Çöküş
Steve Taylor
Egonun kökeni, tarihi ve yakın zamanda gerçekleşmesi muhtemel çöküşü hakkında çok önemli ve çarpıcı bir kitap… Okuması kolay ve aydınlatıcı…""
–Eckhart Tolle-
Esas mesele, egomuzun deliliğe varan aşırılıklarını artık olağan karşılamaya başlamış olmamız. Eğer delilik böylesine normalleşmişse, hiç kimse artık mantıklı, sağlıklı ya da akla uygun davranışın ne olduğunu bilmiyor demektir. En saçma ve garip eylemler bile olağanlaşır ve doğal görünmeye başlar. İnsanların birbirini öldürmesi; erkeklerin kadınlara, ebeveynlerin çocuklara baskı uygulaması; küçük bir insan grubunun insanlığın geri kalanı üzerinde güç kullanması ""doğal"" hale gelir. Doğanın çevre felaketlerine yol açacak derecede sömürülmesi, insan bedeninin hor görülmesi ve tamamıyla doğal arzulara sahip olmaktan duyulan suçluluk olağanlaşır. İnsanın asla ihtiyaç duymayacağı büyüklükte bir servete sahip olmak için çırpınması, durmaksızın başarı, iktidar ve şöhret peşinde koşması -hatta servete ve üne kavuştuğunda bile asla tatmin olmaması doğallaşır.
Elinizdeki kitabın amacı, bu deliliğin nereden kaynaklandığını ve insanların gerçekten doğal olup olmadığını ortaya koymak. İlk insanların bize kıyasla çok daha ""aklı başında"" olduğuna dair birçok kanıt bulacak, hatta çok yakın bir zamana kadar, dünyanın birçok bölgesinde bu ego patlamasından eser olmadığını göreceksiniz.
Zalimlik ve şiddetin kaçınılmaz olmadığı tezine yapılmış güçlü bir katkı… Çok önemli bir kitap.
–Riane Eisler, Kadeh ve Kılıç'ın yazarı-
Muhteşem bir kitap, okuduğum en önemli beş yapıttan biri olmaya aday.
–Keith Sagar, İngilizce Profesörü, Nottingham Üniversitesi-
İnsanlık tarihinin izlediği yola dair tutkulu bir yorum… İnsan yaşamının günümüzdekinden farklı olabileceğine dair güçlü bir hatırlatma. Aydınlanma nedir? Taylor'ın önemli bir noktaya parmak bastığı hissini bir kenara atıp bırakamıyor, kendinizi düşünmeye ve tartışmaya sevk edilmiş buluyorsunuz.
–Nicholas Lezard, Guardian-
Steve Taylor
ÇÖKÜS. 6000 Yıllık Delilik ve Yeni Bir Başlangıç
Steve Taylor çok önemli bir çalışmaya imza atmış. Okuyucuya güçlü bir mesaj iletiyor ve hâlâ korkunun hâkim olduğu bir dünyaya umut aşılıyor. – Scientific and Medical Network Review
Çöküş şaşırtıcı bir çalışma… İnsanı hayrete düşüren bilgilerle dolu. Hepsi de zekice dile getirilmiş ve düzenlenmiş. İnsan psikolojisinin her zaman böyle bozuk olmadığı -ve olmak zorunda da olmadığı- tezini çok güzel bir mantık ve kesinlik çerçevesinde dile getiriyor. Ustalıkla yazılmış. – Colin Wilson
H. G. Wells’in Outline of History (Tarihin Ana hatları) adlı kitabı tadında… Bir roman gibi sonuna kadar sıkılmadan okuyacaksınız. – Independent on Sunday
Dikkate değer bir kitap. – Nexus
En içten dileğim bu kitabın geniş kitlelere ulaşması… Taylor, insanlığın tehdit altında olduğu bir dünyada insan doğasını yolundan çıkartan bataktan kurtulmak için hepimize işlevsel bir yol sunuyor. – Stanley Kripper, Psikoloji Profesörü
Kolay okunur ama iddialı. Çok derin bir araştırmaya dayanarak yazılmış enfes bir kitap. Duyarlı olan herkesin okuması gerek. – Odyssey
İnsanı düşünmeye sevk eden, zekice yazılmış bir kitap. Öğretici ve hızlı okunuyor. Çok çeşitli tarihsel dönemlerden, çok farklı inanç sistemlerinden ve bugüne kadar yaşanmış olayları geleceğe ışık tutmak adına gerekli gören insan zekâsının yapabileceği inanılmaz şeylerden bahsediyor. – Kindred Spirit
Çöküş, içinde bulunduğumuz yüzyılın başında yazılmış en çarpıcı kitaplardan biri… Yüzyılın sonuna geldiğimizde hâlâ önemini koruyacağından eminim. – Elias Capriles, International Journal of Transpersonal Studies
Nihayetinde Taylor’un yaptığı, bir umut mesajı getirmek. Hepimizi egoyu aşmaya ve egonun bize kattığı entelektüel ışığı spritüal uygulamalarla kazanabileceğimiz yoğun bir bağlılık ve birliktelik hissiyle birleştirmeye davet ediyor. Meditasyonla ve hafif yaşamak ve toplumsal değişimi savunmak gibi pragmatik hizmet eylemleriyle kendimizi dönüştürmemizi teşvik ediyor. Öyle bir geleceğin hayalini kuruyor ki içinde savaş… erkek egemenliği, toplumsal eşitsizlik yok; seksten veya bedenden utanma ve diğer türlerle doğal hayata hükmetme yok. Açık ve anlaşılır yazımıyla okunması çok kolay olan bu kitapta konunun daha derinine inmek isteyenler için Taylor’ın eklediği kaynaklar da bulunuyor. Şiddetle tavsiye ediyorum. – Malcolm Hollick, The Science of Oneness: A worldview for the twenty-first century kitabının yazarı.
Önsöz
DÜNYANIN BİRÇOK YERİNDEKİ mağaralarda karşılaştığım tarihöncesi dönemden kalma duvar resimleri beni yıllar boyunca hep hayrete düşürdü. Duvarlarda savaşa ya da savaşçılara dair hiç imge yoktu. Steve Taylor bu kitapta tam da bu eksikliği açıklıyor. Dünyanın pek çok köşesinde yaygın olan, bir “altın çağa” ya da “cennete” olan mistik inancın arkeolojik ve tarihi temellere dayandığını iddia ediyor. Tarih öncesi dönemde bir şeyler “yanlış gitmeye” başladı. Savaşlar, ataerkillik, toplumsal eşitsizlik gibi durumlar yaygın hale geldi. Oysa insan toplulukları o zamana kadar genel olarak barışçıl ve eşitlikçi bir şekilde yaşamıştı. Bireyler psikolojik olarak huzurluydular ve içinde yaşadıkları evrenle aralarında bağ kurabiliyorlardı. Taylor’ın bu düşünceleri sadece bir faraziye ya da hayal değil; aksine yazar bu iddiasını kanıtlamak için ortaya ikna edici pek çok delil koyuyor.
Dönüşüm, Orta Asya ve Ortadoğu’da yaşanan belirgin iklim değişiklikleri nedeniyle yaklaşık olarak MÖ 4000 yılında başladı. İklim değişiklikleri hayatta kalma mücadelesini zorlaştırdı ve bölge halkı arasında bireyselliğin ön plana çıkmasına neden oldu. Taylor bu gelişmeye “Ego Patlaması” adını veriyor ve bu nitelemeyle, günümüzdeki Avrupalılar ya da Amerikalılar ile Avustralyalı Aborijinler ve Amerikan yerlileri gibi halklar arasındaki temel farka işaret ediyor. Taylor ego algısının bu şekilde keskinleşmesinin savaşın, erkek egemenliğin, toplumsal baskıların kökeni olduğu gibi, tek tanrılı din anlayışı gibi olguların da gelişiminde etkili olduğuna inanıyor. Yani pek çok tarihçinin inandığının aksine, insanlık tarihini sürekli devam eden bir ilerleme anlatısı olmaktan ziyade bir yozlaşma olarak görüyor.
Taylor, yazılı tarihi şiddetin ve baskının uzun ve elem dolu hikâyesi olarak değerlendirmesine rağmen insanlığın geleceği hakkında hâlâ iyimser fikirlere sahip ve “Çöküş-ötesi” adını verdiği yeni bir çağa girdiğimize inanıyor. Kadın ve erkek arasında daha eşitlikçi bir ilişki ve insan bedeni ve doğaya yönelik daha sağlıklı bakış açılarının doğması gibi yakın dönemde kaydedilen bazı gelişmelerin gelecek için umut vaadettiğini iddia ediyor.
Taylor’ın fikirleri kışkırtıcı ve okuyucuyu bir an bile sıkmıyor. Bu kitabın geniş kitlelere ulaşması ve kamuoyunu şekillendiren kişi ve kurumlara erişmesi en içten dileğim. Taylor, insan varoluşunun tehdit altında olduğu bir dünyada insan doğasını bozarak yolundan çıkartan bataktan kurtulmak için hepimize öngörülü olduğu kadar da işlevsel bir yol sunuyor.
Dr. Stanley Kripper
Psikoloji Profesörü
Saybrook Yüksek Okulu
Kaliforniya
Giriş
SON ALTI BİN yıldır kolektif bir psikozdan mustarip olan insanlık, yazılı tarihin neredeyse tamamında -bir dereceye kadar da olsa- kaçık olarak anılmıştır.
İnanılmaz gelebilir, fakat sorun şu ki deliliğimizin sonuçlarını artık olağan karşılamaya başladık. Eğer delilik her yerdeyse, hiç kimse artık mantıklı, sağlıklı ya da akla uygun davranışın ne olduğunu bilmiyor demektir. En saçma ve garip eylemler bile gelenekselleşir ve doğal görülür. İnsanların birbirini öldürmesi; erkeklerin kadınlara, ebeveynlerin çocuklara baskı uygulaması; küçük bir insan grubunun insanlığın geri kalanı üzerinde güç kullanması “doğal” hale gelir. Doğanın çevre felaketlerine yol açacak derecede sömürülmesi, insan bedeninin hor görülmesi ve tamamıyla doğal arzulara sahip olmaktan duyulan suçluluk olağanlaşır. İnsanın asla ihtiyaç duymayacağı büyüklükte bir servete sahip olmak için çırpınması, durmaksızın başarı, iktidar ve şöhret peşinde koşması -hatta servete ve üne kavuştuğunda bile asla tatmin olmaması- doğallaşır.
Elinizdeki kitabın amacı, bu deliliğin nereden kaynaklandığını ve insanlar için gerçekten doğal olup olmadığını ortaya koymak. İlk insanların bize kıyasla çok daha “aklı başında” olduğuna dair birçok kanıt sunacağız. Hatta çok yakın bir zamana kadar, dünyanın birçok bölgesinde yukarıda bahsettiğim hastalıklı davranışlardan eser bile yoktu.
Tüm bu delilik, benim “Çöküş” dediğim olayın gerçekleşmesiyle ortaya çıktı; yani yaklaşık altı bin yıl önce Ortadoğu ve Orta Asya’da başlayan çevre felaketi nedeniyle insanlığın büyük bölümünün topluca deneyimlediği psikolojik bir dönüşümün sonrasında yeni bir insan tipi doğdu. Bireyselliğinin çok daha fazla bilincinde, hayatı farklı bir şekilde deneyimleyip dünyayı yeni bir biçimde algılayan insan tipi. Bu yeni insan bazı açılardan eskisinden ilerideydi; örneğin teknolojik gelişmeler ya da Sümer ile Mısır’ın (ve ardından gelen diğer uygarlıkların) ortaya çıkması gibi. Ancak aynı zamanda savaş, erkek egemenlik ve toplumsal eşitsizlik gibi pek çok toplumsal hastalığa da kaynaklık etti.
Çöküş’ten önce insan hayatı kaygısız, hoş, hatta neşe doluydu. Ancak Çöküş’ten sonra hayat “çirkin, zalim ve kısa” bir hal aldı. Öyle ki nesiller boyunca insanlar hayatın, kendilerini bekleyen sonsuz bir cennete kavuşmadan önce ellerinden geldiğince katlanmak zorunda oldukları kısa bir dönem olduğuna kendilerini ikna ederek ona tahammül edebildiler. Ancak belki de artık -bu kitabın son bölümünde de tartıştığım gibi- tam bir dönüş yaparak eski akıl sağlığımıza yeniden kavuşuyoruz. Son birkaç yüzyıldır -özellikle 18. yüzyıldan beri- “Çöküş-öncesi” pek çok özellik yeniden belirmeye başladı. Demokrasi ve eşitlik, doğa ve insan bedenine duyulan saygı, evrenin ruhani temelleri hakkındaki farkındalığımız yeniden doğmaya başladı. Bunlar henüz belki günümüzün dünyasındaki “çökmüş” özellikler kadar yaygınlaşmadılar, ancak zaman geçtikçe güçlenmekteler.
Bu kitabı yazmak için araştırma yapmakla geçirdiğim yıllar, benim için çok ilham verici bir yolculuk oldu. Birçok kişinin katkısı olmadan bu kitabı bitiremezdim. Özellikle Riane Eisler, Gerhard Lenski, Christopher Boehm, Robert Lawlor, Richard Heinberg, Brian Griffith, Elizabeth Baring, Jules Cashford, Richard Rudgley, Elman R. Service, Margaret Power ve Christopher Ryan’a müteşekkirim. Özellikle antropolojide ve diğer alanlarda yazılmış, araştırmamda kullandığım birçok akademik çalışmanın yazarına da. Stanley Krippner ve Christopher Ryan’a kitabın hazırlık aşamasında yaptıkları yorum ve tavsiyeler için ayrıca teşekkürler. Ancak her şeyden çok Çöküş’ün ekolojik nedenlerini anlamamı sağladığı için Saharasia (Sahra-Asya) kitabının yazarı James DeMeo’ya çok şey borçluyum.
Bu kitap kaybettiklerimiz hakkında çok şey anlatıyor; fakat bunun yanında, kaybettiklerimizi geri kazanmak için neler yapmamız gerektiğinden de bahsediyor. Siz okuyucuların bu kitap bittiğinde aklında kalmasını istediğim tek bir şey varsa, o da bunun böyle olmak zorunda olmadığı fikri. Son altı bin yıl, yavaş yavaş uyanmakta olduğumuz şizofrenik bir kabusla geçti. Eğer bu uyanışa ufak da olsa bir katkım olabilirse ne mutlu bana.
I. Bölüm
Çöküş’ün Tarihi
1
İnsanların Derdi Ne?
EĞER DÜNYA DIŞI varlıklar insanlık tarihinin son birkaç binyılını gözlemlemişse, insanoğlunun korkutucu boyutlarda yanlış giden bilimsel bir deneyin ürünü olduğu sonucuna varmış olabilirler. Belki de diğer dünya dışı varlıkların, müthiş bir zekâya ve yaratıcılığa sahip bir varlık yaratabilmek adına yaptıkları deneyler için gezegenimizi seçtiğini düşünmüşlerdir. Sonunda bu varlığı yaratmış da olabilirler -ama belki de kullandıkları kimyasalların ölçüsünü tam olarak ayarlayamadılar ya da tam deneyin ortasında bazı araç gereçleri bozuldu ve ortaya muhteşem bir zekâ ve yaratıcılığa sahip bir yaratık çıkmış olsa da bu yaratık aynı zamanda canavarlaştı ve kusurları yeteneklerini aştı.
Bir sayfayı çizgiyle ortadan ikiye ayırıp bir tarafa insan ırkının başarılarını öbür tarafa da hatalarını yazdığımızı düşünün. Çizelgenin artı tarafında bizi dünya tarihinin en başarılı türü yapan bilimsel ve teknolojik gelişmeler olurdu; örneğin modern tıbbın insan ömrünü iki katına çıkarma, bebek ölümlerini büyük ölçüde azaltma, atalarımız için hayatı çekilmez kılan rahatsızlıkları (diş ağrısı, sağırlık ve görme bozuklukları gibi) ve hastalıkları (çiçek hastalığı ve verem gibi) kontrol altına almada epey ilerlemiş olması. Ardından, mühendislik ve yapı harikalarımız gelirdi; yüz katlı binalar, uçaklar, uzay mekikleri, deniz altındaki tüneller. Ve tabii evrenin fiziksel kurallarını, yaşamın evrimini, canlıların kimyevi ve maddenin fiziki yapısını anlamamızı sağlayan modern bilimin inanılmaz gelişimi.
Çizelgenin artı tarafında insan yaratıcılığının ortaya koyduğu muhteşem eserler de olurdu. Mahler ve Beethoven’ın senfonileri, Beatles ve Bob Dylan’ın şarkıları, Dostoyevski ve D. H. Lawrence’ın romanları, Wordsworth ve Keats’in şiirleri, van Gogh’un resimleri -tüm bunlar en az binalar ya da bilimsel keşifler kadar, hatta belki de daha fazla etkileyiciler. Ünlü filozof ve psikologların, kendi ruhsal dünyamızı ve bilinç sahibi canlılar olarak karşı karşıya kaldığımız zorlukları anlamamızı sağlayan bilgelik ve içgörüsünü de unutmamalıyız.
Eğer bazı bilim insanlarının inandığı gibi, yaşamın -tüm canlılar için- asıl amacı hayatta kalmak ve neslini sürdürmekse, insan ırkı bu konuda da oldukça başarılı oldu. DNA çalışmaları bugün hayatta olan tüm insanların 125 bin yıl önce Afrika’dan ayrılan yüz ila bin kişilik bir gruptan ürediğini gösteriyor. Yani sadece 125 bin yıl içinde bu insanların sayısı 5 milyara ulaştı.
Fakat bir alanda yaşanan müthiş gelişmelerin, başka bir alanda yaşanan çeşitli olumsuzluklarla dengelenmesi doğanın bir kanunu gibi gözüküyor. Büyük yetenekler her zaman beraberinde çeşitli kusurları da getiriyor. Üstün kabiliyetli olmanın bedelini akıl sağlıklarını yitirerek, depresyon ve asosyallikle ödemek zorunda kalan van Gogh ya da Beethoven gibi yaratıcı sanatçıları düşünün. Ya da ayakkabılarını bağlamayı veya torunlarının ismini unutan bilim adamı tiplemesini. Dehanın her zaman bir bedeli varmış gibi gözüküyor.
Fakat bu kanunun en iyi tasviri tek tek bireyler üzerinden değil, bir bütün olarak insan ırkının tamamı üzerinden yapılabilir; çünkü genel olarak insan ırkının başarıları yıkıcı ve boğucu bir karanlıkla dengelenir.
İnsanlık Tarihinin Karanlık Yüzü – Savaşlar
İnsan ırkı dünya tarihinin en başarılı olduğu kadar en yıkıcı ve vahşi türüdür de. Son beş bin yılın herhangi bir dönemi hakkında, tarihçi Arnold Toynbee’nin “insan ilişkilerinde su yüzüne çıkan korkunç günah”[1 - Wilson, 1985, s. 4 içinde.] dediği şey karşısında dehşete düşmeden bir tarih kitabı okumak mümkün değil. Birçok tarihçi, tarihin başlangıcı olarak yaklaşık MÖ 3500 yılında ortaya çıkan Mısır ve Sümer uygarlıklarını kabul eder. Tarih, o günden bugüne aralıksız bir şekilde devam etmiş bitip tükenmeyen bir savaşlar kataloğundan başka şeye benzemiyor: sınır mücadeleleri, köle ya da kurban olarak insan toplamak amacıyla yapılan akınlar, yeni toprak elde etmek ya da devletin gücünü arttırmak için yapılan işgaller. Aslında savaşmak için ortada görünen bu sebepler çok da önemli değil; çünkü asıl neden insanların çatışmak için duyduğu ihtiyaç.
Bazı hormonlar (erkeklerdeki yüksek testosteron ya da düşük serotonin seviyesi gibi) ya da kaynakları ele geçirmek için başkalarıyla rekabet etmemizi sağlayan ve her şeyin ötesindeki amacı hayatta kalmak olan “bencil genler” önerilerek bazen savaşın “doğal” olduğu söyleniyor. Ancak bu görüşle çelişen iki önemli gerçek var.
Birincisi, savaş diğer hayvanların kesinlikle bilmediği bir olgu. Goriller ve şempanzeler gibi saldırgan davranışlar sergileyen bazı primatlar var, ancak saldırganlıkları kesinlikle insanın savaş tutkusuyla kıyaslanamaz. Onlar bu davranışları, sadece doğal yaşam alanları tehdit edildiğinde sergiliyorlar. Tanzanya’nın Gombe bölgesindeki şempanzeleri inceleyen primatolog Jane Goodall’un vardığı sonuç bu. Araştırmanın hipotezi -içinde insanların da bulunduğu- erkek primatların genetik olarak vahşi ve tehlikeli olduğuydu. Hatta Goodall buna, “şeytani erkek” hipotezi adını vermişti.[2 - Wrangham ve Peterson, 1996.] Ancak artık Gombe’deki şempanzelerin uyguladığı şiddetin insanlığın yol açtığı toplumsal ve ekolojik sorunlar nedeniyle ortaya çıktığı kesinleşti. Margaret Power’ın The Egalitarians (Eşitlikçiler) kitabında da savunduğu gibi Goodall’un yaptığı ilk çalışmalar şempanzelerin şiddetten uzak durduğunu göstermişti.[3 - Power, 1991.] Sadece beslenme alışkanlıkları bozulduktan sonra saldırganlaşmaya başlamışlardı. Son zamanlarda yapılan ve şempanzeleri kendi doğal ortamlarında inceleyen çalışmalar da onların son derece barışsever olduğunu gösteriyor.[4 - Sussman, 1997; Boesch & Boesch-Achermann, 2000; Morgan & Sanz, 2003.] Psikolog Erich Fromm’un da dediği gibi, “Eğer insan türünün ‘içkin’ saldırganlığı doğal ortamlarında yaşayan şempanzelerinki kadar olsaydı barış dolu bir dünyada yaşıyor olurduk.”[5 - Fromm, 1974, s. 103.]
Hatta diğer türler primatlardan çok daha barışsever. Elbette birçok hayvan yemek için diğer türleri öldürüyor. Ancak J. M. G. van der Dennen’ın The Origin of War (Savaşın Kökeni) kitabında da belirttiği gibi bunun dışında “hayvanlar aleminde soykırım, savaş, katliam, zalimlik ve sadizm gibi kavramlar kesinlikle yok.”[6 - van der Dennen, 1995, s. 54.] Avlanmak ve ara sıra başkalarının yavrularını öldürmek hariç, hayvanlar arasında gözlemlenen tek şiddet biçimi van der Dennen’in “bireyler arası törensel kavgacı davranış” dediği üstünlük kurma ve çiftleşme adına gösterilen grup içi saldırganlık. Ancak bu durumlarda bile hayvanlar çoğunlukla gerçek bir kavgaya girmiyor. Tam aksine çatışmadan kaçınmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Glenn Weisfeld’in de dikkat çektiği gibi, “Hayvan genellikle ilk önce tıslayarak, bağırarak ya da dişlerini göstererek rakiplerini tehdit eder. Saldırıya ise son çare olarak başvurur.”[7 - Weisfeld, G., 1991.] Hatta kavga etse bile sonunda teslim olduğunu gösteren çeşitli işaretler verir (köpeğin yerde yuvarlanması gibi). Böylece öldürmeye gerek kalmadan kavga bir anda sona erer. İnsan, öldürmenin önüne geçen içgüdülere sahip olmayan nadir türlerden biri. Diğer gruplara karşı topluca saldırganlık gösteren ve onları fethetmeye çalışan ise tek tür. Erich Fromm’un sözleriyle -sadece hayatta kalma güdüleri tehdit algıladığında ortaya çıkan ve nadiren tehdidin ve uyarıcı sinyallerin ötesine geçen- hayvan saldırganlığı, “iyi huylu ve savunma amaçlıyken” insan saldırganlığı “kötü huylu”dur.[8 - Fromm, 1974.]
İkincisi, savaş “insanlık kadar eski” değil, aksine -en azından türümüz söz konusu olduğunda- nispeten yakın zamanda ortaya çıkan tarihi bir gelişme. İlk insanların modern insandan çok daha saldırgan, savaşçı ve ilkel “vahşiler” olduğuna dair varsayım hâlâ söz konusu – ancak son birkaç on yıldır yapılan arkeolojik ve etnografik çalışmalar bunun doğru olmadığını kanıtladı. Burada bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğim çünkü bir sonraki bölümün büyük bir kısmı zaten bununla ilgili. Ancak yine de sözde “ilkel” insanların, gruplar arası ya da van der Dennen’in sözünü ettiği “bireyler arası” şiddetten uzak durduğu fikrinin artık genel kabul gördüğünü hatırlamakta fayda var. İlk insanlar hakkında toplanan verileri inceleyen van der Dennen, çoğunun “belirgin olarak savaş karşıtı” olduğunu ve “savaşa başvurmadığını ya da temelde savunma amaçlı başvurduğunu” belirtiyor ve ancak küçük bir azınlığın “ılımlı ölçülerde, düşük yoğunluklu ve/veya ritüelleşmiş savaşlar yaptığı” sonucunu paylaşıyor.[9 - van der Dennen, 1995, s. 595.] Antropolog R. Brian Ferguson ise “kanıtların savaşın insanlık tarihinde oldukça yeni bir gelişme olduğuna işaret ettiğini ve eski kuşaklar basit bir yaşam süren göçebe avcı-toplayıcılar olmaktan vazgeçtiğinde ortaya çıktığını gösteriyor”[10 - Ferguson, 2000, s. 160.] diye yazdı.
Göreceğimiz gibi savaşlar yaklaşık MÖ 4000 yılında başladı. Ancak insanlar bu tarihten itibaren, adeta kaybedilen zamanı telafi etmek istermişcesine, gezegenimizin büyük bir kısmını daimi bir savaş alanına dönüştürdü. Avrupa devletleri 19. yüzyıla kadar ortalama her iki senede bir komşularıyla savaştı. 1740-1897 yılları arasında Avrupa’da 230 savaş yaşandı ve devletler savaş harcamaları için neredeyse iflas etmeyi göze aldı. 18. yüzyılın sonunda Fransız hükümeti bütçesinin üçte ikisini orduya harcarken Prusya’da bu oran %90’dı.[11 - Ehrenreich, 1996.] Savaşlar 19. ve 20. yüzyıllarda sanki azalmış gibi gözüküyor ama bunun tek nedeni savaşların daha hızlı bitmesine neden olan devletlerin elindeki korkunç teknolojik güç. Bu nedenle de savaşlarda ölen insanların sayısı eskiye göre çok arttı. 1740-1897 yılları arasında yaşanan tüm savaşlarda sadece otuz milyon kayıp varken, sadece Birinci Dünya Savaşı’nda beş ila on üç milyon insanın öldüğü tahmin ediliyor. İkinci Dünya Savaşı’nda bu rakam elli milyona ulaştı.
Farklı insan grupları arasındaki savaşlardan bahsederken elbette ki aynı grubun içinde yaşanan çatışmaları da gözardı etmemek gerekiyor. İç çatışma da dış düşmana karşı yapılan savaşlar kadar eski. Yönetici sınıfların üyeleri iktidar için birbirleriyle sürekli mücadele etti, dini gruplar inançları için savaştı ve baskı altındaki sınıflar yöneticilere karşı sık sık isyan etti. Roma İmparatorluğu’nda iç çatışmalar o kadar yaygındı ki imparator olmak neredeyse kendini erken -ve genellikle korkunç- bir ölüme mahkûm etmekle eşanlamlıydı. 79 imparatordan 31’i cinayate kurban gitmiş, altısı intihara zorlanmış ve çoğu da düşmanlarıyla giriştikleri mücadele sonrasında gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Sınıf çatışmasına gelince, tarihçiler Çin’de Orta Çağ’da neredeyse her sene büyük bir köylü ayaklanmasının ve 1801-1861 yılları arasında Rusya’da 1467 isyanın gerçekleştiğini tahmin ediyor.[12 - Lenski & Nolan, 1995.]
Ataerkillik
Sanırım kayıtlı tarih boyunca insanlığın üç temel özelliği taşıdığını söylemek mümkün (ancak ileriki sayfalarda da göreceğimiz gibi bu tespitin geçerli olmadığı bazı insan toplulukları da mevcut). Bu özelliklerden ilki savaşlar, ikincisi ataerkillik ya da erkek egemenliği, üçüncüsü ise toplumsal eşitsizlik.
Feminist okurlar benim “insan ırkı”nın her zaman savaştığı fikrime çoktan karşı çıkmış olabilirler. Gerçekte insan ırkının sadece yarısı savaştı çünkü savaş neredeyse her zaman sadece erkeklerin dahil olduğu bir süreç oldu. Hatta erkekler kadınlara karşı da hep bir savaş içinde oldu. Son birkaç binyılın tarihi, bitmek tükenmek bilmeyen bir savaşlar dizisi olduğu kadar, erkeklerin kadınlara uyguladığı şiddetin ve baskının da hikâyesi.
Ataerkilliğin -ya da erkekleri kadınlar üzerinde kurduğu baskının- da savaşlar gibi kaçınılmaz olduğu öne sürüldü. Örneğin sosyolog Steven Goldberg The Inevitability of Patriarchy[13 - Goldberg, 1973.] (Ataerkilliğin Kaçınılmazlığı) adlı eserinde yüksek testosteron seviyesinin erkekleri kadınlardan daha saldırgan ve rekabetçi kıldığını iddia etti. Ancak bu görüş var olan gerçeklerle uyuşmuyor çünkü ataerkillik oldukça yeni bir tarihsel olgu. Paleolitik ve erken Neolitik dönemlere (yani Yontma Taş Devri ve erken dönem Cilalı Taş Devri’ne) ait sanat eserleri, ölü gömme adetleri ve kültürel alışkanlıklar erkek egemenliğinin bu toplumlarda kesinlikle var olmadığını gösteriyor.[14 - Eisler, 1987; Gimbutas, 1991; DeMeo, 1998; Griffith, 2001.] Kadınlar bu toplumlarda en az erkekler kadar önemli görevlere ve onlarla aynı hak ve özgürlüklere sahipti. Üstelik bu toplumların çoğunun anaerkil olduğu bile söylenebilir; mülkler, “anne tarafından” ve “annenin yerlisi olduğu bölgeden” miras bırakılıyor ve erkek evlendikten sonra damat içgüveysi olarak gelinin ailesiyle yaşamaya başlıyordu. Ayrıca bazı kültürlerde çocuklar babalarının değil annelerinin ismini alıyordu. Birazdan ilk insanlar arasında da benzer geleneklerin olduğunu ve erkek egemenliğinin var olmadığını göreceğiz.
Aynen savaşlar gibi ataerkillik de yaklaşık MÖ 4000 yılında ortaya çıkmış gibi gözüküyor. O zamandan bu yana, dünyanın birçok bölgesinde kadınların toplumsal konumu kölelerden sadece biraz daha yüksek oldu. Avrupa, Ortadoğu ve Asya’daki neredeyse hiçbir toplumda kadınlar siyasi, dini ve kültürel yaşamda etkili olamadılar. Bu alanlarda çalışmaya uygun olmadıkları baştan varsayılıyor ya da “kadın düşmanı” filozof Schopenhauer’ın sözleriyle “çocukça, aptal ve kıt görüşlü… çocukla erkek arasında ortada bir yerlerde”[15 - Schopenhauer, 1930, s. 65.] durdukları düşünülüyordu. Mülk sahibi olamıyor, miras edinemiyor, hatta bu yetmezmiş gibi bir de kendilerine mülk gibi davranılıyordu. Bazı ülkelerde tefeciler ya da vergi tahsildarları erkeklerin borçlarına karşılık onlara el koyabiliyordu (örneğin bu gelenek, 7. yüzyıldan itibaren Japonya’da yaygın bir hal almıştı). Asurlularda tecavüzün cezası, tecavüzcünün karısını kurbanın kocasına vermekti ve adam ona istediği gibi davranma özgürlüğüne sahipti.[16 - DeMeo, 1998.]
Belki de en korkuncu, bazı kültürlerde suttee’nin (antropologlarca törensel dul cinayeti ya da törensel dul intiharı olarak adlandırılan geleneğin), yani kadınların eşlerinin ölümünden kısa bir süre sonra öldürülmesi ya da kendilerini öldürmelerinin devam ediyor olması. Bu gelenek, 20. yüzyıla kadar Çin ve Hindistan’da oldukça yaygındı ve nadiren de olsa günümüzde benzer vakalara rastlamak mümkün. Hindistan’da Brahman erkeklerin eşleri, kendilerini kocalarının cenaze töreninde yakılan ateşe atıyordu. Hindu geleneklerine göre bir kadın eşi öldüğünde noksan ve günahkâr olur, toplumdan dışlanır ve bir daha asla evlenemezdi. Bu nedenle kadınlar, bazen suttee’nin daha iyi bir seçenek olduğunu bile düşünüyordu.
Günümüzde Avrupa ve Kuzey Amerika’da cinsiyetler arası eşitliğe bir nebze de olsa alıştık, ancak dünyanın birçok yerinde kadınlar hâlâ köle muamelesi görüyor. Pek çok ülkede -özellikle Ortadoğu’da-kadınlar toplumdan soyutlanıyor ve erkek akrabaları onlara refakat etmeden sokağa bile çıkamıyorlar. Evli olmayan bir kadın cinsel ilişki yaşarsa -hatta tecavüze bile uğramışsa- çok büyük bir ihtimalle erkek bir akrabası tarafından öldürülüyor. Suudi Arabistan’da kadınlar, abaya denen ve sadece gözlerini açıkta bırakan siyah bir çarşaf giymek zorundalar. Otomobil kullanmaları ya da bisiklete binmeleri yasak ve zina suçundan taşlanarak öldürülüyorlar. Oysaki erkeklerin dört kadınla evlenmesi yasal.
