Charles Darwin

Charles Darwin
George Thomas Bettany
Dünya tarihinde Türlerin Kökeni kadar büyük bir fırtına koparmış ve etkileri yıllar geçse de hiç azalmamış çok az kitaptan söz edilebilir. Doğal seçilim yoluyla evrim teorisini geliştiren doğabilimci, jeolog ve biyolog Charles Darwin, doğaya ve insanlığa dair kavrayışımızı şekillendiren kişilerin en önemlilerinden olmuştur.

Bu kitap, yaşamının her ânını araştırarak, düşünerek ve merak ederek geçiren Darwin’in ailesini ve çocukluk yıllarını, uzun seyahatlerini, önemli araştırmalarını nasıl yaptığını, çevresindeki insanları ve büyük fikirlerini nasıl geliştirdiğini gözler önüne seriyor.

“Hayatının bir dakikasını boşa harcamaya cüret edebilen biri, hayatın değerini anlamamıştır.” –Charles Darwin

G.T. Bettany
Darwin’in Hayatı



Önsöz
Bundan yaklaşık bir buçuk sene önce yaptığımız yayın kurulu toplantısında hepimizi heyecanlandıran bir karar aldık. Aforizma Dizisi ile başladığımız, Bir Nefeste Dizisi ve Dünya Masalları Dizisi’yle devam ettiğimiz dizilerimize bir yenisini daha ekleyecektik: Biyografi Dizisi. Birkaç yayınevinde gayet başarılı biyografiler olmasına rağmen hem günümüz okur kitlesine hitap eden hem de kişilerin hayatlarının en sıradan detaylarını bile son derece canlı bir şekilde anlatan kitaplarda bir boşluk olduğunu fark ettik. Bu alanda gördüğümüz boşluğu doldurmak için hemen kollarımızı sıvadık ve işe koyulduk.
Öncelikle biyografisini okumak istediğimiz ve hayatını ilginç bulduğumuz tarihi kişilikleri belirledik. Sonra bunların arasında yayımlanmaya değer olduğunu düşündüğümüz biyografileri seçtik. Bu bağlamda ilk etapta on önemli tarihi kişinin biyografisi ortaya çıktı. Bu on kişinin hayat hikâyesini bize aynı edebi tat ve ruhla aktaracak çevirmenler aramaya başladık. Fakat bu süreçte en çok kararsız kaldığımız şey kapak tasarımı oldu. Çünkü bir biyografi dizisine yakışır sadelikte, aynı zamanda bu önemli tarihi şahsiyetlerin hayatlarını anlatacak canlılıkta kapaklar olmasını istiyorduk. Önümüze gelen ondan fazla taslak üzerinde günlerce kafa yorduk ve ortak bir karar vermek için çabaladık. En sonunda taslakları ikiye indirdik ve hepimizin içine sinen bu kapakta karar kıldık.
Kitapları yayına hazırlama aşamasında metinle o kadar içli dışlı olduk ki bahsedilen tarihi figürlerin hayatlarına girdikçe yaptığımız işten daha çok keyif almaya başladık. Hepimizin ismen bildiği kişilerin yaşam öykülerini okudukça aslında onların da sizin bizim gibi bir insan olduklarını, bizimle aynı duyguları paylaştıklarını, hayatın onları da tıpkı bizler gibi oradan oraya savurduğunu gördük.
Uzun uğraşlar sonucu ortaya çıkardığımız bu diziyi siz okurlarımızla paylaşmaktan memnuniyet duyuyoruz. Birer tarihi kayıt niteliği taşıyan bu yaşam öykülerini okurken keyif almanız tek temennimiz.

“İyi yazılmış bir hayat öyküsü, en az iyi yaşanmış bir hayat kadar nadidedir.”
    Thomas Carlyle

Giris
Darwin, yazdığı kitaplarda kendisine dair öyle çok şey sunmuştur ki yalnızca kitapları kaynak alınarak hayatının büyük bölümünün canlı bir resmi çizilebilir. Buradan hareketle Darwin’in en önemli eserlerinin taslaklarında bulunan, biyografisine yönelik parçaların bir araya getirilmesinin mümkün olduğu görülmüştür. Darwin’in biyografisini yazan diğer yazarlar gibi ben de Bay Woodall’un, Transactions of the Shropshire Archaeological Society’de yayımlanan değerli anı yazısına çok şey borçluyum. Bunun yanı sıra, çalışma boyunca konunun asıl uzmanlarına danışıldı; Darwin’e ait çalışmalardan yapılan alıntılar, aksi belirtilmediği sürece eserlerin ilk baskılarından yapılmıştır. Charles Darwin’in, Bay Romanes’e yazdığı mektuplardan alıntı yapmama izin verdikleri için Bay F. Darwin ve Bay G. J. Romanes’e teşekkür borçluyum. Ayrıca kitabımın taslaklarını gözden geçirerek bana yardım ettikleri için dostlarım Bay Romanes ve Profesör D’Arcy W. Thompson’a da teşekkürlerimi sunarım.

Birinci Bölüm
Belirli bir bilim dalında başarılı olmak için gereken yetileri atalarından miras almış biri varsa o kişi kesinlikle Charles Darwin’dir. Belli bir insanın henüz bir çocukken içinde bulunduğu çevre, atalarından gelen mirası ortaya çıkaracak şekilde düzenlenmişse, sözkonusu kişi yine Charles Darwin’dir. Bir insan, vâkıf olduğu alandaki geleneksel görüşlerin, yeni yeni mayalanmakta olan fikirler tarafından altüst edildiği bir dönemde büyümüşse, Charles Darwin’den bahsediyoruz demektir. Bir insan kendini hiçbir önyargı taşımadan uzun süreli araştırmalar yapacağı dünyevi makama adadıysa bu kişi, Charles Darwin’den başkası değildir. Şüphesiz ki Darwin, fethedilmeyi bekleyen diyarları keşfetmiştir. Buna karşın Darwin’in başarıları atalarının, çevresinin, kendinden öncekilerin ortaya koyduğu fikirlerin, sahip olduğu konumun sağladığı avantajları fazlasıyla aşmaktadır. Eşine ender rastlanan sadelikte bir ruha, bitmek tükenmek bilmeyen bir sabırla gerçekleştirilen gözlemlere, çarpıcı bir üretkenliğe, ustalık dolu yöntemlere ve sarsılmaz bir adanmışlıkla bağlı olduğu hakikatin yaratacağı etkiye duyulan inanca sahip bir deha olarak tüm ihtişamıyla karşımızda durmaktadır. Darwin, birçok bilim dalında devrim yapmakla kalmamış, insanlığın düşünsel yaşamının akışını bütünüyle, kökten değiştirmiştir.


Darwin’ler aslen belli bir konuma sahip, Lincolnshire’lı bir aileydi, kraliyet yanlısı olduklarından İngiltere Topluluğu[1 - İng. Commonwealth. 1649 yılında, I. Charles’ın idamıyla başlayan ve 1653 yılında Oliver Cromwell’in başa geçmesiyle son bulan dönem. (e.n.)] döneminde ağır kayıplar yaşamışlardı. 1655 yılında doğan, ailenin aynı ismi taşıyan üçüncü üyesi William Darwin’in annesi, yüksek dereceli bir avukat olan Erasmus Earle’ün[2 - Bahsi geçen Erasmus Earle, Şubat 1887’de The National Review’da “A Lawyer’s Love Letters” (Bir Avukatın Aşk Mektupları) köşesinin yazarıdır.] kızıydı. William, Wilsford’lı Robert Waring’in varisiyle evlendi. Bu evlilik sonucu aileye kalan, Newark yakınlarındaki Elston köşkü hâlâ[3 - Burada kitabın 1887’de yazıldığı göz önünde tutulmalıdır. (ç.n.)] Darwin’lere aittir. Elston köşkü, William Darwin’in ortanca oğlu Robert Darwin’e geçti. Antikacı Stukeley onu “meraklı biri” olarak tarif ediyordu ki bu, Robert’tan büyük bir övgüyle bahsettiği anlamına gelmektedir. En büyük oğlu Robert Waring Darwin, bitkibilim üzerine çalışmalar gerçekleştirdi ve üçüncü baskısını gören kitabı Principia Botanica’yı[4 - Lat. Bitkibilimin İlkeleri (ç.n.)] yazdı. Ne var ki ailede gerçek anlamda üne kavuşan ilk kişi olmak, 1731 yılında doğan kardeşlerin en küçüğü Erasmus’un kaderinde yazılıydı.
Erasmus Darwin’in kişisel özellikleri, tıbbi yetenekleri ve yazdığı şiirler (yaşadığı dönem için) öyle fevkaladeydi ki onun bilime olan yatkınlığını gölgede bırakıyordu. Erasmus Darwin’in kariyerinden ve geride bıraktığı eserlerinden burada hakkıyla bahsedebileceğimiz alan ne yazık ki yok, fakat torunu ve Ernst Krause, Erasmus Darwin (1879) adlı çalışmalarında layıkıyla bu işin üstesinden gelmişlerdir. Erasmus Darwin, yaratılışla ilgili düşüncelerini The Botanic Garden[5 - İng. Bitkibilim Bahçesi (ç.n.)] (I. Bölüm, I. Kısım, 103-104. satırlar) adlı kitabında ifade etmiştir. İngiliz yazar Horace Walpole onun bu kitabındaki yazısını takdir etmiş, okuduğu bu satırların herhangi bir dilde o âna kadar gördüğü en olağanüstü metni oluşturduğunu söylemişti. The Edinburgh Review’da (II. sayı, 1803, s. 501), Erasmus’un Temple of Nature[6 - İng. Doğanın Tapınağı. Erasmus Darwin’in yazdığı şiir kitabı. Zaman zaman felsefi notlarla bezeli bu kitap onun içindeki şairi gözler önüne serer. (ç.n.)] adlı kitabı için, “Şayet günün birinde Darwin’in ünü, günümüzün değişken yapısından sağ çıkarak kalıcılığa ulaşacak olursa, bu onun bir şair olarak sahip olduğu yetenek sayesinde olacaktır. Bilimle ilgili hayalleri de pek tabii ki unutulmaktan kurtulacak, fakat bunu ‘ölümsüz satırların koynunda’ bulunmalarına borçlu olacaktır,” diye yazılmıştır.


