Altın çağ
Kenneth Grahame
Kim çocukluk yılların hatırladığında gülümsemez? Hiçbir şeye aldırmamak, her şeyi oyuna çevirmek, zengin bir hayal gücü ve sınırsız macera isteği çocuk olmanın en güzel taraflarıdır elbette. Fakat birçok insan büyüdükçe bu yönlerini yitirir.
Akrabalarıyla yaşayan beş kardeşin dünyası oyunlarla, hayallerle, maceralarla doludur. Oysa birlikte yaşadıkları yetişkinler için her şey çok renksiz ve tekdüzedir. Kenneth Grahame, kendi çocukluk anılarından da ilham alarak yazdığı bu kitapta çocukluk çağının canlı bir tablosunu çiziyor.
Antik Yunan mitolojisi göndermeleriyle dolu ve dilimize ilk kez çevrilen bu kitap, okurlarını çocukluğun çok renkli günlerinde bir gezintiye davet ediyor.
Kenneth Grahame
Altın Çağ
YAZARA VE KITABA DAIR
Kenneth Grahame 8 Mart 1859 ile 6 Temmuz 1932 tarihleri arasında yaşamış Britanyalı ünlü bir yazardır. Ününü daha çok çocuk kitaplarına borçlu olan yazarın pek çok eseri televizyona ve sinemaya uyarlanmıştır. En çok bilinen eseri, çocuk edebiyatının en önemli örneklerinden sayılan Söğütlükte Rüzgâr’dır.
Kenneth Grahame, İskoçya’nın Edinburgh şehrinde doğar. Grahame 5 yaşına geldiğinde, lohusa humması nedeniyle annesini kaybeder. Alkolik olan babasıysa çocuklarının bakımını üstlenmek istemez ve dört kardeşi anneannelerinin yanına bırakır.
Anneannelerinin Berkshire’a bağlı Cookham’daki yıkık dökük evinde yaşamaya başlayan çocuklar, dayılarıyla bolca vakit geçirir. Cookham Dean kilisesinin rahibi olan dayıları, çocukları nehirde sık sık tekne gezisine çıkarır. Grahame’in eserlerinin geçtiği mekânlar, çocukken yaşadığı bu çevreden büyük izler taşımaktadır.
Öğrenim hayatı boyunca başarılı bir öğrenci olarak kendini gösterir. Ancak ailenin maddi durumu elvermediğinden üniversiteye devam edemez, bankada çalışmaya başlar.
1899’da Elspeth Thomson ile evlenir. Bir erkek çocukları olur. Alastair adını verdikleri bu çocuğun tek gözü doğuştan görmemektedir ve kısa hayatı boyunca çok ciddi hastalıklardan mustarip olmuştur.
Grahame erken yaşta emekli olur, Cookham’a dönerler. Burada Alastair’e uyumadan önce anlattığı hikâyeler, Söğütlükte Rüzgâr kitabının temelini oluşturur. Alastair, 20 yaşına girmesine 5 gün kala tren raylarına atlayarak intihar eder. Alastair’in ölümü kayıtlara “kaza sonucu ölüm” olarak geçirilir.
Grahame 6 Temmuz 1932’de Berkshire’da hayatını kaybeder. Kendisi gibi yazar olan kuzeni, mezar taşına şöyle yazdırır:
“Nehrin öte yakasına 6 Temmuz 1932’de geçen, çocukluğu ve edebiyatı her zamankinden de kutsal hale getiren, Elspeth’in kocası ve Alastair’in babası Kenneth Grahame’in güzel anısına…”
Altın Çağ, ilk kez 1895’te yayımlanır. Kitaptaki bölümlerin bazıları daha öncesinde gazetelerde yayımlanmıştır. Okurlar tarafından ilgiyle karşılanan eserin kendi türünün klasikleri arasına gireceğine kesin gözüyle bakılmıştır. Şair, romancı ve eleştirmen Algernon Charles Swinburne, Daily Chronicle’daki köşesinde “Yeteri kadar nasıl övebileceğimi bilmediğim çok az sayıda kitaptan biri,” diye yazmıştır.
Grahame’in Altın Çağ’daki hayal gücünün ve benzetmelerinin kaynağı antik Yunan mitolojisidir. Kitapta anıları anlatılan çocuklar, çevrelerindeki yetişkinleri “Olimposlular” olarak adlandırır. “Argonotlar” başlıklı bölümdeyse Yunan mitolojisinin figürlerinden Perseus, Apollo ve Psyche’ye göndermeler vardır. Kitaptaki çocuklar, çocukluğun neye benzediğini unutmuş Olimposlularla devamlı çatışma halinde oldukları bir dünyada yaşarlar.
Altın Çağ’daki çocukların yaşamı, Grahame’in çocukluğuyla pek çok paralellik taşır. Kitabın esas teması çocukluk ve yetişkinlik arasındaki kapanmaz boşluk ve belirgin zıtlıklardır. Çocukların çoğu zengin bir hayal gücü ve sınırsız bir macera tutkusuna sahiptir; hatta bunlar, çocukluk çağının en temel özelliklerindendir. Ancak insanlar, yıllar geçtikçe bu özellikleri kaybeder. Dünyaya çok farklı iki pencereden bakan çocuklar ve yetişkinlerin düşünceleri arasındaki mesafe, bu kitabın ele aldığı temel konudur.
“Geçmiş zamanlara şöyle bir dönüp bakmak ve atalarımızı düşünmek iyidir. İhtişamlı örnekler gözümüzün önünde zayıflar ve geçmişten alınıp günümüze taşınacak hale gelir. Saflık uçar gider, günahlar uzun adımlarla üstümüze üstümüze yürür.”
Sör Thomas Browne
GİRİZGAH: OLİMPOSLULAR
Çok önceden yüzüme kapanan geçmiş zaman kapısının ardından o eski günlere baktığımda görüyorum ki anlattıklarım öz anne babasıyla büyüyen çocuklara tuhaf gelebilir. Ama en yakını yengeleri ya da amcaları olan çocuklara daha farklı bir düşünce tarzıyla yaklaşılmasına anlayış gösterebiliriz. Sahiden de sözkonusu büyükler, ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar kibar ama aynı zamanda ilgisizlerdi (belli bir aptallığın sonucu olan bir ilgisizlik); sonra da çocukların âdeta hayvan gibi davrandığına dair beylik kanılara varıyorlardı. Bu aptallığın varlığını ve dünya üzerindeki müthiş etkisini, çok erken yaşlarda, şahsi olmayan ve samimi bir yolla fark ettiğimi hatırlıyorum. “Caliban ve Setebos” şiirindekine benzer bir şekilde içimde çeşitli aşırılıklara meyilli, inatçı ve kaprisli, belli belirsiz bir iktidar hissi kabarıyordu. “Çünkü öyle olması gerekiyor!” Bizi yönetme otoritesini o ümitsiz ve yetersiz büyüklere bırakmaktansa, onları yönetme otoritesi bize bırakılsa çok daha mantıklı olurdu. Bu büyükler, (bizimkiler bu konuda şans eseri biraz daha iyiydi) insanda saygı uyandırmak şöyle dursun, yalnızca iyi şansları yüzünden belli bir haset hissi ve o şansı kullanamama kabiliyetsizliklerinden ötürü acıma duygusu uyandırıyorlardı. Gerçekten karakterlerindeki en umutsuz niteliklerden biri buydu, (sık sık olmasa da bazen onların bu hallerini düşünürdük) sonuçta hayatın her türlü lezzetini tatmak için mutlak ehliyetleri olduğu halde o şansı kullanmıyorlardı. Bütün gün gölette suyla oynayabilirler, tavuk yakalayabilirler, hatta kirlenmesine asla müsamaha gösterilmeyen kilise kıyafetleri içinde ağaçlara tırmanabilirlerdi; gündüz vakti kasabaya inmeleri ve barut almaları için bir engel yoktu, topları istedikleri gibi ateşleyebilirler, çimenler üzerinde mayın patlatabilirlerdi. Ne var ki bunların hiçbirini yapmıyorlardı. Onları pazar günleri kiliseye sürükleyen şey de karşı konulamaz bir kuvvet değildi, oraya kendi istekleriyle düzenli olarak gidiyorlardı, gerçi bizden daha çok keyif aldıkları da söylenemezdi.
Dolayısıyla sözkonusu Olimposluların şu hayatta ilgi duydukları hiçbir şey yok gibi görünüyordu; hareketleri bile sınırlı ve yavaştı, alışkanlıkları da anlamsız ve kalıplaşmıştı. Açık seçik görünenden fazlasını göremiyorlardı. Onlara göre meyve bahçeleri (perilerle dolu müthiş yerler olan o meyve bahçeleri!) yalnızca elmaların ve kirazların yetiştiği yerlerdi. Bu meyvelerin yetişmediği de oluyordu tabii, öyle zamanlarda da doğanın başarısızlığı nedense insanların sırtına yüklenirdi. Olimposlular, köknar ormanlarına ya da fındık ağaçlıklarına adım atmıyor, oralarda gizli mucizelerin hayalini kurmuyorlardı. Ördek gölünü besleyen -Nil kadar eski- gizemli su kaynakları onlara büyülü gelmiyordu. Kızılderililerin farkında değillerdi, bizonları ya da (silahlı!) korsanları hiç umursadıkları yoktu, oysa her yer onların izleriyle doluydu. Hırsız inlerini keşfetmek yahut gizli hazineleri kazıp gün yüzüne çıkarmak hiç ilgilerini çekmiyordu. Muhtemelen ellerinden gelen en iyi iş, zamanlarının çoğunu boğucu iç mekânlarda geçirmekti.
