zeus, kızın öleceğini bile bile, onun istediği şekilde gelmeye söz verdi. Çok geçmeden, kızın bir başına oturduğu bir gün, gökyüzü aniden durgunlaştı. Semele hiçbir ses duymuyordu. İçini büyük bir korku kapladı ve ona kimsenin yardım edemeyeceği bir yere götürüldüğünü hissetti. O ölüm durgunluğunun içinde bir anda öfkeli şimşekler çakmaya başladı ve Zeus ona doğru yaklaşırken büyüyen alevler bedenini yaktı. Şimşeklerin alevi ve gök gürültüleri arasında, Dionysos’u doğurdu.
Semele uzun zaman yeryüzünün altındaki gölgeler diyarında dolaştı. Ta ki Dionysos büyüyüp şarap ve bağ bozumu tanrısı olana kadar. O zaman Dionysos aşağı, Hades’in krallığına gitti ve annesini karanlık evinden çıkardı. Zeus ve diğer tanrılar onu Thyone adıyla Olimpos salonlarına kabul etti.

Dionysos


Kadmos’un kızı Semele, yeryüzünün altında, insan ruhlarının dolaştığı o karanlık diyarda yatarken, oğlu Dionysos tüm gücü ve güzelliğiyle Orchomenos’un çiçekli düzlüklerinde serpilmişti. Ancak Leydi Hera’nın anneye ve çocuğa duyduğu öfke hâlâ canlıydı. Zeus’un alevli şimşeklerinin öldürdüğü talihsiz kadına karşı hiç merhameti yoktu. Semele, Hades’in zindanında kaybettiği aşkı için yas tutarken çocuğunun onu tanrıların şölenine götüreceği güne dek bekledi. Ama Hera, çocuk için de zorlu bir tuzak, ağır bir tehlike hazırlıyordu. Yeryüzünde ve denizde tuhaf şeyler geldi Dionysos'un başına. Ama güçlü kolları ve babası Zeus’un sevgisi onu tüm tehlikelerden korudu. Tüm yeryüzünde insanlar onun güzelliğinden ve gücünden bahsediyor, Zeus’un görkemine bakmaya cesaret eden kadının oğlu olmaya layık olduğunu söylüyordu. Bir süre sonra çocuk gençliğini ardında bıraktı ve kalbinde tüm yeryüzünü dolaşmak, insan şehirlerini ve yaşamlarını gözlemleme arzusu belirdi. Dionysos böylece Orchomenos’tan çıkıp kıyı boyunca ilerledi ve dalgalı suları izlemek için bir kayanın üzerinde durdu. Dalgaların o tatlı müziği kulaklarına değdikçe içini yabani bir sevinç doldurdu. Siyah bukleleri omuzlarına dökülüyor, mor kıyafeti yazın yumuşak esintisinde dalgalanıyordu. Karşısındaki mavi sularda tekneler parıltılı güneşin altında neşeyle dans ederek kıyıdan kıyıya gidiyor, savaşta ve barışta görevlerini yerine getiriyordu. Bir tekne sahile yanaştı. Beyaz yelkeni aceleyle güverteye indirildi ve tayfadan beş kişi çıkıp tekneden kıyıya doğru ilerledi. Dionysos’un durduğu kayanın yanına geldiler. “Bizimle gel,” dediler o kaba sesleriyle ve kaslı kollarını kavradılar. “Tiren’li denizciler her gün senin gibi gençlerle karşılaşmaz.” Kaba hareketlerle onu tekneye sürüklediler ve bağlamak için hazırlandılar. “Cesur ve güzel bir genç,” dediler. “Mallarımızı satışa çıkardığımızda alıcısı hiç eksik olmayacak.” Söğüt dallarıyla ellerini ayaklarını sımsıkı bağladılar ama dallar, Dionysos’un üzerinden sonbaharda dökülen yapraklar gibi döküldü. Yere otururken karşısına dikilmiş hırsızlara sakince bakıyordu ve yüzünde umursamaz bir tebessüm vardı. Derken birden dümencinin bağıran sesi duyuldu. “Aptallar, ne yapıyorsunuz? Zeus’un gazabı sizi felakete sürükleyecek. Bu genç adam fanilerden değil. Bu güzel beden kimbilir ölümsüz tanrıların hangisinden çıktı. Açık denize çıktığımızda ölümcül bir fırtınaya yakalanmak istemiyorsanız onu sorunsuzca gemiden gönderin gitsin.” Tayfalar kaba kahkahalar savururken reisleri dalga geçer gibi, “Sen rüzgârı kolla da ona göre yelkenini aç bilge dümenci,” dedi. “Bizim işimize karışacağına kendi işini yap. Çocuk için de korkma. Söğüt dalları zayıftı sadece. Onlardan kurtulmuş olmasına şaşmamak gerek. O bizimle gelecek ve şüphesiz daha Mısır’a, Kıbrıs’a ya da Hyperborean ülkesine gelmeden bize kendi adını, annesinin ve babasının adını söyleyecek. Korkma, bir ganimet bulduk.”
Yelken, direğe çekildi ve gemi dalgaların arasında yol alırken gururla şişti. Güneş hâlâ suyun üzerinde parlıyordu ve beyaz bulutlar gökyüzünde tembel tembel geziniyordu. Kudretli Dionysos, onu kaçıran haydutlar karşısında alametleri ve mucizeleri göstermeye başladı. Gökyüzü bir ziyafet sofrasına dönerken güvertede kırmızı şarap akmaya ve bir koku yayılmaya başladı. Yelken direği ve serenin üzerinde asmalar belirdi ve her birinin dallarında siyah üzüm salkımları parlamaya başladı. Sarmaşıklar, halatların etrafını karmakarışık bir halde sardı ve kürek uçlarında canlı çelenkler, mücevherli taçlar gibi parladı. İşte o an hepsinin üzerine bir korku çöktü. Dümenciye dönüp, “Çabuk kıyıya dön, burada bizim için hiçbir umut yok!” diye haykırdılar. Ama hemen ardından daha da kudretli bir mucize yaşandı. Gökyüzünde büyük bir gürültü koptu. Tam karşılarında açık kahverengi bir aslan duruyordu ve hemen yanında ciddi, ürkütücü bir ayı vardı. Acınası köleler gibi tırsan Tiren’liler geminin kıçına doluşarak iyi dümencinin etrafına çöküverdiler. Derken aslan sıçradı ve adamların reisini yakaladı. Adamlar can acısıyla geminin diğer tarafına sıçradılar. Ama Dionysos’un gücü hâlâ peşlerindeydi. Bir ses, “Nesiller boyu bu denizlerde yunus şeklinde gezeceksiniz. Aç köpekbalıkları denizde sizi kovalarken gece gündüz dinlenmek yok size,” derken bedenlerinin değiştiğini hissettiler.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403231?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
Gökçeada. (e.n.)

