Antik mısır
Frank Henry Brooksbank
Mısır! Bu büyülü kelimeyi duyunca zihnimizde ne muazzam görüntüler canlanıyor. Görkemli tapınaklar, gösterişli piramitler, ışıltılı saraylar, güçlü firavunlar, kudretli tanrılar… Oysa Mısır’ın antik dönemleri, uzun yıllar boyunca bir sır olarak kalmıştı. Günümüze yakın sayılabilecek bir tarihte Rosetta Taşı’nın bulunmasıyla hiyerogliflerin gizemi çözülmüş, bu sayede Mısır’ın büyüleyici detaylarla dolu kadim mit ve efsanelerine giden yol açılmıştı.
İsis ve Osiris’in hikâyesinden Antonius ve Kleopatra’ya, piramitlerin yapılışından Mısır inanış ve efsanelerine kadar Mısır mitolojisine dair merak ettiğiniz her şeyi bu kitapta bulacaksınız. Yazar, antik Mısır’da ulaşılan zenginlik ile ihtişamı ve o dönemin yaşam biçimini Mısır mitolojisiyle yoğurarak hikâye tadında anlatıyor.
Frank Henry Brooksbank
ANTİK MISIR. Tanrılar, Kahramanlar ve Firavunlar
Önsöz
MISIR! Bu büyülü kelimeyi duyunca zihnimizde ne muazzam görüntüler canlanıyor. İhtişamlı bir müzik eşliğinde, sütunlarla çevrili koridorlarda yürüyen beyaz cüppeli rahiplerin kutsal kafilesi; yakıcı düzlükler üzerinde sık bir nizam içinde toplanmış ya da düşman saflarına karşı konulamaz biçimde hücum eden, ışıltılı zırhlar kuşanmış askerler; baştan aşağı mücevher bezeli ipeklerle ve altın renkli kıyafetlerle donanmış kral ve kraliçenin saltanat alayının, onlara övgüler yağdıran halkın kalabalığı arasından geçişi; hayranlık uyandıran, hatta içimize bir huşu düşüren ışığın, yaşamın ve çeşitli renklerin görüntüsü… İşte bu mistik ismi duyduğumuzda gözümüzün önünde canlanan manzaralardan bazıları.
Düşüncelerimiz her defasında da tek bir konuya dönüp duruyor: Mısır’a dair fikirlerimizi şekillendiren o devasa yapılara. Düşlerimizde canlandırdığımız ister bir piramit ya da tapınak, ister bir dikilitaş veya sfenks olsun, her defasında içimize bir gizem düşüyor ve bu yapıları yeryüzünde yükselten insanlara karşı hayretle karışık bir saygı duyuyoruz. Bu insanlar kimdi, dayanıklı taşlarla inşa edilen bu devasa yapılar ne için tasarlanmıştı diye kendimize soruyoruz. Tanrıları uğruna bu denli muazzam tapınaklar inşa etmeleri için onlara ilham veren inançları nasıl bir inançtı? Bu sırların bir kısmı son yüzyılda gün yüzüne çıkarıldı, ama henüz ortaya çıkmayan çok gizem var.
Halkların erken dönem inançlarıyla bağdaştırılmış efsaneler, bu insanların nasıl büyüyüp geliştiklerini, karanlıktan ışığa nasıl ulaştıklarını anlamamıza yardımcı oluyor. Bu gelenek içinde ırkımızın köken hikâyeleri de bolca bulunuyor, Yunan ve Roma mitleri zaten herkesçe biliniyor. Ancak Mısır hikâyelerinde, yavaş yavaş gelişmeye başlayan bu halkın çocukluk çağıyla alakalı anlatılabilecek çok az şey buluyoruz. Tuttukları kayıtlarda ne kadar geriye gidersek gidelim, Mısır’ı, söylence evresinin neredeyse tamamen ötesine geçmiş diniyle birlikte, gelişmiş bir medeniyet döneminde görüyoruz. İsis’in çektiği acılar ve eşi Osiris’i arayışı, Mısır inançlarıyla alakalı çok büyük bir efsaneyi oluşturuyor; ancak muhtemelen bu anlatı bile bir efsaneden çok bir alegori niteliği taşıyor.
Mısırlıların inancı, dünya üzerindeki tüm inançlar kadar asil ve yüce bir öze sahipti. Daha sonradan sonsuz sayıdaki ikincil tanrıların dahil olduğu karmaşık bir inanca dönüştü, fakat bunun sebebi inancın kendisi değil rahiplerdi. Mısırlılar, Tanrı’nın izlerini dört bir yanda görüyorlardı: Nil’in yükselişinde, toprağın bereketlenmesinde, kuşlarda, hayvanlarda, güneşte, ayda, gökyüzünde, yeryüzünde ve denizde. Tabii ki yalnızca doğaya tapan insanlar değildiler. İçlerinde bir merak yahut hürmet uyandıran doğanın bu farklı yönleri, aslında yarattığı her eserde kendisine dair bir iz bulunabilecek “Yüce Tanrı”nın bir nişanesiydi. İnsanlar, en güzel eserlerini bu tanrıya armağan ederek onu şereflendirmeliydi.
İşte Mısır halkı böyle böyle gelişerek güç sahibi oldu, zaman içinde de yerlerini başkalarına devretti. Buna rağmen yaptıkları eserler daimiydi. İnsanların günlük yaşamlarına yön veren inanç, gerçekten de sonsuza dek yaşayacak gibi görünen anıtların doğmasını sağladı. Mısır’ın ihtişamlı zamanları çoktan son buldu; lakin bu anıtlar, o halkın geçmişteki büyüklüğüne şahit olmuş sessiz birer tanık olarak yeryüzünde yükselmeye devam ediyor.
F. H. B.
Doğumumuz, uyku ve unutuştan başka bir şey değil;
Bizimle yükselen ruh, yaşamımızın yıldızı,
Işıkla başka bir yerde buluştu,
Ve çok uzak diyarlardan gelip bize kavuştu.
Bütünüyle bir unutulmuşluktan
Yahut mutlak bir çıplaklıktan değil!
Geliyoruz, bulutların o ihtişamlı patikasından,
Yuvamız olan Tanrı’nın yanından.
W. M. WORDSWORTH
ANTİK MISIR
1. BÖLÜM
Antik Mısır Halkı
Uçsuz bucaksız, çorak bir çöl… Her iki tarafı da bu çölle çevrili, verimli topraklara ev sahipliği yapan dar bir toprak şeridi… Bu şeridin ortasından akan ve ağız kısmında geniş bir delta yapan büyük, gri bir nehir… İşte Mısır. Hikâyemizin geçtiği eski çağlarda bu deltada şimdikinden daha fazla nehir kolu bulunuyor, bu kollar da sazlıklar ve çimenlerle dolu geniş bataklıklara dökülüyordu, şimdiki hoş topraklardan eser yoktu.
O zamanlarda ülkenin esas merkezi deltanın üst tarafında yer alan uzun kıyı şeridiydi, insanların çoğu burada yaşıyordu. Gece gündüz harıl harıl çalışıyor, nehrin çok cömert davrandığı topraklar üstünde harcadıkları çabanın meyveleriyle hayatta kalıyorlardı. Ancak bununla birlikte savaşçı bir ırktılar; zaman içinde öylesine geniş ve uzak toprakları fethettiler ki başka hiçbir halk zenginlikte, güçte ve egemenlikte onlarla boy ölçüşemiyordu. Mısırlılar, sahip oldukları bilge insanların mühim öğretileri, yetenekleri, bilgileri; her şeyin ötesinde de inançları ve bugün medeniyet olarak adlandırdığımız tüm şeyler sayesinde güçlerine güç katıyorlardı. Sözün özü, altı bin yıl önce dünyevi bilgelik ve semavi ilimde diğer halklara kıyasla çok ilerideydiler.
İnsanlar, ülkedeki mesleklerine ve konumlarına göre sınıflara ayrılmıştı, hiç kimse hükümdarın izni olmadan bir üst sınıfa geçemezdi. Buna rağmen fakir doğmak, hayatın tümünü kölelikle geçirmek anlamına gelmiyordu. Mütevazı bir başlangıca rağmen ülkedeki en yüksek mertebelere ulaşmayı başaran birçok insan vardı.
Ulusun başında bir hükümdar vardı. Kanunda, savaşta ve dinde en üstün yetki onundu. Onun rızası olmadan hiçbir şey yapılamazdı. İstekleri kanun hükmündeydi, hiç kimse onun emirlerini sorgulamayı düşünemezdi. Tanrının temsilcisiydi, dahası soyunu bizzat Güneş Tanrısı’na dayandırmıştı. Bu sebeple Mısırlı hükümdarlar, “Güneşin Oğlu” olarak da anılıyorlardı. Hanedanda bir prens dünyaya geldiğinde bu semavi ruhun bir kısmı ona geçerdi. Eğer bu prens başa geçemezse, bu ruh özel bir güç sergilemezdi; yani prensin diğer insanlardan bir farkı olmazdı. Bu prens tahtı ele geçirdiği anda ise ruh kendini gösterir, böylece prens, tebaasının gözünde onların taptığı tanrılar kadar ulu bir kişilik halini alırdı. Hatta ölümünden sonra bu hükümdar, bir tanrı olarak onurlandırılır, heykeli de tapınaktaki tanrı heykellerinin arasına yerleştirilirdi.
Hükümdarın birçok adı vardı, ama halk tarafından genel hükümdarlık unvanlarıyla nitelendirilemeyecek kadar kutsal bir kişilikti, bu nedenle insanlar ona özel isimler türettiler ve genelde bu isimleri kullandılar. Bunlardan en yaygını, “tüm insanların bir arada yaşadığı büyük yuva” ya da “halkına yaşam bahşeden yüce kişi” anlamına gelen “firavun”du.
Firavunlar, savaşta orduların başında bulunmadıkları zamanlarda başkentteki dini festivalleri yönetiyor, yargılama süreçlerini yürütüyorlardı. Çok kısıtlı boş vakitlerini avlanarak geçirmeyi seviyorlardı. Zaman zaman emrindeki sanatçılara, kendilerini savaş arabası içinde, ülkenin etrafını çevreleyen çölü mesken tutmuş aslanları ya da başka vahşi hayvanları katlederken resmetmelerini emrediyorlardı.
İtibar konusunda firavunun hemen ardından, yönetim konusunda eşiyle eşit haklara sahip olduğu varsayılan kraliçeler geliyordu. Yine de böyle olduğu çok az görülürdü; daha sessiz mizaçları, daha münzevi bir hayat sürmelerine sebep oluyor, bu yüzden halkın önüne daha az çıkıyorlardı. Buna rağmen kimi zaman bu topraklarda büyük bir güç haline gelen kadın hükümdarların yükseldiği de olurdu. Bu örneklerden ikisini bu kitapta göreceğiz.
Kraliyet ailesindeki prensler devletin başlıca mevkilerinde görevlendiriyorlardı. Kimisi rahip oluyor, kimisi ordunun başına geçip bir general görevini üstleniyor, kimisi de ülkenin bölündüğü idari bölgeleri yönetiyordu. Neredeyse hükümdarlara yaraşır şartlara sahiptiler, sürdükleri yaşam ise her açıdan firavunun saraydaki yaşamıyla hemen hemen aynıydı.
Bir sonraki sınıfı güçlü soylular ve savaşçılar oluşturuyordu. Bu kişiler özellikle ayrıcalıklı kimselerdi, çünkü askeri hizmetlerinin karşılığında her birine vergilerden tamamıyla muaf toprak parçaları veriliyordu. Ayrıca içlerinde öne çıkanlar, devlet vazifelerinde ya da hükümdarın ordusunda başarıyla tamamladıkları görevler sayesinde, büyük kazançlar elde edebiliyorlardı.
Bunlarla neredeyse eşit bir sosyal öneme ve çok daha büyük bir güce sahip kişiler ise rahipler, yani ülkenin bilgin sınıfıydı. Kutsal ayinlerin, dinlerinin gerektirdiği törenlerin ve gizemlerin bilgisine yalnızca onlar vâkıftı, günlük meşgalelerinin büyük bir kısmı da yine bu tür işlerden oluşuyordu. Yüksek rahiplere karşı konuşmaya cüret edebilecek tek kişi firavundu, zira arsız kişilerin üstüne tanrının gazabını sevk edebileceklerinden korkuluyordu. Tüm eylemlerine tanrılara duydukları inançları rehberlik eden insanlar, böylesi bir felaketten ne pahasına olursa olsun kaçınmalıydı. Rahipler, insanlara batıl inançlardan doğma bir korku duygusu aşılayarak onların üzerindeki etkilerini aralıksız sürdürüyorlardı. Bir zamanlar tümüyle yabancı olan bu olguları yavaş yavaş dinin içine soktular; dolayısıyla eskinin içten ve hakiki inancının, komşu milletlere alay konusu haline gelmesine sebep oldular.
Tüm kayıtlar, yalnızca dini meselelerle ilgili olanlar değil, ülke tarihinde yaşanmış tüm olayların kayıtları da rahiplerin ellerinde bulunuyordu. Bu kayıtlar, deltanın bataklıklarında bolca yetişen uzun ve geniş kamışların, yani papirüs bitkilerinin ipliklerinden elde edilen son ürünün üzerine yazılıyordu. İplik şeritleri yan yana diziliyor, diğer iplikler de bu şeritlerin üstüne doğru açıda yerleştiriliyordu; ipliklerin arası bir tür sıvı zamk kullanılarak dolduruluyor, derli toplu bir kâğıt tabakası yapılmış oluyordu. Bu sayfalar yaklaşık olarak otuz beş santim genişliğindeydi, uzunluklarıysa farklılık gösteriyordu. Bir tanesi dolduğunda, yazılan mesele için bir başka papirüs sayfanın sonuna ekleniyordu, nihayetinde bu papirüs şeritleri zaman zaman metrelerce uzunluğa ulaşabiliyordu. Yazım tamamlandığında papirüs dürülüp bu şekilde saklanıyordu.