Darwin ailesinin soyağacı

Yaşadığımız bu çağda[7 - 19. yy. (ç.n.)] insanların, bilimi şiirsel bir anlatımla yazmayı neredeyse imkânsız bir uğraş olarak görmesine rağmen birkaç kişi, Erasmus Darwin’in girişiminden çok daha iyi bir şekilde bunu başarabilmiştir. Erasmus Darwin’in, torununun meşhur kuramlarını ondan çok daha önce, fakat deneysel kanıt ya da derin bilimsel bilgiler olmaksızın öngörmüş olması ilginçtir. Şu kadarını söyleyebiliriz ki Erasmus Darwin de bu bilim alanına, en az torunu Charles Darwin kadar kafa yormuştur. Benzer şekilde kendisi de mekaniğe yönelerek Edinburgh ve Cambridge’de eğitim görmüştü. Erasmus Darwin’in, 1754 yılında, henüz 24 yaşındayken babasının cenazesinde takdir-i ilahi üzerine yaptığı konuşma, torununun bu konudaki görüşleriyle karşılaştırıldığında gerçekten de ilginçtir. Şöyle demişti Erasmus: “Bütün bu muhteşem varlıkları, matematiğin güzel uygulamasıyla yaratan üstün bir ens entium[8 - Latince ens, “var olan” anlamına gelir. Yine Latince bir kelime olan entium ise “var olanların” anlamına gelir. Kelimeler birleştiğinde (ens entium) “var olanların üzerinde var olan” anlamı ortaya çıkar. Yani yüce bir varlık olan tanrı kastedilmektedir. (ç.n.)] vardır. Her şeyi, ona ait bir takdir-i ilahiyle yönlendirip yönlendirmediği ise meçhuldür. Doğanın işleyişinin bu anlamda yeterli olduğu göz önüne alındığında benim düşünceme göre bu olası değildir. (…) Doğanın bize sunduklarına baktığımız zaman gelecekte bunun tartışılabilir olmadığını görebiliriz. Tanrının varlığı sözkonusu olduğunda öne sürdüğüm şey dışında bir çıkarım yapılamaz. Bizi hiçbir şeyden var eden ve yeniden var edebilecek olan, tevazuyla umarız ki bizi daima var edecektir.” Erasmus Darwin, ateizm karşıtı bir uzun şiir de yayımladı, belki garip ama bu şiiri sonrasında olumsuz görüşlere maruz kalmıştır. Şiir şöyle başlar:
Ey akılsız ateist, baş döndürücü bir dansla oradan oraya
Düzensizce savrulan atomlar
Öyle muhteşem, öyle zekice
Öyle ahenkli bir dünya oluşturabilir miydi?
1803 Yılında yayımlanan Temple of Nature kitabının 124. sayfasında yaptığı tanımlamalarsa onun ahlaki duruşunu gözler önüne serer: “Hıristiyanlığı kuran kişinin kutsal ilkeleri olan, ‘Sana yapılmasını istemediğin şeyi sen de başkasına yapma,’ ve ‘Komşunu, kendini sevdiğin gibi sev,’ bir kimsenin cömert ve ahlaklı olmak için sahip olması gereken vazifelerin tümünü kapsar. Bu vecizelere tüm uluslar tarafından uyulursa, insanlığın şu anki mutluluğu bine katlanacaktır.” Yazmış olduğu başlıca şiirsel çalışmaları iki bölüm olarak The Botanic Garden kitabında yer alır. “The Economy of Vegetation” (Bitki Örtüsünün İdaresi) başlıklı birinci bölüm 1790 yılında yayımlanmıştır. “The Loves of the Plants” (Bitkilere Duyulan Sevgi) başlıklı ikinci bölüm ise 1788 yılında, henüz birinci bölüm ortaya çıkmadan yayımlanmıştır. The Temple of Nature, or the Origin of Society[9 - İng. Doğanın Tapınağı veya Toplumun Kökeni (ç.n.)] adlı kitabıysa ölümünden sonra, 1803 yılında basılmıştır. En önemli düzyazı eserlerinden ilki, 1794 ve 1796 yılında yayımlanan iki ciltten oluşan ve ikinci cildinde yalnızca tıbbi bilgilerin yer aldığı Zoonomia, or the Laws of Organic Life[10 - İng. Zoonomi veya Organik Yaşamın Yasaları (ç.n.)] adlı kitabıdır. İkincisiyse 1800 yılında yayımlanan Phytologia, or the Philosophy of Agriculture and Gardening[11 - İng. Bitkibilim veya Tarım ve Bahçe İşleri Felsefesi (ç.n.)] adlı çalışmasıdır. Bütün bu kitaplar dört yapraklı formayla basılmıştır. Erasmus Darwin’in türler üzerine düşünceleri 66. ve 67. sayfalarda görülebilir.
Erasmus Darwin’in, ilk eşi Mary Howard’dan olan üçüncü oğlu Robert Waring Darwin 1766 yılında doğmuştur. Josiah Wedgwood, Erasmus Darwin’in yakın dostlarından biri olduğundan Robert henüz çocukluk yıllarında Stoke’lu Wedgwood ailesinin üyeleriyle yakın ilişkiler kurmuştur. Kaderinde doktor olmak bulunan Robert, 1779 yılında bir süreliğine Etrürya’da kaldı, Wedgwood ailesinin çocuklarıyla birlikte Warltire’dan özel kimya dersleri aldı. Bu dönemde Josiah Wedgwood şöyle yazmıştı: “Çocuklar bilgiyi inanılmaz bir istekle su gibi içiyorlar.” Robert Darwin daha yirmi yaşına gelmeden tıp diplomasını yüksek başarı göstererek Edinburgh’dan aldı. Burada Black, Cullen ve Gregory gibi eğitimcilerden ders almasının yanı sıra Leyden Üniversitesi’nde de öğrenim gördü ve Almanya’yı dolaştı. 1786 yılında babası, Robert’a Shrewsbury’de bir muayenehane açıp 20 sterlin bıraktı. Bu tutar, daha sonra Elston’ın bölge papazı olan amcası John Darwin’den gelen aşağı yukarı aynı miktarda bir parayla desteklendi. Robert, bölgedeki yoğun rekabete rağmen eline geçen bu sermayeyle işini geliştirmeyi başardı. Güçlü kuvvetli görüntüsü ve hep kullandığı sarı renkli gezinti arabasıyla Shrewsbury çevresindeki erkek, kadın ve çocukların hepsi tarafından bilinen bir sima haline geldi. Çok geçmeden kimse tıbbi kontrol için Birmingham’a gitmez olmuştu. Dr. Darwin seneler boyu Shropshire bölgesinde ismi akla ilk gelen doktor oldu, servetine servet kattı.
Oğlu Charles, babası hakkında şöyle demişti: “Ne şiir sanatına ne de mekaniğe dair doğuştan gelen bir yeteneği vardı. Bana kalırsa bilime yatkın bir zihne de sahip değildi. Philosophical Transactions adlı derginin LXXVI. sayısında ocular spectra (göz merceği spektrumu) hakkında bir makale yayımlamıştı, Wheatstone bana bu makalenin o dönem için dikkate şayan bir yazı olduğunu söyledi ama bu makaleyi yazarken büyük ölçüde dedemden yardım aldığını düşünüyorum. Babam 1788 yılında Royal Society öğretim üyeliğine kabul edildi. Neden babamın bilime yatkın bir zihne sahip olmadığını düşündüğümü bilmiyorum, çünkü kuram oluşturmaya bayılırdı, öyle keskin bir gözlemciydi ki tanıdığım hiç kimse onunla bu konuda boy ölçüşemezdi. Fakat bu yöndeki yetilerinin birçoğunu, neredeyse tamamen tıp bilimi ve insanların karakterlerinin gözlemi doğrultusunda kullandı. Tavır ve davranışlardaki bir garipliği, sezgileriyle anında fark edebiliyor, hatta olağanüstü zekâsıyla sohbet ettiği bir kişinin düşüncelerini okuyabiliyordu. Onun bu yeteneği, doktor olarak elde ettiği başarıya da kısmen açıklama getiriyor, çünkü ona inanan hastaları oldukça etkiliyordu. Babam eskiden, güven kazanma sanatının bir doktorun başarılı olmasını sağlayan başlıca etmen olduğunu söylerdi.”
Duyarlı, girişken, hoşsohbet, neşeli ve biraz da huysuz; birisine derin bir saygı duymadan o kişiyi arkadaşı olarak görmeyen, fakirlerin dostu, ihtiyaç sahiplerini herhangi bir karşılık beklemeden muayene eden, karşısındakinin duygularını paylaşan (sürekli olarak acı çeken insanlara şahit olduğundan dolayı, sahip olduğu bu özellik bir süre boyunca mesleğinden nefret etmesine neden olmuştu) bir adam… İşte Charles Darwin’in babası böyle bir adamdı. 1871 yılında yayımlanan Group of Englishmen[12 - İng. Bir Grup İngiliz (ç.n.)] adlı kitabında Bayan Meteyard[13 - Eliza Meteyard (1816-1879). Bu İngiliz yazar daha çok yazdığı makale, roman ve biyografileriyle tanınır. Babası da doktor olan Eliza bir zamanlar Shrewsbury’de yaşamıştı. Kadın eğitimi konusunda sesini duyuran bir kişiydi. (ç.n.)] yaşlı doktor Darwin’in Shrewsbury’deki insanların gözündeki büyüklüğünün, yorulmak nedir bilmeyen etkinliğinin ve her yere yetişme çabasının, muhteşem akşam yemeği eğlencelerinin, pek rağbet görmeyen ama hastalarını başarıyla tedavi ettiği için müsamaha gösterilen liberal görüşlerinin canlı bir portresini çizmektedir. Duygularını dışa vurmayan ve ona güçlü bir görünüm veren yüz hatları, cadde ve sokaklardan her geçişinde sanki “mermere oyulmuş” gibi değişmezdi. Çocuklara duyduğu sevgi göze çarpıyordu. “Alçak bir tonda tiz sesiyle çocuklara sorular sorar ve eğer cevaplarından hoşnut kalırsa onlarla konuşmaya devam ederdi. Zaman zaman onları kaldırıp bir sandalyeye veya masaya oturtur, sanki karakterlerini okumaya çalışıyormuş gibi elini kaldırıp kafalarının büyüklüğünü ölçmeye çalışır ve gelecekleriyle ilgili tahminde bulunurdu.”
Başarılı hekim, Holyhead yolunun yakınlarında bir arazi satın alıp sade bir tasarımı olan kare şeklinde büyük bir ev yaptırdı. Ev, Severn’den 100 metre daha yüksekte yer alan büyüleyici konumundan dolayı “Tepe Ev”[14 - Bay Woodall şöyle yazmıştı: “St. George Kilisesi’nin alçak kulesiyle aynı hizaya baktığınızda arka tarafta Tepe Ev’i görebilirsiniz. Hac yolculuklarını yapan kişiler Welsh Köprüsü’nü geçerek ana cadde üzerinden önce St. George kilisesine, sonra da sıra halinde dizilmiş evlerin bitimine kadar yürürler. At arabasıyla gidilen bir sonraki durak, yüksek kaldırımları ortadan ayıran Tepe Ev’in girişidir. St. George Kilisesi’nin yakınlarında bulunan, yeni evlerin yapıldığı kısa caddeye ‘Darwin Caddesi’ deniliyor. İngiltere’nin Shropshire yerleşiminden gelen en tanınmış ailesinin bu kasabada bulunduklarının tek resmi kanıtıdır bu kısa cadde. Üniteryen Şapeli’nde daha şahsi bir anıt da bulunuyor. Bu anıt bir plakadır ve üzerinde şöyle yazar: ‘12 Şubat 1809’da Shrewsbury’de doğan, Türlerin Kökeni’nin yazarı Charles Robert Darwin’in anısına. Gençlik döneminde bu kilisenin, ibadetini aksatmayan bir üyesiydi. 19 Nisan 1882’de öldü.’ Anladığımız kadarıyla Bayan Darwin mensubu olduğu ve içinde yetiştiği dini mezhebe pek bağlı biri değildi. Ama zaman zaman oğullarının vaftiz edildiği St. Chad’s Kilisesi’ne giderdi.”] diye anılmaya başlandı. Böylece yuvasını kuran Robert, Marylebone Kilisesi’nde evlendiği, ünlü çömlekçi Wedgwood’un en büyük kızı Susannah Wedgwood’u 18 Nisan günü evlerine getirdi.
Charles Darwin’in annesinin karakteri ve aldığı eğitim, oğlu 8 yaşındayken hayatını kaybetmesi kendisinin çocuğun yaşamına etkide bulunma şansını oldukça kısıtlamış olsa da dikkate değerdir. 1765 yılının ocak ayında Burslem’de doğmuştu, bir yaşına bastığı zaman babası onun “zarif ve hayat dolu bir kız” olduğunu söylemiş, böylece babasının en sevdiği çocuğu haline gelmişti. Eğitiminin bir kısmını Londra’da, babasının ortağı Thomas Bentley gözetiminde tamamlamıştı. Tıpkı babasında olduğu gibi Bentley’nin kalbinde de özel bir yere sahipti. Daha sonra eve dönüp erkek kardeşleriyle birlikte iyi bir tedrisattan geçerek eğitimini tamamlamıştı. Darwin’ler ve Wedgewood’lar birbirlerini devamlı ziyaret ediyorlardı; yaşlı Erasmus Darwin, genç Bayan Wedgwood’u pek sevmişti. Bayan Wedgwood, evliliğine kadar geçen sürede birçok saygın kişiyle vakit geçirerek olgunlaşmıştı, her zaman kitap okuyordu, Londra cemiyetinde edindiği tecrübeler ve İngiltere’nin birçok yerine yaptığı seyahatlerle kırsal bölge doktoru Darwin için uygun bir eşti. 1795 yılında vefat eden babasından kayda değer bir miktar paranın yanı sıra değerli birçok melekeyi de miras aldığına şüphe yok. Bayan Wedgwood ona kalan bu mirasın, dışarıya gösterdiğinden daha büyük bir kısmını oğlu Charles’a bıraktı. Bay Josiah Wedgwood’un meslek hayatı üzerine konuşmak büyük keyif verecek olsa da şimdilik bunu es geçiyoruz. Bayan Meteyard’ın Bay Wedgwood için söylediği sözler aslına bakarsanız Charles Darwin için söylenmiş gibidir: “Sabırlı, güçlü bir duruşu olan, alçakgönüllü, gösterişten uzak, ne kadar muhteşem biri olduğuna dair en ufak bir fikri olmayan birisi. Attığı her adımı ince eleyip sık dokuyarak kendinden emin bir şekilde ilerlemesi gerektiği zamanlarda dahi bütün bu sabrı, gösterişten uzak oluşu ve duruşuyla aslında ahlaki duruşunun sağlamlığını ve zekâ dolu biri olduğunu gözler önüne seriyor.” Sanatsal yaratımda hakikaten bir dahi olan Wedgwood, ileri bir zamanda bilim alanında çok daha büyük bir dâhi olacak kişinin âdeta habercisiydi.
Henüz ileride ünlü olacak oğlu doğmadan önce Bayan Wedgwood’un sağlık durumu kötüleşmeye başlamıştı. 1807 yılında bir arkadaşına, “Benim dışımda herkes genç gözüküyor,” diye yazmıştı. İkinci oğlu (tabii ondan önce dört kız çocuğu dünyaya gelmişti), 12 Şubat 1809’da Tepe Ev’de doğdu ve aynı sene 17 Kasım’da Shrewsbury’deki St. Chad’s Kilisesi’nde “Charles Robert” adıyla vaftiz edildi. Kötüye giden sağlık durumu nedeniyle Bayan Wedgwood’un sessizce kitap okumaya, ev işlerine, çeşitli bitkilerle zenginleştirilmiş bahçesine ve çok sayıdaki evcil hayvanına gösterdiği ilgi de elbette artmıştı. Tepe Ev’in güvercinlerinin güzelliği, çeşitliliği ve eğitimleri hem kentte hem de kentin ötesinde çok iyi bilinirdi. Bay Woodall, Charles Darwin’in okuldan arkadaşı olan din adamı W. A. Leighton’ın, Darwin’in çiçek toplarken annesinin bitkibilime ilişkin temel derslerinden birini anımsadığını hatırladığını belirtir. Ne yazık ki annesi, Tepe Ev’i çok erken bir zamanda terk etmiştir. Bayan Wedgwood, Charles’ın dokuz yaşına basmasına aylar kala, 1817 yılının temmuz ayında vefat etti.
Dr. Robert Darwin’in en büyük oğluna dedesi Erasmus’un ismi verilmişti ve Carlyle’larla yakın dost olmasıyla göze çarpardı. Carlyle,[15 - Thomas Carlyle (4 Aralık 1795-5 Şubat 1881). İskoç yazar, çevirmen, tarihçi, matematikçi ve öğretmen. Saygın tarihçinin Fransız İhtilali’yle ilgili yazdığı The French Revolution: A History adlı kitabı, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi kitabını yazmasına ilham kaynağı olmuştur. Eski bir Kalvinist olan Carlyle aynı zamanda toplum eleştirmenidir. (ç.n.)]Reminiscences[16 - İng. Hatıralarım. (ç.n.)] adlı kitabında Erasmus hakkında, “Kendine özgü bir karakteri, alaycı yapısı ve pratik zekâsı olan biriydi. Tanıdığım en samimi, en dürüst, en mütevazı insandı. E. Darwin, verdiğim derslerde merhum Whewell’in[17 - William Whewell (1794-1866). 19. yy. Britanya’sının en önemli bilge figürlerinden biri. Astronomi, jeoloji, ekonomi, eğitim reformu, ahlak felsefesi gibi birçok alan hakkında yazılar yazmıştır. John Herschel, Charles Darwin, Michael Faraday gibi herkesçe bilinen bilim insanları Whewell’in fikrine başvurmuşlardır. “Anot”, “Katot”, “İyon” gibi kelimelerin yaratıcısıdır. Ayrıca o zamana kadar “man of science” (bilimle uğraşan insan), “natural philosopher” (doğa filozofu) olarak bilinen kişiler için günümüzde kullanılan “scientist” (bilim insanı) terimini ortaya atmıştır. (ç.n.)] beni ne kadar hevesle dinlediğini (her zaman benimle aynı fikirde olmasa da) görmüş ve ona ‘Uyumlu Demirci’ adını takmıştı. Sevgilim, dürüst adam Darwin’i çok severdi. Dükkânlara ve benzeri yerlere birlikte giderlerdi. O zamanlar omnibüsler[18 - Eski zamanlarda atların çektiği, birden fazla kişiye taşıma hizmeti veren arabalar. (ç.n.)] çok pahalıydı, binmek için insan iki kere düşünürdü ve Darwin, eşimi tek atlı binek arabasıyla oradan oraya götürürdü. Darwin’in zaman zaman alaycı olan söylemleri eşime büyük keyif verirdi. Daha ilk bakışta onu ‘kusursuz bir beyefendi’ olarak tanımlamıştı. Ona göre yapmacık tek bir yanı dahi olmayan, kıymeti az bilinen, şefkatli biriydi.” Erasmus Darwin 77 yaşında, 1881 yılında vefat etmiştir. Hiç kuşkusuz çok kabiliyetli bir insandı, fakat bu kabiliyetine dair ondan geriye hiçbir şey kalmadı. Küçük kardeşi gibi o da mezunu olduğu Cambridge Christ’s College üyesiydi. Tıp alanındaki diplomasını 1828 yılında bu okuldan almıştı.