Kadınlar, kurumsallaşmış olan bu baskının yanında fiziksel şiddete de maruz kaldılar. Birçok kültürde kadınların eşini aldatması, evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmesi ve kürtaj yaptırması ölümle cezalandırılıyordu. Çin’de kadınların ayakları, çocukluklarından itibaren sıkı sıkı bağlanarak kalıcı bir şekilde sakat kalmaları ve ayaklarının formunu kaybetmesi sağlanıyordu. Üstelik sadece erkekler bunu erotik bulduğu ve bir Konfüçyus düşünürünün de dediği gibi bu sayede “ilkellerin ortalıkta dolaşması engellendiği”[17 - Stacey, 1983, s. 40.] için. Kadınları dövmek, dünyanın her yerinde yaygın ve hatta gerekli bile görülüyor. Kadınlar şiddet görerek kendilerini kontrol etmeyi öğrenmesi gereken duygusal ve disiplinsiz yaratıklar olarak görülüyor.
Kadınların ne kadar değersiz varlıklar olarak algılandığının ve erkek egemenliğinin en açık örneği belki de kız çocuklarının öldürülmesi. Sadece birkaç yüzyıl öncesine kadar bu Avrupa’da bile çok yaygındı. Örneğin 9. yüzyılda, Avrupalı her üç erkeğe sadece iki kadın düştüğü tahmin ediliyor. 14. yüzyıla gelindiğinde bu oran daha da yükselmişti: her 172 erkeğe karşılık sadece yüz kadın vardı.[18 - DeMeo, 1998.] 19. yüzyıldda Çin’in bazı bölgelerinde her dört kız çocuğundan birinin doğduğu sırada öldürüldüğü tahmin ediliyor.[19 - Lenksi, 1995.] Son olarak erkeklerin kadınlara duyduğu düşmanlık ve güvensizliğin en açık örneklerinden bir tanesi de son binyılın ortalarında Avrupalı kadınların “cadı” oldukları gerekçesiyle devlet eliyle kitlesel şekilde katledilmesiydi.
Toplumsal Eşitsizlik
Mesele sadece erkeklerin kadınlara hükmetmesi ve baskı uygulaması değil. Erkekler tarih boyunca birbirlerine de hükmetmeye çalışıp baskı uyguladılar. Son birkaç bin yıldır insanlığın üçüncü en belirgin özelliği de toplumsal eşitsizlik oldu. Toplumlar farklı refah seviyesi ve toplumsal mevkiye sahip sınıf ve kastlara, katı bir biçimde bölündü.
İkinci Bölüm’de de göreceğimiz gibi, eşitsizlik ve toplumsal baskılar ilk insan topluluklarında hiç var olmadı. Dördüncü Bölüm’de ise günümüzde hâlâ varlığını sürdüren eşitlikçi pek çok yerli kültürle tanışacağız. Bu topluluklarda sınıf ya da kast yok, yiyecek ve mallar eşit şekilde bölüşülüyor ve demokratik karar alma mekanizmaları mevcut. Ancak MÖ 4000 yılından itibaren tarih, küçük ve ayrıcalıklı bir azınlığın insanlığın geri kalanına uyguladığı baskının hikâyesi oldu. Dünyanın ilk sınıflı toplumları Hint-Avrupalılar denilen halklar -yani Romalılar, Yunanlılar, Keltler ve günümüzdeki birçok Avrupalı ve Amerikalı’nın geldiği soylar- tarafından yaratıldı. Hint-Avrupalılar, MÖ 4. binyılda Ortadoğu ve Orta Asya’ya vardıklarında çoktan üç sınıfa ayrılmışlardı: din adamları, savaşçı-yöneticiler ve üreticiler (yani tüccarlar, köylüler ve zanaatkârlar). Yeni bölgelere göç ettikçe, fethettikleri halklardan oluşan yeni bir sınıfı da toplumsal yapılarına eklediler. Bu yeni sınıf, zalimce bastırıldı ve sömürüldü.[20 - Eisler, 1987; Gimbutas, 1991; DeMeo, 1998; Griffith, 2001.] Benzer bir toplumsal sistem, MÖ 3. binyılda Sümerler’de ortaya çıktı. Mülklerin çoğu, erkeklerden oluşan küçük bir azınlığa aitti (bu dönemde zaten kadınların mülk edinmesine izin verilmiyordu). Tarihçi Harriet Crawford’un da dediği gibi, kraliyet ailesi ve din adamlarının “yemek veya diğer temel ihtiyaçları karşılığında çalışan ve seyahat ya da mülk edinme özgürlüğüne sahip olmayan kadın ve erkekleri hâkimiyet altında tuttuğu”[21 - Crawford, 1991, s. 24.] sınıflı bir toplum gelişti.
Buna benzer bir toplumsal yapı Avrupa, Ortadoğu ve Asya’da tarih boyunca hüküm sürdü. Küçük ve ayrıcalıklı bir azınlık, ülkenin nüfusunun sadece %1 ya da 2’sini teşkil ederken servetin ve toprağın çoğuna sahipti ve siyasi, iktisadi ve hukuki kararları onlar alıyordu. Sosyolog Gerhard Lenski’ye göre, “ileri tarım toplumlarının” -Avrupa, Asya ve Ortadoğu’ya MÖ 1000’den MS 19. yüzyıla kadar hâkim olan-yöneticiler ulusal gelirin yarısından fazla gelire sahipti.[22 - Lenski, 1995.] Örneğin 13. yüzyılın sonunda İngiltere’de soyluların ortalama kazancı sıradan bir köylünün gelirinin yaklaşık iki yüz katı, kralınki ise 24 bin katıydı. Benzer bir şekilde, 19. yüzyılda Çinli bir aristokratın kazancı sıradan bir insanın gelirinden on bin kat daha fazlaydı.[23 - a.g.e]
Ülkelerindeki toprağın ve servetin çoğuna sahip olmalarının yanı sıra yönetici sınıflar baskı altında tuttukları köylülerin de sahibiydi. Serflik Avrupa’da -özellikle Doğu Avrupa ve Rusya’da- çok yaygındı ve bu, insanların çoğunun evlenmek ve hatta seyahat etmek için bile toprak sahibinden izin almak zorunda olan köleler olduğu anlamına geliyordu. Örneğin 19. yüzyıl Rusya’sında Çar 27 milyon serfin sahibiydi. Bazen tek bir soylunun 300.000 serfe sahip olduğu bile görülüyordu. Serfler, ailelerini açlıktan ölüme terk etmek zorunda kalsalar bile savaşmakla yükümlüydü. Birçok toprak sahibi, tarihçilerin üstü kapalı bir şekilde le droit du seigneur -bir serfin geliniyle düğün gecesinde cinsel ilişkiye girme “hakkı”– dediği gelenekten sonuna kadar faydalandı.[24 - a.g.e]
Hatta sözde özgür oldukları ve toprak kiralayabildikleri zamanlarda bile köylülerin durumu aslında çok daha iyi değildi. Toprak sahipleri, onları sömürmenin başka çeşitli yollarını bulmuştu: Yüksek kiralar, yüksek vergiler, yüksek faiz oranları, %10’luk aşar vergisi, cezalar ve zorunlu “bağışlar” gibi; yani, ürettiklerinin en az yarısı ve bazen daha da fazlası demek oluyordu bu.[25 - a.g.e] Sonuç olarak efendileri lüks ve zevk-ü-sefa içerisinde yaşarken köylüler yoksulluk ve sefalet içinde çoğu zaman açlıktan ölüyordu.
Kötü muamelenin daha başka örnekleri de mevcut. Toprak sahipleri köylü kadınlara sık sık tecavüz ediyordu ve eğer efendileri bazı köylülerin emeklerine başka bir yerde ihtiyaç duyuyorsa aile fertlerini birbirinden ayırabiliyordu. Ayrıca köylüler önemsiz suçlar işleseler bile acımasızca cezalandırılıyorlardı; örneğin bir adet yumurta ya da bir somun ekmek çalmanın cezası, çoğu zaman ölümdü.
Tüm bunların nedeni, nasıl ki erkekler kadınları gerçek insan olarak görmediyse, yönetici sınıfların da tebaalarını empati ve eşitliği hak etmeyen barbar yaratıklar olarak görmesidir. Orta Çağ İngiltere’sinden geriye kalan hukuki belgeler, köylülerin çocukları hakkında “damızlık” ya da “kuluçka” diye bahsediyor. Avrupa, Asya ve Amerika’ya ait toprak kayıtları ise köylüleri çiftlik hayvanlarıyla aynı grupta listeliyor.[26 - a.g.e]
Peki, insanların derdi ne? Toplumun bu hastalıklı hali bizim için o kadar tanıdık ki tarafsız bir gözlemciye ne kadar tuhaf ve delice gözükeceklerini tahmin etmek bile zor. Sonuç olarak, insanlık tarihi neden bu kadar korkunç bir şiddet ve baskı hikâyesi olmak zorunda? İnsanlar çatışma yaratmak ve birbirlerine baskı uygulamak için neden bastırılamaz bir iştah duyuyor? Ayrıca neden tüm bunlar nedeniyle son birkaç bin yıldır yaşamış her insanın hayatının bu kadar korkunç ve bu kadar sefalet ve yoksunluk içinde olması gerekiyordu? Hayat gerçekten bu kadar korkunç olmak zorunda mı? Böyle bakınca Buda’nın “hayat acı çekmektir” demesi şaşırtıcı gelmiyor. Bu korkunç şartlar altında yaşayan insanların ölümden sonraki görkemli hayata inanarak kendilerini avutması da öyle.
İnsanın Ruhsal Dünyasının Karanlık Yüzü
Tüm bu anlatılanlar -bu kadarıyla bile yeterince korkunç olsa da-hikâyenin sadece yarısı. Aslında tabiri caizse yaşananların sadece görünüşe yansıyan yarısı. Buraya kadar toplumsal ıstırap diyebileceğimiz, insanların birbirine uyguladığı zulümden bahsettik. Ancak insan ırkının zekâsı ve yaratıcılığına karşılık ödemek zorunda kaldığı bir başka bedel daha var.
İçimizden gelen bir başka ıstırap türü de var: ruhsal ıstırap. Varlığımızın o kadar olağan bir parçası haline gelmiş ki çoğu zaman artık farkına bile varmıyoruz. Fakat kendi etki alanında en az savaşlar ya da toplumsal baskılar kadar tehlikeli. Aslına bakarsanız onlardan daha da tehlikeli, çünkü -kitabın geri kalanında da göreceğimiz gibi- sözünü ettiğimiz bütün bu dışsal sorunları yaratan bizzat kendisi.
Bizi gözlemleyen dünya dışı varlıklar, insanlarda bireysel olarak da yanlış giden bir şeylerin olduğunun farkına muhtemelen varmıştır. Kendilerine şu soruyu soruyor olabilirler: İnsanlar için mutlu olmak neden bu kadar zor? Neden birçoğu -depresyon, bağımlılık, yeme bozukluğu gibi- psikolojik rahatsızlıklardan mustarip? Neden vakitlerinin çoğunu endişe, kaygı, suçluluk, pişmanlık ya da kıskançlık duyarak geçiriyorlar? Ya da neden tatminsizler ve mutluluk peşinde koşmalarına rağmen onu bir türlü yakalayamıyorlar? Neden yaşama dair genel bir hayal kırıklığı içinde ve sanki dünya tarafından aldatılmış gibi hissediyorlar?
Hayvan akrabalarımız böyle sorunlardan mustarip değiller. İntihar etmiyor (aşırı nüfus artışından kaynaklanan istisnai durumlar dışında), uyuşturucu kullanmıyor ya da kendilerine zarar vermiyorlar. Gelecek hakkında endişelenmiyor ya da geçmiş yüzünden suçluluk duymuyorlar. Amerikalı ünlü şair Walt Whitman’ın da hayvanları insanlarla kıyaslarken dediği gibi, “durumları yüzünden sıkıntıya girip ağlamıyorlar / karanlıkta uyanık kalıp günahları için gözyaşı dökmüyorlar… yeryüzünde bir tane bile mutsuz hayvan bulamazsınız.”[27 - Whitman, 1980, s. 73.]
Mutluluk öznel bir duygu ve birinin gerçekten mutlu olup olmadığını kesin olarak bilmek zor. Ancak her ne olursa olsun, ilk insanlar ve günümüze kadar varlığını koruyabilmeyi başarmış yerli halklar bizden daha huzurlu bir psikolojiye sahip ve nispeten hayattan memnun gözüküyorlar. Birçok antropolog, yerli toplulukların dinginliği ve hoşnutluğu karşısında şaşkınlığa düşmüştür. Örneğin Elman R. Service, Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Bakır Eskimoları için şunları söylüyor: “Eskimolar neşeli, kaygısız, iyi mizaçlı ve iyimserler; bu durum, onlarla yaşayan yabancıları da çok mutlu etti.”[28 - Service, 1978, s. 83.] 1950’li yıllarda Orta Afrika’daki pigmelerle tam üç yıl geçiren İngiliz antropolog Colin Turnbull ise onları tasasız ve iyi mizaçlı insanlar olarak nitelendirdi. “Uygar” insanları etkisi altına alan psikolojik rahatsızlıklardan uzaklardı. Onlar için hayat “neşe ve mutluluk dolu, kaygılardan uzak müthiş bir şeydi.”[29 - Turnbull, 1993, s. 29.] Benzer bir şekilde, The Continuum Concept (Süreklilik Kavramı) kitabının yazarı Jean Liedloff da Güney Amerika’da yaşayan Tauripan Yerlileri için “gördüğüm en mutlu insanlar”[30 - Leidloff, 1989, s. 24.] diyor (Dördüncü Bölüm’de yerli halkların bizim kadar “ruhsal ıstırap” çekmediğini gösteren daha ayrıntılı bilgiler sunacağız).
Ancak tarihte belirli bir noktadan sonra büyük bir dönüşüm yaşanmışa benziyor. Böylece insan beyninde adeta içi psikolojik kurtlarla dolu devasa bir kutu açılıvermiş oldu.
Memnuniyetsizliğin Belirtileri
Eğer dünya dışı arkadaşlarımız daha yakından baksalardı, insanın ruhsal dünyasıyla ilgili yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu gösteren pek çok kanıtı da görebilirlerdi. Örneğin içimizde hiç kaybolmayan sürekli bir huzursuzluk var. Bu hal bizim bir şeyler yapmamızı inanılmaz derecede zorlaştırıyor ya da sürekli dikkatimizi bir şeyler üzerinde toplamak zorunda kalıyoruz. Yaklaşık 350 yıl önce, Fransız filozof ve matematikçi Pascal şöyle söylemişti: “İnsanın mutsuz olmasının tek nedeni, odasında sessizce ve huzur içinde oturmayı bilmemesi.”[31 - Pascal, 1966, s. 67.] Elbette ki bu durum, bizim için artık o kadar da büyük bir sorun değil. Ne de olsa dikkatimizi verebileceğimiz televizyonumuz, bilgisayarımız ya da radyomuz var.
Dün neler yaptığınızı bir düşünün. Muhtemelen uyanık olduğunuz zamanın çoğunu kendiniz dışındaki varlıklara odaklanarak geçirdiniz. Belki de kahvaltı ederken gazete okudunuz, arabada işe giderken radyoda haberleri dinlediniz. Sonraki sekiz ya da dokuz saat boyunca işinizi yaptınız ve ara sıra iş arkadaşlarınızla sohbet ettiniz. Muhtemelen eve dönerken yine arabada radyo dinlediniz ya da otobüste gazete okudunuz ve akşamı televizyon izleyerek, kitap okuyarak, arkadaşlarınızla konuşarak ya da spor yaparak geçirdiniz. Sadece birkaç dakika boyunca algınız dışsal uyarıcılar tarafından bu şekilde meşgul edilmedi ve dikkatinizi kendinize verdiniz -treni beklediğiniz on dakika boyunca, suyun kaynamasını beklerken, tuvalette ya da uykuya dalmadan önce yatakta geçirdiğiniz günün son beş-on dakikasında.
Dünya dışı varlıklar, tamamen hareketsiz ve kendimizle baş başa kalmamak için ne kadar büyük bir çaba sarf ettiğimizi görselerdi çok şaşırırlardı. Her gün halıları süpüren, bibloların tozunu alan, camları silen ev kadınları ya da aslında yıllar önce emekli olabilecek birikime sahip olmalarına rağmen haftada hâlâ altmış saat çalışan zengin iş adamları onları hayrete düşürürdü. Ama herhalde en ilginç bulacakları şey televizyon izleme alışkanlığımız olurdu. Bize neden televizyon izlediğimiz sorulduğunda vereceğimiz yanıtlar az çok belli: rahatlamak, eğlenmek, dünyada olup bitenlerden haberdar olmak için. Televizyonun bir nebzeye kadar bu işlevleri yerine getirdiği gerçek. Ancak televizyon izlemek için bu kadar zaman harcamamızın asıl nedeni, dikkatimizi kendimiz dışında toplayabileceğimiz bu kadar işlevsel bir başka araç ya da gereci bugüne kadar kimsenin icat edememiş olması.
Bu şekilde yaşamak artık bizim için o kadar olağan ki tarafsız bir gözlemci için ne kadar saçma gözükeceği aklımızın ucundan bile geçmiyor. İnsanlar neden sürekli bir şeyler yapmak zorundalar ve neden sadece var olamıyorlar? Neden haftada ortalama 25 saatlerini bir odanın içinde, hareket eden bir takım imgeler gösteren bir kutuya bakarak geçiriyorlar? Ve neden geri kalan vakitlerinde sürekli meşgul olmak için ellerinden geleni yapıyorlar?
Sanki kendimizden korkuyoruz ve ruhsal dünyamızla yüzleşmek istemiyoruz. Bu korku elbette yersiz değil. Hayatta öyle anlar var ki gerçekten de kendimiz dışında bir şeyler düşünmek çok zorlaşıyor ve bu canımızı yakıyor. İşsizlik, bu yüzden insanların umutsuzluğa kapılıp depresyona girmesine neden oluyor. Psikolojik çalışmalar işsiz insanların daha çok depresyona girdiğini, daha çok intihar ettiğini, alkolik ya da bağımlı olduğunu, hastalandığını ve öldüğünü ortaya koydu.[32 - Argyle, 1989; Raphael, 1984.] Emekliler de benzer sorunlarla karşı karşıyalar. Yapılan araştırmalar emekli olduktan sonra insanların ilk önce kendilerini özgür hissettiğini gösteriyor. Ancak kısa süren bu “balayı” devresinin ardından hayal kırıklığı geliyor. İnsan kendisini boşta hissediyor, kendisine olan saygısını yitiriyor ve depresyona giriyor.[33 - Argyle, 1989; Atchley, 1985.]
Elbette bütün bu sorunların birçok nedeni olabilir. Sosyal temas ve onaydan yoksun kalmak veya maddi güçlüğe girmek gibi. Ancak asıl neden basitçe şöyle görünüyor: insanın boşta kalması. Yani işsiz ya da emekli olduğumuzda, çalışırken her gün bizi bir şekilde meşgul eden o sekiz ya da dokuz saatten yoksun kalmamız. Dikkatimizi cezbeden dışsal etkenler olmayınca odağımız kendimize dönüyor ve içimizde müthiş bir uyumsuzluk ve tatminsizlikle yüzleşiyoruz. Pop müzik ya da film yıldızları, genelde her günü belirlenmiş bir yaşam sürmedikleri ve bir anda servet sahibi olunca sonrasında artık düzenli çalışmaya ihtiyaç duymadıkları için uyuşturucu bağımlılığı ya da diğer psikolojik sorunlara muhtemelen daha yatkın oluyorlar. Tüm servet ve şöhretlerine rağmen, en az diğer insanlar kadar onlar da eylemsizlikten olumsuz etkileniyorlar.
Benzer şekilde, Amerikalı psikolog Mihayl Csikszentmihayli’nin çalışmaları da yalnız yaşayan insanlar için haftanın en mutsuz ânının pazar sabahı olduğunu gösteriyor.[34 - Csikszentmihalyi, 1992.] Bu, Freud’dan beri birçok psikoloğun, sinir krizlerinin genelde Pazar sabahı geçirildiğini gösteren ilginç gözlemleriyle de uyuşuyor. Bunun nedeni pazar sabahlarının haftanın rutini içerisinde en hareketsiz geçen zaman dilimi olması. Dolayısıyla dikkatimizi kendimiz dışında bir yerde toplamamız güçleşiyor. Csikszentmihayli’nin de yazdığı gibi, “kendinden başka dikkatini çeken bir şey olmayınca [insanlar] kararsız kalıyor. Haftanın geri kalanı bir rutinle geçiyor… Ama pazar sabahı, kahvaltı edip gazete okumaktan başka insan ne yapabilir ki?”[35 - a.g.e]
Sahip Olma Çılgınlığı
Dünya dışı varlıkların kafası muhtemelen Walt Whitman’ın deyişiyle “sahip olma çılgınlığına” kapılmış halimizi -yani çoğumuzun ihtiyaç bile duymadığı ve bize hiçbir faydası dokunmayacak eşyaları elde etmek için yaşamımızın en büyük zamanını ayırdığımızı- görünce de epey karışırdı. İnsanlar neden yeni giysiler, mücevherler, arabalar, antika eşyalar, süs eşyaları, mobilyalar satın almak konusunda bu kadar takıntılılar? Üstelik bunlardan ellerinde zaten yeterince varken ve hatta çoğunu aslında hemen hemen hiç kullanmıyorken. Neden büyük ve lüks evlerde yaşamak, en son model arabaları kullanmak, en pahalı mobilyalarda oturmak istiyoruz? Neden daha küçük ev ve arabalar ya da daha sade mobilyalar aslında daha kullanışlıyken bunlarla yetinemiyoruz? İleriki sayfalarda da göreceğimiz gibi, Amerikan Yerlileri de Avrupalıların ruhsal dünyasının bu özelliği karşısında hayrete düşmüştü. Oturan Boğa’nın dediği gibi:
Beyaz Adam her şeyi yapmasını biliyor, ama ürettiklerini nasıl dağıtacağı hakkında hiçbir fikri yok. Sahip olma tutkusu onlarda bir hastalık halini almış. Zaten yönetimde olanlara maddi destek olmak için fakirlerden vergi topluyorlar. Toprak anayı sadece kendilerinin zannederek komşularını dışlıyorlar.[36 - Wright, 1992, s. 304 içinde.]
Benzer bir şekilde, yine tarafsız bir gözlemci “başarılı” olmanın ya da başkaları tarafından takdir ve saygı görmenin çoğumuz için bu kadar fazla önem taşımasına şaşırabilirdi. Bazılarımız, sonunda “özel ve önemli” kişiler olacaklarını umarak tüm vakit ve enerjisini kariyerlerinde ilerlemeye adıyor. Bazılarımızsa hayatlarının daha tatmin edici olacağını ümit ederek ünlü bir pop ya da televizyon yıldızı olmak istiyor. Bazılarımız ise belli bir tarzda giyinip; gösterişli arabalar, pahalı mücevherler, en son moda mobilyalar ya da ev aletleri gibi belli eşyalara sahip olup; popüler restoranlar ya da klüpler gibi belli yerlere gidip belli bir şekilde hareket ederek başkalarında hayranlık uyandırmaya çalışıyor. Bu durumu gören dünya dışı varlıklar muhtemelen kendilerine şu soruyu sorarlardı: İnsanlar neden oldukları gibi var olmaktan memnun değiller? Neden sadece yaşamlarını her yeni gün sürdürdükleri, hayatta kalmayı başardıkları için kendilerini kutlamayıp, dünyada hep başka bir yere “varmak” ve herkesi kendilerine hayran bırakmak zorunda olduklarını hissediyorlar?
Hiç değilse sahip olduklarımız ve toplumsal mevkiimiz bizi tatmin etseydi bu anlattıklarım çok da büyük bir sorun olmazdı. Ancak çoğu insan, hayatından memnun değil ve sürekli daha fazlasını istiyor. Yeni bir ev ya da araba bizi bir süre oyalıyor, ama ardından memnuniyetsizlik yeniden ufukta beliriyor ve daha iyi bir ev ve araba istemeye başlıyoruz. Çalıştığımız şirketin müdürü olduğumuzda, ilk romanımız yayınlandığında ya da bestelediğimiz şarkı radyoda çaldığında kısa bir süre mutlu olabiliriz. Ancak egomuzu tatmin ettiğimiz bu anlar oldukça kısa sürüyor ve ardından yeni bir başarı arayışı geliyor.
Bu kısır döngü hayatın başka alanlarında da mevcut. Çoğumuz hiç dinmeyen bir değişiklik arayışı içerisindeyiz -daha iyi bir iş, yeni bir eş, başka bir mahallede başka bir ev, farklı mobilyalar, dış görünüşümüzü iyileştirmek gibi. Ancak bu arzularımızı gerçekleştirdiğimiz anda yerine bir yenisi geliyor.
İnsanların derdi ne? Adeta psikolojik bir uyumsuzluktan mustaribiz. Bu, bize sürekli işkence eden bir memnuniyetsizlik. Aslında hepimiz van Gogh ya da Friedrich Nietzsche gibi rahatsız ruhlara sahibiz. Yeteneklerimizin bedelini psikolojik dengesizlik ve karmaşalarla ödüyoruz. Filozof ve yazarların, insanların doğuştan mutsuz olduğu sonucuna varmış olması hiç de şaşırtıcı değil. Doktor Johnson’ın da dediği gibi, “insan mutlu olmak için dünyaya gelmiyor.”[37 - Dr. Johnson, 1905, s. 206.] Aslında Buda’nın “hayat acı çekmektir” sözü de savaşlar ya da toplumsal baskılardan ziyade tam da bu ruhsal acı çekmeye gönderme yapıyor (Budist bir metin olan Dhammapada’da şöyle yazar: “Bir düşman başka bir düşmana zarar verebilir, nefret duyan bir insan başka bir insanın canını yakabilir; ama yanlış yönlendirilmiş akıl, insana çok daha büyük bir zarar verir”[38 - The Dhammapada, s. 9, 42. dize.]). Bu ruhsal ıstırap, hayattan hoşnut olmamamıza ve ölümden sonraki hayat fikrine sarılarak teselli bulmamıza yol açmış olabilir. Eğer mutlu olsaydık kendimizle barışık olur, sadece var olabilir ve dikkatimizi başka varlıklara odaklayarak dağıtma ihtiyacı hissetmezdik. Pascal’ın da dediği gibi, “Eğer gerçekten mutlu olsaydık onu düşünmemek için başka arayışlar içerisine girmezdik.”[39 - Pascal, 1966, s. 48.] Benzer bir şekilde eğer gerçekten mutlu olsaydık, iyi hissetmek ve ruhsal huzursuzluğumuzu telafi etmek adına birtakım dışsal şeylerin -mal mülk ve toplumsal mevki gibi- peşinden koşmaz ve gerçekten ihtiyaç duyduklarımız dışında bir şey istemezdik.
Sorunların Kökeni
Yukarıda saydığımız sorunlar kesinlikle bunlarla sınırlı değil. Daha sonra da göreceğimiz gibi, verdiğim üç örnek dışında toplumsal ıstırabın başka çeşitleri de mevcut: Örneğin, tarihin son birkaç binyılında insan bedenine ve cinselliğe karşı gösterdiğimiz düşmanca suçluluk duygusu ve doğadan yabancılaşma -ve ona hükmetme arzusu- gibi. Doğaya karşı bu olumsuz tavrımızdan kaynaklanan ve belki de insanlıkla ilgili yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun en ikna edici kanıtı olan devasa bir soruna henüz değinmedim bile: çevreye verdiğimiz zarar. Burada ayrıntıya girmeyeceğim çünkü maalesef aslında hepimiz bu durumun umutsuzluğa kapılacak kadar farkındayız. Belki de tarafsız bir gözlemciye en mantık dışı gözükecek şey de, gezegenimizdeki yaşam döngüsüne verdiğimiz zarar ve onu yavaş yavaş tamamen yok etmeye doğru gidişimizdir.
Peki, tüm bunlara ne sebep oldu? İnsanın doğuştan vahşi, sadist ve hoşnutsuz olduğunu mu varsaymalıyız? Yani, savaşı ve ataerkilliği cinsel ve doğal seçilimin sonucu olarak gören evrimsel psikolojinin ve savaşın ve ataerkilliğin hormonlardan ve beynimizdeki kimyasallardan kaynaklandığını öne süren bilim insanlarının iddia ettiği gibi, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Ya da dünya üzerindeki birçok kültürün inandığı “Çöküş” miti gibi, nispeten daha ahenkli ve bu sorunlardan uzak bir dünya bir zamanlar vardı da sonra müthiş bir değişim yaşandı ve biz o ahengin dışına “düşerek” kendimizi toplumsal kaos ve ruhsal kargaşanın içinde mi bulduk?
Bu kitabı yazmaktaki amacım, bu son senaryonun doğru olduğunu ve tarihteki bir dönüm noktası sonrasında insanlıkla ilgili bir şeylerin yanlış gitmeye başladığını göstermek. En ilginci de ilk bakışta birbirinden bağımsız gözükseler bile bu bölümde bahsettiğim bütün sorunların (özellikle toplumsal ve psikolojik olanların) izini sürdüğümüzde aynı kökene varmamızın mümkün olması. Bu iddia yaratıcılık, deha, teknolojik ve bilimsel yeteneklerimiz gibi olumlu yanlarımız için de geçerli. İnsan ırkının artı ve eksileri, aynı olgunun olumlu ve olumsuz sonuçları: yani, Çöküş’ün ya da daha kesin konuşmak gerekirse-Ego Patlaması’nın.
2
Çöküş-Öncesi Dönem
TOPLUMSAL VE PSİKOLOJİK sorunlarımız hakkında aklımızda tutmamız gereken en önemli nokta, bir önceki bölümde belirtmeye çalıştığım gibi, bu sorunların ezelden beri insan yaşamının bir parçası olup olmadığı. Tam aksine, sorunların ortaya çıkışı, eğer bütün insanlık tarihini göz önünde bulunduracak olursak, aslında oldukça yeni bir gelişme.
Yaklaşık MÖ 8000’e kadar insanlık yüzbinlerce yıl boyunca avcı-toplayıcı olarak yaşadı; yani, vahşi hayvanları avlayarak (erkeklerin görevi) ya da yabani ot, kabuklu yemiş, meyve ve sebze toplayarak (kadınların görevi) hayatta kaldı. Avcı-toplayıcı gruplar küçük (sayıları genellikle birkaç düzineyi aşmıyordu) ve göçebeydiler. Bir bölgedeki yiyecek kaynakları azalmaya başladığında, yani birkaç haftada ya da bir iki ayda bir yer değiştiriyorlardı. Aynı zamanda (en azından günümüzdeki avcı-toplayıcılara kıyasla) oldukça değişkendiler, yani üyeleri sık sık değişiyordu. Antropologlar Lee, DeVero[40 - Lee ve DeVore, 1968.] ve Turnbull[41 - Turnbull, 1972.]’un da öne sürdüğü gibi, günümüzdeki avcı-toplayıcı gruplar da birbirleriyle iletişim ve etkileşim içerisindeler. Birbirlerini ziyaret ediyor, birbirleriyle evleniyor ve üye değiş tokuşu yapıyorlar. Bilim insanları bu topluluklarda yiyeceklerin çoğunu erkeklerin karşıladığını varsayagelmişti. Muhtemelen içinde yaşadığımız modern toplumda evi geçindiren kişinin erkek olduğu düşünüldüğü için. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar (ve Avustralya Aborijinleri gibi günümüzde hâlâ varlığını sürdüren avcı-toplayıcı gruplar hakkında yapılan gözlemler), aslında kadınların yiyeceklerin % 80-90’ını sağladığını ortaya koydu. Hatta bu nedenle bazı antropologlar bu insanlara toplayıcı-avcı denmesini bile önerdi.[42 - Lenski, 1995; Lee ve DeVore, 1968.]
Tarihöncesi döneme ilişkin bir diğer varsayımımız da o zamanlar günlerin çok zor ve sıkıcı geçtiği, hayatın baştan sona güçlükler ve ıstırapla dolu olduğudur. Avcı-toplayıcıların hayatının bazı açılardan çok zorlu olduğu doğru; ömürlerinin kısa sürmesi, vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğrama tehlikesi, doğa şartları ve hastalıklar karşısında korunmasızlık gibi. Ancak diğer yandan, modern zamanlara kıyasla yaşamları oldukça basitti. Antropologlar avcı-toplayıcıların zamanlarını nasıl kullandıklarını sistemli bir şekilde incelediklerinde gördüler ki onlar yemek aramaya bütün vakitlerini değil, sadece haftada on iki ila yirmi saat arası bir vakit ayırıyorlardı; yani modern dünyadaki çalışma saatlerinin yarısı ila üçte biri! Tam da bu nedenle antropolog Marshall Sahlins, avcı-toplayıcılara “tarihteki ilk refah toplumu” yakıştırmasını yaptı. Aynı adı verdiği ünlü makalesinde toplayıcılar için “yemek arayışı o kadar başarılı geçiyordu ki insanlar zamanlarının yarısında ne yapacağını bilemiyordu”[43 - Sahlins, 1972, s. 13.] diye yazdı. Christopher Ryan ise Thomas Hobbes’un hayatı “çirkin, vahşi ve kısa” olarak tanımlamasına karşı çıkarak, “yaşam Buzul Çağı’nda (yani, MÖ 1.8 milyon ile 10.000 arasında), günümüzdeki ve Hobbes’un iddia ettiği türde yaşamların aksine- stresten uzak, sosyal, barışsever ve hayat doluydu,”[44 - Ryan, 2003, s. 55.] dedi. Benzer bir şekilde, Robert Lawlor da hâlâ avcı-toplayıcı olarak yaşayan Avusturyalı Aborijinler’in günde sadece dört saat yemek aradığını ve günün geri kalan kısmında müzik ve sanatla ilgilendiklerini, hikâye anlattıklarını ya da aileleri ve arkadaşlarıyla vakit geçirdiklerini belirtiyor.[45 - Lawlor, 1991.]