Yazıları resimli yazıydı; yani insanlar ya da hayvanlar, kuşlar ya da bitkiler gibi varlıklar farklı düşünceleri temsil ediyordu. Daha sonrasında bu resimlerden fonetik bir alfabe türettiler, yani tasvirler artık belli ses değerleri taşıyordu; böylece Mısırlılar kendine has bir tasviri olmayan düşünceleri de yazıya geçirebildiler. İlk mimarlar da bu tarzı benimsemişti, ülkenin antik kalıntılarına bakılırsa, taşların üstüne derince oyulmuş bu tuhaf sembollere rastlanılabilir. Kazınmış harflere rahiplerin nezaretinde şekil verilmişti ve en başta kutsal bilginin kaydedilmesi için kullanılmışlardı. Onlara, taşlara kazınmış kutsal öğretiler, yani “hiyeroglifler” adını veriyoruz.
Bu tür bir yazma süreci, kolaylıkla görülebileceği üzere, epey yavaş ve zaman gerektiren bir uğraştı. Bu sebeple sonradan başka bir yazı türü, hiyeroglifin kısaltılmış bir biçimi türetildi. Bu yazma tarzına, yalnızca rahipler kullandığı için, rahip yazısı anlamına gelen “hieratik” adı verildi. Daha sonradan halkın kullanımı ya da okuyup yazmak için çok daha kısa bir biçim daha türetildi. Bu yazım türüne ise “demotik”, yani halk yazısı adı verildi. British Museum’daki Mısır galerisinin hemen girişinde, üstünde birçok tuhaf karakterin kazılı olduğu siyah renkli kırık bir taş levha bulunuyor; bu taş levhada hiyeroglif, demotik ve antik Yunanca dillerinde yazılmış bir Eski Mısır yasası bulunuyor. İnsanlığın taş ve papirüs üzerine işlenmiş hiyeroglifler üstünde çalışmaya başlaması, bu taşın yaklaşık yüz yıl önce[1 - Bu eser bundan yaklaşık olarak bir asır önce yazılmış, dolayısıyla zaman konusunda bir farklılık mevcut. Bahsi geçen Rosetta Taşı, Napolyon’un 1798 senesindeki Mısır Seferi sırasında bulunmuştur. Taş üzerindeki yazıların ise MÖ 196 yılında yazıldığı düşünülmektedir. (ç.n.)] keşfedilmesi sayesinde gerçekleşti. Böylece binlerce yıllık bir bilmecenin anahtarı bulunmuş oldu.
Bir diğer sınıfı ise esnaflar, çiftçiler ve çobanlar oluşturuyordu. Esnaflar zanaatlarına göre loncalar kurmuşlar, istek ve taleplerini firavunun görevli memurlarına bu loncanın başındaki kişi aracılığıyla iletiyorlardı. Toprağı süren çiftçiler, çalışkan ve genellikle ağır vergilere tabi kimselerdi. İşçilerin çoğu, vergi toplayıcıları gerekli payı aldıktan sonra, ağır vergiler sebebiyle, erkenden kalkıp geç saatlere kadar çalışsalar da sarf ettikleri emekle yalnızca karınlarını doyurabiliyorlardı.
Buna rağmen zor yaşam şartları ve büyük dertler, onları kara kara düşünmeye sevk etmiyordu. Gece olunca elindeki gereçleri bir kenara bırakan Mısırlılar, dostlarıyla görüşüp onlarla sohbet etmekten, gün içinde yaşadıklarını anlatıp gülmekten ve kadehler elden ele dolaşırken neşeli şarkılar söylemekten büyük keyif alıyorlardı. Onların içini sızlatan tek şey karşılaştıkları iğrenç adaletsizliklerdi, bu durumlarda da ülkenin yüksek rütbeli memurlarına, hatta zaman zaman bizzat hükümdarın kendisine başvurarak dertlerine çare bulabiliyorlardı.
Esnafların ve çiftçilerin evleri kamıştan, kerpiçten, güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılıyordu. Böylesi evleri şimdilerde bile herhangi bir Mısır köyünde görebilirsiniz. Bazılarının yalnızca büyük, tek bir odası olurdu, ama daha varlıklı kişilerin evlerinde genelde dört beş oda bulunurdu. Bu evler sade bir tarzda döşenirdi ve içinde çok az eşya bulunurdu. Çoğunlukla, kaba saba tahta bir masa, oturak olarak kullanılan birkaç taş blok, son olarak da kamıştan ve ipliklerden yapılmış bir yatak başlıca mobilyalar olarak kullanılırdı.
Asiller ve zengin insanlar çok daha iyi şartlarda yaşıyordu. Evleri genelde taştan, biçimli ve muntazam yapılardı. Bu evlerin etrafını bir dolu çiçeğin açtığı, güneşte ışıl ışıl parıldayan çeşmelerin bulunduğu büyük bahçeler çevreliyordu. Her şey onların rahatlığına ve mutluluğuna hizmet ediyordu, saray yavrusunu andıran evleri ise daha fakir yurttaşların meskenlerine karşı çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Yine de içinde yaşadıkları lüks, onları dünyevi görevlere karşı bir aymazlığa itmiyordu. Mısır’daki gerçek yaşam, yani Mısır’ı antik zamanların en muhteşem ülkesi, sonraki çağlardaysa bir dünya harikası haline getiren o yaşam, yine bu insanların arasında filizlenmişti.
2. BÖLÜM
Mısırlıların İnançları
İncil’deki “Mısır’dan Çıkış” bölümünde Musa ve Harun peygamberlerin Firavun’a gittiğini, ondan Tanrı adına, İsraillilerin çölde bayram yapması için izin vermesini istediklerini görüyoruz. “Bunun üzerine Firavun şöyle dedi,” diye devam ediyor bölüm. “Tanrınız kim oluyor da onun buyruklarına boyun eğip İsrail halkını salıvereyim? Tanrınızı tanımıyorum, İsraillileri de salmayacağım.”
Bu tür pasajlar sebebiyle insanlar, Antik Mısır halkının kâfir bir kavim olduğunu, putlara ve taş üstündeki tasvirlere tapındığını, büyücülükle uğraştığını ve şeytana dostluk ettiğini düşündüler. Ancak bu düşünce asıl gerçekten çok uzaktı. Mısırlılar, ömürlerindeki tüm eylemlerin ve düşüncelerin hesabını verecekleri, kendilerinin tüm hareketlerini gözeten yüce bir tanrıya kesin bir inanç duyuyorlardı. Hiçbir şeye, günlük uğraşlarındaki en ufak bir işe bile, kendilerine rehber olması için bu tanrının birçok suretinden birinin adını anmadan başlamazlardı.
Lahitlerdeki ve papirüslerdeki metinlerin titizlikle araştırılması sonucunda, ahiret inancına ilişkin düşüncelerine dair gerçeğin bir kısmı sonunda ortaya çıkarılabildi. Bu düşünceleri öne süren birçok kutsal metin bulunuyor, Mısırlıların fikirleri hakkında en iyi ve en dolu bilgiyi veren metin ise Mısır’ın Ölüler Kitabı olarak biliniyor. Bu metnin Mısır dilindeki özgün adı aslında “Günden Dışarı Gidenler” anlamına geliyor. Yazıt, ruhun ölümden sonra yeraltı dünyasındaki yolculuğunu, karşılaşacağı tehlikeleri ve imtihanları, yine bu imtihanların üstesinden gelmenin yollarını içeriyor. Genelde papirüs üzerine hoş tasvirlerin de çizildiği bu metnin bütünü ya da bazı bölümleri, cesetle birlikte mezarın içine konulurdu; ne kadar çok bölüm dahil edilirse, kişinin ruhu aşağıdaki kasvetli diyarlarda o kadar rahat yolculuk ederdi, sonunda şafak sökünce öte tarafta Güneş Tanrısı’yla birlikte “Huzur Tarlaları”na varırdı.
Bu kitap bizlere Mısırlıların inandıkları tanrıların çok kalabalık olduğunu gösteriyor; öyle ki, eğer bu kadar tanrının nasıl ortaya çıktığını bilmeseydik sayıları karşısında büyük bir şaşkınlığa düşerdik. Kutsal yazıtların en eskileri, yaklaşık altı bin yıl önce kayda geçirilenleri, yaşamın ve tüm şeylerin kaynağı olan yüce, tek bir yaratıcıdan bahsediyor. İnsanlar, yalnızca tek bir varlığın, bu varlık bir tanrı olsa bile, kendisine atfedilen sonsuz sayıda niteliğe nasıl sahip olduğunu anlayamamışlardı. Rahipler bu konuya bir açıklama getirdiler, tek tanrının her bir niteliğinin aslında ayrı benliklere sahip farklı tanrılar oluşturduğunu ve bu tanrıların da genelde birbirlerinden bağımsız hareket ettiklerini söylediler. Bu şekilde Mısır tanrıları koca bir ordu halini aldı, amaçlarını ve görevlerini ise bırakın diğer milletleri, Mısırlıların kendisi bile anlayamayabiliyordu. Yine de rahipler ve bilgin insanlar, bu tanrıların aslında tek bir tanrının farklı suretleri olduğunu biliyor, diğer tanrıların benliklerini bizzat bu tanrıdan aldığını anlıyorlardı.
Tanrıların en yücesi Güneş Tanrısı Ra’ydı. Her sabah, karanlığın güçlerine karşı verdiği mücadeleden muzaffer bir şekilde çıkıp doğu ufkunda beliriyor, “Milyonlarca Yıllık Kayık” adıyla anılan saltanat kayığı içindeki günlük yolculuğuna başlıyordu. Seyahati boyunca insanlarını izleyip onların iyiliklerine ve kötülüklerine şahit oluyor, onlara tüm yaşamın ve gücün kaynağı olan ışığı ve sıcaklığı bahşediyordu. Akşam olunca batı dağlarının ardına geçerek yeraltı diyarına iniyordu; önündeki karanlık ve korkunç yol boyunca kendisini alıkoymak isteyen sayısız düşmanını alt ediyor, Osiris’in yargı salonundan başarıyla geçen kişilerin ruhlarını kayığına alıp taşıyordu. Tam şafak sökerken öne çıkıyor, göklerdeki yolculuğuna en baştan başlıyordu.
Ra her gün bu şekilde karanlığın, pusun ve bulutların üstesinden geliyordu. Buna öykünen Mısırlılar, gerçeğin yanlışa karşı, doğrunun da yalana karşı zaferine ilişkin bir etik düşünce oluşturdular. Güneş, bu zaferin sembolüydü.
Ra’nın baş tapınağı delta üzerindeki Heliopolis şehrinde bulunuyordu, ona olan inanç buradan yayılmaya başlamış, nihayetinde Mısır’daki tüm yerleşim yerlerini etkisi altına almıştı. Thebes[2 - Teb. Kitabın devamında “Teb” isminde farklı bir yerleşim yerinden daha bahsedileceği için, Thebes kentini bizdeki adıyla Teb olarak yazmak yerine kaynak metinde olduğu gibi bırakmayı tercih ettim. (ç.n.)] kentinin tanrısı Amon’un daha çok önem kazandığı zamanlarda bile Ra, halkın gözünde güçten düşmedi. Güçleri Thebes tanrısı Amon’un güçleriyle birleştirildi, böylece ikisi Amon-Ra olarak anılmaya başladı. Bu tanrı genelde insan şeklinde, bazen bir insan başıyla, bazense bir şahin başıyla tasvir edildi.
En başta Tanrı Amon’a bu isim altında yalnızca Thebes kentinde tapılıyordu, ama daha sonra şanı öylesine yayıldı ki kuzeydeki ve güneydeki tüm topraklarda bilinir oldu; Mısır kent ve kasabalarının her birinde, günlük yaşamda onun adına ilahiler söylenmeye, övgüler düzülmeye başlandı. Mısırlıların ona olan inançlarının kökeni, ırkın hayat bulduğu çok eski çağların karanlığı ve pusu içinde kaybolmuş durumda. Adı, “Saklı Olan” anlamına geliyor. Mısırlıların hakkında açık bir fikre sahip olduğu ilk tanrı, yani çeşitli nitelikleriyle diğer tanrılara can veren yüce ve biricik tanrı da muhtemelen oydu. Yazının henüz keşfedilmediği eski çağlarda bu tanrıya inanan insanlar, ona dualar edip şükürde bulunuyorlardı. İnsanlar, kendilerinin ne görebileceği ne de tanıyabileceği, ama kendilerini daima gözetleyen ve dualarına kulak veren, sonsuz bilgiye sahip yüce ve ebedi bir yaratıcıya inanıyorlardı. Sonrasında yavaş yavaş, fikirleri gitgide olgunlaşıp geliştikçe, ona dair düşüncelerini yazıya dökmeye başladılar. Thebes kentindeki büyük tapınakta bu tanrıya adanan gündelik ilahinin bir kısmı şöyle dizeler içeriyordu:
Tanrı birdir ve tektir, ondan başka tanrı yoktur.
Tanrı birdir ve tektir, o tüm canlıların yaratıcısıdır.
Tanrı bir ruhtur, insanların ve canlıların gözüne görünmeyecek kadar saklıdır.
Tanrı ruhların ruhu, Kutsal Mısır Ruhu’dur.
Tanrı ezelden beri tanrıdır. O, henüz hiçbir şey yokken bile bir tanrıydı.
Varoluşun efendisidir, herkesin babasıdır, ebedi ilahtır.
Tanrı sonsuza dek yaşayacak olandır; bakidir, ebedidir, sonu olmayandır.
Sonsuz zaman sahibidir, bundan öncesinde olduğu gibi bundan sonrasında da sürekli var olacaktır.
Tanrı saklıdır, onun şeklini ya da neye benzediğini hiçbir insan kavrayamaz.