Vaiz bir istisnaydı elbette. Koruluğun ötesindeki çayırlığın bufalo sürüleriyle dolu olduğunu, o yüzden kızılderili çarıkları giyip kızılderili baltaları kuşanarak kan kokusu aldığımızı gösteren haykırışlarla oraya koşturmak istediğimizi anlattığımızda ürküp geri çekilmezdi. Olimposluların yaptığı gibi bize gülmez, bizimle alay etmezdi. Onun yerine ciddi bir tavır takınırdı ve o kadar büyük bir sürüyü kovalamak için işimize yarayabilecek çok değerli öneriler sunardı. Bize öyle geliyordu ki o vahşi hayvanlara dair işe yarar bilgileri olmasaydı, bu kadar olgunluğa ve seçkin bir rütbeye ulaşması mümkün olmazdı. Dahası, en kısa zamanda bize karşı bir ordu ya da yağmacı Kızılderililerden oluşan bir grup toplamak için de her zaman hazırdı. Kısacası özel yeteneklere sahip, son derece hünerli bir adamdı, çoğunluktan fersah fersah ilerideydi. Şimdilerde piskopos olmuştur diye düşünüyorum, neticede bizim bildiğimiz kadarıyla gereken niteliklerin hepsine sahipti.
Bu tuhaf adamın zaman zaman misafirleri olurdu. Onlar da bizim Olimposlular gibi kasıntı ve renksizdi, onlar da hayati öneme sahip ilgilerden ve anlamlı uğraşlardan yoksunlardı. Bulutlardan çıkagelirler, sonra bizim görüş alanımız dışındaki bir yerlerde amaçsız varlıklarını sürdürmek için uzaklara giderlerdi. Geldikleri zaman acımasızca kaba kuvvet uygularlardı. Bizi yakalarlar, yıkarlar ve zorla temiz çarşaflara sararlardı; her zamanki gibi sessizce boyun eğerdik, onlara öfke duymaktan çok yaptıkları işi küçümserdik. Biraz sonra, zoraki sırıtışlarla kaskatı olmuş yüzümüz ve yağlı saçlarımızla oturup onların alışılagelmiş söylevlerini dinlerdik. Mantıklı insanlar nasıl olur da değerli vakitlerini böyle harcayabilirdi? Oradan kurtulup çömlek yapmak için eski kil ocağına ya da ayı avlamak için fındık ağaçlarına doğru koşturma vaktimiz gelene kadar bunu düşünürdük.
Olimposluların yemeklerde sosyal ya da politik çeşitli konularda bizim anlamadığımız dilden konuşması bizi devamlı hayrete düşüyordu; gerçeğe dair o soluk kuruntuların hayatta çok büyük önem arz ettiğini sanıyorlardı. Sessizce yemeğini yiyen biz aydınlanmışların kafası planlarla ve entrikalarla doluydu, onlara gerçek hayatın ne olduğunu söyleyebilirdik belki. Sonuçta gerçek hayatı biraz önce dışarıda bırakmıştık ve ona geri dönmek için yanıp tutuşuyorduk. Ama düşüncelerimizi onlara açıklamanın ne kadar beyhude olduğu çok önceleri ispat edilmişti, bu yüzden bu açıklamayı boşa harcamamaya karar verdik. Yaşamımız boyunca kaçındığımız bir güç olan kudretli düşmanımıza, yani amansız kadere karşı mücadele etme gerekliliğiyle, hem aynı düşüncede hem de aynı gayede buluşmuş bizlerin, yine bizden başka dert ortağı yoktu. Hatta o tuhaf ve soluk düzene tabi yetişkinlerin bize olan uzaklığı, gün ışığı altında doğal varlığımızı paylaşan dostane hayvanların bize olan uzaklığından daha fazlaydı. Sözkonusu uzaklaşma değişmez bir adaletsizlik hissi yüzünden daha da belirgin bir hal alıyordu, çünkü Olimposlular asla ama asla hataya düştüklerini kabul etmezlerdi, düşünceleri konusunda geri adım atmazlardı, yahut benzer imtiyazları bize tanımazlardı. Mesela kedimi evin üst kat penceresinden fırlattığım zaman (bu işi kötü bir niyetle yapmamama ve kediye bir zarar gelmemesine rağmen) biraz düşündükten sonra tıpkı bir centilmen gibi davranmış ve hatalı olduğumu kabul etmiştim. Peki, mesele orada kapandı mı? Elbette hayır! Sonra bir keresinde Harold, komşunun domuzlarından birine saldırma ve yaralamadan suçlu bulunup bütün gün odasına kilitlenmişti ki böyle bir eylemi önce kendisi ayıplardı, çünkü sözkonusu domuzla çok yakın arkadaştı. Tahmin edeceğiniz gibi asıl suçlu o değildi ve Olimposlular, asıl suçlu bulunduktan sonra doğru düzgün bir pişmanlık belirtisi dahi göstermediler. Harold pek de tutsakmış gibi hissetmedi, oysa Olimposlular olsa öyle hissederlerdi; gerçi Harold da çok geçmeden dostlarının yardımını alarak pencereden kaçmıştı ve salıverileceği zamana kadar dışarıda gezmişti. Üstelik tek bir söz her şeyi düzeltebilirdi, fakat elbette o söz dudaklarından asla dökülmedi.
Neyse! Olimposluların hepsi göçüp gitti. Neden bilmiyorum, ama güneş sanki eskisi kadar parlak ışıklar saçmıyor. Eskinin uçsuz bucaksız çayırları artık küçüldü ve birkaç hektarlık arsalara dönüştü. Üstüme iç karartıcı bir kuruntu, tatsız bir kuşku çöküyor. Et in Arcadia ego, Arkadya’da bile varım[1 - Bu Latince cümle, Nicolas Poussin’in bir tablosunun adıdır. “Arkadya’da bile varım,” şeklinde Türkçeleştirilebilecek bu cümlede konuşanın “ölüm” olduğu, Arkadya’nın ise ütopik bir yer olduğu tahmin edilmektedir. Ölümün kaçınılmazlığını işaret ettiği düşünülmektedir. (e.n.)]. Yoksa, yoksa zamanla ben de mi bir Olimposlu oldum?
TATİL
Dört yana hükmeden rüzgâr ortaya çıkmış, sabahın efendisinin peşinden koşuyor ve arkasından sesleniyordu. Kavak ağaçları güçlü bir hışırtıyla salıncak gibi sallandı, ölü yapraklar yerden havalanıp döndü, bulutsuz gökyüzüyse müthiş bir arp sesi duymuşçasına heyecanlanmışa benziyordu.
Yılın ilk uyanışlarından biriydi. Toprak iyice esnedi, sanki uykulu gözlerle gülümsüyordu; görkemli devin kımıldamasıyla birlikte yeryüzündeki her şey sıçradı ve titreşti. Önümüzde koca bir tatil vardı ve bizler bir doğum gününü kutluyorduk; kimin doğum günü olduğu önemli değil. İçimizden biri hediyelere boğuldu, epey alışılagelmiş konuşmalara maruz kaldı ve fevkalade hoşluk veren o kahramanca hisle resmen ışıldadı, üstelik o müthiş hissi hak etmek için hiçbir zahmete girmesine gerek kalmamıştı. Ancak tatil hepimiz içindi, doğanın sevinçle uyanışı hepimiz içindi. Su birikintileri etrafındaki çeşitli eğlenceler, güneş ya da çit devirme oyunları hepimiz içindi. Bir tay gibi çayırlarda koştum, doğanın güler yüzlü çehresi üstünde mutlulukla sıçrayıp oynuyordum. Gökyüzü masmaviydi, kış mevsiminin geride bıraktığı gölcükler o muhteşem rengi yansıtıyordu, gerçekten mükemmeldi. Nazik nazik esen rüzgâr, toprağı filizlendiren yumuşak dokunuşuyla, korunaklı yuvalarında saklanan çuha çiçeklerine olduğu kadar, benim küçük benliğime de can vermişti sanki. Gün ışığıyla yıkanan arazide koşup durdum, en azından bir günlüğüne de olsa derslerden muaftım, disiplin ve ıslah zincirlerinden kurtulmuştum. Bacaklarım kendi kendine koşuyordu resmen, o ara cılız ve tiz bir sesle ismimin haykırıldığını duydum ama durmak gibi bir düşüncem yoktu. Harold bağırıyor herhalde diye düşündüm, onun bacakları benimkilerden kısa olmasına rağmen bundan çok daha uzun koşulara dayanabiliyordu. Sonra tekrar seslenildiğini işittim, ses bu sefer çok daha cılız çıkmıştı, üstelik ortasında da iyice kısılmıştı. Charlotte’ın hüzün dolu yüzünü görünce hemen durdum.
Nefes nefese kalmıştı, kendini hemen yanımdaki çimenliğe bıraktı. İkimizin de konuşmak gibi bir arzusu yoktu, şu muhteşem sabahın ışıltısı ve ihtişamı bile başlı başına eksiksiz ve dolu dolu bir memnuniyet sebebiydi zaten.
“Harold nerede?” diye sordum biraz sonra.