Araştırmalar -kulağa garip gelse de- avcı-toplayıcıların beslenme alışkanlıklarının bizimkine kıyasla çok daha sağlıklı olduğunu da gösteriyor. Çok az yedikleri et dışında (günlük yiyecek tüketimlerinin sadece %10-20’si), aslında neredeyse günümüzdeki veganlar gibi besleniyorlardı. Süt ürünleri tüketmiyor; çoğunlukla meyve, sebze, kök ve kabuklu yemiş yiyorlardı. Üstelik hepsini çiğ tüketiyorlardı (günümüzdeki beslenme uzmanlarının en sağlıklı beslenme şekli olarak tavsiye ettiği gibi). Bu durum, keşfedilen avcı-toplayıcı iskeletlerinin, neden şaşırtıcı derecede büyük ve sağlam olduğunu ve neredeyse hiç hastalık ya da diş çürüğü belirtisi göstermediğini de kısmen açıklıyor. Antropolog Richard Rudgley şöyle yazıyor: “Yediklerinden ve iskeletlerinin durumundan, avcı-toplayıcıların genel olarak sağlıklı olduğunu biliyoruz.”[46 - Rudgley, 2000, s. 36.] Fizyolog Jared Diamond’ın çalışmaları, günümüzdeki Yunanistan ve Türkiye topraklarında yaşamış avcı-toplayıcı erkeklerin ortalama 1.77, kadınların ise ortalama 1.67 metre boya sahip olduğunu gösteriyor. Ancak tarıma geçilmesinin ardından bu rakamlar sırasıyla 1.59 ve 1.54’e düştü.[47 - Diamond, 1992.] ABD’deki Illinois Vadisi’nde yapılan arkeolojik kazılar ise insanların mısır ekmeye başlaması ve yerleşik hayata geçmesiyle birlikte bebek ölümlerinin arttığını, boylarının kısaldığını ve kötü beslenmeye dayalı birçok hastalığın ortaya çıktığını gösteriyor.[48 - Ryan, 2003.]
Bunun bir diğer nedeni de avcı-toplayıcıların daha sonraki insanlara kıyasla hastalıklara daha dayanıklı olması. Aslına bakarsanız tarihte hastalığa en az yakalanan insanların, modern tıbbın geliştiği ve sağlık koşullarının düzeldiği 19. ve 20. yüzyıllara kadar onlar olduğu söylenebilir. Bugün yakalandığımız hastalıkların çoğu, hayvanları evcilleştirdiğimizde ve dolayısıyla onlarla daha yakın temasa geçtiğimizde ortaya çıktı. Hayvanlardan bize birçok hastalık geçti: domuz ve ördekten grip, attan soğuk algınlığı, inekten çiçek hastalığı ve köpekten kızamık. Süt ürünleri tüketmeye başladığımızda ise en azından otuz yeni hastalıkla daha tanıştık.[49 - Rudgley, 2000.]
Bu kitabın ana fikri açısından daha da ilginç olan, son birkaç bin yıldır insanlığı etkileyen sorunlara dair avcı-toplayıcılarda hiç iz olmaması. İlk insanlarla ilgili en yanlış varsayım, onların ağzı öfkeden köpüren ve ellerinde sopalarla ortalıkta dolaşıp sürekli birbirlerine saldıran vahşi yaratıklar oldukları efsanesi. Gerçek, bundan daha farklı olamaz diye düşünülüyordu.
Arkeolojik çalışmalar avcı-toplayıcılğın sürdüğü dönemde savaşa dair neredeyse hiçbir kanıta rastlamadı; yani, insan ırkının ortaya çıkmasından MÖ 8000’e kadar dönemde. Aslında, onbinlerce yıl boyunca yaşandığı kesin olan sadece iki olay tespit edildi. Nil Vadisi çevresindeki bazı alanlarda, MÖ 12.000’den itibaren yaşanmış şiddet olaylarına ilişkin bir takım belirtiler görülüyor. Örneğin Jebel Sahaba’da vahşi bir şekilde öldürülmüş elliden fazla insan cesediyle dolu toplu bir mezar bulundu. Avustralya’nın güneydoğusundaki bazı kazı alanlarında ise kabileler arası kavgaya -ve çocukların kafataslarının parçalanması gibi başka toplumsal şiddet örneklerine- ait MÖ 11.000 ve 7000’e ait birkaç ize rastlandı.[50 - DeMeo, 2002.] Lawrence Keeley’nin War Before Civilization (Medeniyetten Önce Savaş) kitabı da tarihöncesine ait birçok şiddet ve savaş örneği veriyor gibi gözüküyor. Ancak bunların hiçbiri güvenilir değil; dolayısıyla diğer bilim insanları tarafından reddedildiler. Örneğin Keeley, insan kemiklerindeki kesik izlerini yamyamlığın kanıtı olarak sunuyor; ancak muhtemelen bu kesikler tarihöncesi dönemdeki cenaze törenlerine ait kemikleri etten temizleme geleneğinin bir sonucu olarak oluştu. Keeley, Avustralya’daki mağaralarda yer alan oldukça soyut çizimleri de savaş resimleri olarak yorumluyor; fakat bu çizimleri pek çok başka açıdan yorumlamak da mümkün. Antropolog R. Brian Ferguson’un da dediği gibi, “Savaşın insanlık kadar eski olduğunu ima ederken Keeley maksadını fazlasıyla aşıyor.”[51 - Ferguson, 2000, s. 159. Savaşın kökenlerinin çok eskiye dayandığına inanan bir başka bilim insanı ise İngiliz arkeolog Nick Thorpe (1999, 2000). Thorpe, Mezolitik Dönem’de (MÖ 9. binyıl, yani Orta Taş Çağı’nda) bile savaşların yaşandığına dair kanıtlar olduğuna inanıyor. Buna dair üç farklı kanıt sunuyor: silahlar, savaş çizimleri ve iskelet kalıntıları. Ancak kendisinin de kabul ettiği gibi, kazılarda ne kadar çok hançer ya da balta bulunmuş olursa olsun bunların silah olarak kullanıldığından asla emin olamayız. Pekâlâ alet-edevat ya da av için de kullanılmış olabilirler. Thorpe, ikinci olarak, Mezolitik (ya da geleneksel tarihlendirme yöntemlerinin yanlış olabileceğini söylediği için Neolitik) Dönem’de savaşların yaşandığına dair İspanyol Levantenlerin kayalara yaptığı çizimleri kanıt olarak sunuyor. Ancak hemen ardından “kaya çizimlerinin dolaysız olarak yorumlanmasına karşı çıkan pek çok kişi var” diyerek yine kendi tezinin güvenilirliğini sorguluyor (Thorpe, 1999).Ardından, en güvenilir kanıtların ise özellikle kurşun gibi delici bir nesneyle açılan yaralara sahip iskelet kalıntıları olduğunu belirtiyor. Bununla ilgili olarak, “İtalya’da bulunmuş, geç dönem Paleolitik Çağ’a ait ve kemikleri üzerinde çakmak taşıyla açılmış yaralar bulunan iki iskelet” (a.g.e) ile İsveç, Zelanda, Brittany ve Romanya’dan birkaç münferit örnek sunuyor. Ayrıca, Danimarka ve Kaliforniya’da bulunmuş ve kafatası yaralanmasına sahip iskeletlerden bahsediyor. Ancak bu örneklerin münferit olaylar olması, savaşa dair somut kanıtlar sundukları iddiasını havada bırakıyor. Eğer bu yaralanmalar gerçekten savaşlar sırasında oluşsaydı, tek tek bireylerde değil çok daha fazla sayıda iskelette gözlemlenmesi gerekirdi. Münferit olaylar olarak baktığımızda ise, bu yaralanmaların -özellikle de avlanma sırasında yaşanan- kazalar sonucunda oluşmuş olması oldukça muhtemel. Hatta kasıtlı şiddet sonucunda ortaya çıkmış olsalar bile gerçek savaşlardan ziyade sadece bireyler arasında yaşanan şiddet olaylarından kaynaklandıkları söylenebilir. Zaten Thorpe da bu ihtimali göz ardı etmiyor: “Bu örnekleri yorumlarken çok dikkatli olmalıyız” (a.g.e.). Son olarak, Mezolitik Dönem Avrupa’sında başa ya da gövdeye isabet eden “darbeler sonucunda oluşan kırık çıkık” vakalarından bahsediyor. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar “pek çok kazanın da kırık çıkık ile sonuçlanmış olabileceğini” gösterdi (a.g.e.).Thorpe’un bahsettiği ve gerçekten savaşı andıran kanıtlar ise orta ve geç dönem Neolitik Çağ’a aitler. Bavyera’daki Of-net bölgesinde bir mağarada, içinde hepsi de ölmeden önce yaralanmış tam otuz sekiz kişinin kafatası ve omurgası bulunan iki çukur keşfedildi. Danimarka’daki Dyrholmen’da ise derisi yüzülmüş dokuz kişinin kemikleri bulundu. Son olarak, Almanya’daki Talheim’da MÖ 5000 yılında kafalarına aldıkları darbe sonucunda ölmüş otuz dört kişiye ait bir toplu mezar bulundu.Kısacası, Neolitik Dönem’den önce savaşların yaşandığına dair kanıtlar -ana metnin içinde bahsettiğim iki örnek dışında- hiç ikna edici değil. Hatta Neolitik Dönem’e ait bile çok az örnek söz konusu. Ancak Keeley ve Thorpe gibi arkeologların vardığı sonuçları sorgulayıp sorgulamamamızın aslında pek de önemi yok: Fazlasıyla havada kalan iddialarını doğru kabul etsek bile MÖ yaklaşık 4000 yılına kadar son derece sınırlı sayıda savaşın yaşandığı, bu tarihten sonra ise savaşların sayısında aniden çok büyük bir artış yaşandığı su götürmez bir gerçek.]
Savaşa dair kanıtların yokluğu oldukça çarpıcı. Örneğin 1999’da dünyanın farklı bölgelerine ait arkeolojik kanıtlar üç kez gözden geçirildi ve üst Paleolitik döneme (yani, MÖ 40.000-10.000 yılları arasına) ait savaşla ilgili hiçbir delil bulunamadı.[52 - Chapman, 1999; Dolkhanov, 1999; Vencl, 1999.] Vahşi bir şekilde ölümden ya da savaşın neden olduğu zarar ve ziyandan hiç iz yoktu. Üstelik alet ve çanak çömlek gibi çok sayıda tarihi eser bulunmuş olmasına rağmen hiç silaha rastlanmadı. Ferguson’un da dediği gibi, “Savaşın bu dönemde o kadar yaygın olup da bu şekilde görünmez kalmış olmasını anlamak çok zor.”[53 - Ferguson, 1997, s. 333.] Arkeologlar, Paleolitik döneme ait üç yüzün üzerinde mağara “sanat galerisi” de keşfetti. Hiçbirinde savaşa, savaşçılara ya da silahlara dair çizim yoktu.[54 - Keck, 2000, s. xxi.] Bu gibi kanıtlardan yola çıkarak arkeolog W. J. Perry şu sonuca vardı: “Toplayıcı insanların savaşçı olduğunu düşünmek çok yaygın ve büyük bir hata… Aksine elimizdeki bütün kanıtlar toplayıcı dönemin tarihin son derece barış dolu bir dönemi olduğunu gösteriyor.”[55 - Heinberg, 1989, s. 169 içinde.] Bir başka antropolog Richard Gabriel, bu durumu daha açık bir dille ifade ediyor:
Taş Devri başladıktan doksan beş bin yıl sonrasına (MÖ 4000 yılına) kadar insanın bırakın savaş yapmayı, örgütlü grup şiddeti uyguladığına dair bile hiçbir delil yok. Başkasının canına kıymayla ilgili genel olarak çok az kanıt var.[56 - Gabriel, 1990, s. 21.]
Bunun doğru olduğunu, günümüzde hâlâ avcı-toplayıcı olarak yaşayan ya da çok kısa süre öncesine kadar böyle yaşamış gruplara baktığımızda da görüyoruz. Bazı antropologlar haklı olarak günümüzdeki yerli topluluklarını geçmiş kültürlerin temsilcisi olarak görmenin yanlış olacağını belirtiyor. Günümüzde var olan yerli topluluklar “uygar” halklar tarafından yozlaştırıldığı; hatta çoğu kez tamamen ortadan kaldırıldığı- için bu fikre katılmamak mümkün değil. Dünyada, tamamen yerli ve ilkel kültür muhtemelen kalmadı. Ancak yine de bu insanlara, en azından Avrupalılarla ilk temasa geçtikleri zamanlar (ve bunu takip eden dönemde) oldukları haliyle, tüm insan ırkının geçmişine açılan bir pencere olarak bakabileceğimize inanıyorum. Bu insanlar, binlerce yıl boyunca değişmeyen kültürlere sahipti. Örneğin, antropolog Robert Lawlor bunu şöyle ifade ediyor:
Geleneksel arkeolojik kanıtlar, Aborijinlerin Avustralya’da 60.000 yıldır varolduğunu gösteriyor; ancak yeni kanıtlar bu rakamı 120.000, hatta 150.000’e çıkardı. Aborijinlerin törensel adetleri, inançları ve kozmolojisi insan türünün en derin toplumsal hafızasını temsil ediyor olabilir.[57 - Lawlor, 1991, s. 9.]
Günümüzün ve eski dönemlerin avcı-toplayıcı grupları arasında pek çok benzerlik mevcut. Örneğin, bildiğimiz kadarıyla eski avcı-toplayıcılar da günümüzdekiler gibi animist dünya görüşüne sahip, doğaya saygılı ve eşitlikçi bir toplumsal düzende yaşıyordu. Aslında birçok bilim insanı, geçmişe ait arkeolojik ve günümüze ait etnografik kanıtların birbirini desteklediğini kabul ediyor. Sosyolog Lenski’nin de dediği gibi, “Yapılan karşılaştırmalar sadece geçerli değil aynı zamanda çok büyük öneme sahip… benzerlikler çok sayıda ve temel unsurlara ait; farklılıklar ise çok daha az sayıda ve önemsiz.”[58 - Lenski, 1978, s. 137.]
İlk Avrupalı kâşiflerin ve günümüz antropologlarının avcı-toplayıcılarda -ve hâlâ oldukça geleneksel bir yaşam süren avcı-toplayıcı gruplarda- gözlemlediği bir başka çarpıcı özellik ise çok az savaşmış olmaları. Çok az sayıda kabile Avrupalılarla temasa geçmeden önce de savaşçıydı. Örnek olarak Güney Amerika’daki Amazon Havzası’nda yaşayan kabileler veya Jivaro ve Yanamamo Yerlileri verilebilir (bu istisnai durumları Dördüncü Bölüm’de daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız). Kuzey Amerika’nın ortasındaki düzlük alanlarda yaşayan Yerliler (Plains Indians – Ova Yerlileri) gibi pek çok avcı-toplayıcı ise Avrupalılarla sorun yaşamaya başlayınca şiddete başvurmak zorunda kalmıştı. Son birkaç on yılda ise Afrika’nın güneyinde yaşayan !Kung halkı da benzer bir süreçten geçti. !Kunglar bir zamanlar son derece barışseverdi; ancak -kültürel yozlaşma sonucunda- artık birçok Batı ülkesinden çok daha yüksek bir cinayet oranına sahipler.[59 - Wrangham ve Peterson, 1996.] “Savaş insanlık kadar eski” sözüne inananlar genellikle bu tür örneklere dikkat çekerek savaşın doğal olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Ancak R. Brian Ferguson’un deyişiyle, “ilkel ya da yerli savaşlarının, Batı ile temas sonrasında tüm dünyada genel olarak dönüşüme uğradığı, sıklaşıp yoğunlaştığı ve kimi zaman da hızlandığı”[60 - Ferguson, 2003.] gerçeğini gözardı ediyorlar. Lenski’nin de dediği gibi, günümüzde hâlâ “[avcı ve toplayıcı gruplarda] savaşa çok az rastlanıyor. Modern çağda bile ayakta kalabilen kabileler çok ender savaşıyor; grup-içi şiddet nadiren görülüyor.”[61 - Lenksi, 1978, s. 422.]
Örneğin, Avustralyalı Aborijinler için bu genellikle geçerli bir tespit. Antropolog Elman R. Service Aborijin kabilesi Arunta için şunları söylüyor:
Kabileler arasında savaş yok. Yaşanan çatışmalar, savaştan ziyade adli bir nitelik taşıyor. Bir grup ya da aile, bir birey tarafından kendisine yanlış yapıldığına inanıyorsa bu yanlışı düzeltmek ve intikam almak adına keşfe çıkıyor. Ancak bu süreç, genelde muharebe yerine anlaşmayla son buluyor.[62 - Service, 1978, s. 27.]
Eski bir antropolog olan William Graham Sumner bildiği hiçbir yerli topluluğun (örneğin, Aborijinler veya Hindistan, Alman Melanezyası ve Papua Yeni Gine’de yaşayan kabileler gibi) savaşmadığını ifade etmişti. Özetlediği gibi, “En az uygar insanlara dair gerçeklere baktığımızda, savaşçı olmadıklarını ve ellerinden geldiğince savaştan kaçındıklarını görüyoruz.”[63 - Sumner, 1964, s. 205.] Bir diğer kadim antropolog Branislav Malinowski ise pek çok yerli halkın, hiddet belirtisi gösterdiği zamanlarda bile “bunun gerçek bedensel şiddete dönüşmesinin istatistiki olarak önem verilemeyecek derecede nadir olduğunu”[64 - Malinowski, 1964, s. 251.] belirtiyor.
Elbette bu topluluklarda da kimi zaman çatışma gerçekleşiyordu. Ancak mümkün olduğunca az şiddetli geçmesini sağlamak için sürece müdahale ediliyor ve çatışma törenselleştiriliyordu. Gruplar arasında kavga çıktığı zaman antropologların “turnuva savaşları” (tournament fights) dediği yola başvurularak düşmanca duyguların dışa vurulması sağlanıyordu. Örneğin, ünlü Eskimo şarkı yarışmalarının amacı buydu. Diğer kabilelerse güreş, mızrak ve kafa atma turnuvaları düzenliyordu.[65 - Service, 1978; Sumner, 1964; Malinowski, 1978.] Bu “törensel saldırganlığın” bir örneği, W. Divale tarafından War in Primitive Society (İlkel Toplumda Savaş) adlı kitapta tasvir ediliyor.[66 - Divale, 1973.] “İleri” kabile kültürlerinde, “savaşçı” gruplar önceden kararlaştırılmış bir alanda buluşuyor ve topluca savaşmak yerine çiftlere ayrılarak düello düzenliyorlardı. Aynı anda düzinelerce düello vuku buluyordu. Bir “savaşçı” rakibine hakaret ediyor ve ardından mızrak ya da ok atıyordu. Ancak bireyler arasında oldukça uzun bir mesafe bulunduğu ve “savaşçılar” oktan kaçmakta oldukça yetenekli olduğu için bu süreç neredeyse hiçbir seferinde ölümle sonuçlanmıyordu. Divale’nin de dediği gibi, “Eğer bir kişi ağır bir şekilde yaralanır ya da ölürse o gün muharebeye ara veriliyordu.”[67 - a.g.e., s. xxi.]
Burada önemli olan nokta, avcı-toplayıcıların genellikle kendilerini bir toprak parçasına ait hissetmiyor olması, dolayısıyla bölgelerine yaklaşanlara da saldırmıyorlardı. Burch ve Ellanna’nın da dediği gibi, “Avcı-toplayıcılarda hem toplumsal hem de mekânsal sınırlar oldukça esnekti; üyeleri ve benimsedikleri coğrafya sık sık değişiyordu.”[68 - Burch & Ellanna, 1994, s. 61.] Sınır kavramını bilmedikleri için, bir toprak parçasını ya da üzerindeki doğal kaynakları korumak adına savaşmalarına da gerek kalmıyordu. Aksine, Margaret Power’ın deyişiyle, “yemek kaynakları konusunda endişelenmiyor, onlara sahip olmaya çalışmıyorlardı.”[69 - Power, 1991, s. 44.] Bu tez, arkeolojik kanıtlarla da uyumlu. Antropolog Haas’ın tarihöncesi Kuzey Amerika hakkında yazdığı gibi,
İlk avcı ve toplayıcıların sınırları korumak adına harekete geçtiğine dair elde hiç arkeolojik kanıt yok. Tam aksine, bütün kıtaya yayılmış açık bir iletişim ve etkileşim ağı kurmuşa benziyorlar.[70 - Haas, 1999, s. 14.]
Ataerkillik ve Eşitsizlik?
Ataerkillik ve toplumsal katmanlaşma da avcı-toplayıcı gruplarda yok gibi gözüküyor. Antropolog Knauft, avcı-toplayıcıların en önemli özelliğinin “en üst düzeyde siyasi ve cinsel eşitlikçilik”[71 - Knauft, 1991, s. 391.] olduğunu söylüyor. Kabilenin yiyecek kaynaklarının çoğunu sağlamaları, kadınların erkeklerle en azından eşit toplumsal mevkide olduğunu gösteriyor -bu kadar önemli bir iktisadi göreve sahipken düşük bir mevkide olduklarını varsaymak zor. Avcı-toplayıcıların insan bedenine ve cinselliğe karşı takındıkları sağlıklı ve açık tavır da -günümüzde yaşayan Aborijinler’den bazılarının çıplak dolaşması ya da cinsellik hakkında samimi olmaları gibi- bunu gösteriyor. Çünkü daha sonra da göreceğimiz gibi kadınlara yönelik baskı, insanın bedenine yabancılaşmış hissetmesi ve içgüdüleri ile bedensel işlevlerine karşı takındığı olumsuz tavırla yakından alâkalıydı.
Günümüz avcı-toplayıcılarında da ataerkilliğe rastlanmıyor. Antropolog M. A. Jaimes Guerrero şunları söylüyor: “Araştırmalarım, hepsi değilse bile neredeyse bütün yerli halkların Avrupa işgali ve sömürgecilik öncesinde anasoylu olduğunu gösteriyor.”[72 - Jaimes Guerrero, 2000, s. 37.] Yani, neredeyse bütün yerli halklarda soy ve miras baba değil anne tarafından geçiyordu ki bu da kadınların yüksek bir mevkiye sahip olduklarının açık göstergesiydi. Ingold ve çalışma arkadaşlarının da öne sürdüğü gibi “ânında tüketen” (immediate return) avcı-toplayıcılarda (yani topladıkları yiyecek ve diğer kaynakları sonraya saklamadan hemen kullanarak yaşayan toplumlarda) erkeklerin kadınlar üzerinde hâkimiyeti yoktu.[73 - Barnard ve Woodburn, 1988.] Kadınlar eşlerini genelde kendileri seçiyor, ne iş yapmak istediklerine kendileri karar veriyor ve istedikleri zaman çalışıyorlardı. Eğer evlilik yürümezse velayet hakkı kadınındı (yerli kültürlerde ataerkilliğin olmadığını gösteren başka kanıtları Dördüncü Bölüm’de sunacağız).
Eski avcı-toplayıcıların eşitlikçi olduğuna ve toplumsal mevki farklılıklarını bilmediklerine dair de bazı arkeolojik deliller mevcut. Arkeolojide toplumsal tabakalaşmanın en açık göstergelerinden biri olarak mezarlarda gözlemlenen farklılıklar kabul edilir -büyüklükleri, konumları ve içlerine konulan eşyalar gibi. İleriki sayfalarda da göreceğimiz gibi sınıflara ayrılmış toplumlarda daha “önemli” insanlar için büyük, merkezi ve içinde birçok eşya bulunan mezarlar vardır. Ancak eski avcı-toplayıcıların mezarları çarpıcı bir biçimde aynı. Ya tamamen aynılar ya da aralarında çok az fark var.
Günümüzdeki avcı-toplayıcılara bakarak da atalarının eşitlikçi olduğu sonucuna varmamız mümkün. Günümüzün neredeyse bütün avcı-toplayıcıları, toplumsal eşitsizlikle özdeşleştirdiğimiz niteliklerden hiçbirine sahip değiller. Antropolog James Woodburn, ânında-tüketen toplayıcıların “temel eşitlikçiliği”nden (profound egalitarianism) bahsederken başka hiçbir yaşam tarzının “eşitliğe bu kadar önem vermediğini” yazıyor.[74 - Woodburn, 1982, s. 432.] Birçok ilk insan, doğal bir komünizm içerisinde yaşıyordu; bu, Karl Marx’ın da fark ettiği ve “ilkel komünizm” dediği safhaydı. Lenski’nin Human Societies (İnsan Toplumları) kitabında verdiği istatistiklere göre, günümüzün avcı-toplayıcılarından sadece %2’si sınıflı bir toplumda yaşıyor; %89’u ise özel mülk kavramını bilmiyor (geri kalan %11’in içinde ise toprağın bir kişinin mülkiyetinde olması oldukça “ender” rastlanan bir durum).[75 - Lenski, 1978.] Aslında sadece toprak değil, hiçbir mal üzerinde mülkiyet hakkı yok gibi. Ingold’un da dediği gibi, avcı-toplayıcılar “hemen kullanmaya ihtiyaç duydukları dışındaki taşınabilir malları biriktirmeye eğilimli değiller. Hatta ahlaki açıdan onları paylaşmaları gerektiğini düşünüyorlar.”[76 - Barnard ve Woodburn, 1988, s. 16.] Ingold ve arkadaşları, -ikinci bir balta ya da ikinci bir gömlek gibi- “gereksiz” bir eşyaya asla birkaç günden, hatta genellikle sadece birkaç saatten fazla sahip olmayan Afrika’daki Hadzalar’dan da örnek veriyor. Öyle ki “paylaşmaya yönelik ahlaki zorunluluklar” Hadzalar’ın ellerine geçen eşyayı neredeyse ânında başka birisine vermesine yol açıyor.
Toplayıcılar çarpıcı bir şekilde demokratikler de. Birçok toplumda liderler var, ancak güçleri oldukça kısıtlı ve eğer grubun geri kalan kısmı bu kişilerin liderliğinden memnun kalmazsa görevden kolayca alınabiliyorlar. İnsanlar lider olmak için yarışmıyor -tam aksine eğer bir kişi iktidar ve servet arayışı içerisine girerse lider olmaktan men ediliyor.[77 - Woodburn, 1981/1998.] Liderin görevleri duruma göre değişiyor. Power’ın da dediği gibi, “Liderlik rolü, grup tarafından anlık bir biçimde veriliyor; duruma göre belli kişilere yükleniyor… ihtiyaç duyulursa başka biri onun yerine geçebiliyor.”[78 - Power, 1991, s. 47.] Hatta insanlar lider olduklarında bile tek başlarına karar alamıyorlar. Lenski’nin de yazdığı gibi, siyasi kararlar sadece kabile şefi tarafından alınmıyor; “saygın ve etkili kabile üyeleri -ki bunlar genellikle aile reisleri olur- gayri resmî bir şekilde kendi aralarında tartışarak karar alıyorlar.”[79 - Lenski, 1978, s. 125.] Ya da antropolog Jean Briggs’in Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Utku Eskimoları’ndan bahsederken dediği gibi,
Utkular’ın -aynen diğer Eskimo kabileleri gibi- yetkileri tek tek bireylerinkini aşan resmî liderleri yok. Ayrıca düşünce ve eylem özgürlüğünü doğal bir hak olarak gördükleri için, onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen her kim olursa olsun ona şüpheyle yaklaşmaya başlıyorlar.[80 - Briggs, 1970, s. 42.]
Aynı zamanda avcı-toplayıcılar toplumsal mevki farklılıklarının ortaya çıkmasını engellemek için de çeşitli önlemler almışlar. Başkalarının hakkını yemiyor, kendisini fazla öven birini küçümsüyor ya da onunla dalga geçiyorlar. Örneğin, Afrikalı !Kunglar ava çıkmadan önce oklarını değiş tokuş ediyorlardı. Bir hayvan öldürüldüğünde övgüye layık görülen oku atan değil, okun asıl sahibi oluyordu. Eğer bir kişi baskın ya da kibirli olmaya başlarsa diğerleri ona karşı birleşiyor ya da onu aforoz ediyordu.[81 - Boehm, 1999.] Christopher Boehm’in de özetlediği gibi, “Küçük göçebe topluluklar halinde yaşayan toplayıcılarda eşitlikçilik evrensel gözüküyor. Yani siyasi eşitlikçiliğin kökenleri çok eskiye dayanıyor.”[82 - a.g.e., s. 69.]
Eşitlikçiliğin muhtemelen bazı kültürel kökenleri vardı; örneğin avcı-toplayıcı yaşam tarzının devingenliği, servet birikimini imkânsız kılıyordu (çünkü serveti bir yerden öbürüne taşımak zordu). Ayrıca toplulukların küçük olması ve teknoloji eksikliği, sınıfların ya da kastların temeli olan farklı toplumsal rollerin ortaya çıkmasına izin vermiyordu. Ancak bu gruplar toplumsal baskıdan o kadar uzaktı ki eşitlikçiliklerini sadece bu tür unsurlarla açıklamak yeterli değil. İleride de göreceğimiz gibi muhtemelen çok daha temel bir sebep vardı ki bu sebep avcı-toplayıcıların savaş ve ataerkillikten uzak durmasını da açıklıyordu.
Diğer bir deyişle ilk insanlar, son zamanlarda milyonlarca insanın hayatını çekilmez kılan toplumsal ıstıraptan tamamen özgürdüler. Her ne kadar günümüzün avcı-toplayıcıları hayatlarından memnun gözükseler de atalarının da bizim psikolojik sorunlarımızdan uzak olup olmadığını kesin olarak kestirebilmemiz elbette ki imkânsız. Ancak modern insanın maddiyat, başarı ve toplumsal mevki ile ilgili takıntısı büyük oranda psikolojik uyumsuzluktan kaynaklanıyor. Bu nedenle avcı-toplayıcıların mal-mülk ve yüksek mevkiye ihtiyaç duymamasını, telafi etmek zorunda oldukları psikolojik uyumsuzluktan mustarip olmamalarına yorabiliriz. Hiç boş duramamamız -en azından büyük ölçüde- psikolojik huzursuzluğumuzun bir sonucu olduğu için (çünkü ondan kaçmak adına kendimizi meşgul etmemiz gerekiyor), avcı-toplayıcıların göreceli sakin ve eğlenceli bir hayat sürmesi de bu sonuca varmamızı kolaylaştırıyor.
Bahsettiğimiz zaman diliminin insan türünün yüzbinlerce yıl önce ortaya çıkışından itibaren yaklaşık MÖ 8000’e kadar uzandığını anımsamakta fayda var. Arkeolojik ve etnografik kanıtlar tüm bu zaman boyunca insanların savaşmadığını, diğer cinse baskı uygulamadığını ve birbirini sömürmediğini gösteriyor.
Üstelik bu barış ve eşitlik dönemi burada sona ermiş de değil.
İlk Bahçıvanlar
Yaklaşık MÖ 8000’de Ortadoğu’daki insanlar avcı-toplayıcı yaşam tarzını bir kenara bırakmaya başladılar. Bitkileri toplamak yerine ekmeye, hayvanları avlamak yerine evcilleştirmeye başladılar. Kimse bu dönüşümün neden gerçekleştiğini kesin olarak bilmiyor. Ancak yaygın kanı, nüfus artışı nedeniyle avcı-toplayıcı yaşam tarzının herkesin karnını doyurmaya yeterli olmaktan çıkması. Eskiden insanların hayvan ve kuş yediğini, ancak nüfusun artmasıyla birlikte herkese yetecek kadar yiyecek kalmadığını iddia eden Çin mitolojisinde, bu görüşü savunan çeşitli kanıtlar bulmak mümkün. Efsaneye göre bunun üzerine, yönetici Shen-nung insanlara bitkileri nasıl ekeceğini öğretmişti. Çevresel faktörlerin de bu dönüşümde rol oynamış olması muhtemel. MÖ 17.000’den 8000’e kadar dünya ısındı ve bu nedenle hayvanların göç alışkanlıkları değişti.[83 - DeMeo, 1998.] Bu durum karşısında atalarımızın iki seçeneği vardı: Ya hayvanları yeni yaşam alanlarına giderken takip edecek ya da hayatta kalmak için yeni bir yol bulacaklardı.
Ancak bu yeni yaşam tarzına tarım demek muhtemelen yanlış olur. Tarım, saban kullanılmasını ve aynı büyük tarlayı yıllarca üst üste sürmeyi gerektirir. Ancak ilk “çiftçiler” bahçe tarımı yapıyordu. Bu nedenle onlara bahçıvan demek daha doğru olur. Çünkü saban yerine çapa kullanıyor ve sadece küçük bahçecikler ekiyorlardı. Üstelik yabani otlarla kaplanınca bu bahçeleri birkaç yılda bir terk etmek zorunda kalıyorlardı. Hububat ve nebat ekiyor ve köpeğe ek olarak (köpek, avcı-toplayıcılar tarafından zaten evcilleştirilmişti) başka hayvanları da evcilleştiriyorlardı. Kadınlar hâlâ önemli rollere sahipti -aslında bahçeleri ekmek başlıca onların göreviydi. Erkeklerin sorumluluğu ise yeni bahçelere ihtiyaç duyuldukça toprağı temizleyerek açmaktı. Bazen de ava çıkıyorlardı. Uzun zaman sonra büyük kasabalar ortaya çıksa da bahçe tarımı yapan gruplar ilk başlarda hâlâ çok küçüktü -genellikle sadece yaklaşık 150 kişi. Ancak ürünleriyle ve hayvanlarla ilgilenmek zorunda kaldıkları için artık göçebe bir şekilde yaşayamıyorlardı. Dolayısıyla insaoğlu ilk defa yerleşik düzene geçmişti.