İnsanlar ve tanrısal varlıklar için bilinmeyendir, gizemlidir, kavranamazdır.
Tanrı hakikattir, hakikatte yaşar. O hakikatin kutsal efendisidir.
Tanrı yaşamdır. İnsanlar, kadim ve biricik olan onun marifetiyle yaşarlar.
Geniş kitlelerin taptığı tanrılardan bir diğeri, insanlığa barışın inceliklerini ve kardeşçe yaşamayı öğretmek için insan formunda dünyaya inen Osiris’ti. Erkek kardeşi Set (yahut diğer ismiyle Tifon), ondan ölümüne nefret ediyordu ve onu sinsice öldürmüştü. Bunun üzerine Osiris’in eşi İsis, kocasını bulmak için yola çıkıp kutsal gücüyle onu tekrar diriltti. Yavaş yavaş yetişkinliğe adım atan oğulları Horus, Tifon’a savaş açarak birkaç amansız mücadelenin ardından deltada yapılan bir savaşta onu alt etti. Mısır halkının büyük bir efsane olarak gördüğü ve çok sevdiği bu hikâyeyi sonraki sayfalarda ayrıntısıyla ele alacağız.
Osiris yaşamında çok acılar çekmiş ve birçok haksızlığa uğramıştı, bu yüzden diğer tanrılar onu “Ölülerin Yargıcı” olarak seçtiler. Osiris, tahtının yükseldiği yeraltı diyarında her gece bekliyor, Ra’yla birlikte Ölüm Gölgesi Vadisi’ne varan ruhlar için hükümde bulunuyordu.
Fazlasıyla hürmet gören bir diğer tanrı da Thoth’tu. Kutsal zekâyı temsil ediyordu, bu sayede bilgelik ve ilim tanrısı olmuştu. Osiris’in huzurundaki yargı sahnesini işleyen tasvirlerde Thoth, insanın kalbinin tartıldığı kantarın yanında dikilmekte, elindeki tablet ve kamıştan kalemle, verilen yargıyı kaydetmek için beklemektedir. Bu sebeple ona “Kâtip” dendiği de oluyordu. Resimlerde bir kelaynak başıyla resmedilmiş. Kelaynak başının üstünde ise hilal şeklini almış ay da bulunuyor; bu, onun ayrıca zamanı da ölçtüğü anlamına geliyor.
Tanrı Thoth
Diğer tanrılar hakkında söyleyebileceğimiz çok fazla bir şey yok. Kheper-Ra adı doğudan yükselen Ra için kullanılan özel bir isimdi. İsis’in kız kardeşi Neftis, ölülerin tanrıçasıydı. İsis ve Osiris’in oğlu, üçüncü dereceden bir ilah olan Anubis, mezarların efendisiydi. Osiris’in erkek kardeşi Set, kötü güçlerin başı olarak nitelendiriliyordu. En başta dostane bir tanrı olarak görülmüş, ancak Osiris’le olan mücadelesi ve Horus’a karşı nihai yenilgisini işleyen mit sebebiyle kötü bir figür ve insanlığın düşmanı haline gelmişti, Horus ise insanlığın kurtarıcısı olmuştu.
Mısır inançlarının alışılmamış bir tarafı var: Tanrılar, insanların eylemlerini gözlemek için genelde dünyayı ziyaret eder, bunu yaparken de farklı hayvanların kılığına girerlerdi. Dolayısıyla neredeyse tüm hayvanlar, tanrılardan biri veya birkaçıyla ilişkili görülüp kutsal kabul edilirdi. Skarabe[3 - Antik Mısır’ın kutsal bokböceği. (ç.n.)] ya da kınkanatlı böcek, Kheper-Ra’yla; çakal, Anubis’le; kelaynak ise Thoth’la ilişkilendirilirdi. Kutsal sayılan herhangi bir canlıyı öldürmenin cezası ölümdü, fakat eğer bu eylem kazara yapılırsa rahipler ölüm cezası yerine para cezası keserlerdi. Bahsi geçen hayvan türlerinin her birini bu iş için özel olarak atanmış muhafızlar koruyordu, yiyecekleri ise tapınağa gelen insanların ikramlarından sağlanıyordu. Ölenlerin bedenleri özenle gömülüyor, hatta bazen mumyalanıyor ve belli başlı şehirlere götürülüp oradaki tapınaklara defnediliyorlardı; örneğin Bubastis kentinde kediler için inşa edilmiş bir tapınak mezar bulunuyordu.
Hayvanların en kutsalı, Tanrıça Hathor’un sembolü olarak görülen inekti. Öküz de özel bir tapınmanın nesnesi konumundaydı, zira bu hayvan, Ölülerin Yargıcı Osiris’le ilişkilendirilmişti. Apis Öküzü adıyla anılan bu hayvan -sahip olması gereken belli işaretlere bakılarak-rahiplerce özenle seçiliyordu. Postu siyahtı, alnında üçgen şeklinde beyaz bir leke olurdu. Sırtındaki kıllar bir kartalın kanatlarını andırırdı, sağ yanında hilale benzer beyaz renkli bir benek göze çarpardı. Dilinin altında ise Mısır’ın kutsal böceğinin nişanesi yer alırdı. Tüm bu özellikleri taşıyan hayvan bulunduğunda toplumsal bir sevinç yaşanırdı, Mısır topraklarının her bir yanında onun onuruna şenlikler düzenlenirdi.
Annesinden ayrılma vakti gelen Apis Öküzü, rahipler ve bilgin insanlar tarafından nehir kenarına indirilir ve Memfis kentine giden varaklı bir filikaya bindirilirdi. Kentte bu hayvan için inşa edilmiş, bağlı, bahçeli ve çeşmeli özel bir tapınak bulunurdu. Apis, hayatının son gününe dek bu tapınakta yaşardı. Doğduğu günün yıldönümlerinde büyük bir festival düzenlenirdi. Öldüğünde tüm ülke onun için yas tutardı, bu yas bir sonraki Apis bulunana dek devam ederdi. Bedeni mumyalanıp gömülürdü, cenaze merasimine katılanlara onun gömüldüğü yeri açığa vurmayı yasaklanmıştı. Bu yer yalnızca birkaç yıl önce keşfedilebildi: Yaşamı boyunca büyük bir onura ve tapınmaya nail olmuş bu hayvanın nihai dinlenme yeri kayalıkların içine oyulmuş, her geçitte özel odalar ve bu odalar içinde de devasa taştan lahitler bulunuyor.
Saf olarak görülmeyen birkaç hayvan türü de vardı. Örneğin domuzlar bu türdendi, onlarla domuz çobanları hariç kimsenin bir işi olmazdı. Elbisesinin etekleri yanından geçen domuza değen bir adam, koştura koştura nehre iner ve kiri temizlemek için hiç düşünmeden tüm kıyafetleriyle birlikte suya atlardı.
Yılanlar ve benzer hayvanlar da genelde kötü yaratıklar olarak görülüyor ve yok ediliyorlardı. Ruhun yeraltı diyarında karşılaşacağı en büyük düşman, dini yazıtlarda devasa bir yılan olarak tasvir edilen Apep ismindeki sürüngendi. Yine de birkaç türün kutsal kabul edildiği ve bu türe karşı derin bir saygı beslendiği de oluyordu, bunlardan biri uraeus[4 - Mısır kobrası. Antik Mısır’da hükümdarlık, ilahlık ve kutsal otorite sembolü olarak kullanılıyordu. (ç.n.)] yahut basilisk yılanlarıydı. Resmi, Mısır’daki tapınakların neredeyse tümünün kapılarının üstüne oyuluyordu. Altından yapılma tasviri ise Mısır tacının başlıca süsü olarak kullanılıyordu.
Kuş türlerinin birçoğu da kutsal sayılıyordu. En başta şahin, sonrasındaysa beyaz tüylü, uzun siyah kuyruklu, leylek bacaklı kelaynak geliyordu. Şahin Horus’la, kelaynak ise Thoth’la ilişkilendirilmişti. Bu kuşlardan herhangi biri kasten ya da kazara öldürülürse, öldüren kişi ölümle cezalandırılıyordu.
Velhasıl Antik Mısırlılar, Tanrı ve onun varlığını çevreleyen tüm canlılara dair kesin ve düzenli bir inanca sahipti. İnançlarına göre kendilerini, dünya üzerinde yaptıkları iyi veya kötü işlere göre, ahirette mükâfatlar yahut cezalar bekliyordu. Ahiret inançları, tüm düşüncelerini ve eylemlerini etkiliyordu. Tanrılara başvurmadan hiçbir işe girişmezlerdi. Tüm işlerini tanrıların gözetlediğini düşünerek yaparlardı. Dolayısıyla çok ahlâklı bir yaşam sürüyorlardı, öğretileri ise asil ve saf bir nitelik taşıyordu.
Bu insanlar, cennete gidecek olanın yalnızca ruh olduğuna inanmıyorlardı: Bedenin de yükseleceğini ve çok daha kusursuz bir diyarda varlığını sürdüreceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle ölümden sonra bedene büyük bir önem veriliyordu; böylece ruh geri dönüp onu talep ettiğinde beden hazır olabilecekti. Cansız beden, mumyalama konusunda özel bir eğitim görmüş kişilere teslim edilirdi. Bu kişiler güzel kokuları ve gizemli ilaçları kullanarak cansız bedenleri çürümeye karşı dayanaklı bir hale getiriyordu. Bu insanların maharetleri, bugün müzelerimizde bulunan birçok mumyada açıkça görülebilir. Bu mumyalar, dinlenmeye çekildikleri günden binlerce yıl sonrasında bile, sanki canlı gibi görünüyor.
Eğer mumyalanan bir firavunun ya da yüce bir soylunun bedeniyse mumya, yan taraflarında ölünün yeraltı diyarındaki yolculuğunu tasvir eden oymaların yer aldığı, granitten yapılma ihtişamlı lahitlere yatırılırdı. Onu bekleyen yolda ruha yardımcı olması maksadıyla mezarın çevresine ölünün koruyucu tanrılarının heykelleri yerleştirilir, duvarlar kutsal metinlerle kaplanır ve parlak renklere boyanırdı. Bu denli pahalı cenazelerin altından kalkamayacak kimseler, üzerine kutsal metinlerle birlikte ölünün resminin de çizildiği ahşap tabutlarla yetinirlerdi. Müzelerde çok sık rastladığımız tabutlar genelde bu türden tabutlardır. Lakin tabut ister granit ister ahşap olsun, hatta isterse ölünün etrafını çevreleyen şey yalnızca dostane çöl kumları olsun; bunlar çok da büyük bir önem arz etmiyordu. Beden orada, sakin ve dingin bir huzur içinde, tekrar birleşmek üzere yolculuğundan ve mücadelelerinden dönecek ruhu bekliyordu. Bu birleşme gerçekleştiğinde saflık ve hakikat özüyle dolacak, “Muhteşem Huzur Tarlaları” diye adlandırılan topraklara gideceklerdi.
3. BÖLÜM
Her Şeyin Başlangıcı
Cağlar önce, sayabileceğinizden çok ama çok uzun yıllar önce ne toprak ne deniz ne de gökyüzü vardı. Tüm mekâna yayılan su dolu kütleden başka hiçbir şey yoktu ve bu durum zamanın başlangıcından beri böyleydi. Bu kütlenin içinde bir tanrı, yani o kütleyle birlikte her zaman var olagelmiş Ruh yaşıyordu. Ne bir biçime ne bir bedene ne de gerçek bir varoluşa sahipti. Sıvı kütlenin kendisinin içinde de bir yaşam, bir hareket ya da bir gün bu kütleden güzel dünyamızın ve yıldızlarla dolu gökyüzümüzün doğacağını işaret eden bir belirti yoktu.
Bir gün öyle bir şey oldu ki suyun içinde yaşayan Ruh, adını dile getirmek için hareket etti, bu hareket ona bir tanrı formu bahşetti; Ruh, devasa ve müthiş bir bedene sahip oldu. Diğer tanrılar, insanlar ve kadınlar, hayvanlar ve bitkiler, kısacası yaratılan her şey ondan doğacaktı. Adı Khepera’ydı, tüm şeylerin ışığı ve yaşamı oldu. Oracıkta tek başına, vakur bir halde derin derin düşünmeye başladı.
Khepera’nın üstünde dikilebileceği bir yer o sırada yoktu, bu yüzden uzun uzun düşündükten sonra, sıvı kütlenin içindeki maddeleri ayırmaya karar verip toprağı ve denizi yarattı. Sonrasında kendisine yardım edecek başka tanrılar yaratmanın uygun olacağını düşündü. Kelamının gücüyle iki yardımcı yarattı; biri ışığın kaynağı, diğeriyse dünyanın üstünde büyük, mavi bir perde gibi asılı gökyüzü oldu.
Bir ışık tanrısı var olmasına rağmen, ışığı karanlıktan ayıracak herhangi bir şey yoktu. Bir gün yeni tanrılar Khepera’ya devasa bir ateş topu getirdiler, Khepera bu ateş topunu alıp onu bir göz niyetine çehresine yerleştirdi. Bu göz o kadar parlaktı ki tüm dünyaya ışık saçıyordu, gökyüzündeki günlük seyahati sırasında dünyada gerçekleşen her şeyi görebiliyordu. Bu göz güneşin ta kendisiydi. Yalnızca tüm ışığın ve ısının, yani dünya üzerindeki tüm yaşamın kaynağı değildi; aynı zamanda her şeyi görebiliyordu, ondan hiçbir şey saklanamazdı, sonraki çağlarda insanlar onu bir tanrı, hatta tüm tanrıların en büyüğü olarak gördüler.