6 yaşındaki Charles Darwin, kız kardeşi Catherine'le birlikte

Charles Darwin, annesinin yaşamının son bulacağı 1817 yılının başlangıcında, tıpkı Wedgwood’lara benzer şekilde Darwin’lerin de bağlı bulunduğu Shrewsbury Üniteryen Kilisesi’nin vaizi Papaz George Case’in yanına okula gönderildi. Ardından 1818 yazının ortalarında, daha sonra Lichfield piskoposu olacak Samuel Butler’ın yönetimindeki Shrewsbury İlköğretim Okulu’na devam etti. Her yerde olduğu gibi buradaki öğretimin de temelinde klasikler vardı, bunlar geleceğin doğabilimcisinin zevkine pek hitap etmemişti. İngiliz okullarının şanına yaraşır olmayacak ama Charles Darwin bu okulların verdiği eğitimden pek fayda göremedi. Darwin’in zihnini şekillendiren, o dönemler tali bir konu olan Öklid dersi, Shrewsbury okulunun gerçek eğitim namına ona verebildiği tek şeydi. Doğa anaya ve onun bereketli yapıtlarına ilişkin çalışmalar, Darwin tarafından oldukça ilgi çekici bir hale getirilmiş olmalarına karşın, bahsi edilen dönemden yetmiş sene sonra bile okullarımızda verilen eğitimde kendilerine hâlâ pek az yer bulmaktadır.
Bilindik derslere ilgi duyan genç adam, okul arkadaşlarının sportif faaliyetlerine karşı herhangi bir ilgi göstermedi. Okul arkadaşı Papaz W. A. Leighton’ın dediğine göre sessizdi, çoğu zaman düşüncelerinde kaybolurdu, ayrıca yalnız başına gezinmeyi de çok severdi. Bir diğer okul arkadaşı, Shrewsbury’deki St. Chad Bölge Papazı John Yardley’ye göre ise neşeli, iyi huylu ve konuşkandı. Çocukluk yıllarında yaşadığı kayda geçen kazalardan birisi, “dalgınlıkla” eski Shrewsbury surlarından düşmesiydi. Küçüklüğünde bile okul çağındaki her çocuğun ilgisini çeken deniz kabukları, madeni para, mühür gibi objeleri toplayıp koleksiyon yapmaya bayılırdı. Hem Darwin ailesinde hem de Wedgwood ailesinde var olan, mekaniğe yönelik doğuştan gelen yetenek, çocukların mekanizmalara olan ilgisinde kendini göstermişti. Darwin’in, gençlik hatıralarında hiç unutmadığı şeylerden biri dayısı Josiah Wedgwood’un ona verniye ölçeğinin nasıl kullanıldığını açıklamasıydı. Babasının arazisindeki güvercinler, egzotik bitkiler, bodur ağaçlar ve çiçeklerin Darwin’in zihninde hiç kaybolmayacak şekilde yer ettiğine ve Darwin farkında olmasa da bunların onu gelecekteki haline hazırladığına şüphe yok. Çok şükür okul günleri pek uzun sürmedi. 1825 yılında, on altı yaşındayken, tıpkı dedesi ve babası gibi kendini tıp alanına adamak için Edinburgh Üniversitesi’ne gitti. On altı yaşındaki genç adam, kitaplardan ziyade uzun uzun düşünüp gözlemler yaparak elde ettiği sonuçlarla donanmış bir haldeydi; içten gelen özgün karakteriyle, doğru olduğunu düşündüğü şeyi özümseyeceği ve kendisine uygun olmadığını düşündüğü şeyi reddedeceği, gürültüyle gösterişin yer almayacağı, bağımsız bir rol üstlenmeye hazırdı.

Ikinci Bölüm
Charles Darwin Edinburgh’a geldiğinde, üniversite en şaşaalı dönemlerinden birini yaşamıyordu. Tıp eğitimi veren profesörler, Darwin’i bu alana çekmeyi başaramadılar, iki senelik bir eğitim dönemi sonrasında Darwin, tıbbın onu içine çekmemesi gerektiğine karar verdi. Diğer yandan doğa tarihi için bambaşka bir durum sözkonusuydu. Darwin’in bu alana ilgisi gittikçe arttı. Edinburgh Üniversitesi’ndeki Plinian Society’de[19 - İng. Plinius Topluluğu. Edinburgh Üniversitesi’nde doğa tarihiyle ilgilenen öğrencilerin kurduğu kulübün adıdır. (ç.n.)] kafa dengi insanlarla karşılaştı. W. F. Ainsworth[20 - Döneminde Plinian Society başkanlığını yapmıştır. (ç.n.)] yazdığı The Athenaeum (1882) adlı kitapta Darwin’le beraber doğa tarihiyle ilgili, onlara ipuçları verebilecek nesneler bulmak umuduyla kimi zaman Firth of Forth[21 - İskoçya’da birçok nehrin buluştuğu bir haliç, Kuzey Denizi’ne bağlanır. (ç.n.)] kıyılarına, kimi zamansa Fife[22 - İskoçya’nın batısında yer alan bir bölge. (ç.n.)] kıyılarına veya bölgedeki adalara kısa gezintiler yaptıklarını yazmıştır. Günlerden bir gün yine bir gezinti için bitkibilimci Dr. Greville’le birlikte May Adası’na gitmişlerdi. Kara ayaklı martıların ve diğer su kuşlarının tiz çığlıklarının, Scottish Cryptogamic Flora[23 - İng. İskoçya’nın Tohumsuz Bitkileri.] kitabını yazan saygın yazar Dr. Greville’in üzerinde bıraktığı etki, Darwin ve Ainsworth’u fazlasıyla eğlendirmişti, hatta Dr. Greville yemyeşil çimenlerin üzerine uzanarak engelleyemediği gülüşünün keyfini çıkarmıştır. Yine bu gezilerin bir başkasında genç doğabilimciler gecenin karanlığında Inchkeith’ta[24 - İskoçya’nın en doğusunda olan bir ada. (ç.n.)] mahsur kalmışlar ve deniz fenerine sığınmışlardı.


