Afrika masalları
E. J. Bourhill
Doğa ile insan yaşamının iç içe olduğu Afrika’nın masallarında hayvanlar çok önemli bir yer tutar. Bilge hayvanlar, masalı dinleyenlere dersler verir, ilham kaynağı olur, hayatın farklı yanlarını öğretir.
Afrika’nın günümüzde de canlılığını koruyan sözlü kültüründen derlenen bu masallar, kıta insanının renkli düşünce dünyasını gözler önüne seriyor.
Kuşların Kralı’ndan Işık Saçan Prenses’e, Yılan’ın Karısı’ndan Peri Kurbağa’ya, Yosun Yeşili Prenses’ten Tavşan Prens’e pek çok ilgi çekici kahraman, bu masallarda sizleri bekliyor.
Geçmişle geleceği birbirine bağlayan bu masallar, masal seven herkesin kitaplığında bulunmalı.
E. J. Bourhill
Afrika Masalları
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle Japonya, Hindistan ve Rusya’yı seçmiştik. Sonrasında diziye nasıl yön vereceğimiz ve hangi kültürlerle devam edeceğimizi uzun uzun tartıştık ve kendi ülkemizle devam etmeye karar verdik. Türk Masalları’nın ardından Norveç Masalları, Kore Masalları, Çingene Masalları, Eskimo Masalları ve Kelt Masalları’nı okurlarımızla buluşturduk. Sırada Afrika Masalları var.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Setuli ya da Kuşların Kralı
Bir Swazi Masalı
Çok uzun yıllar önce Setuli adında yoksul bir adam yaşardı. Zavallıcık hem sağır hem de dilsizdi. Doğuştan beri tek kelime edebilmiş değildi, yalnızca işaretleri anlıyordu. Üstelik, bütün erkek ve kız kardeşleri de ondan nefret ediyordu.
Güçlü bir kabile şefinin oğlu olmasına karşın kimse yüzüne bakmıyordu. Bu yüzden evlenip kendi yuvasını kurmayı hayal bile edemiyordu. Tek bir dostu vardı. Ağabeylerinden biriydi bu. Setuli’ye yemek verip kendi evinde barındırır, ona daima iyi davranırdı. Bu ağabey epey yaşlıydı, ayrıca büyük bir büyücü olarak tanınmaktaydı. Her bir otun şifasını ve kuşlarla hayvanların muhteşem güçlerini bilirdi. Sihirli bitki aramaya çıktığında Setuli’yi de daima yanına alırdı çünkü kardeşinin ülkedeki herkesten daha keskin gözleri ve daha hünerli parmakları vardı.
Bir bahar günü, ilk yağmurlarla ıslanan kuru toprakta yeşil filizler çıkarken, iki birader her zamanki gibi bitki toplamaya gitti. Dağların arasına doğru ilerlediler, ta ki yeni yaprak açan ağaçlarla dolu dar bir vadiye ulaşana dek. Koca kayalar arasından berrak bir çay akıyor, eğreltiotlarının ilk yaprakları henüz açılıyordu. Korunaklı köşelerdeki büyük kızıl papatyalar minik birer güneş gibi parlıyordu. Yaşlı büyücü ve Setuli hemen işe koyuldu çünkü burada nadir yetişen pek çok bitkiye rastlamışlardı. Bir saatten fazladır çalışmaktaydılar. Bu sırada kıvrımlı uzunca kuyrukları olan, güzel ve siyah renkli bir kuş sürüsü gökyüzünde zikzak çizerek yaklaştı yanlarına. Kuşlar dalların üzerinde bir aşağı bir yukarı sallanıp uzun kuyruklarını dengeleyerek alçak çalılıkların üzerine yerleşmişti.
İki birader başlarını kaldırıp yukarı baktılar. Yaşlı büyücü ciddi bir ses tonuyla kuşlara seslendi: “Sakobulalar[1 - Sakobula: Güney Afrika dilinde sözü geçen siyah kuşlar için kullanılan isim.], eskiden olduğu gibi uykuya yatıp kalkarız.”
İşte kuşlar bu sihirli selamı bekliyordu. Bu sözlerin ne anlama geldiğini söyleyemem size ama bunu işiten sakobulalar mutlu bir şekilde uçup gitti. İki birader toprağı kazmaya devam etti. Çay boyunca ilerliyorlardı. Sonra birden küçük rooibekkielerden[2 - Rooibekkie: Hollanda dilinde ‘’kızıl gaga’’ anlamına geliyor.] oluşan kalabalık bir sürü belirdi. Kahverengi, ufacık kuşlardı bunlar. Göğüsleri pembe, gagaları ise parlak kırmızıydı. Neşeyle ötüp kanat çırpıyorlardı.
İhtiyar büyücü bir kez daha başını kaldırıp “Mantsiane[3 - Mantsiane: Güney Afrika’nın yerel dilinde Rooibekkie için kullanılan kelime.], eskiden olduğu gibi uykuya yatıp kalıyoruz,” dedi. Bu sözleri işiten rooibekkieler mutlu mesut kanat çırpıp uzaklaştı. Ardından iki birader yeniden toprağı kazmaya koyuldu. Uzun bir süre çalıştılar. Sonra birden tepeden tırnağa sapsarı tüylerle kaplı çok güzel kuşlar uçuştu üstlerine doğru. Boyunları kadifemsi siyah halkalarla kaplıydı, kanatlarında da siyah tüyler vardı.
“Peşimizden gelin! Peşimizden gelin!” diye seslendiler iki biradere.
“Bunlar sarı asma kuşu,” dedi yaşlı büyücü. “Belli ki büyük bir macera bizi bekliyor.”
Ardından, otları bırakıp kuşları takip etmesi için kardeşine işaret etti.
Üç gün üç gece altın kuşları izleyerek dağları aştılar. Dördüncü günün sabahında kuşlar onları dik bir dağ yamacından aşağı indirerek derin ve yeşil bir vadiye getirdi. Vadinin ortasında geniş bir ırmak akıyordu. Kuşlar büyük ağaçların gölgesi altındaki derin ve berrak gölete varana dek ırmak boyunca ilerlediler. Su, pek serin ve durgundu. Ayrıca göletin etrafı uzun kamışlar ve kocaman beyaz zambaklarla kaplıydı. Suyun üstünde de beyaz ve mor renkli nilüferler vardı.
Altın kuşlar büyücüye dönüp şöyle dedi: “Kardeşini buraya getir. Başına ne gelirse gelsin, asla korkmamasını söyle. Kamışlar ve zambakların arasındaki göletin kenarında beklesin.”
Ağabeyi hemen Setuli’yi kolundan tutup getirdi ve yapması gerekenleri anlattı. Sonra kardeşini yalnız bırakıp oradan ayrıldı. Bu yeni maceranın neler getireceğini çok merak ediyordu.
Her ne kadar Setuli, bütün ailesi ve akrabaları tarafından hor görülüyor ve ondan nefret ediliyor olsa da aslında hem zeki hem de cesurdu. Su kenarına oturup sessizce beklemeye koyuldu. Birden hareket etmeye başlayan suların içinden bir timsah fırladı. Koca kuyruğunu çarpıp iri çenesini açarak Setuli’ye yaklaştı. Dişleri güneşte parlıyordu. Su kenarında yürürken Setuli’yi ısıracak gibi ağzını açıp küçücük gözleriyle kötü kötü baktı. Fakat Setuli sanki timsahı fark etmemiş gibi hiç kıpırdamadan yerinde oturmaya devam etti. Timsah uzun burnunu neredeyse Setuli’nin suratına yapıştırdı, sonra bir kez daha çenesini açtı ama Setuli’nin hiç korkmadığını görünce kuyruğunu çevirip gölete daldı.
Setuli oracıkta oturmaya devam ediyordu. Şimdi ne olacak diye merak ediyordu. Kısa bir süre için gölet durgun kaldı ama sonra sular yine dalgalandı ve bu defa timsahtan çok daha iğrenç ve korkunç bir canavar çıktı ortaya. Tüm vücudu gözlerle kaplıydı. Bu gözlerin her birini sağır adama yöneltmişti. Sonra şiddetle kükreyip Setuli’nin üzerine atıldı. Ne var ki Setuli’nin kılı bile kıpırdamamıştı. Canavar yine bağırdıktan sonra tıpkı timsah gibi gözden kayboluverdi.
Bu olayın ardından saatler boyunca ses seda çıkmadı. Setuli göletin kenarında oturmuş etrafı seyrediyordu. Artık başka bir şeyin olmayacağını düşünmeye başlamıştı ki sular hafifçe dalgalandı ve yaşlı bir kadın kılığında bir peri belirdi. Beline kadar suyun içinde olan kadın, bakışlarını Setuli’den ayırmıyordu. Sağ eline güzel bir siyah sakobula, sol eline ise küçük bir rooibekkie tünemişti. Başında da dolunay gibi parlak tüylü muhteşem bir sarı asma kuşu vardı. Yaşlı kadın Setuli’ye bakmaya devam ederek üç kez “Konuş!” diye bağırdı.
Kadın üçüncü defa bu emri vermişti ki Setuli, yeni bir güce ulaştığını fark etti. Artık diğer insanlar gibi konuşabiliyor ve perinin tüm söylediklerini anlayabiliyordu.
“Ağabeyinin yanına git,” dedi kadın. “Artık iyileştiğini göster. İkinizi de uzun zamandır izliyorum. Size yardım etmeye karar verdim. Bundan böyle ne dilersen olacak, istemen yeterli.”
Bu sözlerin ardından peri gözden kayboldu. Onunla birlikte üç kuş da kanat çırpıp gitti.
Setuli hemen ağabeyini buldu. Yaşlı adam, sağır ve dilsiz kardeşinin artık konuşabildiğini görünce hem çok şaşırmış hem de çok sevinmişti. Setuli, yolculuğun başında bıraktığı o üç kuş sürüsünü bulduğuna çok mutlu olmuştu. Kuşlar üç ayrı grup halinde uçmaktaydı. Her gruba da ötekilerden daha güzel bir kuş rehberlik etmekteydi. Setuli, bunların periye eşlik eden kuşların ta kendisi olduğunu hemen anladı. Belli ki Setuli’ye yardımcı olmaları için peri kadın göndermişti onları. Setuli bir süre derin düşüncelere dalıp yeni planlar yaptı. Sonucu birazdan öğreneceksiniz.
“Yaşlı kadın Setuli’ye bakmaya devam ederek üç kez ‘Konuş!’ diye bağırdı.”
İki birader yolculuklarına devam ettiler, ta ki şiddetli bir fırtınanın yükseldiğine şahit olana dek. Gökyüzü kararmıştı. Sürekli bir gök gürültüsü işitiliyordu.
“Dolu yağacak,” diye haykırdı büyücü. “Açık havada doluya yakalanacağız.”
Fakat Setuli’nin bir emriyle anında kulübeler belirdi. Ağabeyi hem hayrete düşmüş hem de çok sevinmişti. Sonra sordu: “Bu kadar çok kulübeyi ne yapacağız? İkimizden başkası yok ki burada.”