Bir gün Ra, ki bu o gözün adıydı, neler gördüğünü Yüce Ruh’a bildirmek için gökyüzündeki seyahatinden geri dönmüştü ki Khepera’nın başka bir göz daha bulduğunu gördü. Doğru, bu göz Ra kadar güçlü değildi, fakat Ra yine de sinirlenmişti. Işıkveren olarak elinde tuttuğu ulu mertebeyi kaybedebileceğini düşünmüştü, en iyi ihtimalle bu hükümranlığı bir başkasıyla paylaşmak zorunda kalacaktı. Kıskançlıkla dolarak Yaratıcı’ya öfkelendi. Bunun üzerine Khepera, belki de Ra’yı cezalandırmak için, yeni gözünün Ra’nın gökyüzünde olmadığı vakitlerde yalnızca ışık saçmayacağını, ayrıca zamanın da onun yoluyla ölçüleceğini duyurdu. Böylece diğer göz, yani ay, tüm insanlarca bir ayın uzunluğunu hesaplamak için kullanılageldi.
O zamana dek Khepera’ya işinde yardımcı olacaklardan başka hiçbir varlık yaratılmamıştı. Ama artık Khepera, dünyayı kendisine tapacak yaratıklarla doldurmaya karar verdi. Önce altı tanrı daha yarattı, her birinin kendine has görevleri vardı ve sonraki günlerde insanlıktan hak ettikleri saygıyı göreceklerdi. Ardından gözyaşlarından erkeği ve kadını yarattı, onları dünyaya koydu. İnsanlar yaşamdan zevk alabilsinler diye ağaçları, bitkileri, çimenleri ve büyüyen her tür yeşilliği yarattı. Sonrasında sürüngenlere, kuşlara ve tüm hayvanlara can verdi. İnsanların ihtiyaçlarını bu şekilde karşılayan Yaratıcı, dinlenmeye çekildi. İşte her şey böyle başladı.
4. BÖLÜM
Ölümden Sonraki Yaşam
I- Mısırlıların Cenneti
Nil Vadisi’nin ilk sakinlerine göre dünya, bizim bildiğimize kıyasla çok daha farklıydı: Kuzeyde çok büyük yüksekliklere ulaşan yüce dağlarla çevrili, uzun ve dar bir vadiden oluşuyordu.
Dünyanın üzerinde gökkubbe bulunuyordu, bazıları bunu bir yüz olarak görüyordu. Güneş ve Ay bu yüzün gözleriydi, uzun dalgalı saçlarıysa kubbeyi destekleyen sütunları oluşturuyordu. Buna karşın birçok insan da gökyüzünün demirden bir kubbe olduğunu düşünüyordu; bu “semavi metal” kuzeyde, güneyde, batıda ve doğuda etraflarını çevreleyen dağların yüksek zirveleriyle havada tutuluyordu. Dağların yamaçlarının üzerindeki geniş tabakalarda göksel Nil akıyor, doğuyla batıyı engin bir yarı çember şeklinde bağlıyordu. Bu akıntıda Güneş Tanrısı Ra’nın Milyonlarca Yıllık Kayık adı verilen kayığı süzülüyordu, Ra bu kayıkta olduğu sürece dünya ışıkla doluyordu. Ra, akşam olunca Manu’ya, yani Nil’in dağ sırasının ardındaki derin bir boşluğa döküldüğü batıdaki dağa vardığında gözden kayboluyor, sonraki sabaha kadar tekrardan görünmüyordu. Sabah olunca doğudaki dağ Bakhu yakınlarında seyahatini tekrar gerçekleştirmek için ortaya çıkıyor, yeryüzüne cömert lütuflarda bulunuyordu.
Nehir günbatımında kaybolunca Güneş Tanrısı yoluna kayığıyla devam etmiyordu, yine de kayığın ruhu tüm yolculuklarda onun yanında oluyordu. Ra dünyayı örten çatının üstüne geçiyordu. Tanrıların, tanrıçaların ve cennete girme şerefine erişen insanların yuvası buradaydı. İnsanların girmek için çabaladığı cennet burasıydı, buraya Huzur Tarlaları deniyordu. Burada yüce Ra, güç ve ihtişam sembolleri olan aslan başları ve boğa toynaklarıyla süslü muhteşem tahtında oturup adalet dağıtıyor, dünyadaki ve gökyüzündeki tüm şeyleri yönetiyordu. Tahtının etrafında oturan ya da dikilen yardımcı tanrılar, efendilerinden gelecek bir işaret ya da söz üzerine emirleri uygulamak için hazır bekliyorlardı.
Başka yüce tanrılar da vardı, bunların birçoğunun gücü neredeyse bizzat Ra’nın gücüne denkti, hepsi azizlerden seçilmiş topluluklarıyla birlikte duruyorlardı. Ayrıca ihtişam konusunda bu güçlü ilahlardan çok uzak, ancak geride bıraktıkları kişilerden de aynı ölçüde uzak olan, ölümün gölgeli vadisini geçmeyi başaran, dostane tanrıların yardımı ve dünyadaki iyi işlerinin fazileti sayesinde öte taraftan gelip kutsanmışların topraklarına kabul edilen insanlar vardı.
Aalu adı verilen bu yer, ilk toplulukların kafasında kurduğu gibi bir cennet değildi: Burada ışıltılı saraylar, altından sokaklar, paha biçilemez mücevherlerle süslenmiş şaşaalı binalar yoktu. Mısırlılar buradaki yaşamı dünyadaki hayatlarının bir devamı olarak görüyorlardı, fakat tabii ki burada acı ve keder yoktu. Dolayısıyla onların cenneti, suyu doğrudan göksel nehirden gelen sayısız kanalların suladığı verimli toprakları içeriyordu. Dolu dolu beyaz buğday ve kırmızı arpa yetişiyor, üzüm asmaları ve incir ağaçları meyve veriyordu. Cennet sakinleri dinlenmek istediğindeyse görkemli çınarlar engin gölgelikler sağlıyordu.
Bu yaşamı bütünüyle boş bir yaşam olarak görmüyorlardı. Tıpkı daha önce yaptıkları gibi saban sürmeleri, ekmeleri, biçmeleri ve harman dövmeleri gerekiyordu. Fakat daha önce yaşadıklarıyla gelecekte yaşayacakları yaşam arasında büyük bir fark vardı. Orada iş daha hafifti, daha önce kendilerine kaygı veren durumlardan uzaklardı. Nil’in gece gündüz savurduğu tehditler, yani olağanüstü taşkınlar hakkında kaygılanmalarına gerek yoktu, ayrıca toprakları güneşin yakıcı ışınlarıyla da kavrulmayacaktı. Cennete girecek kişiyi daha önceden rahatsız eden bu ve buna benzer felaketlere karşı tanrılar önceden uygun önlemleri alıyor, her şeyi derli toplu bir hale sokuyorlardı, bu sayede kaygı nedir bilinmiyordu.
Dünyada doğanların her biri cennet mutluluğuna erişemiyordu. Bazıları buna layık değildi, zayıfların çoğu karanlık vadiyi geçerken tökezliyordu. Yalnızca dünyadaki asil eylemlerinin faziletleri, tanrıya gösterdikleri saygı ve izzet, son olarak da ölümden sonraki yolculuğa özenle hazırlanma sayesinde güçlenen kişiler, nihayetinde Huzur Tarlaları’na varmayı ümit edebilirdi.
II- Mısırlıların Cehennemi
Göksel Nil Nehri’nin Manu Dağı’na varınca derin bir boşluk içinde kaybolduğunu ve tekrar Bak-hu Dağı’na doğru yükseldiğini okudunuz. Bu iki zirve arasında Güneş Tanrısı Ra’nın kayığı gözden kayboluyordu, çünkü orada Tuat adı verilen bir bölgeden geçiyordu. Burası ölümün ele geçirdiği erkeklerin ve kadınların ruhlarının gittiği yerdi.
Tuat’ın başlıca kısmı Amentet adı verilen derin bir vadiydi. Burası yarı çember şeklindeydi, yanları kayalık ve sarptı. Tabanında Manu Uçurumu’ndan aşağı süzülen göksel nehir akıyordu. Bu bölgede ebedi gece hüküm sürüyordu. Kara ve çamurlu sulardan öylesine pis bir buhar yükseliyordu ki, bu buharı soluyan hiçbir insan yaşamına devam edemezdi. Nehir boydan boya türlü türlü dehşetle doluydu, burası en yiğit kalpleri bile korkuya boğabilirdi. Ruh, cennete girebilmek için önce bu korkunç yolu geçmek zorundaydı.
Tuat on iki bölgeye bölünmüştü, bölgelerin her biri gecenin bir saatine denk geliyordu. Her birinin girişi devasa duvarlar ve kapılarla korunuyordu, önlerinde korkunç yılanlar kol geziyordu. Devasa uzunluktaki yılanlar ve sürüngenler, nehri çevreleyen kayalıkların üzerinde büklüm büklüm bir halde, yol için gerekli özeni göstermemiş yolcuları kapmak için bekliyorlardı. Bazen tepedeki uçurumlardan sarkıyorlar, gafil avladıkları seyyahları yakalayıp bedenleriyle güçlü bir şekilde sararak eziyorlardı. Yine nehrin tam ucunda geziniyorlar, geçenleri yutmak için ateş püskürüyorlardı.
Şüphesiz ki ruh tek başınayken tüm bu tehlikeleri hiç yara almadan atlatmayı umamazdı. Bu yüzden ölenler her gece Amentet’in girişinde toplanıyor, Ra’nın kayığı kasvet diyarına vardığında da kayığa alınmak için akın ediyorlardı. Çoğu kayığa tırmanmayı başarıyordu, ancak gereğince hazırlanmayan çok daha fazlası, korkunç sürüngenlerce yutuluyor ya da derinliklerini devasa timsahların mesken tuttuğu zifiri sulara düşüp yem oluyordu.
Milyonlarca Yıllık Kayık’a binmeyi başaran şanslı kişiler artık Ra’nın koruması altına girmiş oluyorlardı. Yine de bu bile onları endişeden kurtaramıyordu, hâlâ nehirle kıyıları dolduran ve kayığı devirip içindekileri yok etmek isteyen düşmanlara karşı mücadele etmek zorundalardı. Çoğu zaman bu mücadele şiddetli ve uzun oluyordu; fakat Ra’nın desteği, öğrendiği dualar ve büyülü sözler sayesinde güçlenen ruh, her türlü düşmanı alt edebiliyordu.
Ruh, Tuat’ın ilk beş bölgesinde bu şekilde yol alıyordu. Bu bölgelerin her birinde Ra, en yüce tanrı olarak görülüyordu. Ardından kayık, gecenin ortasında, en muhteşem bölge olan altıncı bölgeye varıyordu. Burası Ölülerin Yargıcı Osiris’in salonuydu. Ruh burayı yalnızca dünyada gerçekleştirdiği iyi amellerin fazileti sayesinde geçebilirdi. Burada Ra’nın yüceliği bile ona yardım edemezdi. Güneş Tanrısı başka yerlerde çok yüce ve karşı konulamaz olmasına rağmen, Osiris’in hükümdarlığında söz hakkı yoktu. Salona varıldığında dışarıda kalmalıydı, ruh bu kez tek başına dayanmalıydı.
Görkemli salonun uzak ucunda, dokuz geniş basamakla çıkılan muhteşem altın tahtın üstünde, haşmetli yargıç oturuyordu. Elinde saltanat asası, başında Aşağı ve Yukarı Mısır’ın çifte tacı vardı. Bir yanında eşi İsis, bir yanında kız kardeşi Neftis duruyordu. Kişinin kalbinin tartıldığı kantardan sorumlu tanrı Anubis ise önünde diz çöküyordu. Tanrıların kâtibi Thoth, tartımın sonucunu kaydetmek için hazır bekliyordu. Fildişinden ve altından yapılma tahtlarda oturan kırk iki tanrı da salonda bulunuyordu. Tartının hemen ardında, Osiris’in tahtına giden basamakların tam altında, derin bir çukur vardı. Bu çukurun ardında korkunç bir canavar sırıtıyordu, içeri atılan herkesi bir solukta yutmak için hazırdı.
Gerçekten de ruh, bu fena salona girdiğinde korkudan yok olup gidebilirdi, fakat düşünmek için pek zamanı olmuyordu. İçeri girer girmez kırk iki tanrı birden onu sorgulamaya başlıyordu, bu sorulara memnun edici cevaplar vermesi gerekiyordu, aksi takdirde sonsuz karanlığa yollanırdı. “Hırsızlık yaptın mı?” diye sorardı bir tanrı. “Komşuna yalan söyledin mi?” diye sorardı bir diğeri. “Kardeşlerinden birinin canını aldın mı?” diye sorardı üçüncüsü. “Tanrıları onurlandırdın mı?” “Komşunu, kendini sevdiğin kadar sevdin mi?” İşte sorgulama bu şekilde devam ederdi. Kutsal yazıtlardan öğrendiği bilgiler sayesinde ruh, bu soruların her birini nasıl cevaplayacağını bilir, böylece tanrıları memnun ederdi.
Ne var ki bu çetin sınavın çok daha zorlu bir bölümü vardı. Sorgulama sona erince Osiris’in oğlu Horus ve yeraltı diyarındaki ruhların özel muhafızı, öne çıkarak merhumun ruhunu alıp onu Ölülerin Yargıcı’nın huzuruna çıkarırlardı. Terazinin bir kefesine kişinin kalbi, öteki kefesineyse doğruluğun sembolü, yani bir kuş tüyü konulurdu. İşte o an ruh, terazinin salınımını büyük bir dehşetle, titreyerek izler; gözü canavarın bu süreci sırıtarak izlediği isimsiz çukura değince, korkudan bütün bedeni zangırdardı. Burada hiçbir dalavere işe yaramazdı. Kişinin tartıldığı kefenin karşısında sonsuz ve değişmez gerçek vardı. Eğer kalbinin olduğu kefe daha ağır gelirse, hatta diğer taraftaki tüyle tam tamına denk bile düşse, Osiris bu kişiden razı olurdu. Ama kalbi daha hafif gelenlere eyvahlar olsun! Gözyaşları ve ağıtlar bu kişiye hiçbir yarar sağlamazdı. Tanrıların hizmetkârları bu kişileri yakalar, canavarın avını beklediği o belalı çukura atarlardı.