Bazı tarihçilerin yaptığı gibi bir “Neolitik Devrimi”nden bahsetmek muhtemelen yanlış olur. Çünkü toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş binlerce yıl aldı. Ortadoğu’da ortaya çıktıktan sonra Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’ya yayıldı -ve bazı yerlerde kendiliğinden gelişti. Fakat bu süreç o kadar yavaştı ki bahçe tarımı batıda İngiltere ve doğuda Çin’e ancak MÖ 3. binyılın sonlarına doğru vardı. Ayrıca dünyada insanların bu geçişi deneyimlemediği pek çok yer vardı; Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu, Avustralya’nın tümü ve daha pek çok başka yer gibi.
Bu dönüşüm hayvanlarla yakın temasa yol açtığı için bunun sonucunda insanlar pek çok yeni hastalıkla tanışmış oldu. Beslenme alışkanlıkları da olumsuz etkilendi. Avcı-toplayıcılar çok çeşitli beslenirken bahçe tarımı yapan insanlar iki ya da üç çeşit tahıl yiyor ve bu da yetersiz beslenmelerine sebep oluyordu. Sonuç olarak, Christopher Ryan’ın da dediği gibi, “tarıma geçiş dünya genelinde insanların beslenme alışkanlıklarının kalitesinin düşmesine sebep oldu; o kadar ki paleopataloglar bunun belirgin izlerini insan kemikleri üzeinde hâlâ gözlemleyebiliyor.”[84 - Ryan, 2003, s. 78.] Bahçe tarımı ile uğraşan insanlar avcı-toplayıcılardan muhtemelen çok daha fazla çalışıyordu. Hem daha çok vakit harcıyor hem de daha fazla emek sarf ediyorlardı. Bu nedenle çiftçiliğin başladığı dönemden itibaren insan iskeletinin küçülmeye başladığını görüyoruz. Keşfedilen iskeletlerde daha çok hasar ve darbe izine rastlanmaya başladı ve bu nedenle bu insanların daha genç öldüğü tahmin ediliyor.[85 - Diamond, 1992.]
Ancak bu olumsuzluklara rağmen Neolitik Dönem’in ilk evresi -yaklaşık MÖ 8000-4000 arası- barış dolu ve huzurlu bir dönem olarak tarihe geçti.
Bazı yazar ve bilim insanları avcı-toplayıcılıktan tarıma (ya da daha kesin konuşmak gerekirse bahçe tarımına) geçişi, insan türünün toplumsal sorunlarının da başlangıcı olarak görüyor. Örneğin Jared Diamond tarımı “insanoğlunun en büyük hatası”[86 - Diamond, 1987, s. 64.] olarak nitelendiriyor. Tarihçi W. Newcomb ise “savaş, tarım devriminin en önemli sonuçlarından bir tanesidir”[87 - Lawlor, 1991, s. 55 içinde.] diyor. Bazı açılardan, bu görüşe katılmamak mümkün değil. Örneğin insanlar artık yerleşik düzene geçtiği için servet biriktirebiliyordu diyebiliriz. Bu da refah seviyesi ve toplumsal mevkide farklılıklara yol açtı. Aynı zamanda yerleşik düzen “iş bölümü”nün de ortaya çıkmasına sebep oldu. Kimileri tarlaları ekerken kimileri ürünleri depolamak ve dağıtmakla ilgileniyor, kimileri ise ev ve diğer binaları inşa ediyordu. Benzer bir şekilde yerleşik düzen, insanları sınırlar konusunda da daha hassas yaptı ve -servet birikimini de gözönünde bulunduracak olursak- bu durum savaşların ortaya çıkmasına neden oldu. Son olarak, “tarım devrimi”ne neden olan nüfus artışının da savaşla ilgisi olduğu söylenebilir. Çünkü artık kullanılabilecek kaynaklar kısıtlı olduğundan onlar için rekabet etmek ve savaşmak gerekiyordu.
Ancak arkeolojik kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Yaşam tarzları değişmiş olmasına rağmen bahçe tarımıyla ilgilenen ilk insanlar, avcı-toplayıcılarla aynı toplumsal özelliklere sahipti. Riane Eisler’in özetlediği gibi, “yaygın görüş ataerkilliğin, özel mülkiyetin ve köleliğin tarım devriminin yan etkileri olduğu yönünde… ancak kanıtlar tam aksini, cinsiyetler -ve hatta bütün insanlar- arasında eşitliğin Neolitik Dönem’de de hüküm sürdüğünü gösteriyor.”[88 - Eisler, 1995, s. 62.]
Aynen avcı-toplayıcılıkta olduğu gibi ilk dönem bahçe tarımında da şiddetin var olduğuna işaret eden tek bir kanıt mevcut değil. Mezarlarda silah yok, sanat eserlerinde savaş ya da silah imgeleri yok, köyler ve kasabalar ne korunaklı yerlere kurulmuş ne de savunma amaçlı surlarla çevrilmiş. Bazı köylerin etrafında siper ve çitlerin bulunduğu doğru, ancak bunların işgalcilere karşı etkili olacağını söylemek güç. Muhtemelen evcil hayvanların kaçmasını ve yabani hayvanların köye yaklaşmasını engellemek için yapılmışlardı.[89 - Lenski, 1978; Gimbutas, 1991.]
Lenski’nin günümüzde “bahçe tarımı” ile uğraşan topluluklarla ilgili verdiği istatistikler de yerleşik hayatın beraberinde her zaman savaş ve toplumsal eşitsizlik getirdiği görüşüyle çelişiyor. Yerleşik düzenle birlikte özel mülkiyet daha yaygın hale gelse ve bahçe tarımı ile ilgilenen toplulukların %17’si gibi küçük bir kısmı (muhtemelen iş bölümünün sonucu olarak) sınıflı toplumda yaşasa da Lenski bu durumun eşitsizlik yaratmadığını söylüyor. Günümüzdeki “bahçe tarımcıları” aynen avcı-toplayıcılarda olduğu gibi gömme alışkanlıkları söz konusu olduğunda farklılık göstermiyor. Aynı şekilde, güçlü liderleri de yok. Lenski’nin de dediği gibi, “Siyasi liderlerin gücü neredeyse bahçe tarımıyla ilgilenen toplumların hepsinde fazlasıyla kısıtlı… Günümüzde yaşayan bahçe tarımı toplumlarının çoğunda da toplumsal eşitsizlik çok sınırlı.”[90 - Lenski & Nolan, 1995, s. 151.] Benzer bir şekilde, Christopher Boehm de şunları söylüyor: “Tarıma dayalı fazla üretim yapıp yiyecek biriktiren ve dolayısıyla sürekli yerleşik düzende yaşayan gruplar, siyasi açıdan birbirine çok benziyor… Bu kabileler güçlü bir liderden yoksunlar; yetişkin erkekler birbirlerine baskı uygulamıyor, aksine fikir birliğine vararak toplu karar alıyorlar ve eşitlikçi bir düşünsel yapıya sahipler.”[91 - Boehm, 1999, s. 38.]
Ayrıca toplumsal sorunların yerleşik hayatın bir sonucu olduğu fikri, bu sorunlardan mustarip ilk insanların -yani yaklaşık MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu ve Orta Asya’dan çıkan Hint-Avrupalılar ve Samilerin- çiftçi değil göçebe olduğu gerçeğiyle de çelişiyor. Son olarak, günümüzde hâlâ göçebe ama aynı zamanda savaşçı ve ataerkil olan Suudi Arabistan’ın Bedevileri gibi halkları da hatırlamakta fayda var.
Eski Avrupa
Toplumsal eşitsizlik ve savaş tarımın bir sonucu olarak ortaya çıkmadıysa, o halde medeniyetin -yani şehirde yaşamanın- yan etkisi olmalı. Bu da oldukça yaygın bir diğer iddia olan “her şeyin sorumlusu tarım” kuramına paralellik taşıyor. Eşitsizlik, işbölümü ve farklı refah ve toplumsal mevki düzeylerinin ortaya çıkmasına sebep olan üretim fazlasından doğdu. Savaşlara ise güçlenen ve merkezileşen -bu sayede büyük insan gruplarını denetim altında tutan ve organize edebilen- şehir hükümetleri sebep oldu.
Ancak bu fikri de kolayca çürütmek mümkün çünkü bahçe tarımının ilk evresinde özellikle Ortadoğu ve Orta Avrupa’da pek çok kasaba ortaya çıktı. Ancak bu gelişme beraberinde savaşları ve eşitsizliği getirmedi. Bunun en iyi örneklerinden bir tanesi, 1952’de arkeolog James Mellaart tarafından kazı yapılan Türkiye’nin güneyindeki Çatalhöyük yerleşim merkezi. Çatalhöyük’te 7000 insanın yaşamış olduğu tahmin ediliyor. En hareketli olduğu dönem MÖ 7000-5500 arası dönemdi. Çatalhöyük, bu 1500 yıl boyunca hiç savaş yaşamadı. Hatta insanlar arasında şiddet olgusunun var olduğuna dair hiçbir iz bulunamadı.[92 - Gimbutas, 1991; Eisler, 1987; Mellaart, 1975.] Çatalhöyük’te pek çok farklı etnik kökenden insan yaşıyordu. Buna rağmen insanlar arasında birlikte yaşamak ve çalışmaktan kaynaklanan en ufak bir sorun doğmadı. Zanaatkârlar arasında uzmanlaşma söz konusu olsa da -çömlekçiler ve alet edevatçılar gibi- evlerin ve mezarların benzerliği eşitsizliğin ya hiç olmadığını ya da çok az olduğunu gösteriyor. Şehirde cinsiyetler arasında da eşitlik vardı: Dini işlerden kadınlar sorumlu iken, erkeklerin bu alandaki rolü çok kısıtlıydı. Ayrıca Marija Gimbutas gibi arkeologlar tarafından tanrıçaları betimlediği öne sürülen pek çok kadın imgesi bulundu. Kadınların yüksek mevkiye sahip olduğunun bir diğer göstergesi ise yataklarının erkeklerinkine kıyasla daha büyük olmasıydı. Ayrıca yatakları evin içinde hep aynı konumdaydı: evin doğu yakasında. Erkeklerin yataklarının ise sabit bir konumu yoktu.[93 - a.g.e.]
Bazı Neolitik kültürler o kadar gelişmiş ki arkeologlar “medeniyetin” MÖ 3. binyılda Mısır ve Sümer’de başladığını iddia eden klasik görüşün artık gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyor. Örneğin Marija Gimbutas bu dönemde Avrupa’nın güneydoğusunda “Eski Avrupa” adını verdiği bir medeniyetin geliştiğini gösterdi.[94 - Gimbutas, 1982, 1991.] Bu medeniyet batıda İtalya’dan doğuda Romanya’ya, güneyde Yunanistan’dan kuzeyde Polonya’ya kadar uzanıyor ve Yugoslavya, Bulgaristan ve Macaristan’ı içine alıyordu. Bu bölgede, nüfusu birkaç bine ulaşan şehirler mevcuttu. Bölge halkı mühendislik, zanaat ve sanatta oldukça yetenekliydi. Bazı tapınakları birkaç katlıydı. Beş odalı evlerinde mobilya bulunuyordu. Dünyanın ilk lağım sistemini ve yollarını inşa etmişlerdi. Sepetçilik ve çömlekçilik gibi zanaatlarla, heykelcilik ve resim gibi sanatlarla ilgileniyorlardı. Seramikte, dokumacılıkta, madencilikte uzmanlaşanlar vardı. Yüzlerce kilometre ötesi ile ticaret yaparak deniz kabuğu, mermer ve tuz alıp satıyorlardı. Genelde dini amaçlarla kullanılan basit bir yazı stili bile geliştirmişlerdi.
Eski Avrupalılar hakkında keşfedilen en çarpıcı unsur ise teknolojik başarıları değil, sahip oldukları insani değerlerdi. Torunlarının en önemli özelliklerinden biri olan savaş ve çarpışma arzusu onlarda kesinlikle yoktu. Riane Eisler’in şu sözleri benim bahçe tarımcıları hakkında söylediklerime çok yakın:
Eski Avrupalılar yüksek ve sarp tepeler gibi elverişsiz yerlerde hiçbir zaman yaşamadılar. Kendilerinden sonra gelen Hint-Avrupalıların ise ulaşılması çok zor tepelere kale yaptığı, üstelik tepe üzerindeki yerleşim yerlerini taştan devasa duvarlarla çevreledikleri biliniyor. Ağır yapı malzemesi ve delici silahların yokluğu ise sanatsever Eski Avrupalıların barışçı bir hayat sürdüğünü gösteriyor.[95 - a.g.e., 1980, s. 17.]
Arkeolog J. D. Evans da Eski Avrupa medeniyetinin en güney ucundaki Neolitik Malta bölgesinde ayrıntılı bir çalışma yürüttü ve şu sonuca vardı: “Kanıtlar bize daha barışsever bir toplumun asla var olmadığını gösteriyor.”[96 - Rudgley, 1998, s. 23 içinde.] Bu tespit, ulaşılması güç olduğu için Eski Avrupa medeniyetinin MÖ yaklaşık 1500’e kadar en uzun süre ayakta kaldığı yer olan Girit için de geçerli. Adada elli yılı aşkın bir zaman diliminde kazı çalışmaları yapan Nicolas Platon’un sözleriyle Giritliler “aşırı derecede barışseverdi.” Hem iç hem dış ilişkilerinde tam 1500 yıl boyunca barış içinde yaşamışlardı. Oysaki aynı zaman diliminde yakın çevrelerinde savaş hüküm sürüyordu.[97 - Platon, 1966.] Şehirlerinde savunma amaçlı binalar yoktu. Villa tipi evleri denize bakıyordu. Adadaki şehir-devletlerinin birbirleriyle savaştığına ya da başka halkları fethedip baskı altına almaya çalıştığına dair de hiç kanıt yok. En sonunda Giritliler de kendilerini savunmak adına silah üretip savaşmak zorunda kaldılar. Ancak o zaman bile ürettikleri sanat eserleri savaşı yüceltmedi. Ayrıca her şeye rağmen bütçelerinin çok küçük bir kısmını askerî harcamalara ayırdılar.
Aynı ölçüde etkileyici olan bir diğer husus da yerleşik düzene ve büyük şehirlere rağmen Eski Avrupa toplumunun farklı toplumsal mevki ve refah seviyesine sahip insanlardan oluşmaması. Örneğin Eisler’in de belirttiği gibi Girit’te “servet oldukça eşit bir şekilde dağıtılıyordu.” Dolayısıyla hiç fakirlik yoktu ve köylüler bile yüksek bir yaşam kalitesine sahipti.[98 - Eisler, 1987, s. 32.] Mezarların büyüklüğü ya da içlerine konulan eşyalarda da farklılık gözlemlenmiyor. Ayrıca Eski Avrupa toplumları muhtemelen güçlü liderler tarafından da yönetilmiyordu. Çünkü içinde pahalı eşyalar bulunan aşırı derecede büyük mezarlara sahip değillerdi. Zaten sanat eserlerinde de hiç lider figürü yoktu. Aslına bakarsanız Eski Avrupa’nın olağan gömme pratiği müşterekti. MÖ 6. binyılda Orta ve Batı Avrupa’da ölüler geçici mezarlara konuluyor ve kış başlayınca çıkartılarak toplu bir köy mezarına yeniden gömülüyordu.[99 - Griffith, 2001, s. 167.]
Eski Avrupa’da ataerkilliğin olmaması ise belki de en ilginç nokta. Bazı gözlemciler onların (ve Çatalhöyük’ün) kültürünün anaerkil olduğunu iddia ediyor. Ancak daha doğru olan, tıpkı avcı-toplayıcılarda olduğu gibi anaerkil ya da ataerkil kavramlarının onlara hiçbir anlam ifade etmemesi. Çünkü hiçbir cinsiyet birbirini bastırmaya çalışmıyordu. Aksine her ikisi arasında mutlak eşitlik vardı. Eski Avrupa toplumları genellikle anasoylu ve anayerseldi (yani mülkler ailenin anne tarafından nesilden nesile aktarılıyor ve evlendikten sonra erkek içgüveysi olup karısının ailesinin yanında yaşamaya başlıyordu). Ayrıca sanat eserlerinde kadınlar sıklıkla din bilgini ya da benzer yüksek bir toplumsal mevkiye sahip olarak resmediliyordu. Kadın ve erkeklerin mezarları arasında da hiç fark yoktu. Örneğin Belgrad yakınlarındaki Vinca’da 53 kişinin gömülü olduğu bir mezarlık bulundu. Gimbutas’a göre, “kadın ve erkek mezarlarında donanım zenginliği açısından hiç fark yok… Kadınların toplumsal rolü hususunda Vinca kesinlikle ataerkil olmayan ve eşitlikçi bir toplumdu.”[100 - Gimbutas, 1982, s. 24.] Çatalhöyük sakinleri gibi, Eski Avrupalılar da kadına büyük saygı gösteriyordu. Kazılarda, kelimenin tam anlamıyla onbinlerce kadın heykeli bulundu. Çoğu memeleri ve kalçaları büyük, çıplak, hamile kadınlardı.
Eski Dünya
Bu tür kültürler kesinlikle sadece Avrupa ile sınırlı değildi. İnsanların avcı-toplayıcılıktan bahçe tarımına geçiş yaptığı her yerde aynı barışçı ve ahenkli koşullar hüküm sürmeye devam etti. Birçok kadın heykelciği ve kadın imgesi Ortadoğu’da olduğu gibi İngiltere ve Çin’de de bulundu. Bahçe tarımı, Kuzey Afrika’ya MÖ 6. binyılda yayıldı. Tarihçi ve coğrafyacı James DeMeo’nun da dediği gibi, toplumlar orada da “yardımsever, üretken ve barışseverdi; toplumsal tabakalaşmaya ya da tek adam hâkimiyetine yer yoktu.”[101 - DeMeo, 1998, s. 225.] Diğer yerlerde olduğu gibi burada da arkeolojik kazılarda silah bulunmadığı gibi, sanat eserlerinde de herhangi bir savaş temsiline rastlanmadı. Tam aksine müzik, dans ve kadın figürleri sergileniyordu. Arkeolog B. Davidson’ın da dediği gibi, kadınlar “şık ve özenle resmedilmişti; bu durum gördükleri saygıyı simgeliyor.”[102 - Davidson, 1996, s. 51.]
Benzer kültürler, Çin ve Japonya gibi çok uzak yerlerde de keşfedildi. Çin efsanelerine göre, Shen-nung halkına toprağı nasıl ekeceğini öğrettikten (yani bahçe tarımına geçtikten) sonra bile “insanlar huzurluydular. Babalarından çok anneleriyle ilgileniyorlardı. Birbirlerine zarar vermek akıllarından geçmiyordu.”[103 - Lenski & Nolan, 1995, s. 146 içinde.] Efsanelerde anneye yapılan bu gönderme kadınların toplumda yüksek mevki sahibi olduğunu gösteriyor. Bu tespit, arkeolojik kanıtlarla da uyumlu. DeMeo’nun da dediği gibi,
Arkeolojik bulgular, ilk Çinliler arasında militarizmin ya da toplumsal tabakalaşmanın var olmadığını gösteriyor. Kast sisteminin eksikliği, efsanelerde yüksek mevkideki kadınlardan bahsedilmesi ve kürtaj yapılmasına izin veren yazılı reçeteler Neolitik Çin’de kadınların önemli toplumsal rollere sahip olduğuna dikkat çekiyor.[104 - DeMeo, 1998, s. 347.]
Çin’de sürekli savaşların ve toplumsal baskının ortaya çıkmasından önce hüküm süren bir Altın Çağ’dan bahseden pek çok efsane var. Arkeolojik bulgular, bunların sadece mit olmadığını gösteriyor. Çin’deki ilk köy yerleşimlerinde evler birbirleriyle hemen hemen aynı büyüklükteydi. Ayrıca tıpkı Eski Avrupa’da olduğu gibi bu bölgedeki köylerin etrafında da savunma amaçlı yapılmış duvarlar yoktu. Bölgede yaşayan insanlar silah da kullanmıyordu.[105 - Griffith, 2001.] Kadınlar klanların başıydı ve çocuklar annelerinin soyadını alıyordu. Brian Griffith’in de dediği gibi, “Antik Çin’de soyadı anlamına gelen xing sözcüğü, “kadın” ve “taşımak” kelimelerinin birleşimiydi; bu durum, insanların anasoylu klanlarda yaşadığını gösteriyor.”[106 - a.g.e., s. 168.]
Benzer bir şekilde, Neolitik dönemde Japonya’da yaşayan Jomonlar da pirinç eken bahçe tarımcılarıydılar. 1992’de Japon arkeologlar bugünkü Aomori şehrine yakın büyük bir Jomon kasabası keşfettiler. Kasaba, MÖ 5000-3500 yılları arasında varlığını sürdürmüştü. Bini aşkın binadan oluşuyordu. Elimizde zanaatkârların uzmanlaştığına, kasaba sakinlerinin ticaret yaptığına, madencilikle uğraştığına ve başka becerilere sahip olduğuna dair pek çok kanıt mevcut. Fakat yine, savaşın yol açtığı hasardan, koruyucu surlardan, silahlardan ya da toplumsal eşitsizlikten eser yok.[107 - Rudgley, 1998.] Aslında bu tespit, sadece bu kasaba için değil tüm Jomon kültürü için geçerli. Profesör Yasuda Yoshinori şunları söylüyor:
Jomon toplumu daha sonraki medeniyetlerin unuttuğu harika bir ilkeye sahipti: doğaya saygı ve onunla bir arada var olma, doğanın döngüsü içinde yaşayış ve toplumsal eşitliği koruma…[108 - Rudgley, 1998, s. 32 içinde.]
Diğer Özellikler
Avcı-toplayıcılar gibi bahçe tarımcılarının da -yerleşik düzene ve işbölümüne rağmen- maddiyatçılık, toplumsal mevki ya da iktidar sahibi olmak konusunda takıntılı olmaması, telafi etmek zorunda kalmadıkları bir mutsuzluktan mustarip olmadıklarını gösteriyor. Diğer bir deyişle, “psikolojik uyumsuzluk” onlara şimdi bize olduğu kadar zarar vermiyordu. Örneğin kendilerinden sonra gelen İbrani, Hıristiyan ve Müslüman kültürlerin vazgeçilmez özellikleri olan günah, baskı ve ıstırap dolu ortamdan çok farklı bir atmosferde yaşıyorlardı. Aksine, psikolojik sorunlardan uzaklığın ifadesi olan bir huzur ve neşe ortamı ile hayatın kutsallığına ve dünyanın güzelliğine duyulan inanç içerisinde yaşıyorlardı. Nicolas Platon’un da belirttiği gibi, antik dönemde Giritlilerin sanat eserleri “güzellikten, zarafetten ve devingenlikten keyif aldıklarını” ve “hayattan ve doğaya yakın olmaktan zevk duyduklarını” gösteriyor.[109 - Eisler, 1987, s. 32 içinde.] Daha sonraki kültürler, ölüm ve ahiret konusunda sürekli kafa yorarken Giritlilere göre “hayat her zaman neşe kaynağı olduğu için ölümden korkmuyorlardı.” Bir diğer arkeolog Sir Leonard Wooley ise şunları yazıyor: Minoan (Antik Girit) sanatı “hayatın tüm zarafetiyle olduğu gibi kabul edildiğini”[110 - a.g.e.] gösteriyor.
Bahçe tarımcılarının burada kısaca bahsetmemiz gereken ve avcı-toplayıcılarla benzerlik gösteren başka önemli özellikleri de vardı ki bu tespit de avcı-toplayıcılarla bahçe tarımcıları arasında çok büyük farklar olmadığının altını bir kez daha çizmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Birincisi, bu insanların doğaya karşı tutumları modern dünyadakinden oldukça farklıydı. Biz kendimizi doğadan kopuk görüyor ve onu, sömürme hakkına sahip olduğumuz bir kaynak olarak nitelendiriyoruz. Bu nedenle gezegenimizin yaşam döngüsüne ciddi ölçüde zarar veriyoruz. Bu insanlarsa doğaya bağlı ve saygılıydılar. Bu tutumları, Eski Avrupalıların sanat eserlerinde çok açık. Riane Eisler’in de dediği gibi, onların sanatı “hayatın gizemi karşısında duyulan şaşkınlık ve dehşeti resmeden çok zengin doğa sembolleriyle doluydu.”[111 - Eisler, 1987, s. 18.] Bu imgeler, köy ve kasabaların her yanına yayılmıştı -evlerin hem iç hem dış duvarlarında, tapınaklarda, vazolarda ve oymalarda güneş, su, yılan, kelebek (ve tabi ki pek çok tanrıça) çizimleri vardı. Ayrıca birçok “kozmik yumurta” ve yarı insan yarı hayvan tanrıça resimleri de mevcuttu. Bu durum, Eski Avrupalıların doğayı bir bütün olarak gördüğünü gösteriyor. Doğayı tahrip etmeye güçleri zaten kesinlikle yetmezdi. Bu durum, kısmen az olan nüfuslarından kısmen de teknolojinin henüz gelişmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Ancak böyle bir güce sahip olsalar bile doğanın kutsallığına duydukları inanç bunu yapmalarına zaten izin vermezdi (bu husus, Çöküş’ten etkilenmemiş ve günümüzde hâlâ varlığını sürdüren toplulukların doğaya karşı takındıkları tavra bakacağımız Dördüncü Bölüm’de daha da netleşecek).
Doğaya duyulan saygı, avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının dinî inançlarıyla da yakından alâkalıydı. Onlarla daha sonraki insanlar arasındaki önemli bir fark, ilk insanların dinî alanla hayatlarının geri kalanını birbirlerinden ayrı tutmamasıydı. Onlara göre kutsal olan dünyadan soyut değildi. Tanrı ve Ruh her yerde ve her şeydeydi. Bu durum elbette ki doğaya bakış açılarını da etkiliyordu: çünkü doğa Ruh’un ifadesiydi. Aslını isterseniz -dünyayı gözleyen ve denetleyen yüce bir varlık olarak- tanrı kavramının, onlar için pek anlam ifade etmemiş olması oldukça muhtemel. İnsanlar, tanrı ve tanrıça kavramlarını MÖ 4000’den sonra kullanmaya başladılar. (Buradaki tartışmalı konu Eski Avrupalıların ve diğer Neolitik insanların -Gibutas gibi bilim insanlarının iddia ettiği gibi- bir tanrıçaya tapıp tapmadığı. Daha sonra da değineceğim gibi bu sadece bir varsayım ve bu iddiaya dair ortada hiç kanıt yok.)
Avcı-toplayıcıların ve bahçe tarımcılarının doğaya karşı tavrı, cinsellik ve bedenlerine olan bakış açılarıyla da benzeşiyor. Doğaya saygı duydukları için bedenlerinin doğal akışına ve içgüdülerine olumlu yaklaşıyorlardı. Dolayısıyla daha sonraki insanların aksine bedenlerine yabancılaşmamışlardı ve cinsellikten utanç duymuyorlardı. Avcı-toplayıcıların çoğu tamamen ya da yarı çıplak geziyordu. İleride de göreceğimiz gibi, cinselliğe bugünkü Avrupa standartlarıyla karşılaştırıldığında bile son derece özgürlükçü bir yaklaşımları vardı. Arkeologlar, avcı-toplayıcılara ait çakmak taşından yapılmış penis, cinsel birleşmeyi betimleyen heykelcikler ve kadınları seksi pozisyonlarda tasvir eden Venüs heykelcikleri gibi “müstehcen” birçok imge ve nesne buldular.[112 - Taylor, 1996; Rudgley, 1998.]
Aynı müstehcenlik Neolitik bahçe tarımcılarının sanat eserlerinde de mevcut -memeleri olağandışı ölçüde büyük yapılmış çıplak hamile kadın heykelciklerinden zaten bahsetmiştik. Arkeolog Jaquetta Hawkes’a göre, Eski Avrupa uygarlığının bir parçası olan Girit’te “cinsel yaşama korkusuzca yaklaşılıyor ve cinsellik doğal karşılanıyordu.”[113 - Hawkes, 1968, s. 156.] Girit sanatı, cinsel simgelerle doluydu. Hawkes’a göre, dünyanın bereketini ve doğanın üretkenliğini kutlamak için her bahar mevsiminde seks merasimleri düzenleniyordu. Giritlilerin giyim tarzı da oldukça rahattı. Resimler kadınları memeleri çıplak ve bugün kısa “seksi” etekler diyeceğimiz kıyafetler giyerken gösteriyordu. Erkekler ise penislerini belirgin kılan ve kalçalarını açıkta bırakan kısa giysiler giyiyordu. Riane Eisler’e göre cinsellikle ilgili gösterilen bu açık tavır, “Girit’te hüküm süren genel barışçıl ve uyumlu havaya katkı sunuyordu.”[114 - Eisler, 1987, s. 39.]
6000 Yıl Önce Dünya
Şu noktada durup bahçe tarımı döneminin sonuna yaklaşıldığı zaman, yani Çöküş’ten hemen önce dünyanın nasıl bir yer olduğunu kafamızda canlandırmaya çalışmakta fayda var.
MÖ 4000’te dünya nüfusu hâlâ çok azdı, muhtemelen 100 milyonu geçmiyordu. Bahçe tarımı Ortadoğu, Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’nın büyük kısmına yayılmıştı. Ancak Batı Avrupa ve Doğu Asya’ya henüz varmamıştı. Dünyanın çoğu -Avustralya’nın tümü, Kuzey ve Güney Amerika ve Afrika’nın büyük bölümü- hâlâ avcı-toplayıcılardan oluşuyordu. Daha önce de altını çizmeye çalıştığım gibi avcı-toplayıcılar ve bahçe tarımcılar arasındaki fark küçük ve yüzeyseldi. Büyük ölçüde aynı özelliklere sahiptiler: barış, eşitlik, ataerkilliğin olmaması, doğaya saygı ve cinsel özgürlük.
Elimizdeki kanıtlar bütün insanların MÖ 4000’e kadar böyle yaşadığını gösteriyor. James DeMeo Saharasia (Sahra-Asya) kitabında “demokratik, eşitlikçi, cinsel açıdan özgürlükçü ve yetişkinler arasında şiddetin nadir görüldüğü” kültürlere “anacıl” (matrism) adını veriyor.[115 - DeMeo, 1998, s. 4.] Bu kavramı daha sonraki “bebekler ve küçük çocuklar üzerinde travmatik etkiler bırakan, kadınları baskı altında tutan, yetişkinlerin şiddete eğilimli olduğu, saklı ve bastırılmış sadist öfkenin dışa vurumunu sağlayan pek çok toplumsal kuruma sahip atacıl” (patrist) kültürlerle kıyaslıyor.[116 - a.g.e.] DeMeo’nun da dediği gibi, “MÖ yaklaşık 4000’den önce dünyada atacıllığın hüküm sürdüğüne dair en ufak bir kanıt yok.”[117 - a.g.e., s. 8.]
Tüm bu anlatılanlar kulağa cennet gibi geliyor. Aslını isterseniz -yüksek ölüm oranlarına, sağlık koşullarının kötü olmasına ve diğer sorunlara rağmen- öyleydi de. Beşinci Bölüm’de de göreceğimiz gibi, daha sonraki insanlar bu Çöküş-öncesi dönemi tam bir cennet olarak andılar ve mitolojide bir Altın Çağ ya da “mükemmel erdemli insanların” (the men of perfect virtue) çağı olarak hatırladılar. Hiçbir insan topluluğu diğerinin alanına tecavüz etmedi, onları fethetmeye çalışmadı ya da mülklerini çalmadı. Köyleri basan göçebe ve yağmacı çeteler ya da sahil kenarındaki yerleşimlere saldıran korsanlar yoktu. Kadınların toplumsal mevkisi her yerde erkeklerinkine eşitti ve hiçbir yerde farklı refah seviyesine sahip sınıf ya da kastlar yoktu. Hayat elbette ki bazı açılardan zordu, özellikle de bahçe tarımına geçenler için. Ancak aynı zamanda doğal bir ahenk, bütün gezegeni kaplamış gözüküyordu. İnsanlarla doğa arasında ve insanların birbirleriyle ilişkilerinde var olan bir uyum söz konusuydu. İnsanlar bir nebzeye kadar doğanın baskısı altındaydı, ancak başkaları tarafından eziyet görmüyorlardı. Topluluklar diğer insan gruplarını tahakküm altında tutmuyor, aynı grup üyeleri birbirlerine zulmetmiyordu. Erkekler kadınları bastırmıyordu.
Ancak her şey değişmek üzereydi. Şiddetli bir sarsıntının gerçekleşmesi yakındı.
3
Çöküş
YAKLAŞIK MÖ 4000’DEN itibaren yeni bir ıstırap ve çalkantı dalgası insanlık tarihinin parçası oldu. İnsan ilişkilerinde ilk defa “korkunç bir günah hissi” belirgin hale geldi. Bu noktada, dünyayla ve diğer insanlarla bambaşka şekilde ilişki kuran yepyeni bir insan tipi ortaya çıktı. Riane Eisler’in sözleriyle, “insanlığın kültürel evriminde eşi benzeri görülmeyen büyük bir dönüşüm”[118 - Eisler, 1987, s. 43.] gerçekleşmişti.