Bu tarihten sonra Darwin sadece koleksiyoncu ve keşif yapan bir doğabilimci değildi, artık önemli biyolojik olguları da gözlemliyordu. 27 Mart 1827 günü Plinian Society’de bir sunum gerçekleştirdi. Bu sunumda, plyzoa sınıfından yosun hayvancıklarının bir türünün (Flustra foliacea) yumurtalarında (daha ziyade larvalarında) birlikte yaşam süren binlerce organizmanın sürekli olarak keçeye benzer bir koloni oluşturduğundan bahsetti. Bu larvanın hareketinin eskiden seyrek olsa da artık sıklıkla karşılaşılan bir yapı olduğunu keşfettiğini duyurdu. Buna ek olarak, o zamana kadar bir yosun türünün ilk evrelerinden biri olduğu zannedilen küçük siyah varlığın aslında Pontobdella muricata (bir çeşit deniz sülüğü) yumurtası olduğunu ortaya çıkardı. Aynı yılın 3 Nisan’ındaysa bu deniz sülüğünün, yumurtalarının ve yavrularının da yer aldığı örneklerini sergiledi.
Kuşkusuz, Darwin bu araştırmaları yaparken Dr. Grant’ın teşvik ve yardımlarından faydalanmıştı. Daha sonraları University College London’da doğa tarihi bölümünde profesör olacak olan Dr. Grant, o zamanlar Edinburgh Üniversitesi’nde süngerlerin yapısı üzerine incelemeler yapıyordu. Sözkonusu dönemde Edinburgh’ta fevkalade bir doğa tarihi müzesi kurmakla meşgul olan Profesör Jameson da bir şekilde Darwin’i etkileyen kişilerden biriydi. Üstelik Profesör Jameson, hayvanbilimi üzerine verdiği ilk dersin “Hayvanbilim Felsefesi” başlıklı bölümünün sonuç kısmı için “Hayvan Türlerinin Kökeni” başlığını seçmişti. Demek ki Darwin, hayvanbilimsel çalışmalarına henüz Edinburgh’tayken başlamıştı ve kuzeydeki üniversitenin, bu dehayı yetiştiren okullardan biri olma ayrıcalığını Cambridge’le paylaşması gerektiği kabul edilmelidir.
Tıp hoşuna gitmediğinden, Edinburgh’un genç Darwin’e hitap edebilecek kendine özgü başka bir cazibesi bulunmuyordu. Bu nedenle 1828 yılı başlangıcında İngiltere Kilisesi’nin bir mensubu olma fikriyle Cambridge Christ’s College’a kaydoldu. O dönemde biyoloji çalışmak isteyen öğrencileri teşvik edici unsurların Cambridge’de pek kısıtlı olduğu düşünülebilir, bununla birlikte her ne kadar klasik edebiyat ve matematik çalışmaları, akademik derece elde edebilmenin tek yolunu teşkil ediyorduysa da eşi benzeri görülmemiş bir gayret ve dehaya sahip kimi hocalar, yaklaşmakta olan devrimin temellerini hazırlıyordu. Sedgwick, tanrının mesajını yayanları andıran ateşli bir tavırla yerbilimi öğretiyordu, bitkibilimci Henslow ise en sıradan çiçekten dahi ilgi çekici dersler çıkarılabileceğini ortaya koyuyordu. Özellikle Henslow, ihtiyar hocasını asla unutamayan genç Darwin’i cezbetmişti. Beagle gemisiyle yaptığı yolculuğunda tuttuğu güncenin giriş kısmında Profesör Henslow’a içten bir teşekkür sunduğunu görüyoruz: “Cambridge’de öğrenciyken doğa tarihinden tat almamı sağlayan en büyük nedenlerden biri… Yokluğumda eve yolladığım araştırmalarımdan örnekleri düzenleyen ve tavsiyeleriyle araştırma girişimlerime yön veren; döndüğümden beri dur durak bilmeden, sadece cömert bir dosttan gelebilecek tüm yardımları bana sağladı.”
Darwin’in Profesör Henslow hakkında yazdıklarının, Rahip L. Jenyns’in başarılı bilim insanıyla ilgili yazdığı Memoirs[25 - İng. Anılar.] kitabına katkı sağladığı da su götürmez. Şüpheye mahal bırakmayan bir diğer şeyse bir başkasının karakterini bu şekilde resmederek Darwin’in aynı zamanda, Bay Ro-manes’in de dediği gibi, “farkında olmadan kendi kendinin oldukça başarılı bir tasvirini” yaptığıydı.
Darwin, Cambridge yıllarıyla ilgili şöyle yazmıştır: 1828 yılının başlarında Cambridge’e gittim ve doğa tarihinin herhangi bir dalına ilgi duyan tüm öğrenciler, hiçbir ayrım gözetilmeksizin Henslow tarafından desteklendiğinden çok geçmeden bazı böcekbilimci[26 - Darwin’in bu sözü, Bay Grant Allen’ın Darwin’in “ilk âşık” olduğu alanın yerbilim olduğu savını çürütür. Darwin Cambridge’e geldiğinde kendini bir böcekbilimci olarak görüyordu ve Edinburgh’tayken tam anlamıyla bir doğabilimci olduğu da Bay Ainsworth’ün dediklerine bakılırsa oldukça açık. Herkesçe tanınmış Amerikalı böcekbilimci C. V. Riley, “The American Entomologist dergisinin editörü Benjamin Dann Walsh’ın (aynı zamanda Cambridge’de Darwin’in sınıf arkadaşıydı), Darwin’in doğa tarihine olan düşkünlüğünü Cambridge’de geçirdiği zamanlarda bir böcek koleksiyonu yaparak gösterdiğini söylemişti,” diye aktarıyor (Proceedings of the Biological Society of Washington, ABD, 1. Cilt, 1882, s. 70). Öyle ki Charles Darwin, 1833 yılında kurulan Entomological Society of London’ın (Londra Böcekbilim Cemiyeti) asil üyelerinden biriydi ve 1838 yılında kurula seçilerek hayatı boyunca bu cemiyetin düzenlediği faaliyetlere ilgi gösterdi. 4 Ocak 1836 tarihinde Chiloe’den (Şili’de bir ada) böceklerle ilgili yazdığı bir günceyi ev adresine göndermiş, bu günce Charles Babington (şimdi Cambridge bitkibilim departmanında profesör) tarafından Cemiyet’in önünde yüksek sesle okunmuştu.] dostlarım aracılığıyla Profesör Henslow’la tanıştım. Hiçbir şey, onun genç doğabilimcilere karşı sergilediği bu destekleyici tavırdan daha basit, daha candan ve daha içten olamazdı. Kısa süre içinde onunla yakınlaştım. Profesörün engin bilgi birikimi karşısında dehşete kapılıyor olsak da çevresindeki gençlerin kendilerini rahat hissetmelerini sağlayan olağanüstü bir etkisi vardı. Profesörle tanışmadan önce genç bir arkadaşın, profesörün her şeyi bildiğini söyleyerek ondaki tüm yetenekleri özetlediğini işitmiştim. Her anlamda bizden daha üstün ve daha yaşlı bir adamın yanında, bu kadar rahat hissedebildiğimizi düşündüğümde bu rahatlığın sebebini sanırım, onun samimi biri olmasıyla, iyi kalpliliğiyle ve asla kendini düşünmemesiyle açıklayabilirim. Muhteşem zekâsıyla veya her konuda ne kadar bilgili olduğuyla değil, yalnızca meşgul olduğu konuyla ilgilendiği bir bakışta görülebilirdi. Herkesi etkileyen bir diğer tavrıysa yaşlı ve tanınmış insanlar ile genç öğrencilere aynı şekilde yaklaşmasıydı, herkese karşı alabildiğine dostça bir kibarlık sergilerdi. Doğa tarihinin herhangi bir alanıyla ilgili en işe yaramaz gözlemleri dahi büyük bir ilgiyle dinler, biri ne denli saçma bir hata yaparsa yapsın sözkonusu hataya öyle açık ve öyle kibar bir şekilde işaret ederdi ki karşı tarafın cesaretinin kırılması şöyle dursun bir sonraki sefer daha isabetli bir yorumda bulunmak için azmederdi. Uzun lafın kısası, Profesör Henslow kadar gençlerin güvenini tam anlamıyla kazanabilen ve tutkulu oldukları şey üzerine yönelmelerini teşvik eden bir kişi daha yoktur.
Bitkibilim üzerine verdiği dersler kolayca anlaşılabilir cinstendi, herkesçe seviliyordu. Hatta o kadar seviliyordu ki ondan daha yaşlı üniversite mensuplarının bile üst üste birkaç derse katıldığı oluyordu. Profesör, haftada bir akşam evini misafirlere açar, doğa tarihine ilgisi olan herkes evinde düzenlenen bu toplantıya katılırdı. Bireyler arası iletişimi güçlendiren bu toplantılar tıpkı Londra’daki bilim topluluklarındaki gibi Cambridge’de de oldukça faydalı oluyordu. Kimi zaman üniversitenin en seçkin akademisyenleri de bu toplantılara katılırdı. Yalnızca birkaçının katıldığı toplantılardan birinde, o dönem önde gelen isimlerin, çok çeşitli ve etkileyici yetenekleriyle, akla gelebilecek her türlü konu hakkında sohbet ettiklerine şahit oldum. Bu, genç öğrenciler için hiç de öyle basit bir şey değildi, çünkü bu sohbetler bizi düşünmeye itiyor ve heveslendiriyordu. Profesör, bitkibilim sınıfını bir dönem içinde iki üç kez günübirlik gezilere götürürdü. Bu gezi nadir bulunan bir bitkiyi kendi habitatında gözlemlemeye gitmek ya da bataklığı gözlemlemek için bir tekneye atlayıp nehir boyu gezinmek ya da at arabalarına atlayıp vahşi zambakları veya haçlı karakurbağasını görmek için Gamlingay[27 - Cambridge’e 25 km uzaklıkta ve güneybatısında kalan bir kasaba. (ç.n.)] gibi daha uzak yerlere gitmek olabiliyordu. Yaptığımız bu kısa geziler bende çok güzel anılar bıraktı. Gezi günlerinde Profesör, küçük bir çocuk gibi canlanırdı. Kırlangıçkuyruklar familyasından bir kelebeğin peşinden engebeli ve tehlikeli bataklıklara doğru koşanların başlarına gelen talihsizlikler karşısında çocuklar gibi içten kahkahalara boğulurdu. Sık sık bir bitki veya bir cisim hakkında bir şeyler anlatmak için dururdu. Doğa tarihinin bütün alt alanları üzerine araştırmalar yaptığından dolayı her bir böcek, kabuk veya fosil hakkında bir bildiği olurdu. Böyle geçen her günün sonunda bir pansiyonda veya evde akşam yemeği yerdik, bu yemeklerde hepimiz pek bir neşeli olurduk. Eminim bu günübirlik gezilere katılan herkes, gezilerin akıllarda keyif verici anılar olarak kalacağı konusunda benimle hemfikir olacaktır.
Zaman geçtikçe Cambridge’de Profesör Henslow’la daha da yakınlaştık. Yardımseverliğinin sonu yoktu, beni sık sık evine davet ediyor, yürüyüşlerinde ona eşlik etmeme izin veriyordu. Her konu hakkında konuşuyordu, dine bakış açısı da buna dahildi, görüşlerini açıkça ifade etmekten çekinmiyordu. Bu seçkin adama o kadar çok şey borçluyum ki… Ne zaman ihtiyaç duysanız hep oradaydı. Kaptan Fitzroy, H.M.S. Beagle adlı gemiyle çıkacakları keşfe katılmak isteyen herhangi bir doğabilimciye kamarasının bir bölümünü vermeyi teklif ettiğinde, çok az tanıdığı fakat çalışacağını düşündüğü biri olarak beni önermişti. Doğa tarihine sıkı sıkıya bağlıydım, bu alana olan ilgimin kaynağı da büyük ölçüde Profesör Henslow’du. Beş yıl süren deniz yolculuğum süresince benimle sık sık mektuplaşarak çalışmalarıma yön verdi. Büyük kutularda eve yolladığım her bir numuneyi teslim aldı, açtı ve ilgilendi. Bu beş sene boyunca bana karşı ne kadar nazik ve yardımsever olduğunu bir kez bile aklından geçirmediğine eminim.
Profesör Henslow’la yakın ilişki kurduğumuz o yıllarda sakinliğini bir an olsun kaybettiğine şahit olmadım. İnsanlardaki zayıf yönleri fark etmesine ederdi ama hiç kimse hakkında kötü de düşünmezdi. Bana kalırsa onun zihninde ne kibre, ne kıskançlığa ne de hasede yer vardı. Bütün bu yardımsever ve sakin karakterine karşın asla sıkıcı bir insan değildi. Tabii bu uysal görünümünün altında güçlü ve kararlı bir iradeye sahip olduğunu göremeyen bir kişi de düpedüz kördür. Prensipleri sözkonusu olduğunda hiç kimse onu yolundan alıkoyamazdı. Gözlem yapmaya ilişkin keskin kabiliyeti, sağlam hissiyatı ve ihtiyatlı sağduyusu onun zekâsının baskın özellikleriymiş gibi görünüyordu. Anlık gözlemlerden ulaştığı sonuçlar kadar onu eğlendiren başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Bununla birlikte, Anglesea’nin jeolojik yapısı üzerine kaleme aldığı muhteşem inceleme ise onun uzun süreli gözlem yapma ve kapsamlı görüşler ortaya koyma yeteneğini gözler önüne sermektedir. Büyük bir gönül borcu ve hürmetle kendisinin karakteri üzerine düşündüğümde, Profesör’ün ahlaki nitelikleri, böyle yüksek bir karaktere sahip kişilerde olması gerektiği gibi, onun zekâsının dahi ötesine geçmektedir.
Yukarıda verdiğimiz alıntıda genç Darwin’in ne kadar alçakgönüllü olduğu ortadadır. Kendi samimiyetini, öğrenme aşkını, bilim alanında çoktan yetkinlik sahibi olmuş kişilere olan saygısını ve tanıştığı bu önemli insanlarla kurduğu güzel ilişkilerdeki rolünü görmezden gelmektedir. Henslow, Kaptan Fitzroy’a Darwin’i önerirken “Çok fazla bir şey bilmeyen,” biri olarak değil de, “Gelecek vaat eden genç bir adam, yerbilimine ve pek tabii ki doğa tarihinin tüm dallarına çok meraklı,” sözleriyle tanıtmıştı. Fitzroy şöyle yazar: “Nihayetinde Bay Darwin’e gemimde seyahat etmesi için bir teklif yapıldı ve o da karşılığında bu teklifi kabul etti. Gemiye binebilmesi için izinler alındı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Darwin’in geminin levazım kayıtlarıyla ilgilenmesine yönelik emir verildi. Bay Darwin’in gemiye biniş şartları ise hiçbir izne gerek duymadan Beagle’ı istediği zaman terk edebilmek, uygun gördüğünde keşif gezisinden ayrılabilmek ve yemek masraflarımızdan kendine düşen payı ödemekti.”
Darwin 1831 yılında sıradan bir diploma[28 - İng. Ordinary or Poll Degree. “Poll Degree” İngiliz üniversitelerinde tek bir alanda uzmanlaşmayan, bunun yerine birden fazla alanda belli bir bilgi birikimi oluşturan kişilere veriliyordu. Bu kişilerin, hayatlarının ilerleyen döneminde uzmanlaşmaları için ek bir eğitim almaları gerekirdi. (ç.n.)] aldı ve 1837’de sosyal bilimler yüksek lisansına kabul edildi. Araya giren altı yıllık dönemde en az fen bilimlerinde yüksek lisans yapmış biri kadar bilgiliydi ama tabii o zamanlar Britanya topraklarındaki hiçbir üniversite bunu yeterli görmüyordu. 242 ton ağırlığında, üç direkli yelkenli Beagle’la yaptığı unutulmaz yolculuğu, gemi daha yola çıkamadan şiddetli rüzgârlar nedeniyle iki kere limana geri döndüğünden gecikmeyle başlamıştı. En sonunda Beagle, 27 Aralık 1831 tarihinde Devonport[29 - Adanın güneyinde yer alan Plymouth şehrinde bir bölge. (ç.n.)] limanından yola çıktı. Yolculuğun amacı Patagonya ve Tierra Del Fuego’da yapılan araştırmayı tamamlamak; Şili, Peru ve bazı Pasifik adaları kıyılarını araştırmak ve dünyanın çevresinde bir dizi kronometrik ölçüm yapmaktı.