Osiris’in kabul ettiği muvaffak ruh, yargı salonundan çıkarılır, Tuat’ın yedinci bölgesinde tekrardan Ra’nın kayığına binerdi. Bu noktadan sonra yolculuğu çok daha kolay bir hal alırdı, zira iyi biri olduğunun bilgisi sayesinde güçlenen ruh, yolda karşısına çıkacak düşmanları rahatça alt edebilirdi. Yine de şafaktan hemen önceki saat en karanlığıydı, yolcu burada son bir tehlikeyi daha atlatmak zorundaydı. Tuat’ın on ikinci bölgesinde Ra’nın saltanat kayığının karşısına devasa bir yılan çıkardı, bu yılan öylesine büyüktü ki bedeni nehrin aktığı kanalı tamamıyla doldururdu. Kayık, bu yılanın çevresinden geçemeyeceğine ya da onun üstünden atlayamayacağına göre, doğrudan onun içinden geçmeliydi. Yolculuğun öncesi de karanlıktı, doğru, ancak buradaki zifiri karanlığa kıyasla o karanlık hiçbir şeydi. Burada, yepyeni bir dünyanın eşiğindeyken bile ruh, Ra’nın koruyucu gücü olmasa yitip gidebilirdi.
Nihayetinde cılız bir ışık huzmesi görülürdü, bu ışık hızla parlak bir hal alırdı. Sonrasında son büyük kapı da aniden açılır, Milyonlarca Yıllık Kayık yukarıdaki tanrıların ve ruhların zafer şarkıları eşliğinde gün ışığına çıkardı. Güneş Tanrısı aydınlığını dünyaya bahşederken, kayığındaki ruh topluluğu hep bir ağızdan methiyeler düzmeye başlardı. Bu methiye ilahileri, Huzur Tarlaları’na kabul edildikleri sırada gökkubbenin her bir yanında şiddetle yankılanırdı.
5. BÖLÜM
Ra ve İsis’in Hikâyesi
Tarihin başlangıcından önceki o eski günlerde Mısır’da, İsis adlı çok bilge bir kadının yaşadığı söylenir. İsis her türlü sanatta ve büyüde çok yetenekliydi, bilgeliği ve ilmi tanrılarınkine eşitti. Kendi türündeki kişilere olan bu üstünlüğü, onun daha fazla güç ve şeref sahibi olmasını sağladı. Kendi kendine şöyle dedi: “Neden tüm dünyanın hanımı olmayayım ki? Cennetteki bir tanrıça haline gelebilirim. Eğer Ra’nın gizli ismini öğrenebilirsem, bunu sahiden de başarabilirim.”
Tanrıların en yücesi Ra yaratıldığında, babası ona gizli bir isim vermişti. Bu isim o denli dehşetliydi ki hiçbir insan onu aramaya cüret edememişti, ayrıca öylesine büyük bir güç taşıyordu ki diğer tanrıların hepsi bu adı öğrenmeyi ve ona sahip olmayı arzuluyordu. Bu ismi büyülerle ve efsunlarla bulmaları mümkün değildi, zira isim bizzat Güneş Tanrısı’nın bedeninde saklıydı. İsis, insanların cüret edemediğine, tanrıların ise başaramadığına ulaşmak için kararlıydı.
Ra, her sabah karanlığın topraklarından çıkıyor, Milyonlarca Yıllık Kayık isimli saltanat kayığında gökyüzünü dolaşıyordu. İsis, bu yolculuk esnasında onun ağzından su döküldüğünü fark etmişti. Böylece bu suyun birazını ve suyun üzerine düştüğü toprağı alıp birleştirdi, bu çamura kutsal bir yılan şekli verdi. Bu yılan, bir tanrının salyasından yapıldığı için, İsis’in dile getirdiği büyüler aracılığıyla hayat buldu. Ardından İsis, bu yılanı Ra’nın yoluna dikkatle yerleştirdi; öyle ki Ra bu yılanı göremeyecek, ancak yine de onun üstünden geçmek zorunda kalacaktı. Öyle de oldu. Bir sonraki yolculuğunda Ra, yılanın saklı olduğu yerden geçerken sürüngen tarafından ısırıldı. Acısı büyüktü, şiddetle haykırdı. Yanındaki tanrılar “Ne oldu?” diye sordular. “Neden büyük bir acı içindeymişsin gibi haykırıyorsun?” Fakat Ra hangi kelimelerle cevap vereceğini seçemedi. Her zerresi titriyor, dişleri zangırdıyordu, yüzü soluklaşmıştı ve bedeni zehir karşısında yenik düşüyordu.
Nihayetinde Güneş Tanrısı, beraberindekileri yanına çağırdı. “Buraya gelin, ey tanrılar,” diye haykırdı. “Gelin de başıma gelene bir bakın. Ölümcül bir yaratık beni ısırdı. Onu göremedim, ama onu bizzat yaratmadığımı biliyorum, benim canlılarımdan biri değil. Daha önce bu kadar fena bir acı hissetmemiştim. Ben Tanrı’yım, Tanrı’nın oğluyum! Topraklarımı ve insanlarımı izlemek için seyahat ediyordum ki, bu yaratık yoluma çıktı ve başıma bu belayı sardı. Çabuk diğer tanrılara koşun, bu acıyı dindirebilecek büyü ve efsunları bilenleri buraya getirin.”
Çok geçmeden tanrılardan, bilhassa da efsunlu sözcükler konusunda maharetli tanrılardan oluşan bir grup, Ra’nın kayığı etrafında toplandı. İsis adındaki kadın da onlarla birlikte gelmişti. Ra’nın dostları tılsımlarını kullandılar, büyülü sözlerini söylediler ama nafile. Zehir onun içini yakmaya devam ediyordu. O sırada İsis öne çıktı. “Yüce Ra, bu da nedir? Hiç şüphesiz sizi bir yılan sokmuş, canlılarınızdan biri kendisini yaratan ellere baş kaldırma cüretini göstermiş. Size yalvarıyorum, bana adınızı söyleyin, bana gizli adınızı söyleyin ki, onun gücüyle bu zehri bedeninizden atayım ve sizi tekrar sağlığınıza kavuşturayım.”
“Ben gökyüzünün ve toprağın yaratıcısıyım,” diye cevap verdi Ra. “Ben olmasam, şu an var olan hiçbir şey var olmazdı. İşte! Ben gözlerimi açtığımda ışıklar saçılır, gözlerimi kapattığımda karanlık hüküm sürer. Nil Nehri, tek sözümle Mısır topraklarını sele boğar. Saatleri, günleri ve yıllık festivalleri yaratan benim. Ben geçmişte, şu an ve her zaman olacak olanım.”
“Hiç şüphesiz bana kim olduğunuzu söylediniz,” dedi İsis. “Ancak hâlâ gizli isminizi paylaşmadınız. Eğer derman bulmak istiyorsanız, bu sırrı bana söylemelisiniz; o gizli kelamın gücü ve bilgeliğim sayesinde başınıza gelen bu kötülüğü alt edebilirim.”
Bu sırada zehir, Ra’nın tüm bedenini sarıyor, onu hepten güçten düşürüyordu. Unutmayın ki o yılan büyülü bir yılandı, ayrıca Ra’nın eliyle yaratılmamıştı. İşte bu sebeplerden dolayı, tanrıların en yücesi olmasına rağmen Ra, yılanın zehrinin etkilerini yok edemiyordu. Ateş tüm bedenini sararken bir an sıcaktan yanıyor, sonraki an âdeta buz kesiyordu. Artık dayanamaz hale gelmişti, kayığına uzandı.
İsis’i yanına çağırdı. “Rıza gösteriyorum,” dedi etrafındakilere. “İsis’in bedenimi incelemesine rıza gösteriyorum, ismimi ona teslim ediyorum.” Böylece Ra ile İsis, toplanan tanrılar gizli adı duyamasınlar diye oradan ayrıldılar ve Ra, kadının büyük bir arzuyla bilmek istediği ismi aşikâr kıldı.
İsis, arzusuna kavuşur kavuşmaz büyülerini dile getirmeye başladı, bu kez o antik bilgeliğini yararlı bir iş için kullanacaktı. Şiddetle haykırdı: “Dışarı çık ey zehir, Ra’nın bedenini terk et. Bırak Ra yaşasın! İzin ver, Ra yaşasın! Ey zehir, Ra’nın bedenini terk et.” Bu sözler Ra üzerinde etki göstermeye başladı. Artık biraz sonra ölecekmiş gibi görünmüyordu. Gücü hızla yerine gelmişti, çok geçmeden tüm sağlığına kavuştu, Milyonlarca Yıllık Kayık’taki yolculuğuna devam etmek için hazırdı. Zekâsı sayesinde ne bir insanın ne de bir tanrının bildiği şeyi öğrenen İsis ise arzuladıklarını elde etmişti, bundan böyle “Tanrıların Hanımı” olarak bilinecekti.
Gizli ismin ne olduğunu mu merak ediyorsunuz? Ah! Bunu size söyleyemem. Tüm bilge insanların binlerce yıldır aradığı şey bu. Bazıları bunu öğrenmeyi başardı, ancak tuhaftır ki hiçbiri bir başkasına söylemedi. Bilen kişi, arayıştaki kimselerin yolculuğuna yardımcı olabilir, ama en fazla bu kadarını yapabilir. Üstelik insanlar, bu isim kulaklarına fısıldandığında onu genellikle duymazdan geliyorlar. Geçip gitmesine, rüzgârın kanatlarıyla birlikte taşınmasına izin veriyorlar ve bu fırsat ellerine bir daha geçmiyor. Bu gizli ismi öğrenenler için ise her şey kâfi, daha fazlasına ihtiyaç duymuyorlar. Ne de olsa bu isim, gökyüzünün veya toprağın bahşedebileceği en büyük hediye.
İSİS VE OSİRİS’İN HİKÂYESİ
6. BÖLÜM
Osiris’in Hükümdarlığı
I- Tanrı’nın Doğumu
Bir zamanlar Nil Nehri’nin çok yukarısında, su kıyısındaki verimli toprak parçasında büyük Thebes şehri yükseliyordu. Harabeleri bugün bile büyük bir alanı kaplıyor; öyle ki burası, görkeminin doruk noktasındayken, dünyanın en muhteşem şehriydi. Yine de hikâyemizin geçtiği zamanlarda hâlâ büyümekte olan bir yerdi, henüz o muhteşem tapınakları inşa edilmemişti. İnsanları ibadet ediyordu, bu doğru, ancak taptıkları tanrı, Cennetin Tanrısı değildi. Amon’u tanımıyor Ra’nın yüceliğini ise anlayamıyorlardı. İnandıkları tanrılar ahşaptan ve taştan yapılma putlar ya da güneş ve Nil Nehri’ydi.
Bu sahte tanrılar için bir tapınak inşa etmişlerdi, tapınağın yükseldiği yer sonraları çok büyük ve asil bir tapınma merkezi olacaktı. Bu tapınak gölgeli ağaç koruluklarının ortasında duruyor, geçitlerinin altından tertemiz bir su akıyordu; akan su öylesine tatlı, öylesine ışıltılıydı ki, insanlar bu suyun orada onurlandırılan tanrılarca kutsandığını öne sürüyorlardı.
Sıcak bir yaz sabahı, sakalardan biri bu kaynak suyuna doğru yürüyordu. Bu saka genç bir adamdı, ama keçi postundan yapılma su kesesinin ağırlığı altında sürekli eğilmekten beli bükülmüştü.
Sakanın meslektaş dostlarından biri, ona “Bu saatte neden çalışıyorsun?” diye sordu, bu sırada kendisi keçi postu suluğunu omzuna atmış, evin yolunu tutuyordu.
“Asıl soru ‘neden çalışıyoruz ki’ olmalıydı herhalde,” diye cevap verdi genç saka, yüzünü ekşitmişti.
“Doğru, doğru ama mecburuz işte,” dedi ilki. “Aksi takdirde hiçbirimiz burada olmazdık zaten. Ancak bugün biraz farklı. Çölden yüzümüze vuran bu şiddetli ateş varken erkenden dinlenmeye çekilen kişiyi suçlayamayız. Sana da iyi gelir hem.” Genç dostu cevap vermeyince devam etti: “Çok neşeli bir halin yok gibi.”
“Neşeli hissetmiyorum da ondan,” diye sertçe çıkıştı saka. “Ama ne yapalım, karnımızı doyurmak zorundayız. Eğer çalışmazsam karnımı doyuramam. Besleyecek çok mide var, babam hasta düştü. O yüzden hepsine ben bakmak zorundayım.”
“Pekâlâ, ama ben akşama kadar bekleyeceğim, o zaman hava daha serin olur,” dedi dostu ve evine gitti.
Genç saka Pamyles, arkadaşının uzaklaşmasını izledi, bu sırada geçimini bu denli dertli kılan kaderine karşı kalbinde acı bir öfke duyuyordu. Sonra, nehir kıyısında sazlıklardan yapılma küçük kulübedeki boş mideler aklına gelince, kaynağın başına gitti.
Postu suyla doldurmuştu ki birinin ona seslendiğini sandı. Etrafına bakındı, ama hiç kimseyi göremedi. “Pamyles,” dedi tekrardan bir ses. Bu sefer emindi, su dolu postu omuzlarından indirip tapınağa giden basamaklara doğru baktı. “Pamyles,” dedi ses, üçüncü kez. Neyle karşı karşıya olduğunu anlayamayan zavallı genç, keçi postunu yere fırlattı. Su taşmaya, adamın ayağının çevresinde küçük bir gölet oluşturmaya başlamıştı.