“Askerlerim ve halkım için istedim bu kulübeleri,” dedi Setuli. Sonra kuşlara döndü ve tek bir kelimeyle hepsini birer savaşçıya dönüştürdü. Sakobulalar, Setuli’nin birinci alayını teşkil etmekteydi. Bunlar leopar derisine sarınmış uzun boylu adamlardı, ellerinde ise assegai[4 - Assegai: Küçük ve hafif mızrak. Yerliler genellikle yanlarında bunlardan birkaç tane bulundurur. Bir assegai, küçük bir ok gibi fırlatılabilir ya da yakın mesafede mızrak gibi kullanılabilir.] ve öküz derisinden yapılmış kocaman kalkanlar vardı. Ama eski hallerini tamamen yitirmemişlerdi. Her adamın başında, sakobulaların uzun kuyruk tüylerinden yapılmış bir şapka vardı. Sıraya girip şeflerini selamladılar. Ardından kulübelerine yöneldiler. İkinci olarak, altın renkli sarı asma kuşları geldi. Bunlar Setuli’nin koruması olup sakobulalardan bile daha hoş kuşlardı. Gümüş renkli çakal derisine bürünmüşler, dizleri ile kollarına beyaz öküz kuyruğundan halkalar sarmışlardı. Bunlar umfaan yani ordunun yükünü taşıyıp hizmet eden delikanlılar olmuştu. İlk dolu taneleri toprağa düştüğü esnada Setuli herkesi kulübelerine yolladı. Başlarında ise uzun ve siyah deve kuşu tüyleri vardı. Hemen önlerinde dolunay gibi parlayan altın sarı asma kuşu duruyordu. Setuli’nin yanındaki bu kuş, ordunun komutanıydı. Nihayet rooibekkieler de geldi.
Bir saat boyunca kimse yerinden kımıldamadı. Fırtınanın sesi, mütemadiyen işitilen bir gök gürültüsüne benziyordu. Kristal gibi keskin, uçları sivri dolu taneleri kocaman birer erik büyüklüğündeydi. Dolu yağışı nedeniyle ağaçların yaprakları dökülmüş, sığınak bulamayan kuşlar ve hayvanlar telef olmuş ya da sakatlanmıştı. Fırtına dindiğinde etraftaki her oyuk buz yığınlarıyla dolmuştu. Hava, yüce dağların tepesinin kış ortasındaki hali kadar soğumuştu. Vadilerin arasından nemli bir sis yükseliyordu. Fakat Setuli hiç üşümüyordu. Artık güçlerini kanıtladığı için cesareti büyüktü. Bir kez daha askerlerine seslendi, onlara neşe ve gururla bakıyordu. “Sefere çıkıp büyük bir krallığı fethedeceğiz,” dedi Setuli ağabeyine. “Çok zengin bir adam olacağım.”
Askerleri, yalnızca şefi selamlamak için kullanılan “Bayeta” kelimesini haykırarak Setuli’yi asla yalnız bırakmayacaklarına yemin ettiler. Orduyu oluşturan üç bölüme birer general atandı. Bu liderler, peri kadının ellerine tüneyen kuşların ta kendisiydi. Erzak ve barınak konusunda hiç sıkıntı çekmeyeceklerdi zira Setuli’nin sadece dilemesi yeterliydi. Bir anda istemedikleri kadar yiyecek içecek konuyordu önlerine.
Setuli, fethedilecek bir krallık bulmaya kararlıydı. Dağların ve ormanlarla kaplı vadilerin bulunduğu o diyardan ayrılıp hâkimiyeti altına alacağı yeni insanlar bulmak üzere büyük yaylalara doğru yöneldi. Ordusuyla beraber bir sene boyunca yol aldıysa da ufacık bir kulübe dışında bir şey göremedi. Topraklar bomboştu. Her taraf göz alabildiğine çimenlerle kaplıydı ama ne bir yol ne de bir ağaç görünüyordu. Zaman zaman yanlarından geçen kalabalık geyik sürüleri sayesinde güzel bir av fırsatı çıkıyordu ama aylarca yol aldıkları halde tek bir kadın ya da erkeğe rastlamadılar.
Setuli artık pek bilge bir adam olmuştu. Ayrıca büyük büyücü ağabeyinin nasihatlerini de aklına kazımıştı. Şu anda içinden geçtiği ülkenin halkına egemen olmak ve büyükbaş hayvanlarını ele geçirmek istiyordu ancak bu ülkede kudretli bir canavarın hüküm sürdüğünden emindi. İşte önce onu bulup yok etmesi gerekiyordu. Şimdi yapması gereken tek şey canavarı bulundukları alana çekip gafil avlamak için bir çare bulmaktı. Bu nedenle büyük bir av planladı. Emrindeki kuşlar farklı şekil ve renklere büründü. Setuli her kuşun kuyruğundan bir tüy çekip kocaman ve rengârenk bir top hazırladı. Sonra bunu başına taktı. Tüyler sihirli olduğundan bu başlığın onu koruyacağına inanıyordu. Ardından av sonrası verilecek büyük ziyafet için hazırlıkların başlamasını istedi. Adamlarına özel talimatlar verdi:
“Avladığınız bütün kuşları yemeyin. Yarısını kulübelerin önüne koyun. Önce bütün bir kuşu koyun, ardından yediğiniz kuşların kafalarını alanın etrafına dizin. Son olarak, bunların üç katını benim kulübemin önüne yerleştirin.”
Adamlar bu emirleri dikkatle yerine getirdi. Çok geçmeden bütün kamp her renk ve türden ölü kuşla çevrilmişti. Ziyafet ve eğlence sona erince kamp sessizliğe büründü. İşte o zaman Setuli kendi kulübesinden sessizce dışarı çıkıp girişi örten perdenin ardına gizlendi. O gece dolunay vardı. Her taraf gümüş gibi parlıyordu. Çalılıkların bittiği nehir kenarında mürekkep siyahı keskin gölgeler belirdi. Her kulübenin etrafında ince ve karanlık bir halka vardı ki bu halkaların içinde hiçbir nesne görünmüyordu. Setuli, kamışlardan yapılma perdesinin arkasında çömeldi. Kamp son derece sessiz ve ıssızdı. Gece yarısına doğru ayak sesleri işitti. Sesler arada sırada kesiliyor sonra tekrar devam ediyordu. Setuli daha da eğildi. Şüphesiz, yayladaki tüm şehirlere hükmeden canavar yaklaşmaktaydı. Ayak sesleri eşit gelmiyordu, çok yavaş bir şekilde zıplayan birini andırıyordu. O sırada kocaman ve kara bir gölge belirdi, elinde uzun bir assegai tutuyordu. Bu adamın tek bir bacağı ve tek bir kolu vardı. Öyle açgözlüydü ki her kulübede durup kapı önündeki kuşları mideye indiriyordu. İyice yaklaşınca Setuli bunun akıllara ziyan çirkinlikte bir adam olduğunu gördü. Gözleri bir acayipti; biri alnının tam ortasında, öteki ise başının arkasındaydı. Bu sayede nereye dönse her şeyi görüyordu. Elinden kaçmak imkânsızdı. Setuli’nin kulübesinin girişinde durdu, onca kuşu görünce sevincini belli eden bir hırlama sesi çıkardı. Sonra ziyafetin tadını çıkarmak üzere yere oturdu.
Bir kolu olduğu için elindeki assegaiyi kapının hemen önüne bırakmıştı. Setuli bundan iyi bir fırsat bulamazdı. Çabucak ayağa kalkıp assegaiyi kaptı ve canavarı boğazından bıçakladı. Canavar, inleyerek yere yığıldı. Oracıkta hiç kıpırdamadan yatıyordu. Belli ki ölmüştü.
Setuli neşe içinde adamlarını uyandırdı. Sabah olurken onları büyük yaylaya götürdü. Burada tıpkı kendileri gibi iki ayak üstünde yürüyen ve konuşabilen insanları görünce çok şaşırdılar. Canavarın ölümüyle birlikte insanlar kötü bir büyünün esaretinden kurtulmuştu. Setuli ve adamlarına katılmaktan çok mutluydular. Hayvanlarını da beraberlerinde getirdiler. Akşam vakti geldiğinde sefer için her şey hazırdı. Şafak sökerken dağlara doğru yola çıktılar.
Koca bir gün yürüdükten sonra büyük yaylanın hemen yukarısında yüksekçe bir yere vardılar. Bu esnada Setuli, tüylerden yaptığı topu kaybettiğini fark etti. Halkını geri döndürmek istemiyordu ama başlığı olmadan ilerlemesi de mümkün değildi zira o başlığın sihirli güçleri vardı. Ayrıca yeni bir başlık yapması uzun zaman alacaktı. Bu yüzden askerlerine ağabeyinin liderliğinde ilerlemelerini emretti. Kendisi ise var gücüyle dağ yolundan aşağı inip kamp kurdukları o vadiye ulaştı. Burada gördüğü manzara, yüreğini ağzına getirmişti. Öldüğünü düşünerek orada bıraktığı canavar sapasağlamdı. Yerde oturan canavarın etrafında ise her biri tıpkı babaları gibi tek bacaklı ve tek kollu küçük canavarlar hoplayıp zıplıyordu. Sihirli tüylerden yapılmış topu birbirlerine atıp coşkuyla bağırışıyorlardı.
Setuli tehlikeyi göze alıp başlığını geri alması gerektiğini düşünüyordu. Bu görevi başardıktan sonra oradan hemen kaçabilmek için de hızlı ayaklarına güvenmek zorundaydı. Bir anda canavarların arasına dalıp tüylerden yapılmış topu kaptı ve hemen dağ yoluna geri döndü. Topa dokunur dokunmaz küçük canavarlar buhar olup uçuverdi. Sadece büyük canavar kalmıştı geriye. Bir an için gözleri kararan canavar neler olduğunu anlayamadı. Ama sonra ayağa kalkıp şaşırtıcı bir hızla Setuli’nin peşinden koştu. Setuli aralarındaki mesafeyi açmayı deniyordu ama canavar çok güçlüydü, ayrıca patikaları iyi biliyordu. Kayadan kayaya, ağaçtan ağaca atladılar ta ki büyük geçide çıkan çimenli yamaçlara varana kadar. Günbatımına dek tırmandılar. Dağ sırasının zirvesinde Setuli, ordusunun devasa kayalıklar ve kocaman ağaçlarla çevrili yüzlerce metre derinliğinde bir vadi kenarında konaklamakta olduğunu gördü. Uzaklardaysa ırmaklarla dolu yeşil yamaçların süslediği bir başka dağ yükselmekteydi.
“Bayeta!” diye bağırdı askerler şeflerini gördüklerinde.
“Askerlerim,” diye cevap verdi Setuli. “Bir saniye bile kaybedecek zamanımız yok. Düşmanımız peşimizde. Eline düşmemiz an meselesi. Her kadın, erkek ve çocuk, dağın karşı yamacına gözlerini çevirip var gücüyle atlasın.”