“Ha, nerede olacak, her zamanki gibi çörekçilik oynuyor,” diyerek huysuz bir edayla cevap verdi Charlotte. “Bütün tatili çörekçilik oynayarak geçirmek istiyor herhalde!”
Gerçekten de tuhaf bir hevesti. Ancak kendi oyunlarını bulan ve onları tek başına oynayan Harold, yeni edindiği heveslere her daim böyle sıkı sıkıya sarılırdı, en azından bıkana kadar. Şimdilerde de çörekçi rolünü oynuyordu işte, sabah akşam demeden o yol senin bu yol benim arşınlar, merdivenleri inip çıkar, sessiz zilini çalar ve görünmez yolculara hayali çöreklerinden ikram ederdi. Kulağa çok saçma bir uğraş gibi geliyor, öte yandan bazı noktalar -bizzat inşa ettiğin dolu sokaklardan geçmek, uydurma bir zili çalmak, kendi ellerinle yaptığın hayali çörekleri yine kendi hayal gücünle yarattığın canlı kalabalıklara sunmak gibi uğraşlar- oyunu bir nebze ilginç kılıyor, bunu inkâr edemem. Yine de esen rüzgârın temizlediği şu ışıl ışıl sabahta yapılacak iş değildi bu.
“Edward nerede peki?” diye sordum bu sefer.
“O da yol üzerinden gelecekti,” dedi Charlotte. “Biz oraya vardığımızda çukura saklanmış olacak, sonra bir bozayıymışçasına üstümüze zıplayacak, ama bunu sana söylediğimi sakın ona çaktırma, çünkü şaşırmamız gerekiyor.”
“Merak etme,” dedim asil bir ifadeyle. “Öyleyse hadi gidip şaşıralım.” Buna rağmen, günlerin şahı olan şu günde bir bozayının bile kendini kaba ve hatalı görebileceğini düşünüyordum.
Evet, yola vardığımızda gerçekliğinden şüphe duyamayacağımız bir ayı cidden üstümüze atıldı. Birbirini takip eden çığlıklar, hırıltılar, tüfek atışları ve belgelenmemiş kahramanlıkların sonu gelmedi; ta ki iyice kabarttığı gövdesi ve çattığı kaşlarıyla gerçek bir bozayıyı andıran Edward, en sonunda yere yuvarlanıp ölmeye karar verene kadar. Bu hepimizce bilinen bir kuraldı, ayı rolünü üstlenen kişi en nihayetinde ölmeliydi. Kendisi en büyüğümüz olsa bile kurala uymalıydı, yoksa hayat baştan aşağı çekişmelerden ve kıyımdan ibaret olurdu, zor kazanılmış medeniyetimizin yerini ise vahşi hayat alırdı. Bu küçük eğlence hepimizin gülüşmesiyle sona erdi. Yeniden yola koyulduk, Harold’ın yanına uğrayıp onu da aramıza aldık, artık çöreklerini bir kenara bırakmıştı ve gerçek dünyaya geri dönmüştü.
“Söylesenize,” diye söze girdi Charlotte. Kafası her zaman o sıralarda okuduğu kitapta olurdu, en azından kitabı bitirip bir kenara koyana kadar. “Söylesenize, biri yolun bir tarafında, diğeri de diğer tarafında iki aslan gördünüz, ama serbestler mi yoksa zincire mi vurulmuşlar bilmiyorsunuz, ne yaparsınız?”
“Ne mi yapardım?” diye yiğitçe bağırdı Edward. “Ben… ben… ben…”
Böbürlenen haykırışları yavaşça dindi ve yerini bir mırıltıya bıraktı: “Ben… ne yapacağımı bilemezdim.”
“Hiçbir şey yapmamamız gerekir,” dedim biraz düşündükten sonra, daha akıllıca bir sonuca varmak gerçekten çok zor olurdu.
“Eğer mesele bir şeyler yapmaksa,” diye düşünceli düşünceli karşılık verdi Harold, “yapılacak şeyi önce aslanlar yapardı, öyle değil mi?”
“Ama eğer iyi aslanlarsa,” diye çıkıştı Charlotte, “o zaman kendilerine nasıl davranılırsa, öyle karşılık verirlerdi.”
“Peki ya iyi aslanla kötü aslanı nasıl ayırt edeceksin bakalım?” diye sordu Edward. “Bunu kitaplardan öğrenemezsin, hem aslanlar öyle farklı görünmezler.”
“Ne diyorsun, aslanların iyisi olmaz ki,” dedi aceleyle Harold.
“Nasıl olmaz? Var, hem de bir sürü var,” diye karşı çıktı Edward. “Hikâye kitaplarındaki aslanların neredeyse hepsi iyidir. Androcles’in aslanı var, Aziz Jerome’un aslanı var, sonra… sonra Aslan ve Tek Boynuzlu At var.”
“O aslan, tek boynuzlu atı yendi,” diye karşılık verdi Harold. “Hem de her yerde yendi.”
“Demek ki iyi bir aslanmış işte,” diye muzaffer bir edayla haykırdı Edward. “Ama asıl soru şu: Aslanları gördüğünüzde onların iyi olup olmadığını nasıl anlarsınız?”
“Martha’ya sorarım,” diye cevap verdi Harold, hep böyle basit düşünürdü.
Edward küçümseyici bir kahkaha patlattı, sonra Charlotte’a döndü. “Şimdi, şu aslan oyununu oynayalım, neyse, ben şu köşeye gidip aslan olacağım. Daha doğrusu yol kenarlarına dikilmiş iki aslan olacağım, siz de bana doğru geleceksiniz, ama zincirlenip zincirlenmediğimi bilmeyeceksiniz, çok eğlenceli olacak!”
“Hayır, teşekkürler,” diye sertçe reddetti Charlotte. “Sana iyice yaklaşana kadar zincirlenmiş numarası yapacaksın, sonra zincirlerinden kurtulup beni paramparça edeceksin, elbisemin her yanı çamurlanacak, hatta belki canımı acıtacaksın. Senin aslanlarını çok iyi biliyoruz!”
“Hayır, yemin ederim öyle yapmayacağım,” diye itiraz etti Edward. “Bu sefer bambaşka, hayal edemeyeceğiniz türden bir aslan olacağım.” Hemen duracağı yere doğru koştu. Charlotte tereddüt etti, ama sonra çekinerek ilerlemeye başladı; attığı her adımda kendi benliğini bir kenara bırakıyor, içinde bulunduğu duruma uyum sağlayıp endişeli gezgin rolünü üstleniyordu. Onun gelişini gören aslanın öfkesi ise korkunç ölçüde arttı, kükreyişiyle gökyüzünü inletti, öyle ki gökyüzü bile korkmuştu. İkisi de iyice oyuna dalana kadar bekledim, ardından çiğnenmiş yolun kenarındaki çitin üstünden atlayıp boş çayırlıklara yöneldim. Aslında insanlardan uzak duran bir tip sayılmazdım, üstelik Edward’ın aslan tiplemelerinden de tamamen bıkmamıştım, ancak şu yüce sabahın albenisi ve içimde uyandırdığı tutku kanımı kaynatıyordu.
Toprak toprağa! İçime dokunan melodi, günün şen daveti böyle duyuluyordu. Suskunluğunu bir kenara bırakan neşeli doğa, her zerreyi sahiplenen ve harekete geçiren şarkısını avaz avaz söylerken, insani tartışmalar kulağa kuru gürültü gibi geliyordu, oyunlarımız ise yapay kalıyordu. Hava şarabı andırıyordu, ıslak toprak kokusu şarabı andırıyordu, tarlanın ucundaki mandıradan gelen esinti ve tarlakuşunun sesi şarabı andırıyordu, uzaklardaki bir trenin şiddetle nefes alıp verişi ve üflediği duman da şarabı andırıyordu; her şey ama her şey şarabı andırıyordu yahut bir şarkıyı, belki de bir kokuyu… Kimbilir, bunlar belki de hepsinin harmanlandığı bir birlikteliği andırıyordu. Bunu tanımlayacak kelimeleri bulamıyordum, farkında olduğum o dünyevi akışı tarif edemiyordum; o zamandan beri de doğru kelimeleri bulduğum söylenemez. Bir o yana bir bu yana, bağıra bağıra koşuşturdum. Topuklarımı büyük bir keyifle vıcık vıcık toprağa batırdım. Elimdeki sopayla su birikintilerine vurup etrafa minik elmaslar yağdırdım. Elime aldığım toprak parçalarını gökyüzüne doğru gelişigüzel savurdum, sonra nasıl olduysa kendimi şarkı söylerken buldum. Sözler saçma sapandı, anlamsızca mırıldanıyordum. Melodi de doğaçlamaydı, birden şiddetlenip sonra aniden dinen ahenksiz ve bitkin bir ezgiyi andırıyordu. Buna rağmen bana gerçek bir şarkı gibi gelmişti, ayrıca içinde bulunduğum o an için çok uygundu ve eksiksizdi. İnsanlar olsa şarkımı hor görüp küçümserlerdi; ancak her yanda aynı şarkıyı söyleyen doğa, melodimi bir an bile olsa tereddüt etmeden beğenip bağrına bastı.