Bu dönüşüm bir anda ortaya çıkmadı. Yaklaşık son bin yıldır çeşitli belirtileri mevcuttu -Ortadoğu ve Anadolu’da geçici kuraklığa bağlı olarak ara sıra ortaya çıkan toplumsal şiddet olayları gibi. MÖ 6. binyılın sonlarına doğru, -Çatalhöyük’ün de aralarında bulunduğu- Anadolu’daki bazı yerler savaşlardan zarar görmüş, geriye sadece katledilmiş kurbanların cesetleri kalmıştı (Çatalhöyük MÖ 4800 civarında tamamen yıkıldı).[119 - DeMeo, 2002, s. 21.] Zagros Dağları’ndan gelen Samiler, Suriye ve Mezopotamya’yı işgal ederek büyük bir yıkıma neden oldular. Ortadoğu’da savunma amaçlı yapılar belirmeye başladı. Günümüzdeki pek çok kazı alanında, arkeologların “tahribat katmanları”[120 - a.g.e.] (destruction layers) adını verdiği oluşumlar meydana geldi.
Fakat toplumsal şiddet, ancak yaklaşık MÖ 4000’den itibaren yaygın hale geldi. Sürekli yaşanan savaşlar, toplumsal baskı ve erkek egemenliği ortaya çıktı. Daha önce de öne sürdüğüm gibi, bu dönüşümün temelinde ekolojik faktörler yatmaktaydı. Yaklaşık MÖ 4000’de James DeMeo’nun “Son Buzul Çağı’ndan beri en önemli çevre ve iklim değişikliklerinden biri” dediği olaylar zinciri başladı.[121 - DeMeo, 1998, s. 8.] Başka bilim insanları tarafından yapılmış çok geniş bir araştırma yelpazesini özetleyen De-Meo, “Sahra-Asya” (Saharasia) adını verdiği bölgenin bir çölleşme -ya da kuruma- sürecinin etkisi altına girdiği tespitinde bulundu. Adından da anlaşılacağı gibi Sahra-Asya, Kuzey Afrika’dan başlayıp Ortadoğu üzerinden Orta Asya’ya kadar uzanan çorak bir kuşağı içeriyor. Dünyanın pek çok çölünü içinde barındırıyor -örneğin Kuzey Afrika’da Sahra ve Ortadoğu’da Arabistan ve İran’ın çölleri gibi. İçerisinde, çöl olmasa da son derece kuru başka alanlar da bulunuyor. Dolayısıyla Sahra-Asya, Afrika’nın batı kıyısından Çin’e kadar uzanan neredeyse tamamen kurak bir bölgeyi teşkil ediyor.
Günümüzde Sahra-Asya’da çok sınırlı bir bitki örtüsü, çok az sayıda nehir veya göl bulunuyor ve hayvan yaşamı da oldukça sınırlı. Nadiren yağmur yağıyor ve nüfusu çok küçük. Ancak binlerce yıl önce durum bundan çok farklıydı. Yaklaşık MÖ 4000’e kadar yarısı ormanlarla kaplı verimli çayırlardan oluşuyordu. Birçok göl ve nehre sahipti. Çok sayıda insana ve hayvana ev sahipliği yapıyordu. Arkeolojik kazılar sonucunda, bugün terk edilmiş pek çok bölgede köylerin olduğu tespit edildi. Bugünkü koşullar altında, yani kurak iklimde yaşayamayacak birçok hayvan fosiline rastlandı. Mağara duvarları da hayvan ve bitki çizimleriyle doluydu (bu durum bölgede bir zamanlar insanların da yaşadığının kanıtı). Ayrıca DeMeo, MÖ 4000’den önce bölgenin bugünküne kıyasla çok daha fazla yağış aldığını gösterdi: “Sahra-Asya’nın günümüzde kuru olan havzaları, o zamanlar 10-100 metre derinlikte suyla kaplıydı; kanyon ve vadilerden ise dere ve nehirler akıyordu”.[122 - DeMeo, 2000, s. 10.]
Brian Griffith’e göre ise bugün Sahra Çölü olan bölge MÖ 9000’de “avlanmaya çok elverişliydi. Avrupa’nın çoğu hâlâ tamamen buzla kaplıyken Avrupalıların ataları yemyeşil Sahra’da refah içinde yaşıyordu.”[123 - Griffith, 2001, s. 18.] Bölge, günümüz Kenya’sının otla beslenen antiloplar ve büyük kedigillerle dolu çayır kaplı düzlükleri gibiydi.
Sahra-Asya’nın MÖ 4000’den önceki verimliliği, muhtemelen son Buzul Çağı ardından eriyen buzulların deniz seviyesinin yükselmesine sebep olmasından kaynaklanıyordu. Ancak en sonunda buzullar tamamen eridi ve bu da havadaki nem oranını azalttı. Deniz seviyesi alçaldı ve Yakın Doğu ve Orta Asya’dan başlayarak bölge çoraklaşmaya başladı. Yağmurlar azaldı, nehir ve göller buharlaştı, bitki örtüsü ortadan kalktı, kıtlık ve kuraklık başladı. Çiftçilik yapmak imkânsız hale geldi, su eksikliği ise avlanmayı zorlaştırdı. Sonuç olarak insanlar ve hayvanlar bölgeyi terk etmeye başladılar.[124 - DeMeo, 1998; Griffith, 2001.]
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, hâlâ verimliyken bölgede yaşayan insanlar -MÖ 4000’den önce dünya üzerinde var olmuş bütün diğer insanlar gibi- barışsever, eşitlikçi, ataerkil olmayan, cinselliğe ve insan bedenine karşı sağlıklı ve açık bir tavrı benimseyen topluluklardı. Ancak iklim değişikliği hem yaşam tarzları hem de -en önemlisi- ruhsal dünyaları üzerinde yıkıcı bir etki bıraktı. DeMeo’nun deyişiyle, onları “anacıl” olmaktan çıkardı ve “atacıl” yaptı.
Yeni Göçebeler
Sahra-Asya’nın çoraklaşmasının en belirgin sonucu insanların bölgeyi terk etmesi ve yaşamak için yeni yerler aramasıydı. Ortadoğu, Orta Asya, Orta ve Doğu Avrupa’da bu göçün izlerine rastlamak mümkün. Sahra-Asya’nın insanları, barışsever ve anacıl Neolitik halkların yaşadığı yerlere göç ediyordu. Ancak ilginç olan bu devingenliğin kendisi değil, nasıl gerçekleştiği ve göç eden insanların davranış biçimleri ile karakterleri hakkında söyleyebileceklerimiz.
Göç eden topluluklardan bir tanesi de Hint-Avrupalılar, yani modern dünyadaki çoğu Avrupalı, Amerikalı ve Avustralyalının atalarıydı. Hint-Avrupalıların anayurdu, Rusya’nın güneyinde yer alan Karadeniz yakınlarındaki ve Sahra-Asya’nın da bir parçası olan bozkırlardı. Hint-Avrupalılar, bozkırlar onlara yeterli besin kaynağı sunmaktan artık çıktığında batıda Avrupa’ya, güneyde ise Ortadoğu ve Arabistan’a yöneldiler. Daha sonra İran ve Afganistan üzerinden doğuda Hindistan’a kadar ulaştılar (yaklaşık MÖ 1800’de).
Hint-Avrupalılar -ya da Aryanlar- Batı kültürünün kurucuları ve ilk “gerçek” Avrupalılar olarak yüceltilmiştir. Naziler de onları elbette böyle görüyordu. V. Gordon Childe gibi arkeologlar ise onları “istisnai derecede zihinsel donanıma sahip” ve “ilerlemenin gerçek öncüleri” olarak değerlendirmiştir.[125 - Mallory, 1989, s. 266 içinde.] Bu görüş tamamen yanlış değil -daha güçlü bir ego algısına sahip oldukları için Sahra-Asyalıların genel olarak icat yapmaya daha yatkın ve kendilerinden önceki insanlara kıyasla daha bilgili olmaları muhtemel. Ancak her ne olursa olsun, bu gruplar özellikle ilk göç dalgaları sırasında Avrupa ve Ortadoğu’ya yıkımdan başka bir yenilik getirmediler. Daha yüksek bir kültür getirmek bir yana, binlerce yıl önce gelişmiş Eski Neolitik kültürleri yok ettiler. Avrupa’nın güneydoğusu, MÖ 4. binyıl boyunca karmaşa içerisindeydi. Arkeolog J. P. Mallory’nin de dediği gibi, bu karmaşa şu gelişmeleri içinde barındırıyordu:
Birkaç binyılda gelişmiş yerleşim yerlerinin terk edilmesi; bölgede daha önce var olmuş kültürlerin doğu (yani Hint-Avrupalıların geldiği yön) hariç diğer yerlere yönelmesi; ada, mağara ya da Cernavoda[126 - Günümüzde Romanya’da bir kent, Türkçe adıyla Boğazköy (ç.n.)] gibi savunulması kolay tepelere ve kıyıda köşede kalmış yörelere göç etme…[127 - a.g.e., s. 238.]
Bütün bunlar, Mallory’nin de dediği gibi, “göçebe çobanların sürekli devam eden istilasıyla” aynı zamana denk geldiği için vahşi bir işgalin belirtisi olarak tarih sahnesindeki yerini aldı.
Hint-Avrupalıların vahşi ve savaşçı olduğuna dair başka arkeolojik kanıtlar da mevcut. Neolitik insanların aksine doğaya saygı göstermiyorlardı. Tam tersine savaş ve şiddete itibar ediyorlardı. Sanat eserlerinde çok az doğa, ancak pek çok savaş, şiddet ve silah imgesi mevcuttu. Vücudun çeşitli bölgelerini temsil eden silahlarla resmettikleri erkek savaş tanrılarına tapıyorlardı. Marija Gimbutas’ın yazdığı gibi, “Silahlar tanrının görevlerini ve güçlerini simgeliyordu; hatta tanrının bir uzantısı olarak silahlara tapılıyordu. Silahın kutsallığı tüm Hint-Avrupa dinlerinde çok belirgindi.”[128 - Gimbutas, 1973, s. 202-3.]
Hint-Avrupalılar ataerkildiler. Kültürleri atasoylu ve atayerseldi (yani mülkler ailenin baba tarafından nesilden nesile aktarılıyor ve kadınlar kocalarının ailesiyle yaşıyordu). Tanrılar her zaman erkekti. İlk “törensel dul cinayetlerini” de onlar işlemişe benziyor. Riane Eisler şunları söylüyor:
Uzun ve iri kemikli erkek iskeletlerinin yanına gömülmüş kadın kurbanların -yani ölen adamların eşleri, cariyeleri ya da kölelerinin- iskeletleri, ilk kez Avrupa mezarlarında bulundu. Bu gelenek… Avrupa’ya Hint-Avrupalı Kurganlar tarafından getirildi.[129 - Eisler, 1987, s. 50.]
Eşitsizlik ve toplumsal baskının da kanıtları ortada. İnsanlar ilk defa değişik büyüklükte mezarlara farklı pahada eşyalarla gömülmeye başlandı. Şatafatlı eşyalarla dolu büyük “şef mezarları” vardı. Bu durum Hint-Avrupalıların, “güçlü” ve savaşçı kişiler tarafından yönetildiğini gösteriyor. Bunların yanı sıra içinde hiç eşya bulunmayan ve muhtemelen yönetilenlere ait olan küçük mezarlar da vardı. Kölelik de ilk defa bu dönemde ortaya çıktı. Arkeologlar bazı erken dönem Hint-Avrupa yerleşim yerlerinde, kadın nüfusunun çoğunlukla Eski Avrupalı kadınlardan oluştuğunu keşfetti. Bu durum Hint-Avrupalıların Eski Avrupa kentlerini işgal ettikçe erkek ve çocukları öldürdüğünü, fakat cariye ve köle yaptıkları bazı kadın ve kızları sağ bıraktığını gösteriyor.[130 - Eisler, 1995, s. 90.]
Aynı zamanda Samiler denilen bir halk; yani modern dünyadaki Yahudi ve Arapların ataları-, Arabistan’daki anayurtlarından ayrılarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılmaya başladılar.[131 - DeMeo, 1998, s. 231.] Samiler de Hint-Avrupalılar gibi savaşçı ve ataerkildi. Hatta bazı arkeologlar aynı soydan geldiklerini iddia ediyor.[132 - Mallory, 1989.] Ancak arkeolojik ve dilbilimsel kanıtlar bu görüşü desteklemiyor. Fakat Samilerin de “Sahra-Asya”dan geldikleri ve dolayısıyla Hint-Avrupalılarla aynı ekolojik baskılara maruz kaldıkları göz önünde tutulduğunda, bu benzerlik şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Bu durum, onların ruhsal dünyasını da muhtemelen aynı şekilde etkilemişti. Tıpkı Hint-Avrupalıların Avrupa ve Yakın Doğu’da yaptığı gibi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın Neolitik insanlarına saldırmaya ve onların yaşadığı yerleri işgal etmeye başladılar.
Bu sürece başka insanların, daha sonraki Fin-Ural halklarının, yani Türkler, İskitler, Moğollar, Şanglar ve Sarmatların atalarının da dahil olmuş olması muhtemel. Bu halklar ancak yıllar sonra ortaya çıkacaktı. Ancak Hint-Avrupa ya da Sami dilleri konuşmadıkları halde oldukça “atacıl” oldukları ve Sahra-Asya’dan geldikleri için, bölgenin çölleşmesinden etkilenen daha önceki insanların soyundan gelmiş olmaları mümkün. Muhtemelen onlar da Orta-Asyalıydılar. Bazıları Hint-Avrupalılar gibi güney ve batıya göç etse de çoğu doğuya gitmişe benziyor. Örneğin Şanglar, MÖ 2000’de bölgeye vararak Çin’i ilk işgal edenler oldular.
Hikâye her yerde aynıydı. Hint-Avrupalılar, Eski Avrupa kültürünü MÖ 4000’den itibaren (elbette ki yaklaşık olarak çünkü Marija Gimbutas, Eski Avrupa’nın ilk kez MÖ 4300’de işgal edildiğini öne sürüyor) bir yangın gibi yerle bir ettiler. Gimbutas’ın da yazdığı gibi, “binyıllık gelenekler bozulmuş, kasaba ve köyler dağılmış, resimli muhteşem seramikler, tapınaklar, freskler, heykeller, imgeler ve yazılar kaybolmuştu.”[133 - Gimbutas, 1977, s. 281.] Artık her şey farklıydı. Kadın heykelcikleri, doğal betimlemelerle dolu sanat eserleri, müşterek mezarlıklar ya da eşit büyüklükte mezarlar artık yoktu. Sanatta artık savaş tabiattan, ölüm yaşamdan önce geliyordu. Her yerde silahlar vardı ve yerleşim yerleri korunaklı, her an savunmaya hazırlıklı ve surlarla çevriliydi. Tarihçi P. Stern, Hint-Avrupalıların MÖ 3500’den itibaren Doğu ve Orta Avrupa’da bıraktığı etkiyi şöyle anlatıyor:
Dünyanın daha önce barış dolu olan bir bölgesini şiddetle tanıştırdılar. İnsafsız işgaller, önceden haber verilmeden başlatılan savaşlar ve kadınları mülk olarak görmek, erkekliğin hüküm sürdüğü bir dünya yarattı. Sahip olma ve iktidara karşı duyulan bastıramadıkları bir iştahla hem kendilerinin hem de başkalarının acı ve ıstırap çekmesi karşısındaki duyarsızlıkları, yaptıkları her şeye şekil verdi.[134 - Stern, 1969, s. 230.]
Ortadoğu’nun Neolitik insanları da aynı kaderi paylaştılar. Mezopotamya (günümüzde Irak) ve Doğu Akdeniz’in (yani günümüzde Ortadoğu’da İsrail, Lübnan ve Suriye’yi kapsayan bölgenin) anacıl kültürleri, Sami ve Hint-Avrupalılar tarafından işgal edildi. Bu sırada Hint-Avrupa halklarından olan Hititler de Anadolu’yu istila ettiler. Bunun sonucunda, DeMeo’nun deyişiyle “kadın heykelciklerinin yerini kaleler aldı.”[135 - DeMeo, 1998, s. 286.] Hemen hemen aynı zamanda Samiler de Kuzey Afrika’ya akın etti.
Üstün bir savaş teknolojisi ve acımasız bir zalimlikle donanmış Sahra-Asyalılar karşısında silahsız, hiç savaş deneyimi olmayan ve saldırgan bir karaktere sahip olmayan Eski Neolitik insanlar korunaksız yerleşimleriyle birlikte çaresiz kaldılar. Gimbutas’ın sözleriyle, “uzun bıçaklı ve atlı işgalciler karşısında kolay avdılar.”[136 - Gimbutas, 1991, s. 352.] Aynı yıkım ve istila her yerde vuku buldu. Artık ilk defa savaş, toplumsal tabakalaşma ve ataerkillik “olağan” hale gelmişti. Eisler’in de dediği gibi, “İnsanlar antik dünyanın tümünde birbirleriyle savaşıyor, erkekler hem kadınlarla hem de kendi aralarında çatışıyordu.”[137 - Eisler, 1987, s. 58.]
Gerhard Lenski’nin tarih anlatımına göre, MÖ 4000’de Ortadoğu’da ilk “ileri bahçe tarımı” yapan toplumlar ortaya çıkmaya başladı.[138 - Lenski, 1978.] Bunlar madenleri ilk kez yoğun bir şekilde, üstelik silah üretmek adına kullanan insanlar oldular. Lenski’nin de dediği gibi, bu dönemde “her yetişkin erkeğin mezarına savaş baltaları, hançerler ve başka silahlar konulmaya başlandı.”[139 - a.g.e., s. 147.] Lenski, maden kullanımını bu toplumların en temel özelliği olarak görüyor. Ancak bu husus -silahlara büyük bir talep yaratan- savaşlarla yakından alâkalı olduğu için bu toplumların en temel özelliği olarak madenciliği değil de savaşı görmek muhtemelen daha doğru olur.
Pek çok sosyolog gibi Lenski de bu yeni toplumların ortaya çıkışını “toplumsal evrimin,” yani bahçe tarımcılarının zamanla daha fazla bilgi ve teknolojik beceri edinmesiyle gelişen doğal sürecin bir sonucu olarak görüyor. Ancak konuya tarihsel açıdan baktığımızda durum daha farklı. Daha önce de gördüğümüz gibi, mesele belli bir toplum türünden bir başkasına ilerleme değildi. Bu, bir toplumun diğerinin yerine geçmesiydi. Çünkü Eski Dünya halklarının yaşadığı yerler, savaşçı Sahra-Asyalılar tarafından işgal edilmiş ve tamamen ele geçirilmişti.[140 - Lenski’nin bu toplumlar için “ileri bahçe tarımı yapan” ifadesini kullanması aslında biraz sorunlu. Bu tespitten yola çıkarak, “ilkel bahçe tarımı yapan” toplumlarla ortak bir zeminde birleştikleri sonucuna varılabilir. Oysa ki gerçekte her iki toplumun da bahçe tarımı yaparak geçinmesi, sergiledikleri devasa farklılıklar arasında sadece tesadüfi bir benzerlik olabilir. Lenski’nin ilkel ve ileri bahçe tarımcı topluluklar hakkında verdiği istatistiki veriler de bu tespiti doğruluyor. Aynen arkeolojik kanıtlar gibi, bu veriler de ani bir dönüşümün yaşandığını; savaşların, sınıfsal tabakalaşmanın, eşitsizliğin ve köleliğin büyük ölçüde arttığını gösteriyor. Örneğin savaşlar, ileri bahçe tarımcı toplulukların %34’ünde süreklilik gösterirken bu rakam basit bahçe tarımcılar için sadece %5 idi. İleri bahçe tarımcı topluluklarda sınıfsal tabakalaşmaya rastlanma oranı %54 iken aynı oran basit bahçe tarımcılar için %17. Hatta bir adım daha öteye gidebiliriz. Çünkü sınıfsal tabakalaşma toplumsal eşitsizliğin aslında sadece bir yanını teşkil ediyor. Örneğin, sınıfların olduğu bir toplum aynı zamanda eşit de olabilir. Mesela, yukarıda bahsi geçen basit bahçe tarımcı toplumların % 17’si için bu durum geçerli olabilir. Lenski’nin de dediği gibi, “[İleri bahçe tarımcıların] sınıfsal yapısı genel olarak daha karmaşık, daha eşitsiz ve sıklıkla babadan oğula geçiyor” (1978, s. 170).]
Mısır ve Sümer
Bu yeni ruhsal dünyanın bazı olumlu yanları da vardı. Bir yandan vahşet ve bencillik doğarken, bir yandan da yeni zihinsel beceriler, işlevsel zekâ ve yaratıcılık ortaya çıktı. Bazı “Eski Dünya” halkları yüksek bir teknolojik seviyeye erişse de MÖ 4000’den itibaren Ortadoğu daha öncekilere kıyasla çok daha büyük bir teknolojik gelişme yaşadı. V. Gordon Childe’ın da yazdığı gibi “MÖ 3000’den önceki yaklaşık son bin yıl, MS 16. yüzyıla kadar en çok keşfin ve icadın yaşandığı dönem oldu.”[141 - Childe, 1964, s. 77.] Bu yeniliklerin arasında (kısa sürede yük arabası ve çömlekçilikte kullanılmaya başlanan) tekerlek; saban, pulluk ve yük arabalarını çekmek için hayvanların kullanılması; rüzgâr gücüyle çalışan yelkenliler; gelişmiş bir yazı tipi; sayı sistemi ve takvim sayılabilir. Anne Baring ve Jules Cashford’un The Myth of the Goddess (Tanrıça Efsanesi) adlı kitaplarında özetledikleri gibi, Tunç Devri’nin başında “yazı, matematik ve astronomi keşfedildikçe müthiş bir bilgi patlaması yaşandı. Sanki insan zihni yeni bir boyuta geçmişti.”[142 - Baring & Cashford, 1991, s. 150.]
Bu yenilikler çoğunlukla Mısır ve Mezopotamya’da gerçekleşti ve bu bölgelerde ünlü antik medeniyetlerin gelişmesini sağladı. Bunların -geleneksel arkeolojinin iddia ettiği gibi- dünyanın ilk uygarlıkları olup olmadığı bu kelimeden ne anladığımıza bağlı. Marija Gimbutas gibi medeniyeti “bir halkın çevresine uyum sağlaması ve uygun sanat eserleri, teknoloji, alfabe ve toplumsal ilişkiler geliştirmesi” olarak tanımlarsak onun da öne sürdüğü gibi o zaman “Eski Avrupa” da kesinlikle bir uygarlıktı.[143 - Gimbutas, 1982, s. 17.] Ancak klasik arkeologlar medeniyet dendi mi yaklaşık son 5000 yıldır var olan uygarlıkları kastediyor. “Medeniyet” olarak sınıflandırılmak için bir toplumun metal aletlere, toplumsal tabakalaşmaya, üretim fazlasına, güçlü merkezi yönetime, askerî güce vs. sahip olması gerekiyor. Ancak bence daha doğru olan uygarlıkları Çöküş-öncesi ve Çöküş-sonrası diye ikiye ayırmak. Eski Avrupa ile Mısır ve (Mezopotamya’nın bir parçası olan Sümerler kesinlikle farklı medeniyetlerdi.
Bu yeni uygarlık tipi, MÖ 4. binyılın ikinci yarısında gelişti (Sümerler az farkla da olsa Mısır medeniyetinden önce ortaya çıkmıştı). Arkeologlar ilk Mısırlı ve Sümerlilerin kim olduğu sorusunu hiçbir zaman kesin olarak yanıtlayamadılar. Bazı kanıtlar Nil Havzası’nı “medenileştiren” Mısırlıların, çölleşen bölgelerden gelen göçmenler olduğunu gösteriyor. Brian Griffith’in de dediği gibi, kayıtlı tarih gitgide genişleyen çölden gelen göç dalgasının gölgesinde Kuzey Afrika’da gelişti: “Mısırlılar hanedanlık kurulmadan önce, çoğu çölden yeni gelmiş kabilelerden oluşuyordu.”[144 - Griffith, 2001, s. 104.] Nil çevresinde ilk toplumsal karışıklık, kendilerine “Horus’un[145 - Antik Mısır’daki güneş ve savaş tanrılarından biri (ç.n.)] takipçileri” diyen bir halkın yönetici sınıf olmasıyla yaklaşık MÖ 3300’de başladı. DeMeo’ya göre “Samilerle ortak pek çok yanları vardı.”[146 - DeMeo, 1998, s. 231.] Konuştukları dil, aslında Sami (ya da Hint-Avrupalı) olmadıklarını gösteriyor. Ancak sözcük dağarcıklarında Sami dillerinden geçmiş pek çok kelime bulunduğu için onlarla yakın temas içinde oldukları da aşikâr.
Sümerlerin kökenleri de muğlak. Ancak MÖ 4. binyılın son yarısında Mezopotamya’ya varan göçmenler olduklarını bildiğimiz için[147 - Baring & Cashford, 1991; Crawford, 1991.] onların da çölleşmeden kaçtığını varsayabiliriz. Arabistan ve Suriye çöllerinin kültürüyle benzerlikler taşıyan ilk dönemlerden kalma silindir şeklindeki mühürler de bu görüşü destekliyor.[148 - Baring & Cashford, 1991.] Sümerlerin Samilerle de ilişkileri vardı. Kökenleri ne olursa olsun ilk başlardan itibaren aralarında Sami azınlıkların olduğu biliniyor. Zaman ilerledikçe Sami dillerinden aldıkları kelimelerin sayısı da arttı. Bu durum insana, Samilerin daha baskın bir kültür olmaya başladığını düşündürüyor. En sonunda Sümerlerin çoğu “Sami kökenli” haline geldi.[149 - DeMeo, 1998.] DeMeo’ya göre, arkeolojik kanıtlar “Nil, Fırat ve Dicle nehirleri etrafındaki (yani Mısır ve Sümer uygarlıklarının geliştiği yerlerdeki) ve Doğu Akdeniz, Anadolu ve İran’ın daha nemli yüksek yerlerindeki yerleşim alanlarının, Arabistan ve/veya Orta Avrupa’yı terk eden halklar tarafından işgal edildiğini ve ele geçirildiğini”[150 - DeMeo, 2000, s. 12.] gösteriyor.
Aslında bu bağlantıları kurmamıza hiç gerek yok çünkü kültürlerine baktığımızda antik Mısır veya Sümer’de yaşamış insanların zaten Sahra-Asyalı oldukları çok açık. İlk başlarda sadece kısmen atacıl olsalar da kültürleri Eski Avrupalılar ya da diğer tarihöncesi insanlarınkine kıyasla Hint-Avrupa ve Sami halklarınkine çok daha yakındı.
Toplumsal tabakalaşmanın Sümer kültürünün bir parçası olduğunu zaten gördük. Sümerler maddiyat ve zenginlik konusunda son derece “modern” bir tutkuya sahiptiler. Bu özellikleri, avcı-toplayıcıların mülkiyetten uzak kültürlerine elbette çok yabancıydı. Samuel Noah Kramer’in de ifade ettiği gibi, “Sümerler servet ve mülkiyet edinmek için takıntılı bir çaba içerisindelerdi.” Belgeler “tarlaları sürekli ekili tutmak, bahçeleri sebzelerle donatmak, ağılları koyunlarla doldurmak ve daha fazla süt, kaymak ve peynir üretmek için insanların takıntılı derecede endişelendiğini”[151 - Kramer, 1969, s. 16.] gösteriyor. Bu sahip olma tutkusu, elbette toplumsal eşitsizliği de doğurdu. Mezarlıkların ortasında yer alan kraliyet ailesine ait kabirlere müthiş servetler gömülüyordu. Aynı zamanda mezarlıkların uzak köşelerinde yer alan pek çok mülksüz, sade ve küçük kabir de mevcuttu.[152 - Crawford, 1991.] MÖ 3. binyıldan kalma planlar ise evlerin çok farklı büyüklükte inşa edildiğini gösteriyor. Bazı evler özenle tasarlanmış büyük “malikaneler,” bazılarıysa zaten var olan binaların arasında kalan boşluklara sıkışmış bir odalı harap kulübelerdi. Cambridge Üniversitesi’nden arkeolog Joan Oates şunları söylüyor:
Mezopotamya’daki (Sümerlerin de üzerinde yaşadığı geniş toprak parçasındaki) toplumsal yapının belki de en ilginç yanı, iktisadi kutuplaşmanın her daim varlığını sürdürmesiydi. Toplum iki gruba ayrılmıştı: üretim araçlarına -özellikle de toprağa- sahip olanlar ile bunlara bağımlı olanlar.[153 - Oates, 1986, s. 68.]
Sümer, hepsi de birbirinden 15-50 km uzaklıkta ve Fırat ile Dicle nehirleri arasına yayılmış pek çok kentten oluşuyordu (bu şehirlerin sayısı MÖ 2500’de yaklaşık elli taneydi). Bu şehir-devletlerinin ilk kralları sonrakilere kıyasla daha az zalimdiler. Ancak yine de birbirleriyle savaşıyorlardı. Dolayısıyla devasa surlar inşa etmeye ve atlı “savaş arabaları” gibi askerî teknolojiler geliştirmeye mahkûmdular. MÖ 3. binyılın ilk yarısına gelindiğinde vahşet ve askerî hırs tamamen hüküm sürmeye başlamıştı. Joan Oates’ın da yazdığı gibi, her ne kadar bölgeye bu dönemde hâkim olan Akadlar (Sami bir halk) daha sonraki Sümerler kadar savaşçı olmasa da,
günümüze kalan tarihi metinler, talan ve katliamların Akadların yayılmacı siyasetine eşlik ettiğini ortaya koyuyor. Ünlü Ur Kaidesi’ndeki[154 - Ur Kaidesi (Standard of Ur): Antik Sümer şehri Ur’daki bir kralın mezarında bulunmuş tahtadan oyma kutu. Kutunun her iki yanında savaş ve barışı temsil eden mozaikler bulunmaktadır. (ç.n.)] savaş sahnesi, esirlere yapılan kötü muamele karşısında tam bir vurdumduymazlık sergilemekte.[155 - a.g.e., s. 30-31.]
MÖ yaklaşık 2400’de tüm Mezopotamya, savaşçı ve aynı zamanda Akadlı olan Kral Sargon tarafından fethedildi. Sargon dünyanın ilk imparatoruydu. Pek çok askerî harekât düzenledi (keşfedilen vakayinameler en az otuz dört “büyük savaşı” ayrıntılarıyla anlatıyor) ve imparatorluğunu Yakın Doğu’nun büyük bölümüne yaydı. Bir vakayinamede bunu nasıl başardığı şöyle tasvir ediliyor:
Akad Kralı Sargon, Uruk şehrini yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Uruk sakinleriyle savaştı ve onları katletti. Uruk Kralı Lugal-Zaggisi ile muharebe etti ve onu yakaladı. Ayağına zincir vurarak onu Emil kapısından geçirdi. Akad Kralı Sargon, Ur şehrinin lideriyle de savaştı ve onu öldürdü. Şehrini yerle bir etti ve surlarını yıktı. E-Nimmar’ı yerle bir etti ve duvarlarını yıktı. Lagaş’dan denize kadar uzanan bütün toprakları yerle bir etti ve silahlarını denizde yıkadı.[156 - Wilber, 1981, s. 165 içinde.]
Bütün bunlara rağmen ilk Sümerlerin kendilerinden sonra gelenlere kıyasla tam olarak atacıl olmadığına dair de bazı kanıtlar mevcut. Belki de bunun nedeni, fethettikleri bölgelerde yaşayan insanların anacıl özelliklerini özümsemeleriydi. Erken dönem Sümer, kesinlikle erkek egemen bir toplumdu -aslında toprak tek tek bireyler yerine ailelere aitti (bu durum, atacıllığın derecesinin oldukça düşük olduğunu düşündürüyor). Ancak yine de ailenin sadece erkek üyeleri mal mülk işleriyle uğraşma hakkına sahipti. Zaten sonrasında bireysel mülkiyet yaygınlaştı. Kuramsal olarak kadınların toprak sahibi olması mümkünse de fiilen neredeyse sadece erkekler mal mülk edinebiliyordu. Ancak yine de kadınların toplumsal mevkisi sonraki dönemlere kıyasla daha yüksekti. İlk Sümer tanrıları arasında önemli tanrıçalar da vardı (belki bu özelliği de işgal ettikleri yerlerin anacıl kültüründen almışlardı). Günümüze kadar ulaşmış bir belge, MÖ 2000 gibi geç bir tarihte bile Elam şehir-devletinde evli bir kadının kocasıyla ortak vasiyetname imzalamayı redderek tüm mal varlığını kızına bıraktığından bahsediyor.[157 - Eisler, 1987.] Tüm bunlar tarihçi H. W. F. Saggs’ın da dediği gibi, “İlk Sümer şehir-devletlerinde kadınların toplumsal mevkisinin daha sonraki dönemlere kıyasla kesinlikle çok daha yüksek olduğunu”[158 - Eisler, 1987, s. 64 içinde.] gösteriyor.
İlk Mısırlıların taptığı pek çok tanrıça da vardı. Kadınlar mevki sahibiydi ve kendi evlerine sahip olabiliyorlardı. Sanat eserleri onları özgür ve baskı altında tutulmayan insanlar olarak temsil ediyor. Tapınaklardaki resimlerse kadınları erkeklerle aynı büyüklük ve uzunlukta gösteriyor (bunu eşit toplumsal mevkide olduklarının bir kanıtı olarak yorumlayabiliriz). Aslında Antik Mısır’da “karı” anlamına gelen nebtper kelimesi “evin hâkimi” anlamını da taşıyordu.[159 - Griffith, 2001.] Ancak ilk dönemlerden itibaren erkek egemenliğin yeni bir gelenek olarak yerleşmeye başladığını da görüyoruz. DeMeo’nun da yazdığı gibi, işgalciler bölgenin kontrolünü ele geçirdiklerinde “kadınların toplumsal mevkisi hemen kölelik ve cariyeliğe düştü.”[160 - DeMeo, 1998, s. 231.] Üst sınıflara mensup Mısırlılar genelde birkaç kadınla evleniyor, üstüne bir de cariyeleri oluyordu. Öldüklerinde hem eşleri hem de cariyeleri onlarla birlikte gömülüyordu.