Halkı karşıya atlarken Setuli canavarın sesini işitiyordu. Hemen ileri atıldı, kuş tüylerinden yapılmış başlığını büyükbaş hayvanlara değdirdi. Bunun üzerine hayvanlar da var güçleriyle atladılar. Hepsi sağ salim karşıya geçmeyi başarmıştı. Artık korkunç canavarla aralarında derin bir vadi vardı. Son olarak Setuli atladı. Bu sırada canavar nefes nefese ve bitap düşmüş bir halde yamacın kenarına ulaşmıştı.
Akşam oldu. Ertesi sabah güneş yeniden doğduğunda Setuli ve bütün halkı tamamen güvendeydi. Bir kez daha yolculuklarına devam ettiler. Bütün gün yol aldıktan sonra akşama doğru o güne dek gördükleri en güzel vadiye ulaştılar. Aşağıdaki bu vadi geniş, yemyeşil ve bereketliydi. Eğreltiotlarının gölgesinde berrak bir çay akıyordu ortasından. Suyun iki kenarında ise kırmızı çiçeklerin kapladığı gür çalılar vardı. Vadi, batan güneşe doğru göz alabildiğine uzanıyordu. İki yandaki tepeler sık ağaçlarla kaplıydı ve sulaktı. Setuli, ağabeyine dönerek şöyle dedi: “Burası gördüğüm en güzel yer. Halkımızla birlikte buraya yerleşeceğiz.”
Vadinin sonunda bir kraal[5 - Kraal: Afrika’da yaygın olan ve çitlerle çevrili kulübelerden oluşan yerleşim birimi, köy. (ç.n.)] vardı. Ülkenin şefi burada yaşıyordu. Setuli, bu şefi de kendi halkına katıp adamlarından biri yapmaya kararlıydı.
Setuli, koruması olarak görev yapan adamlarını yanına alıp dağ yolundan aşağı indi. Kraalın girişine vardılar. Şefin kulübesine yaklaştıklarında Setuli, sihirli assegaisiyle adamlarının her birinin bacağına vurdu. Bunun üzerine adamlar tek bacakları üzerinde yürümek zorunda kaldı.
“Hiç böylesi büyük bir sihir gücüne şahit olmamıştım,” dedi kraalda yaşayan Şef. “Bizim kralımız ol ve tüm düşmanlarımıza karşı bizi koru.”
“Size daha nice harikalar göstereceğim,” dedi Setuli. Sonra adamlarına bir kez daha vurdu. Bunun üzerine hepsi eskisi gibi iki ayak üstünde yürümeye başladı. Şef ağzı açık halde bu mucizeyi seyrederken Setuli dağ yamacına dönüp haykırdı: “Ey adamlarım, ortaya çıkın!”
Bir anda yüce dağın tepesinden eteğine kadar muhteşem savaşçılar dizildi. Hepsi leopar derisine sarınmış savaşçıların ellerinde beyaz mızraklar vardı. Ardından sağ ellerini havaya kaldırıp “Bayta!” diye haykırdılar. Öyle ki sesleri vadinin bir yanından diğerine gök gürültüsü gibi yankılandı.
Sonra Setuli bir kez daha bağırdı: “Adamlarım, kaybolun!”
Hemen ardından dağ yamacı bomboş kaldı ve etraf sessizliğe büründü.
“Görüyorsunuz,” dedi Setuli, “Ne zaman ihtiyacım olsa adamlarım emrimdedir.”
“Sen bizim kralımızsın!” diye haykırdı halk. Böylece Setuli ile ağabeyi ve ona tabi olan bütün kadın ve erkekler o vadide kaldı. Huzur ve mutluluk dolu bir yaşam sürdüler.
“Dağ yamacına dönüp haykırdı: ‘Ey adamlarım, ortaya çıkın!’”
Kralın Oğlu ve Sihirli Şarkı
Bir Swazi Masalı
Bir zamanlar dağların arasında büyük bir kral yaşardı. Bir dolu büyükbaş hayvanı vardı ve onları çok severdi. Bu hayvanlardan biri de kıvrık boynuzları alnını örten ve böğürmesi gök gürültüsünü andıran peri öküzdü. Bu öküz, sürünün lideriydi. Tek bir çağrısıyla diğer hayvanları peşine takabiliyordu. Hayvanlar gündüzleri vadideki uzun çimlerde otluyordu. Geceleri ise tehlikelerden korunmaları için büyük kraala getiriliyorlardı. Kral ve bütün adamlarının kulübeleri de buradaydı. Kraalın çitleri sağlam ve yüksekti. Ayrıca kralın adamları, hayvanların başına kötü bir şey gelmemesi için daima nöbetteydi.
Kral büyükbaş hayvanlarını öyle çok seviyordu ki kendi oğullarından birini çoban yaptı. Bu çocuk her sabah hayvanları çayıra götürüp otlatır, akşam güneş batarken de sürüyü kraala geri getirirdi. Sürüden ayrılıp kaybolmasınlar ya da bir hırsızın gazabına uğramasınlar diye bütün gün güneşin altında hayvanların peşinden koşardı. Yaz mevsiminde çimler iyice uzayıp boyunu aştığından etrafı görmesi zor olurdu. Bu yüzden hayvanları izlemek için vadiye yayılan büyük kayalıklardan birine tırmanırdı. Bir kulübe büyüklüğündeki bu kayaların gölgeleri serin olurdu, ayrıca kenarlarında küçük eğreltiotları bitmişti. Kayaların güneş ışığı vuran üst kısmında küçük kertenkeleler kıvrılıp sinek avlardı.
Delikanlı sürülerle ilgilenirken yorulur, sıcak havada yatıp uyumak isterdi. Ama tek bir öküz dahi kaybettiği takdirde babasının öfkeleneceğinden korktuğu için dinlenmeye cesaret edemezdi.
Gelgelelim, günün birinde yine sürüsünü güderken ihtiyar bir kadın kılığına bürünmüş bir peri çıktı karşısına. Kadın yanına gelip şöyle dedi: “Hep seni izliyorum. Hayvanlar sürüden ayrılmasın diye gözlerini bir an bile ayırmıyorsun onlardan. Babanın düşmanları gelip seni öldürür ve hayvanları alıp götürür diye çok korkuyorsun.”
Peri büyük, yassı ve yuvarlak bir taşı gösterdi. Vadideki çimlerin hemen yukarısında belirmiş bir kulübeyi andırıyordu. Delikanlı öylece bakakaldı zira bu taşı daha önce hiç görmemişti. “Gel bak,” dedi kadın. “Bu taş senindir. Dümdüz olduğu için üzerinde kimse tutunamaz ama sen hiç kaymadan ayağını basabileceksin bu taşa. Sen büyüdükçe bu taş da büyüyecek. Üstüne çıkıp bütün vadiyi izleyebileceksin ve hiçbir düşman sana zarar veremeyecek çünkü sana erişemeyecekler. Ama bu taşın üzerinde uykuya dalayım deme sakın. Yoksa hırsızlar sürünü çalar.”
Ayrıca Peri, delikanlıya sihirli bir şarkı da öğretti: “Gel sürü, gel. Haydi, bütün sürü yanıma gelsin.”
Bu şarkının büyüleyici melodisini işiten hayvanlar hemen şarkıyı söyleyenin peşinden gidiyordu. Bütün bunlardan sonra Peri ortadan kayboldu.
Böylelikle çocuk harika bir çoban haline geldi. Her akşam onlara şarkı söylediği için hayvanları kraala kadar peşinden geliyor ve hiçbiri sürüden ayrılmıyordu. Ayrıca her gün kayalığın üzerine çıkıp sürüsünü dikkatle izlediği için hiç kimse tek bir hayvanı dahi çalamamıştı. Fakat nihayet çok sıcak bir yaz günü delikanlı kayanın üzerinde uyuyakaldı. Onu gözetleyen düşmanlar bunu gördüler. Hemen tepeden inip hayvanların hepsini götürdüler. Çocuk uyandığında öküzlerden eser yoktu. “Gel, sürü gel,” diye şarkısını söylediyse de nafileydi. Hayvanları onu duymayacaktı. Güneş batana dek sihirli şarkıyı söyleyerek vadiyi aradı. Sonra utanç ve korku içinde tek başına kraala geri döndü. Babasının yanına gidip her şeyi anlattı ama Kral çok kızmıştı. “Hayvanlarımı getirmeden gözüme görünme sakın!” diyerek oğlunu evden kovdu.
Bunun üzerine zavallı çocuk boynu bükük halde vadiye geri döndü. O büyük taşa çıkıp ayışığında ağlamaya başladı. Hem sürüsünden hem de yuvasından mahrumdu artık. Oracıkta yatmış ağlarken biri koluna dokundu. Başını kaldırınca ihtiyar kadını gördü karşısında. Ona büyük taşı gösterip sihirli şarkıyı öğreten perinin ta kendisiydi bu.
“Başına gelenleri biliyorum,” dedi kadın. “Uyuyakaldın. Sonra seni ikaz etmiş olduğum gibi sürünü çaldılar.”
“Hayvanları bulana kadar eve dönmem yasak,” diye ekledi çocuk tekrar ağlamaya başlayarak.
“Üzülme,” dedi kadın. “Hayvanlarını alan şefe gidip onun hizmetine girmek istediğini bildir.”
Bunun üzerine çocuk ayağa kalktı. Gece boyunca ayışığında yürüdü. Dumanlı dağların arasından geçip çayır ve kayalıklarla çevrili dolambaçlı patikalardan yürüdü, ırmakları ve çalılıkları aştı. Nihayet sabah olduğunda düşmanının yaşadığı kraala vardı. Burada babasının hayvanlarının sesini işitti.
Hemen kraala girip şefin yanına gitti, onun hizmetine girmek istediğini söyledi. Şef, delikanlıyı kendi sürüsünün çobanı yaptı. Çocuk her sabah hayvanları çayıra götürüp otlatıyor, akşamları ise sihirli şarkıyı söyleyerek onları eve götürüyordu. Böylece tek bir hayvan bile sürüden ayrılıp kaybolmuyordu. Delikanlı, şefe işte bu şekilde, ta ki büyüyüp yetişkin bir erkek olana kadar yıllarca hizmet etti. Ama babasının evine dönme arzusu hep canlı kalmıştı. Bu yüzden sürüyü geri alıp kendi kraalına dönmenin bir çaresini düşünüp duruyordu. Sonunda aradığı fırsat ortaya çıktı. İlk hasat festivali yaklaşmıştı. Kadınlar bira yapıp kraalın her köşesine sukabakları diziyordu. Kutlamaların yapılacağı gün köydeki bütün kadınlar ve erkekler yılın ilk darısını toplamaya çıktı. Çocuklar ise yemeklerin pişirileceği ateş için odun toplamaya gittiler. Böylece kraalda ihtiyar bir kadınla kralın oğlundan başka kimse kalmadı. Bu genç adam sürüden sorumluydu.
Herkes gidince bizim çoban, biraz sango otu topladı. Bu otu tüketen biri hemen sarhoş olup uykuya dalardı. Genç çoban topladığı otları güzelce ezip toz haline getirdi. Ardından akşam eğlencesi için bekletilen içi bira dolu sukabaklarının yanına gitti. Her sukabağına bu tozdan biraz kattı. Sonra herkesin geri dönmesini bekledi.