Cana yakın rüzgâr, esip gürlediği ve ağaç dallarını salladığı yerden bana doğru, tıpkı bir dost gibi sesleniyordu. “İzin ver bugünlük kılavuzun olayım,” diyor gibiydi sanki. “Önceki tatillerde vurdumduymaz, yolundan hiç şaşmayan güneşin izinden dolaştın; karanlığa kalmış bir okul kaçkını gibi bitkin düşmüş ayaklarınla eve dönerken sana yalnızca soluk ve hissiz ay eşlik etti. Öyleyse bugün kılavuzun neden ben, şakacı ve ikiyüzlü olan ben olmayayım? Ben… köşe bucak esen ve uğuldayan, şiddetle eserken birdenbire dinen, ardından ayağa fırlayıp koşuşturan ben! Seni dansların en güzeline, en eşsizine kaldırabilirim; çünkü ben yanardönerlerin en güçlüsü, karışıklıkların efendisi, sorumsuzların ve kanunsuzların başıyım, hiçbir kurala tabi değilim.” Bana gelince, ben bana seslenen rüzgâra ayak uydurmaya dünden razıydım, sonuçta tüm gün tatildi, öyle değil mi? O yüzden tabiri caizse birlikte kol kola sapa yollara saptık, engel tanımayan kılavuzumun benim için seçtiği kesik dans rutinini müthiş bir itimatla takip ettim.
Onda uçarı bir dost buldum, benimle işi daha bitmemişti. Beni gizli saklı bir çitin önünde çıt çıkarmadan yüz yüze duran bir çift âşığın yanına götürüp bıraktığında şaka mı yapmıştı, yoksa kendince ciddi bir amacı mı vardı? Bu tür şeyleri zavallı bir aptallık olarak görürdüm. Çitin üstünden burunlarını birbirine sürten iki buzağının görüntüsü gayet doğaldı ve her zaman karşılaşılan bir manzaraydı; ama aynı şeyi çarpıcı ilgi ve her yanlarının hevesle eşlik etmesiyle gerçekleştiren o insanlar… Her neyse, hemen geçilecek bir şeydi, yüz kızartıcıydı ve geride bırakılması gerekiyordu. Gelgelelim bu sabah karşılaştığım her şeyin bir nedeni varmış ve hepsi havadaki o büyülü dokunuş tarafından ayarlanmış gibi görünüyordu; hatta gördüğüm o iki şapşalın yanından hiç aldırmadan geçtiğim sırada küçük görmek yerine onlara şefkat duyduğumu fark edince epey şaşırdım. Sanırım gerçekten de uyum rüzgârları esiyordu, öyle ki türlü soytarılıklar bile goncalarla, filizlerle ve şen şakrak havayla uyum sağlayabiliyordu.
Hevesli yol arkadaşımın sağ yanağıma üflemesiyle yepyeni bir yöne doğru koşturmaya başladım, çok geçmeden karaağaç çemberi içinde tek başına dikilen köy kilisesine vardım. Kilisenin penceresinden iki küçük bacak sarkıyordu, bacaklar yere basmak için deli oluyormuş gibi sallanıyorlardı, her hareketinde bir hırsızlık iması vardı ki saygısızlıktan bahsetmiyorum bile. Kilisenin destekçilerinin gözünde imansız bir manzaraydı. Her ne kadar gerisi saklı olsa da pencereden sarkan bacakları çok iyi tanıyordum. Bu bacaklar köyün emsalsiz yaramazı Bill Saunders’ın gövdesine yapışıktı. Bill’in ele geçirmek için can attığı ganimeti de tahmin etmek zor değildi. O ganimet kilise papazının bisküvi dükkânından geliyordu ve normalde (bildiğim kadarıyla) o çok meşhur tuzaklarıyla dolu büfesinde saklanıyordu.
Bir anlığına tereddütte kaldım, sonra yoluma devam ettim. Bill’in tarafını tuttuğumu söyleyemem, ama öte yandan papazın tarafını da tutmuyordum. Şu törelere aykırı sabahta öyle bir şeyler vardı ki, içimden bir ses o bisküvilerde papazın olduğu kadar Bill’in de hakkı olduğunu söylüyordu, üstelik onlardan daha çok keyif alacak kişinin Bill olduğu besbelliydi. Her neyse, tartışmaya açık bir meseleydi ve beni ilgilendirmiyordu. Beni dost bilen doğa, dünyevi bisküvileri kimin yediğini pek umursamıyordu, dost bellediği kişinin vaktini toplum polisliği yaparak harcamasına da izin vermeyeceği kesindi.
Israrcı kılavuzum beni yeni bir yöne itekliyordu. Onun tekrar canlanışıyla birlikte koşturmaya başlayınca bana gösterecek daha çok manzarası olduğuna emin oldum. Gerçekten de gösterdi. Gösterdiği her manzarada o kural tanımaz hava esiyordu. Masmavi okyanusu andıran gökyüzünde korsan bayraklarını anımsatan kara bir şahin süzülüyordu. Bu şahin büyük bir hızla çite doğru daldı, işte o anda hızla konduğu yerde iç parçalayan tiz ve keskin bir ciyaklama duyuldu.
Oraya vardığımda biraz önce gerçekleşen trajediyi anlatmak için geriye kalan tek şeyin çimenler üzerinde uzanan tüy saçakları olduğunu gördüm. Doğa buna rağmen gülümsemeye ve şarkı söylemeye devam ediyordu; acımıyordu, neşeliydi, tarafsızdı. Taraf tutmadığı için sarı kiraz kuşu için söylenebilecek her şey, şahin için de söylenebilirdi. İkisi de onun evladıydı, o yüzden ikisi arasında tercih yapmıyordu.
Ötedeki yolun karşı tarafında bir kirpi ölmüştü. Hatta başına ölmekten fazlası gelmişti, resmen çürümüştü. O kirpinin çok daha canlı günlerini bilen kişi için gerçekten üzücü bir manzaraydı. Doğa, en azından bu kez küçük evlatlarından biri olan o iğne gömleklinin ardından bir gözyaşı dökmek için durabilirdi; çocuğunun boşa giden amaçlarını, harcanan tutkularını, birdenbire sonu gelen yararlılığını yâd edebilirdi. Ama hiç de öyle olmadı. Her zamanki neşesiyle şarkısını söylemeye devam etti: “Yaşamda ölüm,” ve “Ölümde yaşam,” diye tutturmuştu. Etrafıma bakınca ve toprağı delen turpların koyunlar tarafından ısırıldığını, koyunların yüreklerinin dahi yendiği don günlerinin ise geride kaldığını görünce, doğanın o iddialı ilahisinde azıcık da olsa acımasız bir şeyler olduğunu fark ettim.
Görünmez yol arkadaşım da şarkı söylüyordu, üstelik bazen kendi kendine hafifçe kıkırdıyor gibiydi, hiç şüphesiz bana öğrettiği yeni tuhaf dersleri düşünüp gülüyordu. Belki de hâlâ yapacak şakaları vardı. Lakin en sonunda benim gibi dünyaya bağlı bir yoldaştan sıkıldı ve beni bildiğim bir noktada terk etti; sonra sindi, dindi ve hiçliğe doğru sinsice süründü. Gözlerimi kaldırdım, karşımda köyün eski günlerden kalma kırbaçlama direği yükseliyordu, çirkindi ve yosun tutmuştu. Yanları onun sessiz derslerini hakir gören bir neslin baş harfleriyle süslenmişti, ancak düzen ve kanunla alay etme cüretini gösteren o neslin atalarının bileklerinin bağlandığı kalın paslı prangalar da hâlâ yerindeydi. Sterne’in küçüklük hali olsaydım, karşımdaki manzara için içli bir şeyler yazabilirdim. Ancak her zamanki gibi yalnızca eve doğru koşturabildim, ahlaki kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırdım ve huzursuz bir vaziyette yola koyuldum, omzumun üstünden arkama doğru baktığımda gördüğüm manzara aslında gördüklerimden fazlasını içeriyordu.
Sonra kapımızın önünde Charlotte’ı buldum, yalnız başınaydı ve ağlıyordu. Anlaşılan Edward saklanması için onu ikna etmişti, ardından onu gerektiği gibi bulacak ve neşeyle üstüne atılacaktı; ancak bir süre sonra kasabın at arabasını görmüş, sorumluluklarını tamamen unutmuş ve arabanın arkasına atlamıştı. Harold ise kurbağa yavrularının peşindeydi, onları ele geçirmeye yönelik duyduğu müthiş arzu yüzünden gölün içine düşmüştü. Bunlar çok da önemli değildi; ancak arka kapıdan gizlice girmeyi denerken sakarlığı başına iş açmıştı ve teyzesine yakalanmıştı, nihayetinde de doğruca yatağa gönderilmişti. İşte bunlar bir tatil günü için çok fazlaydı. Kırbaçlama direğinden aldığım ders kendi kendine anlam kazanmaya başlamıştı; eve vardığımda hiç aklıma bile getirmediğim bir şey yüzünden suçlanınca şaşırmadım bile. İşte öyle bir düşünce halindeydim, öyle ki içimden keşke o şeyi yapsaydım diye geçirdim.