Erken dönem Mısır şehirlerinin duvarları yoktu. Devletin sadece küçük bir ordusu vardı. Bunlar bize savaşın nadiren vuku bulduğunu gösteriyor. Ancak yine de ilk Mısırlıların ruhani ve barışsever insanlar olarak sahip oldukları popüler imaj, tarihi bir temele dayanmıyor. Krallık, askerî fetihlerle kurulmuştu. Yaklaşık 200 yıl boyunca “Horus’un takipçileri” Nil Delta’sını ve Nübya’yı[161 - Nil Nehri Havzası’nda, bugünkü sınırlarla Mısır’ın güneyini ve Sudan’ın kuzeyini kapsayan bölge (ç.n.)] işgal ederek MÖ 3100’de bütün bölgeyi ilk firavun Kral Menes’in egemenliği altında birleştirdiler.[162 - DeMeo, 1998.] Bu dönemde kayalara çizilen resimler şiddet içeren imgelerle doluydu. Arkeologlar da savaş esirlerinin ve Nil boyunca yaşayan köylülerin topluca yakıldığına dair kanıtlar buldular.[163 - a.g.e.]
Daha sonraki yıllara kadar topraklarını genişletmek için büyük savaşlar düzenlemeseler de Mısırlılar kendi aralarında, özellikle de onları birleştiren güçlü bir merkezi yönetim olmadığı zamanlarda savaşmaya devam ettiler. Şehir-devletleri merkezi hükümetten bağımsızlık kazanmak ve birbirleri üzerinde hâkimiyet kurmak için mücadele etti. Durum o kadar kötüleşmişti ki asillerin kendilerini korumak için özel orduları bile vardı.[164 - Rice, 1990.] Aynı zamanda onlara saldıran Asyalılar, Libyalılar ve diğer göçebe kabilelerle sınırlarda sürekli savaşıyorlardı.
Sümer’de olduğu gibi Mısır’da da daha ilk zamanlardan itibaren katı bir toplumsal tabakalaşma olduğu kesin. Eşitsizliğin varlığı bazı mezarlarda gömülü bulunan aşırı servetten anlaşılıyor. Ayrıca insan kalıntıları üzerinde yapılan araştırmalar da medeniyet kurulduktan sonra sıradan çiftçilerin aldığı protein seviyesinin azaldığını gösteriyor. Bu da bizlere servetin merkezileştiğini, yani daha az kişinin elinde toplandığını düşündürüyor.[165 - DeMeo, 1998.] Küçük bir asiller grubu (ki vergilerden muaftılar) toprağın büyük bölümüne sahipti. Nüfusun geri kalanı ise bu toprakları işleyen serflerden oluşuyordu. Serflerin toprak üzerinde hiç hakkı yoktu. Ayrıca devlet istediği zaman onları “angarya” işlerde (zorunlu hizmet) kullanabiliyordu. Piramitlerin bu şekilde inşa edildiği tahmin ediliyor. Köylüler muhtemelen her yıl birkaç hafta boyunca topraklarından alınarak inşaatta çalışmaya zorlanıyordu. Elbette ki piramitlerin kendisi de toplumsal tabakalaşmanın başlı başına bir göstergesiydi. Eşitsizliğin simgesi olarak mezar büyüklükleri ve içlerine gömülen eşyalar söz konusu olduğunda onlardan daha uç bir örnek saymak mümkün değil. DeMeo’nun da ifade ettiği gibi, “İnanılmaz paralar harcanarak ölü kralların naaşlarına ev sahipliği yapmak üzere devasa büyüklükte muhteşem yapılar inşa edildi. Onları inşa eden sıradan insanların ve kölelerin cesetleriyse toplu mezarlara atılıyordu.”[166 - a.g.e., s. 233.]
M.Ö. 2. Binyıldan Günümüze
Eski Avrupa uygarlığı kıtanın kendisinde ortadan kalkmasına rağmen bazı adalarda asırlar boyunca ayakta kaldı -hatta Girit söz konusu olduğunda binyıllar boyunca demek daha doğru olur. Ancak en ücra köşeler bile en sonunda atacıl kültüre teslim olmak zorunda kaldı. Malta’daki uygarlık yaklaşık MÖ 2500’de aniden çöktü. Bunun nedeni muhtemelen hem yabancı işgali hem de doğal afetlerdi. Girit medeniyeti ise bin yıl daha varlığını sürdürdü. Ta ki Yunanca konuşan Hint-Avrupalı bir halk olan Akalılar adanın denetimini ele geçirene dek. Akalılar adanın anacıl kültüründen bazı özellikler alsalar da kültürel bir yozlaşma başlattılar. Riane Eisler’in deyişiyle, “sanat daha zorlama ve daha az özgür hale geldi” ve “ölüm temasına daha fazla vurgu yapılmaya başlandı.”[167 - Eisler, 1987, s. 54.] Akalılar Girit’i yaklaşık dört asır boyunca, MÖ 12. yüzyılda bir başka Hint-Avrupalı topluluk olan Dorlar tarafından saldırıya uğrayana dek egemenlikleri altında tuttu. Dorlar, ada halkını katletti ve oradaki medeniyeti yerle bir etti.
Benzer bir şekilde Britanya’nın coğrafi açıdan korunaklı olması da eski anacıl kültürün yaklaşık MÖ 2500’e kadar bozulmadan kalmasını sağladı. Bu tarihte ise Kıta Avrupası’ndan gelen Beaker halkı adaya ulaştı. Onlardan önceki Neolitik insanlar müşterek mezarlara gömülürken Beakerlar bireylere ait kabirlere sahipti ve diğer Sahra-Asyalılar gibi mezarlarının büyüklükleri arasında fark vardı. Onlardan önce adada savaş ve şiddete dair çok az iz varken, Beakerlar maden işlemedeki üstün yeteneklerini çok büyük ölçekte silah üretimi için kullandılar, yüksek kaleler ve surlar inşa ettiler.[168 - Bewley, 1994.] Sonunda Kıta Avrupası’nı etkisi altına alan çaresiz savaş korkusu Britanya’yı da sardı. Köyler yüksek çitlerle çevrildi ve muhtemelen işgalciler karşısında savunmasız kalan Neolitik halklar göllerin ortasına inşa ettikleri yapay adacık ve platformlarda (crannog) yaşamaya başladılar. Bu adacıklar karaya tahta köprülerle bağlanıyor, çatışma ânında köprüler yıkılarak düşmanların platforma ulaşması engelleniyordu.
Bu sırada Avrasya’da ise Sahra-Asyalılar hem batıya hem doğuya göç etmeye devam ediyordu. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Şanglar MÖ 2000 civarında (artık neredeyse tamamen çölleşmiş olan) Orta Asya’nın bozkırlarından geçerek Çin’e ulaşmıştı. Ödünç aldıkları bazı Hint-Avrupa ve Sami kelimelerinden dolayı onların da Sahra-Asyalı olduğunu kesin olarak biliyoruz; örneğin bey ya da din adamı anlamına gelen han sözcüğü Sami dillerindeki cohen (yüksek haham) kelimesine, destansı kahraman ya da tanrı anlamlarına gelen bagadur sözcüğü ise Hint-Avrupa dillerindeki tanrı anlamına gelen baga kelimesine çok yakın.[169 - DeMeo, 1998.] Ancak Sahra-Asyalı oldukları Çin’e getirdikleri kültüre bakıldığında da çok açık. Barış ve cinsiyetler arası eşitliğin hüküm sürdüğü “Altın Çağ” adeta aniden sona ermişti. DeMeo’nun sözleriyle,
Güney Mısır, Mezopotamya ve Orta Asya’ya hâkim militarist topluluklar gibi Şanglar da otoriter ve kadınlarla çocukları hor gören alışkanlıklar geliştirmişti: kutsal krallık, erkek tanrılar, büyük servetlerin gömüldüğü devasa tapınak mezarlar, tanrılara insan kurban etme, askerî kast sistemi ve kölelik gibi.[170 - a.g.e., s. 348.]
Yaklaşık beş yüz yıl sonra Orta Asya çöllerinden gelen başka bir topluluk olan Çular da (ya da Zular – Chou / Zhou) Çin’i istila etti. Onlar daha da savaşçıydılar. Ayrıca Şanglar’a kıyasla daha fazla toplumsal baskı uygulamaya başladılar. Bronz silahların ve iki tekerlekli savaş arabalarının yardımıyla kısa sürede büyük bir bölgeyi işgal ettiler. Askerlerden oluşan bir asiller sınıfı oluşturdular. Kalelerinden oluşan şehirlerde lüks bir hayat sürüyorlardı. Yönettikleri köylüler ise kale dışındaki sefalet içinde geçen yaşamlarını idame ettirmeye çalışıyordu. Çular’ın yönetimi altında ataerkillik daha da güçlendi. “Törensel dul cinayetleri” ve kız çocuklarının öldürülmesi yaygınlaştı. DeMeo’nın da yazdığı gibi, “Yönetici Çu kastının üst düzey kadınları bile büyük baskı altındaydı, aslında köleden farkları yoktu.”[171 - a.g.e., s. 350.] İlk başlarda alt sınıftan gelen kadınlar bir nebze de olsa hâlâ özgürdüler. İstedikleri erkekle evlenme, boşanma, halk içinde dans etme ve şarkı söyleme hakkına sahiptiler. Ancak zamanla Çular’ın kadın düşmanı tavırları toplumun geneline yayıldı ve sonunda Çin kültürü tamamen ataerkil hale geldi.
Hint-Avrupalılar, Avrupa’nın çoğunu ele geçirdikten sonra MÖ 2. binyılın başlarında doğuya göç etmeye başladılar. MÖ 1800’e gelindiğinde İran’a varmışlardı (İran kelimesi Hint-Avrupalı, yani Ari/ Aryan’dan gelmektedir). Burada da kendilerini yönetici sınıf ilan ettiler. MÖ 3. binyılda Hindistan’ın kuzeyindeki İndüs Vadisi, kökenleri muhtemelen Ortadoğu’nun çöllerine dayanan Harappa adlı bir halk tarafından fethedildi. Harappalar, Hindistan’ın yerli halkı Dravidyanları köleleştirerek dünyanın ilk “medeniyetlerinden” birini kurdular. Ancak MÖ 1500 civarında -zaten artan çölleşme nedeniyle çöküşte olan- uygarlıkları işgalci Hint-Avrupalılar tarafından yıkıldı. Hint-Avrupalılar, Harappalardan da öteye giderek anasoylu ve eşitlikçi Dravidyanları güneye sürdüler. Asker-yöneticiler, din adamları ve üreticilerden oluşan “kast sistemini” Hindistan’a getiren de Hint-Avrupalıların ta kendisi oldu. Fethedilen Dravidyanlar ise serf ve ırgatlardan oluşan dördüncü kastı, yani Shudrus’u ya da “dokunulmazları” oluşturdu. Bu kast sistemi günümüzde hâlâ varlığını sürdürüyor ve müthiş bir eşitsizliğe neden oluyor.
Atacıl kültür sadece daha geniş bir coğrafyaya yayılmakla kalmıyor aynı zamanda etkisi de gitgide artıyordu. Bazen -Sümerlerde olduğu gibi- Sahra-Asyalılar fethettikleri Neolitik insanların bazı anacıl özelliklerini özümsüyordu. Ancak MÖ 2000’e gelindiğinde anacıl kültürden geriye kalan son izler de tamamen silindi. Sümer’de anasoyluluktan ya da kadınların miras hakkından eser kalmadı. Tanrıçalar ilk dönem Sümer dininin vazgeçilmez bir parçası olsa da bu tarihte artık önemlerini yitirmişlerdi. Sadece erkek tanrıların eşleri olarak adları anılıyordu.[172 - Baring & Cashford, 1991; Eisler, 1987.] Artık erkek “gök tanrıları” vardı. Mitolojide hem kadınlara hem doğaya yönelik yeni ve baskıcı bir tavır belirdi. Bunun en öne çıkan örnekleri, erkeklerin devasa yılanlar ve ejderhalar karşısında verdikleri mücadeleleri anlatan yeni “kahramanlık efsanelerinin” ortaya çıkmasıydı. Sümerler bunun bir yansıması olarak, Jaquetta Hawkes’ın “zina yapan kadınlara ve söz dinlemeyen çocuklara verilen cezaların… gitgide daha da fazla gaddarlaşması”[173 - Hawkes, 1973, s. xxv.] olarak betimlediği bir tavır geliştirmeye başladılar.
Sümer’de de toplumsal baskılar ve eşitsizlik MÖ 2000’den sonra artmışa benziyor. MÖ 2300 gibi geç bir tarihte bile Urukagina adlı bir Sümer kralının, maddelerinden biri de tapınak topraklarında üretilen ekinlerin -geleneklerin aksine- din adamları yerine fakirlere verilmesi gerektiğini belirten bir reform programı uyguladığını görüyoruz (Reform paketinde ürünlerin eskiden fakirlere dağıtıldığının söylenmesi bunun muhtemelen Sahra-Asyalılar öncesi döneme dayanan bir uygulama olduğunu düşündürüyor).[174 - Stone, 1976.] Ancak sadece 500 yıl sonra Mezopotamyalı başka bir kral olan Hammurabi 252 maddeden oluşan ünlü kanunnamesini yazdı. Kanunların hepsi de zalimlik ve acımasızlık içeriyordu. Başka insanlarla empati kurma yetisinden kesinlikle yoksundular. Örneğin tarlalarına zarar veren çiftçiler köle olarak satılıyor ya da bir erkek karısını ya da kızını borç karşılığında emanet verebiliyordu. Riane Eisler, geç dönem Sümer’de gittikçe güç kazanan atacıl kültürü şöyle özetliyor:
Özel mülkiyet ve siyasi iktidarın askerî liderlerin elinde merkezileşmesi üzerine kurulu katı bir hiyerarşik sisteme uyum sağlamak için akrabalık ilişkileri ciddi bir dönüşüm geçirmişti; kadınlar karar alma süreçlerinden tamamen uzaklaştırıldı.[175 - Eisler, 1995, s. 116.]
Bu sırada savaşın doğası da değişiyordu. Daha önceleri savaşlar kısa sürüyor, sıradan insanlar arasında gerçekleşiyor ve çoğunlukla sadece yılın hasat zamanından sonra vuku buluyordu. Ancak şimdi krallar ve asiller, imparatorluk kurmaktan bahsediyor ve yılın her zamanı savaşabilecek profesyonel ordulara ihtiyaç duyuyordu. Bunun sonucunda savaşlar hem daha sıklaştı hem de vahşileşti. Daha önce de altını çizdiğimiz gibi, Akad Kralı Sargon ilk imparatorluğu kurmuştu. Ancak MÖ 2. binyılın sonuna gelindiğinde Ortadoğu, topraklarını genişletmek ve servetlerini arttırmak için birbirleriyle acımasızca savaşan Elamlılar, Asurlular, Hititler, Mitanniler, Kassitler, Kenanlılar ve Suriyeliler gibi insan topluluklarıyla dolup taşmıştı. Savaşmak, Mısırlılar için de MÖ 1600 civarında çok daha önemli hale geldi. İlk defa onlar da profesyonel ordu kurdular ve yeni topraklar ele geçirmek için büyük savaşlar düzenlemeye başladılar.
Ortadoğu bundan sonra -aslında günümüze dek- birbirleriyle savaşan ve adeta birbirlerinin zalimliğini geçmek için yarışan farklı etnik ve dinsel kökenlere sahip insanların bir arada yaşamaya çalıştığı kaotik bir ortam haline geldi. Baring ve Cashford’un da belirttiği gibi, “Tunç Devri ilerledikçe savaşların ve kayıpların sayısı hesabı tutulamayacak derecede artmaya başladı, ta ki Asurluların barbarlığı Mezopotamya uygarlığından geriye kalan son izleri de tamamen silene dek.”[176 - Baring & Cashford, 1991, s. 162.] MÖ 1200’ler ile 600 yılları arasında hüküm süren Asurlular, belki de dünyanın görüp göreceği en kana susamış halktı. Yaklaşık 600 yıl boyunca yeni topraklar ele geçirmek ve zaten daha önce fethettikleri bölgelerden haraç alarak daha fazla mal ve para toplamak için aralıksız her sene askerî harekât düzenlediler. Haraç ödemeye gücü yetmeyen herkes, son Asur krallarından Sennaçerib’in (MÖ 704-681) Babil’i işgal ettikten sonra sarf ettiği şu sözlerde belirttiği muameleye maruz kalıyordu: “Genç yaşlı demeden herkesi öldürdüm, cesetleriyle şehrin geniş sokaklarını doldurdum.”[177 - Baring & Cashford, 1991, s. 289 içinde.] Hayat her yerde daha vahşi, tehlikeli, şiddet ve ıstırap dolu bir hal alıyordu. Yaklaşık MÖ 1250’de Demir Çağı başladığında, Ortadoğu’ya Baring ve Cashford’un deyimiyle “saldırganlık yaratan… vahim bir endişe ve felaket korkusu”[178 - a.g.e., s. 286.] hâkimdi.
Avrupa’da da durum -eğer daha da kötü değilse- çok benzerdi. MÖ 13. yüzyılda Mısırlıların “Deniz İnsanları” dediği gizemli bir halk Akdeniz’de dehşet saçmaya başladı. Bunlar sadece bir asırda, kendilerinden önce gelen tüm topluluklardan çok daha fazla yıkım yaratan ve yaklaşık 300 yıl boyunca devam eden bir kaos ve çöküş dönemi başlatan yağmacı vahşi çetelerdi. Sadece bir yüzyıl içerisinde Mısır ve Hitit İmparatorlukları ile (Truva şehri de dahil olmak üzere) Miken (Antik Yunan) uygarlığı tarih sahnesinden silindi, kentler yıkıldı ve terk edildi. Bunda doğal afetlerin bir rol oynamış olması muhtemelse de tarihçiler asıl sorumlu olarak Deniz İnsanları’nı görüyor.
Bu sırada Hint-Avrupalılar, Orta ve Batı Avrupa’da birbirleriyle savaşıyordu -Yunanlılar Romalılarla; Keltler Yunanlılar ve Romalılarla; Cermenler ise Keltler, Yunanlılar ve Romalılarla. Liste böyle uzayıp gidiyordu. Sahra-Asya kurumaya devam ediyor ve yeni Hint-Avrupalı (ve diğer Sahra-Asyalılardan oluşan) göçmen dalgaları Avrupa’nın batısını işgal ediyordu. Önlerine çıkan yeri fethedip, orada yaşayanları öldürüyor ve müthiş bir karmaşaya sebep oluyorlardı. Bu istila, tarihçilerin “Halkların Göçü” (Völkerwanderung) dediği MS 300-600 arasındaki dönemde doruk noktasına ulaştı. Bu, Sahra-Asya’da gerçekleşen tarihte yaşanmış en büyük göç dalgasıydı. Yüzlerce kabile -Gotlar, Franklar, Vandallar, Hunlar, Avarlar vs.– Orta Asya’dan kaçarak Avrupa’ya akın etti ve Roma İmparatorluğu’nu harabeye çevirdi. Kendilerinden önce bölgeye varmış Hint-Avrupalıları da daha batıya göç etmeye zorladılar.[179 - Griffith, 2001.] Bugünkü Avrupa uygarlığını yaratan, bu kargaşanın ta kendisiydi. İnsanların devingenliği zamanla durağanlaştığında kıtanın bugünkü etnografik haritası da az çok ortaya çıkmıştı. Fin-Ural dillerini konuşan Finlandiya, Macaristan ve Estonya’nın halkları dışında kalan Avrupa, içinde sadece Cermenler, Slavlar, Latinler ve Keltler’i barındıran artık tamamen “Ari” bir coğrafya olmuştu.
Sahra-Asya’nın üç büyük dini olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık birlikte varolmaya başladığında ise -Müslümanlık MS 1. binyılın ortalarında doğarak en son gelen din olmuştu- durum daha da vahimleşti. Bu dinler, Sahra-Asyalıların ruhsal dünyasının bir parçası olan cinselliğe, insan bedenine, kadınlara ve doğaya karşı olumsuz tavrı adeta kanunlaştırdılar. Bu yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de yeni bir husumet ve ötekileştirme dalgası yarattılar: inananlar ve inanmayanlar ya da müminler ve kafirler arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen kavga. Samiler, Ortadoğu’da Yahudi ve Arap kabileleri diye ikiye ayrıldılar. Araplar İslamiyet’i benimsediğinde aralarındaki uçurum o kadar büyüdü ki -bugün hâlâ çözülememiş olan ve- tüm vahşetini ilk günlerdeki gibi koruyan bir çatışma başladı. Müslümanlar, Hıristiyanlarla da savaşırken Hıristiyanlar ise Yahudileri baskı altında tutuyor ve öldürüyordu. Hatta Hıristiyanlar buldukları ilk fırsatta kendi aralarında da farklı mezheplere ayrıldılar ve birbirleriyle savaşmaya başladılar.
Benzer bir durum Çin’de de söz konusuydu. Ülkeyi birkaç asır boyunca yönettikten sonra Çular’ın gücü MÖ 8. yüzyılda azalmaya başladı. Çin kendi içinde birbirleriyle savaşan farklı devletlere bölündü. İlk başlarda bu devletlerin sayısı birkaç düzineyi aşmıyordu. Ancak savaşlar sürdükçe bazı devletler güçlendiler ve kendilerinden daha küçük olanları fethedip topraklarına kattılar. Sonunda -tam 300 yıl sonra- geriye sadece yedi ana krallık kalmıştı. Elbette onlar da birbirleriyle savaşmaya başladılar. Bu durum sonraki 250 yıl boyunca devam etti. En sonunda MÖ 220’de Çin (Ch’in) halkı tüm ülkeyi kendi çatısı altında birleştirdi. Ancak sadece on beş yıl sonra tekrar iç savaş başladı ve Hanlar denen bir topluluk tarafından yok edildiler.
Tüm bu vahşet, kadınlara ve diğer toplumsal gruplara yönelik zalimliğe eşlik etti. İnsanların birbirleriyle barış içinde yaşamasını engelleyen psikolojik durum, kadınlara ve cinselliğe karşı da hastalıklı derecede olumsuz bir tavrın ortaya çıkmasına neden oldu. İbraniler kız ve erkek çocuklarının birlikte oynamasını yasakladı. Mastürbasyon yapmak ölümle cezalandırılan bir suç olarak tanımlandı. Bir erkeğin yalnız bir kadınla konuşması, hatta ona bakması bile suç sayıldı.[180 - DeMeo, 1998.] Asurlular, kadınlara karşı en az düşmanlarına olduğu kadar gaddardılar. Kocalarından çalan kadınlar ölümle cezalandırılabiliyordu. Bir kadın kocasından kaçan bir kadına yardım eder ve onu saklarsa her ikisinin de kulakları kesiliyordu. Bir kadın başını örtmeden sokağa çıkarsa fıçı tahtasıyla dövülüyordu.[181 - Griffith, 2001.] Ortadoğu, Hindistan ve Çin’deki kadınlar -özellikle de üst sınıfa mensup olanlar- toplumdan kopuk bir şekilde yaşamaya zorlanıyor, aile bireyleri dışında herhangi bir erkekle konuşmalarına ya da yanlarında bir erkek refakatçi olmadan dışarı çıkmalarına izin verilmiyordu.
Bu kadar aşırı bir kadın düşmanlığının ortaya çıkması Avrupa’da daha uzun zaman aldı; muhtemelen Sahra-Asya’dan uzakta olduğu için Neolitik dönemin anacıl kültürü varlığını orada daha uzun süre koruyabilmişti. Kadınlar, Hint-Avrupalı istilası başladıktan sonra bile Eski Avrupa kültürünün en etkili olduğu birkaç yerde asırlar boyunca yüksek mevki sahibi olmaya devam ettiler. Örneğin İspanya’nın Bask bölgesinde, İrlanda’da ve İskoçya’nın kuzeyinde evlenme, boşanma ve istedikleri kişiyle arkadaşlık kurma özgürlüğüne sahiptiler. Hatta bir çift evlendiğinde genellikle gelinin ailesinin yanına taşınıyordu.[182 - a.g.e.] Ancak Avrupa’nın geri kalan “uygar” kısmında kadınların toplumsal mevkisi neredeyse Ortadoğu’daki kadar düşüktü. Antik Yunan’da -ki burası demokrasinin doğduğu yer olarak bilinir- kadınların mülkiyet ya da siyasi hakları yoktu. Karanlık bastıktan sonra evden çıkmaları yasaktı. Antik Roma’da da dışlanarak (“eskort kızlar” olarak istihdam edilmedikleri sürece) sosyal faaliyetlere katılmalarına izin verilmiyordu. Bir kadın kız çocuğu doğurduğunda babanın bebeği öldürme hakkı vardı.[183 - a.g.e.]
Kadın düşmanlığı, Hıristiyanlığın yayılmasıyla Avrupa’nın tümünde etkili olmaya başladı. Erkekler (özellikle de ruhban sınıfına mensup olanlar) kadınları onları baştan çıkaran “kötü” varlıklar olarak görmeye başladılar. Kadınlar, şeytan tarafından kolayca yoldan çıkarılabilen -ve çoğu zaman onun için çalışan- doğuştan günahkârlardı. Bu tutum Orta Çağ’da vuku bulan cadı avlarıyla doruk noktasına ulaştı. Bazı tahminlere göre 1485-1784 yılları arasında en az dokuz milyon masum kadın, çoğunlukla dini nedenlerden ötürü cinsellikten uzak durmak zorunda kalan ruhban sınıfının emriyle “cadı” oldukları gerekçesiyle öldürüldü. Piskoposlar “tehlikeli” -yani çoğu zaman zeki, bağımsız, refah seviyesi yüksek ve aşırı güzel- kadınların kökünün kazınmasını, Tanrı’nın onlara verdiği ilahî bir görev olarak görüyordu. Bu nedenle öldürdükleri kadın sayısıyla böbürleniyorlardı. Örneğin İspanyol Engizisyon Mahkemesi’nden Torquemada (neredeyse hepsi kadın) yüz binden fazla insanı idam ettirdiği için gurur duyuyordu. Tarihçi Gordon Rattray Taylor, kadın cinayetlerinin -Engizisyon Mahkemesi’nin dinsel zulmüyle birlikte- İspanya’nın nüfusunun sadece iki asırda yirmi milyondan altı milyona düşmesine neden olduğunun altını çiziyor.[184 - Taylor, 1953.]
İnsan ırkının tarihi bu… Yani, yüzyıllar boyunca süregelen bir şiddet, baskı ve sefalet öyküsü. Tarihin genelde “ileri” doğru gittiğini düşünür, onun zamana yayılmış bir iyileşme ve gelişme hikâyesi olduğuna inanırız. Bazı açılardan -özellikle teknoloji, tıp ve bilim tarihi söz konusu olduğunda- bunun doğru olduğu ve insanoğlunun müthiş bir ilerleme kaydettiği şüphesiz. Ancak bu bölümde anlattığımız tarihsel dönemi bir önceki bölümdekiyle kıyasladığımızda, insanlık tarihindeki en önemli olayın ani ve müthiş bir gerileme olduğu ortaya çıkıyor -ahenkten kaosa, barıştan savaşa, hayatı kutsamaktan can sıkıntısı ve kasvete, akıl sağlığından deliliğe doğru geçen dramatik bir dönüşüm.
Ancak hikâye burada bitmiyor. Dünya üzerinde bu toplumsal çılgınlığın ulaşmadığı ve ataerkillikten, savaştan ve toplumsal baskıdan yakın bir tarihe kadar uzak kalabilmeyi başarmış pek çok yer vardı. Bir sonraki bölümde Çöküş’ten etkilenmemiş bu kültürleri inceleyeceğiz.
4
“Çökmemiş” Halklar
M.Ö. 300 YILINA gelindiğinde atacıl kültür Avrasya’nın tamamına yayılmıştı. MÖ 1200’de Beakerlar İngiltere’den İrlanda’ya geçtiğinde bu kültür en batıdaki bu ada ülkesine de ulaşmış oldu. MÖ 300’de ise doğudaki en uç noktaya vardı. Yayoi halkı Kore’den Japonya’ya göç etmiş ve Jomon ve Ainuların anacıl kültürlerini fethetmişti.
Artık atacıl kültürün yayılması -en azından bir süreliğine- tamamlanmıştı. Avrupa’daki Etrüskler ve Basklar ve Hindistan’daki Dravidyanlar gibi Avrupa ve Asya’nın çeşitli yerlerine dağılmış büyük Neolitik insan grupları hâlâ vardı. Ancak çoğu, Sahra-Asyalılardan etkilenmiş ve anacıl kültürlerinden uzaklaşmaya başlamıştı. Sadece birkaç erişilmez ve yaşamaya çok da elverişli olmayan bölgede Sahra-Asyalılarla tanışmadan önceki gibi yaşamaya devam edenler vardı -örneğin İskandinavya’nın kuzeyinde yaşayan Laplanderler veya Sibirya, Moğolistan ve Hindistan’daki ormanlarda yaşayan kabileler gibi.
Ancak Avrasya’nın dışındaki durum çok farklıydı. Aslında Sahra-Asya’nın “çökmüş” insanlarının bu dönemde dünyaya hâkim olduğunu söylemek zor. Yaklaşık MS 1600’e kadar dünyanın kabaca yarısı hâlâ “çökmemiş” -yani Sahra-Asyalı olmayan ya da onlarla temas etmemiş- insanlardan oluşuyordu. Bu tespit Avustralya, Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu, -Pasifik Okyanusu’ndaki Mikronezya ve Polinezya adaları gibi- pek çok küçük ada ülkesi ve Afrika’nın büyük çoğunluğu için -her ne kadar erken bir dönemden beri atacıl kültürün etkisine maruz kalmış olsalar da- kesinlikle geçerliydi.
Dünyadaki yerli halklar ile günümüzün Sahra-Asyalıları (yani Avrupalılar, Amerikalılar ve Çinliler gibi ataları binlerce yıl önce Sahra-Asya’dan göç etmiş insanlar) arasındaki fark, bu kitabın temel konularından birini teşkil ediyor. Bu farklara sıklıkla değineceğiz. Bu nedenle şimdi ayrıntıya girerek okuyucuyu sıkmak istemiyorum. Ancak en yüzeysel tahlil bile yerli halkların -birkaç istisna dışında- Eski Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın “çökmemiş” Paleolitik ve Neolitik insanlarının ruhsal dünyasını koruduğunu gösteriyor. Sonuç olarak onlar savaş, eşitsizlik, cinsellik ve insan bedenine gösterilen düşmanlık gibi atacıl kültürün özelliklerinden bağımsız bir hayat sürmüşe benziyorlar.
Elbette bazı istisnalar da var. Bunun iki temel sebebi olabilir. Birincisi, ekolojik nedenlerden ötürü bazı ilk insanlar atacıl bir kültürü zaten benimsemişlerdi. Bunun en iyi örneği tabii ki Sahra-Asyalıların ta kendisi. Ortadoğu’da yaklaşık olarak MÖ 12.000’de ve Avustralya’nın güneydoğusunda MÖ 11.000-7000 arasında olanlar çevresel etmenlere bağlıydı. Her iki durumda da savaş ve toplumsal şiddet aşırı kuraklıkla aynı döneme denk gelmiştir.[185 - DeMeo, 2002.] İkinci nedeni ise tespit etmek çok daha kolay: Avrupalı sömürgecilerle tanışmaları sonucunda son zamanlarda -ve üstelik ciddi anlamda- değişen yerli halkların varlığı.
Aborijinler
Avustralya Aborijinlerinin son derece barışsever bir yaklaşımı benimsediklerinden ve topluluk içinde var olan düşük yoğunluklu çatışmanın da büyük ölçüde ayinselleştirilmiş olduğundan ve nadiren kan döküldüğünden daha önce bahsetmiştik. Aborijinler aynı zamanda fazlasıyla eşitlikçilerdir de. Antropolog Robert Lawlor’a göre onlarınki “insanların her şeyi herkesle paylaştığı açık bir toplum.”[186 - Lawlor, 1991, s. 247.] Kabilelerin şefleri ya da liderleri, kanunları, suç ve ceza tanımları yok. Kararları genellikle yaşlılar alıyor. Bu nedenle diğerleri üzerinde belli bir otoriteye sahipler. Ancak her ne olursa olsun, kabilenin geri kalan üyelerinin alınan kararlara uymama hakkı saklı. Lawlor’ın da dediği gibi, “Aborijinlerde akrabalık ilişkilerini belirleyen kurallar dışında başka bir hukuki yaptırım uygulamaya ihtiyaç duyulmuyor.... Kabilenin yaşlı üyeleri büyük saygı görmelerine rağmen baskıcı ya da yasal bir rol oynamıyorlar.”[187 - a.g.e., s. 251.] Hukuki bir sistemin yokluğunda bireyler ya da gruplar arasında anlaşmazlık doğarsa herkese açık toplantılar düzenlenerek iki taraf biraraya getiriliyor ve mağduriyetlerini dile getiriyorlar. Her iki tarafın da kabul ettiği bir çözüm yolu bulunana kadar toplantılar düzenlenmeye devam ediyor.