Profesör Henslow’un, genç öğrencisi Darwin’in kaydettiği ilerlemeyle ne kadar ilgili olduğu, 1835 yılında (1 Aralık) Cambridge Philosophical Society’nin (Cambridge Felsefe Topluluğu) üyelerine dağıtılması için mektuplarının bazı bölümlerini bastırmasında görülebilir. Bölümler bazı heyecan verici yerbilimsel gözlemler barındırdığından Profesör, basım öncesinde, 16 Ekim’de bu gözlemleri yüksek sesle topluluğa okumuştur. Sonraki satırlar, gezginin şahsına aittir ve alıntılanabilir. Darwin, 15 Ağustos 1832 tarihinde Montevideo’dayken[30 - Uruguay’ın başkentidir. (ç.n.)] şöyle yazmıştı: “Her bir omurgasız üzerinde inceleme yaparken ne kadar az zaman harcarsam o kadar çok omurgasız örneği toplayabilirim. Ama doğabilimciler için iki hayvanın kendine özgü şeklini ve rengini not etmemin, altı hayvanın görüldüğü tarihi ve zamanı not etmemden daha değerli olacağı kanaatine vardım.” İşte burada, daha sonra gelecek başarılarının kaynağı olan doğruluğu görüyoruz. 24 Kasım 1832 tarihinde yine Montevideo’dan şöyle yazmıştı: “Küçük kurbağaya gelirsek… Umuyorum ki keşfedilmemiştir, öyleyse ona Diabolicus (şeytani) adını verebiliriz. Milton, ‘kurbağa gibi çömelmek’ derken bu küçük kurbağadan bahsediyor olsa gerek.” 1834 yılının Mart ayında East Falkland adasından şöyle yazmıştı: “Güney Amerika’nın güneyindeki doğu kıyılarının tamamı, midyelerin henüz mavi rengini kaybetmediği dönemlerden beri okyanus seviyesinden yükselmeye devam etmiş.” 18 Nisan 1835 yılında Şili’deki And Dağları’nın merkezindeki zirveler hakkındaki incelemeleriyse şöyleydi: “Burada şahit olduğum bazı manzaralardan aldığım keyfi size anlatamam. Bir kez de olsa böylesine yoğun bir keyfi tatmak için İngiltere’den buraya gelmeye değer. Üç bin, üç bin yedi yüz metre yüksekliğe çıktığınız zaman havada faklı bir berraklık var, uzaklıklar kafanızı karıştırabiliyor ve sanki başka bir âlemdeymişsiniz hissini veren bir nevi dinginlikle karşılaşıyorsunuz.”
Şimdi de ilk defa 1839 yılında yayımlanan, Fitzroy’un anlatımlarının üçüncü cildini oluşturan Darwin’s Journal’a[31 - İng. Darwin’in Güncesi. (ç.n.)] gelelim. 7 Ocak 1832 tarihinde Teide Yanardağı’nın[32 - 3718 metre yüksekliğindeki bu dağ, Kanarya Adaları’ndan biri olan Tenerife’de bulunmaktadır. İspanya’nın en yüksek dağı ve dünyadaki en yüksek üçüncü ada volkanıdır. (ç.n.)] zirvesi bir anda aydınlanıvermişti, dağın daha alçak bölgeleriyse pamuk gibi bulutlarla çevriliydi. Bu olay sonrasında günceye şöyle yazılmıştı: “Hiçbir zaman unutulmayacak muhteşem günlerin ilki.” 16 Ocak’ta Yeşil Burun Adaları’na[33 - Cape Verde Islands. Atlas Okyanusu’nda bulunan bir Afrika ülkesidir. 10 ada ve 8 adacıktan oluşur. (ç.n.)] ulaşıldı ve bu adaların volkanik özellikleri titizlikle incelendi. Darwin’in yanında Lyell’ın[34 - Britanyalı yerbilimci Charles Lyell (1797-1875) daha kimseler ilgilenmezken yerbilim alanıyla ilgilenmeye başlamıştır. Lyell, Kaptan Fitzroy’un da bir arkadaşıdır ve kitabı Darwin’e, Kaptan Fitzroy vermiştir. (ç.n.)] 1830 yılında yayımlanmış meşhur Principles of Geology[35 - İng. Temel Yerbilimi (ç.n.)] kitabının ilk cildi vardı (ikinci cildi 1832 yılında yayımlanmıştı). 1845 yılında yayımlanan güncesinin ikinci basımında, “Bu güncede bilimsel bir bilgi bulunuyorsa ve yazarın diğer eserlerinde de bu tarz bilgilere rastlayacak olursanız şayet, bu bilgiler herkesçe bilinen ve hayran olunan Principles of Geology kitabının incelenmesiyle elde edilmiştir,” diyerek memnuniyetle şükranlarını ifade eder. Darwin çoktan küçük organizmaların ve rüzgâr esintisiyle havada uçuşan toz parçacıklarının[36 - Bay Grant Allen (Darwin, s. 42), Darwin’in, rüzgârla geminin güvertesine gelen tozda 67 farklı canlı form gözlemlediğini belirtir. Canlı formları tespit eden kişi, Darwin’in tozları gönderdiği Ehrenberg’di ve Ehrenberg’e yollanan her beş paketten dördünü de Darwin’e Lyell vermişti. (Darwin’s Journal, ikinci basım, s. 5)] dağılımına dair notlar almaya başlamıştı. Kara parçasındaki taşlardan yaklaşık 480 km uzaklıkta bir deniz taşıtına kadar gelen toz parçacıkları olduğunu görmek, onu gerçekten de çok şaşırtmıştı. Bu toz parçacıklarını gördükten sonra onlardan daha hafif ve küçük kriptogam bitkisinin[37 - Bu bitkiler, tohuma veya çiçeğe ihtiyaç duymadan sporla çoğalırlar. Eğrelti otu, algler ve hayvanlara daha yakın oldukları için başka bir gruba alınan mantarlar, sporla çoğalan bitkiler arasında sayılıyordu. (ç.n.)] sporlarının dağılımı olayının, kimseyi şaşırtmaması gerektiğini belirtmiştir.
Atlantik Okyanusu’nda volkanik bir ada olan St. Paul’a 16 Şubat’ta ulaşıldı. Okyanusun ortasında yeni oluşmuş bu ada, genç doğabilimcinin zihninde yer eden görkemli palmiyeler ve kuşlarla dolu hoş düşünceleri yok edebilmek için yeterli olmuştu. Hiç bitki bulunmayan bu adada hiç olmazsa iki ayrı cins deniz kuşu vardı, bahsedilmeye değecek pek bir özelliği olmayan birkaç böcek ve örümcek ise faunayı tamamlıyordu. 20 Şubat’ta Fernando de Noronha adası geçildi ve sonunda Güney Amerika kıtasına ulaşıldı.
29 Şubat’ta, Brezilya’ya özgü ormanların olduğu Bahia’da geçen ilk günü için Darwin güncesine ilginç bir paragraf yazmıştır: “Pek hoş bir gün oldu. Tabii hoş kelimesi bir doğabilimcinin hayatında ilk defa, Brezilya ormanlarında tek başına dolaşırken hissettiklerini ifade edebilmek adına çok yetersiz kalıyor. Otların asaleti, asalak bitkilerin özgünlüğü, çiçeklerin güzelliği, yaprakların yemyeşil pırıltısı… Ama hepsinden de öte bitki örtüsünün bu kadar çeşitli olmasını hayranlıkla gözlemledim. Sesin ve sessizliğin çelişkili birlikteliği, ormanın gölgeler altında kalan bölgelerini sarıyor. Böceklerden gelen ses o kadar yüksek ki kıyıdan yüzlerce metre uzakta demirlemiş bir gemiden sesleri duyulabilir. Buna rağmen ormanın iç taraflarına gidildiğinde, orada muazzam bir sessizliğin hüküm sürdüğünü görüyorsunuz. Doğa tarihine tutkun biri için bu öyle bir gündür ki yaşadığı tatmini ve zevki, bir daha aynı şekilde tadamayacağını düşünmesine neden olacaktır.”
Nisan başında Rio de Janeiro’ya varıldı ve Darwin bunu takip eden üç ay süresince iç kesimlere doğru birçok gezi yaptı. Yaptığı keşif gezilerinde kaldığı misafirhanelerde, nadiren doğru dürüst bir konaklama elde edilebiliyordu. “İlk vardığımızda öncelikle atların eyerini çıkarır, onlara mısır verirdik. Daha sonra Senhor’u[38 - Portekizce konuşulan ülkelerde bir erkeğe saygıyla seslenirken kullanılan sözcüktür. Kadınlara hitap edilirken ise “Senhora” sözcüğü kullanılır. (ç.n.)] selamlayarak bize yiyecek bir şeyler verip veremeyeceğini sorardık. ‘Ne isterseniz bayım,’ cevabını alırdık genellikle. İlk seferlerde bizi böyle iyi adamlarla karşılaştırdığı için Tanrı’ya boş yere şükrettim. Sohbet devam ettikçe durum her daim daha içler acısı bir hal alırdı. ‘Bize verebileceğin balığın var mı?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ ‘Peki ya çorban?’ ‘Hayır, bayım!’ ‘Ya ekmek?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ ‘Ya kurutulmuş et?’ ‘Ne yazık ki bayım!’ Eğer şanslıysak birkaç saatlik beklemenin ardından tavuk eti, pirinç ya da farinha[39 - İspanyolca ve Portekizcede buğday ununa verilen ad. (ç.n.)] bulabiliyorduk. Akşam yemeğinde yiyeceğimiz kümes hayvanını taşla öldürmemiz, sık sık yaşanan bir hadiseydi. Yorgunluktan ve açlıktan bitap düştüğümüz zamanlarda, masamıza yemek geleceği için şükretmemiz gerektiği üstü kapalı da olsa hissettiriliyordu. Tatmin edicilikten en uzak, fiyakalı yanıt ise ‘Yemek hazır olduğunda, hazır olacaktır,’ olurdu. Halimizden daha fazla yakınacak olursak münasebetsiz olduğumuz öne sürülerek seyahatimize devam etmemiz söylenirdi. Ev sahiplerimiz gerçekten nezaketsizlerdi ve rahatsız edici davranışlar sergiliyorlardı. Evleri de evde yaşayanların üstü başı da aşırı pisti. Evlerde çatal, bıçak ve kaşık bulunması yaygındı. İngiltere’de bulunan hiçbir kır evinin veya kulübenin konfordan böylesine yoksun olmayacağına eminim.”
Genç gezginin karada yaşadığı bütün bu sıkıntılara, bir de deniz yolculuğu sırasında sürekli yaşadığı deniz tutmasını ve mide bulantısını (artık kronik bir hal almıştı) da eklersek çıktığı bu maceraperest yolculuktan çok daha önce ayrılmamış olması çok şaşırtıcıdır. Ne var ki başlarına gelen bütün sıkıntıların yanında dayanma gücü ve kararlılığı da bir o kadar fazlaydı, ayrıca doğayı incelemenin verdiği keyif, fiziksel anlamda yaşanan rahatsızlıkların hepsine üstün geliyordu. Amiral J. Lord Stokes, Beagle’daki yoldaşı ve eski arkadaşı vefat ettikten sonra The Times’a verdiği demeçte, bir saatlik çalışma sonrasında Darwin’in, “Eski dostum, biraz da enine gitmem gerek,” dediğinden, sonrasında masanın bir kenarını kullanarak vücudunu esnetip kendini biraz rahatlattığından ve bu kısa süreli aradan sonra çalışmaya devam ettiğinden bahseder.
Darwin’in Güney Amerika’da kölelik üzerine belirttiği bazı görüşleri gerçekten etkileyicidir ve kendisinin halden anlayan yapısını da gözler önüne serer. Aşağılık bir durum olan kölelikle ilgili Darwin’in daha önce hiç yaşamadığı kadar gaddarlık dolu bir anısına değinelim: “Eşine az rastlanır aptallıkta bir zenciyle geminin bir ucuna doğru yürüyordum. Beni anlayabilmesi için çabalarken yüksek sesle konuşup elimle işaretler yapıyordum ve bir işaret yaparken elim suratının hemen yanından geçti. Sanırım kendisi sinirlendiğimi ve ona vuracağımı düşündü, çünkü yarı kapalı gözleri ve korku dolu ifadesiyle ellerini hemen iki yanına indirmişti. Öylesine güçlü kuvvetli bir adamın, suratına gelen darbeyi (öyle sanmıştı) engellemekten dahi korku duyduğunu gördüğüm o andaki şaşkınlığımı, durumun iğrençliğini ve utanç hissimi hiçbir zaman unutmayacağım. Bu adam, köle olması için en aciz hayvandan bile daha kötü bir hale getirilmek üzere eğitilmişti.”
Journal’ın 1845’teki ikinci baskısına yapılan birçok eklemeden birinde, Darwin büyük bir içtenlikle şöyle yazmıştı: “19 Ağustos (1836) günü sonunda Brezilya kıyılarını terk ettik. Tanrı’ya şükürler olsun ki bir daha köleliğin olduğu bir ülkeye ayak basmayacağım. Şimdi bile uzaktan bir çığlık duysam, Pernambuco’daki bir evin yakınından geçerken duyduğumuz acı verici inlemeler ve zavallı bir kölenin işkence görmüş olduğunu tahmin ettiğim, fakat sitemde bile bulunamayacak kadar aciz olduğumda hissettiklerim, o günkü kadar gerçekçi biçimde zihnimde canlanır. Daha önce buna benzer bir durumla karşılaştığımızda inlemelerin işkence gören bir köleden geldiği söylenmişti, o yüzden bu sefer de yine bir köle olduğunu düşünmüştüm. Rio de Janeiro yakınlarında kalırken, karşı komşum yaşlı bir kadındı; kadın, kölelerinin parmaklarını çivilemek için evinde daima çivi bulunduruyordu. Bir seferinde, melez köleye her gün hakaretler edildiği, dövüldüğü ve en aşağılık hayvana bile edilmeyen zulmün ona edildiğini gördüğüm bir evde konaklamıştım. Sırf bana verdiği su pek temiz olmadığı için altı yedi yaşlarında küçük bir çocuğun çıplak başına kırbaçla (ben araya giremeden) üç kez vurulduğuna tanık oldum. Çocuğun babasının bacaklarının, efendisinden gelecek tek bir bakışta bile titrediğine şahit oldum. (…) Güvendiğim kimselerden duyduğum diğer mide bulandırıcı gaddarlıklara taş atmak niyetinde değilim. Şayet tanıştığım bazı kimseler, zencilere yapılan bu zulmün kabul edilebilir bir yasal eğlence olduğunu söylemeselerdi yukarıdaki satırlarda geçen olaylardan da bahsetmezdim. (…) Köle sahibi kişilere merhametle yaklaşan ve kölelere karşı acımasız olanlar kendilerini bir kölenin yerine asla koymamış olsa gerek. Bir şeylerin değişeceğine dair hiçbir umudun olmadığı, ne kadar da üzücü bir tablo! Bir gün eşinizin veya küçük çocuğunuzun (bir kölenin bile ona ait olan bir ailesi vardır) sizden koparılıp en yüksek teklifi veren ilk kişiye bir hayvanmışçasına satıldığını bir düşünün! Üstelik bu eylemleri yapanlar ve üstünü örtenler, komşularını da kendileri gibi sevdiklerini iddia eden, Tanrı’ya inanan ve yeryüzünde de onun istediği olsun diye dua eden kimseler!”[40 - Burada Matta İncil’inin altıncı bölümünün onuncu ayetine atıf yapılmaktadır. Ayetin tamamı şöyledir: “Egemenliğin gelsin. Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de senin istediğin olsun.” (ç.n.)]
Böylesine hararetli görüşler fuzuli değildir, aksine köleliğin geçmişte sebep olduğu acıları neredeyse hiç kavrayamayan yeni nesle bunları anımsatmak erdemli bir davranıştır. Bununla beraber, gördüklerinin bilim insanının üstünde bıraktığı izlenimden, ten renginin açık veya koyu olması fark etmeksizin tüm kölelerin çektiği ıstırapların ortadan kaldırılması konusunda başarıya ulaşılmasından memnuniyet duyma eğiliminde olduğu görülür. Gördüklerini kesinlikle memleketine taşıyıp İngilizlerle paylaşması gerekiyordu. Darwin zeki ve ileri görüşlü olduğu kadar empati yeteneği olan biriydi, yıllar sonra dostlarının onun kişisel özellikleri hakkındaki beyanları da kendisinin seyahat ettiği yıllarda tuttuğu şahsi kayıtlarlarıyla doğrulanmaktadır.
Tropikal ormanlar, genç gözlemci için henüz yeni ve keşfedilmemiş bir sayfaydı ve Rio’da kaldığı süre boyunca yaptığı gözlemlerin çeşitliliği ve bu gözlemlere olan ilgisi harikuladeydi. Kordilinler,[41 - Palmiyeye benzer yaprakları olan, pembe tonlarında bir bitki. Anavatanı Avusturalya ve Endonezya’dır, yaklaşık 15 farklı türü vardır. (ç.n.)] sarmaşıklar, gür eğreltiotları; yollar, köprüler ve toprak; yassı solucanlar, yağan yağmura karşı sıçrayan kurbağalar, ateşböceklerinin parıltısı, örümcekler ve eşekarılarının kavgaları, karıncaların zorluklar karşısındaki başarısı, maymunların davranışları, Brezilyalı küçük çocukların bıçak atma alıştırmaları… Tüm bu şeyler sırasıyla Darwin’in dikkatli gözlemleri arasında yerini aldı, bunlar tüm canlılığıyla anlatılmıştı.
1832 yılının Temmuz ayında Montevideo’ya ulaşıldı, Beagle’ın buraya demirlediği iki sene boyunca Güney Amerika’nın güney ve doğu ucundaki kıyılar ile La Plata’nın[42 - Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in merkezine verilen ad. (ç.n.)] güneyinde araştırmalar yapıldı. Maldonado’da[43 - Uruguay’ın başkenti Montevideo’nun doğusunda kalan bir kıyı şehridir. (ç.n.)] geçen on hafta içinde River Polanco’ya çok keyifli bir gezi düzenlendi, Darwin’in Journal’ında da bu geziye ithafen pek çok nükteli anlatım mevcuttur. “Burada yaşayanların birçoğu (Avrupa kökenliler) İngiltere’deki Londra ile Kuzey Amerika’nın, aynı yere verilen iki ayrı isim olduğunu düşünüyorlardı. Daha bilgili kimseler ise Londra ve Kuzey Amerika’nın birbirine yakın iki ayrı ülke olduğunu biliyorlardı; pek tabii İngiltere’nin, Londra’nın büyük semtlerinden biri olduğunu da!” “Sabah yüzümü yıkamam, Las Minas köyündeki insanların fısır fısır konuşmasına neden oldu. Köyde sözü geçen bir tüccar, bu kadar basit bir eylem nedeniyle beni sorguladı.” Avrupa kökenli bu varlıklı kişilerin yanında Darwin, kendini Orta Afrika yerlileri arasındaymış gibi hissetmişti. Üstün ırkın soyu bile işte böyle düşebiliyordu, bu kimselerle zenciler arasında pek bir fark yokmuş gibiydi gerçekten de. Ülkede ağaç bulunmamasının beraberinde getirdiği hatırı sayılır boşluk, konuyla ilgili yorum yapılmasına yetmişti. Tabii bu yorum eski usuldü, sadece konu hakkında bir yargıya varılmasından ibaretti: “Bu geniş alana ağaçlar yerine otsu bitkilerin yayılmış olması, çok uzak olmayan bir zamanda burada deniz sularının var olduğunu gösteriyor.” Darwin’in bu sözü, Journal’ın birinci basımında yer alıyordu, fakat 1845 yılındaki sonraki basımda bu sözler çıkarıldı, yazar özel olarak şöyle dedi: “Buna neden olan bilinmeyen başka bir sebep aramalıyız.”