“Korkma,” dedi ses. Pamyles’in şaşkına uğramış duyuları, sesin tapınak kapısı önündeki bir heykelden geldiğini işaret ediyordu. “Korkma, kasabaya in ve dostlarına haber ver: Tüm dünyanın efendisi, Osiris doğdu. Bu mesajı ülkenin dört bir yanındaki insanlara bildir.”
Ses kesildi. Pamyles, ses kesilir kesilmez, keçi postunu falan unutup tabanları yağladı, evine varana dek hiç durmadı. Orada, başına gelenleri eşine anlattı. Kadın, adamın başına sıcak vurmuş olacağını söyleyerek biri çalmadan önce hemen keçi postu için geri dönmesi gerektiğini buyurdu. Fakat odanın öteki ucunda, kamışlardan yapılma bir yatak üzerinde gözleri kapalı şekilde yatan yaşlı babası, oğlunu yanına çağırarak başından geçen olayı tekrar anlatmasını istedi.
Pamyles öyküsünü bitirince yaşlı adam, “Bu cennetten gelen bir sesmiş,” dedi. “Git ve emredildiği gibi sana bildirilen mesajı herkese duyur. Bu güzel haberleri duyacak kadar yaşadığım için sevinç doluyum. Tanrıların lütfu senin üzerine olsun oğlum.” Hasta adam bunu söyledikten sonra yüzünü duvara döndü ve öldü.
Pamyles kendisine emredileni yapmak için aceleyle yola çıktı, böylece Osiris’in doğum haberi tüm dünyaya yayıldı.
II- Tanrı ve Tanrıça’nın Gelişi
Yaz mevsiminin başlarında bir akşam… Batmakta olan güneşin ışıkları tepelerin üstündeki, kızılla karışık mor ve altın renkli gökyüzünde süzülüyordu. Thebes kentinde, Nil’e bakan kaba saba bir tapınağın yakınındaki çınar ağacının altında bir adam duruyordu. Muazzam bir heybete sahipti, buna rağmen o kadar orantılı bir vücudu vardı ki yanında başka biri olmadığında heybetini fark etmek çok güçtü. Üstelik bir ölümlüden fazlasıymış gibi görünüyordu.
Hemen yanında bir kadın vardı, hiç şüphesiz güneşin gördüğü en güzel, en zarif kadındı bu. Tatlı ve kibar bir yüzü, hafif gül pembesine kayan açık renkli bir teni vardı; alımlı bedenini dar, beyaz bir elbise sarıyordu. Kestane rengi gür saçları ayaklarına kadar iniyor, bedenini sanki bir kıyafet gibi sarıyor, solmakta olan gün ışığında parlak bir bakır gibi ışıldıyordu. Sanki Mısır’ın yakıcı düzlüklerinden değil de başka bir diyardan gelmiş gibiydi. Güneş dairesi zirvenin ardında alçalıp kurşuni ve kahverengi tepeleri derin bir mora boğarak nehrin sularını ateş rengi bir kızıla boyadığında, kadın önce yanındaki adama sonra da batan küreye döndü. Tapınırcasına ellerini kaldırdılar, Ra ismini dile getirdiler, üç kere yere kapandılar ve Güneş Tanrısı onuruna kısa bir ilahi söylediler.
“Bir süre burada kalıp dinlenelim,” dedi adam, örtüsünü bir taşın üzerine serdi ve oturdular. O sırada örtüsünün içinden bir kamış çıkararak çalmaya başladı. Böylesi bir müziğin dünyaya ait olması mümkün müydü? Bir an ağaçlardaki kumruların ötüşü kadar yumuşak, bir an martıların haykırışı kadar hüzünlüydü; başka bir an yatağındaki çakıl taşları üzerinde akan bir nehir şırıltısı halini alıyor, hemen sonrasında da dağlardan gelen sel kadar gürültülü ve hızlı bir nitelik kazanıyordu, sonundaysa müthiş bir ahenk içinde şarkı söyleyen büyük bir korodan gelen çok tatlı bir ses patlaması duyuldu. Ardından kadının söylediği şarkıya uyacak sade bir melodi çaldı. Melodi olağanüstü bir güzelliğe sahipti, kadının şarkısı ise öyle muhteşemdi ki kelimeler kifayetsiz kalıyordu! Sesler yumuşak ve alçaktı, ama tüm o zenginlikleri ve doluluklarıyla heyecan yaratıyorlardı; sanki neşenin ve hüznün, aydınlığın ve gölgenin, fırtınanın ve gün ışığının, son olarak da sonsuz bir aşkın öyküsü anlatılıyordu.
Son tatlı notalar da yavaş yavaş duyulmaz hale geliyordu, bu sırada altın kemerle sarılmış beyaz bir kaftan giyen saygıdeğer bir yaşlı adam, yavaşça iki yolcunun yanına geldi.
“İkinize de iyi akşamlar dilerim,” dedi, yüzündeki hayret ve huşu açıkça seçiliyordu.
“Sana da iyi akşamlar beybaba,” dedi adam. “Acaba söyler misin,” diye sordu, “bu şehirde bir süre kalabileceğimiz bir yer var mı? Bizler yolcuyuz, burada biraz daha kalıp dinlenmek isteriz…”
Yeni gelen yaşlı adam bir süre boyunca tek kelime etmedi, ama karşısındakilerin âdeta içini okuyan gözlerle onları süzmeye devam etti. En sonunda başını yere kadar eğdi, önce adamın sandaletlerini, sonra da kadınınkileri öptü. Hemen yukarı baktı ve konuşmaya başladı.
“Biraz önceki kadar güzel müzik çalan kişiler,” diye başladı sözlerine, “şehirde en iyi şekilde ağırlanmalılar. Ben bu tapınağın rahibiyim, yıldızları araştırırken göklerin gizemine dair bazı şeyler öğrendim. Geleceğinizi uzun zamandır biliyordum, ama sizi karşılayacak ilk kişi olacağımı hiç düşünmemiştim.” Din adamı, hayranlıkla bakan gözlerle çifti tekrar seyretmeye koyuldu. “Efendim ve hanımım, acaba fakirhanemin sunabileceği misafirperverliği kabul etme lütfunda bulunurlar mı?” diye sordu.
Osiris ve İsis’in Gelişi
“Hizmetlerinde çok sadık olduğun için ilk sana geldik,” diye cevap verdi adam. “Sana teşekkür ediyor, nezaketini kabul ediyoruz. Ancak bildiklerini hiç kimseye anlatmaman için seni şiddetle uyarıyorum, nereden veya neden geldiğimizi kimse bilmemeli. Bu, tanrıların isteğidir; bilesin.”
“Hizmetkârınız olarak bunları anlıyor ve kabul ediyorum,” dedi rahip. Başını toprağa kadar eğdi.
“Pekâlâ öyleyse, bizi evine götür,” diye devam etti yabancı. Kadına dönüp “Gel İsis, onunla birlikte gideceğiz, zaten saat epey geç oldu.”
Kadın, alçak ve hoş sesiyle “Ra’nın lütfu daima seninle olsun,” dedi yaşlı adama. Eşinin kolunu girdi, eve doğru ilerlediler.
Osiris ve eşi İsis, Mısır topraklarına işte böyle vardılar.
III- Osiris’in Kudreti
Osiris ve İsis, her gün tapınağın gölgesinde uzanan kente iniyorlardı. Görkemli saraylar, kutsal binalar, sfenkslerle çevrili caddeler, yani Thebes kentini dillere destan kılan o ihtişam ve büyüklük alametlerinin hiçbiri o zamanlar ortada yoktu. Hükümdarın sarayı ve birkaç büyük soylunun meskenleri taştandı, ancak evlerin çoğu tahtadan ve kamıştan yahut bugün bile herhangi bir Mısır kasabasında görülebilecek kerpiçten inşa edilmişti.
Osiris ve İsis sokaklarda gezerken insanlar işlerini bırakıp büyük bir hayretle onları izliyordu. Daha önce hiç bu kadar heybetli, bu kadar şerefli ve bu kadar kudretli bir adam; hiç bu kadar tatlı, bu kadar zarif ve bu kadar güzel bir kadın görmemişlerdi. Bu tanrısal varlıklarla kıyaslandığında, kentin kralı ve kraliçesi bile sıradan görünüyordu. İçten içe bu yabancıların dünyadan olmadığını seziyorlardı, onlara sıradan halkın gösterebileceği tüm saygıyı gösterdiler.
Tahmin edebileceğiniz gibi rahibin evinde kalan ziyaretçiler hakkında birçok soru soruldu. Ama yüksek rahip onların sırrını güvende tutmuştu; gerçekten ailesine bile bahsetmemişti, onlar da halktan fazlasını bilmiyorlardı. “Seyyahlarmış,” diye cevap veriyorlardı her soru sorana. “Rahip Ani, onlarla tapınak korusunda karşılaşmış ve bir süre misafir olmalarını istemiş. Biz de bu kadarını biliyoruz.” Nereden gelmişlerdi? Gemiyle mi seyahat etmişlerdi, yoksa merkeplerle mi? Ne için gelmişlerdi? Tüm bu ve buna benzer sorulara verebilecekleri bir cevap yoktu. Ziyaretlerindeki gizem, insanların onlara hayretle yaklaşımını daha da artırıyordu.
Zaman geçtikçe bu hayret, bir huşuya dönüştü. Osiris ve İsis her gün insanların arasına karışıyor, onlara nasihatlerde bulunuyor, yardım ediyor ve onları neşelendiriyordu. Nereye gitseler, her zaman olduğu gibi, en çok aranan kişiler oluyorlardı. Çatık kaşları indirmede İsis’in üstüne yoktu, hiçbir ses huysuz bir çocuğu onun sesi kadar rahatlatamıyordu; çok daha olağanüstü olan şey ise elini sürdüğü kişilerin hastalığını geçirmesi ve onları hemencecik iyileştirmesiydi. Bir defasında dertli bir anne, bir tomruğun altında kalmış küçük çocuğunun acısını dindirmeye çalışıyordu ki gizemli kadının, arkasında olduğunu fark etti. İsis acı çeken çocuğu yavaşça kollarına aldı, sanki bir büyü yapmıştı, çocuğun ağlamaklı yüzü yavaş yavaş düzeldi, ağrıdan kıvranan uzuvları sakinleşti. Daha sonra parmaklarının ucunu önce çocuğun çehresine, bir süre sonra da kalbinin üstüne koydu. Gözler yavaşça açıldı, dudaklarda bir gülümseme belirdi. Çocuk bir hemşiresine, bir annesine bakıyordu. “Anne, anne,” diye haykırdı birden. “Ben bu güzel hanımla gideceğim. Bana böyle söylendi anne. Çok güzel bir eve gideceğim ve bir daha hiç acı çekmeyeceğim.” Çocuk o gece öldü, ama bir daha hiç acı çekmedi. Dertli anne ise olanı o zaman anladı.
Osiris de sürekli meşguldü, ama o kentin evlerinde değil de tarlalarda bulunuyordu. İnsanlara saban sürmeyi öğretmiş, kuru toprağı sulamak için nehirden su kaldırabilecekleri daha kolay bir yöntem göstermişti; artık işçiler, tüm suyu sırtlarında taşımak zorunda kalmayacaktı. Aynı şekilde, onların işlerini kolaylaştıracak ve işledikleri topraktan daha çok verim almalarını sağlayacak daha bir sürü şey öğretti. Serin akşamlarda oturur, etrafı genciyle yaşlısıyla dolu bir köylü kalabalığıyla çevrilirdi; o flütünü üfledikçe hepsi ağızları açık bir halde, büyük bir hayranlıkla onu izlerdi. Zaman içinde çalmayı onlara da öğretti, böylece berrak ay ışığında ahenkli bir müzik çalan köylü korolarına çok sık rastlanır oldu. Bu küçük topluluk, en sevdikleri şarkıyı çalmadan onun gitmesine izin vermiyordu; bu şarkı öyle bir şarkıydı ki toprak ve gökyüzü, yaşam ve ölüm, ayrıca algılarının ötesinde daha bir dolu şey kokuyordu.
Çok geçmeden hükümdar, halkın arasına karışan yabancılardan haberdar oldu. Osiris’i huzuruna çağırttı.
“Kimsin sen?” diye sordu. “Nereden gelirsin?”
“Ben bir yolcuyum,” diye cevap verdi Osiris. “Mısır hakkında çok şey duymuş, bu yüzden onu ve insanlarını görmek isteyen bir yolcu. Aalu topraklarından geliyorum, bir süre burada kaldıktan sonra oraya geri döneceğim.”
“Bahsettiğin bu ülke nerededir?” diye sordu hükümdar. “Ordularım dünyanın dört bir yanına yürümüştür, ama bu ülkeyi daha önce hiç duymadım.”
“Batıda, çok ama çok uzaklarda,” diye cevap verdi Osiris. “Eğer bir rehberi yoksa, insanın gidebileceği sınırların çok ama çok ötesindedir.”
“Öyleyse sen nasıl geldin?” dedi hükümdar. “Eğer sen buraya gelebiliyorsan, ben de oraya gidebilirim. Bana yolu söyle, bu uzak ülkeyi görmek isterim.”
“Bunu yapamazsın,” dedi Osiris. “Hiçbir insanın oraya varamayacağını söyledim ya, işte o kadar uzaktadır.”
“O zaman kendi topraklarına hiçbir zaman dönemeyeceksin, öyle mi?” diye soruldu.
“Yaşadığım sürece dönemeyeceğim,” oldu cevap. “Bu yolculuğa çıkacağım, ama ömrüm devam ettiği sürece oraya varmayı beklemiyorum.”
“Yeteneklerin ve marifetlerin hakkında çok şey duydum,” diye devam etti hükümdar. “Sarayıma gelmeni, sihirbazlarıma ve nedimlerime bu marifetlerin bazısını öğretmeni isterim.”