2
Limni. (e.n.)

3
Sakız Adası. (e.n.)

4
Hades’in hükmettiği ölüler diyarı ile yaşayan dünya arasındaki sınırı oluşturan nehir. (ç.n.)

5
Cennetteki ölümsüz çiçek. (ç.n.)

6
Yeraltında, cehennemin en derin yerlerinde bulunan, Zeus’un kendine isyan edenleri attığı yer. (ç.n.)

7
Parnassos dağında Apollon’u büyüten ve çakıl taşlarından fal bakarak geleceğe dair bilgiler veren üç periye verilen ad. (ç.n.)

8
Orijinal metinde “Hesperian land” olarak geçiyor. Mitolojide akşam yıldızının kişileştirilmiş hali olarak Hesperos ve Hesperis olarak geçen sözcükler, Yunanca “akşam” manasına gelen “Hespera” sözcüğünden türemiş. (ç.n.)
Antik yunan hikâyeleri George W. Cox
Antik yunan hikâyeleri

George W. Cox

Тип: электронная книга

Жанр: Мифы, легенды, эпос

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Antik Yunan’dan günümüze ulaşan mitler ve efsaneler, tarihi ve kültürel mirasımızın en önemli bölümlerinden birini oluşturur. Yüzlerce yıldır anlatılagelen bu mitler ve efsaneler, günümüzde de pek çok filme, diziye, kitaba, bilgisayar oyunlarına ilham kaynağı olmaya ve insanoğlunun yaratıcılığını şekillendirmeye devam etmektedir.

  • Добавить отзыв