İlk bakışta Aborijinlerin ataerkil olduğu fikrine kapılmak mümkün. Çünkü erkekler birden fazla kadınla evlenebiliyor -ancak fiilen çoğunun sadece bir karısı var- ve evlendikten sonra kadın genellikle kendi klanından ayrılarak kocasınınkiyle yaşamaya başlıyor. Ancak görünüşte var olan bu ataerkillik aslında çok yüzeysel. Örneğin Aborijinlerin çok eşliliği, İslami kültürdekinden çok farklı. Bunun nedeni büyük ölçüde ekonomik ve toplumsal koşullardan kaynaklanıyor. Çünkü Aborijin erkekler geleneksel olarak geç yaşta evleniyorlar ve bu da bekar kadınların sayısının erkeklerinkinden her zaman daha fazla olduğu anlamına geliyor. Kadınlar genellikle ergenlik sonrasında hemen evlenirken erkekler 20’li yaşların ortasına, hatta bazen 40 yaşına kadar bekliyorlar. Kadınlar “tam” varlıklar olarak algılandıkları için olgun, hayatı olduğu gibi kavrayabilme kapasitesine sahip ve dolayısıyla evliliğe erken yaşta hazır görülüyorlar. Erkeklerin ise evlenmeden önce kendilerini “tamamlamaları” ve uzun bir eğitim sürecinden geçerek hayatı olgun bir şekilde kavramayı öğrenmeleri gerekiyor. Bu nedenle -bazı erkekler daha evlenemeden öldükleri için- evlenme yaşı gelmiş kadınların sayısı erkeklerinkinden her zaman daha fazla oluyor. Bu dengesizliği aşmak için bazen erkeklerin iki eşi olabiliyor.
Ayrıca Aborijinlerin evlilik kurumunda Sahra-Asyalıların (özellikle de çokeşliliğe izin veren) kültürlerinin aksine, cinsel baskı ya da sahiplenme yok. Aborijinler cinsel ilişki konusunda son derece özgürler. Aslında kadınlar da fiilen çokeşliler denebilir çünkü evlilik dışı ilişki yaşamaları olağan karşılanıyor. Genç gelinlerin genellikle kendi yaşlarında “yavukluları” oluyor. Daha olgun kadınlar ise kendilerinden küçük, genç ve bakir erkeklerle birlikte olarak onlara cinsel deneyimlerinden faydalanma imkânı sunuyor.[188 - Cowan, 1992.]
Kadınların da kendilerine has eğitim yöntemleri var. Ancak onlarınki erkeklerinki kadar uzun ve karmaşık değil çünkü kadınların erkeklerin edinmesi gereken ruhani bilgilere zaten doğuştan sahip olduğu düşünülüyor. Lawlor bu konuda şunları yazıyor:
Aborijin kadınlar dile getirmeseler de erkeklerin ruhsal dünyasının doğal yaradılışın temellerinden doğuştan bir şekilde kopuk ya da uzak olduğunu düşünüyorlar. Kırılgan erkek egosunun sürekli dışarıdan takviye görmesi gerektiğini kabul ediyorlar. Bu nedenle erkeklerin ruhsal dünyasının doğa ve toplumla uyumlu bir şekilde işleyebilmesi için ona şekil veren özel törenlerin düzenlenmesini destekliyorlar.[189 - Lawlor, 1991, s. 202.]
Aborijinlerin bazı ataerkil eğilimleri ise sömürgeciliğin bir sonucu. Yakın zamana kadar kadınların toplumsal rolünün oldukça az olduğu düşünülüyordu; hatta bu husus tamamen gözardı ediliyordu bile diyebiliriz. Bunun nedeni, Aborijinlerin kadın ve erkeklerin faaliyetlerini geleneksel olarak birbirinden ayrı tutmasıydı. İlk antropologlar da (tabii ki hepsi erkekti) genellikle erkek Aborijinlerle görüşme yapmıştı. Konuştukları az sayıda kadınsa sırlarını açığa vurmakta oldukça isteksizdi. Bu, antropologların kadınların “cahil” olduğunu varsaymasına yol açtı. Gerçekteyse kadınların görevi -yani kutsal alanlar ve törenler hakkındaki bilgelikleri- en az erkeklerinki kadar önemliydi. Ancak kadınların bunu açıkça dile getirmemesi erkeklerin ruhani liderler ve kabilenin temsilcileri olduğuna dair yanlış bir fikrin doğmasına neden oldu. En sonunda antropolog Lesley Mearns’ın deyişiyle “Dini meseleler hakkında Aborijin olmayan Avustralyalılarla konuşmak fiilen sadece erkeklerin sorumluluğu haline geldi.”[190 - Mearns, 1994, s. 279.]
Amerikan Yerlileri – İstisnalar
Amerikan Yerlilerinin genelde anacıl ve barışsever olduğu düşüncesi ilk başta kulağa garip gelebilir. O halde savaş başlıkları, çığlıkları ve baltalarıyla muharebeye atlarını dört nala süren ve düşmanlarının derisini yüzmek için sabırsızlıkla bekleyen o vahşi yerli savaşçılar kimdi diye sorabilirsiniz. Ancak bu popüler imgenin aslında sadece tek bir yerli kültürüne ait olduğunu hatırlamakta fayda var: içlerinde Siyular, Çeyenne ve Pawnee gibi kabilelerin de olduğu 18. ve 19. yüzyılda Kuzey Amerika’nın ortasındaki düzlük alanlarda yaşayan Ova Yerlilerine (Plains Indians). Amerika’nın tam göbeğinde -Avrupalıların ele geçirmek için çaresizce uğraştığı yerde- oldukları için ön plana çıkan ve daha görünür olan onların kültürü olmuştur. Üstelik Avrupa baskısına karşı müthiş bir direniş sergiliyorlardı. Ova Yerlileri kesinlikle vahşiydi. Kabileler, Avrupalıların yanı sıra sürekli birbirleriyle de savaşıyordu. Bu nedenle Büyük Düzlükler (Great Plains), antropolog Elman R. Service’in de dediği gibi, tam yüz yıl boyunca “kabileler arası yaşanmış en yoğun çatışmalara ev sahipliği yapmıştı.”[191 - Service, 1978, s. 134.] Ova Yerlileri aynı zamanda katı bir toplumsal tabakalaşmaya da sahiptiler: savaşçılar başarılı oldukları oranda toplumsal mevkileri yükseliyordu.
Ancak Ova Yerlilerini tüm Amerikan Yerlilerinin temsilcisi olarak görmek yanlış olur. Onlar, yerliler arasında var olan çeşitli kültürlerden sadece bir tanesiydi. Daha da önemlisi, kültürleri Avrupa etkisiyle ortaya çıkmış yapay bir gelişmeydi. Service’in de yazdığı gibi, “Ova Yerlilerinin kültürleri tamamen yerli değildi, zaten uzun süre de ayakta kalamadı.”[192 - a.g.e., s. 133.] Bu kültür, ancak Avrupalılar Kuzey ve Güney Amerika’nın diğer yerlilerinin çoğunu yok ettikten sonra ortaya çıktı. Kültürel yozlaşma ve kitlesel göçler sonucunda doğdu. Ova Yerlilerinin kültürünün ayrılmaz bir parçası olan silah ve atlar Avrupalılardan alınmıştı. Kabileler kendilerini birbirleriyle savaşmaktan alıkoyamıyordu çünkü aldıkları silah ve atların sayısı sürekli değişiyor, bu da kabileler arasındaki güç dengesini bozuyordu. Ayrıca kabileler arasında yoğun çatışmalar olsa da, bunlar Avrupa’da yaşananlara göre oldukça zararsız kalıyordu. Çok sayıda kayıpların verildiği uzun savaşlar Avrupa’nın aksine nadiren gerçekleşiyordu. Kabileler genelde at çalmak için küçük akınlar düzenliyordu. Bu akınlar çoğunlukla ölümle sonuçlanmıyor, nadiren kayıp verilse bile sayı çok düşük oluyordu.[193 - Antropolog W. W. Newcomb, Ova Yerlilerinin çok sık savaşmasını üç temel unsura başvurarak açıklıyor (1950). Her şeyden önce, yerli kabileler Avrupalı işgalciler geldiğinde anavatanlarından kaçmak zorunda kalmıştı. Bunun sonucunda diğer kabilelerin topraklarına mecburen tecavüz etmişler ve bu da kaçınılmaz olarak çatışmalara neden olmuştu. İkincisi, yerliler topraklarıyla birlikte geçim kaynaklarını da yitirdikleri için artık hayatta kalmak adına atlara bağımlı hale gelmişti. Bunun nedenlerinden bir tanesi de avladıkları bizonların sayısının azalması ve bu hayvanların yaşam alanlarının onlardan gitgide uzaklaşmasıydı. Bunun sonucunda kabileler birbirleriyle “at için rekabet” etmeye başlamıştı.Üçüncü olarak ise Avrupalı sömürgecilerin etkisini unutmamak gerekiyor. Avrupa yapımı silahlar (Avrupalılardan kürk ve hayvan postu karşılığında alınıyorlardı) savaşları çok daha vahşileştirmişti. Sömürgeciler -özellikle de tüccarlar- kabileleri birbirlerine ve sömürgeci güçlere karşı kışkırtarak yerlilerin çaresizliğini bilinçli bir şekilde sömürüyordu.]
Güney Amerika’nın en ünlü üç uygarlığı da yani İnkalar, Mayalar ve Aztekler- Avrupa, Ortadoğu ve Asya’nın atacıl kültürleriyle çarpıcı benzerlikler taşıyordu. Örneğin bu tespit, ulaştıkları yüksek teknolojinin gelişme seviyesi için geçerli. Mayalar, günümüzde Meksika, Honduras ve Guatemala’nın bulunduğu toprakların büyük bölümüne yayılmıştı. MS 1. binyılın ilk yüzyıllarında kurularak üçlü arasında ilk gelişen uygarlık oldular. Çoğu açıdan da en gelişmişleriydiler. Karmaşık bir hiyeroglif yazı tipi, ileri seviyede matematik ve astronomi, günümüzde dünyanın çoğunda kullanılan Miladi (Gregoryan) takvimden çok daha isabetli bir takvim geliştirmişlerdi. Sıfır rakamını ilk onlar keşfetmiş, sanatçıları ve duvar ustaları belki de Antik Yunan hariç diğer antik medeniyetlerle yarışan eserler vermişti. Pamuktan dokunmuş kıyafetler giyiyor ve narince işlenmiş mücevherler takıyorlardı. Bu sırada İnkalar -ki Mayalardan yaklaşık bin yıl sonra ortaya çıkmışlardı- yollar ve asma köprüler yapıyor, devasa taş blokları yontarak büyük tapınaklar, kaleler ve saraylar inşa ediyordu. Mısırlılar gibi büyük piramitleri ve şık anıt mezarları vardı.
Bu insanlar örgütlenme ve yönetim konusunda da Sahra-Asyalılar gibi çok yetenekliydiler. Örneğin Aztek kenti Tenochtitlan (günümüzdeki Meksiko) yirmi “ilçeye” ayrılmıştı. Her birinin kendi din adamları, okulları, tapınakları ve seçilmiş memurları vardı. Her “ilçenin” üç başmemuru bulunuyor ve altmışı biraraya gelip devlet şürasını oluşturuyordu. Şüra, dört üyesini şehrin başmemurları olarak seçiyor, her başmemur kentin bir çeyreğini temsil ediyordu. Aynı zamanda krala ya da Azteklerin deyişiyle “baş insana” danışmanlık yapıyorlardı. İnkaların çağdaşı olan Azteklerin çok gelişmiş bir eğitim sistemi de vardı. Çocuklara okullarda çiftçilik, savaş, tarih ve din dersleri veriliyordu. Özel okullardaysa hem kız hem erkek çocukları din bilgini olmak için yetiştiriliyordu. Benzer bir şekilde, İnkalar da devasa imparatorluklarını dört parçaya ayırarak her birini ayrıca eyaletlere bölmüştü. Her eyaletin kendi başkenti vardı ve eyaletler iki ya da üç “sancağa” taksim ediliyordu.
Ancak aynen Sahra-Asyalılarda olduğu gibi bu yaratıcılık ve işlevsel zekâ aynı zamanda oldukça karanlık bir başka yanla dengelenmişe benziyor. Bu yenilikleri mümkün kılan ruhsal dünya aynı zamanda savaşa, toplumsal tabakalaşmaya ve (daha kısıtlı ölçüde de olsa) ataerkilliğe yol açmıştı. “Eski Dünya”nın atacıl insanları gibi bu uygarlıklar da iktidar ve servet tutkusuyla yanıp tutuşuyordu ve -bunun bir sonucu olarak- aynı imparatorluk kurma içgüdüsüne sahiptiler. Aztek İmparatorluğu beş, İnka İmparatorluğu ise yedi milyondan fazla insanı fethetmişti. İnkaların toprakları kuzeyden güneye 3218 km boyunca uzanıyordu. İlk Mayalar savaşçı gibi gözükmese de MS 900’e gelindiğinde birçok küçük krallığa bölünmüşlerdi. Surlarla çevrili kale şehirler etrafında merkezileşen bu krallıklar sürekli birbirleriyle savaşıyordu.
Bu sırada Aztek kültürü o kadar yüksek bir vahşet ve zalimlik seviyesine ulaşmıştı ki onları fetheden İspanyol askerler bile (ki onların da kesinlikle melek olduğu söylenemez) yaptıkları karşısında şaşkına dönmüştü. Ova Yerlileri gibi Aztekler de nadiren uzun süren meydan muharebeleri düzenliyor ve savaşları çoğunlukla ölümle sonuçlanmıyordu. Savaşmaktaki asıl amaçları kurban etmek için mümkün olduğu kadar çok insan toplamaktı. 260 günden oluşan Aztek yılında her biri bir tanrıya adanmış birçok dini festival vardı. Çoğu festivalde aynı anda binlerce insan kurban ediliyordu. Amaç tanrıların güç ve enerjiye olan büyük iştahlarını doyurmaktı. Örneğin bir keresinde Aztek askerleri kendi tebaalarından olan Huaxtec halkından yirmi bin kişiyi yakalayarak Tenochtitlan’a getirmişti. Bu insanlar Aztek piramitlerinden birinin basamaklarını tırmanarak en tepedeki tapınağa çıkmaya zorlanmış, hedeflerine vardıktan sonra kalpleri yerlerinden sökülerek başları kazığa oturtulmuştu. Yılın dört ana dini festivalinden biri olan Deri Yüzme Bayramı’nda, kurbanlar bağlanarak taş platformlarda dört deneyimli savaşçıya karşı mücadele vermeye zorlanıyordu. Savaşçılar hünerlerini kurbanlarının derisini acıdan bayılana kadar keskin bıçaklarla lime lime soyarak gösteriyordu. Ardından kurbanın kalbi yerinden çıkarılıyor ve yüzülen deriler onu ilk yakalayan asker ya da din adamları tarafından giyiliyordu.
Savaşlar genelde toplumsal tabakalaşmayı da beraberinde getirir. Bu medeniyetler de bu kurala uymuşa benziyor. Aşırı derecede zengin ve güçlü krallar tarafından yönetilmelerinin yanı sıra, imtiyaz sahibi asiller ve din adamlarından oluşan sınıflara sahiptiler. Hiyerarşinin diğer ucundaysa çoğunluğu oluşturan topraksız köylüler ve köleler vardı. Örneğin Alvin M. Josephy’nin İnkalar hakkında yazdığı gibi, “Asiller sınıfı… ihtişamlı ve görkemli bir hayat sürüyordu. Evleri ve kişisel eşyaları çok şatafatlıydı. Zanaatkârlar ve sıradan insanlar onlara sürekli yiyecek, hizmet ve çeşitli mallar sunuyordu.”[194 - Josephy, 1975, s. 251.] Ancak bu kültürler, kadınlara karşı Sahra-Asyalıların olduğu kadar baskıcı değildi. Hatta kadın-erkek eşitliğine dair bazı ipuçları bile mevcut -örneğin Aztekli kadınlar din bilgini olabiliyordu. Fakat özellikle İnkalarda erkek egemenliğinin de varolduğu çok açık. Soylu İnkalar birden fazla kadınla evlenebiliyor, hatta üzerine bir de cariyeleri oluyordu. Erkek öldüğünde hem eşleri hem de cariyeleri boğularak öldürülüyor ve onunla birlikte gömülüyordu.
Peki bu insanlar Avrupa ve Asya’nın Sahra-Asyalılarına nasıl bu kadar benzedi? Birinci ihtimal yine ekolojik nedenlerin etkili olması. Örneğin İnka uygarlığının geliştiği yer, Pasifik Okyanusu kıyısındaki Atakama Çölü’dür. Burada neredeyse hiç hayvan ya da bitki örtüsü yetişmez. Rakım fazla olduğu için sıcaklık oldukça düşüktür -gündüzleri sadece 10 derece, geceleriyse tabii ki çok daha az. Service’in de bahsettiği gibi, “Bu tür çevresel koşullar, bir uygarlığın gelişmesi için pek çok aşılması güç engel teşkil etmiş olmalı.”[195 - Service, 1978, s. 326.] Ancak İnka medeniyetinin aslında tam da bu engeller sayesinde gelişmiş olması da mümkün. Aynen Mısır ve Mezopotamya (ve sonraki Çin, Hindistan ve Avrupa) uygarlıklarının Sahra-Asya’nın çölleşmesi sonucu ortaya çıkması gibi. DeMeo’nun da dediği gibi, coğrafi kanıtlar Atakama bölgesinin önceki dönemlerde daha nemli ve verimli olduğunu gösteriyor. Ancak çölleşme sonucunda müthiş bir nüfus devingenliği meydana geldi.[196 - DeMeo, 1998.] Dolayısıyla bu iklim değişikliğinin Sahra-Asya’nın kurumasıyla aynı etkiyi yaratmış, bölge sakinlerinin ruhsal dünyasını değiştirmiş, anacıl kültürden atacıl kültüre geçişe yol açmış (ve tabi aynı zamanda insanlara yeni bir işlevsel zekâ ve yaratıcılık gücü vermiş) olması muhtemel.
Mayaların -ve torunları Azteklerin- atacıl kültürünü açıklamak ise biraz daha zor olabilir. Zira onların yaşadığı yer çoğunlukla yağmur ormanlarından oluşuyordu. Ancak DeMeo’nun da belirttiği gibi arkeolojik kanıtlar “pek çok Mezoamerikalı topluluğun, özellikle de Azteklerin, tarihlerinde en az bir kere çölleşen bir bölgeden göç etmek zorunda kaldığını”[197 - a.g.e., s. 378.] gösteriyor. Bu nedenle daha sonra Mayalar ve Aztekler olan insanların -yani Olmeklerin- çölden göç eden mülteciler olma ihtimali oldukça yüksek.
Bu benim tercih ettiğim açıklama. Ancak bu küçük atacıl kültür “öbeklerinin” ortaya çıkmasının bir başka nedeni, Colomb’un keşfinden önce Amerika’ya göç etmiş Sahra-Asyalılar da olabilir. Bu ise DeMeo’nun yeğlediği yaklaşım. DeMeo, Amerika’da üç atacıl bölge olduğunu belirtiyor: Aztek ve Mayaların yaşadığı Karayip Mezoamerikası, İnkaların yaşadığı Peru ve Kuzeybatı Pasifik (yani günümüzde Britanya Kolombiyası’nın da içinde bulunduğu Kanada’nın kuzeybatı sahili). DeMeo, Sahra-Asyalıların -muhtemelen Çin ve Japonya üzerinden- ilk olarak bu kıyılara ulaştığı ihtimali üzerinde duruyor. Daha sonra güneye göç edip anacıl kültürleri yerinden ettiklerini ve bu coğrafyaya atacıl bir kültür yerleştirdiklerini düşünüyor. Ta ki Orta Amerika ve Peru’ya varana dek. Kanıt olarak da Kuzeybatı Pasifik Yerlileri ile Çin Hanedanlığı arasındaki kültürel (sanat eserleri, giyim tarzı, müzik ve beslenme alışkanlıkları gibi) ve dilsel benzerlikleri sunuyor. Aynı zamanda Amerika’nın üç atacıl bölgesi arasında da kültürel ve dilsel benzerlikler bulunuyor ki bu da bize bu insanların aynı soydan geldiğini düşündürüyor.[198 - DeMeo, 1998.]
Bu kuram oldukça tartışmalı olmasına rağmen Çinli arkeolog H. M. Xu’dan destek gördü. Xu, The Origin of the Olmec Civilization (Olmek Uygarlığı’nın Kökeni) adlı kitabında Olmeklerin çölden kaçan mülteciler yerine Çin’den gelen göçmenler olduğunu öne sürdü. Meksika’da yaklaşık MÖ 1200-400 yılları arasında varlığını sürdüren Olmek kültürü, genellikle bütün Orta Amerika uygarlıklarının “anası” olarak kabul edilir. Olmekler bölgedeki ilk tapınakları ve dini merkezleri inşa ettiler. İlkel bir devlet mekanizması kurarak, küçük bir soylu kesimin tarım işçilerinden oluşan toplumun geri kalanını yönetmesini sağladılar. Xu, Olmeklerin MÖ 1122’de Şang Hanedanlığı’nın çökmesinden sonra Çin’den Meksika’ya yelkenlilerle gittiğine inanıyor. Bu dönemde yaklaşık 250.000 insanın ortadan kaybolduğunu belirterek bunlardan en azından bir kısmının Amerika’ya göç ettiğini düşünüyor. Olmeklerden geriye kalan yazılı kayıtlarda Çin alfabesine ait sembollerin bulunmasını ve iki kültür arasında sanat, mimari, din ve astronomide gözlemlenen benzerlikleri de bu şekilde açıklıyor.[199 - Xu, 1996.]
Amazon yağmur ormanlarında da atacıl kültüre sahip pek çok insan yaşıyor. Örneğin Service, Peru’daki Jivarolardan şöyle bahsediyor: “Çok uzun zamandır Güney Amerika’nın en savaşçı toplumlarından biri oldukları düşünülmüştür. Savaşlar, Jivarolar arasında akrabalık bağı olmayan grupların birbirleriyle hiç bitmeyen kan davaları şeklinde cereyan eder.”[200 - Service, 1978, s. 208.] Ova Yerlileri gibi Jivarolar da toplumsal mevki elde etmek konusunda çok hassaslar. Her erkeğin en büyük arzusu savaşçı olarak saygı görmek. Bir erkeğin toplumsal mevkisi, muharebe alanından getirdiği her kesik düşman başıyla daha da yükseliyor. Bir başka halk, Venezuela ve Trinidad’da yaşayan Karibler ise neredeyse Aztekler kadar acımasız ve vahşiydiler. Yapacakları akınlara sakladıkları insan etlerini yiyerek ve kan içerek hazırlanan yamyamlardı. Aldıkları esirlerin bazısını ânında kesip yerken geri kalanları eve götürüp kaynatarak pişiriyorlardı. Akın düzenlemekteki amaçlarından biri de prestijlerini artırmaktı. Aynı zamanda son derece ataerkildiler. Erkekler sıklıkla birden fazla kadınla evleniyordu. Josephy’nin de dediği gibi kadınların “toplumsal mevkisi genellikle köleden farksızdı.”[201 - Josephy, 1975, s. 268.] Venezuela’nın güneyinde ve Brezilya’nın kuzeyinde yaşayan Yanomamolar da bir başka atacıl grup. Köyler aralıksız birbirleriyle savaşıyor ve erkekler, özellikle de birkaç kadınla “ödüllendirilen” başarılı savaşçılar, çokeşliler.[202 - Wrangham & Peterson, 1996.]
Bu atacıl kültür, Avrupalılar ya da başka atacıl gruplarla karşılaşmanın sonucunda ortaya çıkmış olabilir. Jivarolar önce İnkalar, ardından da İspanyollar tarafından asırlar boyunca saldırıya uğradılar. Bunun sonucunda daha vahşileşmiş olmaları muhtemel. Ferguson’un da yazdığı gibi, Yanomamolar da benzer bir şekilde 1700’lerden itibaren Avrupa’nın sınır ihlallerine maruz kaldılar. Yaptıkları savaşların çoğu Avrupalıların kıtadaki mevcudiyetiyle yakından alâkalıydı. Son zamanlarda yaptıkları savaşlar bile Batılıların geride bıraktığı çelik aletler gibi eşyalar için düzenlenmişti.[203 - Ferguson, 2003.] Arkeologlar, Amazonlar’da yaşayan çoğu topluluğun yüksek bir teknolojik seviyeye ulaşmış ve muhtemelen İnkaların, hatta Mezoamerikalıların akrabası olan yerleşik insanların soyundan geldiğine karar verdi. Amazon’un orta kesimlerinde içinde kırık çömlek parçaları, sanat eseri kalıntıları ve terra preta denen son derece verimli ve bir zamanlar ekilmiş geniş toprak parçalarının bulunduğu büyük yerleşim yeri harabeleri keşfedildi. Arkeologlar artık bu bölgede bin yıl boyunca bir uygarlığın var olduğuna ve 16. yüzyılda İspanyollar buraya vardığında hâlâ gelişmekte olduğuna inanıyorlar. Aslında İspanyol kâşif Francisco de Orellana’nın efsanevi El Dorado[204 - Var olduğuna inanılan efsanevi “Kayıp Altın Şehir” (ç.n.)] anlatımının, gördüğü Amazon kasabalarının samimi ve doğru bir tasviri olması oldukça muhtemel. Ancak diğer Amerikalılar gibi Amazonların da Avrupalıların kıtaya getirdiği yeni hastalıklara karşı bağışıklığı yoktu. Çiçek hastalığı, grip ve kızamık onları kırıp geçirdi ve sadece birkaç on yıl içinde uygarlıklarını yerle bir etti. Onların soyundan gelen az sayıda kabile günümüzde hâlâ bazı atacıl özelliklerini korusa da avcı-toplayıcı olarak yaşamaya devam ediyor.[205 - Mann, 2002; “The Secret of El Dorado,” 2002.]
Atacıl kültürü bir kenara bırakmadan önce -bazı son derece barbarca uygulamalara karşın- bu insanların hiçbir zaman Ortadoğu ve Orta Asya’nın Sahra-Asyalıları kadar atacıl olmadığının altını çizmekte fayda var. Sürekli çatışma ortamında yaşamalarına ve toplumsal mevki elde etmek hususunda takıntılı olmalarına rağmen, Ova Yerlileri aynı zamanda anasoylu ve anayerseldi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Az-tekler kadınların din bilgini olmasına izin verecek kadar ataerkillikten uzaktı. Son kararı “baş insan” verse de siyasi teşkilatları oldukça demokratikti. İnkalar bile müthiş bir toplumsal tabakalaşma ve servet eşitsizliğine rağmen aynı zamanda Avrupa ve Amerika’nın bir daha 20. yüzyıla kadar asla göremeyeceği kadar gelişmiş bir refah devletinde yaşıyordu. Her İnka eyaletinde yiyecek ve diğer mallarla -genellikle giysi- dolu birçok büyük ambar bulunuyordu. Bu mallar fakirler, dullar, yaşlılar ve özürlüler arasında bölüştürülüyordu.[206 - Wright, 1992; Josephy, 1975.]
Çöküş’ten etkilenmiş ve etkilenmemiş insanlar arasındaki bir diğer fark da din kavramından ne anladıkları; bu konuya daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğiz. “Çökmüş” din, dünyaya göz kulak olan ve onu denetleyen insana benzer tanrılara tapınmayı gerektirirken, “çökmemiş” din, dünyanın ve üzerindeki her varlığın içine işleyen ruhani bir gücün bilincinde olmayı ve dünyanın genellikle doğa olaylarıyla ilişkilendirilen sayısız ruhtan oluştuğuna inanmayı gerektiriyor. Amerikan Yerlilerinin Sahra-Asyalılara kıyasla daha az atacıl olduğu, dinlerinden de belli. Örneğin Ova Yerlilerinin dini “çökmemişti.” Her şeye nüfus eden bir Yüce Ruh’un, yani Yaşam Ustası’nın varlığına ve doğal olayların (ahirette karşılaşacağımız tanrılar değil) ruhlar tarafından yönlendirildiğine inanıyorlardı. İnkaların dini ise “çökmüştü” çünkü her şeye kâdir bir yaradana, Tanrı Viracocha’ya ve bazı daha önemsiz tanrılara tapıyor, dua ediyor ve kurban veriyorlardı. Ancak dinleri aynı zamanda “hiloteistti” çünkü tanrının her yerde olduğuna inanıyorlardı. Ronald Wrights’ın deyişiyle, İnkalar için “dünya kutsal kayalar, kaynaklar ve zirvelerden (wak’a) oluşan bir canlıydı. Bunlar yaradana ait tapınaklardı.”[207 - Wright, 1992, s. 69.]
Amerikan Yerlileri – Genel Özellikleri
Bu ilginç topluluklara oldukça uzun yer verdim çünkü genel bir anacıl kültürün arasına dağılmış küçük atacıl örnekler olduklarını hatırlamamız önemli. DeMeo’nun da ifade ettiği gibi, “bu öbeklerin her biri genel bir barışsever anacıl kültür ortasında kalmış küçük atacıl topluluklardı.”[208 - DeMeo, 1998, s. 375.] Yerli kabilelerin büyük çoğunluğu barışsever, demokratik ve ataerkillikten uzaktı. Alvin M. Josephy’nin sözleriyle, Kaliforniya Yerlileri ve (farklı dilleri konuşan çok sayıda kabileden oluşan) New Meksiko’nun Puebloları gibi topluluklar “dünya üzerindeki en barışsever insanlardı.”[209 - Josephy, 1975, s. 37.] Bölge çok fazla göç almış olmasına rağmen, Amerikan Yerlilerinin ikamet ettiği binlerce yıl boyunca Kaliforniya’da savaş yaşandığına dair hiçbir arkeolojik kanıt bulunmadı. Bazı Amerikan Yerlileri günümüzde son derece elverişsiz çevresel koşullarda yaşıyorlar. Ancak buna rağmen son derece barışsever ve eşitlikçiler. Kuzey Kutup Bölgesi’nde yaşayan Eskimolar ise çok az savaşıyorlar -daha önce de belirttiğimiz gibi çatışmaları törenselleştiriyor, örneğin şarkı söyleme yarışmaları düzenliyorlar. Service’in yazdıklarına göre, Tierra del Fuego’nun çorak adalarında yaşayan Yahgan Yerlileri de benzer bir şekilde “kesinlikle savaşmıyorlar.”[210 - Service, 1978, s. 42.] Birkaç atacıl kültür dışında, yerlilerin yaşadığı köylerde asla savunma amaçlı binalar inşa edilmiyor ya da köyler erişilmez noktalara kurulmuyor. Antropolog A. E. Hoebel ise Kuzey Amerika Yerlileri için genel olarak şunları söylüyor: “Asabiyetlerini başkalarına zarar vermeyecek şekilde dışa vuruyorlar: idman ve spor yaparak ya da eğlenerek. Ayrıca bir grup kendi istediğini diğerlerine onları zorlayarak değil ikna ederek usulca yaptırıyor.”[211 - Fromm, 1974, s. 151 içinde.]
Elbette bu insanların tamamen barışsever olduğunu iddia etmiyorum. Zaman zaman komşu kabilelerle çatışma yaşanıyor ve sorunlar çarpışma ve akınların düzenlenmesine yol açıyordu. Ancak Ova Yerlilerinin sürekli savaşmasıyla kıyaslandığında bunların hiç önemi yok. Genel olarak savaşlarda daha az kan döküldüğü ve daha az ölüm olduğu neredeyse kesin. Aslında yerlilerin düzenledikleri muharebelere savaş demek ne kadar doğru olur orası da oldukça şüpheli. Bu kavramı kullansak bile en azından yerli “savaşlarının” Sahra-Asyalılarınkinden (elbette İnka ve Azteklerinkinden de) tamamen farklı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İki grup askerin karşılıklı saf tutup bir taraf çok fazla kayıp verip teslim olmak zorunda kalana dek birbirine saldırıp ateş ettiği “savaş” sahneleri, yerlilerin çarpışmalarında kesinlikle yoktu. Savaşın amacı başka halkları alt etmek ve egemenlik altına almak değildi. Uzun muharebeler, kuşatmalar, fetihler ve çok sayıda ölüm yoktu. “Savaşlar” (Ova Yerlilerinde olduğu gibi) sık sık yaşansa bile düşük yoğunluklu ve kısa akınlar şeklinde gerçekleşiyordu.[212 - Josephy, 1975.]
İster göçebe avcı-toplayıcılar ister yerleşik düzene geçmiş olsunlar, Amerikan Yerlilerinin büyük çoğunluğu aynı zamanda eşitlikçiydi de. Eşitsizlik bireylerin servet, iktidar ve mevki sahibi olmak istemesinden kaynaklanır. İnsanlar bu amaç uğruna devamlı mücadele verirler -bunun en belirgin şekli, Sahra-Asyalıların kapitalist toplumlarında çokça yaygın olan rekabet duygusudur. Mücadele ve rekabetin sonunda bazı insanlar diğerlerinden daha fazla servet, iktidar ve mevki sahibi olur. Ancak Amerikan Yerlilerinin böyle bir servet ve iktidar tutkusu yok. Toprak ve diğer mülkler genellikle ortaklaşa kullanılıyor. Toplumun çıkarları her zaman bireylerinkinden önce geliyor. Hayırseverlik ve paylaşmak her şeyden üstün tutuluyor. Nüfusun geri kalanı rıza göstermemesine rağmen yine de kendi istediğini yapmakta ısrar eden güçlü ve baskıcı yöneticiler yok. Tam aksine her birey karar alma mekanizmalarına katılıyor ve böylece iktidar eşit bir şekilde bölüştürülüyor. Örneğin Josephy’nin Hopi Yerlileri hakkında yazdığı gibi, “Kasabalarının hiçbirinde toplumsal sınıflar ya da servet eşitsizliği yok; herkes, hatta din bilginleri bile ortaklaşa çalışıp ürettiklerini paylaşıyorlar.”[213 - ibid., p.166.] Ya da bir Britanya subayının 18. yüzyılda Çeroki Yerlilerinden bahsederken pek de onaylamayarak dile getirdiği gibi, “Kanunları ya da birbirlerini tahakküm altına almak gibi bir alışkanlıkları yok… En zavallıları bile kendilerini en değerlileriyle eş değerde tutuyor… Herkes kendisini bilge zannediyor.”[214 - Wright, 1992, s. 74 içinde.]