Maldonado’dan bir sabah yürüyüşü uzaklıktaki mesafede en az seksen farklı cins kuş toplandı, birçoğu son derece güzeldi. Darwin’in inek kuşları (bizdeki gugukkuşlarının bir benzeri), zalim sinekkapanlar ve leşle beslenen şahinler üzerine yaptığı gözlemleri hakkında yazdıkları, ilginç bir okuma deneyimi sunar. Ardından daha güneydeki Rio Negro ziyaret edilerek tuzlu göl faunası incelendi. Hayvanların yaşamak için buraya ve tuzlu suya adapte olduklarını görmek Darwin açısından harikulade bir deneyimdi. “Dünyanın her köşesinde yaşamın mümkün olduğunu doğrulayabiliriz sanırım! Tuzlu göller, yanardağların altında gizlenmiş yeraltı gölleri (ılık madensuyu kaynakları), okyanusun uçsuz bucaksız derinlikleri, atmosferin üst katmanları ve hatta buzulların yüzeyi bile yaşamı destekler niteliktedir,” der Darwin. Araştırdığı bu azametli düzlüklerin tamamının, modern jeolojik bir dönemde deniz seviyesinin üzerine yükseldiği kanısına burada varmıştı.
Doğabilimcimiz, 11 Ağustos 1833’te Bahia Blanca ve Buenos Aires’e doğru kara üzerinden seyahatine başladı, elimizde bunun kaydı bulunuyor: “Yatağım diyebileceğim recadomla[44 - Güney Amerika’da kullanılan bir çeşit eyerdir. Genelde koyundan elde edilen yünden kalın bir battaniye eyere bağlıdır ve burada kastedilen de bu battaniyedir. (ç.n.)] beraber açık gökyüzünün altında geçirdiğim ilk geceydi. Gauchoların[45 - Arjantin ve Uruguay’da, 18. yüzyıl ortalarında görülmeye başlanan, at üzerinde göçebe yaşayan kimselere verilen isimdir. Kuzey Amerika’daki kovboylara benzerler. (ç.n.)], atlarını her nerede isterlerse bir kenara çekip ‘Geceyi burada geçireceğiz,’ diyebildikleri özgür yaşam tarzları, gerçekten çok keyif verici. Düzlükteki ölüm sessizliği, köpeklerin bekçilik yapması, çingene Gauchoların ateşin etrafında yuvarlak oluşturacak biçimde yataklarını hazırlamaları, ilk gecenin belirgin bir resmini çiziyordu ve muhtemelen uzun bir süre de aklımdan çıkmayacak.” General Rosas ile ilginç bir karşılaşma sonrasında Bahia Blanca’ya varıldı ve Punta Alta’da, hemen sonrasında Owen’ın tanımladığı birçok kemik fosili bulundu. Darwin, buradan bahsederken nesli tükenmiş canavarlar için mükemmel bir yeraltı mezarlığı tabirini kullanmıştı. Yüz altmış metre kare kadar genişlikteki sahilde tembel hayvanlara benzeyen dokuz farklı dört ayaklının kocaman kalıntıları kuma gömülü halde bulunmuştu. Bu kalıntılar, hâlâ varlığını sürdüren yumuşakçalar sınıfından midyelerle ilişkilendirildi. Burada büyük doğabilimcinin zihninde, dikkat çekici bir fikir filizlenmişti. Bu filizlenen fikir, daha sonra meyvesini verecekti. O zamanlarda yaygın şekilde kabul gören, büyük hayvanların bitki örtüsü bol olan yerlere ihtiyaç duydukları teorisi de bu sırada çürütülmüştü, çünkü bulundukları yerdeki toprakların uzun süredir verimsiz olduğuna inanmaları için sebepleri vardı. Güney Amerika’ya özgü devekuşları ve birçok diğer hayvan, önemli gözlemlerin yapılmasını sağladı.
Buenos Aires’e giderken kayalık beyaz kuvarstan bir dağ olan inişli çıkışlı Sierra de la Ventana önlerinde uzanıyordu. 20 Eylül 1833’te Buenos Aires’e varıldı, hiç zaman kaybetmeden Parana’nın yaklaşık beş yüz kilometre kuzeyindeki Santa Fe’ye yapılacak bir keşif gezisi ayarlandı. 3 Ekim’de Santa Fe’ye ayak basıldı ve bölge civarında çok sayıda nesli tükenmiş büyük memeli kalıntısı bulundu. Diğer fosillere benzer bir durumda olan ata ait bir fosilin bulunması kâşifimizi çok şaşırttı, çünkü Güney Amerika’da nesli tükenen bu kocaman hayvanların yanında, Güney Amerika’ya özgü at gibi bir canlının hayatta kalmış olması çok şaşırtıcıydı. Üstelik bu at cinsi, sömürgeci İspanyollar tarafından kıtaya getirilen diğer at sürüleriyle yaşama şansını kaybetmiş, diğer hayvanlarla beraber tarihe karışmıştı. Memelilerin Amerika’daki dağılımıyla ilgili öğrendiği garip bilgiler sonucunda Darwin, anlamlı bazı çıkarımlarda bulundu. Nehir ağızlarındaki doğal yığıntılarda çok miktarda gömülü kemik kalıntısı bulunmasının ardından, gerçekler açığa kavuşmaya devam ediyordu ve sonunda Darwin, Pampa[46 - Batıda And Dağları, doğuda ise Atlantik Okyanusu arasında kalan steplere verilen isimdir. (ç.n.)] bölgesinin tamamının gömüt olduğu sonucuna vardı.
Ne yazık ki kötüye giden sağlık durumu kâşifi geri dönmeye mecbur bıraktı, 12 Ekim günü küçük bir gemiye binerek Buenos Aires’e dönüş yolculuğuna başladı. Dönüş yolculuğunda çamurlu Parana’nın, jaguarların kol gezdiği, hareketli ve değişken adalarını inceleme şansı eline geçmişti. Las Conchas’a varıldığında bir isyan patlak verdi ve Darwin bir süre gözetim altında tutuldu. General Rosas’ın ismi olumlu bir etki yarattı, rehberiyle atları geride bırakması şartıyla Darwin’in nöbetçileri geçmesine izin verildi, nihayetinde Buenos Aires’e sapasağlam vardı. İki haftalık bir gecikmeden sonra kararlaştırıldığı gibi bir kez daha Montevideo’ya gidildi. Buraya varıldığında Beagle’ın bir süre daha yola çıkamayacağı anlaşıldı, tez canlı araştırmacı yerinde duramayarak bu kez de Uruguay ve Rio Negro’ya olmak üzere bir keşif gezisine başladı. Mola verilen yerlerden biri, geniş arazileri olan bir toprak sahibininkiydi. Toprak sahibinin Buenos Aires’ten kaçan yüzbaşı arkadaşı, gezginin Buenos Airesli hanımlar hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için çok hevesliydi ve içine sinen güvenceler sonrasında, tamamen yabancı birine gönüllü olarak yatağını verdi! Yolculuk boyunca şaşılacak kadar çok sayıda kocaman devedikenleri görüldü; kengerotları atların, pampaotlarıysa at binicilerinin boyu kadar uzundu. Yoldan bir metre dışarı doğru at sürebilmek sözkonusu bile değildi. Yeri gelmişken yazar, Gauchoların biniciliği ve bölgedeki kasaba halklarının durumunun canlı bir resmini çizmektedir.
Bu yolculuk sırasında, niata denilen küçük, sıradışı bir öküz cinsiyle de karşılaşıldı, fakat Journal’ın ikinci basımı yayımlanana kadar bu cinse dair ayrıntılı bilgi verilmedi. Sıradan bir öküzle karşılaştırıldığında kuraklığın, bu küçük öküz cinsinin aleyhine olması garipti. Alt çene kemiği, üst çeneye göre daha çıkıntılıydı ve dudakları birbirine değmediğinden bu hayvanlar otlayamıyorlardı. “Bu, bir cinsin günlük alışılagelmiş alışkanlıklarından yola çıkılarak, uzun bir zaman diliminde neslinin hangi şartlar altında tükendiğine dair bir saptama yapılabilmesinin ne kadar da zor olduğuna dair bir örnektir,” diye yazmıştı Darwin. Bu notu 1845 yılında ortaya çıktığında, yazar çoktan büyük incelemesine başlamıştır.
6 Aralık 1833 tarihinde Rio de la Plata’dan[47 - Güney Amerika’nın doğu kıyısında, kuzeyinde Uruguay, güneyindeyse Arjantin bulunan bir nehirdir. İsmi “Gümüş Nehir” anlamına gelir. Kimi uzmanlar Atlantik Okyanusu’nda bulunan bir nehir değil de bir körfez olduğunu söyler. (ç.n.)] ayrıldılar ve Patagonya kıyılarında bulunan Port Desire’ye[48 - Arjantin’in Santa Cruz bölgesinde yer alan bir liman şehridir. (ç.n.)] doğru yelken açıldı. San Blas koyundan on altı kilometre uzaklıktayken bir akşam, sayılamayacak kadar çok kelebek havada uçuşmaya başlayınca denizciler, “Gökten kelebek yağıyor,” diye haykırdılar. Kelebekler kendi iradeleriyle uçuyor gibi görünüyorlardı. Bir başka akşamsa en yakın kara parçasından yirmi yedi kilometre uzaklıktayken denizde yüzen canlı kınkanatlı böcekler görüldü. Ama tüm bunlar, büyük bir çekirgenin Beagle’ın güvertesine sıçrayışı yanında hiçbir şeydi, çünkü bu olay yaşandığı sırada rüzgâr Yeşil Burun Adaları[49 - Burada kastedilen rüzgârın kara yönünün tersine estiğidir. (ç.n.)] tarafına doğru esiyordu, en yakın kara parçası ise neredeyse altı yüz kilometre uzaktaydı, hem de oraya ulaşmayı zorlu hale getiren alize rüzgârı da cabasıydı. Karadan çok uzaktayken örümceklerin hayret verici ortaya çıkışları da kayda geçirilmişti. Bir gün karadan neredeyse yüz kilometre uzaktayken güvertede ağ ören çok sayıda örümcek görüldü. Bu hayvanlar işlerini havada görürdü. Önce küçük bir iplik oluşturup sonra bir anda kendilerini hava boşluğuna bırakırlardı. Ardından yatay bir şekilde ağ örmeye başlarlardı.
Beagle gemisi 23 Aralık 1833’te Port Desire’ye demirledi, ne var ki Patagonya, hayvanbilimcinin dikkatini kuzey ülkeleri kadar çekmedi. Bir sonraki durak 9 Ocak 1834’te varılan, yüz altmış kilometre güneydeki Puerto San Julián’dı. Burada bulunan kanıtlar, Patagonya’nın yükseldiği görüşünü kuvvetle pekiştirdi, bununla beraber hayvan kalıntılarının temel özellikleri incelendiğinde, Türlerin Kökeni’nde meyvesini veren fikirlerden biri olan “var olan hayvanlar ile nesli tükenen hayvanların beden biçimleri arasında pek çok benzerlik” olduğu fikri de burada oluştu. Darwin, onca muhteşem türün neden yok olduğuna dair düşüncelere sürüklenmişti, bununla ilgili ve imalı açıklamalar yapmıştı: “Türlerin eninde sonunda birbirine üstün gelmesinin, iklim ve besin çeşitliliği, düşmanlarla karşılaşma veya diğer türlerin sayısının artması gibi sebeplerle açıklanabileceğini düşünmeden edemiyorum.” Diğer yandan bu fikir üzerinde çok fazla durmamaktadır. Görüşlerini şu gözlemle tamamlar: “Elimizdekileri göz önüne aldığımızda emin olarak söylenebilecek tek şey, bireyler için hayat nasıl bir yerde son buluyorsa türler için de bunun böyle olduğudur; yaşanır ve bir noktada biter.”
Journal’ın ikinci basımında filozof, kayda değer bir ilerleme kaydetmiştir. Değişen koşulların etkisi fikrini daha da geliştirmişti. Sonsuz çoğalmanın sorgulanması üzerinde ısrar edilirken, tüm türlerin geometrik artış gösterdiğine açıkça dikkat çekiliyordu. Bir önceki sonuç cümlesinin yerine şu cümlenin geldiğini görüyoruz: “Türlerin nesli tükenmeden önce, genellikle sayılarının azaldığı kabul edilebilir. Bir türün, diğer bir türe kıyasla daha ender rastlanır olmasına hayret etmemenin, üstüne üstlük bir de bu türün neslinin tükenmesinde olağandışı bir faktör veyahut bir mucize olduğunu ileri sürmenin, bir bireyin hastalığının kendisinin ölümünden önce var olduğunu (ama kimse hastalığın varlığına hayret etmez) ve hasta birey öldüğünde kendisinin bir vahşet sonucu öldüğünü düşünüp buna inanmaya benzediğini düşünüyorum.”
Bu dönem süresince genç doğabilimcinin zihnini besleyen tek şey, Güney Amerika’nın karasal bölgesindeki gözlemleri değildi. Aralık 1832 ve Ocak 1833’te, Tierra del Fuego’ya hesapta olmayan bir ziyaret gerçekleştirildi ve buradaki yerliler büyük bir dikkatle gözlemlendi. Yaşadıkları şartları gören Darwin, hayretler içinde kalmıştı: “Aynı türe mensup insanlar olarak bu dünyada birlikte yaşadığımıza inanmak çok zor.” Buna rağmen buradaki perişan yerlilerin, kıtaya gelen misyonerler tarafından yetiştirildiklerini öğrendiğinde Darwin, bu başarıyı muhteşem olarak nitelendirmiş ve South American Missionary Society’ye (Güney Amerika Misyonerler Birliği) bağış yapmıştır.
Hem 1833 hem de 1834 yılında Falkland Adaları’nda keşfe çıkıldı ve özellikle Macellan Boğazı dikkatle incelenerek birçok önemli jeolojik bulgu kayda geçirildi. Kıtanın güney kesimleri, Şili’ye doğru yola çıkmak için nihayet terk edildi ve 23 Temmuz 1834 tarihinde Valparaiso’ya varıldı. Tierra del Fuego’dan sonra burası, Darwin için çok keyif veren bir değişiklik oldu. Üstelik burada karşılaştığı eski okul arkadaşı ve dostu Bay Richard Corfield, Şili’de bulunduğu süre boyunca onu büyük bir misafirperverlikle ağırlamıştı. And Dağları’na, Santiago’ya, altın ve bakır madenlerine düzenlenen keşif gezilerinden nadir bulunan ve bilime katkısı olacak birçok nesne temin edildi, bunun yanı sıra güzel manzaralara tanık olundu. Tabii kalkışılan meşakkatli işler, Valparaiso’da Bay Corfield’ın mütemadiyen gösterdiği şefkat eşliğinde bir ay süren soğuk algınlığı biçiminde geri dönmüştü.
Büyük bir ada olan Chiloe kasım ayında ziyaret edildi, iklimi yaz mevsiminde dahi son derece rahatsız edici olan bu yer, bir hafta sağanak yağmur yağmaması bile mucize sayılan Hebridler’in bazı bölgelerini hatırlatmıştı. Şimdi neredeyse terk edilmiş eski İspanyol başkenti Castro’da, hâlâ yüzlerce kişi barınsa da ne yarım kilo şeker ne de basit bir bıçak temin edilebiliyordu. Hiç kimsede ne kol saati ne de duvar saati bulunuyordu ve kilisenin çanı, halk arasında zaman duyusunun en iyi olduğu düşünülen yaşlı bir adam tarafından tahmini zamanlarda çalınıyordu.
Aralık ayında Şili’nin epey güneyinde kalan kayalık Chonos Takımadaları’nda keşfe çıkıldı. Tierra del Fuego’dakine eşdeğer kabul edilebilecek bir fırtına yaşandı. “Kocaman beyaz bulutlar, koyu mavi gökyüzünde toplandı ve düzensiz kapkara sis katmanları boydan boya hızla çekilmeye başladı. Birbiri ardına uzanan dağ sırası, belirsiz birer gölgeden ibaretti. Batan güneşin sarı huzmeleri, ormanın üzerine vuruyordu, tıpkı şaraptaki alkolün etkisiyle bir insanın yüzünün alev alev yanmasına benziyordu. Dalgaların köpüğü yüzünden suyun yüzeyi bembeyazdı ve rüzgâr geminin üzerinden bir uğuldayıp bir duruluyordu. Kaygı verici olduğu kadar heybetli de bir manzaraydı.” Tres Montes yakınlarındayken 1835 yılına girilmişti ve Darwin şöyle yazmıştı: “Bu bölgelere özgü bir seremoniyle kutlandı. Beklentilerimizi boşa çıkarmadı. Kuzeybatıdan gelen şiddetli bir fırtına ve devamlı yağan yağmur yeni gelen yılın bir göstergesiydi. Tanrı’ya şükürler olsun ki burada sonumuzu görmedik, bir an Pasifik’in üzerinde yükselen ve cennetin varlığını gösteren berrak mavi gökyüzünü görmeyi umut etmiştik. Üzerimizde yükselen, gökyüzünün ötesindeki bir şeyi…”