SUÇSUZ BULUNAN AMCA
Amcalarımızdan bir diğerinin kasabadan gelerek karakterini ve niteliklerini (elbette farkında olmadan) bizim titiz değerlendirmemize sunacağı zaman küçük yaşamlarımızdaki epey olaylı günlerden biri yaşandı. Daha önce başka amcaları da değerlendirmeye almıştık, ama ne yazık ki hepsinin bir dolu eksiği vardı! Örnek vermek gerekirse Thomas Amca bizi daha en baştan hayal kırıklığına uğratmıştı. Kötücül bir mizaca sahip olduğundan ya da davranışları edepli bir topluluğa uyum sağlayamadığından değil; çocukların varlık sebebini saçma yetişkin şakalarına -yahut kahkahalar veya gülüşlerden anlaşıldığı kadarıyla şaka olsun diye yapılan şeylere- gülmekten ibaret sanan yerleşik inancı yüzünden başarısızlığa uğramıştı. Neyse, çok adilce yargılanması için elimizden geleni yapıyorduk; o yüzden kahvaltı ve ders aralarında takım ambarına gelip tüm şakalarını aramızda tartıştık ve ele aldık, hepsini teker teker, sakince, eleştirel bir tavırla ve tarafsızca tarttık. Durum hiç iyi değildi; yaptığı şakaların tadı tuzu yoktu. Thomas Amca’yı kurtarabilecek tek şey hakiki bir mizah yeteneğiydi, çünkü o olmadan bir hiç gibi duruyordu, neticede fermanına istemeden de olsa “ümitsiz bir taklitçi” yazıldı.
George Amca en genç olanlarıydı ve çok daha ümit vericiydi. Bize tesisin etrafında neşeyle eşlik etti. Hatta ineklerin her biriyle tek tek tanışmayı ve domuz dostluğunun sağ eli olmayı bile kabul etti; üstelik günün birinde kasabadan bir çift pembe gözlü Himalaya tavşanının ansızın çıkıp gelebileceğini dahi ima etti. Tam Gine domuzu yahut dağgelinciklerinin esaslı nitelikleri üzerine gelişigüzel yorumlar yapıp köyümüzün verimli topraklarında çoğalıp çoğalamayacaklarını tartışıyorduk ki dadımız çıkageldi. O sırada George Amca’nın tavırları baştan aşağı ve rezil biçimde değişti. Bizim konuştuğumuz mantıklı konulara olan ilgisi, tıpkı bir pınarın yavaş yavaş kuruması gibi, azalmaya ve kaybolmaya başladı. Bayan Smedley’nin görünüşteki amacı Selina’yı günlük yürüyüşüne çıkarmaktı, ancak Selina’nın tüm sabahı bekçinin oğlu ve benimle birlikte laklak ederek geçirdiğine yemin edebilirim. Bu sırada Bayan Smedley birileriyle yürüdü evet, ama yürüdüğü kişi George Amca’dan başkası değildi.
Davranışı ne kadar rezil olursa olsun, mahkememiz onu hemen suçlu bulmadı. İşlediği kusur tüm yönleriyle ele alındı, maalesef en nihayetinde bu amcanın da ucuz dostluğa karşı düşkünlük gibi doğuştan gelen bir defosu olduğu belliydi. Bayan Smedley’yi çok iyi tanıyorduk; doğru düzgün bir başarısının ya da cazibesinin olmadığını, vasıfsız, hatta yaratılışı itibarıyla domuz gibi bir mayaya ve mizaca sahip olduğunu bilmiyor muyduk sanki? Doğru, İngiliz krallarının tarihini ezbere biliyordu, ama böylesi bir bilgi orduda görev yapmış ve yararlı bilgi ihtiyacını çoktan geride bırakmış George Amca’nın ne işine yarayacaktı ki?
Öte yandan bizim yaylarımız ve oklarımız onun emrine amadeydi, bir askerin böyle bir seçimde en ufak bir tereddüde bile düşmemesi gerekiyordu. Ama hayır, George Amca çaptan düşmüştü, sonuçta oybirliğiyle lanetlendi. Himalaya tavşanlarının gelmeyişi de tabutuna çakılan son çivi oldu. Kısacası amca meselesi gitgide yavan ve cansız bir pazarı andırmaya başlamıştı, üstelik ticarete rağbet de çok azdı. Buna rağmen Hindistan’dan yeni dönen William Amca’nın da diğerleri gibi adil bir yargılama sürecinden geçmesi gerektiğine karar verdik, özellikle de muhteşem doğuyu haracına bağlamış birinin sahip olabileceği fantastik nitelikleri düşündüğümüz zaman.
Geçitteki bir didişme sırasında Selina kavalkemiklerimi tekmeledi; işte öyle deli bir kızdı! Bir elimle acıyan bacağımı ovuştururken geri gönderdiğimiz amcanın gönülsüzce de olsa yeni geleni selamladığını gördüm. Kırmızı yanaklı, şüphe götürmez biçimde gergin, yaşlı bir adamdı, kirli ellerimizi teker teker sıktı, tuhaf bir samimiyet duygusuyla elma gibi kızardı. “Eh, nasılsınız bakalım?” diye sordu. “Beni gördüğünüze sevindiniz mi çocuklar?” Bu denli kısa bir sürede onun hakkında adil bir izlenim edinemeyeceğimiz için sessizce birbirimize bakmakla yetindik, elbette böyle yapmakla içinde bulunduğumuz ortamdaki gerginliği pek azalttığımız söylenemez. Gerçekten de onun bizimle kaldığı süre boyunca o gerginlik bulutu hiç kalkmadı. Daha sonra konuştuğumuzda içimizden bazıları onun zamanın birinde son derece korkunç bir suç işlemiş olması gerektiğini öne sürdü, ama ben ne kadar mutsuz görünse de o adamın herhangi bir suça bulaştığını düşünmüyordum. Üstelik bir iki kere belirgin bir şefkatle bize doğru baktığına dahi şahit olmuştum, ancak bize baktığı fark edilince yüzü kızarmıştı ve başını öteye çevirmişti.
Nihayet o iç karartıcı atmosfer ortadan kalktığında ümidimiz kesilmiş bir vaziyette patates kilerinde buluştuk. Hepimiz hazır bulunuyorduk, yalnızca akrabamızı istasyona götürmesi söylenen Harold eksikti. Hepimiz birbirimizin hislerini paylaşıyorduk, William gibi birinin nihai amca olmasına izin veremezdik. Selina hiç sakınmadan onu bir canavar olarak tanımladı, bize yarım günlük bir tatil bile vermediğine işaret etti. Maalesef ona hüküm giydirmekten başka çaremiz yok gibi görünüyordu. Tam son hükmümüzü veriyorduk ki Harold çıkageldi. Kırmızı yüzü, yuvarlak gözleri ve tuhaf tavırlarıyla berbat bir kötülüğün habercisi gibi gelmişti. Oracıkta sessizce dikiliyordu, sonra ellerini pantolonunun cebinden yavaş yavaş çıkarmaya başladı, kirli avuçlarından birini açıp bize doğru uzattı. İki, dört, altı, sekiz, on şilin! Donakalmış öylece bakıyorduk, kendimizden geçmiştik, nefessiz kalmıştık, resmen dilimiz tutulmuştu. Daha önce hiçbirimiz bu kadar çok parayı bir arada görmemiştik. Harold hemen olanları anlattı.
“Bizim akrabayı istasyona götürdüm,” diye başladı. “Oraya doğru yürürken ona istasyon bekçisinin ailesinden falan bahsettim, kapıcıyı hizmetçimizi öperken gördüğümü anlattım, sonra onun çok cana yakın, alçakgönüllü, iyi huylu biri olduğunu ve düşündüğüm her şeyle ilgilendiğini söyledim. Ama anlattıklarımı dinliyor gibi görünmüyordu, onun yerine sigarasını tüttüre tüttüre yürüyordu, üstelik bir ara, emin değilim, ama sanırım şöyle dedi: ‘Oh, şükürler olsun ki bitti!’ Neyse, istasyona vardığımızda birdenbire durup ‘Dur bakalım!’ dedi. Ardından bunları gizlice elime sıkıştırdı. ‘Beni iyi dinle çocuk! Bunlar sen ve arkadaşların için. İstediğiniz şeyi alın, isterseniz koca bir ziyafet çekin, ama yaşlı insanlara söylemeyin, tamam mı? Şimdi doğru eve, hadi bakalım!’ diye öğüt verdi. Ben de doğruca buraya geldim.”
Toplantımıza ciddi bir sessizlik çöktü, o sessizliği kıran küçük Charlotte oldu. “Hiç ama hiç aklıma gelmezdi,” diye dalgın dalgın yorum yaptı. “Dünyada bu kadar iyi insanlar olduğunu bilmiyordum. Umarım bu gece ölür, böylece doğrudan cennete gidebilir!” Bu sırada Selina pişmanlıktan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, teselli fayda etmiyordu; çünkü aceleci davranıp o kar beyazından temiz bir ruha sahip insanı canavar olmakla suçlamıştı.
“Size ne yapacağımızı söyleyeyim,” dedi Edward; takımımızın beyni, her zamanki gibi öne çıkmıştı. “Alacalı domuzun henüz bir adı yok, onun adını verelim. Böylece hatamız dolayısıyla üzgün olduğumuzu göstermiş oluruz!”
“Ben… ben sabah o domuza bir isim verdim zaten,” diye suçluluk duygusuyla itiraf etti Harold. “Ona vaizin adını verdim hatta. Çok özür dilerim, ama siz erkenden yatağa gönderilince o gelip benimle oyun oynadı, o yüzden mecburmuşum gibi hissettim!”
“İyi ama o sayılmaz ki,” diye aceleyle çıkıştı Edward. “Çünkü hepimiz orada değildik. O ismi geri çekeriz, yerine William Amca adını koyarız. Vaizin adını da diğer yavrulara saklarsın!”