Şef ve halkı geri döndüğünde tüm kraala büyük bir neşe hâkimdi. Şef için yeşil dallardan bir kulübe yapılmıştı. İlk meyveler buraya getirildi. Sunulan her meyveden bir dal, Şef’in kollarına veya boynuna bağlandı. Ardından büyücüler şifalı otlar ve deniz suyundan hazırladıkları bir içecek getirdi. Orada bulunan diğer herkese de bu içecekten verdiler. Böylece eğlenceler başlamıştı. Herkes yeni toplanan darıdan ve taze yemişlerden yiyip bira içti. Yalnızca Kral’ın oğlu biradan hiç içmemişti. Nihayet bütün ahali uykuya daldı. Gece olup ay doğduğunda uyanık halde ne bir kadın ne de bir erkek kaldı.
Bir süre sonra Kral’ın oğlu ayağa kalkıp hayvanların bulunduğu kraalın duvarına tırmandı ve “Gel sürü, yanıma gel,” diye şarkı söyleyerek kraalın kapısını açtı. Hayvanlar hemen ayaklanıp Kral’ın oğlunun peşine takıldı. Kulübeler ve uyuyan insanların önünden geçerek kırlara çıktılar. Bu esnada kıvrık boynuzlu peri öküz yüksek sesle böğürüyordu. Onun çağrısı üzerine doğudan, batıdan ve güneyden[6 - Güney Afrika dilinde pusuladaki yönlerden bu sırayla bahsedilir. Yönler arasında “kuzey” yer almaz.] hayvanlar gelip Kral’ın oğlunu takip etmeye başladı.
Kral’ın oğlu şimdi babasının evine gitmekteydi.
Sabahleyin düşmanları uyanınca sürünün kraalda olmadığını gördü. Etraftaki otlaklarda da hayvanlardan eser yoktu. Yaşlı şef, hayvanları Kral’ın oğlunun çaldığından emindi. Bütün adamlarına suçluyu yakalamaları için emir verdi. Bunun üzerine Şef’in adamları öküz derisinden kalkanlarını ve assegailerini alıp hayvanların ayak izlerini takip etmeye koyuldu. Kral’ın oğluna yetişmeleri çok uzun sürmedi zira sürü yavaş ilerliyordu. İkinci günün akşamı sürüyü gördüler. Hayvanları yakalayacaklarını düşündükleri için çok sevinmişlerdi.
Düşmanlarının hemen arkadaki dağlardan inmekte olduğunu gören Kral’ın oğlu, çok korkmuştu. Hayvanlar çok yavaş yürüdüğünden ne yapacağını bilemedi. Küçük bir ırmak boyunca uzanan dağlardan aşağı indirmişti sürüyü. Irmağın iki yanı ağaç ve uzun kamışlarla kaplıydı. Bunların arasında ise küçük iğne yastıklarını andıran sarı çiçekli kalın dikenler ve küçük meyveli yaban incirleri vardı. Ağaçların dallarından sarkan maymun ipleri kayalara ve suya değiyordu. Her yanda eğreltiotları bitmişti. Berrak sular bir göletten diğerine geçip yapraklar ve hasır otlarıyla oynayarak taşların arasından hızla akıyordu. Ağaçların arasından sızan küçük güneş ışıklarında gezinen parlak sinekler suların üstünde sallanıyordu. İşte Kral’ın oğlu sürüyü buradaki çalılıkların arasında saklamış, kendisi ise ne yapacağını düşünmek üzere büyük bir incir ağacının altındaki çimlere oturmuştu.
Ne var ki sürüyü kurtarmak için hiçbir çare gelmiyordu aklına. Akşam vakti gelip çattı, derenin üzerine düşen gölge dağ yamacına doğru ilerledi.[7 - Metnin orijinalinde creek kelimesi kullanılmış. ‘’Creek’’ Güney Afrika’nın İngilizce konuşulan bölgelerinde ortasından bir akarsu geçen dağlar arasındaki dar boğazı ifade etmek için kullanılır. Bu geçitler genellikle sık ağaçlarla çevrili olup hoş görünümlü eğrelti otlarıyla doludur. Cape Kolonisi’nde bunlara ‘’kloof’’ adı verilir.] K urbağalar vıraklamaya ve cırcır böcekleri ötmeye başladı. Tatarcıkların vızıldaması da işitiliyordu. Genç adam incir ağacının altında oturup düşmanlarının bulunduğu dağa bakıyordu ve sabah olduğunda onu öldürüp hayvanları alacaklarını farkındaydı.
Gece karanlığında bir yarasa kanat çırpmaktaydı. Hayvan iyice yaklaşmıştı. Genç adam başını kaldırıp baktığında bu kuşun ona yardım eden Peri olduğunu gördü. “Üzülme,” dedi kadın. “Görevin neredeyse tamamlanmak üzere. Dediklerimi yaparsan her şey yoluna girecek. Şimdi gidip beyaz bir öküz öldür ve derisini kesip on bin küçük kalkan hazırla. Ben de sana asker bulacağım.”
Bunun üzerine Kral’ın oğlu öküzü öldürüp derisini yüzdü ve tam on bin adet beyaz kalkan hazırladı.
Ardından Peri derenin kenarında yaşayan kurbağalara seslendi. O sırada tepe boyunca uzanan taşların altında oturan kurbağaların sesleri bütün vadide yankılanıyordu. “Kurbağalar!” diye bağırdı Peri, “Bu kalkanları elinize alıp Kral’ın oğlunun emrine uyacak mısınız?”
Kurbağalar, vadinin dört bir yanından haykırarak cevap verdiler: “Evet, uyacağız.”
Bunun üzerine Kral’ın oğlu kurbağaların her birine bir kalkan verdi ve gece boyunca ayışığında onlara tatbikat yaptırdı. “Hey!” dediğinde kurbağalar ayağa kalkıp haykırarak kalkanlarını uzatıyor, “Ho!” diye seslendiğinde ise yere kapanıp saklanıyorlardı.
Şafak vaktinden önce kurbağaları uzun bir sıra halinde dağ yamacına yerleştirdi. Böylece düşmanları ordusunu rahatça görebilecekti.
İlk düşman birliği görününce kurbağalar hep birlikte ayağa kalktı. Sonra kalkanlarını kaldırıp “Heey!” diye gürlemeye başladılar. Gürültüleri öyle etkili olmuştu ki düşmanları korku içinde geri çekilip Şef’in yanına döndü. “Derenin karşısında binlerce adamlık bir impi[8 - İmpi: Askeri alay.] var,” dediler. “Kimse onlara karşı duramaz.”
Bunun üzerine Şef daha büyük bir birlik gönderdi ama bunlar da aynı bahaneyle geri döndüler.
Sonra Şef bütün ordusunu toplayıp bizzat geldi fakat binlerce beyaz kalkanı görüp savaş naralarını işitince korkudan az daha kalbi duracaktı. “Hayatımızı kaybetmektense, sürüyü kaybetmeyi yeğlerim,” diyerek ordusuyla birlikte eve döndü.
Böylelikle Kral’ın oğlu kurtuldu. Kurbağalara teşekkür edip sürüsünü topladı ve babasının kraalına gitti. Kral onu büyük bir sevinçle karşılayıp onurlandırdı. Ayrıca bir prensesle evlendirdiği oğlunu diğer bütün oğullarının şefi ilan etti. Kral’ın oğlu her gece sihirli şarkısını söylemeye devam etti. Böylece sürüsüne bir daha hiçbir zarar gelmedi.
Mağarada Yaşayan Minik Kuşlar
Bir Zulu Çocuk Masalı
Evvel zaman içinde bir dağ eteğinde büyük bir mağara vardı. Burada yüzlerce minik kuş yaşardı. Anne ve baba kuşlarla birlikte bir sürü de yavru vardı. Bu kuşlar kendilerine ait el kadar bir kulübenin bulunduğu küçük kraallarda yaşıyordu. Günlerden bir gün anne kuşlar yemek bulmak için dışarı çıktı, yavrularına ise şöyle tembih ettiler: “Biz tarlaları çapalamaya gidiyoruz. Uslu uslu oturun, kulübeleri dağıtmayın.”
Anne kuşlar yiyeceklerini yetiştirdikleri ufacık tarlalarına bakmaya gittiler. Küçücük mısırlar ve şeker kamışları, fıstık büyüklüğünde balkabakları ve çim tohumu kadar yemişler vardı tarlalarda. Evde bıraktıkları yavru kuşlar pek usluydu. Kulübeleri güzelce temizleyip topladılar. Sonra yemek pişirilen deniz kabuklarını yıkayıp küçük yapraklara su doldurdular. Bütün bu işler tamamlanınca oturup anne babalarının gelmesini beklediler.
Onlar beklerken birden mağaranın kapısına bir karatavuk geldi. Uzun, sivrice bir gagası ve çok uzun pençeleri vardı. Başını içeri sokup önce bir yana, sonra diğer yana “Firr-r-r! Fir-r-r-r!” diye bağırdı yüksek bir sesle. Bunun üzerine bütün yavru kuşlar, bu davetsiz misafirin kim olduğunu görmek için başlarını küçük kulübelerinden çıkardı.
Karatavuk dedi ki: “Yavru kuşlar! Hemen dışarı çıkmanız gerek. Çünkü bu mağara benim!”
Yavru kuşlar bu sözlere çok kızmıştı. İçlerinde en cesuru doğruca karatavuğun üzerine uçup onu uzaklaştırmak istedi ancak karatavuk, yavru kuşun boynunu gagaladı. Zavallıcığın boynundan ince bir hat halinde kömür karası kanlar aktı ve oracıkta can verdi.
Ardından karatavuk diğer yavrulara saldırdı. Bir tanesinin bacağını kırdı, bir diğerinin gözlerini çıkardı ve üçüncü kuşunsa kanadını kopardı.Hepsini iyice korkutup dağıttıktan sonra oradan uçup gitti.
O akşam anne kuşlar eve döndüğünde mağara çok sessizdi. “Neler oluyor?” diye sordular şaşkınlık içinde. “Yavrularımızın cıvıltısı, kanat sesleri neden işitilmiyor? Kesinlikle kötü bir şey olmuş olmalı.”
Yavru kuşlardan birini ölü, diğer pek çok kuşu ise yaralı halde bulduklarında acıları tarifsizdi. “Kim yaptı bütün bunları size?” diye bağırdılar. Bunun üzerine yavru kuşlar başlarına gelenleri bir bir anlattı.
“Siyah tüylü, koca gagalı kötü bir kuş yaptı bunları. İşte, yine kapıya gelmiş!”
Anne kuşlar başlarını çevirip tek vücut halinde bu haydut kuşun üzerine uçtu. Ne var ki karatavuk “Fir-r-r-r! Fir-r-r!” diye bağırıp ellerinden kaçtı ve yükseklere doğru süzüldü.
Ertesi gün karatavuk bir kez daha geldi ve kuşların küçük tarlalarını dağıttı. Tek bir mısır tanesi veya şeker kamışı bile kalmadı. Anne kuşlar perişandı. O akşam mağarayı terk edip başka bir yerde daha güvenli bir ev bulmaya karar verdiler.