H.M.S. Beagle

Şubat ayında Valdivia’ya varıldı, Beagle tayfası burada şiddetli bir depreme tanık oldu. Darwin kıyıya çıkmış ve dinlenmek için bir odunun üstüne uzanmıştı. Hissettiği hareketin üzerinde bıraktığı etki belirgindi: “Ayağa kalkmakta herhangi bir zorluk yaşamadım, fakat hareketlenme sonrası sersemlemiştim. Sanki hafif bir dalgayla karşılaşan bir gemideymişim gibi bir histi ya da daha çok vücut ağırlığının altında eğrilen ince bir buz tabakasının üzerinde kayan birinin hissettikleri gibiydi. Şiddetli bir deprem, eski kuruluşları birdenbire yok edebilir. Yekpare olan her şeyin bir simgesi olan yeryüzü, suyun üstünde yüzen bir tanecik gibi ayaklarımızın altında hareket etti. Yalnızca bir saniye, saatler boyu süren derinlemesine düşünme sonucu oluşması mümkün olmayacak garip bir güvensizlik hissini zihinlere taşıdı.” Aynı deprem, akabinde ziyaret edilen Concepcion şehrindeki evlerin her birini yerle bir etmişti ve ziyaretçiler çarpıcı bir manzarayla karşı karşıya kalmışlardı.
11 Mart 1835’te tekrar Valparaiso’ya dönüldü ve sadece iki günlük bir aranın ardından yorulmak bilmez kâşif, seyrek kullanılan Potillo geçidinden geçerek Cordillera’ya gitmek için yola koyuldu. Buralar jeolojik gözlemler yapmaya uygun, bereketli topraklardı. Dağlardaki çağlayanların gürlemesi, yerbilimciye güçlü ve etkili bir biçimde sesleniyordu. “Binlerce ama binlerce taş birbirine çarparak tok bir ses çıkarıyor ve aynı yöne doğru yuvarlanıyor. Geçen bir dakikanın geri alınamayışı gibi zamanı düşünmeye benziyor biraz. Bu taşlar ki okyanus onların sonsuzluğu; hiddetli müziğin her bir notası, onları yazgılarına doğru iten bir basamak.” Bu paragrafı okuyup da Erasmus Darwin’in ortaya koyduğu muazzam şairane anlatımın bir yansımasını sezinlememek mümkün müdür?
27 Mart’ta Mendoza’ya varıldı ve 29’unda, kuzey (ya da Uspallata) geçidi kullanılarak yapılacak dönüş yolculuğuna başlandı. 10 Nisan’da tekrar Santiago’ya gelindi ve gezginin yaptığı yolculuktan hoşlanan Bay Caldcleugh, onu büyük bir konukseverlikle karşıladı. “Başka hiçbir şey bu ziyaretten daha hoşnut etmemiştir beni,” der kendileri. Akabinde Şili ve Peru’nun kuzeyine birçok keşif gezisi düzenlendi. Kamu işlerinin vaziyetinden dolayı Peru’da pek bir şey görülemedi ve Beagle Pasifik’in karşı kıyısına yapacağı dönüş yolculuğuna eylül ayında, beklenilenden daha erken başladığında kimse buna pek üzülmedi.
İki bin yanardağ kraterine, yapraksız çalılık arazilere, berbat görünen yabani otlara, alışılmamış hayvanlara (öyle ki bir insan yakınına taş fırlatsa dahi kıllarını kıpırdatmıyorlardı) ev sahipliği yapan Galapagos Adaları, doğabilimciye son derece ilginç gelmişti. Burada yaptığı incelemeler ve gözlemleri sonraki sayısız çalışmasına kaynaklık etmiştir. Cüsseli vücutlarını ağır hareketlerle taşıyan karakaplumbağaları, tufandan önceki devirlere ait tuhaf hayvanlara benziyordu. Son derece biçimsiz ve kocaman deniz iguanası (Amblyrhynchus) mükemmel bir umursamazlıkla yüzüyor, denizin altında bir saate yakın durabiliyordu. James Adası’nda deniz iguanasıyla aynı sınıfa mensup o kadar çok kara iguanası yaşıyordu ki yuvalandıkları oyukların olmadığı tek bir nokta dahi bulmak mümkün değil gibiydi; yürüyen bir kişi devamlı bu yuvaların tepelerine basmak durumunda kalıyordu. Sürüngenlerin, otobur memelilerin yerini aldığı adalar grubunun sakinleri gerçekten gariplerdi. Son bahsettiğimiz türle ilgili olarak Darwin, günümüze kadar uzanan özel bir yaratılış fikri üzerinde durduğu bir görüş de belirtmişti: “Bu türün, takımadaların kalbinde yaratıldığı ve zaman içerisinde çok da uzak olmayan bir çevreye yayıldıkları görülüyor.”
Darwin’in, Galapagos faunasının eşsiz olduğu görüşüne inancı, Journal’ın birinci ve ikinci basımı arasında geçen yıllarda daha da artmıştı. “Bu adaların ne kadar küçük olduğu göz önüne alındığında, buraya özgü canlıların sayısı ve yayıldıkları alan bizleri daha da hayrete düşürüyor. Bölgede yer alan her bir yükseltinin tepesinde bir krater olduğu görülüyor; lavların aldığı yolun arkasında bıraktığı izlerin hâlâ belirgin olması, jeolojik açıdan yakın zamanlı bir dönemde burada kara tarafından bölünmemiş denizin yayıldığına inanmamıza neden oluyor. Bunun sonucunda da zaman ve mekân içinde, dünya üzerinde var olan ilk canlılar gerçeğine (en çok merak konusu olan şey) daha da fazla yaklaşıyor gibiyiz,” diyor Darwin. Hemen sonrasındaysa “Bu küçük, kurak ve kayalık adalarda faaliyette olan yaratıcı güç (bu şekilde tanımlanabilirse şayet) gerçekten de hayrete düşürecek cinsten; böylesine dar bir alanda birbirine bu kadar benzeyen, fakat birbirinden bir o kadar da farklılık gösteren edimlerde bulunmuş olması çok daha hayret verici,” diye devam eder.
20 Ekim 1835’te başlayan ve 15 Kasım’da noktalanan 5.150 kilometrelik uzun Tahiti yolculuğu, yerini keyifli bir konaklamaya bırakmıştı. Darwin, adanın ve adada yaşayanların albenisi karşısında her gezginin olabileceği kadar hoşnuttu. Özellikle İngiliz menşeli ürünlerin kalitesi üzerine ifadeleri, Darwin’in doğuştan gelen vatanseverliğini göstermesi açısından bahsedilmeye değerdir. Darwin, Tahiti’de yetişen ananasların lezzetinin muhteşem olduğunu, hatta İngiltere’de yetişenlerden çok daha iyi olduğunu kabul eder ve bir meyveye veya herhangi bir şeye edilebilecek en büyük iltifatın da bu olabileceğine inanır. Kotzebue’nun[50 - Otto von Kotzebue (30 Aralık 1787-15 Şubat 1846) Rus İmparatorluk Donanması’nda denizciydi. Darwin’in çıktığı seyahate benzer şekilde birçok araştırma seferinde kaptanlık yapmıştır. Çıktığı seferlerden edindiği bilgileri yazıya dökmüş ve kitaplaştırmıştır. (ç.n.)] yazdıklarının aksine, Hıristiyan misyonerlerin buradaki yerliler üzerindeki etkisi ve yerlilerin dürüstlüğü hakkında olumlu görüşleri oluşmuştu.
19 Aralık’ta Yeni Zelanda görüş alanına girmişti. Gezginimizin burada yaptığı gözlemler, bölgede uygar ve etkin bir hükümet kurulmadan hemen öncesinde yaşanan döneme ışık tutması açısından önemlidir. Darwin, dini bütün öğretmenin, Waimate şehrindeki etkisinden pek memnun kalmıştır. “Misyonerlerin verdiği ders, âdeta büyücünün asası gibi,” diye yazar. Bir İngiliz olarak yurttaşlarının böylesine bir etkisi olmasından memnun olmuştur. Karada yaşayan memeli hayvanların göze çarpan eksikliği, sonradan ülkeye getirilen Norveç farelerinin sayısındaki artış, çok geniş bir alana yayılan kuzukulakları, kuzukulağının tohumlarını tütün tohumu diye satan namussuz bir İngiliz ve dev kauri ağaçları sorgulayan bir kimsenin zihnini meşgul edecek önemli şeylerdi. Ne var ki Yeni Zelanda, halihazırda birçok farklı ülke ziyaret etmiş olan Darwin için o kadar da ilgi çekici değildi. Beagle, Sydney’ye gitmek üzere 30 Aralık’ta yelken açtı ve 12 Ocak 1836’da Port Jackson’a vardı. Blue Mountains’a (Mavi Dağlar) ve Bathurst şehrine yapılan ilginç gezide sömürgedeki yaşamın birçok yanını gözlemlemenin yanı sıra ornitorenk de denilen platipusları kendi faunalarında görme şansı elde edildi. Darwin’in fazlasıyla keyif aldığı Tazmanya Adası, şubat ayında ziyaret edildi. Nisan ayında, Darwin’in daha sonra resifler üzerine yazacağı kitap için (bununla beraber resiflerle ilgili temel bilgiler Journal’da da yer aldı) epey bir kaynak sağlayan Cocos Adaları’na geçildi. Mauritius, Cape Town, St. Helena, Ascension Adası, Bahia, Pernambuco, Cape Verde ve Azorlar eve dönüş yolculuğunda uğranan yerlerdi ve hayatının çalışmasını sırtına yüklenen doğabilimcinin karaya ayak bastığı Falmouth’a ise 2 Ekim 1836’da demirlendi.
Bu uzun yolculukta Kaptan Fitzroy’un, Darwin’e saygı duymaya başladığı, yazdığı uzun paragraflarda ve diğer birçok kaynakta görülebilir. Kaptan, üç farklı coğrafi noktaya Darwin’in adını vererek ona olan saygısını belirtmiştir: Tierra del Fuego’daki Darwin Tepesi, Darwin Boğazı ve Kuzey Avustralya’daki Darwin Limanı. Böylece doğabilimcinin hayatı boyunca bitmez tükenmez bir merakla ve şevkle yerlilerini incelediği iki kara parçasını (üstelik bu yerliler, sadece tarihi aydınlatmaya bir katkı sağlamakla kalmamış aynı zamanda insanlığın Darwin’in zihninde yer etmesine ve yeni bir dünya düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açmıştır), gelecek nesiller için onun adıyla ilişkili hale getirmiş oldu. Fitzroy, Royal Geographical Society (Kraliyet Coğrafya Topluluğu) tarafından ona bahşedilen madalyayı alırken yaptığı konuşmada, dostu Darwin’den övgüyle söz etmiştir. Ayrıca çalışmalarının birinde Darwin’den, bilim uğruna gayretle çalışan bir gönüllü olarak bahsetmiş, doğabilimcinin bu gayretinin, deniz tutulmasına boyun eğmeden sonuna kadar direnmesinde gözlemlenebileceğini söylemiştir. Değerli koleksiyonlarını kamuyla paylaşması, onun bilime olan ilgisini ve bilimi topluma kazandırma uğraşını gözler önüne serer.
Journal’ın sonuç sayfaları hem anlamlı hem de öğreticidir. Her sayfada enteresan görüşlere rastlamak ve henüz çözülmemiş merak uyandıran sorunlarla karşılaşmak mümkündür. Gelecekte İnsanın Türeyişi[51 - İnsanın Türeyişi, Charles Darwin, çev. Ömer Ünalan, Onur Yayınları, 2002 (ç.n.)] kitabını yazacak olan yazarın, barbarları ve medeni insanları mukayese etmesi ve onlardan bu kadar etkilenmesi gelecekte yapılacak araştırmalar adına önemli değil midir? Darwin, bu konuyla ilgili şöyle yazar: “En saf, en vahşi haliyle gerçek bir yerli barbar arayışındayken, onunla ilk defa karşı karşıya gelindiğinde oluşan şaşkınlığı, muhtemelen başka hiç kimsenin yaratamayacağı söylenebilir. Bu sırada yüzlerce yıl öncesine doğru uzanır düşüncelerimiz ve ‘Atalarımız da acaba böyle mi görünüyorlardı?’ diye sorarız. Jestleri, mimikleri ve ilkel kol hareketleri evcil hayvanlardan bile daha anlaşılmaz olan bu insanlar, ne hayvanların içgüdülerine ne de mantıklı düşünebilme yetisine (ya da neden sonuç ilişkisini kurabilme yetisine) sahipler. Bir vahşi ile medeni insan arasındaki farkın resmini çizmenin veya kelimelerle açıklayabilmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum. Bu fark, vahşi bir hayvan ile evcil bir hayvan arasındaki farktır. Bir vahşiyi gözlemleme isteği; çölde dolaşan bir aslanı, ormanda avını parçalayan bir kaplanı, geniş ovada gezinen bir gergedanı veya Afrika nehirlerinden birinin kenarında çamurda yuvarlanan bir hipopotamı gözlemleme isteğiyle bir nevi aynıdır.”
Maceralarla geçen bu yolculuğun kayıtları üzerinde uzun uzadıya durmamızın sebebi, sadece bu seyahatin Darwin’in hayatının önemli bir kısmında yer etmesi değil, aynı zamanda onu hayatının çalışması olan evrimle ilgili sorunları incelemeye iten görüşlerinin ve fikirlerinin oluşmasına kaynaklık etmesidir. Bir ön hazırlık olmaksızın yalnızca olayların, onun uçuşa geçmeye hazır olan zihnini nasıl tetiklediği bir yere kadar gösterilmiş oldu. Ayrıca Darwin’in doğaya olan ilgisinin çok amaçlı olduğunu ve kavrama kabiliyetinin yanında ne kadar anlayışlı bir kalbe sahip olduğunu da gördük. Şimdi ise ham bir teoriyi vaktinden önce yayımlayarak yenilgiye uğrama ve bilimi ileriden ziyade geri götürme tehlikesine karşı bir yirmi yıl daha çalışmasıyla ne kadar sabırlı biri olduğunu göreceğiz. Sabırla süren bu uzun uğraşı, dehasının zaferi olacaktır.