Amerikan Yerlileri arasında, aynen diğer eşitlikçi toplumlarda olduğu gibi, cömertlik ahlaki bir zorunluluk, her türlü hırs ve bencillik ise suç olarak kabul ediliyordu. Kabile şefleri “sosyal güvenlik” görevlileri gibi çalışıyor, hasta ve muhtaç durumdakilere ya kendi birikimlerinden ya da başkalarının katkı ve bağışlarından kaynak aktarıyorlardı.[215 - Boehm, 1999.] Bu yüzden şefler, kabilenin diğer üyelerinden daha zengin olamıyordu; hatta fakir olmaları daha makbuldü. Örneğin Asiniboyin Yerlileri şeflerine cömert oldukları ölçüde değer veriyor, sorumluluklarını suistimal edenler görevden alınıyordu.[216 - a.g.e.]
Hatta birçok örneğe dayanarak, eşitlikçiliğin yerlilerin ideolojisi olduğu sonucuna bile varabiliriz. Pek çok Amerikan Yerlisi bizim “bireysel haklar” dediğimiz kavramın fazlasıyla bilincindeydi. Colin Taylor’ın da belirttiği gibi, İrokualar ve Algonkinlerin en temel ilkelerinden biri “bireysel hakları vurguluyor ve tanımlıyordu, böylece bireylerin kendi kararını vermesi ve toplu kararların bütün katılımcıların mutabakata varması koşuluyla alınması sağlanıyordu.”[217 - Taylor, 1991, s. 227.] Jean Briggs ise Utku Eskimoları hakkında şunları söylüyor:
Utkuların -aynen diğer Eskimo kabileleri gibi- yetkisi tek bir bireyinkini aşan resmî liderleri yok. Ayrıca düşünce ve eylem özgürlüğünü doğal bir hak olarak gördükleri için onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen her kim olursa olsun ona şüpheyle yaklaşmaya başlıyorlar.[218 - Briggs, 1970, s. 42.]
Pek çok insan demokrasinin Antik Yunan’da doğduğuna inanır. Ancak Yunanlılar demokrasi hakkında çok “istisnai” bir fikre sahip olsalar da -kölelik ve kadınların acımasızca baskı altında tutulması gibi-Batı demokrasisinin aslında Amerikan Yerlilerinden geldiğini söylemek daha doğru olur. Amerikan anayasasında görülen herkesin eşit haklara sahip olduğu hiyerarşik olmayan bir toplum öngörüsü, büyük oranda Amerikan Yerlilerinden esinlenmişti; ne de olsa böyle bir anlayış o dönemde Avrupa’ya çok yabancıydı. Nitekim Amerika’nın kurucu babaları -özellikle de Thomas Jefferson ve Benjamin Franklin- hatıratlarında İrokuaların kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemiş ve seçilmiş temsilcilerden oluşan demokratik yönetim biçimlerinden etkilendiklerini itiraf etmişti.[219 - Jaimes Guerrero, 2000; Wright, 1992.] Federal sistem de büyük oranda İrokuaların Yerli Halkları Ligi’nden ilham alınarak düzenlendi -altı farklı kabilenin lideri, 1744’te Benjamin Franklin’in de hazır bulunduğu sırada bir antlaşma imzalarken bu fikri Avrupalılara tavsiye etmişti.[220 - Wright, 1992.] Lig’in titizlikle kazırlanmış anayasa ve kanunları vardı. Liderler bu kuralları özümsüyor ve sözlü olarak nesilden nesile aktarıyordu. Amerika’nın kurucuları bu gelenekten fazlasıyla yararlandı. (Ancak M. A. Jaimes Guerrero’nun da belirttiği gibi, atladıkları çok önemli bir nokta vardı: kabilelerin kadın üyelerinin sahip olduğu yetki ve liderlik.[221 - Jaimes Guerrero, 2000.] Aslında, Amerika’nın demokrasi anlayışı da aynen Antik Yunan’ınki gibi oldukça “istisnaiydi.” “Her insana” bahşedilen eşitlik ve özgürlük, sadece toprak sahibi beyaz erkeklere mahsustu -kadınlar, Afrika kökenli köleler, yerliler ve toprak sahibi olmayan beyaz erkekler bu haklardan muaftı.)
Bu nedenle Amerikan Yerlilerinin kısmen Fransız Devrimi’nden de sorumlu olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Fransız devrimciler Amerika’nın demokratik ilkelerinden ilham almıştı (örneğin Jean-Jacques Rousseau -Fransız devrimcileri büyük oranda etkileyen- Toplumsal Sözleşme adlı kitabını Amerika ve Güney Pasifik Yerlileri hakkında yazılan raporlardan esinlenerek kaleme almıştı).[222 - Ryan, 2003.] İşin ilginç yanı, İrokualar modern kapitalist demokrasinin fikir babaları olmanın yanı sıra komünist ideolojinin ortaya çıkmasından da kısmen sorumluydular. 1851’de yayınlanan Lewis Henry Morgan’ın League of the Iroquois (İrokua Ligi) adlı kitabını hem Karl Marx hem de Friedrich Engels okumuştu. Her ikisi de ütopik sosyalist bir toplumun örneği olarak gördükleri İrokualardan oldukça etkilenmişti. Engels, Marx’a yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Özenle hazırlanmış bu anayasa harika bir fikir! Fakirlere ve muhtaçlara yer yok… Herkes özgür ve eşit -hatta kadınlar bile.”[223 - Wright, 1992, s. 276 içinde.]
Amerikan Yerlilerinin büyük çoğunluğu ataerkil değildi. Anasoylu ve anayersel topluluklar oldukça yaygındı ve kadınlar genellikle söz sahibiydi. Aslında siyasi meseleler söz konusu olduğunda erkeklerden daha etkili oldukları bile söylenebilir. Yeni şef adaylarını belirleyen onlardı. Avrupalılarla anlaşmaya varıldığında imza yetkisine sahip olanlar da. Erkeklerin imzasının geçerliliği yoktu. Kadınlar, erkeklerden daha aşağı görülmüyor, dolayısıyla baskı altında tutulmuyor ya da istismar edilmiyordu. Service’in Tierra del Fuego’da yaşayan Yahgan halkı hakkında yazdığı gibi,
Kadınlar özellikle yüksek mevkiye sahipler… Ailenin reisi sözde erkek de olsa, gözlemciler kadınların farklı düşündükleri zaman eşleriyle tartışmaya girmekten çekinmediklerini söylüyor. Kadınlardan toplum içinde sessiz ya da erkeklere kıyasla daha yumuşak başlı olmaları beklenmiyor.[224 - Service, 1978, s. 41.]
Örneğin, Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Bakır Eskimolarının kadınları ve erkekleri o kadar eşitler ki oynadıkları toplumsal rolleri kolayca değiş tokuş edebiliyorlar.[225 - Service, 1978.] Üstelik yaygın bir erkek egemen kültürde yaşayan ve kocaları onları evden kovduğunda açlıktan ölmeye mahkûm olsalar bile boşanma hakkına sahip olmayan Sahra-Asyalıları hemcinslerinin aksine, Amerikan Yerlisi kadınlar genellikle istedikleri zaman boşanabiliyordu. Örneğin Pueblo kültüründe de, bir kadın kocasının eşyalarını kapının dışına koyarak ondan boşanabilmesi söz konusuydu. Erkeğin bu durumda annesinin evine dönmekten başka çaresi kalmıyordu.
Afrikalılar
Afrika söz konusu olduğunda, kıtanın kuzeyini Sahra Çölü’nün güneyinde kalan kısmından ayrı tutmak gerekiyor. Kuzey Afrika, kayıtlı tarih boyunca fazlasıyla atacıl bir bölge oldu. Daha önce de gördüğümüz gibi -Mısır medeniyetinin kurucuları da dahil olmak üzereSahra-Asyalılar, Arabistan yaklaşık MÖ 4000’de çölleşmeye başladığı zaman buraya göç ettiler. O sıralarda Kuzey Afrika hâlâ verimli topraklara sahipti. Ancak MÖ 3000 civarında burası da kurumaya başladı ve Sahra Çölü ortaya çıktı. Fakat göçler devam etti. MÖ 800’de Antik Dünya’nın en vahşi halklarından biri olan Fenikeliler -günümüzdeki Suriye ve Filistin topraklarında yaşamış Sami bir topluluk- bölgeye hâkim olmaya başladı. Onlardan sonra sırasıyla Asurlular, Persler, Yunanlılar ve Romalılar geldi. Roma İmparatorluğu gücünü yitirmeye başladığında Hıristiyanlığın etkisi arttı, ta ki MS 7. yüzyılda Müslümanlar bölgeye varıp günümüze kadar varlığını sürdüren İslami kültürleri yerleştirene dek.
Sahra Çölü’nün güneyinde ise durum tamamen farklıydı. Çöl, Sahra-Asyalıların güneye inmesini engelleyen bir bariyer görevi görüyordu. Dolayısıyla Orta ve Güney Afrika’da yaşayan yerli halklar kuzeydekilerin aksine hiçbir zaman fethedilmedi. Ancak Sahra-Asyalılar kıtanın tamamına hiçbir zaman hâkim olamasalar bile yerli halkla değişik zamanlarda temasa geçerek kültürel gelişimlerini etkilediler. Sahra Çölü’nün güneyinde, Avustralya ve Amerika’da gördüğümüz anacıl kültürlerle karşılaşıyoruz. Aradaki tek fark, Afrika’da oluşan atacıl kültür “öbeklerinin” biraz daha fazla ve büyük olması; bununla bağlantılı olarak tamamen anacıl kalmış bölgeler de daha az, çünkü atacıl kültürle olan etkileşimleri çok daha fazlaydı. Ancak buna rağmen Sahra Çölü’nün güneyinin genel olarak anacıl kültüre eğilim gösterdiğini söylemek gerekiyor.
Sahra Çölü’nün güneyinde etkili olan atacıl kültürlerden biri Bantulardı. Bantular MÖ 2. binyılda çölün hemen güneyindeki Nijerya ve Kamerun’da ortaya çıktı. Zamanla yavaş yavaş güneye göç etmeye başladılar. Bu devingenlik asırlar boyunca sürdü. Bantular çokeşlilik, başlık parası, güçlü yöneticiler ve kölelik gibi pek çok Sahra-Asyalı özelliğe sahipti. Ancak atacıl kültürleri yine de oldukça ılımlıydı; örneğin savaşçı değildiler ve anasoyluydular. Sahra bölgesinden geldikleri için çölün daha da kurumasından etkilenmiş ve çok daha az bir şekilde olsa da diğer Sahra-Asyalılar gibi ruhsal bir dönüşüm geçirmiş olmaları muhtemel. Diğer ihtimal ise Sahra Çölü’nün kuzeyinden gelmeleri ve orada yaşayan Sahra-Asyalılarla etkileşime geçip atacıl kültürü onlardan almış olmaları. Hangi kuram doğru olursa olsun, MS 5. yüzyıla gelindiğinde Bantular Afrika’da Ekvator çizgisinin güneyinde kalan kısmın büyük çoğunluğuna yayılmıştı. Günümüzde Afrika’nın güneyinde yaşayan pek çok insan hâlâ Bantu dillerini konuşuyor. Ancak Bantular bu bölgeleri fethetmedi. John Lamphear ve Toyin Falola’nın da dediği gibi, Bantuların yayılması “çeşitli toplumsal ve iktisadi kurumların ve dillerin usulca özümsenerek kültürel bütünleşmesinden ibaretti.”[226 - Lamphear & Falola, 1995, s. 92.] Diğer bir deyişle, Bantular Afrika’nın güneyinde yaşayan yerli halkı baskı altına almak yerine onların arasına karışıp kültürleriyle kaynaşıyordu. Bunun sonucunda Bantuların atacıl, yerlilerin ise anacıl özellikleri bilenerek birbirleriyle etkileşime geçiyordu.
Ancak Bantular sadece yoğun tarım yapılan yerlerle alâkadar oldukları için hiç göç etmedikleri pek çok bölge vardı, özellikle de çorak veya ormanlık olan alanlar. Dolayısıyla buralarda yaşayan insanlar tamamen anacıl kaldılar. Aynı şekilde, Bantular’dan kaçanlar da anacıl özelliklerini korumayı başardı. Örneğin Pigmeler, Orta Afrika’daki yağmur ormanlarına göç ettiler. Sanlar ise (bazen Kalahari’nin “Çalı Adamları” olarak da anılırlar) kıtanın çorak güney ucuna gitmeyi tercih ettiler.[227 - DeMeo, 1998.]
Kuzey Afrika’yı işgal eden Sahra-Asyalılar da Sahra Çölü’nün güneyindeki insanlarla elbette temasa geçmişti. MS 4. yüzyılın sonuna gelindiğinde Hıristiyanlık, Nil Nehri boyunca Kuzey Afrika’dan Nübya ve Etiyopya’ya yayılmıştı. İslamiyet ise Sahra Çölü’nün hemen güneyindeki -Gana, Mali ve Sudan gibi- bazı yerlere ulaşmıştı. Bunda kısmen ticaretin kısmen de askerî fetihlerin rolü vardı. Ancak buralarda İslamiyet’in koyu atacıl kültürü, bölgenin yerli anacıl özellikleriyle karışmıştı. Dolayısıyla bölgeyi ziyaret eden katı Müslümanlar, gördükleri karşısında dehşete düşüyordu. Örneğin Müslüman bir din bilgini Mali hakkında şunları söylüyor:
Kadınların aile üyeleri dışında erkek “arkadaşları” ve “ahbapları” var. Erkekler de aynı şekilde başka ailelerin kadınları ile “tanışık.” Bir gün izin alarak Walata kadısının evine gittiğimde, onu dikkat çekici güzellikte bir kadınla otururken buldum. Çok şaşırdım ve gitmek için arkamı döndüm, ama… kadı bana şunları söyledi: “Neden gidiyorsun? O benim arkadaşım.” Dehşete düşmüştüm… çünkü bu adam bir din bilgini ve üstelik de hacıydı.[228 - DeMeo, 1998, s. 243 içinde.]
İlk Afrika Devletleri
Afrika’nın anacıl özünden en büyük kopuş, farklı zamanlarda da olsa merkezi örgütlenmesi güçlü devletlerin ortaya çıkmasıyla yaşandı. Bunlardan ilki, muhtemelen yaklaşık MS 700’de kurulan Gana oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’nın “Afrika Talanı” (Scramble for Africa) başladığında aralarında Kongo, Zulu ve Aşanti’nin de bulunduğu bu devletlerin sayısı oldukça artmıştı. Hepsi de güçlü ve varlıklı krallar tarafından yönetiliyordu. Genelde savaşçıydılar ve toplumsal tabakalaşma hüküm sürüyordu. Örneğin Zulular için toplumsal mevki o kadar önemliydi ki yemek yerken uydukları katı oturma düzenleri vardı. Yerler cinsiyet ve yaşa göre ayrılıyordu. Zulular aynı zamanda imparatorluk kurma içgüdüsüyle yanıp tutuşan azılı savaşçılardı. Komşu kabileleri fethedip yerlerinden etmeye başladıkları 19. yüzyılın ilk yıllarında, Afrika’nın güneyinde büyük bir yıkıma sebep olmuşlardı.
Ancak bu devletlerin hiçbiri tamamen “Afrikalı” değildi. Öyle ya da böyle hepsi de dış etmenlerden etkilenmişti. DeMeo’nun da dediği gibi, Sahra Bölgesi’nin güney ucunda Gana gibi devletlerin kurulmasına “kısmen Kuzey Afrika’da vuku bulan istila sonucunda güneye yönelmek zorunda kalan göçmen Berberi kabileleri neden olmuştu.”[229 - a.g.e., s. 243.]
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/steve-taylor/cokus-69403186/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
notes
1
Wilson, 1985, s. 4 içinde.
2
Wrangham ve Peterson, 1996.
3
Power, 1991.
4
Sussman, 1997; Boesch & Boesch-Achermann, 2000; Morgan & Sanz, 2003.
5
Fromm, 1974, s. 103.
6
van der Dennen, 1995, s. 54.
7
Weisfeld, G., 1991.
8
Fromm, 1974.
9
van der Dennen, 1995, s. 595.
10
Ferguson, 2000, s. 160.
11
Ehrenreich, 1996.
12
Lenski & Nolan, 1995.
13
Goldberg, 1973.
14
Eisler, 1987; Gimbutas, 1991; DeMeo, 1998; Griffith, 2001.
15
Schopenhauer, 1930, s. 65.
16
DeMeo, 1998.
17
Stacey, 1983, s. 40.
18
DeMeo, 1998.
19
Lenksi, 1995.
20
Eisler, 1987; Gimbutas, 1991; DeMeo, 1998; Griffith, 2001.
21
Crawford, 1991, s. 24.
22
Lenski, 1995.
23
a.g.e
24
a.g.e
25
a.g.e
26
a.g.e
27
Whitman, 1980, s. 73.
28
Service, 1978, s. 83.
29
Turnbull, 1993, s. 29.
30
Leidloff, 1989, s. 24.
31
Pascal, 1966, s. 67.
32
Argyle, 1989; Raphael, 1984.
33
Argyle, 1989; Atchley, 1985.
34
Csikszentmihalyi, 1992.
35
a.g.e
36
Wright, 1992, s. 304 içinde.
37
Dr. Johnson, 1905, s. 206.
38
The Dhammapada, s. 9, 42. dize.
39
Pascal, 1966, s. 48.
40
Lee ve DeVore, 1968.
41
Turnbull, 1972.
42
Lenski, 1995; Lee ve DeVore, 1968.
43
Sahlins, 1972, s. 13.
44
Ryan, 2003, s. 55.
45
Lawlor, 1991.
46
Rudgley, 2000, s. 36.
47
Diamond, 1992.
48
Ryan, 2003.
49
Rudgley, 2000.
50
DeMeo, 2002.
51
Ferguson, 2000, s. 159. Savaşın kökenlerinin çok eskiye dayandığına inanan bir başka bilim insanı ise İngiliz arkeolog Nick Thorpe (1999, 2000). Thorpe, Mezolitik Dönem’de (MÖ 9. binyıl, yani Orta Taş Çağı’nda) bile savaşların yaşandığına dair kanıtlar olduğuna inanıyor. Buna dair üç farklı kanıt sunuyor: silahlar, savaş çizimleri ve iskelet kalıntıları. Ancak kendisinin de kabul ettiği gibi, kazılarda ne kadar çok hançer ya da balta bulunmuş olursa olsun bunların silah olarak kullanıldığından asla emin olamayız. Pekâlâ alet-edevat ya da av için de kullanılmış olabilirler. Thorpe, ikinci olarak, Mezolitik (ya da geleneksel tarihlendirme yöntemlerinin yanlış olabileceğini söylediği için Neolitik) Dönem’de savaşların yaşandığına dair İspanyol Levantenlerin kayalara yaptığı çizimleri kanıt olarak sunuyor. Ancak hemen ardından “kaya çizimlerinin dolaysız olarak yorumlanmasına karşı çıkan pek çok kişi var” diyerek yine kendi tezinin güvenilirliğini sorguluyor (Thorpe, 1999).
Ardından, en güvenilir kanıtların ise özellikle kurşun gibi delici bir nesneyle açılan yaralara sahip iskelet kalıntıları olduğunu belirtiyor. Bununla ilgili olarak, “İtalya’da bulunmuş, geç dönem Paleolitik Çağ’a ait ve kemikleri üzerinde çakmak taşıyla açılmış yaralar bulunan iki iskelet” (a.g.e) ile İsveç, Zelanda, Brittany ve Romanya’dan birkaç münferit örnek sunuyor. Ayrıca, Danimarka ve Kaliforniya’da bulunmuş ve kafatası yaralanmasına sahip iskeletlerden bahsediyor. Ancak bu örneklerin münferit olaylar olması, savaşa dair somut kanıtlar sundukları iddiasını havada bırakıyor. Eğer bu yaralanmalar gerçekten savaşlar sırasında oluşsaydı, tek tek bireylerde değil çok daha fazla sayıda iskelette gözlemlenmesi gerekirdi. Münferit olaylar olarak baktığımızda ise, bu yaralanmaların -özellikle de avlanma sırasında yaşanan- kazalar sonucunda oluşmuş olması oldukça muhtemel. Hatta kasıtlı şiddet sonucunda ortaya çıkmış olsalar bile gerçek savaşlardan ziyade sadece bireyler arasında yaşanan şiddet olaylarından kaynaklandıkları söylenebilir. Zaten Thorpe da bu ihtimali göz ardı etmiyor: “Bu örnekleri yorumlarken çok dikkatli olmalıyız” (a.g.e.). Son olarak, Mezolitik Dönem Avrupa’sında başa ya da gövdeye isabet eden “darbeler sonucunda oluşan kırık çıkık” vakalarından bahsediyor. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar “pek çok kazanın da kırık çıkık ile sonuçlanmış olabileceğini” gösterdi (a.g.e.).
Thorpe’un bahsettiği ve gerçekten savaşı andıran kanıtlar ise orta ve geç dönem Neolitik Çağ’a aitler. Bavyera’daki Of-net bölgesinde bir mağarada, içinde hepsi de ölmeden önce yaralanmış tam otuz sekiz kişinin kafatası ve omurgası bulunan iki çukur keşfedildi. Danimarka’daki Dyrholmen’da ise derisi yüzülmüş dokuz kişinin kemikleri bulundu. Son olarak, Almanya’daki Talheim’da MÖ 5000 yılında kafalarına aldıkları darbe sonucunda ölmüş otuz dört kişiye ait bir toplu mezar bulundu.
Kısacası, Neolitik Dönem’den önce savaşların yaşandığına dair kanıtlar -ana metnin içinde bahsettiğim iki örnek dışında- hiç ikna edici değil. Hatta Neolitik Dönem’e ait bile çok az örnek söz konusu. Ancak Keeley ve Thorpe gibi arkeologların vardığı sonuçları sorgulayıp sorgulamamamızın aslında pek de önemi yok: Fazlasıyla havada kalan iddialarını doğru kabul etsek bile MÖ yaklaşık 4000 yılına kadar son derece sınırlı sayıda savaşın yaşandığı, bu tarihten sonra ise savaşların sayısında aniden çok büyük bir artış yaşandığı su götürmez bir gerçek.
52
Chapman, 1999; Dolkhanov, 1999; Vencl, 1999.
53
Ferguson, 1997, s. 333.
54
Keck, 2000, s. xxi.
55
Heinberg, 1989, s. 169 içinde.
56
Gabriel, 1990, s. 21.
57
Lawlor, 1991, s. 9.
58
Lenski, 1978, s. 137.
59
Wrangham ve Peterson, 1996.
60
Ferguson, 2003.
61
Lenksi, 1978, s. 422.
62
Service, 1978, s. 27.
63
Sumner, 1964, s. 205.
64
Malinowski, 1964, s. 251.
65
Service, 1978; Sumner, 1964; Malinowski, 1978.
66
Divale, 1973.
67
a.g.e., s. xxi.
68
Burch & Ellanna, 1994, s. 61.
69
Power, 1991, s. 44.
70
Haas, 1999, s. 14.
71
Knauft, 1991, s. 391.
72
Jaimes Guerrero, 2000, s. 37.
73
Barnard ve Woodburn, 1988.
74
Woodburn, 1982, s. 432.
75
Lenski, 1978.
76
Barnard ve Woodburn, 1988, s. 16.
77
Woodburn, 1981/1998.
78
Power, 1991, s. 47.
79
Lenski, 1978, s. 125.
80
Briggs, 1970, s. 42.
81
Boehm, 1999.
82
a.g.e., s. 69.
83
DeMeo, 1998.
84
Ryan, 2003, s. 78.
85
Diamond, 1992.
86
Diamond, 1987, s. 64.
87
Lawlor, 1991, s. 55 içinde.
88
Eisler, 1995, s. 62.
89
Lenski, 1978; Gimbutas, 1991.
90
Lenski & Nolan, 1995, s. 151.
91
Boehm, 1999, s. 38.
92
Gimbutas, 1991; Eisler, 1987; Mellaart, 1975.
93
a.g.e.
94
Gimbutas, 1982, 1991.
95
a.g.e., 1980, s. 17.
96
Rudgley, 1998, s. 23 içinde.
97
Platon, 1966.
98
Eisler, 1987, s. 32.
99
Griffith, 2001, s. 167.
100
Gimbutas, 1982, s. 24.
101
DeMeo, 1998, s. 225.
102
Davidson, 1996, s. 51.
103
Lenski & Nolan, 1995, s. 146 içinde.
104
DeMeo, 1998, s. 347.
105
Griffith, 2001.
106
a.g.e., s. 168.
107
Rudgley, 1998.
108
Rudgley, 1998, s. 32 içinde.
109
Eisler, 1987, s. 32 içinde.
110
a.g.e.
111
Eisler, 1987, s. 18.
112
Taylor, 1996; Rudgley, 1998.
113
Hawkes, 1968, s. 156.
114
Eisler, 1987, s. 39.
115
DeMeo, 1998, s. 4.
116
a.g.e.
117
a.g.e., s. 8.
118
Eisler, 1987, s. 43.
119
DeMeo, 2002, s. 21.
120
a.g.e.
121
DeMeo, 1998, s. 8.
122
DeMeo, 2000, s. 10.
123
Griffith, 2001, s. 18.
124
DeMeo, 1998; Griffith, 2001.
125
Mallory, 1989, s. 266 içinde.
126
Günümüzde Romanya’da bir kent, Türkçe adıyla Boğazköy (ç.n.)
127
a.g.e., s. 238.
128
Gimbutas, 1973, s. 202-3.
129
Eisler, 1987, s. 50.
130
Eisler, 1995, s. 90.
131
DeMeo, 1998, s. 231.
132
Mallory, 1989.
133
Gimbutas, 1977, s. 281.
134
Stern, 1969, s. 230.
135
DeMeo, 1998, s. 286.
136
Gimbutas, 1991, s. 352.
137
Eisler, 1987, s. 58.
138
Lenski, 1978.
139
a.g.e., s. 147.
140
Lenski’nin bu toplumlar için “ileri bahçe tarımı yapan” ifadesini kullanması aslında biraz sorunlu. Bu tespitten yola çıkarak, “ilkel bahçe tarımı yapan” toplumlarla ortak bir zeminde birleştikleri sonucuna varılabilir. Oysa ki gerçekte her iki toplumun da bahçe tarımı yaparak geçinmesi, sergiledikleri devasa farklılıklar arasında sadece tesadüfi bir benzerlik olabilir. Lenski’nin ilkel ve ileri bahçe tarımcı topluluklar hakkında verdiği istatistiki veriler de bu tespiti doğruluyor. Aynen arkeolojik kanıtlar gibi, bu veriler de ani bir dönüşümün yaşandığını; savaşların, sınıfsal tabakalaşmanın, eşitsizliğin ve köleliğin büyük ölçüde arttığını gösteriyor. Örneğin savaşlar, ileri bahçe tarımcı toplulukların %34’ünde süreklilik gösterirken bu rakam basit bahçe tarımcılar için sadece %5 idi. İleri bahçe tarımcı topluluklarda sınıfsal tabakalaşmaya rastlanma oranı %54 iken aynı oran basit bahçe tarımcılar için %17. Hatta bir adım daha öteye gidebiliriz. Çünkü sınıfsal tabakalaşma toplumsal eşitsizliğin aslında sadece bir yanını teşkil ediyor. Örneğin, sınıfların olduğu bir toplum aynı zamanda eşit de olabilir. Mesela, yukarıda bahsi geçen basit bahçe tarımcı toplumların % 17’si için bu durum geçerli olabilir. Lenski’nin de dediği gibi, “[İleri bahçe tarımcıların] sınıfsal yapısı genel olarak daha karmaşık, daha eşitsiz ve sıklıkla babadan oğula geçiyor” (1978, s. 170).
141
Childe, 1964, s. 77.
142
Baring & Cashford, 1991, s. 150.
143
Gimbutas, 1982, s. 17.
144
Griffith, 2001, s. 104.
145
Antik Mısır’daki güneş ve savaş tanrılarından biri (ç.n.)
146
DeMeo, 1998, s. 231.
147
Baring & Cashford, 1991; Crawford, 1991.
148
Baring & Cashford, 1991.
149
DeMeo, 1998.
150
DeMeo, 2000, s. 12.
151
Kramer, 1969, s. 16.
152
Crawford, 1991.
153
Oates, 1986, s. 68.
154
Ur Kaidesi (Standard of Ur): Antik Sümer şehri Ur’daki bir kralın mezarında bulunmuş tahtadan oyma kutu. Kutunun her iki yanında savaş ve barışı temsil eden mozaikler bulunmaktadır. (ç.n.)
155
a.g.e., s. 30-31.
156
Wilber, 1981, s. 165 içinde.
157
Eisler, 1987.
158
Eisler, 1987, s. 64 içinde.
159
Griffith, 2001.
160
DeMeo, 1998, s. 231.
161
Nil Nehri Havzası’nda, bugünkü sınırlarla Mısır’ın güneyini ve Sudan’ın kuzeyini kapsayan bölge (ç.n.)
162
DeMeo, 1998.
163
a.g.e.
164
Rice, 1990.
165
DeMeo, 1998.
166
a.g.e., s. 233.
167
Eisler, 1987, s. 54.
168
Bewley, 1994.
169
DeMeo, 1998.
170
a.g.e., s. 348.
171
a.g.e., s. 350.
172
Baring & Cashford, 1991; Eisler, 1987.
173
Hawkes, 1973, s. xxv.
174
Stone, 1976.
175
Eisler, 1995, s. 116.
176
Baring & Cashford, 1991, s. 162.
177
Baring & Cashford, 1991, s. 289 içinde.
178
a.g.e., s. 286.
179
Griffith, 2001.
180
DeMeo, 1998.
181
Griffith, 2001.
182
a.g.e.
183
a.g.e.
184
Taylor, 1953.
185
DeMeo, 2002.
186
Lawlor, 1991, s. 247.
187
a.g.e., s. 251.
188
Cowan, 1992.
189
Lawlor, 1991, s. 202.
190
Mearns, 1994, s. 279.
191
Service, 1978, s. 134.
192
a.g.e., s. 133.
193
Antropolog W. W. Newcomb, Ova Yerlilerinin çok sık savaşmasını üç temel unsura başvurarak açıklıyor (1950). Her şeyden önce, yerli kabileler Avrupalı işgalciler geldiğinde anavatanlarından kaçmak zorunda kalmıştı. Bunun sonucunda diğer kabilelerin topraklarına mecburen tecavüz etmişler ve bu da kaçınılmaz olarak çatışmalara neden olmuştu. İkincisi, yerliler topraklarıyla birlikte geçim kaynaklarını da yitirdikleri için artık hayatta kalmak adına atlara bağımlı hale gelmişti. Bunun nedenlerinden bir tanesi de avladıkları bizonların sayısının azalması ve bu hayvanların yaşam alanlarının onlardan gitgide uzaklaşmasıydı. Bunun sonucunda kabileler birbirleriyle “at için rekabet” etmeye başlamıştı.
Üçüncü olarak ise Avrupalı sömürgecilerin etkisini unutmamak gerekiyor. Avrupa yapımı silahlar (Avrupalılardan kürk ve hayvan postu karşılığında alınıyorlardı) savaşları çok daha vahşileştirmişti. Sömürgeciler -özellikle de tüccarlar- kabileleri birbirlerine ve sömürgeci güçlere karşı kışkırtarak yerlilerin çaresizliğini bilinçli bir şekilde sömürüyordu.
194
Josephy, 1975, s. 251.
195
Service, 1978, s. 326.
196
DeMeo, 1998.
197
a.g.e., s. 378.
198
DeMeo, 1998.
199
Xu, 1996.
200
Service, 1978, s. 208.
201
Josephy, 1975, s. 268.
202
Wrangham & Peterson, 1996.
203
Ferguson, 2003.
204
Var olduğuna inanılan efsanevi “Kayıp Altın Şehir” (ç.n.)
205
Mann, 2002; “The Secret of El Dorado,” 2002.
206
Wright, 1992; Josephy, 1975.
207
Wright, 1992, s. 69.
208
DeMeo, 1998, s. 375.
209
Josephy, 1975, s. 37.
210
Service, 1978, s. 42.
211
Fromm, 1974, s. 151 içinde.
212
Josephy, 1975.
213
ibid., p.166.
214
Wright, 1992, s. 74 içinde.
215
Boehm, 1999.
216
a.g.e.
217
Taylor, 1991, s. 227.
218
Briggs, 1970, s. 42.
219
Jaimes Guerrero, 2000; Wright, 1992.
220
Wright, 1992.
221
Jaimes Guerrero, 2000.
222
Ryan, 2003.
223
Wright, 1992, s. 276 içinde.
224
Service, 1978, s. 41.
225
Service, 1978.
226
Lamphear & Falola, 1995, s. 92.
227
DeMeo, 1998.
228
DeMeo, 1998, s. 243 içinde.
229
a.g.e., s. 243.