Birden tırnak kadar küçük bir kuş girdi mağaraya. “Cik, cik!” diye tatlı tatlı öttü. Sonra bir dişi tavuğun yanına doğru uçarak “Sen,” dedi, “karatavuğu öldüreceksin.”
Bütün kuşlar bir ağızdan bağırıp dişi kuşun yeterince güçlü olmadığını söyledi.
“Onu sen öldüreceksin,” dedi küçük kuş. “Karatavuğun başına doğru uçarak gözlerini çıkar. İşte o zaman kolayca işini bitireceksin onun.”
Küçük tavuk cesaretini toplayıp korkmayacağına söz verdi.
Ertesi sabah karatavuk tekrar göründü. Bu kez mağarayı ele geçireceğinden şüphesi yoktu. Başını kraalın kapısına koyup o kötü sesiyle bağırdı: “Fir-r-r! Fir-r-r!”
Küçük tavuk doğruca karatavuğun başına uçtu ve o daha neler olduğunu anlayamadan gözlerini yuvalarından çıkardı. Sonra anne ve baba kuşlar saldırdı karatavuğa. Birkaç dakika içinde kötü kuş ölmüştü.
Bu olayın ardından bütün aileler huzur ve mutluluk içinde yaşadı, bir daha onları kimse rahatsız etmedi.
Işık Saçan Prenses
Bir Msuto Masalı
Bir zamanlar uzak dağların arasında yemyeşil bir vadide çok güzel bir kraal kurulmuştu. Kraalın içindeki kulübe parlak yeşil renkliydi, çatısı çim ve sazlarla örtülüydü, güzelce cilalanmış kızıl topraktan zemini ise oldukça sağlamdı. Bütün tencereler kırmızı kilden olup özenle duvarlara yerleştirilmişti. Bunların hemen yanında süt ve kaymak dolu sukabakları vardı. Yerde yeşil renkli ince hasırlar seriliydi. Yalnız bir köşesi altın renkli dağ samanından örülmüş küçük bir hasırla kaplıydı. Kulübenin etrafı yüksekçe ve tertemiz bir yeşil çitle çevriliydi. Hakikaten her şey yerli yerindeydi. O civarda bu kadar düzenli ve temiz tutulan bir başka kraal daha yoktu.
Aslında şaşılacak bir şey değildi bu zira burası büyük bir şefin karısının eviydi. Kocası yıllar önce ölmüş ve kadıncağızı üç yaşındaki Maholia adlı kızlarıyla bir başına bırakmıştı. Kadın gençliğinde çok güzel bir kadındı. Küçük kızı da büyümüş ve tıpkı annesi gibi güzel ve sevimli olmuştu. Çok iyi yetiştirilen bu kız, güzel olduğu kadar iyi huylu ve uysaldı. Annesine gelince, bir daha hiç evlenmemişti. Zaten böyle bir şey hiç uygun düşmezdi çünkü o bir zamanlar kralın karısıydı. Kraliçe sadece çocuğu için yaşıyordu artık. Anne kız birbirlerini çok seviyorlardı. Ülkedeki bütün kızlar Maholia’ya imreniyordu. Kolyeleri, bilezikleri ve boynuna sardığı halka dahil üzerindeki her şey altın ayın rengindeydi. Büyüdükçe güzelliği ve cazibesi daha çok dikkat çekmeye başladı. Öyle hoş bir kız olmuştu ki ona bakanların gözleri kamaşıyordu. İşte bu yüzden Işık Saçan Prenses diye anılıyordu.
Zaman hızla geçiyordu. Artık yetişkinliğe erişen genç kıza nice soylular talip oluyordu. Günlerce süren yolculuklarla ulaşılan diğer ülkelerde tek bir şef oğlu yoktu ki Maholia’yla evlenmek istemesin. Fakat ne Prenses ne de annesi taliplerin herhangi birini kabul etti. Maholia’nın evlenmesi akıllarından dahi geçmiyordu.
Günlerden bir gün pek kudretli bir kralın yolladığı bir elçi kapılarına geldi. Kral, oğluyla evlendirmek için güzel bir kız arıyordu. Bu amaçla görevlendirdiği danışmanları uzak yakın nice diyarı gezmiş ve hükümdarlarının kraalına onlarca genç kız getirmişti. Gelgelelim, Kral bu kızların hiçbirini oğluna münasip bulmamıştı. Bu yüzden arayışın sürdürülmesini emrederek baş indunası[9 - Induna: Bir şefin emrindeki yönetici veya lider.] ve yanına verdiği hizmetçileri görkemli bir törenle uzak diyarlara yollamıştı. Görevleri, güzelliğiyle ün salmış prensesleri bulmaktı. Aylarca süren yolculuğun ardından induna, Işık Saçan Prenses’ten söz edildiğini işitti. Onu ziyaret etmeye karar verdi ancak bir kez daha hayal kırıklığına uğramaktan da çok korkuyordu. Fakat yeşil kraalı gördüğünde umudu arttı. Prenses onu hemen kapıda karşıladı. Genç kız, parlak güneşin altında tepeden tırnağa ışık saçıyordu. Boynunda kızıl ve altın rengi bakırdan kalın halkalar vardı. Güzel kollarını ise bileğinden dirseğine kadar bakır ve tunç bileziklerle süslemişti. Bacakları da, ince ayak bileklerinden dizlerine kadar aynı takılarla donatılmıştı. Belini saran altın boncuklu kemer arkada kalınca bir ip halinde burulmuştu, öndeki kısmı ise uzun ve ışıl ışıl bir püskül şeklinde kısa deri önlüğünün üzerine sarkıyordu. Önlüğü, altın ve bakır boncuklarla kareler halinde işlenmişti. Güzel omuzlarını yine altından dairelerle işlenmiş ve geniş kenarı ışıltılı boncuklarla çevrelenmiş bir şal örtüyordu. Enfiye kutusu olarak kullandığı sukabağı bile altın renkliydi ve çakal derisiyle kaplıydı. Genç kızın her hareketi zarafet doluydu. Gülen yüzü ve ışıl ışıl gözleri, kalbinin güzelliğini gösteriyordu.
Induna, tıpkı geceleri göklerde yükselen ay gibi ışıldayan altınlara bürünmüş bu güzel kızı görünce “İşte aylardır aradığım prenses!” dedi. “Yüce Kralımızın oğlu, işte bu kızla evlenecek!”
Induna hemen Maholia’nın annesiyle görüşmeyi talep etti. Sonra Kral’ın oğlu adına genç kızı annesinden istedi. Günlerce meseleyi tartıştılar. Kraliçe biricik evladından ayrılmak istemiyordu. Fakat induna efendisinin kudreti ve zenginliğinden, damadın cesaret ve bilgeliğinden öyle güzel bir dille söz etti ki nihayet Kraliçe kızını vermeyi kabul etti. Bunun üzerine elçi kendi ülkesine geri dönüp büyük bir neşeyle Kral’ın yanına gitti. Işık Saçan Prenses’in güzelliğini ve iyiliğini uzun uzun anlattı. Kral, şefine dinlenmesini söyledi. Bu sırada kendisi ise Kraliçe’ye düğün armağanı olarak gönderilecek büyükbaş hayvanların toplanmasıyla ilgilenecekti. Tam yüz tane semiz hayvan seçildi, sürünün başında ise bir peri öküz yürümekteydi. Kral’ın gurur kaynağı olan bu muhteşem hayvan, Işık Saçan Prenses gibi güzel bir kız için verilebilecek yegâne armağan olarak görülmüştü. İki uzun beyaz boynuzu dışında bütün vücudu kömür karasıydı. Omuzlarının arasında ise hiç sönmeyen bir ateş yanıyordu. Bu ateş, geceleri hayvanın yolunu aydınlatıp ona sihirli güçler veriyordu.
Bütün hazırlıklar tamamlanınca düğün alayı gelini almak ve armağanları kızın annesine teslim etmek için yola çıktı. Kraliçe, hediye edilen sürüyü görünce çok sevinmiş, bilhassa da peri öküzü pek beğenmişti.
“Kızım, bu öküzü yanına al,” dedi kızına. “Bu sana hediyemdir. Yolun uzun, bu hayvana binebildiğin için minnettar olacaksın.”
Ardından Kral’ın adamlarına döndü: “Kızımı yalnız bırakmayın. Başına kötü bir şey gelmesinden çok korkuyorum. Eğer onu tek başına bırakacak olursanız, hemen anlarım; zira evdeyken oturduğu köşe un gibi ufalanıp yıkılacaktır.”
Düğün alayındakiler Maholia’yı özenle koruyacaklarına, bir an bile gözlerini ondan ayırmayacaklarına samimiyetle söz verdiler. Prenses ve annesi acı acı ağlayarak vedalaştı. Ardından güzel Prenses ve emrindeki hizmetçi kızlar Kral’ın adamlarıyla beraber yola çıktı.
İki gün her şey yolunda gitti. Fakat üçüncü gün büyüklü küçüklü yüzlerce geyik çıktı karşılarına. Bunların arkasından kalabalık fil ve zürafa sürüleri belirdi. Bütün arazi av hayvanlarıyla dolmuştu. Kral’ın adamları bu manzara karşısında daha fazla dayanamayıp avlanmaya başladılar. Ömürlerinde böyle bolluk görmemişlerdi. Sonunda kızlar bile avcılara katıldı. Çok geçmeden herkes hayvanların peşindeydi. Tek başına kalan Işık Saçan Prenses, tümsek şeklindeki bir karınca yuvasının üzerinde oturmaktaydı. Yanında sadece peri öküz vardı. Tam o sırada, annesi kulübesinde oturmuş uzaklardaki kızı için endişelenirken, altın kilimin serili olduğu köşe baştan aşağı yıkılıverdi.
Bu arada düğün alayı neşeyle avlanmaktaydı. Onlar ilerledikçe daha güzel hayvanlar çıkıyordu karşılarına. Sonunda güzel Prenses tamamen akıllarından çıkmıştı. Av günlerce sürdü. Zavallı gelin oracıkta bir başına oturmaya devam etti, ta ki bir grup yamyam tarafından fark edilene kadar. Yamyamlar hemen kızı yakalayıp götürdüler. Peri öküzü götürmek için de çok çabaladılar ancak hayvan bir anda havaya sıçrayıp düşmanların arasından kurtuldu ve adeta uçarak Prenses’in annesine koşturdu.
Zavallı Kraliçe, öküzü kraal kapısında karşıladı. Kızının başına kötü bir şey geldiğini anladı. Kraliçe, önünde diz çökmüş anlattıklarını dinlerken sihirli öküz hiç kıpırdamadan duruyordu.
“Peki ama kızım şimdi nerede?” diye haykırdı Kraliçe, “Nereye götürdüler onu?”
“Bütün bildiklerim bu kadar,” dedi öküz. “Yamyamlar onu alıp götürdü. Ben de var gücümle sizin yanınıza koştum. Ama üzülmeyin, her şey yoluna girecek.”