“Seve seve,” diye cevap verdi Osiris. “Ancak fakir insanlar arasındaki işimi de tümden bırakamam, şimdiye kadar yaptığım gibi onlara da yardım etmek en doğrusu olur.”
Böylece Osiris gün içinde saraya gitmeye ve her defasında yeni bir şey öğrettiği bilge adamlarla oturmaya başladı. Her ne kadar adamlar ondan saraya taşınmasını isteseler de o bunu asla kabul etmedi. Rahibin evinde çok rahat olduğunu, bu yüzden ilk dostuyla kalmaya devam edeceğini söyledi.
Bazen insanlarla yaptığı konuşmalarda onların ibadet ettikleri tapınaktan bahsederdi, dua ettikleri taştan tasvirin kendilerine yardım edemeyecek kadar aciz olduğunu belirtirdi; onları daima gözeten, her türlü tehlikeden koruyan ve tüm ihtiyaçlarını karşılayan bir “Yüce Varlık” hakkında konuşurdu. Işık ve ısı bahşeden altın güneş, bu varlığın gücünün ve ihtişamının bir deliliydi. Arazilerini sulayıp ekinlerini besleyen Nil Nehri, yine onun emri üzerine cennetten gönderilmişti. Üstelik asil ve fedakâr bir hayat sürerek bu Yüce Tanrı’nın müthiş görkemli ve şanlı ülkesine ulaşmak mümkündü. Bu şekilde Osiris, insanlara Yüce Tanrı için tapınma hevesi aşılamıştı. Bu onun için kolay bir işti. Çünkü kendi yaptığı işler o kadar mucizeviydi ki bu işlere şahit olanlar, bahsettiği tanrının aslında kendisi olduğunu düşünmeye bile dünden hazırlardı.
Bir toplantı gününde saray mensupları kraliyet bahçesinde toplanmışlardı, Osiris burada genç bir adam gördü; genç adam diğerlerinden ayrı duruyordu, sessizdi, yüzüne bir keder hâkimdi. Bu genç, Osiris’in sevip saydığı genç bir savaşçıydı. Korkusuz mizacı, şövalyelere yaraşır tutumu ve keyif veren samimiyeti sayesinde onun sevgisini kazanmıştı. Besbelli ki bir şeyler ters gidiyordu, Osiris hemen onun olduğu yere doğru yürüdü.
“Hotep, canını sıkan şey nedir?” diye sordu. “Neden dostlarınla eğlenmek yerine burada bir başına dikiliyorsun?”
“Benimle sohbet edecek ya da bunu göze alacak kimse yok ki,” dedi genç adam, buruk bir tonla konuşuyordu. “Eğer firavun seni benimle görse, bu durumdan memnun olmadığını söylemek için seni yanına çağırır, bunu bilmez misin?”
Osiris o sırada saray mensuplarının kendi aralarında fısıldaştığını ve özellikle genç adamı sürekli süzdüklerini fark etti. “Bir kabahat mi işledin?” diye sordu.
“Tüm bunlar, makam sahiplerine dalkavukluk etmediğim, yanlış bir şey görünce dilimi tutmadığım için,” diye cevap verdi Hotep. “Kendime bir sürü düşman edindim, öyle ki bu kişiler, hükümdarı öldürme amacıyla komplo kurduğumu öne sürerek beni suçladılar. Bugün bu suçlamaya cevap vermek üzere çağrıldım.”
“Ah!” diye iç çekti Osiris. “Demek korkusuzluğunu ve doğruluğunu kıskanan kişiler var!” Bunu söyledikten sonra tapınak rahibiyle konuşmak için yavaşça oradan ayrıldı, başını eğmiş düşünüyordu.
O sırada hükümdar geldi, toplanmış kişilerin tüm dikkati onun bildirdiklerine çevrildi. Nihayetinde konuşması bitti, ama her zaman yaptığı gibi aralarından ayrılmak yerine tahtına oturdu.
“Hizmetkârımız Hotep burada mı?” diye sordu bir süre sonra.
“Buradayım yüce efendim,” dedi genç adam. Öne çıktı ve saygıyla başını eğdi.
“Sadakatsizliğin hakkında bazı suçlamalar var, duyduk ki saltanata karşı komplo kurmuşsun. Bu suçlamalara karşı verecek bir cevabın var mıdır?”
“Efendim, yalvarırım, izin verirseniz bu suçlamaları detaylıca duymak isterim,” diye cevap verdi Hotep.
Hükümdarın çehresi asıldı. Bir tebaanın, firavunun sözünden şüphe ettiğini belirtmesi olağan bir durum değildi, ama bir süre sonra saray nazırı çağrıldı. “Suçlamaları oku,” dedi.
Görevli elindeki parşömeni okumaya başladı: “Kraliyet ordusunda yüzbaşı görevi yapan hizmetkârınız Hotep, hükümdar ve saltanat mensuplarına karşı komplo kurmakla, bu kötü emellerine yardımcı olması için başkalarını da kışkırtmakla suçlanıyor. Dahası, söylenene göre Güney Orduları Yüzbaşısı olarak elinde tuttuğu yetkiyi kullanarak ordu birliklerinde itaatsizlik çıkarmak ve askerleri kendi kötü işleri için kullanmak istemiştir.”
Görevli okumayı bitirince, “Bu suçlamalara ne diyorsun?” diye sordu firavun.
“Bana bu suçu atanlar kimler?” diye usulca sordu Hotep.
Hükümdarın kaşları yine çatıldı. “Fark etmez,” diye çıkıştı sinirle. “Suçlamaları duydun. Verecek cevabın var mı?”
“Efendim, tüm bunların düşmanlarım tarafından uydurulmuş adi yalanlar olduğunu söylemekten başka diyeceğim bir şey yok,” dedi korkusuz genç. “Ey efendim, hizmetlerimi nasıl bir sadakatle gerçekleştirdiğimi biliyorsunuz, sizin kararınızı kabul ediyorum, faziletinize güveniyorum.”
Firavun bir anlığına afallamıştı. Çok geçmeden öfkesi geri döndü.
“Günahının cezası ölümdür,” diye çıkıştı. “Suçlu olduğun kanıtlandı.” Arkasındaki muhafızlara döndü. “Götürün şunu.”
Savaşçı hızla etrafına bakındı. Henüz gençti, yaşam tatlıydı. Ancak çevresindeki kalabalığın içinde bakışlarına karşılık veren yüzler göremedi. Artık kafasından geçen düşünce her neyse, bu düşüncenin umutsuz olduğunu fark etmişti. Acı bir gülümsemeyle, kendisini götürmek için gelen muhafızlara teslim oldu.
“Hükümdar, insanları dinlemeden mi yargılıyor?” dedi Osiris, ifadesiz bir yüzle tahtın olduğu yöne doğru yürüdü. “İyi bir hizmetkârı ölüme göndermek, senin onuruna ve refahına katkı mı sağlıyor?”
Herkes büyük bir hayretle soluk soluğa söyleniyordu, fısıldaşmalar etrafta bir rüzgâr gibi uğulduyordu. Daha önce hiç kimse bir firavunun arzusunu bu şekilde sorgulamamıştı. Firavunun kendisi bile öylesine afallamıştı ki, bir süreliğine konuşamadı.
Nihayetinde kelimeleri seçebilecek hale geldiğinde “Sana gösterdiğim iyi niyetin sınırlarını aşıyorsun,” dedi. “Diyeceğimi dedim. Eğer kapılarımızı açtığımız bir yabancı olmasaydın, bu patavatsızlığın yüzünden koruduğun kişiyle aynı sonu paylaşırdın. Kenara çekil ve bir daha da bu işe karışma, yoksa senin için kötü olur.”
“Öyle veya böyle, sizden o adama adaletli davranmanızı istiyorum,” dedi Osiris, sakin bir tavırla. “Yoksa bunu…”
“Benimle böyle konuşmaya nasıl cüret edersin?” Öfkeyle kükredi firavun. “Bu aptalı da götürün,” diye haykırdı muhafızlara, “yoksa onu dikildiği yerde öldürüp bırakacağım.” Uzun mızrağını elinde kıpırdatmaya başlamıştı.
“Hizmetkârınız Hotep için adaleti sağlamadığınız sürece tek bir adım atmayacağım,” diye cevap verdi Osiris. Tıpkı öncesinde olduğu gibi sakin ve rahattı.
“Deli adam, aptallığının cezasını çek öyleyse!” diye haykırdı firavun. İleri doğru atıldı, mızrağı fırlatmak için hazırdı.
“Dur,” dedi Osiris. Sesi, tepelerde yankılanan bir gök gürültüsü gibi her yeri sarmıştı.
Bu söz üzerine donakalan hükümdar durdu, elindeki mızrak bir patırtıyla mermer zemine düştü. Saray mensupları mutlak bir dehşetle olanları izliyor, sonradan yaşanacakların alameti niteliğindeki bu olaya hayret ediyorlardı. Osiris gerçekten de bir tanrı gibi görünüyordu, orada küçük çocukların oluşturduğu bir kalabalığın ortasındaki heybetli bir adam gibi dikiliyordu. Kolunu ileri doğru uzatmıştı, gözlerinde şimşekler çakıyordu.
Kolunu yavaşça indirdi, bu sırada firavun da bilincini tekrardan kazanmaya başlamıştı, korkudan zangır zangır titriyordu, tekrardan tahtına çöktü.
“Eğer bir adım daha atsaydın,” dedi Osiris, “aşağıdaki gölgeler diyarına doğru yola çıkmış olurdun. Seni ve etrafındakileri yok edecek güce sahibim, bunu bil. Şimdi yalancıların suçladığı hizmetkârın Hotep’i salacaksın ve onun ölümünü planlayan kişileri cezalandıracaksın. Beni bir daha öfkelendirme, bunu asla unutma, bunun korkusuyla yaşa!” Dehşete kapılan kalabalık daha tek bir söz bile söylemeden ya da hareket dahi edemeden tanrı oradan ayrılmıştı bile.
IV – Kötülüğün Gelişi
Bu olaylardan bir zaman sonra hükümdar hastalanıp öldü ve atalarına katıldı. Geride krallığı devralacak birisini bırakmadığından hükümdarlığın soylularının ve danışmanlarının yeni bir yönetici seçmesi icap etti. Fikir birliğiyle tacı Osiris’in kabul etmesi talebinde bulundular ama o bunu istemiyordu. Yine de en sonunda, başka bir hükümdar seçmeyeceklerini ve başlarında bir lider olmadığı sürece çobansız bir sürüye döneceklerini anlayan Osiris, bu ısrarlara boyun eğdi.
Uzun yıllar boyunca ülkeyi eşi İsis’le birlikte yönetti, halkın arasına ilk karıştığı günden itibaren insanlara çok büyük yardımlarda bulundu. Yavaş yavaş hükümdarlığını Mısır hudutlarının çok ötesine yaydı; halkları silah zoruyla değil, tatlı sözlerin yanı sıra, o zamana dek varlığı dahi bilinmeyen tarım ve barış sanatına dair bilgisiyle kendi tarafına çekiyordu. Bu tür seyahatleri çok sık gerçekleştiriyor, aylarca ülkeden uzak kaldığı oluyordu; bu zamanlarda toprakları İsis yönetiyordu. İsis’in yalnız başına kaldığı sıralarda yönetim konusunda gösterdiği yetenek ve bilgelik, zarafeti ve nezaketine karşı hissedilen sevgi ve saygıyla birleşiyor, bu sayede neredeyse Osiris’e gösterilene denk bir hürmetle anılıyordu.
Günlerden bir gün Thebes kentinin kapılarına bir yabancı vardı, silahlı adamlardan oluşan bir grupla birlikte gelmişti. Uzun ve güçlü biriydi, kapı muhafızının o zamana dek gördüğü en çirkin herifti. Gevşekçe yana saldığı uzun kolları, kısa ve kalın boynunun üstündeki devasa kafası, çatık kaşları, güdük ve kalınca burnu, son olarak da yüzüne her daim kötücül bir alay ifadesi konduran kesik üst dudağıyla birlikte, cesur kapı muhafızının bile gözünü korkutan bir adamdı bu.
“Kimsin ve burada ne arıyorsun?” diye sordu asker, adam devasa kapılara vurunca.
“Osiris’in sarayı burası mı?” diye sordu yabancı.
“Evet. Niye soruyorsun?”
“Ona gidip erkek kardeşi Tifon’un geldiğini söyle, akrabamı görmek için sabırsızlandığımı bildir,” diye cevap verdi dev adam.
“Sen onun kardeşi misin!” diye haykırdı muhafız, bir kahkaha patlattı. Tanrılara benzer hükümdarının böylesi bir canavarla kardeş olabileceğine ihtimal dahi vermiyordu.
Yabancı öfkelendi. “He, kardeşiyim,” diye böğürdü. “Çabuk mesajımı ilet, yoksa önce bu kapıları kafana çalar, sonra da seni mızrağıma geçiririm.” Bunu der demez büyük, kıllı ellerinden birini öne doğru uzatıp kapının parmaklıklarından birini yakalayarak parmaklığı yerinden sökecekmiş gibi sallamaya başladı.
Muhafız, onun suyuna gitmenin en iyisi olacağına karar verdi. “Mesajını biriyle göndereceğim,” dedi. Sonra dönüp dostlarından birine haberi saraya iletmesini söyledi. Gönderilen adam geri döndü, kapıdaki muhafız çok şaşırmıştı, zira kapıya gelen yabancıların içeri alınması ve onlara huzura kadar eşlik edilmesi için emir verilmişti.
Osiris giriş basamaklarının ucunda dikilmişti, kardeşini bekliyordu. Onu kente buyur etti, kendisiyle birlikte sarayda kalmasını istedi, odalar çoktan hazırlanmıştı bile. Gelin görün ki etraftaki birçok kişi, Firavun Osiris’in karşılamasında, o kendine has samimiyetinden bir şeylerin eksik olduğunu fark etmişti; Tifon’un yüzündeki kötücül bakışları ise görmeyen kalmamıştı.