Karar hepimiz tarafından kabul edildi ve senato kararın ardından mutfak başkanlığının yolunu tuttu.
KARGAŞA VE SEFER
“Hadi bakalım,” diye lafa girdi Harold. “Şövalyeler ve yuvarlak kafalar oyununu oynayalım. Sen bu sefer yuvarlak kafalardan biri ol!”
“Olmaz,” diye uyuşukça cevap verdim. “Onu daha dün oynadık ya. Ayrıca bu sefer yuvarlak kafa olma sırası bende değil.” Doğrusu epey tembel hissediyordum ve savaş çağrısı bir kulağımdan girip öbür kulağımdan çıkmıştı. En küçük üçlü olarak bostanda boylu boyunca uzanıyorduk. Güneş yakıcıydı, aylardan sıcak mı sıcak haziran ayıydı, ıslak çimenlerden fışkıran düğünçiçeklerinin bu kadar bol olduğu başka bir mevsim hatırlayamıyordum. Güne hâkim olan ton yeşil ve altın rengiydi. Oraya buraya koşuşturmayı ve terlemeyi içeren gürültülü rol yapma oyunları yerine, baştan aşağı yeşil ve altın rengiyle donatılmış hayali ve mayışmış bir dünyada, yeşil ve altın rengi kıyafetler giymiş soylular olarak uzanıp dinlenme rolü yapmak çok daha iyi olur diye düşünüyordum. Gelgelelim inatçı Harold bunu kabul etmezdi.
“Peki öyleyse,” diye yeni baştan başladı. “Öyleyse Yuvarlak Masa Şövalyeleri oyununu oynayalım,” dedi ve hızla “Lancelot ben olacağım!” diye devam etti.
“Lancelot ben olmazsam oynamam,” dedim. Ama ciddi değildim, şövalyeleri oynadığımız oyun hep bu şekilde bir inatlaşmayla başlardı, resmen gelenek olmuştu.
“Yapma, lütfen,” diye yalvardı Harold. “Edward buradayken Lancelot olma şansımın olmadığını sen de biliyorsun. Kaç haftadır Lancelot olamadım!”
İncelik gösterip isteğine boyun eğdim. “Pekâlâ, o zaman Tristan olurum.”
“Hayır hayır, onu da olamazsın,” diye yine bağırdı Harold. “Charlotte her defasında Tristan oluyor. Tristan olmasına izin verilmezse oynamıyor. Bu seferlik başka biri ol.”
Charlotte hiçbir şey söylemedi, hızlı hızlı soluyor ve doğruca önüne bakıyordu. Eşsiz avcı ve arpçı onun en özel fantastik kahramanıydı, o rolün başkasının beceriksiz ellerinde yitip gitmesini izlemektense mutsuz bir vaziyette havasız dersliğe dönmeyi bile göze alırdı.
“İyi madem,” dedim. “Herhangi biri olurum, Sör Kay olayım bari. Hadi öyleyse!”
Hikâye bir kez daha başladı ve zırh kuşanmış şövalyeler tekrar yola çıktı, hiç uygun giyinmemiş olsak da ağaçlıkları aşıp macera peşinde koştuk. On beş kişilik haydut grubu yenilip inlerine geri kaçtı. Bir kez daha genç kızlar kurtarıldı, ejderlerin karnı deşildi, bostanlığın her yanını mesken bellemiş devlerin gövdeleri ve çok sayıdaki başları birbirinden ayrıldı. Bu sırada Sarazen Palamides bizi kuyunun yanında bekliyordu, Sör Breuse Saunce Pite ise korkulu rüyası ve en büyük düşmanı olan o yetenekli mızrakçıyı görür görmez namertlik edip kaçmıştı. Camelot sınırları içindeki turnuva alanı bir kez daha süslendi, herkes neşeyle gülümsüyordu, ipek ve altınların ışıltısı göz kamaştırıyordu. Toprak, atların gümbürtüsüyle titredi; davullar hiddetle çalındı ve gökkubbe miğferlere vurulan kılıçların şangırtısıyla inledi. Ne getireceği belli olmayan gün bizi bir oraya bir buraya götürdü. En sonunda aman bilmez yüce Lancelot, savunma saflarını yarıp Sör Tristan’ı atından indirdi (epey kolay olmuştu) ve üstüne sıçradı, kaçınılmaz sonun geldiğini söylüyordu. Kernevek[2 - Cornwall’da yaşayan Kelt halkı. (ç.n.)] Şövalye Tristan o zor kazandığı şanı unutup yürek parçalayan bir tonla bağırdı: “Canımı yakıyorsun, bıraksana! Şimdi elbisemi yırtacaksın bak!” Bunun üzerine Sör Kay olaya müdahil olmak için öne atıldı, ama elma ağaçlarının ardında gördüğü manzara karşısında birdenbire durdu, çok uzaklarda kıpkırmızı bir ışıltı parıldıyordu. O esnada konuşmalar ve gülüşmelerle karışan at sesleri de kulaklarımıza gelmeye başlamıştı.
“O nedir?” diye sordu Tristan, doğrulup üstünü silkeledi. Bu sırada Lancelot ata binmeyi ve savaşmayı bir kenara bırakmıştı, doğruca çitin yanına doğru koştu.
Bir süre daha hareket etmeden durdum, sonra haykırdım. “Askerler geliyor!” Ben de çite doğru koştum, Charlotte da üstünü başını düzeltip arkamızdan geldi.
Yolun aşağısından ikişer ikişer geldiler, rahat vaziyette yürüyorlardı. Al renkleriyle göz alıyorlardı, koşum takımları şıngırdıyor, eyerleri tatlı tatlı gıcırdıyordu. Bu sırada toz bulutu içindeki askerler tıpkı birer kahraman gibi pipolarını tüttürüyorlardı. Birlikler baş döndüren bir görkemle, şıngırtıları ve tıkırtılarıyla ilerliyorlardı; biz ise bir yandan bağırıyor, bir yandan onlara el sallıyor, tüm gücümüzle havaya sıçrıyorduk. Neşeli atlılar selamımıza karşılık vererek bizi onurlandırdılar. Önümüzden geçip uzaklaşmaya başlamışlardı ki çiti aştık ve peşlerine takıldık. Günlük yaşamımızda askerleri çok sık göremiyorduk ne de olsa. Geçen kıştan beri böylesini görmemiştik yani, o zaman da bir öğle vakti, ekinsiz toprağın ve koruluğun donmasıyla birlikte ortaya çıkan çıplak ve tek renkli görüntünün ortasında, birdenbire boğuk çığlıklarıyla çitleri aşan tazılar görülmüştü. Hemen bir dakika sonrasında otlağın her yanı pat pat eden toynakların yankısı ve parıltılı kırmızılar içindeki askerlerle dolmuştu. Ama bu seferki daha iyiydi, çünkü belli ki bir çarpışma yaşanacak ve kan dökülecekti.
“Savaş mı olacak?” diye nefes nefese sordu Harold, heyecandan yerinde duramıyordu.
“Tabii ki,” diye cevap verdim. “Tam zamanında görmüşüz onları. Hadi gelin!”
Belki de işin aslını düşünmem gerekiyordu; lakin hayatımızın çoğunu birlikte geçirdiğimiz domuzlar ve kümes hayvanları, bize denizlerle çevrili şu diyarın üstüne sonradan çöken barışla alakalı pek bilgi veremiyorlardı. Son zamanlarda derslerimiz Güller Savaşı hakkındaki gerçekleri öğrenmekle geçiyordu, ayrıca taşralı efsanecilerin anlattığına göre bir zamanlar köylerindeki mahallelerden çıkan şövalyeler tam olarak bu hatları arşınlamamış mıydı? Karşımızda duranlar da askerdi işte, peki eğer vazifeleri savaşmak değilse, burada ne işleri vardı? Savaş neşesini yaşamak umuduyla askerlerin peşinde yürümeye devam ediyorduk.
“Edward o korkunç zorluktaki Latinceyi çalıştığı için epey üzülecek, değil mi?” diye iç çekti Harold.
Latince gerçekten de çok zor görünüyordu. Savaşa en düşkün olanımız Edward o sırada dört duvar içinde sıkıla sıkıla fiil ezberlemekle meşguldü. Kırmızı paltolar karşısında her daim heyecanlanan Selina ise Almanların hoyrat diliyle uğraşıyordu. “Yaş beraberinde bazı cezaları getiriyor işte,” diye yorum yaptım.
Birliklerin köyden hiç zarar görmeden geçmesi bizi büyük hayal kırıklığına uğrattı. Arkadaşlarıma her kulübenin içinin askerlerle dolu olduğunu ve sonuna kadar savunulacağını söylemiştim. Ama askerler hiçbir engelle karşılaşmadılar, hatta umursamaz tavırlarla yürüyorlardı ve sanki en ufak bir önlem almak isteyen kişiyi ayıplıyorlardı.
Son kulübeye varınca aklım başıma gelmişti, Charlotte’a döndüm, ona derhal geri dönmesini emrettim.
Küçük kız kardeşim sözümü dinlemiş ama çok üzülmüştü, isteksizce eve doğru ayak sürmeye başladı; o gün yiğit askerlerin birbirini katlettiğini göremeyeceği için düş kırıklığına uğramıştı. Harold ve ben yürümeye devam ettik, bir an önce etrafımızı çevreleyen çitlerin paramparça olmasını ve her yanı kurşuni ölümün kaplamasını bekliyorduk.