Bu arada Kral ile oğlu müstakbel gelinin gelmesini bekliyordu. Haftalar ve aylar geçtiği halde düğün alayı ortalıkta görünmeyince korkuya kapıldılar. Büyük bir felaket yaşanmış olduğunu düşünmeye başladılar. Sonra adamları birer birer görünmeye başladı. Olanları büyük bir utançla anlattılar. Prenses’i yalnız bırakıp avlanmaya gitmişler ve kızı unutmuşlardı. Geri döndüklerinde her yeri arasalar da onu bulamamışlardı. Bunu duyan Kral hepsini idam ettirdi. Ardından bütün şeflerini toplayıp ona tavsiye vermelerini istedi. Sonunda şu karara vardılar: Damat, seçkin adamlarıyla birlikte bizzat yola çıkmalı ve gelini annesinin evinde aramalıydı.
Kraliçe onları büyük bir sevinçle karşıladı fakat kızından hiç haberleri olmadığını görünce tarifsiz bir acıya kapıldı. Sonra onlara peri öküzün nasıl geri döndüğünü ve kızının başına gelenleri anlattı.
“İçiniz rahat olsun,” dedi Prens. “Peri öküzü yanıma alacağım ve kızınızı bulmadan geri dönmeyeceğim.”
Bu sözlerin ardından Prens öküzü alıp yolculuğuna başladı. Haftalarca ve aylarca yol aldığı halde Prenses’in izini bulamadı. Günlerden bir gün parlak sarı meyvelerle kaplı bir marula ağacına[10 - Meyvelerinde alkol bulunan bir ağaç. (ç.n.)] geldi.
“Bunun şırası güzel olur,” dedi Prens. “Biraz meyvelerinden yiyeyim.”
Birkaç meyve yemişti ki ağaçtan tok bir ses geldi: “Ne istiyorsun?”
“Işık Saçan Prenses’i arıyordum,” dedi Prens. “Doğru yolda mıyım?”
“Büyük incir ağacına kadar devam et,” dedi marula ağacı.
Prens, bir ırmağın kenarında kırmızı incirlerle dolu ulu ağaca varana dek otlarla kaplı arazide ilerledi. Ağacın kökleri dahi meyvelerle kaplıydı. Yaprakları öyle sıktı ki güneş ışığı içlerinden geçemiyordu.
“Işık Saçan Prenses’i arıyorum. Doğru yolda mıyım?” diye sordu Prens.
“Büyük bir nehre varana kadar devam et,” dedi incir ağacı. “Nehrin ardında büyük bir orman vardır, işte Prenses’i o ormanda bulacaksın.”
Prens neşeyle yola devam etti ve dere boyunca ilerledi. Ertesi gün derin bir ırmağın karşısında buldu kendini. Ne var ki son hızla akan nehrin genişliğini gören genç adamın karşıya geçebileceğine inancı yoktu.
“Benim sırtıma bin,” dedi peri öküz. “Ben seni karşıya geçiririm.”
Prens, hayvanın dediğini yaptı. Sihirli öküz suya dalıp karşı kıyıya yüzdü. Sonra rüzgâr hızıyla koşarak kocaman bir ovayı aştı. Uzaklarda ormanı gördüler ve oraya doğru yol aldılar. Her saat orman daha da büyüyordu. Nihayet ormanın kenarına ulaştılar. Prens, o güne kadar hiç bu denli uzun ve kalın gövdeli ağaçlar görmemişti. Genç adam ne kadar etrafına bakınsa da bir patika bulamadı. Ağaçlar başının üzerinde birleştiğinden içeri ancak loş bir ışık sızıyordu. Her yanda uzun eğreltiotları bitmişti. Prens, arada sırada kenarları baldırıkara otlarıyla kaplı küçük çayların yanından geçiyordu. Ağaçsız bir alan bulma ümidiyle işte böylece hiç güneş görmeden saatlerce dolaştı. Nihayet biraz uzakta güneş altında parlayan bir gölet gördü. Ağaçların arasından sızan titrek ışığın rehberliğinde suya doğru ilerledi. Yaklaştığında göletin kamışlarla çevrili olduğunu gördü. Tam ortada uzunca bir kamış titriyordu. Suyun ışıltısı giderek büyüyor ve altın rengini alıyordu. Sonunda sık çalılıkların hepsini aşan Prens, bunun bir gölet olmadığını anladı. Işık Saçan Prenses, uzun çimlerin oluşturduğu bir dairenin ortasında oturmaktaydı.
Prens, genç kızı neşeyle selamladı. Böylesi bir güzellikle karşılaşmayı hiç beklemiyordu. Maholia’ya gelince, gelen delikanlının nişanlısı olduğunu hemen anlamıştı zira başka hiç kimse böyle yetenekli ve cesur olamazdı. Üstelik, peri öküz de oradaydı. Hayvanın iki omzu arasındaki ışık coşkuyla yanıyordu.
Eğreltiotlarının arasında saatlerce oturup başlarından geçenleri birbirlerine anlattılar. Kızın anlattığına göre yamyamlar Maholia’yı büyük ormanın kenarına götürmüştü zira o tarafta yer alan krallarının ülkesine doğru gidiyorlardı. Karanlık bir gecede, genç kız ellerinden kaçmayı başarmıştı. İşte o günden beri büyük çalılığın ortasında saklanarak hayatta kalmıştı. Prenses yaşadıklarını anlattıktan sonra kendi macerasını anlatma sırası Prens’e geldi. Ardından genç kıza çok güzel olduğunu ve onun için her tehlikeye atılmaya değeceğini söyledi. Bu sözler, Prenses’in tekrar tekrar işitmek istediği şeylerdi.
Doğrusu, Prenses bir anda annesini hatırlayıp “Benim için nasıl da üzülmüştür,” diye düşünmeseydi, ormandan ayrılmak akıllarına dahi gelmeyecekti.
“Peki ama seni eve nasıl götüreceğim?” diye sordu Prens. “Seni saklamam imkânsız. Öte yandan, seni yanımda görenler kıskançlığa kapılıp elimden almaya kalkışacaktır.”
“Ben size yardım edebilirim,” dedi sihirli öküz, burnunu şefkatle genç kıza sürterek. “Prenses’i çirkin ve ihtiyar bir adama dönüştüreceğim. Böylece onu kimse tanıyamayacak. Sonra rüzgâr gibi uçup ayrılacağız buradan.”
Prenses bir anda ufak tefek, ihtiyar bir adama dönüştü. Prens ile birlikte peri öküzün sırtına binip yedi gün boyunca ormanın, nehrin ve dağların üzerinden uçtular, ta ki Prenses’in annesinin yaşadığı evin kapısına varana kadar.
Nihayet tehlikeden kurtulmuşlardı. Işık Saçan Prenses ve cesur Prens evlenip kendi krallıklarında yaşamaya başladılar. Yıllarca huzur ve mutluluk içinde hüküm sürdüler. Peri öküze gelince, ömrünün sonuna dek onların sadık hizmetkârı ve akıl hocası olarak yaşadı.
Tavşan Prens
Bir Şangani Masalı
Çok uzun yıllar önce çok sıkı dost olan bir Tavşan ile Duiker[11 - Duiker: Afrika’nın güneyinde yaygın bir antilop türü. (ç.n.)] yaşardı. Tavşan, diğer tüm hayvanlardan daha zeki ve kurnazdı. Oysa Duiker insanları pek seven masum bir antilop yavrusuydu. Bu yüzden kraaldan çok uzaklaşmazdı.
Günlerden bir gün Tavşan, Duiker’e dedi ki: “Şu ötedeki kraalda yaşayan insanlar gibi biz de kendi arazimizi çevirip darı ve sukabağı yetiştirsek olmaz mı? Toprağın verimli olduğu bir yer biliyorum.”
Duiker bunu hemen kabul etti. Böylece iki arkadaş bir toprak parçası seçtiler. Sonra toprağı çapalayıp darı, sukabağı ve fıstık ektiler. Komşu kraaldaki şefin eşlerinin böyle yaptığını görmüşlerdi. Duiker daha büyük olan toprak parçasını almıştı, ektiği darılar fevkalade uzun ve güzeldi. Sonbahar yaklaşınca Tavşan her gün eline bir çuval alıp darı ve fıstık toplamaya gidiyordu. Ne var ki kendi tarlasından toplamıyordu bu ürünleri. Bu sayede tarlası hiç bozulmadan kalmıştı. Günlerden bir gün Duiker tarlasına bakmaya gitmiş ve ekinlerinin toplanmış olduğunu gördü. Hemen Tavşan’dan şüphelenerek onu hırsızlıkla suçladı.
Bu suçlama karşısında çok öfkelenen Tavşan her şeyi inkâr etti: “Senin tarlana elimi bile sürmedim. Kralların Kralı bunu yapmış olmalı. Ne var ki hırsızı asla yakalayamayacaksın.”
“Madem öyle, yediğin darıları nereden buldun söyle bakalım. Senin tarlandan değil o darılar!”
“Ne diye bir kraalın yakınında yaşıyoruz sanıyorsun?” dedi Tavşan neşeyle. “Ben şefin darılarından yiyorum.”
Bu duydukları Duiker’in aklını iyice karıştırmıştı. Özellikle de sadece bir gün sonra ekinleri bir kez daha çalınınca iyice şaşkına döndü.
“Böyle giderse yakında yiyecek hiçbir şeyim kalmayacak,” dedi Tavşan’a. “Ne yapabilirim sence?”
“İyisi mi bir tuzak kuralım,” dedi Tavşan. “Belki bu sayede hırsızı yakalamayı başarırız.”
Tavşan, bir atın kuyruğundan birkaç kıl koparıp bunlara ilmek atarak uzunca bir ip yaptı. Ardından bu ipi yere koyup küçük sopalarla sabitledi ve kimseler farkına varmasın diye üzerine toprak serpti. Bunun üzerine de darı serpti. Böylece darıları yemek isteyecek olan kuşlar ayaklarını düğümlere sürtüp ipe takılacak, kaçmaya çalıştıkça ip daha da sıkı hale gelecekti.
Ertesi sabah Tavşan ile Duiker birlikte tuzağı incelemek üzere darı ekili olan toprağa gitti. İnce siyah iplere çok güzel bir kuşun yakalanmış olduğunu görünce pek sevindiler. Kuş, uzun kanatlarını çaresizce çırpmaktaydı. Tavşan düğümleri dişleriyle tuttu, bu sırada Duiker de kuşu yakaladı. Ne var ki bu küçük hayvan pek hızlıydı. Düğümlerin çözüldüğünü fark eder etmez, kanatlarını var gücüyle çırparak Duiker’in elinden kurtuldu ve bulutlara doğru süzüldü.
“Aldırma,” dedi Tavşan. “Bu gece tuzağı tekrar kurarız.”