Üçüncü Bölüm
Darwin eve döndüğü gibi hiç zaman kaybetmeden bilim alanında önde gelen isimlerle irtibat kurdu, seyahatinde elde ettiği çok değerli bilgiler sayesinde kendini çok avantajlı bir konumda buldu. 20 Kasım 1836 tarihinde Geological Society’ye (Londra Jeoloji Topluluğu) üye seçildi ve yazdığı ilk çalışmalarından birinin taslağını yıl sonuna doğru Lyell’a gönderdi. Lyell, 26 Aralık 1836 tarihinde ona şöyle yazmıştır: “Çalışmanızı büyük bir keyifle okudum. (…) Ne kadar müthiş bir konuyu ele almışsınız.” Genç adama, resmi herhangi bir bilimsel görev gelirse kabul etmemesini, kendi çalışma alanına odaklanmasını öğütlemişti. Ne var ki Darwin’in aklı çelinmişti, akabinde şubat ayında Geological Society’nin bir üyesi olmayı kabul etti ve Şubat 1838’deyse yazmanlık görevini üstlendi. Üç yıl boyunca vazifesini başarıyla yerine getirdi. 1837 yılında Lyell, Society üyelerine yaptığı başkanlık konuşmasında genç gezginin görüşlerinden ayrıntıyla bahsetmişti.

Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию (https://www.litres.ru/book/bettany-george-thomas/charles-darwin-69403171/chitat-onlayn/?lfrom=390579938) на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

notes

1
İng. Commonwealth. 1649 yılında, I. Charles’ın idamıyla başlayan ve 1653 yılında Oliver Cromwell’in başa geçmesiyle son bulan dönem. (e.n.)

2
Bahsi geçen Erasmus Earle, Şubat 1887’de The National Review’da “A Lawyer’s Love Letters” (Bir Avukatın Aşk Mektupları) köşesinin yazarıdır.

3
Burada kitabın 1887’de yazıldığı göz önünde tutulmalıdır. (ç.n.)

4
Lat. Bitkibilimin İlkeleri (ç.n.)

5
İng. Bitkibilim Bahçesi (ç.n.)

6
İng. Doğanın Tapınağı. Erasmus Darwin’in yazdığı şiir kitabı. Zaman zaman felsefi notlarla bezeli bu kitap onun içindeki şairi gözler önüne serer. (ç.n.)

7
19. yy. (ç.n.)

8
Latince ens, “var olan” anlamına gelir. Yine Latince bir kelime olan entium ise “var olanların” anlamına gelir. Kelimeler birleştiğinde (ens entium) “var olanların üzerinde var olan” anlamı ortaya çıkar. Yani yüce bir varlık olan tanrı kastedilmektedir. (ç.n.)

9
İng. Doğanın Tapınağı veya Toplumun Kökeni (ç.n.)

10
İng. Zoonomi veya Organik Yaşamın Yasaları (ç.n.)

11
İng. Bitkibilim veya Tarım ve Bahçe İşleri Felsefesi (ç.n.)

12
İng. Bir Grup İngiliz (ç.n.)

13
Eliza Meteyard (1816-1879). Bu İngiliz yazar daha çok yazdığı makale, roman ve biyografileriyle tanınır. Babası da doktor olan Eliza bir zamanlar Shrewsbury’de yaşamıştı. Kadın eğitimi konusunda sesini duyuran bir kişiydi. (ç.n.)

14
Bay Woodall şöyle yazmıştı: “St. George Kilisesi’nin alçak kulesiyle aynı hizaya baktığınızda arka tarafta Tepe Ev’i görebilirsiniz. Hac yolculuklarını yapan kişiler Welsh Köprüsü’nü geçerek ana cadde üzerinden önce St. George kilisesine, sonra da sıra halinde dizilmiş evlerin bitimine kadar yürürler. At arabasıyla gidilen bir sonraki durak, yüksek kaldırımları ortadan ayıran Tepe Ev’in girişidir. St. George Kilisesi’nin yakınlarında bulunan, yeni evlerin yapıldığı kısa caddeye ‘Darwin Caddesi’ deniliyor. İngiltere’nin Shropshire yerleşiminden gelen en tanınmış ailesinin bu kasabada bulunduklarının tek resmi kanıtıdır bu kısa cadde. Üniteryen Şapeli’nde daha şahsi bir anıt da bulunuyor. Bu anıt bir plakadır ve üzerinde şöyle yazar: ‘12 Şubat 1809’da Shrewsbury’de doğan, Türlerin Kökeni’nin yazarı Charles Robert Darwin’in anısına. Gençlik döneminde bu kilisenin, ibadetini aksatmayan bir üyesiydi. 19 Nisan 1882’de öldü.’ Anladığımız kadarıyla Bayan Darwin mensubu olduğu ve içinde yetiştiği dini mezhebe pek bağlı biri değildi. Ama zaman zaman oğullarının vaftiz edildiği St. Chad’s Kilisesi’ne giderdi.”

15
Thomas Carlyle (4 Aralık 1795-5 Şubat 1881). İskoç yazar, çevirmen, tarihçi, matematikçi ve öğretmen. Saygın tarihçinin Fransız İhtilali’yle ilgili yazdığı The French Revolution: A History adlı kitabı, Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi kitabını yazmasına ilham kaynağı olmuştur. Eski bir Kalvinist olan Carlyle aynı zamanda toplum eleştirmenidir. (ç.n.)

16
İng. Hatıralarım. (ç.n.)

17
William Whewell (1794-1866). 19. yy. Britanya’sının en önemli bilge figürlerinden biri. Astronomi, jeoloji, ekonomi, eğitim reformu, ahlak felsefesi gibi birçok alan hakkında yazılar yazmıştır. John Herschel, Charles Darwin, Michael Faraday gibi herkesçe bilinen bilim insanları Whewell’in fikrine başvurmuşlardır. “Anot”, “Katot”, “İyon” gibi kelimelerin yaratıcısıdır. Ayrıca o zamana kadar “man of science” (bilimle uğraşan insan), “natural philosopher” (doğa filozofu) olarak bilinen kişiler için günümüzde kullanılan “scientist” (bilim insanı) terimini ortaya atmıştır. (ç.n.)

18
Eski zamanlarda atların çektiği, birden fazla kişiye taşıma hizmeti veren arabalar. (ç.n.)

19
İng. Plinius Topluluğu. Edinburgh Üniversitesi’nde doğa tarihiyle ilgilenen öğrencilerin kurduğu kulübün adıdır. (ç.n.)

20
Döneminde Plinian Society başkanlığını yapmıştır. (ç.n.)

21
İskoçya’da birçok nehrin buluştuğu bir haliç, Kuzey Denizi’ne bağlanır. (ç.n.)

22
İskoçya’nın batısında yer alan bir bölge. (ç.n.)

23
İng. İskoçya’nın Tohumsuz Bitkileri.

24
İskoçya’nın en doğusunda olan bir ada. (ç.n.)

25
İng. Anılar.

26
Darwin’in bu sözü, Bay Grant Allen’ın Darwin’in “ilk âşık” olduğu alanın yerbilim olduğu savını çürütür. Darwin Cambridge’e geldiğinde kendini bir böcekbilimci olarak görüyordu ve Edinburgh’tayken tam anlamıyla bir doğabilimci olduğu da Bay Ainsworth’ün dediklerine bakılırsa oldukça açık. Herkesçe tanınmış Amerikalı böcekbilimci C. V. Riley, “The American Entomologist dergisinin editörü Benjamin Dann Walsh’ın (aynı zamanda Cambridge’de Darwin’in sınıf arkadaşıydı), Darwin’in doğa tarihine olan düşkünlüğünü Cambridge’de geçirdiği zamanlarda bir böcek koleksiyonu yaparak gösterdiğini söylemişti,” diye aktarıyor (Proceedings of the Biological Society of Washington, ABD, 1. Cilt, 1882, s. 70). Öyle ki Charles Darwin, 1833 yılında kurulan Entomological Society of London’ın (Londra Böcekbilim Cemiyeti) asil üyelerinden biriydi ve 1838 yılında kurula seçilerek hayatı boyunca bu cemiyetin düzenlediği faaliyetlere ilgi gösterdi. 4 Ocak 1836 tarihinde Chiloe’den (Şili’de bir ada) böceklerle ilgili yazdığı bir günceyi ev adresine göndermiş, bu günce Charles Babington (şimdi Cambridge bitkibilim departmanında profesör) tarafından Cemiyet’in önünde yüksek sesle okunmuştu.

27
Cambridge’e 25 km uzaklıkta ve güneybatısında kalan bir kasaba. (ç.n.)

28
İng. Ordinary or Poll Degree. “Poll Degree” İngiliz üniversitelerinde tek bir alanda uzmanlaşmayan, bunun yerine birden fazla alanda belli bir bilgi birikimi oluşturan kişilere veriliyordu. Bu kişilerin, hayatlarının ilerleyen döneminde uzmanlaşmaları için ek bir eğitim almaları gerekirdi. (ç.n.)

29
Adanın güneyinde yer alan Plymouth şehrinde bir bölge. (ç.n.)

30
Uruguay’ın başkentidir. (ç.n.)

31
İng. Darwin’in Güncesi. (ç.n.)

32
3718 metre yüksekliğindeki bu dağ, Kanarya Adaları’ndan biri olan Tenerife’de bulunmaktadır. İspanya’nın en yüksek dağı ve dünyadaki en yüksek üçüncü ada volkanıdır. (ç.n.)

33
Cape Verde Islands. Atlas Okyanusu’nda bulunan bir Afrika ülkesidir. 10 ada ve 8 adacıktan oluşur. (ç.n.)

34
Britanyalı yerbilimci Charles Lyell (1797-1875) daha kimseler ilgilenmezken yerbilim alanıyla ilgilenmeye başlamıştır. Lyell, Kaptan Fitzroy’un da bir arkadaşıdır ve kitabı Darwin’e, Kaptan Fitzroy vermiştir. (ç.n.)

35
İng. Temel Yerbilimi (ç.n.)

36
Bay Grant Allen (Darwin, s. 42), Darwin’in, rüzgârla geminin güvertesine gelen tozda 67 farklı canlı form gözlemlediğini belirtir. Canlı formları tespit eden kişi, Darwin’in tozları gönderdiği Ehrenberg’di ve Ehrenberg’e yollanan her beş paketten dördünü de Darwin’e Lyell vermişti. (Darwin’s Journal, ikinci basım, s. 5)

37
Bu bitkiler, tohuma veya çiçeğe ihtiyaç duymadan sporla çoğalırlar. Eğrelti otu, algler ve hayvanlara daha yakın oldukları için başka bir gruba alınan mantarlar, sporla çoğalan bitkiler arasında sayılıyordu. (ç.n.)

38
Portekizce konuşulan ülkelerde bir erkeğe saygıyla seslenirken kullanılan sözcüktür. Kadınlara hitap edilirken ise “Senhora” sözcüğü kullanılır. (ç.n.)

39
İspanyolca ve Portekizcede buğday ununa verilen ad. (ç.n.)

40
Burada Matta İncil’inin altıncı bölümünün onuncu ayetine atıf yapılmaktadır. Ayetin tamamı şöyledir: “Egemenliğin gelsin. Gökte olduğu gibi, yeryüzünde de senin istediğin olsun.” (ç.n.)

41
Palmiyeye benzer yaprakları olan, pembe tonlarında bir bitki. Anavatanı Avusturalya ve Endonezya’dır, yaklaşık 15 farklı türü vardır. (ç.n.)

42
Arjantin’in başkenti Buenos Aires’in merkezine verilen ad. (ç.n.)

43
Uruguay’ın başkenti Montevideo’nun doğusunda kalan bir kıyı şehridir. (ç.n.)

44
Güney Amerika’da kullanılan bir çeşit eyerdir. Genelde koyundan elde edilen yünden kalın bir battaniye eyere bağlıdır ve burada kastedilen de bu battaniyedir. (ç.n.)

45
Arjantin ve Uruguay’da, 18. yüzyıl ortalarında görülmeye başlanan, at üzerinde göçebe yaşayan kimselere verilen isimdir. Kuzey Amerika’daki kovboylara benzerler. (ç.n.)

46
Batıda And Dağları, doğuda ise Atlantik Okyanusu arasında kalan steplere verilen isimdir. (ç.n.)

47
Güney Amerika’nın doğu kıyısında, kuzeyinde Uruguay, güneyindeyse Arjantin bulunan bir nehirdir. İsmi “Gümüş Nehir” anlamına gelir. Kimi uzmanlar Atlantik Okyanusu’nda bulunan bir nehir değil de bir körfez olduğunu söyler. (ç.n.)

48
Arjantin’in Santa Cruz bölgesinde yer alan bir liman şehridir. (ç.n.)

49
Burada kastedilen rüzgârın kara yönünün tersine estiğidir. (ç.n.)

50
Otto von Kotzebue (30 Aralık 1787-15 Şubat 1846) Rus İmparatorluk Donanması’nda denizciydi. Darwin’in çıktığı seyahate benzer şekilde birçok araştırma seferinde kaptanlık yapmıştır. Çıktığı seferlerden edindiği bilgileri yazıya dökmüş ve kitaplaştırmıştır. (ç.n.)

51
İnsanın Türeyişi, Charles Darwin, çev. Ömer Ünalan, Onur Yayınları, 2002 (ç.n.)
Charles Darwin George Thomas Bettany
Charles Darwin

George Thomas Bettany

Тип: электронная книга

Жанр: Зарубежная публицистика

Язык: на турецком языке

Издательство: Maya Kitap

Дата публикации: 25.04.2024

Отзывы: Пока нет Добавить отзыв

О книге: Dünya tarihinde Türlerin Kökeni kadar büyük bir fırtına koparmış ve etkileri yıllar geçse de hiç azalmamış çok az kitaptan söz edilebilir. Doğal seçilim yoluyla evrim teorisini geliştiren doğabilimci, jeolog ve biyolog Charles Darwin, doğaya ve insanlığa dair kavrayışımızı şekillendiren kişilerin en önemlilerinden olmuştur.

  • Добавить отзыв