“Kızılderililer mi?” diye sordu yoldaşım, askerlerin karşılaşacağı düşmanı kastediyordu. “Yuvarlak kafalılar mı yoksa; kimle savaşacaklar?”
Düşündüm. Harold daima açık ve anlaşılır cevaplar isterdi, kararsız varsayımlardan hoşlanmazdı.
“Kızılderililer değildir,” diye cevap verdim en sonunda. “Yuvarlak kafalılar da değildir. Yuvarlak kafalılar uzun zamandır etrafta görünmüyorlar. Fransızlarla karşılaşacaklardır.”
Harold’ın yüzü düştü. “İyi madem,” dedi. “Fransızlar da olur, ama umarım Kızılderililerdir.”
“Kızılderililer olursa ben geri dönerim,” diye karşılık verdim. “Çünkü onların eline esir düşersen, önce kafa derini yüzerler, sonra seni bir kazığa bağlayıp yakarlar. Fransızlar o tarz şeyler yapmıyorlar.”
“Emin misin?” diye kuşkuyla sordu Harold.
“Elbette,” diye cevapladım. “Fransızlara esir düşersen seni Bastille adını verdikleri bir hapishaneye kapatırlar. Sonra sana bir somun ekmeğin içine saklanmış demir törpüsü gönderilir. Demir parmaklıkları kesersin, aşağı doğru bir ip sarkıtıp kaçarsın, peşinden ateş ederler ama vuramazlar. Ardından olanca hızınla deniz kıyısına doğru koşarsın, en sonunda da bir İngiliz gemisine kadar yüzer ve kurtulursun, işte bu kadar!”
Harold tekrar canlandı. Plan epey hoşuna gitmişti.
“Eğer bizi esir almaya çalışırlarsa kaçmayız, değil mi? Yoksa kaçar mıyız?” diye sordu.
Bu sırada korkak düşman bir türlü ortaya çıkmıyordu. Bizim köyümüzün sınırları dışındaki yabancı bir taşraya varmak üzereydik, burası hiç de medeni bir yere benzemiyordu, gece çöktüğünde aslanların cirit atacağı yerlerden birini andırıyordu. Benim dalağım şişmişti, Harold’ın da çorapları bileklerine kadar inmişti. Fransızların herkesçe bilinen cesaretine dair iç karartıcı bazı şüpheler duymaya başlamıştım ki askerlerin kumandanı seslendi, askerler safları sıklaştırdılar ve hızla koşmaya başladılar, zaten bir hayli önümüzde olan birlik biraz sonra gözden kayboldu. İçime bir ağırlık çöktü, muhtemelen kandırıldığımızdan şüpheleniyordum.
“Hücuma mı kalkıyorlar?” diye bağırdı Harold, epey yorulmuştu ama hevesle öne atıldı.
“Sanmıyorum,” diye kuşkuyla cevap verdim. “Hücuma kalkacakları zaman kumandan konuşma yapar, sonra askerler kılıçlarını çekerler, trompetler üflenir ve… Ama neyse, gel kısa yoldan gidelim. Belki onlara yetişebiliriz.”
Böylece tarlaların arasından geçip başka bir yola çıktık, o yolu da geçtik, ardından daha fazla tarlayı aştık, nefes nefese kalmıştık, moralimiz bozuktu, ama yine de en iyisini ümit ediyorduk. Güneş battı, yağmur hafifçe çiselemeye başladı. Üstümüz başımız çamur oldu, nefesimiz kesildi, yorgunluktan neredeyse düşüp bayılacaktık. Ama sendeleye sendeleye yürümeye devam ettik, en sonunda daha önce gördüğüm yolların hiçbirine zerre kadar benzemeyen bir yola vardık. Uzayıp giden yolda herhangi bir yön işareti ya da yol gösteren tabelalardan yoktu. İçinde bulunduğumuz durumu daha fazla inkâr etmeye gerek de yoktu. Maalesef kaybolmuştuk. Yağmur çiselemeye devam ediyordu, karanlık çökmeye başlamıştı. Delikanlıların ağlamak için geçerli sebeplerinin olduğu bazı anlar vardır, eğer Harold yanımda olmasaydı oracıkta ağlardım. O dürüst çocuk, kendinden yaşça büyük abisine sonsuz itimat göstermişti. Haline bakılırsa yanımdayken etrafı süngü tutan askerlerce çevrelenmiş kadar güvende hissettiği anlaşılıyordu. Ama o meşhur sorularını sormaya başlar diye ödüm kopuyordu.
Tepkisiz doğaya boş gözlerle baktığım sırada bir at arabasının yakınlardan gelen sesi canıma can kattı sanki. Yaklaşan arabanın bizim tanıdık yaşlı doktorun arabası olduğunu fark ettiğimdeyse az kalsın mutluluktan bayılacaktım. Tanrı bir şekilde vücut buluyor mu bilmiyorum, ama cennet tarafından gönderilen o dostun bizi tanıyıp durması ve neşeyle arabadan inip selam vermesi resmen bir mucizeye işaret ediyordu. Harold hemen yanına koştu. “Orada mıydın yoksa?” diye bağırdı. “Çetin bir savaş mıydı? Kim yendi? Çok fazla asker öldü mü?”
Doktor afallamış görünüyordu. Vaziyeti kısaca açıkladım.
“Anlıyorum,” dedi, ciddi ciddi bakıyordu, dudaklarını bir o tarafa, bir öbür tarafa büzüyordu. “Pekâlâ, doğrusunu isterseniz, bugün savaş falan olmayacak. Havadaki değişiklik sebebiyle başka bir zamana ertelendi. Savaşın yeni tarihini yakında size haber verirler. Şimdi, atlayın da sizi eve götüreyim. Az oyuncu değilsiniz ha keratalar! Sizi casus diye yakalayıp vursalardı ne yapacaktınız bakalım!”
O büyük tehlike hiç aklımıza bile gelmemişti. O düşüncenin gerilimi, eve doğru yol alırken üstüne tünediğimiz yastıkların yuvayı hatırlatan hoş hissini daha da değerli kılmıştı. Doktor savaş çadırında görev yaparken başından geçen kanlı olayları anlatarak yolculuk boyunca bizi eğlendirdi, anlaşılan o ki yeryüzünün her köşesinde savaşa katılmıştı. Her güzel şeyin katili olan zaman, çok vakit sonra, o anlattığı şeylerin gerçek olmadığını öğretti bizlere; ama ne olmuş yani? Hakikatten daha yüce şeyler vardır. Evimizin kapısına vardığımız vakit savaşın ertelenmesini az da olsa kabullenebilmiştik.
PRENSESİN PEŞİNDE
Ogün, diş fırçası kullanmaya terfi ettirilmiştim. Kız çocuklarına yaşlarına bakılmaksızın çok daha önceden diş fırçası kullanma izni veriliyordu. Biz erkekler olarak bunun sebebini bir türlü anlayamadık. Ancak bize göre bu uygulama, muhtemelen fiziksel ve (dedikoduya olan düşkünlüklerinin de gösterdiği gibi) zihinsel açıdan daha aşağı derecede oldukları için onlara sürekli iltimas geçilmesiyle bağlantılıydı. Bu tuhaf diş fırçalama aletleri için yanıp tutuştuğumuz falan da yoktu. Öyle ki Edward kendisininkini sincap kafeslerini fırçalamak için kullanıyordu, dişlerini fırçalayacağı zamanlardaysa, yani büyüklerimizden biri sert sert baktığında ya Harold’ın fırçasını ya da benim fırçamı ödünç alırdı, üstelik buna hiç aldırış etmezdi. Öte yandan diş fırçası kullanma terfisinin kendi içinde barındırdığı şeref bizim için ayrı bir meseleydi. Gerçekten de terfi edecek daha üstün ne olabilirdi ki, tabii çok uzun zaman sonra kullanmaya başlayacağımız jilet ve usturadan başka?
Belki terfiyle gelen heyecan yüzünden, belki de doğa ve muhteşem sabahın bir araya gelip beni asiliğe teşvik etmesi yüzünden, kahvaltımı yaptıktan ve geçen pazar gününde elime yüzüme bulaştırdığım duayı alnımın akıyla okuduktan sonra (herhangi bir kafiyesi ya da melodisi yoktu, pek güzel bir dua değildi yani), içimdeki küçük doğa adamının kanı kaynamaya başladı. En nihayetinde çelimsiz bir arabacıymışçasına ahırların önünü arşınlarken ve kendi kendime söylenirken “Derslerin cehennemin dibine kadar yolu var!” diyerek kestirip attım. Hem o sabah yalnızca coğrafya vardı; alan çalışmasının kendisi teorilerle dolu sayısız kitabın verebileceği derse eşdeğerdi. Ben seyahate çıkmayı kafaya koymuştum bir kere, o yüzden capcanlı ve renkli dış dünyayı keşfettiğim sırada ithalat ve ihracatlar, nüfuslar ve başkentler bekleyebilirdi.