Ertesi gün aynı güzel kuşun bir kez daha ipe takılmış olduğunu gördüler. Ama bu defa yalnız değildi. Onun kadar güzel bir sürü kuş vardı yanında. Havada daireler çizip uçuşan kuşlar, suçluyu yakalayıp düğümleri çözmeye çalışan Tavşan ile Duiker’i izliyordu. Bu defa daha dikkatli davrandıkları için avlarının kaçma şansı kalmamıştı. Çok güzel bir kuştu bu ama en dikkat çekici özelliği sadece bir kanadında bulunan upuzun bir tüydü. Kurnaz Tavşan, bu tüyün kuşa güç verdiğini hemen tahmin etmişti. Tüyü çekip kopardı ama çok şaşırtıcı bir şey oldu: Kuş bir anda ortadan kayboldu. Onun yerinde şimdi güzel bir prenses vardı. Tavşan hemen sihirli tüyü saklayıp Prenses’ten kulübede kalmasını rica etti. Ona çok iyi bakacak ve her gün yemek getirecekti.
Böylece Prenses kulübede kaldı. Zaten sihirli tüyünü yitirdiği için bulutlardaki evine geri dönmesi imkânsızdı. Kuşlar her gün kulübenin kapısına gelip ne zaman eve döneceğini soruyordu güzel kıza.
“Sabırlı olun,” diye cevap veriyordu Prenses. “Tam zamanında eve döneceğim.”
“Uzun tüyün nerede?” diye soruyordu kuşlar. “Kayıp mı ettin onu?”
“Uzun tüyüm güvende,” diyordu Prenses. “Tavşan onu sakladı.”
İşte Prenses günlerce böyle yaşadı. Tavşan’ı gördükçe onun bilgeliğine ve kurnazlığına hayran kalıyordu. “Bir tavşan olması ne yazık!” diye geçirdi içinden. “Babamın yönettiği diyarlarda onun eline su dökebilecek tek bir şef çıkmaz!”
Prenses aslında bir periydi ve sihirli güçleri vardı. İşte bu yüzden, Tavşan’ı bir insana dönüştürmeye karar verdi.
Günlerden bir gün Prenses ve Tavşan yalnız kalmıştı. Tavşan sordu: “Sihirli tüyünü kim aldı, biliyor musun?”
“Evet, biliyorum,” dedi Prenses. “Sen aldın.”
“Çok haklısın,” dedi Tavşan. “Peki, tüyü nereye sakladığımdan haberin var mı?”
“Hayır,” diye cevap verdi Prenses. “Fakat sayende sihirli tüyümün güvende olduğundan eminim. Lütfen onu saklamaya devam et, yalnız bir kez görmeme izin ver.”
Prenses öyle güzeldi ki Tavşan, onun bu isteği karşısında daha fazla direnemedi. Hemen gidip tüyü getirdi. Prenses tüyü eline aldı fakat onu kullanarak kaçmayı denemedi. Gülmekle yetinip tüyü Tavşan’a fırlattı.
Tavşan bir anda yakışıklı bir prense dönüşüverdi. Prenses buna öyle sevinmişti ki! Tavşan Prens, bu durumun gelecekteki hayatında büyük bir değişimi beraberinde getireceğini anlamıştı. Artık eşit olduklarına göre Prenses’i elde etmeye çalışabilirdi. Gelgelelim, ona hediye edebileceği toprağı yoktu. Sonra Duiker’in güzel tarlası geldi aklına. “Artık bir insanım,” dedi Tavşan. “Duiker’i öldürüp tarlasını Prenses’e veririm.”
Pusu kurup bekledi ve küçük antilopu öldürüp kulübeye getirdi. O akşam yemeğinde bu eti yediler. Bu sırada Tavşan Prens, Prenses’e sordu: “Benimle evlenir misin?”
Prenses, “Evet, elbette evlenirim,” dedi ve ekledi: “Ama bunu kimselere söylemeyelim. Her gün memleketimden gelen kuşlar bu haberi işitmemeli zira annemle babam yeryüzündeki bir faniyle evlenmeme asla izin vermez.”
Bu arada kuşlar Prenses’i beklemekten usanmıştı. Kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Bütün bunlar Tavşan Prens’in suçu. Onu öldürmeliyiz. Aksi halde Prenses bir daha evine dönemeyecek.”
Sonra ülkenin en bilge büyücüleri kabul edilen ve çok yakında yaşayan Fare ile Ağaçkakan’a danıştılar. Fare ve Ağaçkakan, Prens’in yemeğine konulabilecek güvenli bir zehirden bahsetti. Fakat Prenses kendi tebasını pek iyi tanıdığından Prens’i tam vaktinde ikaz etmeyi başardı.
Prens hiçbir şey yemedi. Böylelikle ölüm tehlikesinden kurtuldu. Bu süre zarfında Fare ile Ağaçkakan, genç Prens’e öyle ısınmıştı ki artık ona bir kötülük yapmayı redderek evlerini onun kulübesine yakın bir yere kurdular. Böylece genç adamı her gün görebileceklerdi.
Fakat artık Prenses kendi ülkesine dönmek istiyordu, evini ve ailesini çok özlemişti. Prens’e şöyle dedi: “Annemle babamı görmek ister misin?”
“Çok isterim,” diye cevap verdi Prens. “Nerede yaşıyorlar?”
“Gökyüzünde yaşıyorlar,” dedi Prenses. “Haydi git de sihirli tüyümü bana getir.”
Tavşan Prens tüyü bir kez daha sakladığı yerden çıkarıp Prenses’e verdi. Genç kadın, sihirli tüyü yere koydu. Bir anda tüy uzamaya başladı, ta ki bulutlara ulaşana dek uzamaya devam etti.
Sonra tırmanmaya başladılar. Önce Prens ile Prenses çıktı tüyün üzerine. Ardından Fare ile Ağaçkakan onları izledi. Prens’i tehlikelerden korumak için onlarla gelmek istediklerini söylemişlerdi. Bulutların tepesine çıkana kadar tırmandılar. Devasa bir mağaranın ağzında buldular kendilerini. Fakat burası büyük taşlarla kapalıydı. Prenses çaresizlik içinde haykırdı: “Bu kayaları nasıl kaldıracağız?”
“Benim kemirip içini oyamayacağım hiçbir şey yoktur,” dedi Fare. “Birkaç dakika denememe izin verin.”
“Bulutların tepesine çıkana kadar tırmandılar.”
Ağacın bir köşesini var gücüyle kemirmeye başladı ama pes etmek zorunda kaldı çünkü taşta küçücük bir delik dahi açmayı başaramamıştı.
Bunun üzerine Ağaçkakan ileri atıldı. “Bir de ben deneyeyim,” dedi. “Ben küçük yuvamı ağaçlara yaparım. Gagamın giremeyeceği bir gedik görmedim henüz.”
Bu sözlerin ardından Ağaçkakan büyük taşın kenarına dikkatle vurmaya başladı. Sonra birden şöyle bağırdı: “İşte şimdi oldu!”
Taşın bir kenarında parmak kadar bir fırdöndü bulmuştu. Bunu çekince taş geriye yuvarlandı ve mağaranın ağzı açıldı.
Prens tam Prenses’le birlikte içeri girmek üzereyken kocaman bir canavar çıktı karşılarına. Başında iki boynuz vardı. Her bir boynuza ise bir insan kafası saplanmıştı. Vücudu baştan aşağı gözlerle kaplıydı ve yeşil ışıklar saçan bu gözlerinin her birini Prens’e çevirmişti. Ama Prenses’in uzun tüyünü bir kez daha çekip canavarın yüzüne batırması yetti. Canavar bir anda toz olup uçuverdi!
“Artık güvenle ilerleyebiliriz,” dedi Prenses. İçeri girip mağaranın diğer ağzına kadar yürüdüler. Şimdi tıpkı bizimkine benzeyen bir başka dünya vardı karşılarında. Yemyeşil büyük vadilerde çağlayarak akan ırmaklar görülüyordu. Bunların önünde ise özenle yapılmış saz kulübelerin oluşturduğu büyük bir kraal bulunuyordu. İşte burası Prenses’in ülkesiydi. Genç kız büyük bir neşeyle evine doğru koştu. Annesiyle babası insan şeklinde gelip kızlarına sarıldı. Sonra Prenses’in kadın erkek bütün dostları neşe içinde yanına koşturup onu karşıladı. O âna dek Prens bütün bu kişileri birer kuş olarak görmüştü.
“Yanındaki bu adam da kim? Onu nereden buldun?” diye sordu Prenses’in babası, karşılama töreni sona erince.
“Onu aşağıdaki dünyadan çaldım,” diye cevap verdi Prenses neşeyle gülerek.
Babası kaşlarını çatmıştı. Yeryüzü sakinleriyle hiç işi olmazdı. Onlarla herhangi bir ilişki kurma düşüncesi onu çok kızdırmıştı. Prenses, Tavşan Prens’i kendisine eş olarak seçtiğini açıkladığında hem anne babası hem de arkadaşları çok bozuldu. İki gencin evlenmesine kesin bir dille karşı çıktılar. Prenses, sevgilisi adına çok dil döküp yalvardı. Genç adamın hünerlerinden söz ederek hiçbir kızın böyle zeki ve asil bir kocası olmadığını anlattı. Fakat yaşlı Şef, bulutlar diyarından bir kızın yeryüzünden bir erkekle evlenmesinin görülmüş şey olmadığını söyleyerek konuyu kapattı. Prens kendi ülkesine dönmeliydi.
Gelgelelim, Prenses genç adama sıkı sıkıya tutunup onu göndermeyi reddetti. Bunun üzerine Prenses’in ailesi ve arkadaşları, Tavşan Prens’in öldürülmesine karar verdi. Prenses’in eve dönüşünü kutlamak üzere büyük bir ziyafet düzenlediler. Fare yemek tencerelerinin dibinden ayrılmıyor, bütün gün etrafta dolanıp leziz yemekleri didik didik ediyordu. Kimsecikler onu görmese de Fare’nin ufak siyah gözlerinden hiçbir şey kaçmıyordu. Ziyafet sabahı misafirler için sofranın hazırlanmış olduğunu gördü. Prens’e ayrılan yemekler iki küçük siyah tencereye konmuş ve yeşil yapraklarla süslenmişti. Kimsenin yemeklere bakmadığı sırada tuhaf giyimli bir kadın belirdi. Şüphesiz bir cadıydı bu. Prens’in yemeklerine garip bir toz serpti fakat diğer tencerelere hiç dokunmadı.
Tam ziyafet başlayacakken Fare, Prens’in sırtına çıkıp kulağına fısıldadı: “Senin için hazırladıkları şeylerden sakın yeme. Sadece biradan içebilirsin, güvenle tüketebileceğin tek şey o.”
Prens bu ikaza kulak vererek ilk tehlikeden kaçmayı başardı. Fakat başarısız olan bulutlar diyarı halkı en maharetli büyücülerini toplayıp yeni bir plan yaptı. “Bir dolu fırtınası çıkaracağız,” dedi büyücüler. “Prens’i yarın ovaya çıkarın. Canlı olarak geri dönemeyecek.”