Bu zamandan sonra Osiris’in hükümdarlığının damgası olan huzur ve mutluluk gitgide azalıyor gibi görünüyordu. Tarlalarda ve kentte bir tedirginlik havası kol geziyordu. Bunun nasıl veya neden olduğunu hiç kimse bilmiyordu. İnsanlar kavga etmeye ya da kaderleri hakkında yakınmaya her zamankinden daha fazla meyilliydi, fakat bu hoşnutsuzluklarının sebebini sorsak hiçbiri cevap veremezdi. Yine de belli belirsiz bir biçimde, Osiris’in kardeşinin kapılara dayandığı günlerin öncesine dönmeyi arzu ediyorlardı.
Tifon yönetimde rol almıyordu. Doğrusu Osiris, kardeşini, ona herhangi bir şeyi emanet edemeyeceğini bilecek kadar iyi tanıyordu. Tifon, kendi meskeninde dostlarıyla alem yapmadığı zamanlarda uzun süreli avlara çıkıyor ve bazen aylarca geri dönmüyordu. Onun yokluğunda Thebes halkı tekrar huzura kavuşuyordu. Birçok insan, bu devin kendi kardeşine karşı bir komplo kurduğunu ve bu sözde av aşkını da aslında kötü planlarını saklayacak bir kılıf olarak kullandığını düşünüyordu.
Osiris uzaklardayken İsis o kadar ihtiyatlıydı ki, Tifon kötülük edecek fırsat bulamıyordu. Osiris’e kıyasla çok daha dikkatli davranan İsis, tüm yaptıklarını izlemesi ve kendisine bildirmesi için güvenilir bir hizmetkârını adamın peşine takmadan, düzenbaz herifin şehri terk etmesine katiyen izin vermiyordu.
Yıllar bu şekilde gelip geçti. İsis ve Osiris, tebaalarının yazgısını daha iyi bir hale getirmek ve huzurunu artırmak için didiniyorlardı. Tifon ise bu hoş toprakları kendi eline geçirmek için bekliyor ve fırsat kolluyordu, kardeşine karşı kalbinde hissettiği nefret gitgide büyüyordu.
V – Osiris’in Katli
Hükümdar’ın kardeşi, günler boyunca odasından çıkmadı. Kapısına gelen herkese kaba bir üslupla yalnız kalmak istediğini söylüyordu, yakın arkadaşlarını bile yanına sokmuyordu. Bu adamlar, zamanlarını hırgür çıkarmak için harcayan adamlardı; bir gün muhafız yüzbaşı, bunlardan bir düzinesini yakalayarak zindana attı. O günden sonra, her ne kadar o edepsiz eğlenceleri kontrol edilmese dahi, bu eğlenceleri çok daha gizli bir biçimde düzenlemeye başladılar. Tifon ise içine kapanıktı. Bazen servis edilen yemeğe dokunmuyordu bile; hizmetliler böylesi günlerde onun zalim öfkesinden kaçınmanın en doğrusu olacağını öğrenmişti. Bir gün oturduğu yerden hızla ayağa fırladı. “Bunu yapabilirim, yapacağım da…” dedi.
Ahşaptan yapılma ağır bir sandığın yanına gitti ve sandığın içinden uzun bir kumaş rulosu çıkardı. Bu kumaş, Mısırlıların kullandığı kumaşlara pek benzemiyordu. Daha hoş ve daha yumuşaktı, güneş ışığında tıpkı gökkuşağı gibi parlıyordu. Düzenbaz Tifon bu ruloyu yanına alıp Osiris’i bulmaya gitti.
Şans o ya, Osiris yalnızdı. “Nasılsın kardeşim?” diye nazikçe sordu. “Umarım hastalığını atlatmışsındır.”
“Epey iyileştim,” diye cevap verdi Tifon; sanki bambaşka biri gibiydi, sesi ve tavrı işte o kadar nazik, o kadar uysaldı. “Epey iyileştim, kardeşçe ilgin için teşekkür ederim. Bu teşekkürümün bir nişanesi olarak sana küçük bir hediye hazırlamak isterim. Bu kumaş hakkında ne düşünüyorsun?” dedi ve kumaş topunu Hükümdar’a uzattı.
“Gerçekten de çok güzel,” diye cevap verdi Osiris. “Bu topraklarda böylesi yok.”
“İşte bu yüzden bu kumaş bir hükümdar için kullanılmalı,” dedi Tifon. “Eğer kardeşim kabul ederse, bu kumaşla onun krallara yaraşır bedeni için bir kaftan dikmek isterim.”
“Cömertliğin için teşekkür ederim,” diye cevap verdi Osiris, hiçbir şeyden şüphelenmemişti. “Eğer sen öyle arzuluyorsan, kumaşı kabul edeceğim, ama sana daha fazla dert olmasın. Saray terzilerine bırakabilirsin. İlgilenmeleri için emir veririm.”
“Bunu yapmak, kumaşın güzelliğinin yarısını bozmak olur ama,” dedi Tifon. “Ben çok becerikli bir zanaatkâr tanıyorum. İşini öylesine iyi yapıyor ki, onunla saray terzilerini kıyaslamak, bu kumaşla şu giydiğin çaputları kıyaslamak gibi olur. İzin ver gerekli ölçüleri alayım, hem kaftanını diktirmek benim için bir zevk olur.”
“Pekâlâ, eğer öyle diyorsan, öyle olsun,” diyerek kabul etti Hükümdar. Ayağa dikildi, Tifon da kumaşı kullanarak başından topuklarına kadar ölçü aldı.
Firavun gülerek, “Hoppalaa! Kaftan başımı da kapatmayacak herhalde, öyle değil mi?” diye sordu.
“Ah! Elbette kapatmayacak,” diye haykırdı düzenbaz, güya kafası karışmıştı. Kumaşı omuz hizasından yere kadar işaretledi. Aynı şekilde diğer ölçüleri de aldı, en sonunda da ölçülerin tamam olduğunu söyledi.
“Hemencecik hazır olur,” dedi. “Hiç vakit kaybetmeden bahsettiğim ustaya götüreceğim.”
Kendi meskenine geri döndüğünde yandaşlarını yanına çağırdı, bir saat geçmemişti ki hep birlikte büyük bir hızla güneye doğru gitmeye başladılar. Akşam vaktine doğru bir bataklığa vardılar, bataklığın kıyılarında küçük bir kulübe görülüyordu.
“Burada bekleyin,” dedi Tifon. Kolunun altındaki kumaş rulosuyla, kulübeye doğru yürüdü. İşin hallolması uzun sürdü, üstelik eğer yakınlarda biri olsaydı verilen talimatların sürekli tekrar edilmesine hayret eder, verilen talimatların kendilerini ise çok daha büyük bir şaşkınlıkla karşılardı. Oyma, kaplama ve kaydırma sözcüklerinin kaftan dikimiyle hiçbir ilgisi yoktu, fakat konuşmaların asıl kısmını bu türden sözcükler oluşturuyordu. Dahası, Tifon kulübeden tekrar çıktığında kumaş hâlâ yanındaydı.
Grup tekrar yola koyuldu, gecenin çoğunu at sırtında geçirdiler. İki gün sonra başka bir ıssız kulübeye vardılar, gerekli talimatlar verildikten sonra kumaş işte buraya bırakıldı. Bir kez daha yola koyuldular, on yedi gün sonra da Etiyopya’nın başkentine geldiler.
Tifon, kente varır varmaz doğrudan saraya giderek giriş izni istedi. Hiç vakit kaybetmeden içeri alınıp esmer kraliçenin huzuruna çıkarıldı.
“Ee, başarılı oldun mu?” diye sordu bu Kraliçe Aso.
“Henüz değil,” diye cevap verdi Tifon. “Sürekli gözetliyorlar. Kraliçe İsis’in şüphelendiğinden korkuyorum, kim bilir, belki de planlarımla ilgili bir şeyler biliyordur.”
“Henüz değilmiş…” diye tekrarladı Aso, adamın son kelimelerinin hepsini duymazdan gelmişti. “Hep aynı hikâyeyle geliyorsun. Geçen sefer de başaracağından emin konuşuyordun.”
“Sevgili Aso,” dedi Tifon. “Hiç kimse benim kadarını yapamazdı. Evvela güce değil, hileye başvurmalıyız. Gücü sonrasında da pekâlâ kullanabiliriz.”
“Yani?” diye kısaca sordu kadın, Tifon duraksayınca.
“Bir planım var,” dedi Tifon. “Buraya bu yüzden geldim. Osiris’i tedbiri elden bırakmayan eşinden uzağa çekebilirsek, bu plan mutlaka işe yarayacaktır. Birliklerin bana yardım etmeye hazır mı?”
“Sözüm hâlâ geçerli,” diye cevap verdi Aso.
“Öyleyse yarın yola koyuluruz, bu kez zafer benim olacak.”
Ertesi gün geri dönüş yolculuğu başladı. Artık yanında yetmiş iki yoldaşına ek büyük bir asker birliği de vardı. Yedinci günde yanına bir düzine adam alarak önden gitmeye başladı, arkada kalanlara olanca hızlarıyla devam etmelerini söyledi.
Gece gündüz at sürdüler, öğle ve gece yarısı vakitleri yalnızca birkaç saat dinleniyorlardı. Kumaşın bırakıldığı kulübeye varınca Tifon durdu ve içerideki adamı kapıya çağırdı.
“Bitirdin mi?” diye sordu.
“Hazır,” diye cevap verdi adam. “Efendi hazretleri kaftanı görmek ister mi?”
“Gerek yok, eminim güzel olmuştur,” diye cevap verdi dev. “Hadi ver de yoluma gideyim.”
Tekrar yola koyuldular. Bataklığın yanındaki kulübeye vardıklarında, güneş tanrısı gökyüzünde iki tur atmıştı. Tifon, içeri yine tek başına girdi ve münzevi bir yaşam süren işçiyle yalnız kaldı. Ardından kapıya çıkıp dostlarını yanına çağırdı.
“Yolun bundan sonrasına nehirden devam edeceğiz,” dedi. “Bunu alın ve bataklığın girişinde saklı halde bulacağınız kayığın içine koyun.”
İşaret ettiği nesne, papirüs kullanılarak özenle yapılmış bir örtünün altına gizlenmişti. Uzun bir sandığı, grup içindeki adamlardan birinin deyimiyle bir tabutu andırıyordu. Efendileri herhangi bir açıklama yapmadı, onlar da soru sormamaları gerektiğini biliyorlardı. Böylece hiç vakit kaybetmeden söyleneni yaptılar. Sonrasında dar kanal vasıtasıyla orta nehre geçtiler, akıntıyla beraber hızla yol aldılar.
Kayık ertesi gece Thebes kentine vardı, sarayda Tifon’un konuk edildiği bölmenin yakınına çekildi. Gizemli nesne kayıktan alınıp sessizce içeri taşındı.
Ertesi sabah Tifon, Osiris’i beklemeye koyuldu; sözünü verdiği kaftanı yanına almıştı. Kardeşler birbirini selamladılar, Tifon da kıyafeti hediye etti.
“Efendimiz bir denemek isterler mi?” diye sordu Tifon.
“Tabii ki kardeşim,” diye cevap verdi Osiris. “İzin ver hemen giyip geleyim.”
Kaftan tam uydu, omuzlarından sarkarken gün ışığında parlıyor, Osiris’in krallara yaraşır görüntüsüne daha bir itibar katıyordu.
“Gerçekten de şahane bir hediye,” dedi Osiris. “Teşekkür ederim. Acaba karşılığında sana ne verebilirim?”
“Bu gece salonumdaki ziyafete bu kaftanı giyerek katılır ve bana eşlik ederseniz memnuniyet duyarım,” diye gülümseyerek karşılık verdi alçak düzenbaz. “Varlığınızla masamı öyle nadiren şereflendiriyorsunuz ki, bir ziyaretle bile bu hediye için çektiğim küçük dertlerin karşılığını fazlasıyla vermiş olursunuz.”
Osiris aslında kardeşinin düzenlediği ziyafetlerden hoşlanmıyordu, çünkü biliyordu ki bu ziyafetler her defasında çılgın sarhoş cümbüşlerine dönüşüyordu; oysa o, bu tür eğlencelerden iğreniyordu. Yine de kaba görünmek istemiyordu, üstelik iyi bir halle, dürtülerinin onu bu edepsiz meşgalelere itmesinin tümüyle kardeşinin suçu olmadığını düşünüyordu.
Tifon oradan ayrılınca Osiris, Kraliçe’nin yanına giderek aldığı güzel armağanı ona gösterdi. O akşam kardeşiyle yemek yiyeceğine söz verdiğini de belirtti.
İsis telaşlandı. “Ama bir daha oraya asla gitmeyeceğini söylemiştin,” dedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/frank-henry-brooksbank/antik-misir-69403228/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Bu eser bundan yaklaşık olarak bir asır önce yazılmış, dolayısıyla zaman konusunda bir farklılık mevcut. Bahsi geçen Rosetta Taşı, Napolyon’un 1798 senesindeki Mısır Seferi sırasında bulunmuştur. Taş üzerindeki yazıların ise MÖ 196 yılında yazıldığı düşünülmektedir. (ç.n.)
2
Teb. Kitabın devamında “Teb” isminde farklı bir yerleşim yerinden daha bahsedileceği için, Thebes kentini bizdeki adıyla Teb olarak yazmak yerine kaynak metinde olduğu gibi bırakmayı tercih ettim. (ç.n.)
3
Antik Mısır’ın kutsal bokböceği. (ç.n.)
4
Mısır kobrası. Antik Mısır’da hükümdarlık, ilahlık ve kutsal otorite sembolü olarak kullanılıyordu. (ç.n.)