Doğru, yanıma benim gibi asi bir dost gerekiyordu. Her zaman olduğu gibi Harold kesinlikle bana katılabilirdi. Fakat kendisi o sıralar epey gururluydu. Önceki hafta cezaya kalmıştı ve yeni bir cezayla onurlandırılmıştı, çünkü küçük bir süngerle Charlotte’ın oyuncak bebeklerinin yüzünü yıkamıştık, böylece en büyük korkusu salgın hastalıklar olan küçük kızı dehşete düşüren zararlı bir salgın görüntüsü yaratmıştık. Cezaya tam olarak nerede kalındığını kimse bilmiyor; ancak ceza konusu hepimizin boyunu aşan bir meseleydi, o yüzden böbürlenme ve genel anlamda hava atma aracı olarak görülüyordu. Kısacası yeni cezasını ve zincirlerini kucaklayan Harold şimdilik bana katılamazdı. Bu tarz bir iş için kızlara gitmek de olmazdı, çünkü gerekli azimden yoksunlardı ve tesis edilmiş otoriteyi küçük görüyorlardı. O yüzden çiti tek başıma, yalnız bir asi olarak aştım, medeni dünyanın geri kalanının derslerle boğuştuğu sırada patikaya doğru yola koyuldum.
Manzara her zamanki manzaraydı, ama her nasılsa bu sabah bambaşka görünüyordu. Cüretkâr gösteri, sahneyi yeni ve yabancı tonlarla boyuyordu; dahası, bireyi karın boşluğunun hemen altına vuran çürük bir hisle etkiliyordu. Öyle ki kahramanımızın kafası ne zaman o mürekkep lekeli ve pis kokulu dersliğe gitse, hissettiği o duygu daha da şiddetleniyordu. Bu gerçekten ben miydim? Yoksa biraz önce bahsettiğim derslikte düşüncelere dalmıştım da güler yüzlü gün ışığı altında maceradan maceraya atılan başka bir genç asiyi mi düşlüyordum? Her neyse, dostane kuyu her zamanki yerindeydi işte, patikanın azıcık ilerisinde beni bekliyordu. Yöre halkı omuzlarına astıkları çiğindirikle birlikte tıngırdayan kovalarını suyla doldurmak için buraya gelirlerdi, kovalardan damlayan sularla patikanın toprağı birleşince çamurdan solucanlar oluşurdu. Her iki kovanın içinde de çapraz tahtalar olurdu, kovadaki suyun üstünde yüzen bu tahta (bize söylendiğine göre) suyun dökülmesini engelliyordu. Bu tuhaf prensibin nasıl bir sihir sayesinde işlediğini, o çapraz tahtaları kimin keşfettiğini ve o keşfi sayesinde asilzade olup olamadığını merak ederdik hep. O su kuyusunu gerçekten bir dolu gizem çevreliyordu. Yakınlarda bir yerlerde eşekarısı yuvası vardı ve yalnızca bunu düşünmek bile yüreğimize korku salıyordu. Arıları gayet iyi tanıyor ve onları küçük görüyorduk, hatta kovanlarına çomak sokuyorduk. Öte yandan turuncuya bürünmüş o koca yaratıklar, üç kere sokmaları halinde bir atı bile öldürebilirdi. Yani bambaşka bir türlerdi, uyarı niteliğindeki vızıldamaları duyulur duyulmaz ihtiyatlı olmak ve geri çekilmek gerekiyordu. Ama bu kez etrafa hâkim olan durgunluğu ne köylüler ne de eşekarıları bozuyordu; görünüşe göre o vakitte tüm doğa ders görmekle meşguldü. Neyse, kuyudaki suyla azıcık oynadıktan sonra (hangi çocuk birazcık su görüp de oynamadan durabilmiştir ki?) eşekarılarının meskeninden sakına sakına çiti aştım ve kendimi koruluğun sessizliğine vurdum.
Patika ıssızdı, evet, ancak burası ıssızlığın resmen vücut bulmuş haliydi. Burada gizemin kendisi kol geziyor, sinsice saklanıyordu. Burada dikenlikler insanı yakalıyor ve kendi amaçları için esir tutuyordu, fidanlar ise yüzünü adeta insani bir garezle kamçılıyordu. Koruluk kocamandı, patikadan bakan gözler buranın o denli büyük olduğunu asla tahmin edemezdi. Ağaçlar nihayet aralandığında ve karşıma gün ışığına doğru akan bir derecik çıktığında epey sevindim. Bu neşeli yoldaşın yanı başında ilerlemeye başladım, düşüncelerimde yalnızca ama yalnızca doğa vardı, nasıl da her şeyi düşünüp etrafı su fareleri için uygun boyuttaki taşlarla donatmıştı. Sonra sandalların ve filikaların vazgeçilmez hizmetçisi akıntılar, girintili çıkıntılı koylar ve körfezler, korsanlar ve gizli hazinelerin saklanabileceği mağaralar vardı. Bilge tabiat ana hiçbir şeyi ihmal etmemişti. Bir süre sonra, tam olarak ne kadar olduğunu bilmiyorum, yoluma devam ediyordum ki akıntının sonuna geldim. Derecik yaklaşık iki metrelik dayanıklı bir tel örgüyle çevrelenmişti, ötedeki manzarayı görmemi engelleyen kalın mı kalın bir set ise hafif bir yay çizerek kıyının bir tarafından öbür tarafına kadar uzanıyordu.
Olayın heyecanı gitgide nefes kesici bir hal almaya başlamıştı. Yakınlarda siyah bir korsan bayrağı dalgalandığına şüphe yoktu. Karşımda gördüğüm şey, besbelli ki korsanların inlerini bombalamak üzere akıntıya indirdiğimiz silahlı sandalları bozguna uğratmak için tasarlanmış habis bir korsan icadıydı. Silahlı sandallar gerçekten de bocalayabilirdi, tel örgü o kadar sağlam duruyordu, set o kadar iyi çekilmişti; ama suyun hemen kıyısında bir tavşanın geçebileceği kadar bir açıklık buldum. Tavşanın geçebileceği delikten küçük bir çocuk da geçebilirdi elbette, tabii iki büklüm olup tek bacağını da suyun içine daldırması gerekirdi. Öyle de oldu. Nihayet içeri girdim, güvendeydim, ama karşımdaki manzara resmen nefesimi kesmişti.
Dikenlerle dolu metruk arazi arkamda kalmıştı, ormanlığın arapsaçını andıran dolaşıklığı arkamda kalmıştı. Onların yerini ise biçilmiş çimlere yuva olan, taştan kenarlı, oyma köşeli taraçalar almıştı. Artık mermer havzaların birinden ötekine doğru akan, ehlileştirilmiş ve yatıştırılmış akıntıya inen hoş merdivenler vardı. Her yanı kaplayan nilüferlerin arasında zaman zaman bir barbunya balığının kızıl rengi göze çarpıyordu. Bu manzara öğle vakti güneşinin yakıcı ışığı altında sessiz ve uykulu bir vaziyette uzanıyordu. Uyuklayan bir tavus kuşu çimenin üstüne çömelmişti, balıkların hiçbiri suların üstüne sıçramıyordu, etrafı çevreleyen çitlerin üstüne tüneyen tek bir kuş dahi yoktu. Uyku Bahçesi herkesten saklı bir cennetti!
O eski günlerde bilhassa güvenmediğim iki şey vardı: Av hayvanı bekçileri ve bahçıvanlar. Etrafta o uğursuz mizaçlı öcülerden herhangi bir iz olmadığını görünce çiçeklerle dolu bahçede hikâyemin olmazsa olmazını, yani prensesimi aramaya başladım. İçinde bulunduğum durum onun varlığını açık açık duyuruyordu. Öyle biri olmadan böylesi bir yer var olamazdı çünkü. Yasemin çiçekleriyle dolu bir bahçenin içinde yükselen altın tenteli bir çadır dikkatleri üstüne çekiyordu, o yasemin bahçesinin etraftaki çalılardan çok daha ayrı bir önemi olduğu belliydi. Eğer ortalarda bir prenses varsa, kesinlikle o çadırda oturuyor olmalıydı. İçgüdülerim ve prenseslerin mizacına dair azıcık bilgim haklı çıkmıştı, çünkü gerçekten de oradaydı! Öte yandan uyuduğu falan yoktu, hatta kıkırdıyor ve elini kendisiyle mermer oturağı paylaşan yetişkin adamın ellerinden kurtarmaya çalışıyordu. (Yaşlarına gelince, sanırım ikisi de yirmili yaşlardaydı. Ancak çocuklar böylesi ufak farklılıkları önemsemezler, onlar için yaşadığımız dünya iki farklı sınıfa ayrılmıştır: çocuklar ve yetişkinler. Yetişkinler hiçbir şekilde çocuklara karşı üstün değildir, sadece korkunç ölçüde farklılardır. İşte o ikili de yetişkin sınıfına giriyordu.) Duraksadım, gün ışığıyla yıkanan bahçede balık tutmak ya da kelebek yakalamak varken buraya kapanmaları tuhaf gelmişti. Öylece düşüncelere dalmıştım ki yetişkin adam beni gördü.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/chitat-onlayn/?art=69403219?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Bu Latince cümle, Nicolas Poussin’in bir tablosunun adıdır. “Arkadya’da bile varım,” şeklinde Türkçeleştirilebilecek bu cümlede konuşanın “ölüm” olduğu, Arkadya’nın ise ütopik bir yer olduğu tahmin edilmektedir. Ölümün kaçınılmazlığını işaret ettiği düşünülmektedir. (e.n.)
2
Cornwall’da yaşayan Kelt halkı. (ç.n.)