Ertesi sabah Gökyüzü Kralı, Tavşan Prens’i büyük bir ovanın ötesindeki bir başka kraala gönderdi. Üç saat kadar yolculuk ettikten sonra ufukta büyük bulutlar belirmeye başladı fakat Prens’in etrafta sığınabileceği hiçbir yer yoktu. Koyu mavi ve kara renkli bulutlar gitgide genişliyordu. Sonunda güneş gözden kaybolmuştu. Derken uzaklardan durmak bilmeyen bir gök gürültüsü işitildi. Bir an dahi ara vermeyen bu ses giderek yaklaşmaktaydı. “Bu gökgürültüsü değil,” dedi Prens. “Dolu yağacak. Ama etrafta sığınabileceğim hiçbir yer yok. Prenses’in yüzünü bir daha göremeyeceğim!”
“Korkma,” dedi bir ses kulağına yaklaşarak. Genç adam başını çevirince Ağaçkakan’ı gördü. “Yere uzan. Ben başını koruyacağım zira ben de bir büyücüyüm.”
Prens yere uzandı. Küçük Ağaçkakan kanatlarını açıp genç adamın üzerinde uçmaya başladı. Sanki bir silahtan fırlatılmış gibi kocaman bir dolu tanesi düştü yere. Ardından bir dolu tanesi daha geldi. Derken, ördek yumurtası büyüklüğünde, sivri uçlu ve buz gibi soğuk yüzlerce ve binlerce dolu tanesi şiddetli bir sağanak halinde ve korkunç bir gürültüyle sarp kayalıkların üzerini kapladı. Daha önce kimse bulutlar diyarında böylesi şiddetli bir fırtınaya şahit olmamıştı.
Prens’in sağ salim geri döndüğünü, üstelik keyfinin de pek yerinde olduğunu gören düşmanları şaşkına dönmüş ve eskisinden de çok öfkelenmişlerdi. Ama kararlarından dönmediler. Gölgeli bir ağacın altında bütün kabile şefleri ile büyücülerin katıldığı büyük bir indaba[12 - Indaba: Bir toplantı veya konsey.] düzenlediler. Kral’ın önderliğinde günlerce sürecek bir ava çıkılmasına karar verildi. Kraaldan uzak kalacakları bu süre zarfında Prens, bir assegai ile öldürülecekti. Ancak bu olaya kaza süsü verilecekti çünkü Prenses’in, kocasının cinayete kurban gittiğini düşünmesini istemiyorlardı. Bu defa planlarının işe yarayacağını düşünüyorlardı çünkü av heyecanı sırasında ellerine pek çok fırsat geçecekti. Fakat gölgesinde toplandıkları ağacın dallarına tüneyen Ağaçkakan her şeyi işitmişti. Bu bilge kuş, büyük bir büyücüydü. Hain planı öğrenir öğrenmez bulutlar diyarının baş büyücüsünün boş kulübesine giderek burada koruyucu bir muska hazırladı. Yılanların en öldürücüsü mamba ile yılanların en büyüğü pitonun yağından aldı, sonra kaplanın akciğerlerini saran deriden biraz kopardı. Bütün bunları karıştırıp piton derisinden yapılmış ve saklaması kolay üç küçük torbaya koydu. Sonra torbaları ağzına alıp doğruca Tavşan Prens’in yanına koşturdu.
“Bunları al ve sakın üstünden ayırma,” dedi Ağaçkakan. “Hayatını tehdit eden yeni tehlikeler var.”
Prens kuşun sözüne uydu ve ava katılmak üzere neşeyle yola çıktı. Günlerce kraaldan uzakta kaldılar ve her gün yeni bir şef genç adamı öldürmeye çalıştı. Ancak fırlattıkları assegailerin hedefi tutturamadan yere düşüveriyordu. Ağaçkakan’ın hazırladığı muska sayesinde Prens bütün bu saldırılardan korunmuştu.
Sağ salim eve döndü ancak o akşam Prenses’e daha fazla direnmenin bir faydası olmadığını söyledi. Bulutlar diyarının halkı onu öldürmeden rahat etmeyecekti.
Prenses bu sözleri büyük bir üzüntüyle dinledikten sonra şöyle dedi: “Çok haklısın. Zamanla senin ne kadar zeki ve cesur olduğunu görürler diye ümit etmiştim ama bu işe yaramayacak. Bu gece hızlıca yeryüzüne inip talihimizi orada arayalım. Ben merdiveni hazırlayacağım, sen de Fare ile Ağaçkakan’ı çağır.”
Prenses sihirli tüyü çekti ve ucu yeryüzüne bakacak şekilde tuttu. Tüy hemen uzamaya başladı. Birkaç dakika içinde tüyün ucu Tavşan Prens’in kulübesinin yakınlarına ulaşmıştı. Sonra dört arkadaş aşağı indiler. Böylece bulutlar diyarını sonsuza dek terk ettiler.
Ertesi sabah bir toplantı yaptılar. ‘‘Bize hizmet edecek insanlar bulmalıyız,” dedi Prens. “Prenses için büyük bir krallık ve büyükbaş hayvanlar istiyorum. Karım bu kulübede bir başına yaşayamaz.”
“Sana verdiğim o üç küçük torba sayesinde bütün istediklerin gerçekleşecek,” dedi Ağaçkakan. “Tek yapman gereken dilek dilemek. İstediğin her şeye anında ulaşacaksın.”
“Öyleyse,” dedi Prens, “güzel kulübelerim olsun; Prenses’e hizmet etmekten asla yorulmayacak çalışkan hizmetçiler ve ona tavsiyede bulunup yol gösterecek bir de bilge kadın olsun.”
Bir anda hayal edemeyeceğiniz kadar güzel kulübeler belirdi dört yanda. Üstelik, ihtiyaç duyabilecekleri her şey vardı bu kulübelerde. Otuz güçlü kuvvetli ve iyi huylu hizmetçi kız emirlerini bekliyordu. Ayrıca bilge bir kadının bilmesi gereken her şeyi bilen sevimli bir Kraliçe vardı aralarında. Bu yaşlı kadıncağız dünyanın en iyi kalpli insanıydı.
Böylece Tavşan Prens karısının güvende olacağından ve ona çok iyi bakılacağından emin oldu. Prenses’i Ağaçkakan’a emanet ederek Fare ile birlikte asker ve büyükbaş hayvan bulmak üzere yola çıktı.
Elleri boş dönmeyeceklerdi. Kısa bir süre yol aldıktan sonra binlerce savaşçısı ve büyükbaş hayvanı olan şanlı bir kralın ününü işittiler. Ağaçkakan’ın vermiş olduğu küçük torbalar sayesinde Prens bu büyük kralı alt ederek onun bütün ordusunu ve hayvanlarını Prenses’e götürdü.
Sonra büyük bir krallık kurdu. İki sadık dostunu ödüllendirmek için Fare’yi bir prens ve Ağaçkakan’ı ise bir prenses yaptı. Fare’ye askerler verip yeni ülkeler fethetmesi için uzaklara yolladı. Korkarım, Fare’nin maceralarını hatırlayamıyorum. Tek bildiğim büyük bir şef olduğu ve hâlâ karısıyla beraber Tavşan Prens’e sadakatle hizmet ettiğidir.
Tuhaf Anne
Bir Swazi Masalı
Uzun yıllar önce bir gelin ve bir damat yaşardı. Güney Afrika halkının geleneklerine göre yeni evli bir çift ilk senelerini damadın annesiyle geçirirdi zira gelin kendi evinden sorumlu olmadan önce tamamlanması gereken ritüeller vardı.
Bu nedenle gelinle damat, yaşlı annenin kulübesinin hemen yakınındaki küçük bir kulübede yaşıyordu. Her gün tarlalarını çapalamaya gidiyorlardı. Burada darı, şeker kamışı, kabak ve sukabağı yetiştiriyorlardı. Sukabakları yeşilken pek lezzetli olur, olgunlaşıp kabuğu sertleşen sukabaklarından ise su kapları ve taslar yapılır. Damadın annesi tarlanın kendine ait kısmında çalışırken, genç çift de onlara ayrılmış toprağı ekiyordu.
Genç kadın her sabah kocası için güzel yemekler hazırlar ve tarladan dönünce yemesi için evde bırakırdı. Kahverengi kil tencerelere konmuş bu yemekler genellikle şekerkamışı suyuyla tatlandırılmış yeşil mısır lapası, taze sukabağı ve ıspanak olurdu. Yanında da büyük bir sukabağına konmuş soğuk bira. İşte yine böyle bir gündü. Genç kadın bütün gün çalıştığından eve yorgun ve aç dönen kocası için akşama kadar bütün bunları hazır etmişti. Ne var ki damadın ihtiyar annesi bu güzel yemekleri görünce canı çekti. Bu yüzden genç çift tarlada çalışırken siyah öküz derisinden fistanını çıkarıp kazmasının sapına astı. Sonra kazmaya döndü: “Kazma, haydi ben dönene kadar git çalış.”
Kazma bu emre itaat etti. Dolayısıyla, oğlu ne zaman annesinin arazisine baksa orada çalışan birini görüyordu.
Yaşlı kadın her şeyi yoluna koyunca oğlunun kulübesine geri döndü, içeri girdi ve genç adamın çakal ve kedi derisinden yapılmış güzel kaftanını giyip boncuk takılarını taktı. Bu güzel giysileri ve takıları gelini hazırlamıştı. İhtiyar kadın, oğlunun oyma başlıklı ve hayvan kuyruklarıyla süslü uzun bastonunu da aldı. Bu, kadınların kullandığı bir şey değildi. İşte bu sayede yaşlı kadın oradan geçen herkesi kandırmayı başardı. Sofraya oturup neşeyle bir şarkı tutturdu:
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/e-j-bourhill/afrika-masallari-69403210/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Sakobula: Güney Afrika dilinde sözü geçen siyah kuşlar için kullanılan isim.
2
Rooibekkie: Hollanda dilinde ‘’kızıl gaga’’ anlamına geliyor.
3
Mantsiane: Güney Afrika’nın yerel dilinde Rooibekkie için kullanılan kelime.
4
Assegai: Küçük ve hafif mızrak. Yerliler genellikle yanlarında bunlardan birkaç tane bulundurur. Bir assegai, küçük bir ok gibi fırlatılabilir ya da yakın mesafede mızrak gibi kullanılabilir.
5
Kraal: Afrika’da yaygın olan ve çitlerle çevrili kulübelerden oluşan yerleşim birimi, köy. (ç.n.)
6
Güney Afrika dilinde pusuladaki yönlerden bu sırayla bahsedilir. Yönler arasında “kuzey” yer almaz.
7
Metnin orijinalinde creek kelimesi kullanılmış. ‘’Creek’’ Güney Afrika’nın İngilizce konuşulan bölgelerinde ortasından bir akarsu geçen dağlar arasındaki dar boğazı ifade etmek için kullanılır. Bu geçitler genellikle sık ağaçlarla çevrili olup hoş görünümlü eğrelti otlarıyla doludur. Cape Kolonisi’nde bunlara ‘’kloof’’ adı verilir.
8
İmpi: Askeri alay.
9
Induna: Bir şefin emrindeki yönetici veya lider.
10
Meyvelerinde alkol bulunan bir ağaç. (ç.n.)
11
Duiker: Afrika’nın güneyinde yaygın bir antilop türü. (ç.n.)
12
Indaba: Bir toplantı veya konsey.